31 Ağustos 2017 Perşembe

Barış, kurban ve bayram - NAZIM ALPMAN

Yarın 1 Eylül 2017 Cuma, Kurban Bayramı’nın birinci günü ve aynı zamanda Dünya Barış Günü… Bayram ile Barış Günü’nün bir araya gelmesi ne kadar güzel bir şey. Ama şöyle de bakılabilir: Barış ve kurban da yan yana…

Bu ikincisi sanki yaşadığımız coğrafyada daha gerçekçi duruyor. Çünkü barış sık aralıklarla kurban ediliyor. Hem de bayram seyran dinlemeden!

Barışın önünde o kadar çok engel var ki, hangi taraftan başlasan bir eksik kalıyor. En başında da “siyasi akıl” geliyor.

Ülkemizde 2002’de yapılan genel seçimlerden bu yana Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı hüküm sürüyor.

Bütün ülkelerde yapılan “iyi şeyler” ve yaşanan “kötü şeyler” iktidar partilerinin hesabına yazılır.
Türkiye’de de öyle olmalı.

Ancak değil. AKP iktidarı ülkedeki bütün iyi şeyleri üstlenip, yaşanılan kötülüklerden başkalarını sorumlu tutmayı siyaset yapma biçimi olarak takdim ediyor.

Uzun yıllara yayılan dönemde ülkeyi bir cemaat ile birlikte yönettikten sonra, şimdi dönüp herkesi ve her şeyi cemaatçi olmakla suçlayarak yollarına devam ediyorlar.

Oysa ortada koskocaman bir “itirafname” belgesi duruyor. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 15 Temmuz 2016 Askeri Darbesi sonrasında cemaat ile olan ilişkilerini kabul ederek aynen şöyle demişti:
-Allah da, milletimiz de bizi affetsin!..

Böylece bütün suçlar ve günahlardan kendilerini kurtarıp, geride durarak “yapmayın, etmeyin” diyen herkese iftira atarak, cezaevine yolladılar.

En başında da Ahmet Şık geliyor. İmamın Ordusu adlı ünlü kitabına henüz baskı aşamasına gelmeden İnternet üzerinden yaptıkları operasyonlarla Ahmet Şık’ı cezaevine yolladıktan sonra, üstüne üstlük dünyaya bu darbeci örgütü anlatabilmek için de Ahmet Şık örneğini verenler, şimdi döndüler geldiler ve Ahmet Şık’ı cemaate yardım etmekle suçlayabildiler.

Bu ilişkiyi kaç kez yazdığımızı bilmiyoruz artık. Ama iktidardakiler sanki hiç yazılmamış, ortaya konulmamış, iddianameler çürütülmemiş gibi davranıp yollarına devam ediyorlar.

Ülkedeki bütün vatandaşları ilgilendiren dini ve milli bayramlar söz konusu olduğunda ise ağızlarına aldıkları ilk cümle “Birlik ve beraberlik” oluyor:
-Bu birlik ve beraberliğimizi…???

Affedersiniz hangi birlik ve beraberlikten söz ediyorsunuz?

Vatandaşlar ortadan ikiye ayrılmış durumda. AKP ve Erdoğan’ı sevenler ve sevmeyenler olarak…

2017 Eylül ayı itibarıyla AKP içindekiler için de durup parlak değil. Bizden olanlar-bizden olmayanlar ölçüsü AKP içinde de uygulanmaya başladı.

Bir de kabus kıvamında gerçekler var.
Cezaevleri doldu ve taştı. Türkiye’de 381 hapishane var. Ve bunların tümü tıka basa dolu. Tam 224 bin 878 kişi içerde. Oysa bu cezaevlerinde 202 bin 676 kişilik yatak var.

Karanlık bir tablo söz konusu. Çünkü hapistekilerin başında 2014 Ağustos’unda Tayyip Erdoğan ile Cumhurbaşkanlığı için yarışan HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve onla bu makamı paylaşan Figen Yüksekdağ olmak üzere partinin yöneticileri ve milletvekilleri cezaevlerinde tutuluyorlar.

Gazeteciler bu karanlık tablonun ortasında yer alıyorlar. Sadece Türkiyeli gazeteciler değil, yabancı ülke pasaportlu gazeteciler de hapishanelerde tutuluyorlar. Antik tarihi öneme sahip Diyarbakır Sur kenti dozerler, dinamitlerle yıkılıyor. Dünyada ilk kez tarihi mimari doku kentsel dönüşüme uğruyor.

Bu liste daha çok uzar, sütundan taşar.

Burada keselim günün anlam ve önemine dönelim. Yarın 1 Eylül Dünya Barış Günü ve Kurban Bayramı’nın başlangıcı… Birlik için güzel bir karışım olabilir:

-Barış ve insan haklarının dinsel gericiliğe kurban edildiği tüm ülkelerde yaşayan talihsizlerin bayramı kutlu olsun!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Kendi işini yapamayan gençlerin ülkesi: Sosyolog garson tarihçi depo görevlisi - Mustafa Mert Bildircin.

Büyük hayallerle girdikleri bölümlerinden mezun olduktan sonra kendi alanlarıyla ilgili çalışma imkânı bulamayan üniversite mezunları, içinde bulundukları zor şartları ve gelecek korkularını BirGün’e anlattı.

 Türkiye’de her geçen gün büyüyen “işsizler ordusu”nun en büyük halkasını gençler oluşturuyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, son 15 yılda iş bulmak ümidiyle İŞKUR’a başvuran 7 milyon 428 bin 243 kişi 15-24 yaş aralığında.
İŞKUR verilerine göre, iş arayan nüfusun yüzde 31’i gençlerden oluşuyor ve 692 bini üniversite mezunu. İŞKUR’a iş için başvuran üniversite mezunu sayısı ise 355 bin. Bunlardan 6 bin 266 kadarı yüksek lisans, 263’ü doktora mezunu. İyi bir eğitim alacağı ve eğitimini aldığı alanla ilgili bir işte çalışacağı düşüncesiyle üniversiteye giren gençlerin çoğu, mezun olduklarında işsizlikle boğuşuyor. Çok sayıda üniversite mezunu genç, geçimlerini sağlamak için  eğitimini aldıkları alanlardan çok farklı alanlarda çalışmak zorunda kalıyor. Üniversite mezunlarının en çok çalıştığı işlerin başında “satış danışmanlığı” gelirken, çok sayıda mezun da garsonluk yaparak hayatını sürdürmeye çalışıyor.

Öğrenim gördükleri alanda istihdam imkânı elde edemeyerek hizmet sektöründe çalışmak zorunda olan üniversite mezunları, içinde bulundukları şartları ve gelecek korkularını BirGün’e anlattı.

Hayatını sürdürmek için markette depo görevlisi olarak çalışan Oğuz Akça, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih bölümü mezunu. Henüz lise öğrencisiyken Tarih okumaya karar verdiğini söyleyen Akça, “Harçlığım yettiğince tarihle ilgili kitaplar alıyor, altını çizerek, notlar çıkararak okuyordum” diyor. Üniversite tercihinde yalnızca DTCF Tarih’e yer verdiğini belirten Akça, İstanbul’da yaşayan ailesini bırakarak tarih okumak için geldiği Ankara’da yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

Okurken çalışmak zorunda kaldım
“Bölüme akademik kariyer yapmak amacıyla girdim. Çalışmalarımı da hep bu doğrultuda yürüttüm. Başarılı bir öğrenciydim. Ancak aldığım öğrenim kredisi ve ailemin desteği bir süre sonra yetersiz kaldı. İkinci sınıfta çalışmak zorunda kaldım. Mezun olana kadar da çeşitli marketlerde çalıştım. Kimi zaman da günü birlik işler yapıyor, maddi durumu iyi olmayan aileme yük olmamaya çalışıyordum.”

‘Başarısız’ demelerinden korkuyorum
Öğrenim hayatının ikinci yılından itibaren çalışmak zorunda kaldığı için derslerde ilk zamanki başarısının gerisinde kaldığını söyleyen Akça, her şeye rağmen başarılı bir şekilde mezun olduğunu kaydederek, “İyi ortalamayla mezun oldum. Hem okuyup hem çalışmak beni yorsa da mezun olmanın verdiği heyecanla hemen iş aramaya koyuldum” ifadelerini kullanıyor. Çalışmak zorunda olduğu için akademik kariyer hayalinin uzağında kaldığını söyleyen Akça, başvurduğu dershanelerin düşük ücret politikaları ve sosyal güvenceden yoksun çalışma koşulları nedeniyle buralarda çalışmaktan da vazgeçtiğini belirterek şöyle devam ediyor:

“Ailemin yanına da dönmek istemiyorum; ‘başarısız oldun’ demelerinden korkuyorum. Dershaneler çok komik maaşlar öneriyor. O parayla yaşamam mümkün değil. Son çare şu an çalıştığım markette iş buldum. Kiramı ödeyebilmek, karnımı doyurabilmek için markette çalışıyorum.”

Her geçen gün köreliyorum
Yaptığı işten gocunmadığını ancak zaman zaman kendisine, “Benim burada ne işim var?” diye sorduğunu söyleyen Akça, gelecek korkusunu şöyle ifade ediyor:

“Ömür boyunca böyle işlerde çalışmak zorunda kalacağımı düşünüyorum bazen. Her geçen gün köreldiğimi düşünüyorum. Kitap okuma alışkanlığımı dahi kaybediyorum. İlgi alanımla ilgili büyük bir hevesle kitaplar arıyor, ama sonra ‘aman okusan ne olacak yarın yine koli taşıyacaksın’ diyorum kendi kendime.”

Büyük hayallerle girdiği üniversiteden mezun olduktan sonra Ankara’da bir kafede garsonluk yapmak zorunda kalan Meltem Koçak, Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji bölümü mezunu. Bölümünü ilk on içerisinde bitiren Koçak, alanıyla ilgili çalışabileceği hemen her kuruma başvurduğunu, ancak olumsuz sonuç aldıktan sonra iş aramaktan vazgeçerek garsonluk yapmak zorunda kaldığını söylüyor. Koçak, garsonluk yaparken bir yandan da sosyolojik “alan çalışması” yaptığını belirtiyor:

Bilimle uğraşarak karın doyurmak mümkün değil
“Zihnen hayatta kalabilmek için alanımla ilgili bulduğum her şeyi okuyorum. Bireysel olarak yürüttüğüm ‘Kadın Yoksulluğu Üzerine Sosyolojik Araştırma’ konulu bir de araştırma yapıyorum. Buradan (çalıştığı kafeyi kastederek) bulduğum her vakitte araştırmam üzerinde çalışıyorum. Hiçbir zaman maddi beklentim yüksek olmadı. Hani, ‘karnım doysun yeter’ derler ya, o hesap. Ama bu ülkede bilimle uğraşarak -özellikle sosyal bilimler- karın doyurmak da mümkün değil. Burada bardak yıkayarak karnımı doyurabiliyorum en azından.”

Çağrı merkezinde çalışan arkadaşımız şanslı
Aynı bölümden mezun olan arkadaşlarının büyük bölümünün de kendisi gibi hizmet sektöründe çalıştığını söyleyen Koçak, “Zaman zaman görüşüyoruz. Herkeste bir karamsarlık hâkim. Sosyolojiye en yakın çalışan arkadaşımız, çağrı merkezinde görev yapıyor. Onu ‘şanslı’ addediyoruz, varın siz düşünün” diye konuşuyor.

Her şeye rağmen mücadele etmek gerek
Bir kez daha üniversite tercihi yapma şansı olsa, tekrar sosyolojiyi seçeceğini sözlerine ekleyen Koçak, “Bu yazıyı okuyup da ideallerinden vazgeçmesini istemem kimsenin. Ülkenin içinde bulunduğu durumdan bizler sorumlu olmasak da düzeltecek olanlar yine bizleriz. Her şeye rağmen mücadele etmek, ideallerin peşinden koşmak gerek” diyor.

Gazi Üniversitesi Matematik bölümünden mezun olduktan sonra bir yıla yakın özel eğitim kurumlarında çalışan Özlem Aksu, kötü çalışma koşullarına rağmen öğrencilere matematik öğrettiği için memnun olduğunu, ancak geçim sıkıntısı nedeniyle mesleğinden koparak bir giyim firmasında satış danışmanı olarak çalışmak zorunda kaldığını belirtiyor. Aksu, şunları söylüyor:
“Çalışma şartlarım ve aldığım ücret çok kötüydü. Ama mutluydum. Şu an çalıştığım mağazaya giderken olduğu gibi ayaklarım geri geri gitmiyordu örneğin. Bir süre sonra babamın yaşadığı sağlık problemi nedeniyle aileme destek olma zorunluluğum doğdu. Aldığım para yetmemeye başladı. Kaldı ki sadece yol parasına gidiyordu o para. Ben de AVM’ye giderek önüme çıkan her yere başvurdum. Altı aydır da burada satış danışmanı olarak çalışıyorum. Burada da şartlarım iyi değil, ama en azından biraz daha iyi para kazanabiliyorum.”

Bazen annemle sarılıp ağlıyoruz
Geleceğe dair ümidini kaybetmek üzere olduğunu belirten Aksu, hayatı boyunca tek ideali olduğunu söylediği matematik öğretmenliğinden uzaklaştıkça gelecek korkusunun arttığını dile getiriyor. Aksu, alanıyla ilgili iş bulamadıkça ailesi ve çevresiyle ilişkilerinin de kötüye gittiğini de anlatıyor:

“Dediğim gibi babamın rahatsızlığı nedeniyle bu işte çalışmak zorundayım. Alanımla ilgili çalışma şansım yok maalesef şartlar nedeniyle. Bu arada KPSS puanım da yüksek ama atanamadım. Bazı günler içinde bulunduğum durum nedeniyle babamı suçlayacak noktaya geliyorum. Sanki adam bilerek hastalandı. Düşünün artık psikolojim ne noktaya geldi. Ailem de bendeki değişikliği fark etti. Bazen sarılıp ağlıyoruz annemle. Matematiği ne kadar sevdiğimi herhalde ondan daha iyi bilen yoktur.”

Mustafa Mert Bildircin / BİRGÜN

Bira - ÖZGÜR MUMCU

Binlerce kişinin katıldığı Adalet Kurultayı’nda bir-iki kişi bira içti diye ortalığı velveleye verir, içki içenleri kendini bilmez diye damgalayıp aslanların önüne atar ve partiden ihraç etmeye kalkarsanız AKP’ye al da at dercesine pas vermiş olursunuz. 
 
Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş önce bira içenler için soruşturma açıldığını açıkladı, CHP’nin mahcup tutumu üzerine de partiden özür dilemesini istedi. 
 
Özür dilerseniz de başka taleplerle kapınıza dayanacaklar. 
 
İktidar medyası meseleyi öyle bir yansıttı ki zannedersiniz CHP’liler şehit mezarlığında parti yapmış, satanist ayinler düzenlemiş. 
 
Bir defa Gelibolu Milli Parkı’nda alkol yasağı öyle gelenekselleşmiş, kutsal bir yasak değil. Şunun şurasında 3 sene önce Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’nın kurulmasıyla getirilmiş bir kısıtlama söz konusu. Amacın Çanakkale’ye gelen Anzakların torunlarının şafak ayini sırasında şarap içmelerini engellemek olduğu ileri sürülmüştü. O dönem bu yasağa CHP’li Çanakkale milletvekili Ali Sarıbaş, “Alkolle ilgili genel bir mevzuat zaten var. İkinci bir yasayla sınırlama doğru değil” diye karşı çıkmıştı. 
 
Sayın Bakan Kurtulmuş, içki içenler hakkında soruşturma başlatıldığını açıkladı. Zannedersiniz ortada milli güvenliği tehdit eden, büyük bir suç var ve koskoca bakan, basına bunu duyurmayı görevi bilmiş. Oysa kanunen öngörülen yaptırım idari para cezası. 
 
Düzenleyicilerin kurultay süresince kamp alanında içki tüketilmesini yasaklaması ya da kısıtlaması elbette anlaşılır. Ancak alt tarafı idari para cezası gerektiren bir eylemi, AKP ağzıyla kınamak, işi partiden ihraca kadar uzatmak anlaşılır değil. Siz meseleyi AKP ağzıyla sürdürürseniz, Sayın Erdoğan da kurultayda votka, bira, şarap içildi diye konuşur. 
 
Siyasette Erdoğan hegemonyasını kırmak için asgari demokratik müşterekte buluşan geniş bir koalisyon kurmak fikri kötü bir fikir değil. Bunun için, yeniden demokrasiye dönmek için bir blok oluşturup kendi tabanı dışındakilere ulaşmak da öyle. Gel gelelim bunu yaparken, böylesine sağa kaymak CHP’yi büyütmez, aksine küçültür. 
 
AKP’nin her ithamına, her saldırısına cevap vermenin, neredeyse özür diler gibi davranmanın AKP dışında kimseye faydası yok. 
 
Partinizin gerekli işlemleri yaptığını açıklar ve asıl meselenize yani Türkiye’deki adalet krizine odaklanırsınız. Numan Bey’e de “cezası neyse kes, boş işlerle gündemi meşgul etme” diye hak ettiği cevabı verirsiniz. 
 
Mesele içki içilip içilmemesi meselesi değil. Eninde sonunda suç olmayan, Tarihi Alan Başkanlığı Kanunu’nda idari para cezası gerektiren, kapalı alanda sigara içilmesi gibi düzenlenmiş bir kabahatler hukukuna ilişkin bir fiilin iktidar tarafından büyütülmesi, CHP’nin de bu oyuna gelmesi.
1984 senesine kadar kahvehanelerde bile satılan biranın, böyle olay çıkartması da İslamcı baskının hem saçmalığını hem de gücünü gösteriyor.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Çin’de ‘boş iskemle’ demek yasak... - ZEYNEP ORAL

Malmö’deyim. İsveç’te. Dört PEN merkezinin düzenlediği bir konferansta. Bu merkezler: Bağımsız Çinli Yazarları, Uygur, Tibet ve İsveç PEN’leri. Hep Türkiye’deki ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü sorgulanacak değil ya, bu kez sorgulanan Çin’deki durum... (Şu son cümle hakaret mi yoksa teselli mi, artık ona siz karar verin.)
Konferansın, toplantının ana teması şu başlığı taşıyor: 

“Ortak Paydada Buluşabilmek- Düşmansız, Nefretsiz”...
“Benim düşmanım da yok; nefretim de yok”...
Geçen ay hapisteyken ölen Çinli muhalif yazar Liu Xiabo’nun sözleri bunlar... Bağımsız Çin Yazarları PEN Merkezi’nin kurucularından olan, başkanlığını da yapan, Nobel Ödüllü yazar 11 yıllık hapis cezasına çarptırıldığından ödülünü almaya gidememişti ama hücresinden yazmaya ve insan hakları savunuculuğuna devam etmişti. 


Toplantının ona adanmasının nedeni, ideallerini bu dört merkezin de paylaşması. Anladınız herhalde: İki gündür tartışılan, konuşulan Çin’de edebiyata uygulanmakta olan totaliter sansür, Uygur, Tibet ve Moğolistan edebiyatlarına ve sanatlarına yönelik baskılar... 


Ne yazık ki, küreselleşme olsun, ekonominin liberalleşmesi olsun, bunlar düşüncenin de liberalleşmesine yol açmıyor. Kara para, ak para, sermaye, rant ve silah sınır tanımazken, pasaportsuz, izinsiz serbest dolaşımdan yararlanırken, düşünce ve ifade özgürlüğü aynı serbestlikten faydalanamıyor! 

Dönelim Çin’e!
Düşünce ve ifade özgürlüğünü yok sayan her ülkede olduğu gibi Çin’de de muhalif her görüş baskı altında tutuluyor ve cezalandırılıyor. Bu bilinmedik bir şey değil. Ama doğrusu Çin’de internette “boş iskemle” sözünün kesinlikle yasak olduğunu bilmiyordum. 

Yasağın nedeni: Dünya edebiyat arenasında her toplantıda aramızda bulunamayan hapisteki yazarlar için sahneye bir boş iskemle konması artık gelenek haline dönüştü… 
En bol boş iskemle hangi ülkeler için var artık ben söylemeyeyim. Nasılsa siz biliyorsunuz.
 

İsveç PEN Başkanı Elizabeth Asbrink toplantının açış konuşmasında bu ayrıntıyı Çin’deki boş iskemle yasağını söyleyince, dinleyenleri tuttu mu bir gülme… Ben herkesten daha çok güldüm. Ve elbet bizde de “kahraman” sözcüğünün İngilizcesinin yasak olduğunu kimselere söylemedim… Hem zaten bu toplantıda Türkiye PEN Merkezi gözlemci durumundaydı… 

Üç gün boyunca Uygur, Tibet, Moğol yazarların deneyimlerini ve tanıklıklarını paylaştık. Özgün edebiyatlarını ve uygarlıklarını tanımaya çalıştık. Suçlamalar, yakınmalar, tartışmalar birbirini izlerken, benim içimden geçen duygu, “Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş”ti. 


Toplantının onur konuğu, İranlı Nobel ödülü sahibi yazar avukat Şirin Ebadi, tüm konuşmalarında “Düşmansız, nefretsiz” sözünü sorguladı...
“Düşmansız evet... Ama nefret etme hakkım var; nefretin şiddete dönüşmesini engelleme yollarını aramak bulmak sorumluluğum var” diyerek önemli bir noktayı vurguladı.
Şirin Ebadi, işlerine gelince, çıkarları uğruna her türlü kötülüğe ve baskıya göz yuman Batı dünyasını da eleştirmekten geri kalmadı. 


“O, Liu Xiabo öldü. Ama dünyanın birçok yerinde hapiste sayısız yazar ve gazeteci var. Onların ölmesine izin vermeyin... Diktatörlere karşı kalemlerinizle savaşın” diyerek konuşmalarını sonlandırdı. 


Bir toplantı daha sona erdi. Üç günde elbet hiçbir sorun çözülemedi, bir sonuç alınamadı. Ama hiç olmazsa yalnız değiliz duygusu paylaşıldı, sessizlerin sesinin duyulması için bir adım daha atıldı.


Zeynep Oral / CUMHURİYET

30 Ağustos 2017 Çarşamba

Zorunlu bireysel emeklilik, haramilik mi? - KADİR SEV

2017 Ocak ayından bu yana çalışanlarla AKP arasında BES üzerinden kıyasıya bir yarış sürüyor. Henüz sonuçlanmadı, ortada gibi.

İşçinin ücretinden zoraki %3 kesiyorlar, istemiyorsan iki ay kesildikten sonra dilekçe ver paranı geri alırsın diyorlar. Çalışanların yaklaşık yarısı, önlerine çıkarılan onca zorluğa direnip sistemden çıkıyor.
Güzel de bir ad bulmuşlar: “otomatik katılım.”

Çıkmak öyle kolay değil. En başta sahadaki şirketlerden biriyle anlaşma yapmışsa eğer patron engeli var. Bireysel emeklilik şirketinin, işçinin patronuna müşteri getirmesi karşılığında ufak tefek de olsa çıkarlar sağlaması ülke gerçeğine aykırı değil. Patron, patronluğunu yapacaktır elbette.

Özendiriciler de kullanılıyor: Devlet, sistemden çıkmazsan bireysel emeklilik hesabına 1.000 lira da ben yatıracağım diyor. Tam bir aldatmaca; Şirkete bugün verdiği paradan işçinin yararlanabilmesi için en az on yıl sistemde kalması ve 56 yaşını doldurmuş olması gerekiyor. Şirket, parayı onlarca yıl tek kuruş ödemeden kullanacak. İşçinin çıkarınaymış gibi yutturmaya çalışıyorlar.

İşçinin brüt ücretinden yapılan %3 kesintinin Yasadaki adı “katkı payı” Sanki Devlet, işçiye emeklilikte ek paralar verecek, bu arada bir miktar da işçiden katkı bekliyor. Aslında hiç de öyle bir şey yok.

Sistem, işçiden kesilen paraların şirketlere verilmesi, paradan para kazanacağı alanlarda değerlendirerek, emeklilik ya da ayrılma hakkını kullanmak isteyenlere getirisinin bir bölümünün verilmesi üzerine kurulu. Devletin, BES nedeniyle işçiye ödediği herhangi bir şey yok ki katkı istemeye yüzü olsun.

Her ne kadar 2013 yılından bu yana, %25 de benden deyip şirkete yatırıyorsa da bu durum katkı payı denilmesine haklılık kazandırmıyor. Para yine şirkete veriliyor.

Aklı olan böyle bir sisteme neden razı olsun?
Ücretinin %20’si emeklilik için SGK’na yatırılıyor; üstelik Devlet, milyarlarca lira verip SGK’nın açıklarını karşılıyor bütün bunların karşılığında, yoksulluk sınırının altında emekli aylığı ödenebiliyor. BES için en az 53; en çok 340 lira kesilen tutarlarla emeklilikte refah sağlayacak para hangi yatırımla kazanılabilir? Aklıma bir şeyler geliyor ama onu yapmazlar her halde! Neyse…
Yapılan hesaplara göre, bugünkü değerlerle ayda en çok 80-100 lira gibi tutarlarda emekli aylığı ödenebileceği hesaplanıyor.

Bunun adını, bireysel emeklilik sistemi koymuşlar. Adıyla bile aldatıyorlar.

BES’e zorlamak için bordrodan kesilmesi, çıkmanın zorlaştırılması gibi akılları, 2012 yılında IMF verdi: tasarruflarınız OECD ülkelerinin oldukça altında, BES’i zorunlu yaparsanız biraz yükselir dedi.

OECD ülkeleriyle karşılaştırma yapmak gerekiyorduysa, keşke işçi ücretlerinden başlasalardı. Hem çalışanlar hem de emekliler biraz rahat ederdi.

IMF’nin dediklerini 2017’de yaptılar. Ancak bir türlü, bekledikleri katılım olmuyor. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, 19 Haziran 2017 günü bu durumu olumsuz propaganda ve yanlış yönlendirmelere bağladı ve şirketleri, yeterli gayreti göstermedikleri için suçladı. Sistemden çıkanları yeniden içeri almak için yeni tuzaklar kurmaya hazırlandıklarını duyuyoruz.

Beğenmeseler de toplanan para hiç az değil. Sistemde 6 milyon 825 bin katılımcı var ve 18 Ağustos 2017 itibariyle fon tutarı yaklaşık sayılarla, Devlet katkısıyla birlikte 71 milyar liraya ulaşmış; yatırıma yönlendirilen tutar ise 48 milyar lira.

1 Ocak 2018 sonrasında bir portföy yönetim şirketi, emeklilik fonlarının en çok %40’ını yönetebilecek. Fon tutarının 80 milyar liraya ulaşması bekleniyor ve %60’ı olan 48 milyar liranın, yönetilmek için el değiştireceği hesaplanıyor. Şirketler, bu pastadan daha çok pay alabilmek için şimdiden hazırlıklarını yapmaya başladılar.

Buraya değin AKP İktidarlarından söz ettik.

Şimdi de 2001 yılına gidelim. BES Yasası, Ecevit'in Başbakanlığındaki Koalisyon döneminin olduğu 18 Mart 2001 tarihinde yürürlüğe girdi. Yasanın Birinci maddesinde şunlar yazıyor; “Bu Kanunun amacı, kamu sosyal güvenlik sisteminin tamamlayıcısı olarak, bireylerin emekliliğe yönelik tasarruflarının yatırıma yönlendirilmesi ile emeklilik döneminde ek bir gelir sağlanarak refah düzeylerinin yükseltilmesi, ekonomiye uzun vadeli kaynak yaratarak istihdamın artırılması ve ekonomik kalkınmaya katkıda bulunulmasını teminen, gönüllü katılıma dayalı ve belirlenmiş katkı esasına göre oluşturulan bireysel emeklilik sisteminin...”
Kısacası, BES’in kamu sosyal güvenlik sisteminin tamamlayıcısı vb olarak sunulması AKP’nin buluşu değil.
Denebilir ki; o tarihte zorunluluk öngörülmemişti.
Ama 2017 Ocak ayına değin de zorunluluk yoktu.
Yine denebilir ki; o dönemde Kemal Derviş vardı.
Sizce öyle bir şeylerin hazırlıkları yapılmıyor mu?

Kadir Sev /SOL

İçki politiktir: Adalet Kurultayı üzerine - FATİH YAŞLI

Geniş çaplı, geniş katılımlı ve konaklamalı bir siyasi etkinlik düzenliyorsanız, disiplin ve güvenlik kaygılarıyla içki içmeyi yasaklayabilirsiniz, bu doğaldır; zaten birçok sol örgüt ve yapının konaklamalı etkinliklerinde de bu tür yasaklar olur, bunlara uymayanlar hakkında da gereken hukuk işletilir.

CHP’nin Adalet Kurultayı’nda içkinin yasak olması, örgüt disiplini, güvenlik kaygısı, kampın düzeninin sağlanması gibi nedenler söz konusu olduğunda gayet anlaşılabilir, bu yasağa uymayanların parti tüzüğünde, disiplin hükümlerinde ne yazıyorsa ona göre cezalandırılmaları da.
Ama buraya kadardır, çünkü bundan ötesi bambaşka bir şeye işaret eder. İçkinin politik olarak şeytanlaştırılmasına, içki içenlerin politik linçe maruz bırakılmalarına yol açacak şekilde yaftalanmalarına, içki içmenin kriminal bir vaka gibi sunulmasına ya da ahlaksızlıkla özdeşleştirilmesine doğrudan hizmet edecek bir tutumla ve İslamcılığın ağzıyla iş “şehitlere saygısızlık” noktasına gelmişse, sağcılığın o ikiyüzlü ve riyakâr ahlak anlayışı üzerinden yola çıkarak insanlara saldırılıyorsa ve buradan bir siyasi rant elde edilmek isteniyorsa, işte orada “bir dakika” demek gerekecektir.

Bakın bugün Türkiye’de içki asla tek başına içki değildir, rejimin “kurucu öteki” olarak gördüğü ne varsa hepsine dair bir semboldür: Cumhuriyet mi, “iki ayyaş”tır, Atatürk mü, “memleketi içki sofralarından yönetmiştir”, Cumhuriyet nesilleri mi, “Batı kültürüyle ve içkiyle zehirlenmişlerdir”, solcular mı, “memleketi rakı sofralarından kurtarmaktadırlar” vesaire. Cumhuriyet, modernleşme, laiklik… Hasım olarak görülen ne varsa, içki, tek başına hepsini temsil etmektedir siyasal İslam’ın terminolojisinde.

Pratiğe gelince, her ne kadar üzerinden kazanılan muazzam vergi, bir noktaya kadar dokunulmazlık getirse de, toplumsal yaşayışın dinselleştirilmesinin temel hedeflerinden biri kamusal alanı “içkiden arındırma”, “alkolsüzleştirme”dir. İçki satma ruhsatından saat kaça kadar satılabileceğine, içkili restoran ve meyhanelerin kentin belli sokaklarına toplanıp buraların marjinalize edilmesinden taşrada uygulanan fiili içki yasağına kadar  uzanan genişlikteki tedbir ve yasaklar, dinci ütopyanın, ideal İslam toplumu hayalinin birer yansımasından, birer uzantısından başka bir şey değildir.
Güzel, demek ki her olgu ve hadisenin olduğu gibi içkinin de politik bir bağlamı vardır ve bu bağlamdan azade yapılacak her türlü değerlendirme apolitizmle maluldür. Nasıl ki “Anıtkabir’de dua”yı politik bağlamına, yani İslami bir rejim inşasına oturtmadığınızda ne olup bittiğini anlayamaz ya da bundan memnuniyet duyarsanız, içki meselesi de böyledir ve politik bağlamı da açıkça İslami rejim inşasıdır, fiili şeriat uygulamalarıdır.

Peki CHP yönetimi, kraldan çok kralcılık yaparak Adalet Kurultayı’nda içki içtiği tespit edilen partilileri partiden ihraç edeceğini söylerken (ki bu noktada “partinin hangi metninde içki içmenin ihraçla sonuçlanacağına dair bir hüküm vardır” sorusunu da sormadan geçmeyelim) bunu basitçe parti disiplini gereği mi yapmaktadır?

Peki CHP yönetimi, yukarıda anlattıklarımızı, içkinin Türkiye gericiliği açısından taşıdığı anlamı, hasımlarını paralize etmek için kullanılan bir silah, bir damga, bir yafta olduğunu bilemeyecek kadar apolitik midir?

İki sorunun da yanıtı elbette ki “hayır”dır, mevzu ne parti disiplinidir, ne de CHP yönetiminin apolitikliği. Bilakis ortada gayet politik, gayet akıldaki politik stratejiye uygun bir icraat vardır. Başka yazılarımda “sağcılaşarak büyüme” diye adlandırdığım bu strateji, sağın söylemleriyle, sağın iddialarıyla, sağın pratikleriyle iktidar olabileceğini zannetmekte, bunu da “milletin değerleriyle barışık olma” adlı bir garabetle sunmaya çalışmaktadır.

İşte Kurultay’ın ana mantığı bütünüyle bu strateji üzerine inşa edilmiş durumdadır. Davetliler, konular, temalar, bunların hepsi muhafazakâr, dindar kitlelere yönelik bir “açılım”ın politik-ideolojik altyapısını oluşturmak, dahası tabanı buna ikna etmek için kurgulanmış gibi görünmektedir ve içki mevzundaki tutum da doğrudan bununla ilgilidir. Yani mesele sadece dinci hegemonyaya teslim olmak değil, o hegemonyanın diliyle konuşarak iktidara gelinebileceğine duyulan inançtır.
Demek ki CHP yönetimi, 2019 seçimlerine gidilirken, iktidar partisiyle, MHP’yle ve adının Merkez Demokrat Parti olacağı söylenen Akşener’in partisiyle sağcılık yarıştıracaktır, öyle mi? Öyle görünmektedir ve üstelik çoktan kapatılmış olan o alanda başarı elde edebileceğine de inanmaktadır. Bunun böyle olmayacağına, örneğin en basitinden, özellikle kıyılarda “kerhen” CHP’ye oy veren kitleler sandıkta akın akın Akşener’e oy verdiklerinde hep beraber tanıklık edeceğiz ama o zaman elbette ki iş işten geçmiş olacak.

CHP yönetiminin “sağcılaşarak büyüme” stratejisi iflas etmeye mahkûm bir stratejidir, bunu hepimiz biliyoruz. Buraya bakarken asıl gözden kaçırmamamız gereken yer ise CHP tabanıdır, çünkü taban, sağcılığı ve dinciliği kusma, reddetme potansiyeline de, sol değerlerle ve sol siyasetle daha sıkı ilişkilenme potansiyeline de sahiptir. Siyasi müdahale, o potansiyeli açığa çıkarma işidir ve bizim işimizdir; araçları, yöntemleri, stratejisi üzerine kafa yormak ise öncelikli görevimizdir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

İzah, mizah ve metal.. - TANER TİMUR

“İzahın bittiği yerde mizah başlar” derler ya, galiba biz de son yıllarda o sınıra gelmiş bulunuyoruz. Gerçekten de bu ülkede yaşananlar artık insanda daha çok mizah duygularını kamçılıyor. İzaha mizah katmak sonunda bu ülkede bazı şeyleri anlatmak için en uygun metot haline geldi. Ülke olarak bir süredir dünyadan koptuk, başıboş gök cisimleri gibi uzayda dolaşıyoruz. Tam bir özgürlük içinde!.. Ne FETÖ var boşlukta, ne PKK, ne de CIA; hatta Merkel ve Almanlar bile yok. Elde fener, Hazreti Ömer’i arıyoruz…
                                                                            • • •

Ömer’den Erdoğan söz etti; partisindeki ‘metal yorgunluğu’nu anlatırken. “Kimse gücenmesin, kırılmasın” dedi; “Bu değişmesi gerekenleri, kusura bakmayın, değiştirmek durumundayız. İlimizin Ömer’lerini bulacağız ve Ömer’lerle teşkilatları kuracağız. Yeni listeler açıklandığı zaman halk ‘Bu hırsızı nereden buldun?’ dememelidir”. Güzel, sevindirici vaatler!  Demek ki bundan böyle içimizdeki hırsızları artık biz yakalayacağız. Onları -örneğin Deniz Feneri’nde olduğu gibi- Almanların –ya da kimi terör örgütlerinin- yakalamasına asla izin vermeyeceğiz. Kazara elimizden kaçırdıklarımız olursa, onları da tekrar ensesinden tutup hâkim huzuruna çıkaracağız.

                                                                             • • •

Güzel de, bu ‘metal yorgunluğu’ tartışmaları biraz da kafa karıştırmaya başladı. Bugün yandaş gazetelere bakınca, o cephede de kafalarının hayli karışmış olduğunu gördüm. Örneğin bir Yeni Şafak yazarı, yorulanın “Erdoğan’ın davası mı yoksa Erdoğancılık mı? olduğunu anlamak için her türlü olasılığı tartmış ve şu karara varmış: “(…) Ak Parti’nin davasının ne olduğu en başta Ak Partililere iyice anlatılmadan, idrak ettirilmeden, gerekli şuur kazandırılmadan devam edilirse racon kesenlerin de, makam mevki için orada olanların da önü alınamaz. Onların bile kafasının karışmış olduğunu gördüm ve kararımı verdim.” Ne kararıysa? Üstelik AKP’de böyle düşünenler hiç de az değil.

                                                                            • • •

Aslında siyasal jargonumuzda ‘metal yorgunluğu’ diye bir söz yoktu; yeni çıktı. Siyaset bilimine bir katkı niteliğinde! Menderes daha çok “odun” sözcüğünden hoşlanırdı. 1954 seçimlerini yüzde 57 gibi bir oranla kazandıktan sonra “Ben seçimlerde odunu bile aday göstersem seçilirler” dediği o günlerde basına sızmıştı. “Ben” diyor başka bir şey demiyor, Parlamento’ya adeta bir ‘odunluk’ gibi bakıyordu. Ne var ki işler beklediği gibi gitmedi.

Neden?

                                                                             • • •

Nedenini –görebildiğim kadar- bu konuyla ilgili makalelerimde anlatmıştım; şu anda aklıma daha çok metal ile odun arasındaki bir benzerlik geliyor. İkisi de fazla hararete dayanamıyorlar. Biri yanıyor; öbürü ise eriyor. Rahmetli Menderes son yıllarında ülkede harareti artırdıkça artırmıştı. İkazlara, tenkitlere kulak asmıyor; her kurumu, herkesi tehdit ediyordu. “Ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim” bile dedi. Sonunda bu kadar hararete ‘odun’lar da dayanamadı, yandılar.

Bugünlerde hararet hızla arttıkça kaygılar, korkular da artıyor. Üstelik Başkan sadece yerli değil, yabancı siyasetçileri de tehdit etmeye, onlara hadlerini bildirmeye başladı. Merkel ve Gabriel’in artık bu ülkeye adım atmalarını kimse beklemesin. Her an tutuklanabilirler. Ama dikkat! Başka ve daha büyük bir tehlike daha var ufukta: Giderek metalin erime derecesine yaklaşıyoruz. Bu da bir kanun. Üstelik siyaset değil, doğa kanunu! Aman dikkat; felaket olur.

Kim bilir kurtuluş belki de yine ‘yanma’ devrine dönmekle gerçekleşecek? Fakat Menderes’in ‘odun’ları değil, Nâzım’ın ‘çıra’ları bu yolu açacak... Açmaya başladılar bile… Hani “sen yanmasan, ben yanmasam..” diyordu ya büyük şair… ‘Aydınlığa’ da –kimse kuşku duymasın- son yıllarda sayıları hızla artan bu kahramanlar sayesinde ulaşacağız…

Taner Timur / BİRGÜN

Prof. Dr. Korkut Boratav'dan Adalet Kurultayı sonrası değerlendirme: Solu olmayan cumhuriyet ayakta kalamaz - CAN UĞUR

Adalet Kurultayı son bulurken kurultayın katılımcılarından Prof. Dr. Korkut Boratav çarpıcı açıklamalarda bulundu: Müslümanlıkla sol değerler çatışmaz ama siyasal İslam’dan da demokrasi çıkmaz. Solu olmayan cumhuriyetçilik ise öksüz kalır.

Adalet Kurultayı dün sona erdi. Kurultayın Adalet Yürüyüşü kadar heyecan yaratmadığı birçok kesim tarafından dillendirilirken bunda kurultaya katılan sağcı ve İslamcı isimlerin de payının olduğu belirtiliyor. Bunun yanı sıra birçok tanınmış demokratik kitle örgütü temsilcisi, sol-sosyalist parti temsilcisi de kurultaya katıldı, katkılarını sundu. CHP’nin sağa göz kırpma politikaları parti açısından sürekli tartışılırken kendi tabanında da karşılık bulmuyor. Buna rağmen merkez sağın, sol-liberallerin tanınmış isimleri CHP’nin ne yapması gerektiği ve parti politikalarını nasıl yürütmesi gerektiği konusunda fikir beyan etmekten geri durmuyor. Sol politikalar yerine liberal ya da sağ söylemlerin öne çıkarılmasına dönük tepkiler Kurultaya katılan-katılmayan CHP’lilerin en sık dillendirdiği konuların başında geldi. Kurultayın katılımcılarından olan Prof. Dr. Korkut Boratav- yüzünü sola dönen bir CHP’nin kısa sürede önemli kazanımlar elde edeceğini dile getiriyor. BirGün’e konuşan Prof. Dr. Boratav, solu olmayan bir cumhuriyetçiliğin eksik kalacağına işaret ederek çok önemli bir konunun altını çiziyor.

“Hocaların hocası” lakabıyla bilinen Boratav’ın açıklamalarından öne çıkan ve tarihsel hatırlatmaların bulunduğu ifadeleri şöyle:
»Adalet Yürüyüşü’nü ya da Adalet Kurultayı’nı ilkesel olarak desteklemek gerektiğini düşünüyorum. Böyle bir ortamda muhalefet platformunda oluşan her türlü hareket, berekettir. Bu tarz adımların muhalefet adına çoğaltılması gerektiğini düşünüyorum. Her kitlesel hareket oldukça  önemlidir. Dolayısıyla ilke olarak destekliyorum. Yine belediyelerin ve CHP örgütlerinin anlamlı bir işbirliği ve dayanışma içinde oldukları da sevindirici. Merkezi yönetimin engellemelerine rağmen böyle bir iş anlamlı ve olumlu. Tabii CHP’nin ideolojik manadaki tutarsızlık ve belirsizliklerini de görüyoruz. Şimdi Çalıştay ve panellerde sosyalist eğilimli solcu birçok insan yer alıyor bu da olumlu. CHP yönetiminin AKP’ye muhalif İslamcı hareketi demokrasi konusunda paydaş olarak gördüğünü de söyleyebiliriz.
»Şimdi şunu söylemekte fayda var. Müslüman kimlikle sol kimliğin çatıştığını düşünmüyorum. Bunlar birbirini dışlamaz ama Siyasal İslamcılık’tan da demokrasi çıkmaz, bunu da dile getirmek lazım. Ben katıldığım panelde de bu sözleri dile getirdim. CHP’nin tarihsel olarak zirveye çıktığı noktada en büyük destekçisi CHP dışındaki sol muhalefet olmuştu. 70’li yılların sonunda solun ve CHP’nin zirveye çıktığı yıllara bakılırsa ne demek istediğim daha net anlaşılacaktır. O dönem CHP geleneksel cumhuriyet değerleri ile birlikte halk sınıflarının çıkarlarını savunmuş bunları örtüştürmüştü. Türkiye’nin emekçi sınıflarına cumhuriyet değerleri ile birlikte açılmıştı. Yüzde 41 oyla iktidar olduğu sene şuanki yaygın söylemle yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede seçmenlerin yüzde 41’nin oyunu almıştır. Halk, cumhuriyete ve sol değerlere oy vermiştir. O dönem sosyalist sol ve cumhuriyetçi sol geniş emekçi kesimlerinin örgütlenmesinde yan yana yükselmiş ve geniş bir platformun örgütlenmesinde çok ciddi bir başarı kaydetmiştir. Müslümanlıkla sol, sosyalist ve cumhuriyetçi değerlerin çatışmadığının en açık kanıtı 70’li yılların sonlarındaki Türkiye tablosudur.

                                                                           ***
12 Eylül sonrası ortaya çıkan tablo
Tarihsel hatırlatmalarda bulunan Prof. Dr. Boratav, 12 Eylül Darbesi’ne de değindi. Boratav’ın 12 Eylül’den bu yana yaşananlara ilişkin yaptığı değerlendirme ise şöyle: 12 Eylül darbesi bu tablodan korkulduğu için, bu tablo tersine dönsün diye aslında sola sosyalistlere karşı yapılmıştı. Nitekim 1989’da SHP 12 Eylül’e ve Özal programlarına muhalefet ederek birinci parti olduğu zaman bu muhalefetini sürdüremedi. Çünkü kendi solu yok edilmişti, yıkılmıştı. Solu olmayan bir cumhuriyetçilik öksüz kalır.

Can Uğur / BİRGÜN

Akademide ‘partili rektörlük’ dönemi: Rozet takan da var seçime karışan da! - UĞUR ŞAHİN

Partili Cumhurbaşkanlığı’ndan sonra akademi de ‘partili rektör’ dönemine geçti. Rektörler içinde AKP seçimlerine müdahale eden de var, yakasına AKP rozeti takan da.


Rektörlük seçimlerini geçen yıl ortadan kaldırmak isteyen, ancak muhalefetin tepkisi sonucunda önergeyi geri çeken AKP, üniversiteleri liyakatten yoksun yandaş isimlere teslim ediyor. Birçok üniversitenin rektörü, aleni bir şekilde AKP propagandası yapıyor. YÖK Kanuna göre, öğretim üyelerinin siyasi partilere üye olmasının önünde bir engel bulunmuyor. Ancak siyasi partilere üye olan öğretim üyeleri üniversitelerin yetkili kurullarında yer alamıyor. Bu sebeple AKP’li rektörler, YÖK Kanunu’nun açıkça ihlal ediyor. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından atanan ‘AKP’li rektörler’i derledik.

‘Konya reisine bağlıdır’

‘Partili rektör’lerin son örneği sosyal medyada önceki gün yapılan bir tartışmada kendini gösterdi. Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bir dönem ‘stratejik danışmanlığı’nı üstlenen yazar Atılgan Bayar ile Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Şahin arasında ‘Konya’ tartışması yaşandı. Sosyal medyada yürütülen tartışma, Bayar’ın “AK Parti Konya’yı kaybediyor. Pelikan kına yaksın” paylaşımıyla başladı. Söz konusu paylaşımı alıntılayan Rektör Şahin, “Abartmayın, Konya bir yere gitmez” dedi. Bunun üzerine Bayar’ın “Garanti mi veriyorsunuz?” diye sordu. Rektör Şahin ise şu yanıtı verdi: “Konya durduğu yerde durur, Reisine ve ideallerine her zaman bağlıdır. Gerisi tamamen boş laflardır.”

AKP rozeti takan rektör
Çankırı Karatekin Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hasan Ayrancı’nın AKP ile olan ilişkisi de oldukça dikkat çekici. Ayrancı’nın kişisel internet sitesinde, defalarca AKP ilçe örgütlerini ziyaret ettiğine ilişkin haberler ve fotoğraflar yer alıyor. Ancak Ayrancı Meclis’teki diğer partileri şimdiye kadar bir kez bile ziyaret etmemiş.

AKP’ye yaptığı ziyaretlerin birisini, “Sincan teşkilatımızın Şubat ayı Danışma Toplantısına katıldık” başlıklı bir haberle sitesine koyan Ayrancı’nın, söz konusu ziyarete dair fotoğraflarda ceketinin yakasına AKP rozeti taktığı da açıkça görülüyor. Ayrancı’nın sitesinde “Neden Ak Parti” başlıklı bir yazı da mevcut. Yazıda şu ifadeler yer alıyor: “Yeni Türkiye vizyonuna sahip tek parti AK Parti’dir. Kuruluşundan bu yana milletimize büyük hizmetler etmiş AK Parti’de muhafazakârlık, statükonun direnişi değil geçmişin gelecekle buluşmasıdır.”

Göklerden gelen bir karar var!
Artvin Çoruh Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Tilki’nin, Twitter üzerinden AKP’yi öven paylaşımları bulunuyor. Rektör Tilki’nin, bir tweetinde, “Başbakanımız Sayın Binali Yıldırım’ı Artvin’de ağırlamaktan onur duyduk. Allah yardımcıları olsun” ifadelerini kullanıyor. Rektör Tilki, 1 Kasım seçimlerinin ardından ise şöyle bir tweet attığı görülüyor: “Halkın iradesinin, ülkemiz için hayırlara vesile olmasını diliyorum. Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır.”

İbiş AKP Siyaset Akademisi’nde
Son dönemde KHK ile ihraç edilen akademisyen Cenk Yiğiter’i kazandığı lisans programına kaydettirmemek için kişiye özel yönetmelik değiştirmesiyle akıllara kazınan Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Erkan İbiş’in de AKP ile yakın ilişkileri mevcut. İbiş, “Radyasyon-İnsan/İnovasyon Tasarımı” başlığı altında AKP Siyaset Akademisi’nde ders vermişti.
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Acer, İlahiyat Fakültesi İÇDAŞ Kongre Merkezi’nde AKP İl Başkanlığı tarafından düzenlenen mevlüt kandili programına katılmıştı. Acer’i AKP Çanakkale İl Başkanlığı ve partinin bazı ilçe başkanlıkları da sık sık ziyaret ediyor.

Eski vekil yeni rektör
Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Rektörü Mazhar Bağlı, 2015 yılında 7 Haziran’da yapılan seçimlerde 25’inci Dönem AKP Urfa Milletvekilliği, 2009-2015 yılları arasında ise AKP MKYK üyesi olmasıyla tanınıyor. Bağlı, Suruç Katliamı’nı ulusalcıların gerçekleştirdiğini ima etmesiyle kamuoyunda uzun süre tartışılmıştı. Bağlı, katliamın ardından Twitter’dan, “Ulu-solcular millete karşı olan operasyonlarını derin devlet eliyle beceremeyince araç değiştirdiler galiba” paylaşımında bulunmuştu.

Rektörden AKP’ye ziyaret
Şeyh Edebali Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İbrahim Taş, AKP Bilecik İlçe Başkanlığı’nı ziyaret etmişti. AKP Bilecik İl Başkanı Fikret Karabıyık, ziyarete ilişkin Twitter üzerinden yaptığı paylaşımda, “Bilecik Şeyh Edebali Üniversitemizin çok kıymetli Rektörü Prof. Dr. İbrahim Taş ziyarette bulundu. Hocamıza teşekkür eder başarılar dilerim” demişti.

Genel başkanın temsilcisi rektör
Bu isimler arasında en ‘partizanı’ ise Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Ağırakça. Ağırakça’nın geçen haftalarda AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için, “Ben genel başkanımızın Mardin temsilcisiyim” demesi uzun süre tartışılmıştı. Adnan Menderes Üniversitesi’nin Rektörü Prof. Dr. Cavit Bircan ise 16 Nisan’daki şaibeli referandum öncesinde Twitter hesabından bir video  paylaşmış ve “Güçlü bir Türkiye için ben de evet diyorum” diyerek Ağırakça’ya, “Siz de var mısınız?” diye sormuştu. Ağırakça, Twitter’dan “Ben de büyük ve güçlü Türkiye için evet diyorum” mesajını paylaşmıştı. Uludağ Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yusuf Ulcay da, Erdoğan’lı ve Arapça yazılı ‘Evet’ afişlerini Twitter hesabından paylaşmıştı. Düzce Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nigar Demircan Çakar ile Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Peyami Battal da ’Evet’ oyu vereceğini açıklamıştı. Düzce Üniversitesi Rektörü Çakar, rektörlüğe aday olduktan sonra AKP Düzce İl Başkanlığı’nı ziyaret etmişti. Uşak Üniversitesi Rektör Vekili Prof. Dr. Sayın Dalkıran da, 16 Ağustos’ta AKP Uşak İl Başkanı Servet Kuş’u makamında ziyaret etmişti.

Ege’nin rektör vekili, yandaş Star yazarı
Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Cüneyt Hoşcoşkun’un açığa alınmasının ardından bu göreve vekâleten getirilen Prof. Beril Dedeoğlu, hem AKP hükümeti bakanı, hem de yandaş gazete yazarı olarak tanınıyor. Dedeoğlu, 22 Eylül 2015-24 Kasım 2015 tarihleri arasında Ahmet Davutoğlu tarafından kurulan geçici seçim hükümetinde Avrupa Birliği Bakanı olarak görev almıştı. Dedeoğlu halen AKP yandaşı ‘gazete’ Star’da köşe yazarlığını sürdürüyor.

Uğur Şahin / BİRGÜN

Şerefine Tayyip ve şerefine Kemal! - MİNE SÖĞÜT

Latin ozan Horatius bir dizesinde şöyle der:
“Nunc vino pellite curas”;
Yani “Şimdi dertlerden şarapla kurtulun”.
İnsanlığın dertlerden şarapla kurtulduğu zamanlardan, şarap yüzünden dert sahibi olduğu zamanlara nasıl geldiği ayrı konu...
Bu ülkenin içki içmeyi hem ahlaksızlık hem de hukuksuzluk sayan bir ülke haline nasıl geldiği ayrı konu.
Ama asıl konu korku.
Halkların korkusu anlaşılabilir ama muhalefet korkaklığı kaldırmaz.
Adalet kurultayındaki içki tartışmalarının kurultayda ele alınan asıl mühim meselelerin önüne geçmesini yanlış bulursanız yanılırsınız.
Bir şeyi nasıl tartıştığınız çoğu zaman tartıştığınız şey kadar önemlidir.
Tartışma üslubunuz tartışmanın sonuçlarını haklılığınızdan ya da haksızlığınızdan daha güçlü bir şekilde etkiler.
O kurultayda İslami referanslarla başa gelen ve hukuk devletini hiçe sayıp anayasaya aykırı kararnameleri kanun hükmünde diye dayatarak resmen laik cumhuriyeti yıkmaya soyunan bir iktidarın tehdidi altındaki bir ülkenin geleceği masaya yatırılıyor.
İktidarda adaleti kendi kafasına göre uygulayabileceğini sanan bir zihniyet varken;
Onun bu sanrısını yıkmak için toplanan bir kurultayda birtakım korkularla bu sanrıyı güçlendirirseniz, işe bir sıfır yenik başlamış olursunuz.
Yasaklar ve tehditlerle biçimlendirilebilen insanlar özgürlük ve bağımsızlık adına hiçbir iş yapamazlar.
Onlar anca iktidarlara biat ederler ve gerekirse tüm haklarını iktidara kanıp kaybederler.
Mevcut iktidarın başarısı nasıl hedef kitlesine göre bir dil oluşturmasıysa, mevcut muhalefetin sorunu da kendi kitlesinin değil iktidarın hedef kitlesinin hassasiyetlerine oynayan bir dilin esiri olmaya meylidir.
Şu anda bu ülkede iktidar partisinin isminin içindeki adalet kelimesi biliyoruz ki evrensel adaleti işaret etmiyor.
İktidardakiler şahsi adaletlerinin egemenliğinin peşindeler.
O yüzden hukuk devletini gözlerini kırpmadan yıkıyorlar ve bunu yaparken de cesaretlerini halkın cehaletinden ve muhaliflerin korkaklığından alıyorlar.
Korkusuz bir muhalefeti kışkırtıcı ve düzen bozucu ve yıkıcı bir muhalefet olarak kodlayanın iktidar olduğunu unutmayın.
İyimserler her çağda muhalefetin dilinin politik ayarlar ve inceliklerle kurulmasının faydalı olduğunu, uzlaşmacı yaklaşımın uzun vadede bir kazanım sağlayacağını düşünebilirler.
Gerçekçiler bu dilin ülkenin başını nasıl büyük bir belaya soktuğunu ve iktidarın işini kolaylaştırmaktan, yolunu açmaktan başka bir işe yaramadığını çok net görürler.
Karamsarlarsa bu dil değişmediği, sertleşmediği ve cesaretlenmediği sürece felaketten kurtulmanın mümkün olmayacağından emindirler.
Bu cumhuriyeti iki ayyaş kurmadı.
İçmesini ve yaşamasını bilen çağdaş, zeki ve cesur insanlar kurdu.
Onların kurduğu bu düzeni yıkmaya ne içki düşmanlarının ne de yaşamasını bilmeyen çağdışı zihinlerin gücü yeter.
Bu ülke...
Biz korkuların esiri olduğumuz, hassasiyetler adına içki içmekten, istediğimiz gibi giyinip, kızlı- erkekli gezmekten, sokaklarda öpüşmekten, sahip olduğumuz özgürlüklerimize inatla sahip çıkmaktan vazgeçtiğimiz gün biter.
O yüzden...
Şerefine Tayyip ve şerefine Kemal!



Mine Söğüt / CUMHURİYET

Destansı mücadele tesadüfle kazanılmadı - ÖMER TÜRKOĞLU / CUMHURİYET


Destansı mücadele tesadüfle kazanılmadı(1)

Millî Mücadele süreci, başlangıcından büyük zafere değin bir bütündür. Bu sürecin en karakteristik özelliği ise Türk Ulusu ile ordusunun bir bütün olarak hareket edip zafere inanmalarıdır.



Ulusal Kurtuluş Savaşı her yönüyle ve her ânıyla mercek altına alındığında görülecektir ki, yaşanan sadece bir savaş değil; bir ulusun varoluş kavgası ve kendi topraklarında özgürce yaşama mücadelesidir. Bu mücadele aynı zamanda eşsiz askerlik dehası, müthiş bir toplumsal örgütlenme, askeri ve siviliyle tüm yurttaşların moral üzerine kurduğu ittifak, adeta yazılmamış bir sözleşmedir.

Bu büyük var oluş mücadelesini destansı yapan ise şüphesiz, her şeyin en küçük ayrıntısına kadar hesaplanmış olmasıdır. Nasıl ki Mustafa Kemal Paşa’nın çok önceden, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında aklında en kısa zamanda bir meclisin toplanması düşüncesi oluştuysa, Ağustos 1922’nin son günlerinde başlayacak ve işgalci düşmana son darbeyi indirecek Büyük Taaruz da çok önceden planlanmıştı.


Karar bir ay öncesinden alınıyor

Akşehir’deki karargâhta 28/29 Temmuz gecesi Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı, Batı Cephesi Komutanı, ordu ve bazı kolordu komutanlarının yaptığı toplantı ve uzun tartışmalar sonucunda Türk Ordusu’nun taarruz planı son ve kesin şeklini almıştı. Plana göre taarruza Birinci Ordu dokuz piyade ve üç süvari tümeniyle, Beşinci Süvari Kolordusu üç süvari tümeniyle, İkinci Kolordu üç tümeniyle ve İkinci Ordu da beş piyade tümeniyle katılacaklar, ayrıca Kocaeli ve Menderes grupları da karşılarındaki düşman kuvvetlerine taarruz edeceklerdi.


Hazırlıklar hızlandırıldı

Birlikler belirtilen şekilde tespit edilip konuşlanma hazırlıkları büyük bir gizlilik içinde yürütülürken Mustafa Kemal Paşa, 16 Ağustos’ta Batı Cephesi Komutanı’na verdiği bir emirle hazırlık çalışmalarının hızlandırılarak 5-10 gün içinde sonuçlandırılmasını emretmişti. Cephelerden kayda değer haberlerin gelmemesi farklı yorumlara neden oluyordu. Savaşan tarafların siyaset ve diplomasiyi tercih edeceğini söyleyenler olduğu gibi her iki ordunun da mevzilerini tahkime devam ettiğini, savaşın kuvvetleneceğini ileri sürenler de vardı. Ne var ki Yunan ordusunun Sevr hattına bile çekilmeyip sırf göstermelik bir şekilde sadece üç alayını Trakya’ya göndermesi, İzmir için muhtariyet ilan etmesi ve sonunda da İstanbul’u işgal niyetlerini açıkça beyan etmeleri ile İngilizlerin buna izin verdiklerine dair haberler, Ankara Hükümeti ile ordusunun Büyük Taarruz’u hızlandırmasını zorunlu kılmıştı. Cephedeki her iki ordunun subay ve askerleri ileri düzeyde savaş tecrübesine sahiptiler. Özellikle Türk subayların uzun süren Birinci Dünya Savaşı’nda farklı cephelerde elde ettikleri deneyimler, onları gerek taktik ve gerekse cephe savaşlarında yeterli deneyim sahibi yapmıştı. Öte yandan, hem asker sayısı hem de silah ve mühimmat açısından eşitsizlik devam etmekteydi.



Ankara’da durum

Ankara’da basılan ve bir anlamda Ankara Hükümeti’nin gayri resmî yayın organı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin 25 Ağustos 1922 tarihli başyazısı, “İngiliz güllesi ile gelen Yunanlılar”ı artık birtakım görüşmelerin, hile ve tehditlerin bile kurtaramayacağını söylüyor ve adeta bir gün sonra başlayacak Büyük Taarruz’un ipuçlarını vererek bitiriyordu: “[Venedik’teki] Konferansa gideceğiz, hakkımızı talep edeceğiz fakat karşımıza dikilen Lloyd George’un samimiyetine, ciddiyetine, hayırhahlığına inanarak değil, Mehmetçiğin süngüsüne dayanarak.” İstanbul’da basılan Akşam gazetesi ise aynı tarihli nüshasında esir alınan Yunan askerlerinin fotoğrafını yayımlıyor ve terhisin ertelendiğini yazıyordu. İkdam gazetesinin birinci sayfasından verdiği bir haber ile devamındaki soru, Türk ordusunun uzun süredir hazırlığını yaptığı Büyük Taarruz’a sekte vurabilirdi! “Menderes Havalisindeki İlerleme Hareketi, Bu Hareket Ordumuzun Taarruza Geçeceğine İşaret Addolunabilir mi?” Aslında sözü edilen ilerleme hareketi, Denizli mıntıkasındaki birliğimizin küçük bir manevrasından ibaretti. Ne var ki haberin gazetede böyle yer alması planları bozabilirdi. 25 Ağustos 1922 tarihli resmî tebliğde ise her şey bir nevi önemsizleştiriliyordu. Menderes Vadisi’ndeki küçük taarruzdan bahsedilmeden sadece Eskişehir mıntıkasında hattımıza yaklaşmaya çalışan bir düşman müfrezesinin uzaklaştırıldığı, diğer cephelerde de ateş ve keşif çalışmaları yapıldığı bildiriliyordu. Bu küçük çatışmalar, bir gün sonra topyekûn bir taarruza dönüşecekti.


Yunan ordusunun güçlü tahkimatı

Kılıçarslan Tepesi’ni kurtarmakla görevlendirilen 14. Tümen, kısa sürede bu mevkii ele geçirerek düşmanı Manastırpınarı- Kavaloğlu hattına geriletmişti. 4. Kolordu ise öğleden sonra Kurtkaya mevkiine taarruza başlamıştı. Ancak buradaki Yunan mevzileri çok sağlam tahkim edilmiş, birden fazla tel örgüyle çevrilmişti. Bu yüzden yapılan taarruzlardan sonuç alınamayınca kesin sonucu verecek harekât sabaha bırakıldı. Yunan ordusunun kuvvetli tahkimatının bulunduğu diğer bir mevzi de Erkmentepe idi. Burada iki ordu arasında gün boyu süren savaş, hava karardıktan sonra da devam etmiş ancak bir sonuç alınamamıştı. İkinci Ordu Komutanı, birliklerini Şaphane Dağı’ndaki gözetleme yerinden yönetiyordu. Bu orduya bağlı 3. Kolordu’nun “Porsuk Müfrezesi” saat 05.30’da bütün cephede büyük bir saldırı başlatırken 16. Alay’ın bir taburu Çakmaktepe’yi ele geçirmişti. 6. Kolordu’ya bağlı birlikler de Yanıktepe- Uzungüney sırtlarındaki etkili Yunan ateşine rağmen ilerlemeye çalışıyordu. Savaşan birliklerin önemli bir ayağını teşkil eden süvari sınıfı da kendilerine verilen görevleri başarıyla yerine getiriyorlardı. 5. Süvari Kolordusu’na bağlı birlikler, ordunun yan ve gerilerini koruma, keşif ve demiryolu tahribiyle görevlendirilmişlerdi.



 26 Ağustos 1922: Büyük Taarruz başlıyor

Tan yeri henüz ağarmamışken, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa ve Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşa taarruzu daha iyi gözlemlemek amacıyla Kocatepe’ye gelmişlerdi. Saat 05.00’te bütün cephelerde atılan top ateşiyle Büyük Taarruz başladı. Yaklaşık yarım saat süren top ateşinin ardından gerçekleşen tahrip ve imha ateşleriyle, birlik piyade güçleri ilerlemeye başladı. Yunan topçusunun gecikerek başlayan ateşinin ise hiçbir etkisinin olmadığı kısa sürede gelen raporlardan anlaşıldı.


İlk dakikalar, raporlar

Saatler 06.30’u gösterdiğinde Kalecik Sivrisi ile Poyrazkaya Tepesi alınmıştı. Hâlbuki bu iki nokta, sarp ve kayalık olmasından dolayı Yunan ordusu tarafından ele geçirilmesine ihtimal verilmeyen mevzilerdendi. Yunan ordusunun çektiği tel örgüler harekâtı yavaşlatsa da durduramıyordu. Askerler bu tel örgüleri makaslar, hatta bilek kuvvetiyle kazıklarından çıkararak kaldırıyorlardı. Bu arada 8, 11 ve 12. tümenler de ileri harekâta başlamışlardı. Belentepe mevkiini ele geçirmekle görevlendirilen 23. Tümen, saat 09.00’da bölgeyi ele geçirmişti. Bu mevzi, Yunan topçusunun sürekli ve kuvvetli atışlarına maruz kalıyordu. Diğer taraftan tutuşan otların alev ve dumanları askerlerimizin görüş mesafesini azalttığı gibi savaş kabiliyetini de etkiliyordu. Buna rağmen birlikler kazanılmış olan mevkii savunmakta kararlıydı.


Sağ kalanlar kaçıyor!

23. Tümen Komutanı’nın kolorduya verdiği raporda “düşmandan sağ kalanlar kaçmakta, birliklerimiz nara atarak ilerlemektedirler” denilmekteydi. Tınaztepe’ye topçu ateşiyle yardımda bulunan 23. Tümen aynı günün gecesinde düşmanın bir taarruz girişimini de püskürtmüştü. 1. Ordu’nun bir diğer tümeni olan 15. Tümen ise Tınaztepe’yi ele geçirmekle görevliydi. İlk gün savaşlarının belki de en zorlusu bu cephede geçmişti. Tel engelleri bir an önce aşmak için 38. Alay’ın 2. Tabur Kumandanı Binbaşı Halil Bey, askerleriyle birlikte tellere ulaşarak makas ve tüfek dipçikleriyle telleri ve kazıkları ortadan kaldırmıştı. Yunanlıların çekilirken bıraktıkları iki top ise daha önce topçu iken piyadeye geçmiş bir er tarafından yine Yunanlılara karşı kullanıldı. Ne var ki bu asker kısa süre sonra şehit oldu. Tınaztepe cephesinde onlarca askerle birlikte şehit olan Yarbay İlyas Bey, Yüzbaşı Ali Bey ve Teğmen İlyas Bey’i de anmak gerekir. Tınaztepe’de gün boyu devam eden savaş, gece keşif kollarının sıcak temasıyla sabaha kadar sürmüştü.


Ankara’da, Atina’da

Ankara mahreçli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, sabaha karşı baskıya verilmek üzereyken gelen resmî tebliğle birinci sayfasını değiştirmek zorunda kalmıştı: “Dün sabahtan itibaren bütün cephelerde kahraman ordumuz cani düşmanla çarpışmaya başladı.” Aynı gün icra vekilleri heyeti reisi Rauf Bey halka ve memurlara bir beyanname yayımlayarak orduya maddî ve manevî yardıma devam etmelerini rica etmişti. Gazete okuyucuları ise sükûnetle sonucu ve resmî tebliğleri beklemeye davet ediliyordu. Türk ordusunun büyük taarruza geçtiği haberi Atina’ya ulaştığında doğrusu pek ciddiye alınmadı. Oradaki ‘uzmanlar’a göre bu askerî harekâtın hiçbir önemi yoktu ve yüksek olasılıkla Türkler, Venedik Konferansı öncesi kendi lehlerine bir izlenim yaratmak istiyorlardı.


Zaferin ilk işareti: Afyon kurtarılıyor(2)

27 Ağustos 1922 günü saat 17.30’da 189. Alay, Afyon’a girerek şehirde emniyet tedbirlerini aldı. Tanıkların anlattıklarına göre Türk ordusu Afyon’a adeta bir yıldırım gibi girmişti. Halk askerlere sarılarak, hıçkırıklarla sevinç gözyaşı döküyordu.



Büyük Taarruz’un ikinci günü, sabah erken saatlerden itibaren bütün cephelerde şiddetli savaş yeniden başlamıştı. Keşif uçaklarımızdan alınan raporlarda düşman ordugâh ve ikmal yollarında hiçbir değişiklik olmadığı belirtiliyordu. Cephe gerisindeki sakinlik ile mevzilerdeki savaşın kıyaslanması mümkün değildi.

Kurtkaya Tepesi’ne hücum eden birliklerimizden biri de 36. Alay’ın 6. Bölüğü idi. Bölük Kumandanı Üsteğmen Agâh Bey bölüğünün önünde savaşırken ağır yaralanmıştı. Buna rağmen tel örgüleri aşarak düşman siperlerine girmeyi başarmıştı. Saniyelerle ölçülebilecek bir zamanda bomba ile birkaç düşman erini etkisiz hale getirip askerlerinin önünü açtıktan sonra Kurtkaya’nın en yüksek noktasına çıkmış, ne var ki burada alnından vurularak şehit olmuştu.


Yunan Ordusu çekiliyor

Kurtkaya ve Erkmen tepeleri sabahki savaşların en çetin geçtiği mevzilerdi. Buradaki savaşlarda 15 subay ve 150 er şehit verilmişti. Bölgedeki Yunan Ordusu ise düzensiz, dağınık bir şekilde çekiliyor, hesaplanamayacak sayıda kayıp veriyordu. Ulukaya mevzilerindeki 5. Tümen’in karşısındaki düşman birlikleri çoktan çekilmişti.


27 Ağustos 1922 öğleden sonra...

Gelen raporlardan tüm cephelerde genel durumun Yunan Ordusu’nun dağınık ve düzensiz bir şekilde kaçtığı, Türk Ordusu’nun ise onları takip ederek sürdükleri şeklinde idi. Düşmanın kullanmaya hazırlandığı tren istasyonları top ateşiyle dövülüyor, Yunan birlikleri birçok silah, teçhizat ve mühimmat bırakarak çekiliyordu. Eymir Vadisi’ne gönderilen keşif kolu, sekiz kilometre ilerlediği halde düşmana rastlamamıştı. 5. Kafkas Tümeni de Yunanlılara rastlamadan Ballıkaya-Yılanlıkaya hattını ele geçirmiş, 27. Süvari Alayı düşman birliklerini görmeden Menderes’i geçmişti. Yunan Ordusu cephelerin tamamından çekiliyordu...


Ve Afyon!

Artık ileri kuvvetlerimiz Afyon’u, buradaki yanan hükümet konağını ve binaları görebiliyorlardı. Birliklerimiz Hacılar ve İkiztepe bölgesinden iki kolla Afyon’a hareket etti. 27 Ağustos 1922 günü saat 17.30’da 189. Alay Afyon’a girerek hemen şehirde emniyet tedbirlerini aldı. Tanıkların anlattıklarına göre Türk Ordusu Afyon’a adeta bir yıldırım gibi girmişti. Halk askerlere sarılarak, hıçkırıklarla sevinç gözyaşları döküyordu.


Albay Reşat!

57. Tümen’in Çiğiltepe bölgesindeki kararlı ve isabetli hücumları bir türlü etkili sonucu vermiyordu. Arazi sarp ve engelliydi, düşman mevzileri ise kuvvetli tahkim edilmişti. Bu geçici durum subay ve askerlerin moralini bozmuştu. Kolordu komutanı yarım saat arayla verdiği iki emirle Sinanpaşa Ovası’na hâkim olunmasını ve öğleye kadar Çiğiltepe’nin zapt edilmesini emrediyordu. Hâlbuki cephane azlığından topçu ateşi etkisiz kalıyor, buna karşılık düşmanın yoğun ateşi karşısında siperden çıkan her askerimiz şehit düşüyordu. Tüm cepheden bağımsız olarak sadece bu mevkide düşmanın kuvvetli saldırıları söz konusu idi. Hatta Yunan birliklerinin yaptığı bir karşı-taarruz hemen püskürtülmüştü. Gerek kendisinin ve gerekse askerlerinin gösterdiği insanüstü çabalardan beklenen sonucun alınamaması, Tümen Komutanı Albay Reşat Bey’i derin bir üzüntüye boğmuştu. Zaferi yaşamak, yaşatmak ve komutanlarına muştusunu vermek en büyük arzusuydu. Buna rağmen beklenen başarı gelmeyince derin üzüntü sonucu tabancasıyla intihar etti!



Hacı Anesti’nin perişan askerleri

23. Tümen, düşmanla gün boyu süren sıcak temas ve ilerleme sonucunda öğleden sonra saat 14.00’te Sinirlitepe civarına ulaşmıştı. Buradaki hâkim tepelerden Sincanlı Ovası’nda panik içerisinde, dağınık olarak çekilen Yunan askerleri görülmekteydi. Saat 14.15’te Tümen Komutanı’nın kolorduya verdiği raporda şu cümleler yer almakta idi: “Saat 14.00’te Sinirköy’deyim. Gazi Başkomutanımızı cephede göremediğinden bahseden mağrur Hacı Anesti’nin Sincanlı Ovası’nı dolduran perişan birliklerinin kaçışını seyrediyorum. Hangarlar alevler içinde. Bir uçak, Yunan Ordusu’nun kırık durumunun sembolü gibi, kanatları kopuk yatıyor.”


Gazeteler, resmî tebliğler

28 Ağustos 1922 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi “son dakika” başlığı altında Afyon’un kurtuluşunu “Kahraman ordumuz düşmanın mukabil taarruzlarını süngü hücumlarıyla tardederek Afyonkarahisar’ı zapt ile pek çok esir ve ganimet elde etti” şeklinde duyuruyordu. Yunan resmî tebliğinde ise “düşmanın [Türk ordusunun] pek dehşetli hücumları neticesi olarak Afyon’un tahliyesi emredilmiştir. Gayet ağır düşman hücumlarıyla takip edilmekte olan kuvvetlerimiz batıya doğru çekilmektedir” deniliyordu. Ankara gazeteleri Yunan Ordusu tarafından çok kuvvetli olarak tahkim edilen Afyon’un bir saat gibi kısa bir sürede düştüğü haberini büyük puntolarla okuyucularına bildirirken, Yunan resmî tebliğinde Afyon’un düşmesi tek cümlede geçiştiriliyordu: “Düşmanın [Türk ordusunun] şiddetli taarruzu üzerine Afyon’un tahliyesini emrettik. Birliklerimiz batıya doğru çekilmektedir.”



Ankara’da Samsun uçakları

Cephede savaş ve takip harekâtı devam ederken Ankaralıları heyecanlandıran önemli bir olay da Samsun’dan kalkarak Ankara’ya gelen iki uçağın, şehrin semalarında süzülerek Samsun Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti’nin bildirilerini atmasıydı. Bildirilerde İzmir’in kurtuluşunun yakın olduğu ve halkın, orduya ve millî mücadeleye desteğine devam etmesi isteniyordu. Şehrin meydanlarında, cadde ve sokaklarında herkes coşku ve heyecan içindeydi... Aynı gün Başkumandan Mustafa Kemal Paşa bir telgrafla Meclis’i tebrik etmiş, Meclis de ittifakla orduya selam göndermişti. İlerleyen saatlerde Meclis’in tebrik için gelen misafirleri, Sovyet, Azerbaycan, Afgan ve İran elçileri olacaktı.



Ufukta görünen zafer(3)

Afyon’un yeniden özgürlüğüne kavuşmasının Büyük Taarruz’un seyri açısından çok büyük önemi vardı. Zaferle sonuçlanacak sona adım adım yaklaşılıyordu.


28 Ağustos günü öğleye doğru Başkumandanlık karargâhı Afyon’a geldiğinde şehrin görünümü içler acısıydı: Şehrin önündeki savaş iki gün kesintisiz sürmüştü.

Muhacir Mahallesi ile istasyon ve okul gibi binalar tamamen ateşe verilmiş yanmakta iken, erzak, teçhizat vesaire olduğu gibi durmaktaydı.

Manzara, düşmanın panik ve telaşa düştüğünün resmi gibiydi. Kısa sürede yangınlar söndürüldü, erzak ve değerli malzeme emniyet altına alındı ve şehirde güvenlik tam manasıyla sağlandı.


Afyon’un önemi

Afyon’un yeniden özgürlüğüne kavuşmasının Büyük Taarruz’un seyri açısından da çok büyük önemi vardı. Bu sayede düşman kuvvetleri cephenin kuzeyinde sıkışmışlar, daha da önemlisi Uşak yolundan uzaklaşmışlardı.

En önemli ulaşım ve nakliye aracı olan demiryolu de ellerinden çıkmıştı. Yunan Ordusu’nun Dumlupınar mevkiine çekilmek ve bir anlamda İzmir yolunu kesmek çabası içinde olduğu anlaşılmıştı. Bunun üzerine 1. Ordu bütün kuvvetini Dumlupınar istikametine yöneltmişti.


Anadolu işgalcileri için çember daralıyordu...

Sabahın erken saatlerinde ileri karakolları dolaşan 23. Tümen Kumandanı, Köprülü Deresi’nde yürüyüş kolunda duran bir birlik gördü. Ne var ki söz konusu birliğin dost ya da düşman kuvvetlerinden hangisi olduğu kestirilemiyordu. Gönderilen keşif koluna ateş edildiğinde ise durum anlaşılmıştı. Kısa sürede verilen karşılığın ardından müthiş bir savaş başladı. 31. Alay’ın 3. Tabur’una bağlı bölük kumandanı Yüzbaşı Neşet’in birliği sayılarının azlığına bakmaksızın düşmanın üzerine hızlı bir şekilde inmişti. Yunanlılar dağınık bir halde kuzey taraftaki Resulbaba mevkiine doğru kaçıyordu. Kısa sürede anlaşıldı ki bu birlik 4. Yunan Tümeni idi!


Takip devam ediyor!

Daralan çemberle birlikte cephedeki birliklerin önemli bir bölümü artık takip ve kovalama ile görevliydi. Öyle ki 1. Ordu Karargâhı sabah erken saatlerde Afyon’a, öğleden sonra ise Balmahmut’a intikal ettirilmişti. Ordu orada da çok durmadan Dumlupınar istikametine yönlendirilmişti. Yollar terk edilmiş motorlu araçlar, toplar ve ordunun işine yaracak eşyalardan geçilmiyordu. Birliklerin bir kısmı Afyon içinden geçerek askerî öneme sahip Hamam mevkiine konuşlanırken 11. Tümen gibi bazı birlikler de takip ettikleri düşmanla sıcak temas sağlayıp taarruza devam ediyorlardı. Cephenin genişlemesi, düşmanın düzensiz ve panik içinde çekilişi ile bazı teknik sorunlardan dolayı haberleşmenin kesintiye uğraması yüzünden sık sık emirler güncellenmekteydi.


Son durum

Mustafa Kemal (Atatürk), Fevzi (Çakmak) ve İsmet (İnönü) paşaların ortak görüşü 28 Ağustos 1922 tarihinde yapılan savaşlarda Yunan Ordusu’nun yedi-sekiz tümeninin mağlup edildiği, işgalci ordunun bu haliyle kritik öneme sahip Resulbaba bölgesini bile savunamayacakları yönünde idi. Birliklerden henüz akşam raporu gelmediği halde ordumuzun çekilmekte olan düşmanı sert ve kararlı bir şekilde takip ederek herhangi bir mevkide tutunmasına meydan vermedikleri anlaşılıyordu. Sona yaklaşılıyordu...


İstanbul habersiz

Ankara’dan, resmî tebliğler de dahil olmak üzere, hiçbir haber alamayan İstanbul basını, okuyucularına söylenti ve tahminlerin ötesinde yeni bir haber veremiyordu. Örneğin ordumuzun çoktan taarruza geçtiği, Yunan Ordusu’nun bozulup çekilmeye başladığı, hatta Afyon’un kurtarıldığı saatlerde Tevhid-i Efkâr gazetesi “Milli Ordu”nun taarruza geçtiği haberini yeni yeni veriyordu.


Kocaeli Grubu, Porsuk ve İnhisa r müfrezeleri

Çete savaşının önemli birimlerinden olan grup ve müfrezeler de kendilerine verilen görevleri başarıyla yerine getirmekteydiler. Bunlardan Kocaeli Grubu, bulunduğu mevzide gün boyu ateş ile hem düşmanı meşgul etmiş hem de çıkardığı keşif kollarıyla bilgi toplamıştı. Aynı şekilde Porsuk Müfrezesi de düşmanla sıcak teması korurken bulunduğu bölgedeki düzenli birliklere de destek oluyordu. Müfreze aynı gün 41. Tümen’in emrine girmişti. Yetmiş gönüllüden oluşan İnhisar Müfrezesi Sakarya Nehri’ni güneye doğru birkaç yerden geçerek buradaki köylerle temas kurmuş ve cephedeki son durumu bildirmişti.


Zaferin yolunu Dumlupınar açtı(4)

Büyük Taarruz’un dördüncü günündeki hedef, Yunan ordusunun içinde bulunduğu kapanı daraltarak çekilme yollarını kesmekti. Bu noktada Dumlupınar’ın önemi çok fazlaydı. 29 Ağustos 1922 günü savaşta çok ağır kayıplar veren Yunanlılar yenik düştü. Dumlupınar, yani zafer kazanılmıştı.



Büyük Taarruz’un dördüncü günündeki hedef, Yunan ordusunun içinde bulunduğu kapanı daraltarak çekilme yollarını kesmekti. Bu noktada Dumlupınar’ın önemi çok fazlaydı. Zira düşman birlikleri Dumlupınar’a doğru çekiliyorlardı. Bu yüzden 1. Ordu tüm gücüyle Dumlupınar’a taarruza başlamıştı. Yunan 12. Tümeni ise Dumlupınar yolunu açık tutabilmek için orada bulunan 5. Kafkas Tümeni'nde saldırıyor, diğer birlikleri de Dumlupınar-Altıntaş şosesini elde tutabilmek için yolun güneyinde kalan sırtları savunmaya çalışıyorlardı. Ancak Yunanlıların bu harekâtı da amacına ulaşamadı. Dumlupınar-Altıntaş şosesini elde tutmak amacıyla iki ordu birlikleri arasındaki savaş, hava karardıktan sonra da devam edecekti.



Dumlupınar-Altıntaş yolu

Batıya doğru yürüme olanağı kalmayan Yunan 5. Tümeni çareyi savunma pozisyonuna geçmekte ararken Resulbaba çevresindeki keşif kolumuz da daha önce burada bulunan iki düşman tümeninden hiçbir eser kalmadığını rapor ediyordu. Mudamtepe’ye doğru yürüyen 5. Kafkas Tümeni de Yunanlılara rastlamamıştı. Dumlupınar yolunun elde tutulması hayati öneme sahip olduğundan 4. Kolordu Kumandanlığı’ndan akşamüzeri gelen bir emirde gece dahi olsa taarruza devam edilerek yolun elde tutulması emrediliyordu. 1. Kolordu Kumandanlığı 23. Tümen’e de emir vererek hareketlerini hızlandırmalarını ve bir an önce şoseyi kesmelerini istemişti. Yolun kontrolü farklı kesimlerde el değiştiriyor, bu arada hâkimiyet için gece çatışmaları hızlanıyordu. Akşam 20.30’da 11 ve 12. tümen komutanları bir araya gelerek durum değerlendirmesi yaptılar. Aldıkları karara göre yapılacak bir gece baskınıyla yolun tamamı ele geçirilecekti.


4. Kolordu, 23. Tümen ve 37. Alay...

29 Ağustos 1922 günü yapılan savaşlarda 4. Kolordu, 23. Tümen ve 37. Alay’ın ayrı ayrı önemleri vardır. 4. Kolordu aynı günde Yunan Ordusu’nun 4., 5, 9, 12 ve 13. tümenleriyle savaşmıştı. Bu kolordunun etkin taarruzları sayesinde Yunanlılar başta Dumlupınar olmak üzere önemli mevzilerde tutunamamışlardı. Böylece Afyon bölgesindeki Yunan birlikleri İzmir’le haberleşme sağlayamamış, ilerleyen saatlerde de kuşatılarak Büyük Zafer’in yolu açılmıştı.

Yarbay Ömer Halis (Bıyıktay) Bey’in kumandasındaki 23. Tümen, Aslıhanlar mevkiindeki savaşta büyük başarılar elde etmiş ve Dumlupınar yolunu Yunanlılara tamamen kapatmışlardı.

General Trikopis anılarında 23. Tümen’e karşı savaşan birliklerinin çok ağır kayıplar verdiğini yazacaktı. 37. Alay’a ise yeni sancak verilmişti. Bu birlik, adeta yeni aldığı sancağın hakkını verircesine öğle üzeri giriştiği bomba savaşını bütün gece sürdürmüş ve birbiri ardı sıra çok kuvvetli tahkim edilmiş hatları düşürmüştü.



Halk heyecan içindeydi

Akşam gazetesinin 29 Ağustos tarihiyle Atina’dan alıp yayımladığı habere göre halk üzüntü ve heyecan içindeydi; hükümet aleyhine gösteriler oluyordu. Resmî tebliğlerdeki ifadeler, sözcük oyunlarıyla yenilgiyi hafifletmeye çalışsa da herkes olan bitenin farkındaydı. Ankara’daki hava ise bambaşkaydı. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, harekâtın üç günlük seyrine bakarak durumun baştan aşağıya değiştiğini savunuyor ve şu tespiti yapıyordu: “Türk mücahitlerinin süngüleri önünde Lloyd George’un eli ile Anadolu’ya musallat olan Yunan sürüleri, bugün o yerleri terk edip gidiyorlar.”

Ordunun zafer haberleri taşrada da büyük sevinç ve coşku ile karşılanmıştı. Ankara gazetelerine her taraftan binlerce telgraf geliyordu. Bunlardan en ilginci ise Haymana’dan gelen telgraftı. Haymana’da Afyon’un kurtuluşuna dair gelen telgrafın ilk olarak okunması için müzayede yapılmış ve bu sayede gaziler için 20 bin 245 kuruş toplanmıştı!


Yeni Gün gazetesi ve Yunus Nadi Bey

Anadolu’da Yeni Gün gazetesinin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi Bey, 26-29 Ağustos 1922 tarihleri arasındaki harekâtı yorumlayan yazısında gelinen noktayı şu şekilde özetliyordu: “En büyük istinat noktası olan İzmir’le alaka ve irtibatı kesilen düşman kuvvetleri Bursa, Eskişehir ve Afyon arasındaki dağlık sahanın dar geçitlerinde perişan ve dağılmış bir hale getirilirse, millî meselemizin şimdiki halde belli başlı müşkülü bertaraf edilmiş ve denebilir ki davamız hemen de umumiyeti itibarıyla kazanılmış olacaktır.”


Parola ‘Eydemir’!

Süvari birliklerimizin bütün savaş boyunca yaptıkları ani taarruzlar, keşif hareketleri, düşman hattı arkasına yıldırım harekâtları, Yunan ordusunun adeta korkulu rüyası olmuştu. Nitekim Yunan Generali Mazarakis, özellikle Türk süvarilerinin Yunan gerilerine yaptıkları ani saldırılar sebebiyle birliklerinin yıldığını, morallerinin sarsıldığını ve kargaşalıklar yaşandığını belirtmiştir. 29 Ağustos günü saat 19.30’da 14. Süvari Tümen Kumandanı birliğine “tümenimiz şaşkın düşman saflarına saldıracak ve toplarını alacaktır. Taarruzdan sonra toplanma yeri Eydemir Köyü’dür. Parola ‘Eydemir’dir. İşini bitiren oraya gelecektir” emrini vermişti.


Kurtuluşa doğru(5)

Bugün Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlayan Kurtuluş Savaşı’nı taçlandıran Büyük Taarruz’un 95. yıldönümü. 95 yıl önce bugün, 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar Meydan Savaşı’nda işgal ordularına son ve kesin darbe vuruldu. 26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz’u zafere ulaştıran bu savaşın hemen ardından Başkomutan Mustafa Kemal, tarihi emri verdi: Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!.



Havanın yağmurlu ve ortalığın sisle kaplı olduğu o gün, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa harekâtı idare etmek üzere önce 1. Ordu Karargâhı’na gitti. Yunan kuvvetlerinin özellikle Çal doğrultusunda son derece düzensiz ve tam bir panik içinde çekilmekte olduğu görülüyordu. Sabah 06.30’da 23. Tümen Kumandanı’nın 1. Kolordu Kumandanı’na yazdığı raporda düşman askerlerinin yapılan seri taarruz sonucunda ovaya dağıldıkları belirtilerek “atlı subayların kaçması ve otomobillerin karmakarışık olması, velhasıl bozgun manzarasının sizin temaşa buyurmamanızdan müteessirim” denilmekteydi.



Yunan ordusunun toparlanma çabası

General Trikopis’in son umudu, dağınık halde çekilen birliklerinin toparlanmasında idi. Bu amaçla 30 Ağustos gece yarısı 01.00’de Çalköy’e geldi. Buradaki birliklerinin bozgundan arta kalan askerlerden ibaret kaldığını gördü. Bu durumda Dumlupınar’a gidemeyeceğini anlayan Trikopis, Çalköy hattını bir müddet tutarak Banaz’a çekilme kararı aldı. Banaz’da General Franko’nun birlikleriyle buluşabileceğini umuyordu. Eldeki mevziler akşama kadar tutulabilirse gece çekilmeye başlanabilirdi. Nitekim Yunan birliklerinin akşama doğru bütün ağırlıklarını ortada tutan dört taraf savunma düzenini almışlardı. Ancak akşam olduğunda Türk taarruzu daha da şiddetlenmeye başlamıştı.


Panik ve endişe!

Akşam saat 18.30’dan sonra Yunan topçusu tamamen susturulmuştu. Havanın kararmasıyla panik salgına dönüşmüştü. Topçular, koşumları kesip hayvanlara binerek kaçıyorlardı. Yunanlılar bütün ağırlıkları, motorlu araçları ve topları bırakarak kaçıyorlardı. Nitekim Büyük Taarruzu ta başından beri takip eden Aydın Mebusu Esat Bey, Hâkimiyet-i Milliye gazetesine çektiği telgrafta Yunan ordusunun çekilirken 200 otomobili terk ettiklerini, çeşitli cinslerde sayısız top ile elli bin sandıktan fazla cephane bıraktıklarını yazmıştı. Esat Bey telgrafını, on gün sonraki mutlu haberi şimdiden vererek bitirir: “Aydın ve İzmir’e doğru gidiyorum. Sizi oralardan selamlayacağım.”


31 Ağustos 1922

Sevinç gösterileri

Büyük savaşın ertesi günü öğleyin Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa harabe haline gelmiş Çalköy’e gelmişlerdi. “Burada, yıkık ve henüz dumanları tüten bir evin avlusunda bulunan ve masa gibi kullandıkları kırık bir kağnı arabasının etrafında durumu gözden geçirdiler.” Yunan ordusunun esas kuvvetleri imha edilmişti.

Büyük Taarruz sürecinde ordunun elde etmiş olduğu başarılar bütün Anadolu’yu sevince boğmuştu. Taşranın her yerinden halk, Meclis’e, Müdafaa-yı Hukuk Grubu’na, Dahiliye Vekâleti’ne, valiliklere kısacası bütün resmî makamlara tebrik telgrafları çekiyordu. Başta Adana olmak üzere birçok şehirde sevinç gösterileri sokaklara taşmıştı. Türk ulusunun ordusuyla birlikte kazandığı zaferin bir özelliği daha vardı ki onu da Adana’daki Rus Konsolosu tek cümle ile söylemişti: “Bu zafer, mazlum Şark’ın zaferidir!”




Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa konuşuyor!

"Son sözü tekrar Büyük Komutan’a, 1924 yılında anlattıklarına bırakalım: “Kazandığımız meydan muharebesinin bütün seferi sona erdirecek bir büyüklük ve önemde olduğunda birleştik. Şimdi Bursa doğrultusunda çekilen düşman kuvvetlerini mahvetmekle beraber ordunun büyük kısmıyla durmaksızın İzmir’e yürüyecektik.”

Cephe daralmış askerler karışmıştı

Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa öğleden sonra 11. Tümen’in gözetleme mevkii olan Zafertepe’ye geçmişti. Paşa, iki yıl sonra o günü anlatırken şöyle konuşacaktı: “Düşman başkumandanının şu karşıki tepede çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan ve helecan vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü hassa kalmamıştı.” Saat 17.00’de Adatepe’de başlayan savaş sonunda düşman kuvvetleri ağır kayıplar vererek geri mevzilere çekilmek zorunda kalmışlardı. Cephe daralmış, neredeyse askerler birbirine karışmıştı. Tam bir süngü savaşı verilen Adatepe ve civarı düşmandan temizlenmişti.


O gece...

30 Ağustos’u 31’ine bağlayan gece, Dumlupınar’ın boş ve harap evlerinin birinde, sırtına üşümemek için çadır bezi örtmüş yatan Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf getirilir. Telgrafı okutturan Paşa, metinde geçen komuta kademelerinin harita üzerine işaretlenerek hemen kendisine getirilmesini emreder. Birkaç dakika sonra gelen haritayı inceledikten sonra kurmay subaya dönerek “düşman çevrilmiştir” der! Hemen arabasına binerek Ordu Kumandanı Nurettin Paşa’nın karargâhına gider ve son durum bir kez daha tartışılır. Durumu kavrayan Nurettin Paşa “Düşman kuşatmadadır” deyince Başkumandan emrini verir: “O halde görevinizi yapınız. Bulunduğum yer Başkumandanlık karargâhıdır.”



ÖMER TÜRKOĞLU / CUMHURİYET