3 Mart 2021 Çarşamba

Durmak yok, kandırılmaya devam - Kaan Sezyum / BİRGÜN

Hadi yine iyisiniz saftorikler, ‘9 amaç, 50 hedef’ içeren İnsan Hakları Eylem Planı açıklandı: Hiç kimse, düşünce açıklamaları nedeniyle özgürlüğünden yoksun bırakılamaz… Emin miyiz? 

Şimdi bu da bir çeşit “Bana hakaret etti” deme fırsatı yaratmak için yapılan bi dalavere olmasın?

Gelin biraz bu eylem planına bakalım. Sanki bunca yıldır mahkeme kararlarına, anayasaya, Anayasa Mahkemesi’ne, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına ya da başka bir kanuna, kurala uyuyormuşsunuz gibi tekrar tekrar kanmaya hazır mısınız? Kerizlenmeye hazır mısınızzzz!

Aynı yemekleri ısıtıp ısıtıp bayatlamasına rağmen “ooo çok güzel olmuş” diyerek yutmaya hazır mısınız? İyi niyetinizle “Ama bu sefer kameralar önünde dedi” diyerek kendinizi kandırmaya, aldatmaya hazır mısınız?

Dünyada kendi saçmalıklarına ve hukuk dışı tavırlarına karşı reform paketi açıklayıp, kendini inkâr eden çok az iktidar vardır büyük ihtimalle. Zaten sürekli ne yapsalar tam tersini beyan ederek, sürekli saf ve iyi niyetli halkı kandıra kandıra dolaştırıyorlar. Örneklere hiç girmek istemiyorum, çünkü örnek dışında bir uygulama yok. Özetle “Her şey sanayasak, banayasal” mantığında ilerliyor.

***

Öncelikle şu işin birden bire eniştesiz, öpücüksüz, bayramsız, seyransız neden aniden gerçekleştiğine bakalım.

Bu Proje, Yatay Destek - II 

Programı kapsamında Avrupa 

Birliği ve Avrupa Konseyi 


tarafından finanse edilmektedir. (Yani keriz parası geliyor, hazır olun) 

Yararlanıcı Kurum: Adalet Bakanlığı İnsan Hakları Dairesi Başkanlığı, İnsan Hakları Eylem 

Planının Türkiye’deki uygulama sürecinin koordinasyonu ve izlenmesinden sorumlu birim 

olarak, Projenin ortağı ve ana yararlanıcısıdır.

Bütçe (Yani AB’den tokatlanılacak miktar): Projenin toplam bütçesi 1.200.000 Avrodur. Yatay Destek programının tamamına ayrılan bütçe yaklaşık 41 Milyon Avro tutarındadır (%85’i Avrupa Birliği, %15’i ise Avrupa Konseyi tarafından finanse edilmektedir).

Süre (Şansa ve rastlantıya bakın!) 1 Eylül 2019 tarihinde başlayan Projenin 18 ay sürmesi ve 1 Mart 2021 tarihinde tamamlanması öngörülmektedir.

Ha maddeler de bu. Yerseniz artık. Bizim gibi saf ve iyi niyetli halk bulmuşsunuz, siz olsanız da böyle yapmaz mıydınız?

***

1- İnsan doğuştan sahip olduğu vazgeçilmez haklarıyla yaşar, devletin görevi de bu hakları korumak ve geliştirmektir. (Hmm tmm)

2- İnsan onuru, bütün hakların özü olarak hukukun etkin koruması altındadır. (Peki hukuk bunlarımızı koruyacaksa, hukuuuu kim koruyacak valla sopayla döverler, bayıltırlar)

3- Dil, din, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, mezhep ve benzeri sebepler temelinde hiçbir ayrımcılık söz konusu olmaksızın herkes hukuk önünde eşittir. (Lebalebziyenler, sapıxlar filan yokkkk)

4- Kamu hizmetinin herkesi eşit, tarafsız ve dürüst biçimde sunulması bütün idari faaliyetlerin temel özelliğidir. (Eşitten sonrasını okumadım)

5- Mevzuat, tereddüt doğurmayacak şekilde açık ve öngörülebilir kurallar içerir, kamu otoriteleri de bu kuralları hukuk güvenliği ilkesinden ödün vermeden hayata geçirir. (AİHM kararları filan gibi değilse hiç almayalım)

7- 8’i atladım zaten bizlik bi şey yok.

9- Hiç kimse, başkalarının kişilik haklarına saygı göstermek suretiyle yaptığı eleştirileri veya düşünce açıklamaları nedeniyle özgürlüğünden yoksun bırakılamaz. (“Silivri soğuktur” diye şaka yapılan bir ülkedeyiz)

10- Hukuk devleti hak ve özgürlükler ile adaletin teminatı olarak her alanda tahkim edilir. (Kardeşim hukuk filan çok ağır konuşmuşsunuz. Neyse onu da bi yola sokarız)

11- Haklarının ihlal edildiğini iddia eden herkes, etkili kanun yollarına zahmetsiz şekilde erişebilir. Adalete erişim, hak ve özgürlüklere saygının esasıdır.

Ne yapak? İnanak mı?

Kaan Sezyum / BİRGÜN

İslamcılardan Erbakan mutabakatıyla kurtulmak - Fatih Yaşlı / SOL

 Esas mesele bu mutabakat dışında kalmayı reddedenlerin ne yapacaklarıdır. İçinde bulunduğumuz karanlıktan sahici bir çıkış, bu mutabakata usulden değil esastan bir itirazla mümkün olabilecektir çünkü.

Yeni rejimin resmi tarih anlatısının bir parçası ve Türkiye İslamcılığının en önemli günlerinden biri olan “28 Şubat mağduriyet ve mazlumiyet şenlikleri”ni bu sene “Erbakan mutabakatı” ile taçlandırdı düzen siyaseti. 

HDP katıldığı için katılmadığını varsaydığımız MHP dışında, iktidarıyla muhalefetiyle düzen partileri yaşarken yapmadıkları bir şekilde Erbakan etrafında bir araya geldiler, icat edilmiş, gerçek olmayan bir Erbakan figürüne hep beraber güzellemelerde bulundular. Böylece hem iktidarıyla ve muhalefetiyle Türkiye’de düzenin İslamcı hegemonyaya teslim olduğu, hem de Milli Görüş’ün fikirlerinin artık devletin resmi ideolojisi haline geldiği bir kez daha teyit edilmiş oldu. 

Yaptıkları konuşmalarda, Kılıçdaroğlu Erbakan’ı “Cumhuriyet çocuğu” ilan ederken, Mithat Sancar ise Erbakan’dan “Kürt sorununda demokratik çözüm arayan bir lider” diye söz ediyordu. Oysa Erbakan, hem Atatürk ve Cumhuriyet’le hesaplaşma üzerine kurulu bir ideolojinin, yani Türkiye İslamcılığının kurucu babalarındandı hem de Kürt sorununda “ümmet çözümü”nden öteye gidemeyen, devletin geleneksel politikalarıyla ise pragmatist bir takım hamleler dışında derdi olmayan bir isimdi.

Dolayısıyla her iki isim de aslında, uydurulmuş, çarpıtılmış, icat edilmiş bir Erbakan okuması üzerinden hem Türk sağı ile kurmuş oldukları açık ve gizli ittifakları meşrulaştırmaya, hem de dindar-muhafazakâr kitleye şirin görünmeye çalışıyorlardı. 



Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında basının öne çıkarmadığı, pek kimsenin de dikkatini çekmeyen bir bölüm vardı ki bence asıl odaklanılması gereken yer burasıydı. Gayet bilinçli bir şekilde hazırlandığı belli olan bu bölümde, Kılıçdaroğlu Saadet Partisi ile kurdukları ittifakı CHP tarihinden başka bir ittifakla, CHP-MSP koalisyonuyla açıklamaya çalışıyordu.

Kılıçdaroğlu’na göre CHP-MSP koalisyonu “11 aylık kısa ömrüne rağmen Türkiye ve bölgenin geleceği açısından tarihi adımlar atmayı başarmıştı” ve daha da önemlisi “farklı siyasi geleneklere sahip iki partinin hangi ilkeler çerçevesinde bir araya geleceğini göstermiş”ti. Kılıçdaroğlu CHP-MSP koalisyonunun hangi saiklerle kurulduğunu en iyi koalisyon protokolünün 3. maddesinin açıklayacağını iddia ediyor ve o maddeyi okuyordu: “CHP-MSP koalisyon hükümeti, kırgınlık ve acıları gidererek bütün geçmişin bir yana bırakılmasını, karşılıklı bağışlama ve hoşgörüye dayanan bir kardeşlik ortamının kurulmasını ilk görev sayar.”

Düzen muhalefetinin ve onun merkezindeki CHP’nin AKP-sonrası dönemi bir hesaplaşma dönemi olarak görmediğini, “devr-i sabık yaratmayacağız” derken bunda ciddi olduğunu zaten biliyoruz, dolayısıyla konuşmanın bu bölümünde esas bakmamız gereken yer burası değil; esas bakmamız gereken yer, Kılıçdaroğlu’nun CHP-MSP koalisyonuna atfettiği misyonun ve ona yönelik övgülerinin bütünüyle mesnetsiz olması. 

Neden mi? Çünkü 25 Ocak 1974’de büyük ümitlerle kurulan ve yapılan protokolün sonuç kısmında bu umutların “ülkemizin ve bütün dünyanın karşı karşıya bulunduğu şartlardan doğan büyük güçlükleri, yüce milletimize güvenerek, güçle ve cesaretle göğüslemeye kararlı olan Cumhuriyet Halk Partisi ile Milli Selamet Partisi’nin kurduğu Koalisyon Hükümeti, engin tarihimizde yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır” sözleriyle ifade edildiği CHP-MSP koalisyonunun ömrü sadece 7 ay sürmüş ve Başbakan Ecevit 18 Eylül 1974’de istifa etmişti de ondan.

Peki ne olmuştu da bu kadar kısa ömürlü olmuştu bu koalisyon hükümeti, tarihi önem atfedilen bu hadiseyi bu kadar kısa bir süre içerisinde, onuncu ayın sonunda boşa düşüren neydi? 

Koalisyon ortakları arasındaki en önemli meselelerden biri çıkarılacak af yasasıydı. CHP çıkarılacak yasanın herkesi kapsamasını isterken MSP solcu mahkûmların serbest kalmasına yanaşmayacak ve Meclis’teki oylamada kimi MSP’liler bu yönde oy kullanacaktı. Yasa daha sonra CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülecek ve ancak bu sayede solcu mahkûmlar da yasadan yararlanarak serbest kalacaktı. Diğer mesele ise Kıbrıs harekâtıydı. Harekâttan sonra MSP’liler harekât kararını CHP’ye rağmen aldıklarını ve harekâtın mimarının aslında Erbakan olduğunu iddia edeceklerdi.

Ecevit’i yakından izleyen gazetecilerden biri olan Orhan Tokatlı, koalisyon ortakları arasındaki diğer meseleleri ise şöyle sıralıyordu: 

“MSP’li Ticaret Bakanı Fehim Adak, “turizm ahlak götürür” diyor ve turizm yatırımlarının kararlarını imzalamıyor. Adak ile CHP’li Turizm Bakanı Orhan Birgit arasında basına da yansıyan sert bir tartışma doğuyor. Ardından müstehcenlik sorunu ortaya atılıyor. MSP’lilerin ısrarıyla İstanbul’da açık saçık olduğu iddia edilen ‘Güzel Sanatlar Heykeli’ kaldırılıyor. Adalet Bakanı Şevket Kazan müstehcen yayınlara karşı kampanya açıyor. Yurdun çeşitli yerlerinde bazı gazeteler, çıplak kadın resmi bastı diye toplattırılıyor. Artık kantarın topu kaçıyor. İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk bira satışlarını sınırlamaya kalkıyor. Memurların giyimlerine müdahale ediliyor. Ayasofya’nın, müzeden camiye dönüştürülmesi için çabalar baş gösteriyor. 19 Mayıs törenlerinde kız öğrencilerin şortla gösterilere katılmaması isteniyor.”

Velhasıl MSP gericilik gündemiyle bastırıyor, CHP ve tabanı ise giderek bundan rahatsızlık duymaya başlıyordu. Eylül ayına gelindiğinde Ecevit Erbakan’la köprüleri atmış ve görüşmemeye başlamış, 18 Eylül’de de istifa etmişti. Kıbrıs harekâtının kendisine getirdiği popülaritenin sarhoşluğuyla erken seçime gitme ve iktidar olma hesabı yapacak, ancak sağ partiler bu hesabı bozup Milliyetçi Cephe’yi kuracak ve MSP’de o cephenin ortaklarından biri olacaktı.

12 Eylül diğer partiler gibi MSP’yi de kapattı, çok partili hayata dönülmesinin ardından ise MSP kadroları Refah Partisi’ni kurdular. Darbe solun üzerinden bir silindir gibi geçmişken, Özal’ın neoliberalizmi halka her gün daha fazla kemer sıktırıyorken, SHP 94 seçimlerinde aldığı oyun hakkını verememiş ve dümeni sağa kırmışken, “adil düzen” vaat eden Refah, 94 seçimlerinde belediyeleri aldı, 1995 seçimlerinden de birinci parti olarak çıkmayı başardı. ANAP’la DYP’nin kısa ömürlü koalisyonunun ardından Refah Partisi ile Tansu Çiller’in DYP’si “Refahyol” diye de bilinen koalisyonu kuracak, oradan da 28 Şubat’a gidilecekti. 

28 Şubat’ın vardığı yerin neresi olduğunu biliyoruz: Refah Partisi’nin kapatılması, yerine merkez sağ hüviyetine daha yakın Fazilet Partisi’nin kurulması, Milli Görüş’ün “gelenekçiler” ve “yenilikçiler” olarak ikiye bölünmesi, yenilikçilerin kendi partilerini, yani AKP’yi kurmaları ve 2002’de iktidara gelmeleri… Sonrası ise geçip giden koskoca bir yirmi yıl.  

Peki bu yaklaşık yirmi yılın sonunda, varılan yerin Erbakan mutabakatı olması, iktidardaki Milli Görüş’e karşı muhalefetteki Milli Görüş’ten, hem de tarih bütünüyle çarpıtılarak, işlemeyen koalisyonlara övgüler düzülerek medet umulması, bunun tek çare olarak görülmesi bizim büyük trajedimiz değil midir? 

Yaklaşık yirmi yılın sonunda düzen, iktidarıyla muhalefetiyle Türkiye İslamcılığının sembol ismi Erbakan üzerinden bir mutabakat tesis etmişse, Erbakan partiler üstü bir lider, bir “bilge kişi” haline getirilmişse, CHP ve HDP de bu mutabakata şevkle dâhil olmuşsa, yarın AKP gidecek olsa dahi, aslında kazanan kimdir?

CHP seçmeninin önemlice bir bölümü tarih bilincini kaybetmişse ve bir yandan “çöp dağları yüzünden 94’de belediyeleri İslamcılara kaybetmiştik” diyerek CHP’li belediyelerdeki grevci işçilere küfrederken bir yandan da Erbakan mutabakatına ve 2021’in İslamcılarından 1994’ün İslamcıları sayesinde kurtulmaya razı olur hale gelmişse, ortada büyük, çok büyük bir çürüme yok mudur? 

Bugün gelinen noktada Türkiye toplumunun önemlice bir bölümü AKP’siz AKP rejimine razı edilmiş, sağın alternatifinin yine sağ, İslamcılığın alternatifinin yine İslamcılık olduğu topluma kabul ettirilmiştir. Bu, muhalefetin taktik ya da strateji olarak yaptığı değil, inandığı şeydir.  Erbakan mutabakatı ve CHP-MSP koalisyonuna yapılan atıflar tam olarak bunu simgelemektedir. 

Esas mesele ise bu mutabakat dışında kalmayı reddedenlerin ne yapacaklarıdır. İçinde bulunduğumuz karanlıktan sahici bir çıkış, bu mutabakata usulden değil esastan bir itirazla mümkün olabilecektir çünkü. 

Fatih Yaşlı / SOL

Yatırım ortamını iyileştirmek - Kadir Sev / SOL

 Bekleyelim bakalım, yerli yabancı tekeller tek adam rejimi yasalaştırsın diye ne tür yasa teklifleri hazırladı.

Dünya Bankası belgelerinde, Türkiye’nin yeni düzeni tanımlanırken, “icracı cumhurbaşkanlığı” sözü tercih ediliyor. 

28 Temmuz 2017 tarihini taşıyan bir raporunda1 bu sözcük cümle içinde şöyle kullanılmış; 

“…Nisan 2017’de, seçmenler   icracı bir  cumhurbaşkanlığı  sistemi oluşturacak ve Devletin organları arasındaki ilişkilerde önemli değişiklikler getirecek bir dizi anayasal reformu onaylamıştır.”

Olumsuz çağrışım yapacak bir anlatımdan özenle kaçınılması; anayasal reform olarak değerlendirilmesi ve halkın onayına vurgu yapılması dikkatinizi çekmiştir.

Rapor, baştan sona AKP’ne düzülen övgülerle dolu; 

“…Türkiye, 2000’li yılların başlarından bu yana ekonomik ve sosyal kalkınma sonuçları elde etmiştir… geniş kapsamlı reformlar gerçekleştirilmiştir… dünyanın en büyük 17. büyük ekonomisi olmuştur… 2009 küresel mali krizinden hızlı bir şekilde çıkabilmiştir … 2015 yılına kadar güçlü bir büyüme performansı kaydetmiştir…”

AKP bildirisi gibi değil mi?

Raporda 2015 – 2016 yıllarında reformların kesintiye uğradığı belirtiliyor. Ancak bunun suçu AKP’ne değil seçimlere ve FETÖ’nün üzerine yıkılıyor;

 “Türkiye uzun süren bir seçim döngüsü (Haziran ve Kasım 2015’te gerçekleşen genel seçimler), Mayıs 2016’da gerçekleşen kabinede görev değişimi ve Temmuz 2016’da gerçekleşen başarısız darbe girişimi dahil olmak üzere bir dizi siyasal zorluk yaşamıştır. Başarısız darbe girişimi sonrasında, hükümet terör örgütleriyle ilişkili olduğunu tespit ettiği kamu görevlilerinin görevden uzaklaştırılması ve bazı kuruluşların varlıklarının devri dahil olmak üzere terörizmle mücadele için gerekli olan önlemlerinin alınabilmesi amacıyla bir olağanüstü hâl ilan etmiştir.”

Dünya Bankasından geçer not alan AKP’ne desteğin sürdürüleceği Raporun 42. Paragrafında şu sözlerle müjdeleniyor; 

“Dünya Bankası Grubu, Hükümetin mali yönetim, finansal sektör, rekabet gücü ve özel sektör yatırımları ile ilgili zorlukları aşma yolundaki çabalarını desteklemeye devam edecektir.”

Ülkelere verilen notun adına “iş yapma kolaylığı endeksi” deniliyor. 189 ülkenin mevzuatı ve uygulamaları, yatırımcılara tanınan kolaylıklar dikkate alınarak 10 başlık altında değerlendiriliyor. Yatırımcıyı koruma; işyeri açma; mülkiyet edindirme-arsa bulma; ruhsat alma; finansmana ulaşma; teşviklerden yararlandırma; altyapı; kâr transferi; işçi maliyetleri vb konulardaki performanslarına verilen notlar toplanıyor ve ülkeler, en çok puan alandan başlamak üzere sıralanıyor.

Türkiye bu yarışta hep önlerde yer aldı. Hızla da yükseliyor. 2017 yılında 69’uncu sıradayken, 2018’de 60’ıncı; 2019’da 43’üncü; 2020’de 33’üncü oldu. Fuat Oktay, geçtiğimiz günlerde hedefin ilk 20’ye girmek olduğunu açıkladı.

Türkiye’de yatırım ortamının iyileştirilmesi için ilk önemli adım, Dünya Bankasından gönderilen Kemal Derviş’in ortak edildiği DSP iktidarında, 11 Aralık 2001 tarihinde atıldı. Resmi gazetede yayımlanmayan ve yasal bir yetkiye dayanmaksızın çıkarılan Bakanlar Kurulu Kararıyla, Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Koordinasyon Kurulu (YOİKK) adlı bir örgüt kuruldu. Ekonomiyle ilgili bakanlıkların müsteşar düzeyindeki yetkilileri ile TOBB, TİM, YASED, TÜSİAD’ın üst düzey temsilcilerinden oluşturulan kurul, yatırım ortamının iyileştirilmesini sağlayacak konularda mevzuat taslakları hazırlamak görev ve yetkileriyle donatıldı. Görevlerini, kuracağı teknik ekipler eliyle gerçekleştirmesi öngörüldü.

Kurula ayrıca Türkiye’de yabancı yatırımcılara ne güzel fırsatlar sunulduğunu tanıtmak görevi de verilmişti. Şimdi o görevi Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi yürütüyor.

Bir yıl sonra İktidara gelen AKP, Kurulun yapısına ve işleyişine 2012 yılına değin dokunmadı. 16 Aralık 2012’de çıkarılan bir Bakanlar Kurulu Kararıyla müsteşar düzeyindeki yetkiler bakan düzeyine yükseltildi ve dünyanın önde gelen çok uluslu şirketlerinin CEO’larının da yer alacağı bir Konsey oluşturuldu.

O günden bu yana sermayeyi ilgilendiren ne kadar yasa ve düzenleyici ikincil mevzuat çıkarıldıysa hepsi Devlet-Sermaye-uluslararası tekellerin işbirliğiyle YOİKK mutfağında üretilmiştir. Dahası, Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı (yeni dönemde Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi) yabancı yatırımcılara özelleştirme projeleri ile ilgili yatırım envanteri hizmeti sunmaktadır.

TEPAV Kasım 2007’de “Türkiye Yatırım Ortamı Değerlendirmesi” başlıklı bir Dünya Bankası Raporu yayımladı. Raporda yatırımcıları caydıran sorunlar sıralanıyordu. Özetliyorum;

  • Kısıtlayıcı istihdamı koruma kuralları esnetilmeli, esnek çalışma özendirilmeli, istihdam üzerindeki vergiler ve diğer işgücü bağlantılı maliyetler en aza indirilmelidir.
  • Bürokraside yetki karmaşası giderilmeli, bürokrasi azaltılmalıdır.
  • Yatırımcıların finansmana erişimleri kolaylaştırılmalı, bankacılık dışı fonların ağırlığı artırılmalıdır.
  • Fonlar daha çok devlet tahvillerine yatırılmaktadır. Bu nedenle özel sektörün yararlanmasını önleyen bu uygulamadan vaz geçilmelidir.
  • Sanayi arsalarının geliştirilmesinde özel sektör katılımı daha fazla teşvik edilmeli, arsa imarı için stratejik planlama güçlendirilmelidir.
  • Karayolu ve demiryolu ağının yapım, bakım, onarım ve genişletilmesine yapılan kamu yatırımları artırılmalıdır.

Yukarıda sıralananların çoğu gerçekleştirildi. 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası değiştirildi. Özellikle 2011 yılından sonra Ticaret, Borçlar, Hukuk Muhakemeleri Usulü yasaları yenilendi, ayrıca torba yasalarla yatırımları kolaylaştırıcı kurallar getirildi. Bir dizi varlık barışı yasası çıkarıldı. 

Karayolu ve demiryollarına milyarlarca lira kamu kaynağı aktarılması uygulaması sürdürülüyor. Finansman konusunda uzun erimli yatırımlarda daha elverişli olan banka dışı finansman olanaklarının artırılabilmesi için Varlık Fonu hazırlandı.

Yatırımcılara arsa temininde yargıdan kaynaklanan sıkıntıları olduğu ve sorunu kamulaştırma yasasını değiştirerek gidermeyi düşündükleri anlaşılıyor. Tayyip Erdoğan’ın dün (2.3.2021) açıkladığı insan hakları eylem planındaki şu sözleri dikkat çekiyordu; 

“kamulaştırmayla ilgili tüm mevzuatı yeniden ele alıyor…İdari yargıda mülkiyet hakkını etkileyen hususların ivedi yargılama usulüyle hızlı biçimde çözümüne imkân sağlıyoruz.”

Çalışma yaşamının esnekleştirilmesi çabasında henüz yeterince başarılı olamadılar ama bu konuya da el atılacağını gösteren belirtiler var. Dün açıklanan eylem planındaki şu sözler pek hayra alamet değil; 

“Devlet, girişim ve çalışma hürriyetini rekabete dayalı serbest piyasa kuralları ile sosyal devlet ilkesi çerçevesinde korur ve geliştirir.” İşin içine piyasanın gerekleri unsuru girince neler olacağını biliyoruz.

Yeri gelmişken şu görüşümü paylaşmalıyım: İstihdam üzerindeki vergi ve diğer işgücü maliyetlerinin azaltılması önerisinin çalışanların çıkarına olmayan bir öz taşıdığını düşünüyorum. Patronlar, ücretler üzerindeki vergi ve prim yüklerinin çokluğundan hep yakındı. Dünya Bankasının raporunda da “vergi takozu” olarak adlandırılıyor. Şimdiye kadar, işverenlere düşen prim yüklerinin bir bölümü, geçici yasal düzenlemelerle ya da projelerin desteklenmesi adı altında Devletçe üstlenildi. Artık kalıcı olmasını istedikleri seziliyor. Bunu büyük bir olasılıkla; “asgari ücreti vergi dışı bırakıyoruz…” gibi müjdeler eşliğinde sunacaklardır.

Gelelim fonları hep devlet kullanıyor, özel sektöre kalmıyor eleştirisine. Bu sorunun gelecek hafta açıklanacağı belirtilen ekonomi eylem planında dikkate alındığı anlaşılıyor. Tayyip Erdoğan, KİT’ler ve kamu şirketlerinin yeni bir anlayışla biçimlendirileceğinin işaretini verdi. Kamunun olmaktan çıkarırsanız sorun kendiliğinden çözümlenir.

Bekleyelim bakalım, yerli yabancı tekeller tek adam rejimi yasalaştırsın diye ne tür yasa teklifleri hazırladı.

Kadir Sev / SOL

  • 1.The World Bank Group, “Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası, Uluslararası Finans Kurumu ve Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı’nın Türkiye Cumhuriyeti’ne Yönelik 2018-2021 Mali Yıl Dönemini Kapsayan Ülke İşbirliği Çerçevesi” Raporu

2 Mart 2021 Salı

‘Kanlı bahar’ın anatomisi - İbrahim Varlı / BİRGÜN

 


“Kuzey Afrika’nın enerji zengini ülkesi Libya’da neler oluyor?” sorusuna fotoğrafın tamamına bakmadan verilecek her yanıt eksik kalır. Çok aktörlü bir paylaşım savaşı verilen ülkede güç mücadelesinin üçüncü aşaması yaşanıyor.

Siyasal ve toplumsal olayları değerlendirirken yaşananlara tablonun bütününden bakmakta yarar var. Olan bitenleri doğru bir şekilde anlamak, kavramak ve analiz etmek için tek tek yaşanan olaylara saplanıp kalmak bizi fotoğrafın bütününü görmekten alıkoyar. Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da ve diğer kriz merkezlerindeki sorunlar bir puzzleın parçaları gibi birbirini bütünleyen meseleler. Kriz üreten dinamiklerin hiçbiri birbirinden bağımsız olmadığı gibi, her biri ABD başta olmak üzere küresel güç odaklarının bölgesel yönelimlerinden ayrı ele alınamaz. Bu nedenle Libya’da, Suriye’de, Yemen’de, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın bütününde “Neler oluyor?” sorusuna fotoğrafın tamamına bakılmadan verilecek her yanıt eksik kalır. Fotoğrafın bütününe bakmadan yapılan yorumların nasıl bir yanılgıya yol açtığının en bariz örneklerinden birisi Libya.

Şimdi Libya’da yaşananlara yakından bakalım…

NE OLUYOR?

Petrol ve doğalgaz zengini ülkedeki güç mücadelesinin üçüncü aşaması yaşanıyor. Birinci dönem: 2011 kışında yaşanan ve Kaddafi’nin devrilmesiyle sonuçlanan süreç. İkinci dönem: 2015 seçimleri sonrasında yaşanan güç kavgasını kapsar. Üçüncü dönem: 2020 Ekim’inde Tunus’taki anlaşmayla başlayan Ocak 2021’de birlik hükümetinin kurulmasıyla devam eden süreç. Libya bundan on yıl önce “Şubat Devrimi” adı verilen siyasal bir sürecin sonunda kaosa sürüklendi. Batıdaki komşusu Tunus’ta başlayan protestolar hemen ardından doğudaki bir diğer komşu Mısır’a sıçrayıp Bin Ali ve Hüsnü Mübarek gibi otoriter liderleri tahtından ederken Libya da payına düşeni alacaktı. Ocak ayında başlayan protestolar sonrasında 17 Şubat’ta Bingazi’nin düşürülmesi bir dönüm noktası olacaktı. Kaddafi’nin komşu ülkelerdeki gibi bir ayaklanmaya devrilmeyeceği anlaşılınca BM ve NATO devreye sokuldu. Kaddafi yaklaşık altı ay sonra memleketi Sirte’de linç edildiğinde bir dönem de kapanacaktı. Güç mücadelesinin yol açtığı çıkar çatışmaları nedeniyle ülke savaş içinde savaş, çatışma içinde çatışmaya sürüklendi. “Batı’nın devrimcileri” kısa bir süre sonra kendi aralarında hesaplaşmaya giderken çıkar çatışmasının yol açtığı girdap bütün ülkeyi yutacaktı. On yılın sonunda elde kalan yüz binlerce ölü, milyonlarca sığınmacı, devlet yapısı tamamen çökmüş iki parlamentolu, iki başkanlı üç parçalı bir ülke oldu.

NEDEN OLDU?

Libya’yı gözlerine kestiren küresel güç merkezleri ülkedeki protestoları bahane ederek Kaddafi’yi alaşağı etmek için harekete geçti. Kuzey Afrika ülkesi hem Akdeniz enerji paylaşımı hem de Sahra altı bölgesinin zengin enerji minarellerine hükmetme kavgasında stratejik bir önemde. Libya’yı ele geçirmek enerji kaynaklarını kontrol etmek demekti. Libya enerjisinin yeniden paylaşımı küresel güç merkezlerinin iştahlarını kabartırken aynı ittifak yapısı içindeki ülkeler dahi - Fransa-İtalya örneğinde olduğu gibi- birbirine düşebiliyordu. İkinci neden ise bu zengin coğrafyayı neoliberal pazara açmaktı. Malum, Kaddafi nevi şahsına münhasır bir liderdi ve neoliberal küreselleşmeye eklemlenmek için bir engeldi. Kaddafi Libya’sı tıpkı Esad Suriye’si veya Mollaların İran’ı gibi istenilen hızda veya çerçevede kapitalist küreselleşmeye entegre olamıyordu. Her üç ülke de özellikle de Libya ve İran zengin petrol ülkeleriydi. Kaddafi’nin bertaraf edilmesi Libya’yı kapitalist pazara pupa yelken açmak demekti. Trablus’un teslim edileceği yeni aktörler –ki burada siyasal İslamcılar oluyor- üzerinden ülke her yönüyle yeniden paylaşılacaktı.



NELER OLACAK?

Libya’da tutmayan hesaplar nedeniyle oluşan çok aktörlü, çok parçalı yapı nedeniyle ülke uzun bir süre daha istikrardan ve huzurdan mahrum kalacak gibi. Küresel ve bölgesel aktörler arasındaki pazar kapma mücadelesi ülkeyi çok parçalı bir duruma sürüklerken planlar, hesaplar, stratejiler hepsi boşa düştü. Ülkedeki savaşı bitirmek, bölünmüşlüğe son vermek amacıyla Birleşmiş Milletler’in (BM) devreye girmesiyle oluşturulan Libya Siyasi Diyalog Forumu’nun (LSDF) öncülüğünde oluşturulan geçici birlik hükümeti, geçen haftalarda Tunus’ta kuruldu. 

Bu geçici hükümetin ülkeyi aralıkta yapılacak genel seçimlere götürmesi kararı alınsa da kriz dinmiş değil. Dışarıdan BM ve Batılı ülkeler tarafından dayatılan bir hükümet ve anayasa dayatmasının dikiş tutması mümkün görünmüyor. BM öncülüğünde başlayan diyalog toplantıları ise devam ediyor. Tunus’ta başlayan ve Libya’daki farklı siyasi ve sosyal kesimleri temsilen seçilen 75 kişi ile yürütülen Libya Siyasi Diyalog Forumu’nda, 24 Aralık 2021’de Libya’da genel seçimlere gidilmesi kararlaştırıldı. Bu kapsamda ülkedeki devlet kurumlarının birleştirilmesi amaçlanırken seçimlere kadar ülkeyi yönetecek yeni bir Başkanlık Konseyi, yürütme organı ve başbakan seçildi. Çeşitli grupların geçiş yönetiminde etkin olmaz arzusu nedeniyle birlik hükümeti daha ilk günden krizle başladı çalışmaya.

KRİZİN KRONOLOJİSİ

12 Ocak 2011: İlk olaylar patlak verdi. Ülkenin doğusunda protestolar başladı.

17 Şubat 2011: Göstericiler ülkenin ikinci büyük kenti Bingazi’yi ele geçirdi, Ulusa Geçiş Hükümeti kurdu.

20 Ekim 2011: Kaddafi Sirte’de, Ulusal Geçici Konseyi askerleri tarafından linç edilerek öldürüldü.

7 Temmuz 2012: Bir yıl sonra Temmuz ayında seçimler yapıldı. Milli Genel Kongre hükümeti kuruldu.

20 Nisan 2014: Seçimler öncesi ülke karıştı. Hafter, “Onur Operasyonu” adı altında Bingazi’deki İslamcı gruplara yönelik operasyon başlattı.

18 Mart 2015: Çatışmalar yayıldı, iç savaş patlak verdi. BM devreye girdi Ulusal Mutabakat Hükümeti ve Temsilciler Meclisi kuruldu.

4 Nisan 2019: Hafter’e bağlı birlikler Trablus’u ele geçirmek için geniş çaplı bir operasyon başlattı.

23 Ekim 2020: UMH ile Temsilciler Meclisi arasında Cenevre’de kalıcı ateşkes sağlandı.

9 Kasım 2020: Tunus’taki Libya Siyasi Diyalog Forumu’nda 24 Aralık 2021’de genel seçimlere gidilmesi kararlaştırıldı.

5 Şubat 2021: Anlaşma çerçevesinde yeni Başkanlık Konseyi ve Başbakan seçildi. Başkanlık Konseyi Başkanlığı’na Muhammed Menfi, başbakanlığa Abdulhamid Dibeybe seçildi.

AKP’NİN İBRETLİK LİBYA POLİTİKASI

AKP iktidarının Libya politikası ibretlik dersler içeriyor. Tıpkı Suriye gibi rejim değiştirme hevesiyle çıkılan yolun sonunda iflas eden politikalar nedeniyle Libya cenderesinin içine düşüldü. Türkiye’nin Libya’ya müdahil olması Doğu Akdeniz’deki enerji gerilimine paralel olarak geldi. Doğu Akdeniz’de enerji kavgasında geç kalan Ankara, Trablus üzerinden yeni bir sürecin kapılarını araladı. Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı oluşan blok ve Ankara’nın yaşadığı yalnızlık sonrası 2019 sonbaharında radikal kararlar alındı.

10 Mart 2011: Libya’ya müdahale tartışılırken Erdoğan “NATO’nun Libya’da ne işi var” çıkışı yaptı.

19 Mart 2011: Erdoğan’ın bu çıkışından bir hafta sonra Türkiye NATO müdahalesine askeri destek verdi.

27 Kasım 2019: Libya’daki siyasal İslamcıların ağırlıkta olduğu yönetime destek veren AKP iktidarı Trablus yönetimi ile çifte anlaşma imzaladı.

2 Ocak 2020: Libya tezkeresi TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Libya’ya asker gönderildi.

Ekim ayında varılan ateşkes ve sonrasında imzalanan anlaşma kapsamında bütün yabancı birliklerle milislerin Libya’yı Mart ayına kadar terke etmesi kararlaştırıldı. Anlaşmaya göre bu ülkede resmen asker konuşlandıran Türkiye’nin birlikleri geri çekmesi bekleniyor.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

1 Mart tezkeresi yeniden - Oğuz Oyan / SOL

 1 Mart tezkeresi bugün AKP/RTE'nin sürdürmeye çalıştığı dış politika valsinde niçin ABD dışındaki partnerlerine mesafeli duracağını anlamak için de bir anahtar olabilir.

TBMM'nin AKP döneminde yürütmeden kısmen "bağımsız" davranabildiği tek anlamlı kararı, Hükümetin 1 Mart Tezkeresi'ni reddetmesidir. 

Üstelik bu, sadece AKP dönemine ilişkin istisnai bir örnek olmakla da kalmamaktadır. 

1980 sonrasının neoliberal döneminde yasamanın yürütmenin emrine girmesi süreci tüm dünyada hızlanmış, 12 Eylül sillesini yiyen Türkiye'de daha da vurgulanmıştı. Ancak 1990'larda durum biraz farklıydı; iki veya üç partiden oluşan koalisyon hükümetleri, muhalefetin de çok parçalı yapısı düşünüldüğünde, kolayca denetleyemedikleri Meclis'i önemle dikkate almak durumundaydılar. İki partinin ipi göğüsleyebildiği atipik 2002 seçimleri sonrasında AKP'nin 550 üyeli Meclis'te 365 üyeli ezici bir çoğunluğu oluşmuştu. (Anayasayı değiştirebilecek nitelikli çoğunluk nisabı olan 367'nin iki üye gerisindeydi).

1 Mart 2003'te TBMM'de oylanan, Başbakan A. Gül'ün imzasını taşıyan "TSK'nın yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması için hükümete Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca yetki verilmesi" başlıklı savaş tezkeresiydi. Buna göre, ABD'nin Irak'a kuzeyden yeni bir cephe açılması, TSK'nın da ABD'nin denetimi altında Irak'a sokulması planlanmakta; 62.000 yabancı askeri personelin 6 ay süreyle Türkiye'de kalmasını düzenlenmekteydi. ABD askeri gücünün Güneydoğu'da ne kadar süreyle konuşlanacağıysa belirsizdi.

9 Mart 2003'te tekrarlanacak Siirt seçimlerinden sonra Meclis'e girecek olan Erdoğan henüz milletvekili ve başbakan değildir; ama AKP başkanı olarak bu tezkerenin geçmesi için canla başla çalışan figürdür. Hatta, Şubat'ta ABD'ye giderek böyle bir tezkerenin geçeceği sözünü verip çeşitli pazarlıklarda bulunan kişidir. ABD, bu tezkerenin geçmesiyle Türkiye'nin ABD'ye sunacağı askeri kolaylıklar karşılığında, Türkiye'ye ya 8 milyar dolarlık bağış ya da 32 milyar dolarlık uygun koşullu kredi verme teklifinde bulunmaktadır. Bu rakamları daha da yukarıya çekme peşine düşen Erdoğan'a, G. W. Bush'un "at pazarlığı yapmayın" çıkışı da belleklerdedir.

AKP'nin oylama öncesinde kendi grubunun tümünü ikna edememesi bir yana, bazı bakanlar dahi bu tezkere konusunda çekincelidir ve bunların bazılarının olumsuz/çekimser oy kullandıkları; Meclis Başkanı Bülent Arınç'ın da tezkereye olumsuz bakanlar arasında olduğu da biliniyor. CHP grubu ise daha sonra hiç olamayacağı kadar kenetlenmiş ve firesiz red oyu kullanabilmiştir. (Unutmayalım ki, 177 CHP milletvekilinden 25 kadarı iki yıl içinde ANAP'a, AKP'ye, DYP'ye geçecek veya bağımsızlara katılacaktır). Oylama öncesindeki haftalarda ABD'den gelecek kaynağın bağış mı yoksa kredi biçiminde mi alınması gerektiği ve nasıl kullanılacağı üzerine hesaplarla meşgul olan CHP Başkan Yardımcısı K. Derviş'in bile oylamada red oyu kullandığı düşünülebilir. Bunun arkasında, tezkerenin nasıl olsa geçeceğine duyulan güven de vardı herhalde. 

Genel Başkan Deniz Baykal ile Genel Sekreter Önder Sav'ın kapalı ve açık toplantılarda CHP grubunu ateşleyen ve AKP grubunu da çok etkileyen coşkulu konuşmaları da kuşkusuz oylamanın seyrini -özellikle tereddütte olanlar bakımından- etkilemişti mutlaka. 

Oylamanın sonuçları şöyleydi: 264 kabul, 250 ret, 19 çekimser. Bu sonuçlar önce AKP sıralarında bir sevinç dalgalanmasına, CHP sıralarında da üzüntüye yol açmıştı. Ancak bu tepkiler, İçtüzüğü bilmemekten kaynaklanıyordu. (Ben o sırada CHP Grup Başkanvekiliydim). İçtüzük'ün 146. maddesi, "Oya konulan hususlar (...) toplantıya katılan milletvekillerinin salt çoğunluğuyla kararlaştırılır" kuralını koymaktaydı. Oylamaya 533 milletvekili katıldığına göre, salt çoğunluk için 267 kabul oyu gerekmekteydi. AKP, 3 oy farkla kaybetmişti! AKP milletvekillerinden 66-68 kadarı ret oyu vermiş, bir kısmı da (16-17 kadarı) çekimser kalmıştı. (8 bağımsız milletvekilinin çoğunun da ret veya çekimser oy kullandığını biliyorum).

AKP'nin Grup Başkanvekilleri ve sesi en çok çıkan milletvekilleri (bunlardan biri de son yıllarda "iktidarı eleştiren demokrat" olarak TV'lerde gezinen Emin Şirin'di) Divan'ın kararına tepkilerini yükseltmekte, Meclis Başkanlık kürsüsünün etrafını kuşatıp şiddetli bir baskı uygulamakta gecikmediler elbette. Bundan sonuç alamayınca oylamanın tekrarlanması talebini yükselttiler. Bu da tamamen İçtüzük ve demokratik teamüller dışı bir talepti. Ama eğer böyle bir olasılık olsaydı yani oylama yinelenseydi, tezkerenin geçeceği de açıktı. CHP'nin bile hiç fire vermeyeceği söylenemezdi. 

Belli ki, salt kendilerine demokrat olan AKP siyasetçileri, kendi eski pratiklerini de anımsamak istemiyorlardı: 1996'da kendi öncülleri Refah Partisi, tam da böyle bir oylamaya karşı Anayasa Mahkemesi'ne yaptığı itiraz sayesinde Refahyol hükümetinin önünü açabilmişti. 6 Mart 1996'da kurulan DYP-ANAP Hükümeti, güven oylamasında (o zamanlar güven oylaması yapılmaktaydı!) kullanılan 444 oydan 257'sini alarak kurulmuştu. Refah Partisi, toplantı nisabı bakımından en az 273 oy alınması gerektiği, dolayısıyla o güven oylamasının geçersiz olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi'ne gitmiş ve bu talebi haklı bulununca Anasol Hükümeti 28 Haziran'da düşmüştü... 

Şunu da eklemek gerekir: 2002'de sadece iki partinin barajı geçmesi nedeniyle, AKP umduğundan çok fazla milletvekili çıkarmıştı. Liste doldurmak için eklenenlerin yani listelere alt sıralarından girenlerin parti/lider sadakati yeterince tartılmamıştı. Erdoğan sultası da bugünkü kadar oluşmamıştı. Listelerde ABD'ye teslimiyetçiliğe, Irak'ta Müslüman kanı dökmeye vicdanı razı olmayan samimi Müslümanlar daha fazla yer almıştı. Ayrıca Doğu-Güneydoğulu milletvekillerinin bir bölümü de, K. Irak'taki Kürt varlığı bakımından bazı kaygılar duymaktaydı. Bugün böyle bir oylamanın AKP saflarından firesiz geçeceğine emin olabilirsiniz; nitekim öyle de olmaktadır.

***

Tezkerenin reddedilmesinin bazı olumsuz sonuçları da olmuştu. 

AKP, "deliğe süpürülmemek için" ABD'ye karşı çok daha tavizkâr kıvama gelmiş, henuz 20 Mart 2003'te ABD hava güçlerinin Türkiye hava sahasını kullanmasına ve TSK güçlerinin Irak'a yerleştirilmesine izin verilmesine ilişkin yeni bir tezkereyi TBMM'den geçirmişti. Temmuz'da TSK askerlerinin başına çuval geçiren Amerikan ordusunun aşağılamasına rağmen ABD'ye yaranma politikasından vazgeçilmemiş, A.Gül ve A. Babacan, Meclis'in bilgisi dışında, Eylül 2003'te yeni bir teslimiyet anlaşması imzalamıştı; ancak CHP'nin bunu teşhir etmesi üzerine geri adım atılmıştı. (Ayrıntılar için bkz. 17 Mart 2019 tarihli Birgün Pazar yazımız).

1 Mart tezkeresi her bakımdan çok öğreticidir. Ama bugün AKP/RTE'nin sürdürmeye çalıştığı dış politika valsinde niçin ABD dışındaki partnerlerine mesafeli duracağını anlamak için de bir anahtar olabilir. AKP'nin içinden çıkan siyasi türevleri için niçin farklı bir yoruma gerek olmadığını da, anlamak isteyene gösterebilir.

Oğuz Oyan / SOL

YAP-İŞLET-DEVRET DOSYASI - SOL



1)Bakanlık yap-işlet-devret projelerinde 'borç garantisi' verecek (SOL)-01/03/2021

AKP'nin yeni torba yasası içinde Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı'nın bazı 'yap-işlet-devret' projelerinde borç garantisi vermesine ilişkin düzenleme bulunuyor.

"Yap işlet devret"le ilgili yasaya geçici maddeye eklenmesi için TBMM’ye sunulan AKP'nin yeni torba yasası, 15 Mart 2020’den sonra ihalesi yapılan ancak henüz uygulama sözleşmesi imzalanmayan, yurtdışından finanse edilmesi planlanan projeler kapsamında bakanlığa bağlı özel bütçeli kamu idarelerinin imzalayacakları borç üstlenim anlaşmalarına bakanlık taraf olabilecek.

Gerekçe olarak koronavirüsü öne sürdüler

AKP Bursa Milletvekili Ahmet Kılıç'ın imzasını taşıyan 'Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi'ndeki maddenin gerekçesinde, "Türkiye’de 11 Mart 2020’de görülmeye başlanan Kovid-19 salgınıyla birlikte sözü edilen durumdaki projelerin finansman sürecinde aksaklıklar yaşandığı, özel sektörün finansman temininde zorlandığı belirtildi. Bu durumda yabancı kreditörlerin özel bütçeli idarelerin harcama ve gelirlerinin birbirini karşılayamayacağı ve idarenin yükümlülüklerini ifa etmekte yetersiz kalabileceği konusunda tereddüt yaşadığı" belirtildi.

Söz konusu kanun teklifiyle Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı'nın, özel bütçeli idarelerce yürütülen yap-işlet-devret altyapı projelerinde yabancı kreditörlerce sağlanan finansman için ilave teminat sağlayabilmek adına borç üstlenim anlaşmalarına taraf olacak.



2)Soygunda sınır yok: İşte 'garanti ödeme' rezaletinin nedeni...-SOL - 13.01.2021

Geçmeyen araçlar için köprüye, otoyola, tünele ödenen milyonlar, kullanılmayan garlar için patronlara aktarılan paralar... Peki, salgında bu ödemeler neden durmuyor?

AKP iktidarının "devletin kasasından bir kuruş çıkmayacak" diye övündüğü yap-işlet-devlet projelerindeki soyguna her gün yeni bir örnek daha ekleniyor.

Bunun son halkası sokağa çıkma yasağının olduğu günlerde Osmangazi ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü ile Avrasya Tüneli'nden geçmesi gereken araçların yasak nedeniyle geçememesi, bu nedenle 40 günlük yasağın faturasının 89 milyon 903 bin dolar, yani yaklaşık 673 milyon TL olması oldu.

Üstelik yasak olmasa da zaten vadedilen şişkin araç geçişleri yapılamıyor, yine milyonlarca liralık garanti ödemesi yapılıyordu.

Ancak ortada bir salgın, bu salgına karşı alınan önlemler varken, "mücbir sebep" denilerek söz konusu ücretlerin ödenmemesine yönelik tek bir adım dahi atılmaması dikkat çekiyor. 

Soygun çığrından çıktı: Sadece kur farkından 143 milyar lira

Osmangazi, Yavuz Sultan Selim köprüleri ve otoyollar için Hazine'nin kasasından 2020 için 7 milyar 876 milyon 980 bin lira çıktı.

Bu soygun 2021'de katlanarak devam edecek. Öngörülen ödeme 14 milyar 49 milyon lirayken, bu miktarın da salgın nedeniyle katlanması mümkün.

CHP'li vekil Deniz Yavuzyılmaz, bu rakamın 2022'de 16 milyar 901 milyon lira ve 2023 için ise 17 milyar 395 milyon lira olacağının öngörüldüğünü söylemişti.

TBMM KİT Komisyonu Üyesi Deniz Yavuzyılmaz, otoyol, köprü ve tüneller için 2014 yılından bu yana Hazine'nin sadece döviz kuru artışı nedeniyle işletmeci firmalara 143 milyar lira ödediği dile getirdi. 

Sadece kur farkı bile "devletin cebinden kuruş çıkmayacak" diyen AKP iktidarının halkın kaynaklarını nasıl kullandığının kısa bir özetini sunuyor.

Akıllardaki sorunun cevabı: Korkuyorlar...

Peki, salgın gibi geçerli bir sebep varken, sözleşmedeki maddelere "mücbir sebep" gerekçesiyle itiraz edilebilecekken bu adım neden atılmıyor?

Sözcü yazarı Nedim Türkmen, köprü ve otoyollar için taahhüt edilen garanti ödemelerinin ertelenememesinin nedeninin, sözleşmede Türkiye hukuku yerine Londra hukukunun kullanılması olduğunu yazmıştı.

Konuya ilişkin soL'a yaptığı değerlendirmede uluslarası hukuk mercilerine neden başvuru yapılmadığını değerlendiren emekli Sayıştay denetçisi ve soL yazarı Kadir Sev, "sözleşmelerde halkın bilmesini istemedikleri düzenlemelerin ortaya çıkmasından korkuyor" demişti.

Sev, "KOİ uyuşmazlıklarında Türk Hukuku uygulanmıyor. Sözleşmelerinde uluslararası tahkim kuruluna başvurularak çözümleneceği yazıyor çünkü. Türk hukuku/yargısı uygulansa 'aşırı uygulama güçlüğü' gerekçe gösterilip sözleşmenin yeni duruma uyarlanması istenebilecekti" derken, şu değerlendirmeyi yapmıştı:

Uluslararası tahkime başvurulmasının önünde bir engel yok.

Taraflardan birinin hata, kusur ya da ihmalinden kaynaklanmayan bir nedenle sözleşme koşullarının yerine getirilebilmesi olanağı kalmamış. Büyük bir olasılıkla bu istek kabul görecektir. Kabul edilmeyeceği düşünülüyorsa bile denemeye değmez mi?

Ama başvurmuyorlar. Bunun tek bir nedeni olabilir: Sözleşmelerde halkın bilmesini istemedikleri düzenlemelerin ortaya çıkmasından korkuyorlardır.

3)Virüse rağmen garanti ödeme-(SOL)-04.05.2020

Koronavirüsüne bağlı mücbir sebep nedeniyle sözleşmelerin feshedilmesi ya da ödemelerin ertelenmesi tartışılıyordu. Ancak, Avrasya Tüneli, Osmangazi ve Yavuz Sultan Selim köprülerinin garanti ödemeleri eksiksiz yapıldı.

Koronavirüsü salgını nedeniyle, ekonominin çarkları durmuş, milyonlarca kişi işsiz kalmış, kısa çalışma ödeneği, esnaf destekleme kredileri dahi henüz tam olarak ödenememişken, garantici müteahhitlerin parası geciktirilmedi.

Sözcü'den Yusuf Demir'in haberine göre, Karayolları Genel Müdürlüğü, “Yap-İşlet-Devret” modeliyle yaptırılan Avrasya Tüneli, İstanbul-İzmir ve Kuzey Marmara otoyolları, Yavuz Sultan Selim ve Osmangazi köprüleri 2019 yılı garanti tutarlarının kalanını 30 Nisan itibarıyla tamamen ödedi. Şirketlere ne kadar ödeme yapıldığı resmi olarak açıklanmadı.

Garanti ödemeleri, sözleşme gereği ilgili yılın 2 Ocak dolar kuru üzerinden hesaplanıyor ve izleyen yılın nisan ayında yapılıyordu. Geçen yıl yapılan düzenleme ile 2 Ocak ve 1 Temmuz'daki dolar kuru üzerinden yılda iki ödeme yapılmaya başlandı.

Sadece 3. Köprüye 3 milyar 

Geçen yılın ilk yarısında sadece Yavuz Sultan Selim Köprüsü için iş yapan konsorsiyuma Hazine'den 1 milyar 450 milyon lira ödenmişti. Yılın ikinci yarısı için ödenecek tutarın 1 milyar 650 milyon lira olarak hesaplandığı belirtiliyor.

Bu ödemeyle şirkete, vatandaşın cebinden 1 yıl için ödenen para 3 milyar 50 milyon lirayı buldu. Garanti ödemelerinin dolara endeksli hesaplanmasından dolayı, bu köprü ve yolları hiç kullanmayan vatandaşın vergileriyle devlet müteahhitlere 2018 yılı için  2 Ocak 2018'deki dolar kuru (1 Dolar=3.76 TL) üzerinden 3 milyar 650 milyon TL ödeme yapmıştı.

8.3 Milyar TL ayrıldı

Cumhurbaşkanlığı 2020 Yıllık Programı'na göre, Ulaştırma Bakanlığı'nın Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) projelerinde şirketlere verilen garantiler için 8.3 milyar lira ödenek ayrıldı. Bu tutara köprü, tünel ve otoyolların yanında çok sayıda havalimanı ve tren garı ödemeleri de bulunuyor. İstanbul Havalimanı ise bu hesaplamanın dışında tutuluyor.

CHP erteleme istemişti

CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, koronavirüsü salgını sürecinde “mücbir sebep” gerekçesiyle kira, vergi, sigorta primi ve kredi ödemelerinde ertelemelerin yapıldığını vurgulanmıştı.

Özel, “Koronavirüsü salgını nedeniyle halka yardım yapmak için kaynak bulmanın neredeyse olanaksız hale geldiği bu dönemde, devlet salgının ekonomiye ve kamu gelirlerine olan olumsuz etkisini mücbir sebep göstererek şirketlere yaptığı Kamu Özel İşbirliği projeleri kapsamındaki garanti ödemelerini ertelemelidir” önerisinde bulunmuştu.

4) AKP garanti ödemeli sözleşmeleri neden saklıyor? 'Kapitülasyonları anımsatıyor' - SOL - Kadir Sev - 07/05/2020

'Uluslararası tahkime başvurulmasının önünde bir engel yok. Ama başvurmuyorlar. Bunun tek bir nedeni olabilir: sözleşmelerde halkın bilmesini istemedikleri düzenlemelerin ortaya çıkmasından korkuyorlardır.'

Kamu-Özel İşbirliği (KOİ) sözleşmeleri ticari sır gerekçesiyle gizleniyor. Bu yüzden de ne gibi yükümlülükler altına sokulduğumuzu öğrenemiyoruz.

AKP kadrolarının, bütçeden bir kuruş harcamadan hizmet götürüyoruz diye övdükleri yöntem kapitülasyonları anımsatıyor. Yatırım sırasında bütçeden para çıkmıyor ama bittikten sonra soygun başlıyor.

Soygunun boyutlarını hesaplarken Hazine garantisine takılıp kalmayalım. Hesaba, hizmetten yararlananların ödediği ücretleri katmazsak eksik kalır.

'Bu yıl 400 milyon ve bu 25 yıl boyunca sürecek'

Avrasya tünelinden bir örnek verelim. Şirket, yapımına 1 milyar 245 milyon Dolar harcamış. Araç başına tek yönlü 4,5 Dolar +%8 KDV ödeniyor. Eğer Dolar 7 TL’de kalmışsa, Temmuz ayından sonra geçenler yaklaşık 40 lira ödeyecek. Yılda 25 milyon 125 bin araç garantisi verilmiş. Daha az olursa Hazineden ödenecek. Üç yılda Hazineden 470 milyon lira ödenmiş. Seyahat kısıtlaması nedeniyle bu yıl en az 400 milyon lira ödeneceği hesaplanıyor. Ve bu 25 yıl sürecek…

Türk hukuku uygulanamıyor çünkü...

KOİ uyuşmazlıklarında Türk Hukuku uygulanmıyor. Sözleşmelerinde uluslararası tahkim kuruluna başvurularak çözümleneceği yazıyor çünkü. Türk hukuku/yargısı uygulansa “aşırı uygulama güçlüğü” gerekçe gösterilip sözleşmenin yeni duruma uyarlanması istenebilecekti.

Uluslararası tahkime başvurulmasının önünde bir engel yok.

Taraflardan birinin hata, kusur ya da ihmalinden kaynaklanmayan bir nedenle sözleşme koşullarının yerine getirilebilmesi olanağı kalmamış. Büyük bir olasılıkla bu istek kabul görecektir. Kabul edilmeyeceği düşünülüyorsa bile denemeye değmez mi?

Ama başvurmuyorlar. Bunun tek bir nedeni olabilir: sözleşmelerde halkın bilmesini istemedikleri düzenlemelerin ortaya çıkmasından korkuyorlardır.

5)‘Garanti ödemeleri ertelenemiyor, çünkü Türk değil Londra hukuku geçerli’ - SOL - 04/05/2020

Sözcü yazarı Nedim Türkmen, köprü ve otoyollar için taahhüt edilen garanti ödemelerinin ertelenememesinin nedeninin, sözleşmede Türkiye hukuku yerine Londra hukukunun kullanılması olduğunu yazdı.

Sözcü yazarı Nedim Türkmen’in, “Müteahhitlere fahiş geçiş garantileri ödenecek… Araç garantisinin yolu Londra’ya düştü” başlıklı yazısı şöyle:

Koronavirüs salgını ile geçiş garantisi verilen köprüler, otoyollar boş kaldı. Kamu-Özel İşbirliği kapsamında yapılan sözleşmeler uyuşmazlık durumunda Londra Tahkim Mahkemesi'ni adres gösteriyor.

Bilindiği üzere, Yavuz Sultan Selim ve Osmangazi köprüleri ile Avrasya Tüneli Yap-İşlet-Devret modeli ile geçiş garantisi verilerek, müteahhit firmalara yaptırılmıştır. Yap-İşlet-Devret modelli projelerde; müteahhit firmalara günlük ya da yıllık olmak üzere, araç geçiş taahhüdü verilmiştir. Sözleşme bedelleri dolara endekslenmiş olup, 2020 yılına kadar da taahhüt edilen araç geçiş sayısı sağlanamadığından müteahhit firmalara yüksek tutarda garanti ödemesi yapılmıştır. Covid-19 salgını ve alınan tedbirler kapsamında; hayat durma noktasına gelmiş, karayolu trafiği büyük oranda azalmıştır. Bu itibarla; salgın öncesi dönemde dahi taahhüt edilen araç geçiş sayışının karşılanamadığı düşünüldüğünde, bu yıl müteahhit firmalara fahiş tutarda garanti ödemesi yapılacağı açıktır.

Kanun var ama....

Yap-İşlet-Devret uygulama sözleşmeleri ile ilgili Türk hukuku uygulanabilse idi; tam bu durumu düzenleyen Türk Borçlar Kanunu'nun 138. maddesi konuyu çözüme kavuşturacaktı. Yani, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı “aşırı ifa güçlüğü” hali kapsamında uyarlanma talebinde bulunacak ve bütün dünyayı etkisi altında bırakan Covid-19 salgınının taraflarca öngörülmesi beklenemeyecek ve şartları bir taraf aleyhine dürüstlük kuralına aykırı düşecek derecede etkileyen olağanüstü bir hal olduğunu izah etmekte zorluk çekmeyecekti.

Yukarıda bahsettiğimiz araç geçiş garantili Yap-İşlet-Devret uygulama sözleşmelerinin ve Kamu-Özel İşbirliği sözleşmelerinin “ticari sır” kapsamına alınarak, kamuoyundan gizlenmesine rağmen; bu sözleşmelerde uyuşmazlık halinde İngiliz yasaları ve Londra Tahkim Kurulu'nun yetkili kılındığını dolayısıyla Türk kanunlarının uygulanamadığını satır aralarından çıkardığımıza göre, şimdi ne olacak?

Anglo-Saxon hukukunda; meteoroloji, savaş, politika gibi sebepler, hardship (umulmayan hal) teşkil eden hal ve şartlardan sayılır. Buna göre; “Anglo-Saxon'' tipi mücbir sebebin meydana gelmesi nedeniyle, taraflardan biri akdi vecibesini kısmen veya tamamen yerine getiremezse, bu taraf diğer tarafa yazılı olarak makul sürede mücbir sebebi bildirecek ve bu mücbir sebep esnasında o tarafın vecibesi askıya alınacaktır. Mücbir sebep 6 (altı) aydan daha uzun sürerse, yazılı bir bildirimle taraflardan biri sözleşmeyi feshetme hakkına sahiptir. Fesih tarihine kadar yapılan işin bedeli ödenir. Buna alt müteahhitlerin sözleşmelerini feshetmek için, yapılan masraflarla işyerini kapatmak için yapılan masraflar ilave edilir.

Anglo-Saxon hukuk sisteminde (Common Law) “mücbir sebep'' iddialarında atıf yapılan mevhum, Doctrine of Frustration'dır. Burada da Frustration iddiasının ileri sürülebilmesi için aranan şartlar şöyledir:

– Frustration(beklenmeyen hal) iddiasına yol açan olayın tarafların hata, kusur veya ihmalinden kaynaklanmaması gerekir.

– Olayın sözleşmenin yapılmasından sonra ortaya çıkması ve ayrıca sözleşmenin yapıldığı tarihte taraflarca öngörülemiyor olması gerekir.

– Frustration'ın sözleşmedeki şartların yerine getirilmesini imkansız hale getirmesi veya şartları çok ciddi veya vahim şekilde değiştirmesi gerekir.

İngiliz sicimi boynumuzda 

Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, salgın ile mücadele ettiğimiz ve vatandaşların devlet desteğine her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğu bu günlerde, Hazine'nin gereksiz ve fahiş tutarda müteahhit şirketlere yapacağı ödemeleri ödemeyip, vatandaşa destek amacıyla kullanmasının önü açmak için neden hâlâ Londra Tahkim Kuruluna başvurmamıştır? Her halde, tahkimden lehimize karar çıkmayacağına inanıyorlar. Ben başvuru yapılmamasını, böyle bir tahkime başvuru durumunda; sözleşmelerin bütün şartlarının, sözleşmelerde iktisadi, ticari ve teknik icaplara uymayan hükümlerin ve basiretsiz kamu yöneticiliği örneklerinin ortaya saçılmasından korkulmasına bağlıyorum.

Müteahhitler vazgeçer mi?

Covid-19 pandemisi sebebiyle araç geçiş sayısının yüksek oranda azaldığı şu durumda, sözleşmenin değişen şartlara göre uyarlanması için; Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı'nın harekete geçmeyerek, borçlu olduğu halde “Alacaklı firmalardan talep gelmedi, sadece yüklenici firma mücbir sebep için başvurabilir'' şeklinde açıklama yapmasını, ben boynumuza takılan İngiliz sicimine bağlıyorum. Ödeme yükümlülüğü devlette iken, müteahhitler “tahkim” şartı taşıyan sözleşmeleri varken, neden kazançlarından vazgeçsinler?

Yazımı iki soru ile bitirmek istiyorum:

1) Bu tür sözleşmelerde uyuşmazlıkların çözümünde neden yabancı bir hukuka göre uyuşmazlığın çözülmesine ihtiyaç duyulmuştur?

2) Bu köprü ve tünellerin depreme karşı sigortası var mı, varsa hangi bedel üzerinden sigorta ettirildi?

SOL



Kanal İstanbul’da gizlenen gerçeği kaptanlar ortaya çıkarttı. Kimse bu bilinsin- Derleyen: Erman Çimen / Yeniçağ

 Son günlerde gündemden düşmeyen Kanal İstanbul projesiyle ilgili olarak denizcilerden dikkat çeken uyarılar geldi. Kanalın planlanan derinliğinin büyük tankerlerin geçişi için yeterli olmayacağını belirten gemi kaptanları, kanaldaki yüksek akıntı hızı nedeniyle de gemileri kontrol etmenin çok zor olacağını belirtiyor…

Kanal İstanbul Projesinin resmi internet sitesindeki verilere göre kanalın genişliği minimum 275 metre, derinliği 20,75 metre, uzunluğu yaklaşık 45 km olarak açıklandı. 

Tecrübeli denizciler ise bu duruma karşı ardı ardına açıklama yaptılar ancak kimse onların açıklamalarını ön plana çıkarmadı ve tartışmadı. 

Oysa, projede planlanan bu derinlik, büyük tankerlerin geçişi için yeterli değildi ve kanal içinde oluşacak akıntının yüksek hızı nedeniyle de gemileri kontrol etmenin çok zor olacağıydı. Çünkü böyle bir durumda hiçbir gemi “Dümen dinlemezdi”…

Özellikle uzun yol kaptanları İstanbul Boğazı’nda var olan ve Karadeniz’den Marmara’ya doğru olan yüzey akıntısının hızının -mutedil günlerde- genelde 3-4 knot (3-4 deniz mili), kuvvetli poyraz ve kuzeyli esen fırtınalar 7-8 knota kadar çıktığını belirttiler. Bu akıntı hızı ise dar olan İstanbul Kanalı’nda ise su akıntısının yaklaşık 10 knot’lık bir debiye çıkacağı için hiçbir gemi kaptanı bu süratle aşağı doğru inmek istemeyeceğinin altını çizdiler. Bu şartlarda kanaldan Karadeniz’den Marmara’ya doğru inen tankerlerin suyun nehir gibi akması nedeniyle “Dümen dinlemeyeceği” ve acil bir durumda geminin demir atması durumunda da kanalın beton olması nedeniyle gemilerinin hiçbirinin demir taraması yapacağı yani “Demir dinlemeyeceğini” açıkladılar.

 
Usta Kaptanlar ayrıca, İstanbul Boğazı’ndan geçen ve draftı (gemi draftı – Bir geminin suyun altındaki kalan kısmı) 35 metre olan ULCC, 28 metre draftı olan VLCC’ ve 23 metre draftı olan Suezmax sınıfı büyük tankerlerin 20-25 metrelik derinlikteki kanaldan geçmesinin ve manevra yapmalarının çok zor olduğunu ve dümen kilitlenmesi durumda da zemini beton olan kanalda gemilerin demir tutturamayacağına özellikle altını çizdiler…

Bu durumda ise, Kanal İstanbul’un savunucularının en büyük savı olan İstanbul Boğazı’nın güvenliği için gemi trafiğinin Kanal İstanbul’a kaydırılacağı iddiası da gerçeklik payı taşımadığı ortaya çıktı. Böylece Kanal İstanbul’un, olsa olsa zenginler için yaratılmış bir mahallenin içinden geçen kanalda gezinti yapan küçük tekneler için geçiş yolu olacağı belli oluyor. 

Bu durumu ilk olarak Habertürk yazarı Fatih Altaylı 2019 yılındaki yazısında Kanal İstanbul projesiyle ilgili olarak uzun yol kaptanlarıyla konuşmuş kaptanlar görüşlerini şu maddelerle aktarmıştı:

DERİNLİK ÇOK YETERSİZ: TANKERLER GEÇEMEZ

“Kanalın 25 metrelik derinliği çok yetersiz. Bugün tanker sınıfları kıyı tankerleri hariç minimum 20 metre su kesimine sahip. Daha net söylemek gerekirse en büyük tanker sınıfı olan ULCC’lerin draftı 35 metre, VLCC’lerin draftı 28 metre, Suezmax’ların 23 metre. Bugün petrol taşımacılığının büyük bölümü bu tankerlerle yapılıyor. Boğaz’da tehlike yaratacak büyüklükte olan tankerler bunlar ve 25 metrelik derinlikteki bir kanaldan bu tankerler geçemez. Herhalde bu kanalı kum taşıyan kosterler için yapmayacaklar.

GEMİLERİN MANEVRA YAPMASI ÇOK ZOR

Kanal Karadeniz suyunu Marmara’ya taşıyacak. Yani kanaldaki su az tuzlu Karadeniz suyu olacak. Bu suyun kaldırma kapasitesi daha düşük olduğu için, 25 metrelik derinlik iyiden iyiye az gelecek. Çünkü bu suda gemiler daha fazla suya gömülür.

Bu tankerlerin boyları 245 metre ile 415 metre arasında değişiyor. Kanalda tek bir tanker arıza yapsa veya kaza yapsa, kıyıya çarpsa 200 metre genişlikteki kanal tıkanır. Bu kadar dar bir kanalda tankerlerin manevra yapması çok ama çok zor olur.

AKINTI HIZI DA ÇOK YÜKSEK

İstanbul Boğazı’nda Karadeniz’den Marmara’ya doğru olan yüzey akıntısının hızı genelde 3-4 knot civarındadır. Yer yer daha hızlanır, yer yer yavaşlar ve ters döner. Kuvvetli poyraz fırtınalarında 7-8 knota kadar çıkar. Bu yüzden kaptanlar Karadeniz’den Marmara’ya doğru olan gidişi sevmezler. Bu akıntı hızı gemiyi rotada tutmayı zorlaştırır. Bir anlamda yokuş aşağı gidiştir ve geminin kontrolü zordur. Kanalda ise akıntı hızı Karadeniz’den Marmara’ya doğru yaklaşık 10 knot olacak. Hiçbir gemi kaptanı bu süratle aşağı doğru inmek istemez. Akılalmaz derecede zor bir seyirdir. Gemiyi kontrol altında tutamazsınız. Bunu engellemek için kıyıdan gemileri bağlayarak aşağı doğru indirmeniz gerekir. Bu durumda dolu gemiler bu yolu kullanmayacak, Boğaz’ı tercih edecektir. Yani tehlike arz eden gemiler yine İstanbul’un içinden geçecektir. Şu anda Boğaz’ı geçmek için bekleme süresi çok uzun değil. 24 saati aşan pek yok. Çok büyük gemiler için hava koşulları uygun olmadığı zaman bekleme oluyor ama bu da genelde 3-4 günü aşmıyor.”

KAYITSIZ III adlı teknesiyle 2006-2009 yılları arasında hiçbir elektronik seyir aleti kullanmadan tek başına dünya turu yapan ve Türk bayrağını okyanuslarda dalgalandıran İzmirli denizci Özkan Gülkaynak da sosyal medyada yaptığı açıklamada zemini beton olan kanala gemilerin demir tutturamayacağına dikkat çekerek şunları söyledi:

“BETON ZEMİNE GEMİLER NASIL DEMİR ATACAK?”

“Eğer Kanal İstanbul bahsedildiği gibi yapılırsa burada oluşacak akıntı bazı koşullarda 10 knts bulacaktır. Bu devasa akıntı içinde boyu 250 metre olan bir tankerin dümen dinlemesi için en az 5 mil hızla güneye doğru gittiği düşünelim. En küçük bir hatada toplam 15 mille genişliği 250 metre olan bir kanalda kazasız belasız gemi trafiği nasıl düzenlenecektir? Bir sorun olduğunda zemini beton olan kanala nasıl demir tutturulacaktır? 10 metrelik bir tekne bile tam yol tornistan vurulduğunda bile birkaç tekne boyu gittikten sonra ancak durabilmektedir. Binlerce tonluk tanker zaten tam yol tornistan vuramaz şaft dahi tüm ekipman zarar görür, vursa bile akıntısız ortamda bile binlerce metre duramaz.”

“HİÇBİR GEMİ BOĞAZI BIRAKIP BİR BAŞKA KANALDAN SEYİR YAPMAZ”

Çanakkale Deniz Savaşları’nın sembollerinden biri olarak yakın tarihimize damga vuran Nusret mayın gemisi komutanı İsmail hakkı Bey’in 2. Kuşak torunu Kaptan Cihat Gündoğdu da sosyal medyadaki paylaşımında kanalın alternatif olarak düşünülme nedeni olarak gösterilen Karadeniz de gemilerin 1 hafta demirde beklediği ve yoğunluğun aşırı fazla olduğu yolundaki yorumların yanlış olduğunu belirterek şunları söyledi:

Projeyi savunanlar izlediğim kadarıyla Karadeniz de gemilerin 1 hafta demirde beklediğini yoğunluğun aşırı fazla olduğunu ifade ediyor. Öncelikle buna cevap verelim. Bu kuyruklu yalan.

Zira Boğazlarda Kuzeyli ve Güneyli trafik kısıtlı görüş şartları haricinde açık. İstanbul boğazında istisnai durumlar haricinde yalnızca tek yönlü geçiş sağlanıyor. Güneyden Kuzeye çıkışta Sektör Kadıköy’e, Kuzeyden Güneye inişte Sektör Türkeli’ye girişe 2 saat mesafede iken bilgi verilir.

Boğaz giriş saati verilir. Ona göre sürat ayarlanır. Drift’te beklenir. Ya da demirlenir. Bekleme süresi geminin seyre engel bir arızası yoksa maksimum 12 saattir. Bu süreye kısıtlı görüş şartları dahil değil… ( Kısıtlı görüş: Görüşün 2 Deniz milinin altına düşmesi…) Ayrıca gemilerin transit geçiş için bekleme süresi 48 saat ten 7 güne çıkarılmış. Bu demek oluyor ki transitin bozulma tehlikesi de yok.

Ek olarak Montrö gereği kılavuz zorunluluğu yok. Gemiler istediği takdirde kılavuz alıyor. Bu sebeple hiçbir gemi kılavuz zorunluluğu olmayan bekleme sıkıntısı yaşamadığı bir su yolunu bırakıp bir başka kanaldan seyir yapmaz.

Karadeniz de seyir yapanlar bilir. Kuzeyli rüzgarları boğaz girişinde ekseriyetle mevcuttur. Açılacak herhangi bir kanal sürekli bu rüzgarın etkisi ile dolacaktır.Bu da sürekli bir dip taraması ve derinlik için mesaha gerektirir. İleri ki yıllarda öngörülebilecek bir yoğunluk bile gayri ciddidir.

“SÜVEYŞ KANALI İLE KARŞILAŞTIRMAK GÜLÜNÇ”

Zira bu gözler Karadeniz in en büyük limanları olan Rusya’nın Novaroski ve Romanya’nın Köstence limanlarının 3 te 1 dolulukta olduğunu gördü… Navlun fiyatlarının düşüklüğü sektöre büyük darbe vurdu. Bırakın yoğunluğun artmasını Türk armatör bile daha az maliyeti olması sebebi ile Filipinli personel istihdam etmeye başladı…

Son olarak bu projeyi Süveyş kanalı ile aynı kefeye koyanlar var. Onlara da gülüyorum. Zira söz konusu kanal Kızıldeniz ile Akdenizi birbirine bağlıyor. İkinci bir alternatif yok. Bu kanalı kullanmadan bir gemi aylar süren seyir sonucunda Kızıldeniz, Arap denizi ve Hint Okyanusuna ulaşıyor…

“BU ÜLKENİN SIRTINA YÜK OLMAKTAN BAŞKA İŞE YARAMAZ”

Bu kanal yakın tarihte genişletildi. Sırf genişletmek bile 5 milyar dolara mâl oldu. Kanalın yıllık getirisi bu masrafı karşılıyor. Kanal İstanbul bu ülkenin sırtına yük olmaktan başka bir işe yaramaz. Yapılabilirliğini mümkün görmüyorum. Amerika’nın eline bir şeker verip Rusya’yı örtülü olarak hizaya sokma anlamı taşıyor.”

Derleyen: Erman Çimen / Yeniçağ