5 Mart 2021 Cuma

Elli yıl geçmiş - Mesut Odman / SOL

 O gün sabahın köründe, gün ağarmadan demek daha doğru, üniversite yerleşkesi silahlı güçlerce basılmış, o sıralar 6 bloktan ibaret öğrenci yurtları kuşatılmıştı.


Az buz değil. Zaman birimini değiştirip yarım yüzyıl ya da yarım asır da diyebiliriz. 

Hayır, herkesi etkilemiş, dolayısıyla aşağı yukarı herkesçe bilinen, bir hafta sonraki günden söz etmiyorum. Sözünü edeceğim, 5 Mart 1971’dir. O tarihte ODTÜ’de öğrenci, öğretim üyesi, emekçi olarak bulunanlar ile en azından onların yakınlarının unutamadıkları bir gündür bu. Sözünü edeceğim derken anlatmak istediğim ise sadece yaşadıklarımdan belleğimde kalanların bir bölümünü aktarmak. Politik değerlendirmelere olabildiğince girmemeye çalışarak…

O gün sabahın köründe, gün ağarmadan demek daha doğru, üniversite yerleşkesi silahlı güçlerce basılmış, o sıralar 6 bloktan ibaret öğrenci yurtları kuşatılmıştı. Silahlı güçler dediğim, herhangi bir paramiliter güç falan değil, basbayağı devletin kolluk kuvvetleri. Ankara İl Jandarma Alayına ve Nevşehir Jandarma Komando Taburuna bağlı askerlerle Ankara Toplum Polisinin elemanlarından oluşan çok kalabalık bir topluluğun görevlendirilmiş olduğu, daha sonra yazılıp çizildi, kitaplara geçti. Başbakan, o koltuktaki son birkaç günü yaşadığını bilmeyen Süleyman Demirel idi ve sonradan öğrendiğimiz baskın gerekçesi, iki gün önce geceyarısı o sıralarda yeni kurulmuş sayılabilecek THKO militanları tarafından Ankara yakınlarındaki NATO üssünden kaçırılmış 4 Amerikan askerinin bu yurtlarda tutulduğuna ilişkin bilgiler alınmış olmasıydı.

Rektör Erdal İnönü ile öğrenci birliği başkanı ve öğrencilerden birkaç temsilci alay komutanı ile görüşmüşler, üniversite yerleşkesinde ne kaçırılmış asker ne de silah depoları bulunduğunu söyleyerek bazı önerilerde bulunmuşlardı. Ama komutanın “Devlet pazarlık yapmaz!” yanıtı ile karşılaşmışlardı.  

Eski masal yahut söylence anlatımlarına benzeterek “Mübalağa cenk olundu!” desem, abartının dozu kaçmış olur ve gerçekçiliğin çok uzağına düşeriz. Nedeni besbelli: Taraflar arasında güç dengesizliği biraz önceki anlatımlarımızdan ortaya çıkmış olmalı. Ayrıca, çatışma sonrasındaki aramalarda altı üstü üç beş tabanca ele geçirilmişti öğrenciler tarafında. 

Ben altı yurdun en son açılan altıncısında kalıyordum. Dolayısıyla, olup biteni anlatabilecek durumdayım. Ama başka bir görgü tanığına başvursam daha iyi olabilir. O sıralarda üniversitenin inşaat mühendisliği bölümünde öğrenci olan ve yurtta kalan, sonraki yılların tanınmış romancılarından Mehmet Eroğlu yazmıştı, bazı satırlarını aktarıyorum: “(…) Askerler, araçlarından inmiş, sürünerek yurtları kuşatıyorlardı. Ateş açmalarına kadar seyrettik askerleri. (…) Aynı anda art arda üç ses duyduk. İnce bir tık, güçlü bir tok ve tiz, madeni bir ses. Bir mermi pencereden camı dağıtmadan girmiş, koridorla odaları ayıran duvarı delip, odadaki ranzanın madeni köşebentini yarmıştı. Saçlarımız diken diken kendimizi yere attık. (…) Herhangi bir yönden gelen kurşunun önünde , yaklaşık 40-45 cm tuğla duvar vardı, ama bu kalınlık makinalı tüfek kurşunlarına vız geliyordu. Nasıl oldu da ölmedik halâ şaşarım. (…) Saçılan ateş o kadar şiddetliydi ki yurtların cephelerindeki betonarme perdenin ardındaki kalorifer boruları mermi isabetiyle parçalanmış ve ortalığı sise benze bir bulut kaplamıştı. (…) Sonra ateş altında insanların kolay kolay ölmediğini de acı bir deneyle öğrendik. Yakılan onbinlerce mermiye rağmen sadece bir kişi öldü.” 

Aslında daha sonra bir jandarma eri ile yerleşkeye yakın MTA’nın olanlara seyir bakan bir personelinin de kaza kurşunuyla öldüğü açıklanmıştı, ama Eroğlu’nun sözünü ettiği Şener Erdal adında Sivaslı bir öğrenciydi. Şener bizim yurdun çatısında vurulmuştu. Haber yayılınca bir tereddüt oluştu; çünkü yaylım ateş devam ediyordu. Ateşin biraz hafiflemesiyle birlikte birkaç kişi her zaman kullanılan derme çatma tahta merdivenin yardımıyla çatıya çıktık. Düz bir çatıydı ve benim çakıl taşı sandığım bir malzeme ile kaplıydı. Bizim çocuk biraz ötede sırt üstü yatıyordu. Emekleyerek yanına sokulduk. Başından vurulmuştu. Aşağıdaki odaların birinden getirilmiş battaniyeyi yere serip çocuğu üstüne yatırdık. Sonrasını tam olarak hatırlamıyorum. 

O görüntüden belleğimde kalmış iki ayrıntı var hâlâ: Şener’in başından duman çıkıyordu sanki. Bir de, çakıl taşlarının üstüne dağılmış küçük küçük beden parçalarını ellerimizle toplayıp battaniyenin üstüne koyuyorduk. Sonraki yıllarda o görüntü ne zaman aklıma düşse, en değerli oyuncağı kırılmış ve onarılır umuduyla kırılan parçaları ağlaya ağlaya toplayan çocuklara benzediğimizi düşünmüşümdür. 

Sonunda hepimizi “Devrim” adı daha yeni yazılmış stadyumda, futbol alanının ortasında topladılar. Silahlı askerler çevremizi sarmıştı. Derken, alanın dışında, yeni kullanıma açılmış kapalı spor salonuna doğru iki sıra dizilmiş siyasi şube görevlilerinin arasından geçirirken aramızdan tanıyabildiklerini seçip ayırarak kalanları salona doldurdular. Orada ertesi sabaha kadar tutulduğumuzu hatırlıyorum. Bir de şunu: Stadyumdaki görüntümüzü hep daha sonraki yıllarda seyrettiğim filmlerdekine benzetmişimdir. Özellikle de Costa Gavras’ın 1982’de Cannes Festivalinde Yılmaz Güney’in “Yol” filmiyle büyük ödülü paylaştığı ve Şili’deki kanlı darbe sonrasında gazeteci oğlunu arayan bir Amerikalının öyküsünü anlatan “Kayıp” filminde seyrettiklerime. O dönem, başta Latin Amerika’dakiler olmak üzere çeşitli yerlerdeki ABD kökenli ya da destekli operasyonların ortak özellikleri arasına stadyumların bu tür kullanımına ilişkin görüntüleri de katmak çok mu saçma olur, bilmem.

***

En sonunda serbest bırakıldık ve yurtlardaki odalarımıza dönebildik. Benim kayıplarım arasında dolabımdaki çeşitli “muzır neşriyat” vardı; belki de bu deyimi kullanmamak gerekir, çünkü resmi jargona girmesi daha sonradır. Ders kitaplarım falan yerinde duruyordu. Buna karşılık, şiirlerimi yazdığım defter de öteki zararlı yayınlar arasında götürülmüştü. Benzer bir durum yaklaşık 10 yıl kadar sonra, bir sonraki askeri darbe sırasında da başıma geldi. Bu kez evli barklı bir adamdım ve evimde “karakol kuran” kolluk güçleri ekibi bir 10 yıllık ürünümü daha alıp götürdüler. Ne var bunda, güvenlik işleriyle görevli yurttaşlarımızın şiire düşkün olmaları kötü bi şey mi, denebilir. Kötü değil ama, onlar tek kopyaydı haliyle, öyle bir şiir düşkünlüğünün edebiyatımıza neye mal olduğunu düşünememeleri nasıl bağışlanabilir!

Yeniden 5 Mart’a dönelim. Gerçi artık 5 Mart’ı geride bırakmış durumdayız, üniversite kapatılmış, ardından “süresiz kapatma” kararı ve yurtta kalanların da kapı dışarı edilmesi gelecek. Kuşkusuz, yapılan bütün aramalarda ne silah depoları bulunabildi, ne kaçırılan askerler, ne başka kaçaklar. Zaten, kaçırılan Amerikalı askerler serbest bırakılarak 8 Mart geceyarısına doğru Kavaklıdere semtindeki evlerine dönmüşlerdi. 

Birkaç gün daha geçti. 1970 yılı Ekim ayının son üç gününde IV. Büyük Kongresi’ni yaparak genel başkanlığa Behice Hanım’ı getiren Türkiye İşçi Partisi’nin genel merkez binasının altında buluşma, bekleme ve avarelik yeri olarak kullandığımız bir kıraathane vardı. Günlerden 12 Mart, vakitlerden öğle idi. Türkiye radyolarının ortak haberlerinden genelkurmay başkanı ile 4 kuvvet komutanının bir muhtıra verdiklerini, düzenin işlerinin böyle gitmeyeceğini ve yeni bir hükümet kurulmasını bildirdiklerini öğrendik. Demirel daha o zaman ün kazanmış, ileriki zamanlarda da kaptırmamak için ne mücadeleler verdiği şapkasını alıp gitti; siyasi muarızlarınca hep öyle yapmakla eleştirilirdi. Yerine anlı şanlı bir hukuk profesörü geldi, kendi deyişleriyle “özgürlüklerin üstüne bir şal örtüldü.”

O sırada değil elbette, epey sonraki aklımızla, bunun 1970 yılının 15-16 Haziran günlerinde gücünü fark eden ve açıkça gösteren Türkiye işçi sınıfına, düzenin sadece 9 aylık gecikmeyle verdiği bir yanıt olduğunu değerlendirebildik.

***

İki yılı aşkın bir süre sonra, 11 Eylül 1973’te bizden çok uzak bir ülkede, Şili’de, yine ABD ile içli dışlı bir generaller çetesi tarafından darbe yapıldı. Komünistlerle birlikte davranarak halkın oylarıyla seçilmiş cumhurbaşkanı sosyalist Allende’nin, çok gecikmiş de olsa direnirken, başında miğferi omzunda tüfeği ile fotoğraflarını gördük en son. “Benim şairlerim”den biri olan Ülkü Tamer’in, 1973’ün sonlarına doğru olabilir, “Allende için” başlığını taşıyan bir şiiri yayımlanmıştı. 

Buraya aktaracağım da, hep merak etmişimdir, acaba Demirel bu şiirin son iki dizesini çıkarıp atması karşılığında kimselere kaptırmamak için kahramanca çaba gösterdiği şapkasını ona vermeyi önermiş olabilir mi? Keşke bu soru Ülkü Tamer’e sağlığında sorulmuş olsaydı…

Öğren bu adları, unutma:
Augusto Pinochet, 
Gustavo Leigh,
Jose Toribino,
Cesar Mendoza. 
Unutma bunların hiçbirini.

Korurlar özgürlüğü, demokrasiyi,
Sonradan bombalayabilmek için.
Yakıt yerine dolar kullanırlar uçaklarında.
Villaları vardır,
Pıhtıdan yapılmış kasalarıdır ülkenin;
Yüzme havuzları vardır,
Gizli bir kambiyo gibi çalışır;
Yurttaş dedikleri kimseler vardır,
Onların acılarından içki damıtırlar,
Onların buğdayından gül yetiştirirler,
Altın kemikler bekler hepsi,
Unutma bunların hiçbirini.

Şapkasını bırakıp olduğu yerde
Onurunu alıp giden Allende’yi unutma.

Mesut Odman / SOL

Hindistan’da Kasım-Şubat çiftçi direnmesi - Korkut Boratav / SOL

 Ulusal sınıf hareketlerinin birbirinden öğreneceği çok şey var. İletişimleri gerekiyor ki sınıf mücadeleleri uluslararası alana taşınabilsin. 

Kasım sonunda Hindistan’da köylü/çiftçi örgütleri “direnme” ilan etti. Sol Haber’de bu direnmenin arka planını aktarmıştım (18 Aralık 2020). 

Direnme sürmektedir. Üç ayı aşan gelişmeleri izlemeye çalıştım; Hindistan’dan meslektaşlarımla haberleştim. Öğrendiklerimi, değerlendirmelerimi okurlarımla paylaşacağım1.

Direnmenin nedeni

Çiftçi direnmesini, Narendra Modi hükümetinin “tarımsal reform” adı altında parlamentodan geçirdiği üç yasa tetikledi. 

Yasaların ortak hedefi, Hindistan tarımını piyasa mekanizmalarına sınırsız açmaktır. Bu “açılım”, bağımsızlık sonrasında Hindistan çiftçisini desteklemek amacıyla geliştirilen tüm kamusal düzenlemelerin etkisiz kılınması ile gerçekleşecektir. 

Önceki düzenlemeler, hükümetin belirlediği taban fiyatları ile ürünlerin alımını sağlayan;  çiftçilerin de temsil edildiği tarım satış birliklerine (“mandi”) dayanmaktaydı. “Reform” yasaları, tarımsal piyasalara ticaret sermayesinin sınırsız girişini sağlayacak; uluslararası şirketleri devreye sokan sözleşmeli tarımı serbestleştirecektir. 

Ana amacın, Hindistan tarımını ticarî ürünlere yönlendirmek; tahıldan uzaklaştırmak olduğu vurgulanıyor. 1960’lı yılların ikinci yarısında Hint tarım üretiminde gerçekleştirilen “yeşil devrim”, yüksek verim artışları sağlamış; Hindistan ilk kez “kendini besleyebilen” bir ülke olmuş; tarihi boyunca yüzleştiği açlık tehdidi hafiflemiştir.  

Neoliberal reform, Hint tarımını uluslararası işbölümüne yönlendirecek; tropikal-ticarî ürünlerin ağırlığını artıracaktır. “Ucuz” tahıl ürünleri, devlet destekleri sayesinde üretim fazlası veren ABD’den, AB’den ithal edilebilecektir (Prabhat Patnaik, Globetrotter, 14 Ocak).

Hint çiftçisi bu “rasyonel” çözümü kavrayamamış; direnmeye kalkmıştır. 

Direnmenin gelişimi

Çiftçi örgütlerinin direnme kararı sonrasında, Punjab ve Haryana eyaletlerinden onbinlerce emekçi ve 1200 traktörlü bir konvoy, Yeni Delhi’ye aktı.  Güvenlik güçleri köylüleri durdurmaya çalıştı; başaramadı. Büyük kalabalık, başkent girişlerinde açık hava kampları oluşturdu; yerleşti. 

Modi, ilk başta çiftçilerle müzakereyi reddetti. Yeni Delhi, yüzbinlere ulaşan katılımlarla kuşatılınca görüşmeleri başlattı. Çiftçi temsilcilerinin ısrarlı talebi, “yasalar tümüyle geri çekilsin” oldu. 

Anayasa Mahkemesi, direnişi tetikleyen üç yasanın uygulanmasını 18 ay boyunca askıya aldı ve dört üyeli bir uzlaşma komisyonu oluşturdu. Komisyonun üç üyesi, sözü geçen yasaları daha önce desteklemiş kişilerden oluşuyordu. Çiftçi örgütleri bu komisyonda yer almayı reddetti.

26 Ocak Hindistan’ın Cumhuriyet Bayramı’dır. Çiftçi örgütleri Yeni Delhi’deki geçit alayına katılmayı talep etti. Kent yönetimi, köylü/çiftçi katılımına belli bir güzergâh ayırdı. Büyük çoğunluk traktörlerle bu güzergâhı izledi. Küçük bir grup, polis bariyerlerini yıkarak geçit alayından ayrıldı; bayrak direğine Sikh cemaatinin flamasını çekti; çatışma çıktı; bir köylü öldü. 

Narendra Modi, “Güney” coğrafyasının (neoliberalizm ile barışık) yeni-faşist iktidarlarını temsil eder. Hindu (“Hindutva”) faşizmi, Brezilya ve Türkiye’deki benzerlerinin “ayna yansıması” gibidir. İktidar partisi BJP’nin milisleri, “havuz medyası” dahil… 

26 Ocak’taki çatışmalar, çiftçi direnmesine saldırı için fırsat görüldü. Türkiye’de sıradanlaşan yöntemler kullanıldı. Modi, ilk işareti verdi: “26 Ocak’ta ulusal bayrağımıza hakaret edilmiştir…” Havuz medyası, BJP trolleri “anarşi, bölücülük, Mao’cu teröristler…” suçlamaları içeren bir kampanya başlattı. Direniş kamplarına BJP destekçisi milisler saldırdı; bazı çadırlar dağıtıldı. 

Hindistan’ın ekim mevsimi yaklaşmaktadır. Çiftçi örgütleri, direnişi sürdürme; diğer eyaletlere de taşıma hazırlıklarına başlamıştır. 

Sınıfsal ayrışmalar…

Aktardığım çalkantıyı, “köylü” veya “çiftçi” direnmesi olarak nitelendirebiliriz. Piyasa için üretim yapan; bir hektar civarındaki kendi toprağını aile emeği ile işleyen 110 milyonluk bir köylü nüfus söz konusudur. 

İşlenen alan büyüdükçe mevsimlik, bazen sürekli ücretli emek kullanan orta/zengin çiftçiler eklenirse toplam 150 milyona ulaşır. Bugünlerde Delhi’yi kuşatanlar, bu köylü/çiftçi emekçilerden oluşuyor. 

“Köylülük”, Hint toplumunun tüm sınıflarına damgasını vurmuştur.  Her yıl en az 500.000 emekçi tarımdan kopmakta; köyleriyle bağlarını da korumaktadır. 120 milyon göçmen işçi vardır; büyük çoğunluğu hâlâ köylüdür. Öyle ki Modi, Mart 2020’de salgına karşı kentleri aniden kapatınca, milyonlarca göçmen işçi, çoğu zaman yürüyerek köylerine döndü; aile mensuplarına sığındı.

Bu sınıf ve katmanların tümü, hatta işçi sınıfı, Hindistan ekonomisinin belirleyici bir öğesi olan tarımsal destekleme politikalarından farklı boyutlarda yararlanmıştır. Marksist iktisatçı  Patnaik, bu nedenle “Modi’nin tarımsal reformu”nu, Hindu faşizmi ile büyük sermayenin tüm halk sınıflarına karşı bir ittifakı olarak nitelendiriyor (IDEAS, 18 Ocak 2021).

Direnişin desteklenmesi

Yeni Delhi’yi kuşatan çiftçi direnişi, yüzbinlere ulaştı; üç ayı aşkın bir sürede bu büyük kalabalığın beslenme, barınma, iletişim sorunları çözülebildi. BBC’ye göre, “direnme alanları, klinikler, cankurtaranlar, mutfaklar, kitaplıklar, hatta kendi gazetesi ile donanmıştır” (13 Ocak 2021). 

26 Ocak çatışmaları sonrasında Delhi yönetimi, elektrik, su, internet bağlantılarını bir süre kesti; kesintiler kısa sürede giderilebildi. 

Bu boyutlarda, üç ayı aşkın, yerleşik bir direnmenin örgütlenmesi, finansmanı nasıl sağlandı? 

Bu soruyu Hindistan’dan meslektaşlarıma yönelttim. Hint toplumuna özgü bir ayrışmanın, sınıfsal etkenlerle bütünleşmesinin oynadığı role işaret ettiler: Hindistan’da 21 milyona ulaşan Sikh cemaatinin yüzde 86’sı direnişin başladığı, odaklandığı Punjab, Haryana ve Yeni Delhi eyaletlerinde yoğunlaşmıştır. Bu cemaatten çiftçiler, direnişin ön saflarında yer almıştır. 

Yeni Delhi kuşatması boyunca, açık hava kamplarının, bu üç eyaletteki Sikh cemaat kurumları tarafından desteklendiği anlaşılıyor. Cemaatin dayanışma kültürü ve bu kurumlar, direnişçilere ayrım yapmadan kapsamlı, kesintisiz kaynak sağlamıştır. Sikh burjuvazisinin finansal katkısı da söz konusudur. 

Bu etkeni aşan sınıfsal dayanışma örnekleri, direnmeyi izleyen gazeteciler, araştırmacılar tarafından aktarılıyor: Direnişçiler ile kamp alanlarına yakın yoksul mahalle sakinleri arasında yakın, sıcak ilişkiler oluşmuştur. Delhi yönetiminin yarattığı altyapı sorunları, “komşu” gençlik örgütleri ve muhalif yerel yönetimler tarafından giderilmiş; sağlık, elektrik, su, seyyar tuvalet sorunları çözülmüştür.  

Çiftçi örgütleri ve dersler…

Bu büyük direnmeyi doğrudan doğruya örgütleyen, yürüten çiftçi örgütlerini de vurgulamak gerekiyor.

Direnmenin eşgüdümünü, hükümetle görüşmeleri, yerel veya ulusal 32 çiftçi sendikasından oluşan Samyukta Kisan Morcha (SKM) ittifakı üstlenmiştir.  

Katılan çiftçi sendikalarından ulusal düzlemde örgütlü AIKS’nin yönetiminde Hindistan Komünist Partisi (M) etkilidir. Bu sendikanın direnmede oynadığı rol, yürüyüşlerde gözlenen çok sayıda orak /çekiçli bayraktan da anlaşılıyor. 

Bu çapta her sınıfsal mücadele, kendi liderlerini oluşturur.  Son direnmenin “fiili lideri”nin BKU sendikasından Rakesh Tikait olduğu ileri sürülüyor. Tikait, renkli, karizmatik, karmaşık kimliğiyle öne çıkıyor. Çiftçi mücadelesini, Hindu milliyetçiliğinin nüvesini oluşturan Uttar Pradesh eyaletinde yoğunlaştırmayı tasarlamaktadır. Son direnmede gözlenen Sikh ağırlığının ayrıştırıcı etkisinin böylece giderileceği beklentisiyle…. 

Yeni faşizmin yükselmesi, Hindistan ve Türkiye solunu benzer sorunlarla, güçlüklerle karşılaştırıyor. 

Hindistan, en azından köylü/çiftçi örgütlenmesinde Türkiye’den çok ileridedir. O sayede Hindu faşizminin “tarımsal reform” adı altındaki neoliberal saldırısına direnmektedir. Önleyeceği şüphelidir; ama iz bırakacaktır.

Benzer bir “tarımsal reform”u Türkiye’de de yirmi yıl önce Dünya Bankası hazırladı; Ecevit ve AKP hükümetleri uyguladı. Az sayıda solcu iktisatçı karşı çıktı; ama köylümüz örgütlü değildi; fark etmedi; direnmedi. Ağır bedeli bugünlerde açığa çıktı; ödenmektedir. 

Ulusal sınıf hareketlerinin birbirinden öğreneceği çok şey var. İletişimleri gerekiyor ki sınıf mücadeleleri uluslararası alana taşınabilsin. 

Korkut Boratav / SOL

  • 1.AFP, BBC, Reuters bültenlerinden, Peoples Dispatch, Peoples Archive of Rural India, IDEAS, The Wire, Globetrotter’da yayımlanan yazılardan; Jayati Ghosh ve Vikas Rawal’in iletilerinden yararlandım.

3 MART 1924 - 3 DEVRİM YASASI / SOL

 




(1) 3 MART | Bugün halifeliği sadece meczuplar mı tartışıyor?

Kaldırılmasının 97. yılında 'halifeliğin geri getirilmesi' tartışmalarını TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'a sorduk.

3 Mart 1924 günü Cumhuriyet'in Meclis'i üç devrim yasasını kabul etti. Hilafetin kaldırılması, devrim yasalarından birisi olarak tarihe geçti. Bugün her üç devrim yasasının da Cumhuriyet'in ilk yıllarına damga vuran etkileri zayıflamış gibi görünüyor. Hilafet ise tartışmaya açılmış durumda. Hilafetin kaldırılmasının "yanlış" olduğunu söyleyenler var. Halifeliği geri getirme isteğini gizlemeyenlerin marjinal islamcı militanlardan ibaret olduğunu da artık söylemek zor görünüyor.

Hilafeti ve kaldırılmasını TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'la konuştuk.

'Birileri meczuplaşarak öncülük yapıyor, mayınları temizliyor'

Geçmişten değil, bugünden başlayalım. Bugün "hilafet" tartışmalarının bir karşılığı var mı? Halifeliğin geri gelmesi gibi bir şey meczupluk seviyesinde marjinal bir takım grupların fantezisi olmaktan öte bir anlam taşımıyor gibi görünüyor. Ama tartışma da bir türlü gündemden düşmüyor. Neden böyle?

Türkiye’de gericilik, çoğu kez meczup bir görüntü verir. En ciddileri için bile geçerlidir bu. Öte yandan, bu görüntüden, Türkiye’de gericiliğin gerçek bir olgu olmadığı sonucuna varılmamalıdır.

Yıllar öncesinden bir örnekle devam etmekte yarar var. Geçtiğimiz günlerde iktidarı ve muhalefeti ile göklere çıkarılan Erbakan’ın yıldızının parladığı 1970’li yıllarda, Milli Selamet Partisi’nin söylemi birçok kişi açısından “komedi”ydi, dalga geçenler vardı. Erbakan başarının kimilerinin gözünde meczuplaşmaktan geçtiğini kavramıştı, bayağı rol yapıyordu.

O MSP yüzde 11 oy aldı ve Türkiye’nin kilit partisi haline geldi. Bu nedenle “meczup” diye kestirip atarken dikkatli olmalı. Bugün en uç örneklerini Osmanlı Hanedanlığından gelen kişilerde gördüğümüz “abartılı” ve gayri ciddi görüntü, gerçek-üstü hissi yarattığı oranda tehlikenin küçümsenmesi ve kanıksanmasına neden oluyor. Bunu bilerek yapıyorlar. Şu anda halifeliğin yeniden ilanı türünden bir çıkışın henüz karşılığı yok ama bu Türkiye’de bunun için altyapı çalışmalarının sürmediği anlamına gelmiyor. Birileri meczuplaşarak öncülük yapıyor, mayınları temizliyor, buzkıran işlevi görüyor ve yolu açıyor. AKP’nin hilafet diye bir gündemi olmadığını söylemek fazlasıyla saflık, naiflik olur.

'Hiçbir sıfat ya da makam, gerçekliği ters yüz edemez'

Hilafetin kaldırılmasına dönük eleştirel değerlendirmeler özellikle AKP iktidarının ikinci yarısında öne çıkmaya başladı. "Türkiye'nin islam dünyasındaki önderlik potansiyelini ortadan kaldırdığı" yönündeydi bu görüşler. Siz ne düşünüyorsunuz?

Hilafet makamının kendi başına büyük bir otorite ya da iktidar kaynağı olduğunu söylemek gerçekçi değil. Dört halifenin ardından İslam’ın daha geniş bir coğrafyaya yayılması hem ona ilişkin yorumları çeşitlendirdi hem de İslamiyet adına son sözü söyleme iddiasındaki odakların sayısını artırdı. Uzun bir süre halife değil, Halifelerden söz etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla bir rekabet ve hatta çatışma söz konusu. Burada halifelik ilanı, belli bir güce ulaşan İslam Devletleri’nin, o gücü tescil ettirme girişimi olarak görülmelidir. Osmanlı İmparatorluğu’nda da halifelik, imparatorluk belli bir genişliğe ulaştığında ciddiye alınır bir olgu haline geldi. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, İslam coğrafyasının tamamı olmasa bile önemli bir kısmına hakim durumdaydı. Hatta öyle ki, İmparatorluğun sınırlarına ulaştığı ve artık yavaş yavaş gerilemeye başlayacağı dönem halifeliğin padişahlar için ek bir otorite kaynağı haline geldiği dönemdi. Sonra dünyada burjuva devrimlerinin etkisi hissedilmeye, Osmanlı’da da Tanzimat ve ardından Meşrutiyet ilanı gerçekleştiğinde, halifelik makamının ağırlığının azaldığını görüyoruz. Osmanlı’nın son dönemine damga vuran milliyetçi hareketlerin Müslüman halkları da kapsaması ile birlikte Yavuz ya da Kanuni döneminde baskın bir biçimde kullanılan Halifelik makamının etkisi de doğal olarak azalıyordu.

Osmanlı’nın son döneminde, hele hele 1918 yılında Halifelik belki yok hükmünde değildi, hâlâ belli bir ağırlığı vardı ama eski önemini büyük ölçüde yitirmişti. Hiçbir sıfat, ya da makam, gerçekliği ters yüz edemez. Osmanlı kurulduğunda ve genişleme döneminde ilerici bir işlev üstlenmiş, bir imparatorluğa dönüşürken üretici güçlerin gelişimine ayakbağı olmak bir yana, o gelişimin önünü açabilmişti. Ancak bir noktadan sonra bütün imparatorluklar gibi, Osmanlı da çağdışı kaldı. Bazı makamların bu gidişatı tersine çevirmesi mümkün değildi.

'Hilafet Osmanlı için tescil işlevi gördü'

Bu tarih penceresinden baktığımızda "hilafetin Osmanlı'ya bir yararı oldu mu?" sorusuna da bir yanıt oluşuyor galiba. Bir yandan Osmanlı padişahlarının "halife" sıfatını kullanma konusunda uzunca bir dönem çok da ihtiraslı olmadığı biliniyor. Hilafetin Osmanlı için "bir enstrüman" olarak iş gördüğü oldu mu gerçekten?


Hilafet Osmanlı için daha çok bir tescil işlevi görmüştür. İmparatorluğun gücünü simgelemiştir. Bu güç azaldığında o simgenin de değeri azalmıştır. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun ve padişahların İslamiyet’in Hıristiyanlığa karşı korunması ve yaygınlaşmasında üstlendiği rol, fetihlerin bu açıdan anlamı küçümsenmemeli. Kuşkusuz Osmanlı’nın yayıldığı alanda farklı inançların varlığını sürdürmesi, özgün ve önemsenmesi gereken, hatta Osmanlı yayılmasını da bazı açılardan açıklayan bir olgu. Ancak yine de Osmanlı’nın gücü, tüm İslam coğrafyası açısından (ister istemez) oldukça değerliydi. Bu güç zayıfladıkça, Osmanlı’ya karşı İslamiyet içinden tepkiler de daha fazla duyulur hale geldi. Halifeliğin İstanbul’da olması, bu tepkileri yatıştıramazdı. Çağın ruhuna aykırıdır bu.

'Mustafa Kemal'in başından itibaren hedeflediği bir dönüşümdü'

Hilafetin kaldırılması olayına gelirsek... Bu adımın arkaplanında ne var? "Cumhuriyet hilafeti neden kaldırdı?" sorusu tuhaf bir soru bir yanıyla elbette... Ama kurtuluşa yakın günlerde hilafetin "TBMM uhdesine verilmesi" fikri de ortaya atılmış, hatta Mustafa Kemal'in kendisinin halife olmak istediğini iddia edenler olmuş. Saltanatın ilgası'ndan neredeyse bir buçuk yıl sonra gerçekleşiyor Hilafetin kaldırılması. Genç Cumhuriyet'in hilafete son vermesinin nedenleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Liberallerin idda ettiğinin tersine, laiklik, yani dinin siyasal düzlemin ve devletin tamamen dışına çıkarılması, Mustafa Kemal’in başından itibaren hedeflediği bir dönüşümdü. Hilafet kurumu bu dönüşümün önündeki engellerden biriydi. Kendisini güçlü gördüğü bir anda bu adımı attı. Genç Türkiye Cumhuriyeti için hilafet bir yük olurdu. Çünkü Cumhuriyet’in kuruluşu, biraz da Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasını terk anlamına geliyordu. Oradaki iddialardan vazgeçmek… Hilafetin kaldırılması bunun ifadesidir.

'Halifelik, bu perspektifle yeniden gündeme sokulmaya çalışılmaktadır'

Bugün tartışmaya açılan sadece bir tarih değil o zaman?

Şimdi, kapitalistleşme yolunda büyük mesafeler alan ve hatırı sayılacak hacimde bir sermaye sınıfına sahip olan Türkiye’nin yeniden İslam coğrafyasına yayılması için arayışlar içine girmesi sadece AKP’nin ideolojik tercihlerine bağlanamaz. Türkiye’nin bu coğrafyadaki rekabete katılmasının ekonomik arka planı hafife alınamaz. Erdoğan bugün Pakistan, Malezya gibi ülkelerle kurduğu ilişkiler ile, Avrupa’daki Türkiye çıkışlı büyük nüfus üzerindeki etkisi ile, Hindistan’daki müslümanlar arasındaki popülerliği ile, Balkanlar ve Kafkaslarda dinselliği ve Türklüğü kullanarak yarattığı kanallar ile, Afrika’da tuttuğu kritik noktalar ile İran, Suudi Arabistan ve Mısır’la beraber İslam dünyasında hegemonya kavgasına giriştiyse, bunun itici gücü Türkiye burjuvazisidir. Halifelik, bu perspektifle yeniden gündeme sokulmaya çalışılmaktadır. Öte yandan AKP sayesinde ortaya çıkan etki alanı ne olursa olsun, Türkiye kapitalizminin İslam coğrafyasında diğer rakipleri alt ederek öne çıkması mümkün değildir. Daha doğrusu İslam coğrafyasında hiçbir gücün tek başına borusu ötmeyecektir. Bu açıdan Osmanlı’nın tekrarı olanaksızdır.

                                                                    ***

(2) 3 MART | ‘Eğitimde birlik çürümüş şeriat rejiminden kopma iradesidir’

Tevhid-i Tedrisat, eğitimde birlik... Bu devrim yasasını TKP’li öğretmenlerle konuştuk.

Meclisin 3 Mart 1924 günü kabul ettiği üç devrim yasasından birisi de Tevhid-i Tedrisat, eğitimde birlik düzenlemesi. 97 yıl sonra ne anlam ifade ediyor, geldiğimiz yer neresi? Ve elbette ne yapılabilir? TKP’li öğretmenler sorularımızı yanıtladı.

Önce anlamından başlayalım. Tevhid-i Tedrisat, Eğitimde birlik... Ne anlama geliyor? Bu devrim yasasıyla somut olarak öngörülen nedir?

Tevhid-i Tedrisat’ı eğitim alanına dair bir düzenleme olarak görebiliriz elbette ama biraz daha geniş açıdan bakacak olursak eş zamanlı olarak yapılan diğer düzenlemeleri de değerlendirmeye katmak gerekir. Bu şekilde Tevhid-i Tedrisat dediğimiz eğitim ve öğretimin birleştirilmesi kanununun nasıl bir zeminin ve ihtiyacın parçası olduğu daha net anlaşılacaktır. Aynı kanun ile hukuk sisteminde de bir toplumsal dönüşüm amaçlanmaktadır. En özet  tabiriyle hukuk alanında var olan Şerriye- Nizamiye mahkemeleri arasında oluşan ikilik ve Mektep - Medrese arasındaki ikiliğin; modern, çağdaş yurttaşlar yaratma iradesi ile ortadan kaldırılıp yeni bir toplumsal zeminin yaratılması hedefinden kaynaklanır. Bu toplumsal zeminin en belirleyici rengi ,bugün yaşadığımız dönüşümle neredeyse ortadan tamamen kaldırılmaya çalışılan laiklik ve beraberindeki eşitliktir. Bu yasa ile birlikte çağdaş, ilerici, aydınlanmacı yeni yurttaşların yetiştirilmesi, oluşturulması esas alınmıştır. Bu saydığımız başlıklarda eski rejimden tamamen kopmayı ve yeni bir insan yaratma iddiasını ortaya koymaktadır.

Genç Cumhuriyet açısından eğitimde birliğin önemi ne? Yani spesifik olarak 1924 Türkiyesi'nde buna duyulan ihtiyaç nedir?

Genç Cumhuriyet iktidarında ve gelecekte ihtiyaç duyacağı insan kaynağının Osmanlı'dan kalma toplumsal zeminde ve o zeminin  oluşturduğu iklimde hayat bulan eğitim sistemi ile oluşamayacağını görür ve bunu değiştirmek için adım atar. Aslına bakarsak bu bağlamda çok köklü bir kopuşu temsil eder. Medreselerde verilen dini referansları esas alan dersler ve müfredat terkedilmiş, bu kurumlar kapatılmış, bu bakış açısı eğitim alanının tamamen dışarısına çıkarılmıştır. Burada önemli olan eğitimde sağlanan birliğin ilerici, modern bir içerik ve biçim ile yeniden organize edilerek yaşamı dinsel referanslarla benimsemeyen  aydınlanmacı, bilimsel düşünce sistematiğini kullanan  bireyler yetiştirmektir. Kul'dan, Tebaa'dan modern birey ve toplum yaratma çabasıdır. Çünkü Cumhuriyeti maddi olarak  sahiplenecek, yaşatacak ve ideolojik olarak da ayakta kalmasını, ilerlemesini sağlayacak insan kaynağını oluşturma iddiasıdır Tevhid – Tedrisat.

Ayrıca bu düzenleme ile , sonrasında gelecek olan Tekke ,zaviye ve türbelerin kapatılması yasası ile Harf devriminin önünün açılması unutulmamalıdır. Bu nedenle özellikle cumhuriyetin laiklik kazanımının çok önemli bir dönüm noktasıdır. Son olarak bu düzenleme sonrasına temel eğitimi zorunlu ve parasız hale getirmiş, karma eğitime geçilmiştir. Bunun günümüzden 97 yıl öncesinde inanılmaz bir aydınlanma seferberliği olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Şeytanın avukatlığını yapalım: Tevhid-i Tedrisat'ın bugünün demokratik normları açısından eleştirilmesi gerekmiyor mu? Yani eğitimin bütün ülkede ve bütün kurumlarıyla merkezi bir yapıya kavuşturulması karşısında "yerel ihtiyaçlara" göre "yerinden yönetilmesini" savunan görüşleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Eğitim veya diğer başlıklarda kamusal alanın “yerel ihtiyaçlara göre” ve “yerinden yönetilmesi” kavramlarını yeni duyuyor değiliz. Tersinden Osmanlı'nın son döneminde de buna benzer bir işleyiş kısmi olarak fiilen vardı. Anadolunun bir çok yerinde herhangi bir bilimsel referansı olmayan içerikler , din görevlileri tarafından verilmekteydi. Mahalle mektepleri, çoğu köy veya mahalle imamlarının oluşturduğu sıbyan mektepleri ile medreselerin hangisinde, nasıl bir eğitim verildiği denetlenmiyordu. Kaldı ki Osmanlı'nın medrese, mahalle mektebi olarak tanımladığı yerlerin bir okul olmaktan çok uzak yerler olduğu dönemin raporlarına da yansımıştır. Uzun bir süre giden uygulamalar bugün bilinen anlamıyla modern eğitimden her yönüyle uzaktır. Kaldı ki Osmanlı'da şehzadeler ve saray eşrafının çocukları, yabancı dil, kültür - sanat, siyaset, tarih gibi bir çok konuda eğitim alma “hakkına” sahipken yurdun büyük kısmında emekçi çocuklarının bu bahsettiğimiz niteliksiz eğitime dahi ulaşma şansı bulunmamaktaydı. Burada kız çocuklarının ve kadınların bu eşitsilikten nasıl nasibini aldığını   yazmaya bile gerek yok. Eğitim ve öğretim faaliyetlerinde yerel ihtiyaçlar denilen şey aslında o yerelliklerde hakim olan ideolojik referansların belirleniminde bir eğitim faaliyeti yürütmek anlamına gelir. Gözönünde bulundurulması gereken unsur yerelleşmiş dinciliğin talepleri değil Okul öncesi, ilköğretim, ortaöğretimde çocukların merkezi bir planlama ile eşit, parasız, bilimsel, kamusal eğitim hakkına ulaşmasını sağlamak olmalıdır. Tevhidi tedrisat, bugün de güncelleğini koruyan ve mücadelemizin konusu haline gelen bu taleplerin başlangıç noktası olabilir.

3 Mart ile birlikte  “keyfiyete” son verildi. Eşitlik temelinde ilerici bir adım atıldı.

Buradan baktığımızda eğitimin içeriğinden, eğitim hakkının kullanılmasına kadar eşitliği; bu anlamıyla merkeziyetçiği garanti altına almadığımızda  yerelliklerde ortaya çıkan “özgünlükler” eşitsizliği derinleştirecektir. Örneğin yerelliğin belirlenimine bırakılan eğitimde; eğitime harcanacak bütçe de oranın özgün koşulları ile belirleneceği için toplumsal eşitsizliğin hakim olduğu bölgelerin çocuklarına bu eşitsizlik eğitim yaşamına başlar başlamaz dayatılacaktır. Kaldı ki bütçeyi kim belirliyor ise hangi öğretmeni, nasıl çalıştırır, içeriği de o belirler doğal olarak. Buna modern şehirlerin içerisinde mahallelere kadar inmiş toplumsal – sınıfsal eşitsizlikler ile köy veya kırsal bölgelerin de olanaklarını göz önüne alarak bir kez daha baktığımızda bu tartışmada “yeni” çok şey olmadığını görürüz. Ayrıca yerel ihtiyaçlar ve öncelikler de ülkede merkezi bir planlamanın dışında tartışılabilir konular değildir. Bu konulara bile o yerelden daha çok evrensel bir soyutlama ile bakmakta fayda vardır.

Bugün hangi noktadayız? Yani devrim yasası olarak eğitimde birliğin 97. yılında eğitim alanında tablo nedir? Birliğin yerini tam bir dağılma almış gibi görünüyor.

Bugün kağıt üzerinde aynı noktada, fiilen ise Tanzimat ile Cumhuriyet arasında bir yerde şıkıştık. Evet cumhuriyetin bu laiklik alanında bulunan pek çok kazanımı burada olduğu gibi yıkıldı. Ama toplumun büyük bir kısmı bu dayatmayı içine sindirmiş, kabullenmiş ve ikna olmuş değil. Bugün hala yasalara aykırı olmasına rağmen sıbyan mektepleri merdiven altı kaçak işletmeler gibi varlığını sürdürmekte hatta bazı dernek ve vakıflar aracılığı ile buna fiili yasal zemin oluşturmaya çalışmaktadır.

Gerici dernek ve vakıfların yurtlarında , yatılı kurslarında yaşanan olaylar , çocuklarımızın başına gelenler hepimizin malumudur.

Eğitim müfredatı bilimsellikten hızla uzaklaşmış, zorunlu seçmeli dersler aracılığıyla laik eğitim ve aydınlanmacılık iddiaları gericilikle bastırılmaya çalışılıyor. (Burada bir ara not olarak “yerelciğile” dönelim ve seçmeli derslerin dayatmaya dönüşmeden önümüze  yerel özgünlük olarak pazarlandığını hatırlatalım.)

Kamu okullarında öğrenci ağırlığına baktığımızda ortaokullarda ve liselerde İmam hatip okulları öğrenci sayılarının hızla arttığını, özellikle emekçi çocukları eşitsizlik nedeni ile bu okullar dışında seçeneksiz bırakıldığını görürüz.

Okullarda fen laboratuarları ve kütüphaneler kapatılıp yerlerine mescit açıldı. Çeşitli gerekçeler ile gerici tarikat ve cemaatler okullarda etkinlikler düzenlemektedir. Akp iktidarı ile medreseler yeniden açılıp topluma pazarlanmadı ama bütün okullar fiilen medreselere dönüştürülmeye devam ediyor.

Birliğin yerini ne aldı? Örneğin sıbyan mekteplerinde küçücük çocuklara neler anlatılıyor ve kimler tarafından anlatılıyor hiç bilmiyoruz. Denetlenmediğini hatta devlet eli ile hoş tutulup özendirildiğini biliyoruz. Okullarda modern anlamı ile eğitim bir kaç özverili aydınlanmacı, ilerici, yursever öğretmen tarafından ilke olarak savunuluyor ve uygulanıyor. Geriye kalan büyük niceliğin eğitim olmadığını da güncel olarak bir çok örnekte, etkinlikte ve sergide görmekteyiz. Bu gerici kuşatmaya daha az maruz kalmak isteyen, buna yeterli bütçeyi ayırabilen yurttaşlara  ise özel okulların kapısı işaret edildi. Anayasanın ve eğitimde eşitliğin her başlıkta ayaklar altına alındığını gördüğümüz bir dönemdeyiz.

Kadı ki eğitimde birlik ve eşitliğin ne kadar hayati olduğunu pandemi koşullarında bizzat şahit olduk.

Devrim yasası eğitimde birlik Cumhuriyet'e ait bazı başka kazanımlarla aynı kaderi paylaştı diyebilir miyiz? Yani bugün ülkemizde eğitimde birlik olduğundan söz edebilir miyiz?

Özellikle laiklik,kamuculuk ve eşitlik başlıkları toplumda hangi hızla itibarsızlaşmaya maruz kaldı ise yaşam ve toplum da aynı hızla dağılmaya devam etti. Devrim ayasaları tartışılmaya başlandığında ve toplum önüne getirildiği dönemde ülkemizde yurttaşların bir amacı ve ülküsü vardı. Modern bir cumhuriyette yaşama arzusu özellikle ön planda idi. Bugün bu ne olduğu belirsiz ucube yapı ile toplum dağılmış veya dağıtılmış durumda. Şanssızlığımız toplumun büyük kısmı ne istemediği konusunda bir fikri var ve ne istediği konusunda bir akıl ortaklığına sahip değil. Bu akıl ortaklığı ve ortak hayali olmayan her toplum gibi ne yapacağını bilmez ve istediklerine nasıl ulaşacağı konusunda kafası karışmış yurttaşlardan oluşuyor. Bu dağınıklık nedeni ile insanlarımız kimden, neyi, nasıl talep edeceği; bunun için kimlerle yan yana gelip mücadele etmesi gerektiği konusunda karasız ve bazen umutsuz bir şekilde bakıyor.

Peki nasıl olabilir? Yani eğitimde birlik ilkesinin, eşit ve bilimsel bir eğitimin tüm ülkede ortak standart ve ilkeler, ortak içerikle hayata geçirilmesi mümkün değil mi? Bunun önüdeki engel nedir?

İnsanlık gibi bizim toplumumuz da tarihte elde ettiği kazanımların farkına varıyor ve yeniden talep etmeye başlıyor. Zaten toplumun büyük kısmı bu kazanımların elinden çalınmasına razı değil, sadece nasıl koruyacağını ve bu gerici dalgayı nasıl püskürteceğini bilmiyor. Bu gerici dalganın karşısında gibi görünen muhalefet aktörlerinin de bu zemini beslediği bilince tam  olarak çıkmış değil.Yani muhalefetin bir kısmı özellikle bu gericilik ile pazarlık ve uzlaşı zemini arıyor olması toplumdan saklanabilir değil.

Buradan umutsuzluk çıkmaz, bizim yurttaşlarımız da yeri geldiğinde insanlık tarihinde ve ülkemiz tarihinde görülen en az  cumhuriyet sıçraması kadar ileri hamleler yapabilecektir, mevcut zihniyet tarihte nasıl yenildi , tarihe gömüldü ise yeniden gömülecektir. Bizim ihtiyacımız olan Cumhuriyet, Osmanlı ile hangi radikallikte hesaplaştı ise bizim de cumhuriyeti yıkanlar ile aynı radikallikte hesaplaşmamız, fikren ve düşünsel olarak bu düzenden kopmak gerekir.

Eğitimin yeniden eşit, bilimsel nitelikler kazanması için aynı irade ile cumhuriyetin yeniden kurulması gerekir. Bu kez kurulan cumhuriyete sahiplerinin de, garantisinin de bizler,emekçiler olduğunu göstermemiz gerekir. Bu cumhuriyete en çok kimlerin ihtiyacı var ise onların yan yana gelmesi , örgütlenmesi, birlikte hayal kurması ve geleceğe umutla bakması gerekir. Eğitim alanında ihtiyacımız eşit ,bilimsel, laik ,aydınlanmacı hurafe ve gericilikten arındırılmış bir eğitim; bunun yeşerdiği bir toplum içinse toplumsal eşitsizlikleri de ortadan kaldırdığımız yeni bir cumhuriyete ihtiyacımız var. Sınıflı bir toplum çelişkiler üretir , bu çelişkilerin üzerini örtmek ve sürdürmek  için de gericiliğe ihtiyaç duyar. Gericiliği  tarihin çöplüğüne göndermek istiyorsak toplumumuzda var olan sınıfları da ortadan kaldırmalıyız. Eşitliğin ve özgürlüğün hüküm sürdüğü bir cumhuriyet için hep birlikte kolları sıvamalıyız.

                                                                   ***

(3)  3 MART | Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması: Laiklik için hayati bir adım

Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluşuna da vesile olan 3 Mart 1924’te çıkarılan devrim yasasının tam karşıtı bir işlev görmektedir, kapatılmalıdır.(Kadir Sev)

Osmanlı’da Şer’iyye, Şeyhülislamlık kurumunun; Evkaf ise Evkaf-ı Hümayun Nezaretinin karşılığıdır. Biri din hizmetlerinin öteki vakıf mallarının yönetilmesi için kurulmuş olan Osmanlı’nın bu iki ayrı kurumu, 2 Mayıs 1920 tarihinde çıkarılan 308 sayılı Millet Meclisi Kararnamesiyle kurulan Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti örgüt yapısı içinde birleştirilerek Türkiye Devletine aktarılmıştır.

Vekalet, 3 Mart 1924 günlü 429 sayılı Yasayla kapatıldığında yalnızca 4 yıllık bir geçmişe sahiptir. Üstelik 1922 yılı sonuna değin Anadolu’da savaş ve belirsizlik durumu vardır. İstanbul’da ise saltanat henüz sürmektedir. Bu iki neden yüzünden faaliyetini kısıtlamış olmalıdır. Diyanete yakın kaynaklarda, fetvalar verildiği; projeler geliştirildiği; din görevlisi yetiştirildiği gibi bilgilere yer verilse de hizmetin niteliği ve neler yapıldığı belirsizdir.

Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmıştır ama devlet ne din işlerinden ne de vakıfların yönetiminden çekilmiştir. Din işlerini yönetmek üzere Diyanet İşleri Reisliği; vakıfları yönetmek üzere de Başbakanlığa bağlı bir müdürlük kurulmuştur.

Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması, yerine Diyanet İşleri Reisliği kurulmuş olsa da laiklik konusunda atılmış önemli bir adım olarak değerlendirilmelidir. Çünkü din hizmetleri devletin yükümlülüğüne bırakılarak, tarikatlar biçiminde örgütlenen yerel egemenlik odaklarının güçlerinin kırılması amaçlanmıştır. Reislik de zaten Osmanlı Devleti’ndeki şeyhülislam yetkileriyle donatılmamıştır.

Şer’iyye ve Evkaf hizmetlerinin ayrılarak iki ayrı kurum olarak yapılandırılmasının önemsenmesini gerektirecek bir başka neden daha vardır. Böylelikle görevi din hizmetlerini yürütmek olan bir kurumun bütçe ödenekleriyle yetinmesi sağlanmış, ticaret yapması önlenmiştir.

İlk yıllarında çok kısıtlı bütçe kullandırıldığı anlaşılmaktadır. 1931 yılı Bütçe yasasına konulan bir maddeyle cami görevlilerinin aylıklarının Vakıflar Genel Müdürlüğünce ödenmesinin öngörülmesi bu nedene bağlanmalıdır. Cami görevlilerinin aylıkları 1935 yılında Diyanet İşleri Reisliği Örgüt Yasası çıkarılmış olmasına karşın, 1950 yılına değin Vakıflar Genel Müdürlüğünce ödenmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yasası 1965 yılında yenilenmiştir. İzleyen yıllarda bütçe ödeneklerinden daha çok yararlandırılmaya başlandığı anlaşılmaktadır. Yeni yasada her yıl için 2 bin imam-hatip kadrosu verilmesi öngörülmüş; 1971 yılında imam-hatiplerle birlikte 32 bin kişi çalışanı olan bir kuruma dönüşmüştür.

Ticaret yapmasının önlenmesi az iş değildir.

Osmanlı döneminde vakfedenlerin soyu bilinemediği için sahipsiz kalan ve eline geçirenin çıkar sağladığı, yararlandığı binlerce mazbut vakıf ve onların binlerce taşınmazı vardır. II. Mahmut bu vakıfların hepsini 1826 yılında Evkaf-ı Hümayun Nezareti yönetimi altında toplamış, gelirlerinin bütçeye kaydedilmesini sağlamıştır.

Milyarlarca lira değerindeki bu taşınmazları günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü yönetmekte, dilediğince kiralamakta, satmakta, yap- işlet yöntemleriyle AVM’ler yaptırmaktadır.

Eğer ayrı bir kurum olarak yapılandırılmasaydı, bu işlerle Diyanet İşleri Başkanlığı ilgileniyor olacaktı. 

Diyanet İşleri Başkanlığı Yasası 2010 yılında önemli ölçüde değiştirilmiş, toplumsal yaşamın her alanında var olan; her şeye karışan; şeyhülislamlık kurumuyla yarışacak düzeyde işler yapan; devasa büyüklükte bütçeler kullanan, bir kuruma dönüşmüştür. Artık tarikatların, yerel egemenlik odaklarının gücünün kırılması amacından çok uzaklardadır. Üstelik laiklik karşıtı yaptığı işlerin karşılığı vergilerimizden oluşan bütçelerden ödenmektedir.

Laikliğe ne yazık ki sahip çıkılamamıştır. Mevcut haliyle Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluşuna da vesile olan 3 Mart 1924’te çıkarılan devrim yasasının tam karşıtı bir işlev görmektedir, kapatılmalıdır.

(SOL)


Milletin enflasyonu TÜİK’i beşe katladı - Deniz Ayhan / SÖZCÜ

 

İYİ Partili Ümit Dikbayır ve eşi Nigar Dikbayır, market ve pazarda enflasyonu ölçtüler. Şubatta fiyatların yüzde 0.91 değil yüzde 4.9 arttığını gördüler.


Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), şubat ayı enflasyonunu yüzde 0.91 olarak açıkladı. Mutfaklarda ise yangın var. İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Ümit Dikbayır, eşi Nigar Dikbayır ile birlikte market ve pazarda enflasyonu bir kez daha ölçtü. Dikbayır ve eşinin her ay düzenli olarak yaptığı alışverişte “milletin enflasyonu” yüzde 4.9 çıktı.

ÇARŞIDA-MARKETTE GIDA FİYATLARI BÖYLE ZAMLANDI
28 Ocak'ta 4 kişilik bir ailenin haftalık market alışverişi 459 lira 65 kuruştu. Aynı ürünler 26 Şubat'ta 493 lira 53 kuruş tuttu. Kriz büyüdükçe alım gücü azalıyor…

MAAŞ YERİNDE SAYIYOR

28 Ocak'ta 4 kişilik bir ailenin bir haftalık market ihtiyaçlarına 459.65 TL ödeyen Dikbayır çifti, 26 Şubat 2021'de aynı alışveriş için 493.50 TL verdi. 28 Ocak'ta pazar alışverişi için 181.50 TL harcayan çift, 26 Şubat'ta aynı alışveriş için 179.30 TL ödedi. Dikbayır'ın ocak ayı alışverişi toplam 641.15 TL tutarken, şubat ayı alışverişi ise 672.80 TL tuttu. Böylece milletin enflasyonu yüzde 4.9 olarak hesaplandı.

                                    Pazardaki fiyatlar bir önceki aya göre 2.2 lira geriledi.

Dikbayır ailesinin alışveriş listesinde gıda maddeleri ve tuvalet kağıdı gibi zorunlu ihtiyaç maddeleri bulunuyor. Ümit Dikbayır, “Vatandaş bazı ürünleri daha az alıyor. Artık yarım litrelik sıvı yağlar var. Ürün fiyatları sürekli yukarı çıkarken maaşlar yerinde sayıyor” dedi. Dikbayır ve eşi pazarda dolaşırken bir vatandaş “Bu milleti öldürecekler. Peygamberimiz ‘Güzel bir şeyi kendine istediğin gibi karşındakine de isteyeceksin' diyor. Sen kongre yapıyorsun, millete toplanmayın diyorsun” diye konuştu.









                   AYÇİÇEK YAĞINDA 0.5 LİTRE DÖNEMİ! Millet ancak bunu alabiliyor.

Bir pazarcı da “İşimiz sıfıra yaklaştı. Her taraf market. Pazar günleri yasak var. Herkese yasak, marketlere serbest” dedi. Market işletmecisi bir kadın ise “Alım gücü çok düştü. Bize zamlar gelince etiket değiştirirken elimiz titriyor” dedi.

Deniz Ayhan / SÖZCÜ




4 Mart 2021 Perşembe

‘Ne yapmalı’ sorusuna yanıt! - Enver Aysever / CUMHURİYET

Erdoğan’ın siyasal iktidarını korumak için son hamlesi, insan hakları ve 

hukukun üstünlüğünü anımsamak oldu. Bilemiyorum yanına kullanışlı 

liberalleri/liberal solcuları alarak tükenişten kurtulmayı becerebilir mi, doğrusu 

karnesi o denli kötü ki bu çevrenin, yeniden ülkenin başına çorap örerlerse 

şaşırmam.

 

RTE’nin açıklamaları itiraf niteliğindedir, 

olağan koşullarda muhalefetin 

söylemesi gerekenleri sıraladı. Artık 

hukuksuz, hak ve özgürlüklerin askıya 

alındığı bir ülkede yaşadığımız en üst 

düzeyde, Cumhurbaşkanı ağzından 

belgelenmiş oldu. Sanık olan herkes, 

mahkemeye savunma olarak bu 

konuşmayı sunabilir.

***

Erdoğan, konuşmayı HDP’yi kapatma gölgesi altında yaptı. Buldan’ın hepimizi şaşkına çeviren, geçen haftaki konuşmasını kenara koyarak tartışmaya devam etmeliyiz. Kapanmayla tehdit edilen bir partinin genel başkanı, “Zamanı gelince her şeyi açıklayacağız” diyemez. Vekilleri terörist olmakla suçlanan parti genel başkanı, uygun zaman olarak hangi koşulların oluşmasını bekler, anlamış değilim. Tüm bunlar bir tarafa, bugün Kürt halkına takınılacak tutum geleceğimize yön verecektir. Demokrasi, hukuk, özgürlük, eşitlik kavramlarının test edileceği örnek Kürtlere bakıştır.

***

HDP’nin liberallerle işbirliği öteden beri yanlıştır, bu çizgi sosyalistlerin önünde engeldir. Kürt halkının haklı mücadelesini İslamcılarla birlikte çözmeye kalkmak gülünçtür. Sınıf bilincini yok saymak, devrimci ilkelerden ödün vermek çözümsüzlük anlamına gelir. Yeni faşizmin en büyük dayanağı milliyetçiliktir. Dünyada artan göçmen karşıtlığı tipik göstergedir. Kapitalizm krizlerini hep ilgiyi dağıtarak çözmüştür. Karşılıklı köpüren milliyetçi hezeyanlar egemenleri güçlendirir. Yaşadığımız sorunların tümünün sınıfsal olduğunu anlamak niye bu denli güç?

***

Saray, azgın milliyetçileri ardına alarak iktidarını sürdürüyor. Görünen o ki bu siyasal zemin ayakta kalmasına yetmeyecek. Üstelik Biden ile birlikte şapkadan tavşan çıkarma zorunluluğu da doğdu. Başta Kürtler olmak üzere, laikler (Cumhuriyetçiler), eski yoldaşı İslamcılar, muhalif milliyetçiler ve az da olsa sol liberallerle işbirliği arayacak. Saray düzenini sürdürebilmek için havuç uzatmak zorunda muhaliflere. Haksız mahpusluklarla ilgili şaşırtıcı adımlar atılabilir. -KavalaDemirtaş gibi isimler serbest bırakılabilir. Seçim öncesi ekrana taşıdıkları isimlere bakılırsa her yol mubah iktidarda kalmak için.-

***

Erdoğan çevresinin başarıyla yaptığı gündemi değiştirme işi bu kez pek sonuç vermeyecek gibi. Gara’da ardına düşmeyen muhalefet direnç gösterdi. Akşener’in milli irade vurgusu da önemli. Herkes kendi olursa, ilkeler üzerinden yürürlerse Saray’ın siniri bozulacaktır. Baskı düzenine karşı gelişen toplumsal tepki yükselmeye devam edecek. Eğer ortak bir şemsiyeden söz açılacaksa, bu her tür zorba uygulamaya karşı olmalıdır. Salgınla birlikte büyüyecek olan iktisadi kriz tüm dengeleri sarsacaktır. 

***

Her parti kendini bağlayacak taahhütleri yazılı olarak toplumla paylaşmalıdır. Nasıl bir anayasa yapılacağı, kimlerle ve hangi yöntemle olacağı açıkça ortaya konmalıdır. Meclis iradesi, hukukun üstünlüğü, temsil adaleti mutlaka netlikle ortaya konmalıdır. Anayasal yurttaşlık tarifi herkesi içine alacak şekilde vurgulanmalıdır. Bu belgenin ardından ortak maddelerle herkesin altına imza koyacağı bir metin sunulmalıdır topluma ve Erdoğan’a çağrı yapılmalıdır; “eğer sözlerinde samimiysen seçime git ve kurucu meclisin önünü aç” diye. Bu yöntem saçma sapan Erbakan güzellemesi yapmaktan kurtarır herkesi. Abdülhamit posteri altında poz vermek de gerekmez. Laikliği savunmak suç (!) olmaktan çıkar.

***

Peki, düzen partilerinin peşine takılmak istemeyen sosyalist sol ne yapmalıdır? Yakın dönem kurulan -benim de üyesi olduğum- “Dayanışma Meclisi” türü oluşumlar toplumla somut paylaşımlar yapmaya devam etmelidir. Mutlaka sosyalistlerin bir cumhurbaşkanı adayı olmalıdır. Piyasacılık, milliyetçilik karşısında birleşen insanlar yalnız olmadığını hissetmelidir. Sosyalistler, tek çıkış yolunun “Türk-İslam sentezi” türü söylemler olmadığını kanıtlamalıdır. Krizin kendisi zaten buradadır. Toplum sosyalistlere hak vermektedir, sıra oy vermeye geldi. Anlatmalıyız.

***

Saray çaresizlikle kıvranmakta, her muhalifi içeri tıksa da ömrünün uzamayacağını biliyor. Hırçınlığı, dalgalı ruh hali, söylemleri bunun göstergesi. Sahte tarih anlatıları, Goebbels taktikleri işe yaramıyor. İnsanlar günlük yaşamda görüyor çıkışsızlığı ve zaman hızlı akıyor artık, bilgiye çabuk ulaşılıyor. 

Diyeceğim, birbirine benzemek yanlıştır, herkes kendi olmalıdır, toplumun bu sahiciliğe gereksinimi var. Siyasiler rollerini oynarken kişisel hırslarına kapılırsa bedelini kısa zamanda öder. Daha önce de yazdım: “Vezir olarak uyuduğunuz gece, rezil olarak uyandığınız sabaha dönebilir.” 

***

İnsanlar, “büyüklerimiz bilir, benim adıma düşünür” kolaycılığından vazgeçmeli artık. Büyük dediklerinin gücü prompter kadar, kapanınca kim olduklarını görüyoruz!

Enver Aysever / CUMHURİYET

Ağlama muktedir İslamcı, sadece utan! - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Ne garip. 14 yaşında bir çocuğu sokak ortasında öldürüyorlar. Yine mağdur 

olup onlar ağlıyorlar. Tabutunun başında çığlık atan annesini binlerce kişiye 

yuhalatıyorlar. Yine mağdur olup onlar ağlıyorlar. Tayyip Erdoğan ağlıyor

Fethullah Gülen ağlıyor, Menzilcisi, Nurcusu ağlıyor. Mağduriyet, bizim 

İslamcıların en büyük sporu. Ağlamaksa en vazgeçilmez eylemleri. Hiç 

vazgeçmiyorlar.

28 Şubat’ın ardından Milli Görüş gemisini ilk terk edenlerin bitmeyen mağduriyet öykülerini dinlerken aklıma düştü. En çok da “irtica paranoyası yarattılar” dediklerinde şaşırdım. Madımak’ta yanan otel, sırtından vurulan aydınlar, elde silahla “Kemalist düzeni yıkmaya geldik” talimleri... Sahi hepsi ama hepsi paranoya mıydı?

‘ELİNİZDEN GELENİ ARDINIZA KOYMAYIN’

Mersin, 17 Temmuz 1998, sıcak bir yaz gecesi. 37 yaşındaki Konca Kuriş, kocasıyla çalıştıkları işyerinden evine dönüyordu. 3 adam başlarına silah dayadı. Konca’yı arabaya bindirip götürdüler. 

Aslında sürpriz değildi, tehdit ediliyordu. Beş çocuğundan biri olan kızı Sırma, tanıklığını söyle anlatıyor: “Telefonun sesine uyandım. Annemin salondan yatak odasına doğru koşup kapıyı kapattığını duydum. Telefonda ‘Elinizden geleni ardınıza koymayın’ dediğini duydum. Salonun kapısında beni görünce irkildi. ‘Sen uyumuyor muydun?’ dedi. Sordum. ‘Yok bir şey’ dedi, ilk defa o zaman korktuğumu hatırlıyorum. Ağladığımı hatırlıyorum. Sesindeki endişeyi ilk defa o zaman gördüm.” (Kültürhane.org, Burçak Görel röportajı)

Konca Kuriş’in hedef seçilmesinin nedeni “kâfirlik” değildi. Tanrı’yı anlama defterini kapatmamıştı. Yolculuğunu sürdürüyordu. Zaten o hep “Yatağımda çok huzurlu bir şekilde ölmek istemem, benimsediğim yolda ölmek isterim” demiyor muydu?

‘SİZ NE BİÇİM FEMİNİSTSİNİZ?’

Kayınpederinden dini konularda ilk telkinleri aldı. İbadete başladı. Dini cemaatlerle ilişki kurdu. İslamcı İktibas dergisinde yazıları yayımlandı. Zamanla tutucu din anlayışına karşı çıktı. 

Teyzesi Necla solcuydu. Mersin’de Bağımsız Kadın Derneği’nde beraber çalıştılar. Kadın hakları, Kuriş’in geleneksel din anlayışına eleştirilerinin mihenktaşıydı.

Aslında pek kolay olmadı. Teyzesi, Pazartesi dergisine (Mart 2000) şöyle anlatmıştı:

“Konca derneğe gelmeyi çok istedi ve başardı. ‘Benim başımın örtülü olması kadın sorunundan uzak olmamı mı gerektiriyor, siz ne biçim feministsiniz?’ deyip geldi derneğe.”

Televizyonlara çıktı, anlattı. İslamı çağın aklıyla yeniden yorumlamak gerektiğine inanıyordu. Örtülüydü ama Kuran’da başörtüsü zorunluluğu olmadığını savunuyordu. Çok kadınla evlilikleri eleştiriyordu. Kadınla erkeğin yan yana namaz kılabileceğini söylüyordu. Bu ve benzer fikirleri, hedef alınması için yeterliydi. “İrtica”, gericilik demek değil miydi zaten? Hizbullah’ın onu kaçırmasının da nedeni buydu.

DİNCİ TERÖRE 35 GÜN DİRENDİ

Bulunması için kadınlar aylarca eylem yaptı. “Konca’yı Hemen İstiyoruz” afişleri duvarlara asıldı. İmzalar toplandı. Valiliklere fakslar çekildi. Gösteriler düzenlendi. Ama olmadı.

Onu kaçıran Hizbullah militanları, ellerini ve ayaklarını bağlayıp, bir kutuya koyup, Konya Meram’da bir eve getirmişti. Tam 35 gün boyunca, insanlık dışı işkencelerle sorguladılar. Bir de marifet gibi kaydetmişlerdi. 

“Başka bir İslam”ı savunan başörtülü Konca, işkencelerin sonunda katledildi. Otopsi raporuna göre “dış etkenlerle boğulma” sonucu öldürülmüştü. Uzmanlar, ağza ve burna tıkılan bez ya da yastıkla hayatına son verilmiş olduğunu söylüyordu.

Devlet “irticayla mücadele” diye bir gündemi önüne koymasaydı, cesedi hiçbir zaman bulunamayacaktı. Zira, PKK ile karşı karşıya gelmesi nedeniyle Hizbullah’ın sırtı, kimi kamu görevlileri tarafından sıvazlanıyordu. Kimi siyasetçiler örgüte “öfkeli çocuklar” diyerek bakıyordu.

Sadettin Tantan’ın İçişleri Bakanlığı döneminde, 23 Ocak 2000’de, polisin Hizbullah operasyonunda bulundu. Evde Kuriş’le birlikte 4 ceset vardı. Hepsi işkence görmüştü. Domuzbağıyla bağlanıp bodruma gömülmüştü. Çürümüşlüklerinden farklı zamanlarda son nefeslerini verdikleri anlaşılıyordu. 

Konca Kuriş’in cesedi o haldeydi ki ailesi bile tanıyamadı. Mersin’deki diş doktorunun çıkardığı ağız haritası sayesinde cesedin onun olduğu kesinleşti. 

Ağabeyi Mehmet Genç, kardeşinin işkence kasetini basına şöyle anlattı:

“Konca’nın 35 gün büyük direnç gösterdiği belli. Ama onu kaçıran, yakalanır yakalanmaz ‘her şeyi söyleyeceğim’ diye hemen polise teslim olmuş. Bir kadın 35 gün direnmiş arkadaşlar.”

KATİLLERİ HALAY ÇEKEREK ÇIKTI

Konya’daki ev, Hizbullah’ın mezar evlerinden sadece biriydi. Türkiye’nin dört bir yanından çıkan cesetler, 90’lı yıllara yayılan irticai terörün kanıtı olarak tarihe geçti.

O evlere polisten sonra giren gazeteci Emrah Cengiz, gördüklerini OdaTV’ye şöyle anlatmıştı: “Bodrum kata indik. Unutamadığım çok net bir görüntü var. Tavana sabitlenmiş çengeller. Büyükbaş hayvanların kesildikten sonra asıldığı büyük çengellerden. Hizbullah bu çengellere asıp sorgu ve işkence yapmış insanlara. Hâlâ oldukları yerde duruyorlardı.”

Hizbullah, o cinayeti bir bildiriyle üstlendi: “İslam düşmanı ve laik-feminist Konca Kuriş, Allah ve Kuranıkerim karşıtı fiilleri ve söylemleri nedeniyle, Hizbullah savaşçıları tarafından kaçırılarak üslerimizde sorgulanmıştır. Dinsiz-laik T.C.’nin resmi din söylemleri ile talimatları paralelinde hareket eden ve Siyonistlerce de kullanılan Konca Kuriş, Müslümanları şüpheye sevk edecek fiiliyatlara giriştiği için şeri hükümler gereği cezalandırılmıştır.” (Ayşe Düzkan, Artı Gerçek)

Çilesi ölünce de bitmedi. Dinci teröre kurban giden Kuriş’in vasiyetinin yerine getirilemediğini teyzesi Necla şöyle anlattı:

“Cenazesinin kadınlar tarafından kaldırılmasını vasiyet etti. ‘Kadınlar ön saflarda olsun, üzerime toprağı onlar atsın’, dedi. Ama cenazesinde, bize önceden söz verilmesine karşın fiili bir durum yaratıldı ve biz oradan dışlandık. Kadınlardan kaçırılır gibi götürüldü cenaze.”

10 yıl önce, şimdikine benzer bir yargı reformunda, Kuriş’in katilleri tahliye edildiğinde ben Silivri Cezaevi’ndeydim. Sonradan FETÖ’den tutuklanacak hâkimime şöyle bağırmıştım:

“Konca Kuriş’in nasıl işkenceyle öldürüldüğünü gördünüz mü? Onu katleden Hizbullahçılar halay çekerek çıktılar. Ben hapishaneden izledim. Yazıklar olsun.”

“İrtica paranoyaydı” diyen muktedir İslamcı... Manikürlü tırnağını dibinden kesersen; mağdur ol, ağla. İpek kıyafetine güvercinler pislerse; mağdur ol, ağla. Ama Mersin’de, şehir mezarlığında, 8 Mart’ta, ayak ucundaki mermer vazoya kadınların mor çiçekler bıraktığı bir mezar görürsen; sadece utan!

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET