28 Şubat 2021 Pazar

Oğuz Oyan: IMF'siz IMF programı da çözüm olmayacak(SÖYLEŞİ) - SOL

 Prof. Dr. Oğuz Oyan, Berat Albayrak döneminde uygulanan politikanın dışa açık ekonomilerdeki "üçlü imkansızlık" durumuyla çelişmesinin rezervlerin erimesinde başat etken olduğunu söylüyor.


Muhalefet eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ı yeniden gündemine aldı. Eleştirinin dozu artınca uzun süredir Albayrak konusunda konuşmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan eski bakanı ve damadına sahip çıktı. Bu durum Albayrak'a yeniden mi görev verilecek sorusuna neden oldu. 

CHP, uyguladığı yanlış politikalar nedeniyle Merkez Bankasının rezervlerini eritmekle suçladığı Albayrak'ı gündemde tutmaya devam ederken, yeni ekonomi yönetimiyle ilgiliyse sessizliğini koruyor. Profesör Dr. Oğuz Oyan bu durumu CHP'nin klasik neoliberal çerçevenin dışına çıkamamasına bağlıyor. 

Berat Albayrak döneminde uygulanan politikanın dışa açık ekonomilerdeki "üçlü imkansızlık" durumuyla çelişmesinin rezervlerin erimesinde başat etken olduğunu söyleyen Oyan, bu süreçte yerli ve yabancı sermayenin kârlı çıktığının da altını çiziyor.

Mevcut ekonomi yönetiminin 'IMF'siz IMF programı" olarak adlandırılabilecek politikalarınınsa yapısal sorunları taşınamaz hale gelen Türkiye ekonomisine çözüm olmayacağını söylüyor.

Oyan'ın sorularımıza verdiği yanıtlar şu şekilde: 

CHP 128 milyar doların hem faizlerin hem de doların aşağıda tutulması için yanlış bir politika olarak harcandığını iddia ediyor ve bu para nerede diye soruyor. TCMB'nın durumu nedir sahiden, bunlar bir yandan kayıtlı işlemler olmalı, çok fazla rakam havada uçuşuyor, bize biraz sadeleştirerek anlatabilir misiniz? 

Sermaye hareketleri üzerinde denetimin olmadığı dışa açık ekonomilerde, "üçlü imkânsızlık" durumu oluşur. Yani hem dışa açık olmak, hem de faiz ve kur seviyelerine birlikte müdahale etmek imkânları yoktur. Eğer dışa açıksanız, ya faize ya da kura müdahale edebilirsiniz; ikisine birden değil. Eğer dışa kapalı bir ekonomiyseniz, hem faiz hem kur seviyelerine birlikte müdahale edebilirsiniz. Uluslararası sermayenin taleplerini karşılayan Özal, 1989'dan itibaren Türkiye ile dış dünya arasındaki sermaye hareketlerini serbestleştirmiştir. Dolayısıyla Türkiye 32 yıldır para politikası araçlarını dilediğince kullanabilme imkânından yoksundur.

Bunun ilk sınaması 1990'larda yapılmış, faiz ve kura birlikte müdahaleye girişen Çiller Hükümeti (DYP-SHP Koalisyonu) 1994 krizine neden olmuştur. Bu deneyimden hiç ders almayan Erdoğan iktidarı, 2018 yılında aynı hatayı tekrarlayarak bir döviz krizine neden olmuş ve bundan kurtulabilmek için, o zamana kadar baskılamaya çalıştığı faiz hadlerinde şok artışlar yapmak (faizleri yüzde 24'e çıkarmak) zorunda kalmıştır. Ancak kendi deneyiminden dahi öğrenemeyen bu "akıl", 2019 sonlarından itibaren faiz hadlerini hızlı bir düşüşe zorlaması nedeniyle döviz kurunu tutamaz olmuş ve 2020'de yeni bir döviz krizine yol açmıştır. Kasım 2020'de Hazine ve Maliye Bakanı ile TCMB Başkanının değiştirilmesi, faizlerin yeniden bir şok tedavi mantığıyla yükseltilmesine Saray onayının alınmasından sonra "piyasalar" yatıştırılabilmiştir.

'Merkez Bankası görevini yerine getirememiştir'

Bir başka açıdan bakılırsa, TCMB'nın kendisine biçtiği tek rol olan milli paranın değerinin korunması görevini yerine getirmesi engellenmiştir. Dışa açık bir ekonomide Merkez Bankası'nın milli paranının değerini korumak bakımından elindeki yegane araç faizlerdir. Bunu kullanması engellenir ve üstelik milli paranın değerini koruması (yani döviz kurlarının yukarı gitmesini frenlemesi) istenirse, o zaman döviz rezervlerini tüketmek gibi yanlış bir yola savrulacaktır. Burada ne açık ekonomi koşullarını ne yüksek faiz politikasını ne de TCMB'nın bir kalkınma/istihdam hedefinin olmamasını savunuyor olmadığımızı geçerken vurgulayalım. Ama ekonomiyi dışa açık (dolayısıyla dış şoklara da açık) tutarken,  faizi baskılamak iktisat politikası açısından yanlıştır. Şöyle de söyleyebiliriz: Eğer faiz silahı zamanında kullanılabilmiş olsa, ne kurlar ne de faizler bugünkü düzeylere çıkmış olurdu.

Çok çeşitli ekonomik ve toplumsal maliyetleri bir yana, yalnızca döviz rezervlerinin erimesi bile yeterince yüklü bir fatura oluşturmuştur. TCMB'nin Aralık 2018'de sahip olduğu 93 milyar dolarlık brüt (döviz+altın) rezervinden 48 milyar dolarlık toplam yükümlülükleri çıkarıldığında, 45 milyar dolarlık bir olumlu bakiyesi bulunmaktaydı. Ocak 2021 itibariyle, brüt rezerv 95,7 milyar dolar, toplam yükümlülükler 135,9 milyar dolar ve net rezerv eksi 40,2 milyar $'dır. İki yılda net rezerv kaybı 85,2 milyar dolardır. (Zafer Yükseler).  Sadece dövizler dikkate alınsaydı, döviz rezervi kaybı 100 milyar dolar çıkardı. (CHP'nin 128 milyar dolarlık döviz kaybı bulgusu, hesabın daha erken bir tarihten başlatılmasıyla ilgili olmalıdır). Mustafa Sönmez de, 19 Şubat 2021 tarihi itibariyle, 94 milyar dolar brüt rezervden, toplam yükümlülükler olan 139,4 milyar doları düşünce, eksi 45,4 milyar dolarlık net rezerv sonucuna ulaşmaktadır.

Net rezervlerin eksiye düşmesinin en önemli etkeni, TCMB'nın swap borçlarının inanılmaz yükselişidir. (Örneğin, 19 Şubat itibariyle 57,5 milyar dolar swap yükümlülüğü olmasa, net rezerv 12,1 milyar dolar artıda olabilirdi). TCMB, döviz rezervlerinin yetersizliği ve faiz aracını kullanmasına getirilen Saray sınırlaması nedeniyle, ilk kez 1 Kasım 2018'de "Döviz karşılığı TL swap piyasası"nı kurmuştu. Mayıs 2019'da da "TL karşılığı altın swap pisasası"nı, 2 Ekim 2019'da da "Döviz karşılığı altın swap piyasasası"nı kuracaktı. Swap bir takas sözleşmesidir ve döviz, altın, ticari mal biçimindeki belirli bir varlığın belirli bir vadede ödeme yükümlülüğünün takas edilmesidir. TCMB, döviz karşılığı TL swap işlemlerinden ve kamu bankalarından başlayarak bu piyasası yapay olarak şişirmiş ve TCMB'nin döviz swap borçlarını olağanüstü artırmıştır. Bu işlemlerin çift haneli milyar dolarlara ulaşması Mart 2019 sonrasındadır ama henüz Haziran 2020'de döviz ve altın swap hacmi 59 milyar dolara çıkabilmiştir. Bu, faizleri baskılamanın görünür bedellerinden biridir sadece.

TCMB'nın net rezervinin eksi bakiye vermeye başlamasının başlangıcı Mart 2020'dir. Bu ayda verilen 10,7 milyar dolarlık eksi bakiye, henüz Haziran 2020'de eksi 36 milyar dolar düzeyine tırmanmıştır. Bozulma bu kadar çılgınca bir hızdadır ve buna karşı faiz önlemi alınamamıştır.  Üstelik, TCMB swap işlemlerini saydam bir biçimde göstermeyerek, rezerv hesaplarında dikkate almayarak bu kötü gidişatın farkedilmesini ve politikacılar tarafından izlenmesini güçleştirmiştir. Gerçi RTE'nin 94 milyar dolar brüt rezervle halen övünüyor olması, bir bilgisizlikten ziyade kasıtlı bir çarpıtma çerçevesinde değerlendirilmelidir.

'Yerli ve yabancı sermaye kazançlı çıktı'

Peki bu rezerv erimesi nereye gitmiştir? Görece baskılanmış olan kur seviyelerinde döviz satın alan tüm yerli/yabancı sermaye çevreleri bu işten kazançlı çıkmıştır. Yerli reel sektör, döviz bilançosundaki yüksek açık pozisyonları azaltma fırsatı bulurken, borsadan ve devlet senetlerinden çıkan yabancı portföy yatırımcısı da dövize dönerken (ve sermayesini yurtdışına çıkarırken) avantajlı konumda olmuştur. Üstelik örneğin Haziran'da kur 1 dolar =6,85 TL düzeyinde baskılanırken çıkış yapan sıcak para, 29 Ekim'de 1 dolar= 8,29 TL iken tekrar giriş yaptığında, büyük bir kur farkı kazancı da oluşmuştur. Demek ki, TCMB'nın rezerv eritme politikası en çok yabancı sermaye ile yerli sermayeye yaramıştır. Elbette döviz tevdiat hesabına (DTH) geçen hanehalkı da hesaba katılmalıdır; çünkü dolarizasyonun hızı önceki dönemleri aşmıştır. (Ancak hanehalkının büyük bölümü spekülatif davranamadığı için kısa vadede kayba da uğrar). Değerli meslektaşımız Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu (Birgün, 16 Şubat 2021), 2020 yılı için bulduğu 65,5 milyar dolarlık döviz erimesinin nerelere gitmiş olduğunu hesaplarken, dört kalem saymaktadır: -cari açık finansmanı için kullanılan 31,9 milyar dolar; -reel sektör şirketlerinin döviz alımı 19,4 milyar dolar; -gerçek kişilerin DTH artışları 22,1 milyar dolar; -BOTAŞ'a döviz satışları 6 milyar dolar.

Bu soruda son olarak, AKP'den bazı isimlerin, örneğin Nurettin Canikli'nin, Berat Albayrak'ı savunma mecburiyeti içine girdiklerinde, açık ekonomide TCMB'nın döviz talebini karşılamak zorunda olduğunu yoksa Türkiye'den temerrüde düşmüş olacağını iddia ettiler. Bu bir çarpıtmadır. TCMB faiz silahını zamanında çekmiş olsa, milli paranın (dolayısıyla dövizin) değerinde bu tür şiddetli dalgalanmalar ortaya çıkmaz ve kuru baskılamak için TCMB rezervlerinin eritilmesi gerekmezdi.

'Türkiye ekonomisinin krizi yapısaldır'

Türkiye açısından döndürülemez bir krizden mi bahsediyoruz? Sizin önümüzdeki döneme dair bir öngörünüz var mı?

Türkiye'nin yapısal ekonomik sorunları vardır ve bunun bir bölümü açık ekonomi koşullarından kaynaklanmaktadır. Önümüzde yalnızca faiz, kur ve enflasyona ilişkin kısa vadeli politikalarla durumun "idare edilebileceği" bir dönem yoktur artık. Nitekim ekonominin kırılganlıkları o derecededir ki, yüksek dozlu faiz artışlarına rağmen, yeniden eski hesapsızlıklara dönülebileceği kaygısı (ve Berat Albayrak dönemi güzellemeleri) bile son günlerde döviz kurunu yeniden zıplatabilmiştir.

Türkiye'nin mevcut politikalarla gidebileceği yol artık tıkanmıştır. Kasım'dan bu yana sürdürülen IMF'siz IMF düzenlemesi de derde deva değildir. Ama bunu bile layıkıyla sürdürebilecek (Kanal İstanbul'dan, KÖİ'lerden, büyük savurganlıklardan, ihale komisyonculuğundan vazgeçebilecek) bir kadro işbaşında değildir. Aslında dünyada da neoliberal düzenleme rejiminin ömrü dolmuştur; bu yolda devam ancak daha baskıcı politik rejimlerle mümkün olabilecektir.

'CHP'nin ekonomi yaklaşımı neoliberalizmin dışına çıkmıyor'

CHP'nin eski ekonomi bakanından hesap sorması anlaşılabilir fakat neredeyse 3 aya yaklaşan yeni bir ekonomi yönetimi var ve bunlara dair tek kelime eleştiri yapılmadığı görüyoruz. O zaman CHP şu anki ekonomi yönetiminin tercihlerine katılıyor mu?

Soruya iki açıdan yaklaşabiliriz. Birincisi, CHP'nin ekonomiye bakışı neoliberal yaklaşımın pek dışına çıkamamaktadır. Öyle olunca da, neoliberal dogmadan sapmaların daha fazla eleştiri kapsamına alınması, buna karşılık bu reçeteye az-çok uyulduğu durumlarda daha sessiz kalınması anlaşılır olmaktadır. Buradaki temel mesele, neoliberal gözlükleri çıkarabilmektir. Çıkarılabilirse, dünyanın daha farklı bir yer olduğu, toplumsal ilişkilerin daha farklı bir düzlemde olduğu görülecektir. Yapılabilir mi? Emek yönlü sınıfsal bakışa sahip olmadan zor.

İkincisi, bugün Türkiye'de ekonomik sorun olarak tartışılan konu, bir tür cahil bağnazlığı olan faiz inatlaşmalarının ülkeye yüklediği ekonomik maliyetlerin ne olduğudur. Eriyen döviz rezervleri, buzdağının sadece görünen ve nispeten daha kolay ölçülebilen yüzüdür. İstihdam kayıpları, emeğin ücret ve hak kayıpları, TL'nin satın alma gücünün düşüşü, yoksullaşma sorunları, şirket iflasları, ekonomik krizin neden olduğu diğer ekonomik ve toplumsal kayıplar hesaba katılsaydı, faturanın çok daha yüksek olduğu görülürdü. AKP/Erdoğan iktidarının bu sorumluluktan kaçmasına izin vermemek, bunları halkın gözünde sürekli teşhir etmek gerekiyor. Anamuhalefetin bu alanda şimdi olduğundan daha fazlasını yapabiliyor olması gerekiyor.

Türkiye ekonomisi konuşulurken pandemi sürecindeki en dikkat çekici başlıklardan biri olan sermaye teşviklerinin hiç gündeme gelmediğini görüyoruz. Oysa 2020 bütçesinde doğrudan ve dolaylı yollardan sermayeye büyük kaynak aktarıldığını biliyoruz. Mesele TCMB rezervlerinden ibaret olmasa gerek, ne dersiniz?

2020 Bütçesinde 195,6 milyar TL'lik bir vergi harcaması kalemi vardı. Yani toplam vergilerin yüzde 25'ine yakın vergi, toplanmadan harcanacaktı. Peki kime? Çok büyük bölümüyle sermaye kesimine. Ama sermayeye teşvikler bununla sınırlı değildir. SGK primleri üzerinden sermayeye yapılan teşvikler ve İşsizlik Sigortası Fonu kaynaklarının daha çok sermayeye kullandırılması; ücretsiz izin kapsamında "Nakdi Ücret Desteği" ile "Kısa Çalışma Ödeneği" gibi araçlarla ve istihdam teşvikleriyle sermayenin işgücü maliyetlerinin düşürülmesi; kamu bankalarından başlayarak kredi sisteminin sermaye yönlü çalıştırılması; Y-İ-D sistemleri ve çeşitli ihale rantlarıyla geniş bir sermaye kesiminin kollanması; ayrıca her türlü gayri-nakdi rant aktarma düzenekleri gibi çok çeşitli doğrudan/dolaylı teşvikler hesaba katılmalıdır. Salt pandemi dolayısıyla yapılan desteklere bakıldığında, sosyal yardıma muhtaç kesimlere yapılan (ve hemen hepsi bütçe dışı olan) yardımların GSYH'ya oranı yüzde 1'i ancak bulurken, bur avuç sermayedara yapılan görünür destekler bunun 10 katına çıkmaktadır.

Bu teşvik sisteminin yönünü sermayeden emekçi kesimlere doğru döndürmek, yalnızca AKP rejiminden kurtulmakla mümkün değildir. Asıl kalıcı dönüşüm, hem neoliberal düzenleme rejiminin hem de kapitalizmin aşılabilmesiyle sağlanabilir ancak.

(SOL)

38 askerin ölümünün gerçek hikayesi: Hediye edilen ev, Özal, Sarıgül ve Erdem...- ALİ UFUK ARİKAN / SOL

 Gare'de yaşamını yitiren bir askerin babasına hediye edilen evin arkasında, 38 askerin hesabı hiç sorulmamış ölümlerinin hikayesi var. soL, yaşanan o ölümlerin nasıl sümenaltı edildiğini hatırlatıyor.



“Gara şehidinin babasına Zeynel Abidin Erdem'den ev” şeklinde bir haber gündeme geldi geçtiğimiz günlerde.

Erdem hakkındaki bu “reklam” haber, yandaş medyanın neredeyse tamamında kendisine yer buldu.

Bu açık "reklam" haberin arkasındaki gerçek için sayfaları biraz geriye çevirmek gerekiyor...

İspanya’dan alınan CASA tipi uçaklar 2001 yılında iki ayrı kaza haberiyle gündeme geldi.

Bu kazalarda toplam 38 asker yaşamını yitirdi.

Yaşanan bu ölüm haberleri, takvim sayfalarının daha da geriye çevrilmesine neden olacaktı.

Eski SHP milletvekili Tevfik Koçak, TBMM Başkanlığı'na 30 Ekim 1989 günü CASA uçaklarının alımıyla ilgili bir soru önergesi veriyor. Sorduğu soruların Başbakan Turgut Özal tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını istiyordu.

Ancak Koçak’ın önergesi 2 gün sonra, 1 Kasım günü sahte imzayla geri çekiliyordu.

İspanya’dan tanesi 5,7 milyon dolar yerine, 9,6 milyon dolara alındığı belirtilen, hem güvensiz hem de soygun haberlerine konu olan bu uçakların alımının arkasında Özal ve “Gara şehidinin babasına ev hediye etmesi” haberiyle gündeme gelen  Zeynel Abidin Erdem'in ismi bulunuyordu.

Konuya ilişkin 2001 yılında bir köşe yazısı kaleme alan Emin Çölaşan, sahte imzayla önergeyi geri çeken ismin Zeynel Abidin Erdem'in yakın arkadaşı olan Mustafa Sarıgül olduğunu iddia edecekti.

Bu yazı sonrasında Koçak, Çölaşan'ı arıyor ve şu çarpıcı bilgileri veriyordu:

"Ben önergeyi vermiştim. Hemen ardından Mustafa Sarıgül beni Hilton'da kahvaltıya çağırdı. Orada beni komisyoncu Zeynel Abidin Erdem'le tanıştırdı. Zeynel CASA uçaklarını övdü. Her ikisi de benden önergesi geri çekmemi istediler. Ben de, bu konuda ikna edildiğim takdirde çekebileceğimi söyledim. Sonra önergenin sahte imzayla çekildiğini öğrenince, biz SHP olarak Mustafa Sarıgül'den kuşkulandık. Sarıgül inkar etmedi.’’

Sarıgül ise iddiaları yalanlıyor ve Koçak’ın ikna olduğu için önergesi çektiğini ileri sürüyordu.

Bu iddiaların hiçbirinin üzerine gidilmedi.

Ne Erdem ne Özal ne de diğer isimler hakkında etkili bir soruşturma yapıldı.

38 asker yaşamını yitirdi ve aradan geçen yılların ardından Erdem'in ismi Gare'de yaşamını yitiren bir askerin babasına verdiği evle gündeme geldi.

Üstelik bu haber Sabah gazetesinde "imza" fotoğraflarıyla verilecek kadar reklam malzemesi yapıldı.












İspanya ve TBMM'den verilen ödüller: Zeynel Abidin Erdem kimdir?

Erdem, 1944 Mardin doğumlu bir patron.

1965 yılında başlayan "iş hayatında" Erdem Holding, Genpa, Erdem Bilgisayar, Erdem Petrol, Ermeks-Er, Erdem Sigorta ve Erdem Golf, Yönetim Kurulu Başkanlıklarını yürüttü.

"Türk Amerikan İşadamları Derneği Başkanlığı" da yaptı aynı zamanda.

İlginçtir ki, uçak aldırdığı İspanya'dan 2002 yılında "Commander of the Order of Spanish Civil Merit” Nişanı aldı.

2006 yılında ise TBMM Üstün Hizmet Ödülü verildi.

ALİ UFUK ARİKAN / SOL


27 Şubat 2021 Cumartesi

Ocak’tan üfürükçüye Karadeniz tarihi - Orhan Gökdemir / SOL

 Üfürükçü Nuri geç vakit ruhunu tanrısına teslim edince civar illerden koştular cenazesine kaldırmak için. O tarihten beri Giresun kırılıyor salgından aman ne önemi var? Katılanlar için cennet garanti.

1930 yılında Giresun’un Bulancak ilçesinde dünyaya gelmiş. Dedeleri Batum’dan İstanbul’a, oradan Bursa ve Adapazarı bölgesine, sonra da Bulancak’a yerleşmiş. Demek ki Osmanlı-Rus Harbi bakiyesidir, Gürcü kökenli olduğuna işareti sayıyoruz. Bu durumda köklerinde Hıristiyanlık var. Yakın zamanda Bulancak’ta âlâyı vâlâyla gömülen Üfürükçü Nuri sonradan Müslüman olanlarımızdandır.

Bu köken yepyeni bir hikâye yazımı için de uygundur. Hikâyeyi Giresun Müftülüğü yazıyor. Şöyle devam ediyor; “Çocukluk yılları Kuran eğitiminin ve kitap bulmanın zor olduğu yıllarda mücadele içinde geçti. Kur’an eğitimini tamamlamak için dağlara çıktı. Orada kaçak olarak medreselerde hafızlık eğitimini tamamladı, Arapça öğrendi.”

Çok acayip. Türkiye’de Kuran öğrenmek için dağa çıkıldığını öğreniyoruz bu vesileyle. Duyan da sanır ki Giresun dağları Suudi Arabistan’a açılıyor. Halbuki dini açıdan çok tekinsizdir o dağlar. Ne kaçak medrese vardır ne hafızlık okulu. Kızılbaşlığa açılır Giresun dağlarının kapıları. Kuran bulmak, Arapça öğrenmek zordur dağlarda. 

Sonrası Cumhuriyet tarihine daha uygun. Dağdan indikten sonra Samsun’un Terme ilçesinde “Kuran öğreticisi” olarak işe başlamış bizim üfürükçü. Ardından Piraziz’in Güney Köyü ve Bozat beldesinde aynı görevi yapmış. Sonra Bulancak’a Kuran öğreticisi olarak atanmış. Burada 32 yıl görev yaptıktan sonra emekli olmuş. Yani Cumhuriyet bizi köşe bucak kovalarken bizim üfürükçüye görev vermiş, ödüllendirmiş, maaşa bağlamış. Maaşının dağa çıkmanın getirisi olduğunu sanmıyorum. Koronadan ölene kadar sorunsuz sürmüş bir asalak hayattır.

Bir Bulancaklı olarak söyleyeyim, Bulancak’ta “Kuran yasağı” hiç olmadı. Cami yasağı olduğunu da hatırlamıyorum. Ama halkın böyle bir ihtiyacı yoktu yakın zamana kadar. Gidin köylerine bakın, en eski cami 50-60 yıllıktır. Daha eskisi yoktur. Doğru, evlerde Kuran da yoktu. Hz. Ali hikayeleri vardı buna karşılık. Onlarla büyüdük, kitaptır sonuçta, Kuran yerinedir…

***

Bulancak’ın dağ köyleri Çepni kökenlidir. Gülümseyerek yazıyorum, 12 Eylül’den sonra ilk dağa çıkma vakası da orada yaşanmıştır. Kimlik meselesi yüzünden falan değil, yol açsın diye gönderilen iş makinesinin darbe yüzünden geri çağrılması nedeniyle. Köylüler dozeri kaptırmamak için operatörünü rehin alıp dağa çıkmıştı. Neyse ki bu kalkışma arabulucularla falan silah patlamadan halledildi. Üfürükçü Nuri’nin işlerinden değildir.

Dindarlığa gelince, çocukluğumda genç yaşta altı çocuğuyla dul kalmış babaannemin kıldığı namazları hatırlıyorum. Oturarak yapardı ibadetini, belki bacaklarını işlemez hale getirmiş hastalıktan, belki ihtiyaç duymadığından, bilmiyorum. Zavallı kadının tanrıdan başka sığınacak kimsesi yoktu nihayetinde. Yazları “kuran kursu” da olurdu. Yardım niyetine gönderilmiş Amerikan süt tozunu sulandırıp dağıtan köy okulunun üçkağıtçı hademesi verirdi kursu. Öğrettikleri birkaç duadan gayrı adabı muaşeret kurallarından ibaretti. 

Buna karşın kadınların borusunun öttüğü bir hayattı bizimkisi. Erkekler “yan baktın” diye birbirlerine kurşun sıkarlardı ama “kadın meselesi” olmazdı vuruşma gerekçeleri arasında. Fındık hayatın merkezi olmamıştı daha, hayvancılık her şey demekti. Karlar erimeye yüz tuttuğunda yükler dürülür, Bektaş Yaylasına doğru göçe çıkardı hayat. Konar-göçer yaşam biçimi yakın zamana kadar ayaktaydı daha. 

Bir de özellikle kadınlar yoksul evimizi ziyarete gelirlerdi. Yarenlik için değil, yaralarını ve ağrılarını iyileştirmek için. En küçük amcamdan bana geçmişti şifa dağıtıcılığı. Kaya tuzunu dilime şöyle bir sürüp ağrıyan yere tükürmem çözüyordu bütün sorunlarını, öyle diyorlardı. Şifanın sebebi bizim ailenin “ocak” olmasıydı. Tarihe merak sarana kadar öğrenemedim bunun anlamını. 

Ortaokula başlayınca solculuk da başladı haliyle. Gülünç geliyordu insanların kendilerine tükürmem için yalvarması. Liseye başlayınca başımdan savmanın yolunu buldum, gelene “ben diyalektik materyalistim” diyordum. Küfür etmişim gibi bakıyorlardı yüzüme. Tükürükçülükten ve üfürükçülükten öyle kurtuldum. 

***

Giresun’da, daraltayım Bulancak’ta tarikat yoktur. Ona denk düşen Ocak kültürü vardır. Ocak’ın mitolojik arka planı çok zengindir. Ocakta, belirli hastalıklarda "uzman" kişiler vardır, ocaklıdır. Ocaklı aslında bir tür nevzuhur şamandır.

Başka bir anlamı daha var kelimenin. Karadeniz’de her evde ateşi tüken bir ocak vardır. Kışın birleştirici bir mekandır, ateş hiç söndürülmez. Bütün sosyal etkinlikler onun etrafında gerçekleşir. “Ocağı söndürmek” soykırım gibi bir şeydir, büyük suçtur. Türkçede “ısınma, pişirme vb. amaçlarla ateş yakmak için düzenlenmiş yer” anlamındaki ocak kelimesi mecazi olarak soy, boy, kök; dirlik düzenlik anlamlarında da kullanılır o nedenle.

Anlaşılacağı gibi ocak sistemi ateş ve atalar kültü ile bağlantılıdır. Aile ocağı kültü ile ateş kültü birbirinden ayırt edilemez. Kutsaldır haliyle. Su dökülmez, tükürülmez, hava karardıktan sonra kimseye ocaktan ateş ödünç verilmez. Yeni yapılan eve dostluk nişanesi olarak ocak taşı verilir. Ve asıl önemlisi ocak üstüne ant içilir. Ocak yetkesi babadan oğula geçer, yetki sahibi kişilere “ocaklı”, aileye de “ocak” denilir. Temre ocağı, alazlama ocağı, uçuk ocağı, sarılık ocağı, sıtma ocağı, nazar ocağı, baş ocağı, dolama ocağı gibi uzmanlık alanları vardır. “Temrecilikten” emekliyim ben. Fakat gelin görün ki kendi temremi iyileştirmeye başaramadım, hekim hekim dolaşıyorum….

***

Bu kadar ocak lakırdısı ettik madem, üst kimliğini de not edeyim. Karadeniz baştanbaşa “Güvenç Abdal Ocağı”dır. Güvenç Abdal nam kişi Hacı Bektaş Veli’nin dervişlerindendir. Vaktiyle Gümüşhane’nin Kürtün ilçesi Taşlıca Köyü’ne yerleşerek Karadeniz’e inancını yaymaya çalışmıştır. Bir Çepni şamanıdır özetle. Prof. Dr. Osman Turan hikayelerini şöyle anlatır: "Şarki Karadeniz Bölgesi'ne yaylalardan, geçitlerden ve Harşit Vadisi'nden inen Türkmenler mevcut olmakla beraber bu havali daha ziyade Samsun'dan itibaren sahili takip eden Oğuz Çepni boyu tarafından Türkleştirilmiş; Canik Bölgesine adını veren yerli Hristiyan Çan kavmi tedricen kaybolmuştur. Türkmenler 1302'de Giresun'a kadar ilerlemiş ve birtakım küçük beylikler kurmuşlardır." İslamiyet bütün bunların üzerine gelmiştir. Devlet inancıdır. Karadeniz’e zorla benimsetilmiştir. Modern üfürükçülüğün temelidir….

***

12 Eylül Cuntası ilçenin üzerinden bir silindir gibi geçmeden önce dağ taş solcu olmuş, üfürükçüler yeryüzünden silinmişti. Köylere kütüphaneler gelmiş, “ecünnü” masallarının yerini ülkenin geleceğine değin hararetli tartışmalar almıştı. Geldiler ve sildiler. Üfürükçü Nuri’nin yükseliş tarihinin başlangıcıdır. 

Kutsarlar, methiyeler düzerler, Cumhuriyete karşı dağa çıkarırlar ama biz biliriz üfürükçülerin kıçlarını kaldıracak halleri yoktur. O güç devletin gücüdür. 

Yalnız bugünün meselesi değildir üfürükçülük. Laiklik henüz tepelenmemişken Karadeniz’in her köyünden bir medyum çıkardı. Laiklik tepelenince medyumlar üfürükçüye dönüştü. O üfürükçülerden cübbesiyle ünlenmiş biri bana dava açtı yıllar önce. Duruşmaya çıkana kadar bütün Giresun’un arkasında olduğunu sanıyordu. Karşısında olan birini görünce şaşırdı. Çok gülüştük duruşmada. 

Laik Cumhuriyet ayaktayken her köyde bir meczup vardı böyle. Yıkılınca hepsi önemli şahsiyet, kanaat önderi katına yükseldi. Esası şarlatanlıktır.

*** 

soL’da haberi var, bizim Üfürükçü Nuri geç vakit ruhunu tanrısına teslim edince civar illerden koştular cenazesine kaldırmak için. 

O tarihten beri Giresun kırılıyor salgından aman ne önemi var? 

Katılanlar için cennet garanti. Esası şarlatanlıktır!

Orhan Gökdemir / SOL

26 Şubat 2021 Cuma

Jeotermal enerjide durum tespiti - Emin Korkmaz / BİRGÜN

Unutmayalım, “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı” hepimizin anayasal hakkı ve gelecek kuşaklara karşı sorumluluğudur. Hiçbir işletme ve proje, insan ve çevre sağlığından, havamızdan, suyumuzdan, toprağımızdan daha önemli değildir.

İç Anadolu’dan Ege’ye doğru uzanan Büyük Menderes Havzası ülkemizde incir, zeytin, pamuk, üzüm ve ürünleri için önemli bir üretim bölgesidir. 

Türkiye’nin 25 akarsu havzasından biri olan Büyük Menderes Havzası, nehir boyunca devam eden ılıman iklim ile biyoçeşitlilik konusunda da oldukça zengindir.

Ülkemizde başta Aydın olmak üzere, Büyük Menderes Havzası’nda Manisa, Denizli, İzmir; Kütahya ve Çanakkale’de jeotermal kaynakla elektrik üretimine uygun sahalar yoğun olarak bulunmaktadır. Bu dağılımda, işletmeye alınmış jeotermal elektrik santrallarının üçte ikisi Aydın’da bulunmaktadır. Buna karşın yatırım sürecinde olan, ön lisans ve planlama aşamasındaki santralların proje stokunun dörtte biri yine bu sınırlar içerisindedir.

Hal böyleyken santrallerin plansızlığı, işletme sorunları, santral atıklarının tasfiyesi konuları; bunların çevresel etkileri göz önüne alındığında büyük bir tahribat meydana gelmektedir. Yaşanan bu tahribatın tespit edilmesi, kamuoyunun bilgilendirilmesi ve çözüm önerileri geliştirilebilmesi için TMMOB uzun süreden bu yana bölgede teknik çalışmalar yürütüyor ve yerel çalıştaylar düzenliyor.

Bu çalışmalardan ve teknik araştırmalardan hareketle hazırlanan TMMOB JES Raporu yakın zamanda yayınlanacak. Kamuoyunun dikkatini bu önemli soruna çekebilmek için Raporun sonuç bölümünde yer alan tespitleri buradan da aktarmak istiyorum.

1- Mevcut jeotermal santralların, kuyuların ve iletim hatlarının yer seçimi sorunludur. Santrallerin çoğunluğu, yasal düzenlemelerle koruma altına alınmış büyük ova koruma alanlarına ve tarım arazilerine inşa edilmiştir.

2- Mevcut jeotermal santral, kuyu ve iletim hatlarının çevresel etkileri önemsenmeden, akışkanlar ve gazlar yeterince ölçülme­den ve denetimlerle yanlışlar önlenmeden doğaya salınması toprak, su ve bitkisel ürün kirliliği açısından sorunludur. Jeotermal akışkanların Büyük Menderes neh­rine deşarj edilmesi sonucu zararlı ve yüksek oranda kimyasallarla nehrin kirletilmesi halk sağlığı yanı sıra, başta incir, zeytin, üzüm ve pamuk olmak üzere tarımsal üretimin sağlıklı sürdürülebilirliği açısından çok ciddi tehdit oluşturmaktadır.

3- JES’lerin izinlendirilmesi aşamasında uygulanan ÇED süreçleri sorunludur. Yargı kararlarında da ortaya konduğu üzere çevresel etkileri olan projelerin bu etkilerinin kümülâtif olarak incelenmesi; çevredeki diğer projelerin etkileri ile birlikte değerlendirme yapılarak yörenin kaldırabileceği etkilerin buna göre belirlenmesi gerekmektedir.

4- Yeraltından çekilen akışkanla birlikte gelen ve yoğunlaşmayan gazların atmosfere salınmaması ile akışkanın bir damlasının dahi yerüstüne deşarj edilmemesi ilkelerine uyulmamaktadır. Hava, toprak ve su kirliliğinin periyodik ölçümü ve denetim faaliyetleri etkin bir şekilde yapılmalı, gerekirse yerel yönetimlere, bağımsız denetim kuruluşları veya üniversitelere izin verilmeli, kısa aralıklarla sonuçlar kamuoyuna açıklanmalıdır.

5- Aydın ilinde JES’lerin yaşam alanlarından uzağa kurulması il­kesine uyulmamakta, Jeotermal atıkların insan ve canlı sağlığına etkileri önemsememekte ve yeterince araştırılmamaktadır. Bazı JES’ler ve arama kuyuları yerleşim yerlerinin hemen bitişiğine yapılmakta, nakil hatları ise bazı yerleşim yerlerinin içerisinden geçmektedir. Havada hissedilen yoğun kükürt kokusu yanında, önemli gürültü kirliliği de yaşanmaktadır.

6- Jeotermal tesislere arama ve işletme ruhsatı ve lisans verme konusu sorunludur. Jeotermal, plansız kullanıldığında tükenen bir kaynaktır. Sahaların kapasitesini aşan tesis ve kuyu izinleri nedeniyle kullanıma alınan tüm sahalarda rezervuar basınçları düşmekte, suyun soğuması hız­lanmakta ve kaynaklar tükenmektedir. Halen izin verilmiş olanlarla birlikte ihale edilecek yeni ruhsat sahaları, jeotermal kaynakların daha çabuk tüketimine neden olacağından, kamu yararına ve sür­dürülebilir çevre ilkelerine aykırılık taşımaktadır.

7- Jeotermal kaynakların kullanımına yönelik yasal ve kurumsal mevzuat karışık ve sorunludur. Jeotermal enerjiden bilimsel gerekliliklere uygun bir şekilde ya­rarlanabilmesi için, yaşanan sorunların tanımlanması ve çözümler geliştirilmesi, mevzuat karmaşasının giderilmesi için başta jeotermal tesislerin bulunduğu bölgelerde yaşayanlar olmak üzere; ilgili tüm kesimlerin (akademi, uzmanlar, TMMOB ve Odalar, tarım ve sağlık meslek örgütleri, sektör dernekleri vb.) görüşlerine başvurmalıdır.

Sadece Aydın ve Büyük Menderes Havzasında değil, Türkiye’nin diğer gölgelerindeki Jeotermal Enerji Santrallerinde de benzer sorunlar yaşanmaktadır. Bu sorunlar çözülmeden koruma-kullanma dengesi içerisinde mevcut JES tesislerinin etkin bir şekilde denetlenmesi, yanlış yerde yanlış projelendirilen ya da yanlış uygulamalarla işle­tilen JES’lerin faaliyetlerinin durdurulması ve gerekli düzeltmeleri yapmadan çalışmalarına izin verilmemesi gerekir.

Unutmayalım, “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı” hepimizin anayasal hakkı ve gelecek kuşaklara karşı sorumluluğudur. Hiçbir işletme ve proje, insan ve çevre sağlığından, havamızdan, suyumuzdan, toprağımızdan daha önemli değildir.

Emin Korkmaz / BİRGÜN

'Türkiye’nin 1970’li Yılları' - Korkut Boratav / SOL

Sermaye, 'yükselen sol' ile uzlaşmayı reddetti; 12 Eylül seçeneğini yeğledi.  Bugünkü siyasal İslam-yozlaşmış kapitalizm bileşkesinin temelleri de 1970’li yılların bitiminde atıldı.

Yakın geçmişimizden bir kesit: Türkiye’nin 1970’li Yılları… İletişim Yayınları’nın 2020 tarihli bir derlemesinden söz edeceğim. 48 yazarın makalelerinden oluşuyor. Hazırlayan Mete Kaan Kaynar; ekler hariç 1046 sayfa…  (Kitaba Derleme olarak referans vereceğim.)

Kaynar, sistematik bir sınıflamaya kalkışmamış; ama, bu on yılık zaman aralığının “iki darbe arasına sıkışmış yılları” kapsadığını baştan hatırlatıyor. Siyasal çalkantılar öne çıkıyor; ama, iktisattan spora, dış siyasetten edebiyata; fikir akımlarından gündelik hayata uzanan bir çeşitlilik içinde… 

Sonuç, yakın geçmişimizle ilgilenen herkese hitap eden bir başvuru kitabıdır. Başlayıp bitirilen kitaplardan değil; bölümler arasında gezinerek tadı çıkarılacak bir derleme… 

Ben de Derleme’nin ekonomik ağırlıklı kesimleri ile başladım. Düşündüklerimi okurlarımla paylaşmak istedim. 

Planlamacı, korumacı stratejinin tıkanması…

Hüseyin Özel’in makalesi ile başlayacağım: “Yetmişli Yıllarda Ekonomik Gelişmeler: Bir Politik İktisat Denemesi” (ss.209-228). 

Özel’in makalesi, Türkiye’nin 1970’li yıllardaki gelişiminin, ülkemize özgü olmadığını belirterek başlıyor. Kapitalist sistemin merkezi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Refah Devleti dönüşümünü yaşayacaktır. Bu model, 1970’li yıllar sonunda bölüşüm, sermaye birikimi ve finansallaşma süreçleri arasındaki çelişkileri aşamayacak; tıkanacaktır. 

Refah devletinin çevre ekonomilerinde ve Türkiye’deki karşılığı Kalkınmacı Devlet’tir.  Türkiye’de 1960’ı izleyen yirmi yıla, planlamacı ve korumacı (“ithal ikameci”) politikalar damgasını vuracaktır. Hüseyin Özel 1970’li yıllardaki gelişimi, iki beş yıllık plandan izliyor.

1968-1972 ve 1973-1977 plan dönemlerinde Türkiye, yüksek (yüzde 7 ve 6,5’lik) tempolarda büyüdü. Nihai amaç olan dış bağımlılığı hafifleten bir sanayileşmeye geçiş ise başarılamadı. Dayanıklı tüketim mallarında ithal ikamesi ileri aşamalara taşınamadı; sanayinin ithalata bağımlılığı zaman içinde yoğunlaştı.  

1970’li yılların sonuna yaklaşıldığında Türkiye’nin ihracatında hâlâ tarım ürünleri öne çıkmakta; ham petrol fiyatlarındaki artış, dış açığı sıçratmaktadır.

Döneme özgü korumacı politikalar, ithal kotaları, döviz tahsisleri gibi yöntemlerle uygulanıyordu. Hüseyin Özel, “dış ticaret kısıtlamalarının yarattığı rantların politik süreçler yoluyla… gelenekselci ve cemaatçi oluşumlara [dağıtıldığını]” (s.222) ileri sürüyor. 

Bu tespit, 1970’li yıllardan ziyade, neoliberal dönemde zirveye çıkan bir çarpıklığı vurgulamaktadır. 

Planlı dönemde ithal kotaları, döviz, kredi tahsislerinden kaynaklanan rantlar, özerk, ayrıcalıklı, güçlü bir ekonomi bürokrasisi tarafından denetlenirdi. Bu bürokrasi, yönetmelikler ve kurumsal geleneklerle, rantların planlama önceliklerinin belirlediği sektörlere tahsisini sağlar; şirketlere aktarımında nesnel ölçütleri itinayla gözetirdi. 

Bu ekonomi bürokrasisini etkisizleştirme, Özal döneminde öncelik kazandı. Dış ticaret serbestleştirildi; “koruma rantları” yok oldu. “Alaturka neoliberalizm" yepyeni rant alanları oluşturdu: Özelleştirme, kamu ihaleleri, KÖO yatırımları, imar planları… Astronomik boyutlara ulaşan bu rantlarla cemaatçi sermayenin bütünleşmesi, 1970’li yıllarda değil, AKP döneminde gerçekleşti. 

Neoliberalizme geçiş: Sert bir kopuş

Hüseyin Özel’e göre, “1970’li yılların sonunda, dünya yeni neoliberal düzene hazırdır… Ülkemizde de 1970’ler neoliberal İslam’ın temellerinin atıldığı bir dönem[dir]” (s.219). Ama, “şiddetin [bu] toplumsal mühendislik projesinin önemli bir parçası” olduğunu da ekliyor (s.227). 

Böylece, kapitalizmin egemen sınıfları, neoliberal toplumsal mühendislik projesini dünya çapında “uygulamaya” başlayacaklardır. “Yumuşak bir geçiş” değil, “sert bir kopuş” söz konusudur. Türkiye’yi de içeren Güney coğrafyasında şiddet de içeren kopuşlar…

Kopuş’un Türkiye boyutuna Derleme’de Bilsay Kuruç ışık tutuyor: “Türkiye’de Plancılığın İkinci Onyılı: Yetmişli Yıllarda Devlet Planlama Teşkilatı” (ss.229-243).

Bilsay Kuruç, 1978’de Bülent Ecevit tarafından Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Müsteşarı olarak görevlendirilmişti ve Dördüncü Beş Yıllık Plan’ın hazırlıklarını yürütüyordu. Bu plan, Özel’in değindiği temel sorunu (ekonominin dış bağımlılığını) hafifletmeyi hedefliyordu. 

Kuruç, uygulanma fırsatı olsaydı Plan’ın bu hedefi gerçekleştirebileceğini düşünmektedir. Yazısı, Türkiye sermaye çevrelerinin, bu “cüretli adımı” nasıl engellediğini açıklamaktadır. 

Bu çevreler dış bağlantıları da olan sistematik bir saldırı ve “tüm iktidar sermayeye” anlamına gelen bir kampanya sonunda Ecevit hükümetini iktidardan uzaklaştıracak; 24 Ocak ve 12 Eylül’e açılan sert, şiddet içeren bir dönüşümü tetikleyecektir. 

Tehlikeli bir sınıf ittifakı…

Kuruç açıklamaktadır ki, bu dönüşüm, sadece Dördüncü Beş Yıllık Plan’ın kaderini belirlememiştir.  “Tüm iktidarın sermayeye” geçmesini engelleyen önemli bir sınıfsal ittifakın çökertilmesini de sağlamıştır.

Bu ittifak, Kuruç’un ifadesi ile “bir küçük burjuva radikalizmi içeren cumhuriyetçi orta sınıf hareketi ile işçi sınıfının ilk kez Haziran 1970’te bir bütün olarak sahneye çıkan sınıfsal” gücü arasında oluşmuş; “1980’de bir darbe ile kesilmişti”.  

İttifakın “cumhuriyetçi orta sınıf” ayağını temsil eden Ecevit hükümeti uluslararası ve yerli sermayenin müdahalesi ile 1979 sonunda; işçi-emekçi kanadı ise 12 Eylül 1980 darbesi ile çökertilecekti. 

Aziz Çelik, Derleme’de, aynı ittifakın işçi sınıfı kanadına ışık tutuyor: Yetmişli Yıllarda Emek hareketi: 15-16 Haziran’dan 12 Eylül’e Yükseliş ve Düşüş (ss.515-546).

Çelik’in makalesi hatırlatıyor ki, Demirel hükümetinin “DİSK’in çanına ot tıkama” amacıyla hazırladığı İş Kanunu, 15-16 Haziran 1970’te büyük çaplı bir işçi direnişine ve 26 ilde sıkıyönetime yol açacak; 12 Mart 1971 darbesini tetikleyen vesilelerden biri olacaktır.

12 Mart darbesi, Anayasa’yı değiştirecek; kan dökecektir; fakat 1970’li yılların tümüne bakıldığında, sendikalaşmanın, parlamento içinde ve dışındaki sol akımların gelişimini engelleyemeyecektir. 

Dünya Solu bu yıllarda bir yükselme ivmesindedir. Yunanistan’da, Portekiz’de, İspanya’da faşist rejimler son bulmuş; Türkiye’de 12 Mart’ı tezgahlayan güçler frenlenmiştir. 

Aziz Çelik, 1970’li yıllarda Türkiye’de “gerçekçi” sendikalaşma oranlarının yüzde 41-50 arasında seyrettiğini belirtiyor. Bu oranlar Türkiye sendikacılık tarihinin zirveleridir ve pek çok Batı ülkesindeki sendikalaşma düzeyleri aşılmıştır. Kıvanç duyarak ve özlemle hatırlayalım. 

Grevlerde yitirilen iş günleri, 1970-1980 arasında altı misli (220.000 → 1.303.000) artmıştır.  Bu olgular ücretlere yansıyacak; ücret hareketleri emek verimini izleyecek; son yıllarda aşacaktır. 

Türk-İş’in geleneksel “siyaset-dışı kalma” çizgisini, Genel Başkan Halil Tunç, CHP lehine terk edecek; 1978’de başbakan Ecevit ile bir Toplumsal Anlaşma imzalayacaktır. DİSK Anlaşma’yı reddedecek; ama CHP hükümeti ile diyalogu sürdürecektir. 

Sınıf ittifakının parlamento-dışı, devrimci kanadı 

Derleme’de yer alan bir makale, (İlker Aytürk, “Yetmişli Yıllarda Komünizmle Paramiliter Mücadele"), 1970’li yıllara gelindiğinde “sosyalizmin, sol düşüncenin fikir dünyasında albenisinin ve neredeyse tekelinin” yerleştiğini açıklıyor (s.443). 

Bu gelişme, zaman içinde Türkiye’nin sınıfsal dengelerine de yansıyacaktır. Aziz Çelik, 1970’li yıllarda, çeşitli fabrikalarda, işyerlerinde parlamento-dışı sosyalist akımların etkisi altında sürdürülen grev, direniş, eylemlerden örnekler veriyor (ss.539-545).

Bunlara, döneme damgasını vuran devrimci hareketlerin, yönetimi, barınmayı, güvenliği, yardımlaşmayı üstlendiği yerel örgütlenme örnekleri eklenmelidir. 

Derleme, bu alanda üç önemli katkı içeriyor: Yavuz Yıldırım, “Fatsa Deneyimi ve Yeni İktidar Arayışı”; Şükrü Aslan, “Yetmişli Yıllarda Gecekondu Direnişleri:1 Mayıs Mahallesi” ve “Küçük Moskova: Yetmişli Yıllarda Tuzluçayır” (ss.177-208).  Fatsa’da, İstanbul’da, Ankara’da devrimci hareketlerin sürüklediği emekçilerin  yönetim deneyimleri…

***

1970’li yılların sonuna gelindiğinde, Türkiye toplumu bir bütün olarak sola yönelmekteydi. Devlet ve faşist güçler, parlamenter sol, işçi sınıfı hareketi, parlamento-dışı sosyalizmin fiili ittifakını önleyememişti. 

Sermaye, “yükselen sol” ile uzlaşmayı reddetti; 12 Eylül seçeneğini yeğledi.  Bugünkü siyasal İslam-yozlaşmış kapitalizm bileşkesinin temelleri de 1970’li yılların bitiminde atıldı. Müdahale, darbe, şiddet yoluyla… 

“Türkiye Demokrasisinin Altın Çağı”nın güzel günlerini ve acılı bitimini böylece yaşadık.

Korkut Boratav / SOL 

25 Şubat 2021 Perşembe

AKP’li başkanın kesmediği sakalı - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 Yaşanmış yılların ardından insanın elinde ne kalır? Rilke, kanser olduğunu öğrendiğinde Valais’teki kendi mezar taşını tasarlamıştı:

“Gül, ey saf çelişki,

Hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci

Onca gözkapağı altında.”

Yaşandı ve bitti, diyor muyuz? Yoksa eksik kalmış her duyguda, yarım kalmış her öyküde, erken bitmiş her yolculukta; gülün o saf çelişkisinin peşinden mi koşuyoruz?

Geçen perşembe Regaip Kandili’ydi. Muhafazakâr kesimden bir arkadaşım “dikkat ettin mi” diye uyardı. Sahiden fark etmemiştim. Sadece kandil kutlaması değil, Oğuzhan Asiltürk bir süredir kamuoyu mesajlarını “Milli Görüş Lideri” imzasıyla yapıyordu. Tartışmasız, titri Erbakan’ı hatırlatıyordu. Geriye doğru gittiğimde, çok da eski değil, Asiltürk’ün imzasını Saadet’teki göreviyle ya da Milli Görüş Vakfı Başkanlığı’yla attığı okunuyordu.

PELİKAN GİTTİ, MİLLİ GÖRÜŞ GELDİ

Her şey tesadüf mü?

Genel başkanları bir kenara bırakalım. Türkiye’de muhalefetteki partilerin en çok tartışılan siyasetçileri kim? Tartışmasız, CHP’nin İstanbul İl Başkanı, İYİ Parti’nin İstanbul İl Başkanı. Sürpriz değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan da siyaset yolculuğunda, İstanbul il başkanıyken, aynı tartışmaların içine girmişti. Kısacası İstanbul tartışması hep Türkiye’nin anahtarı tartışmasıydı.

AKP’nin son üç il başkanını hatırlıyor musunuz?

Selim Temurci, 15 Temmuz gecesi basılan İstanbul teşkilatının başındaydı. Dediğine göre bazı bakanlar, bürokratlar hatta yandaş televizyon kanalı yöneticileri o gece telefonunu açmadı. 2015’te göreve gelen Temurci, Davutoğlu’na yakın görülüyordu. Tasfiye edildi. Gelecek Partisi’nde yoluna devam ediyor. Onun ardından, Pelikancıların teşkilatın başına gelmesiyle birlikte, Bayram Şenocak il başkanlığı koltuğuna oturdu. Şenocak, ortalarda görünmese de halen siyasetin merkezinde olan Berat Albayrak’a yakındı. Onun medyasına da... Gelgelelim, adı “yalıcılar”a çıkan grubun desteklediği Şenocak’ın, parti tabanındaki karşılığı tartışmalıydı. Binali Yıldırım’ın bir değil iki kez Ekrem İmamoğlu’nun karşısına çıktığı seçimde, “partinin ağabeyleri” başka bir il başkanıyla yürümek için çok uğraştı. Ancak olmadı. Şenocak, AKP’ye 25 yıl sonra İstanbul’u kaybettiren il başkanı olarak tarihe geçti. Albayrak’ın ardından ne zaman gideceği merak ediliyordu. Zamanının bu zaman olduğu anlaşıldı.

AKP şimdi yeni bir il başkanıyla, Osman Nuri Kabaktepe’yle yola devam edeceğini açıkladı. Kuşkusuz hep karşılaştırılacak.

Hepsi Karadenizli olsa da... Temurci, Erdoğan’ın hemşerisi, Rizeli. Şenocak, Albayrak’ın hemşerisi, Trabzonlu. Yeni başkan Kabaktepe ise Ordulu, yani Numan Kurtulmuş’un hemşehrisi.

Özgeçmişlerine bakıyorum. Temurci, siyasete AKP’nin Kâğıthane ilçesinde atıldı. Şenocak, AKP’nin Güngören Gençlik Kolları’nda siyasete başladı. Yeni başkan ise daha farklı. Kabaktepe tartışmasız bir Milli Görüşçü. Refah Partisi’nden başlayan yolda, hep Milli Görüşçü oldu. Fazilet’teki ayrışmada da Saadet tarafında kaldı. Ordu Fatsa’da AKP’nin karşısına Saadet’in adayı olarak çıktı.

KRAVAT, SAKAL BİLE MİLLİ GÖRÜŞ’E

Eğitimlerine bakıyorum. Temurci, imam hatip kökenli olsa da ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde siyaset bilimi okudu. Şenocak ise İstanbul Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler. Yeni başkan Kabaktepe ise hem liseden imam hatipli hem üniversitede ilahiyattan mezun oldu hem de yüksek lisansını İslam felsefesi üzerine yaptı.

Örgütçülüğüne bakıyorum. Hem Temurci hem Şenocak, AKP teşkilatlarından il başkanlığına, kuşkusuz yakın oldukları siyasetçilerin de desteğiyle geldi. Kabaktepe ise parti protokolünün pek de içinde değildi. Öyle ki adının konuşulduğu gece, partiye destek veren bazı isimler, hoşnutsuzluklarını “partiye üye değil, önce üye olsun” diyerek gösterdi.

Zira o, AKP’nin ne yakınında ne uzağında, hem yakınında hem uzağında, İslamcı sivil toplum örgütlenmelerinin vitrininde yolculuğunu sürdürmüştü. Eskiye özlem duyan arkadaşlarının, birlikte yürüdüğü gençlik yoldaşlarının mutabakatıyla göreve çağrılmıştı. Adaylığının kamuoyuna yansıdığı akşam, Milli Gençlik Vakfı bayrağı önündeki gençlik fotoğrafının dolaşıma sokulması da o özlemin habercisiydi.

Partiye yakın isimler farkları üzerine o kadar çok konuştu ki... Kabaktepe’nin kravattan uzak durması da hiç vazgeçmediği sakalı da akıllara geldi. Ama tartışmasız bir gerçek var ki her yol, benzetme, tartışmasız Oğuzhan Asiltürk’ün “lideriyim” dediği Milli Görüş’e çıkıyordu.

AKP’NİN DENGESİ MİLLİ GÖRÜŞ

Peki, Erdoğan neden bu kararı verdi? Neden bu “beklenen sürpriz” adımı attı?

Herkes “Saadet’e el uzatma” diyor. Haksız değiller. Ama daha öncelikli bir durum var ki Erdoğan önce partisini bir arada tutabilmek, İstanbul’da yeniden seferber edebilmek için bu kararı aldı. Geçmiş biliniyor. Erdoğan, parti içerisinde birbirinden farklı grupları dengeleyerek ilerliyor. Muhafazakâr sağın farklı eğilimlerinden, teşkilatın içindeki gruplardan bir karışım yaratıyor. İstanbul’da Pelikan seven bir başkan giderken; gidilecek yönü, İstanbul’a Milli Görüş’le ilişki kurabilecek bir başkanın gelmesi gösteriyor. Saadet’e giden yol, aynı zamanda AKP’ye içkindi. Öte yandan Milli Görüşçülük, partinin beliren ittifaklarıyla öne çıkan milliyetçi kimliğinin öbür kefedeki dengeleyicisiydi.

Öyle görülüyor ki; bir süredir kimlik krizi yaşayan, icraatlarının ne kadarının kendisinin ne kadarının ortağının olduğu tartışılan parti sadece bir il başkanı seçmiyor. Hem kendi bunalımına bir derman hem de iktidar için çizdiği yöne bir işaret arıyor.

İstanbul görünen kısmı. Anadolu’da birçok teşkilatta yaşanan değişime bakılırsa, Erdoğan’ın “etkisi yüksek olmuştur” dediği İstanbul teşkilatındaki dönüşüm, gelecekten haber veriyor.

Sisli, puslu, karanlık yolda geleceğe bir adım atarken elimizle geçmişi yokluyoruz. Dokunduğumuz yer tanıdık geldikçe, bulduğumuza inanıyoruz. Yaşamla yüzleşsek, belki de bizi uçuruma götürenin, onca gözkapağının altında bekleyen o uyku olduğunu söyleyecek.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Laf ve para! - Fikri Sağlar / BİRGÜN

18 yılını bitirmiş AKP iktidarını anlatan en “veciz söz nedir?” Diye sorsanız herhalde akla ilk; “Çok laf yalansız, çok para haramsız olmaz” özdeyişi gelir!

Bu sözleri basitçe açıklarsak; “Akıllı insan kısa ve öz konuşur. Çok konuşanın sözleri arasında muhtemelen yalan da bulunur.


Dahası; Yapılan işe göre kazanılabilecek para miktarı az çok bellidir. İnsan para hırsına kapılırsa, helal haram demeden kazanmak için her yola sapar.”

***

Son zamanda “Çok laf edenlerin” başında AKP Grup Başkanvekili  Özlem Zengin geliyor.

 Konuşmalarında çok söz olunca yalanları ayırmak kolaylaşıyor!

Örneğin; «

Türkiyede kadınlar meslek sahibi olamıyorduüniversiteye gidemiyordu, milletvekili bile olamıyorduŞimdi böyle baktığınız zaman inanılmaz bir mağduriyet vardıKim geçirdi bu mağduriyetleri, AK Parti iktidarı geçirdi» dediği uzun nutkundaki aldatmaca hemen belli oluyor.

Özlem Hanım; Aydınlanma devrimleri sırasında Atatürk’ün cumhuriyetçilik ve halkçılık ilkeleri adına 5 Aralık 1934’te TBMM’ce çıkarılan kadınlara seçme ve seçilme hakkını  tanıyan yasayı unutuyor.

Galiba Cumhuriyet ve kurucularına duyduğu husumet nedeniyle, AKP’den önce uluslararası üne sahip sanatçı, edebiyatçı, akademisyen, üst düzey bürokrat, meslek erbabı, sanayici, iş kadını, parti eş başkanları, belediye başkanları, bakan hatta kadın başbakanı görmezlikten geliyor…

Hele, “Önemli bazı isimlerin eşi bile olamıyordunuz” tuhaf sözü, şayet cahilce edilmemişse kompleksli bir anlayışın dışavurumudur!

Özlem Zenginin Mecliste sarf ettiği son sözlerinin içeriği, sadece gerçek dışı değil, aynı zamanda da bir kadın olarak hemcinslerini aşağılayan duygu karmaşasıdır!

Anlaşılan aldığı görev egosunu tarifsiz şişirmiş!

Zengin; “Öncelikle cezaevlerinde çıplak arama yoktur.” Diyor.

Sonrasında, çıplak aramaya maruz kaldıklarını açıklayan kadınlar için; «Onurlu kadın, ahlaklı kadın bir sene beklemez» diyerekkadının onurunu uğradığı insanlık dışı hakareti bildirme süresine bağlıyor.

Hemen bildirirse onurlu! Bir sene sonra bildirirse onursuz!

Bu sözler mağrur bir kadının hemcinslerine yaptığı hakarettir!

***

Oysa bilinen bir gerçek var ki o da “travmanın ağırlığı ve toplum baskısının şiddeti, cinsel tacize ve tecavüze uğrayan kadınların yaşadıklarını açıklamalarını geciktiriyor.” Bu nedenle, uluslararası “Me Too” kampanyasıyla ünlü aktrisler ve kadınlar başlarına gelenleri anlatarak kadınları cesaretlendirdiler!

Kaldı ki AYM, karakolda çıplak üst aramasına maruz bırakılan kişilerin başvurusunu karara bağlayarak kötü muamele yasağının usul boyutuyla ihlal edildiğine hükmetti.

Gözaltında maruz kaldığı çıplak arama sonucu intihar eden Onur Yaser Can’ın ailesi de olayı yargıya taşıdı.

Zenginin gafı bu kadar da değil

TV’de yaptığı açıklamada, cezaevindeki kadınlardan ‘bunlar’ diye bahsederek;

“Bugün geldiğimiz noktada şunu yapıyorlar. Bu insanlar talimatla artık bebek sahibi oluyorlar. Şey için, bakın hamile kadınlar tutuklanıyor, bebekli kadınlar cezaevindeler demek için.”

Bu sözler; cezaevindeki kadınların doğrudan, namusuna, ahlakına ve iffetine saldırıdır.

Talimatla demek, “kimden olursa olsun hamile kal.” Düşüncesini de çağrıştırır!

Bu kadarına da pes demek gerekir.

Söylediklerinin farkında olmayan Zengin bana saldırıyorlar bahanesini öne çıkarıyor.

Mücadeleden geldiğini de ekliyor…

Hangi mücadele? 

Yaşını büyütülerek asılan Erdal Eren ve 50 genç için mi? 

Demokrasi, eşitlik, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü için mi?

AKP iktidarında öldürülen 7600 kadının hakkını mı korudu?

Erdoğan’ın “Kadın erkek eşit değildir sözleriyle mi mücadele etti?

Bülent Arınç’ın; “Kadınsa o da iffetli olacak. Mahrem namahrem bilecek. Herkesin 

içerisinde kahkaha atmayacak, bütün hareketlerinde cazibedar olmayacak” sözlerini mi yoksa AKP’li önceki mv. ve müzisyen Uğur Işıldak’ın; «Kadının fıtratında erkeğe köle olmak var» sözüne mi karşı çıktı?

Berkin Elvan’ın annesinin meydanlarda yuhalatılmasına ya da “anam aç” diyen Çiftçiye 

“Ananı da al git” denmesiyle mi mücadele etti?

Görmedik!

Çok laf olursa yalanlar ve kandırmacalarda çok olur!

Çok mal için ise, Kurtulmuş’un AKPliler için söylediğiyle son noktayı koyalı

bağlayalım“Harun olmaya geldiler, Karun oldular. 


Sahi Özlem Hanım; Merkez Bankasının 128 Milyar doları nereye gitti.

Bilginiz var mı?


Fikri Sağlar / BİRGÜN