17 Ağustos 2014 Pazar

Bu kez bölecekler-ALPER BİRDAL/SOL

Emekli Korgeneral Jay Garner, Irak işgali sonrasında atanan ABD’nin ilk sömürge valisiydi. İşgalin ardından iki ay gibi kısa bir süre görev yaptı. Ama Irak’la, özellikle de Kürtlerle halen devam eden pek derin bir ilişki kurdu. Merkezi hükümetle Barzani yönetimi arasında petrol yasası tartışmalarının en yoğun olduğu dönemde, Kanadalı petrol tekellerine Irak Kürdistanı’nda iş bağlıyordu. “Kürtlerden tek kuruş almadım, hiçbir zaman da almam” diyor. Kanadalılardan almıştır, Kürtler petrolü veriyor zaten…
Vali Garner efendi geçen hafta Irak’taydı. Guardian gazetesine konuştu ve “Bildiğimiz Irak artık yok” dedi. Devamında da şunları: “Kişisel olarak eski Irak’ın artık yok olduğunu ve geri de gelmeyeceğini düşünüyorum. Şii Irak ve Şiilerin önderliğindeki hükümet İran tarafından kontrol ediliyordu ve halen de ediliyor. Irak, geçmişte olduğu gibi bir reformdan geçirilecekse yine İran’ın olacak, bizim değil.”
“Ya benimsin ya da kara toprağın”, bu kez bir ülke söyleniyor. Eski sömürge valisi, “eski ülke bitti” diyor, “bir bütün olarak yenisini kurmaya kalkarsak ellerin olur” diye ekliyor.
O zaman ne yapmalı? Bir değil, üç ülke kurmalı…
Guardian’dan aktaralım: “Garner’a göre ABD’nin, Irak’ın birliğini korumasına ilişkin umabileceği en iyi ihtimalle ‘Sünnilerin, Kürtlerin ve Şiilerin bir konfederasyonu’ olabilir. Garner, ‘Irak’ın artık parçalandığını ve bunu kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum’ diyor. ‘Yeniden entegrasyon işe yaramazsa,’ diye ekliyor, ‘bağımsız Kürdistan’ı desteklemeliyiz.’”
Bağımsız Kürdistan, Sünni ve Şii Irak’ın da ayrışması demek elbette…
Bunlar basitçe emekli bir generalin hezeyanları değil, Irak Kürdistanı’nda petrol tekellerine iş bağlayan eski bir sömürge valisinin sözleri… Şimdilerde Ortadoğu’nun her tarafı yine “neocon” kaynıyor. Ve onlara savaş uçaklarının sortileri, sandık sandık silah ve mühimmat ve toplantı üzerine toplantı eşlik ediyor.
Sandık sandık silah gidiyor: Hafta içi Amerikan yönetimi peşmergeye kalaşnikof ve kalaşnikof mermisi yolladığını açıkladı. IŞİD de Amerikan silahlarıyla savaşıyor. Suriye’deki muhaliflerden “ele geçirdikleri” ve Irak ordusundan yağmaladıkları silahlarla…
Uçaklar inip kalkıyor: Obama geçen hafta Sincar Dağı’ndaki IŞİD kuşatmasını kırdıklarını söyledi. Yan, kısacık bir cümleye iki yalan sığdırdı. Kuşatma aslında yoktu, çünkü dağda olduğu söyleyen Ezidiler ABD uçakları daha havalanmadan PKK tarafından Suriye ve Türkiye’ye geçirilmişti. Ayrıca Amerikan uçakları Sincar Dağı’ndan çok daha fazla Kerkük ve çevresinde sorti yapmakta, bu bölgedeki CIA üssünü ve havaalanını korumaktaydı.
Toplantı üzerine toplantı yapılıyor: Amerikan yönetimi Kürtlerin yanı sıra, Nineve, Selahadddin, Diyala ve Anbar’daki Sünni aşiretlerle ve savaş ağalarıyla da işi pişiriyor. 2006-2008 arasında da bu aşiretleri silahlandırdılar, sözde El Kaide’nin üzerine saldılar. Aynı El Kaide artık Irak’ın yarısını kontrol ediyor. Şimdi ekibi yine topladılar, ama savaş ağaları bu kez ödemeyi peşin istiyor. 2008’de başlarına Maliki gelmişti… Örneğin bu toramanlardan biri, Ali Hatem, “IŞİD’e karşı savaşırız ama önce Maliki milislerini çeksin” diyerek peşinat talep ediyor.
Bu Ali Hatem kişisinin mensubu olduğu Dulaim aşiretinin de aralarında olduğu bir dizi Sünni aşiretiyle CIA arasında ay başında görüşmeler oldu. O toplantılardan sızanlara göre savaş ağaları bu defa tek tek aşiretlerin silahlandırılmasını değil, yerel ve profesyonel askeri birlik oluşturulmasını istiyor. Başka bir deyişle bir ordu…
ABD işgali sonrasında Irak’ın bölünmesi hep gündemde olan bir konuydu. Bu defa cihatçı sürüsünün gayreti, işbirlikçilerin hizmetleri, petrol tekellerinin çıkarları ve emperyalizmin demir yumruğuyla bu gerçekleşecek gibi.
Bu durumun IŞİD adına tabur tabur militan toplayan AKP’ye, halen açık duran Kürt masasına etkisi ne olur? Bu da başka bir yazının konusu olsun.

ALPER BİRDAL
SOL

Yılmaz Özdil’i Savunmak-AYDIN ENGİN

Evet, Yılmaz Özdil’i savunmak!.. Bu meslek ahlakımızın da düşünce özgürlüğünün de ertelenemez bir gereğidir. 
“Benim gibi düşünmeyen gebersin… Bizden olmayan yok olsun…” mantığının dört nala kalktığı şu dönemde hemen her konuda benim neredeyse tam zıddımda yer alan Yılmaz Özdil’i savunmak, onun ideolojik çizgisini, siyasal tercihlerini değil, düşüncelerini açıklama, yayma özgürlüğünü savunmak, mesleğimizin olmazsa olmaz ilkelerine sahip çıkmaktır… 
Nedir olay? 
Yılmaz Özdil, daha önceki yazılarına benzer bir yazı yazmış. Kendine özgü ironinin yeni bir örneğini vermiş. Hürriyet yönetimi müdahale etmiş ve yazı yayımlanmamış. Kapalı kapılar ardında ne konuşuldu bilemem. Kimilerine göre Hürriyet Yılmaz Özdil’in işine son vermiş; kimilerine göreyse Yılmaz Özdil Hürriyet’ten istifa etmiş. 
Olayın “istifa etmiş, hayır işine son verilmiş” tartışması beni ilgilendirmiyor ve bu yazının konusu da değil. 
Konumuz: AKP elebaşılarının medyayı iyiden iyiye dikensiz gül bahçesine çevirmek için kolları sıvayıp pervasızca harekete geçtiği, Başbakan’ın miting meydanlarında medya gruplarına tehditler savurduğu, çok bilir ve anlarmış gibi medyanın nasıl olması üstüne inciler yumurtladığı şu günlerde bir gazetecinin yazısının gazetenin sahibi tarafından sayfadan çıkarılması, yayımlanmaması… 

Hürriyet’in bu konuyla ilgili resmi açıklamasına bakalım:
Yazarımız Yılmaz Özdil’in bugün yayımlanması gereken yazısında, Doğan Yayın İlkeleri’ne aykırı bazı ifadeler yer alıyordu. Ancak Özdil, değişiklik yapmak yerine yazısının yayınlanmamasını tercih etti. Okurlarımızla bu bilgiyi paylaşırız.” 
Argodaki “Ufala da civcivler yesin” deyimi tam da böyle durumlar için kullanılır. 
Öyle ya Yılmaz Özdil, daha önceleri Hürriyet’te, ırkçılık sınırında, aşırı faşizan tınılar taşıyan çok yazı yazdı. O yazılar için işlemeyen “Doğan yayın ilkeleri”nin bugün hınzır bir ironinin ötesine geçmeyen bir yazı için işletilmesine bakıp Hürriyet yönetiminin açıklamasına “Ufalayın da civcivler yesin”den daha uygun bir cevabı olan var mı? 
Yılmaz Özdil yazmaya devam eder mi bilemem. Sözcü’den hemen bir “Gel bizde yaz”çağrısı geldi. Yakışır. Ama daha önemlisi yazma olanağı elinden alınan bir gazeteciye Sözcü’nün kucak açmasıdır ve bu iyidir. 
Özdil’in siyasal tercihlerinden, ideolojik çizgisinden nefret edebilirsiniz (ben onlardan biriyim); Sözcü’nün yayın çizgisinden, ideolojik tercihinden nefret edebilirsiniz (ben onlardan biriyim); ama bu bana ve -eğer mutabıksak- size de iktidar baskısından yılıp diz çökenlere sessiz kalma; Tayyip Erdoğan’da cisimleşen “Yalnızca benim yandaşlarım özgür olabilir” saldırısına kayıtsız kalma hakkı vermez. 
Yarın benim ya da benim gibi bir gazetecinin yazma olanakları elinden alınırsa“Özdilgiller” beni, bizi savunur mu, savunmaz mı? Bu sorunun cevabını zerre kadar merak etmiyorum. Umurumda da değil. 
Bildiğim, şiddet içermedikçe gazetecilerin yazma özgürlüklerinin bırakın engellenmesine, o özgürlüğe ucundan kıyısından dokunulmasına göz yumma hakkım yok. 
Demokrasiyi, düşünce özgürlüğünü savunanlar için öyle günler gelir ki susmak da suça katılmak olur. 
Bu yazı “susmadığımı” belgelemek için yazılan kişisel bir yazıdır. Öyle okuyun e mi?..  

AYDIN ENGİN
Cumhuriyet

16 Ağustos 2014 Cumartesi

‘Sonunda Kendini Allah Sanacak...’- ALİ SİRMEN

Gazeteyi okurken önce gözlerime inanamadım. Tayyip Bey aldığı oyu az bulanlara cevap olarak bakın ne demiş:
- Peygamber efendimizi bile desteklemeyenler oldu. 

Tayyip Bey’in kendisini Hz. Peygamber ile kıyaslaması aklıma bir Adnan Menderes-Fahrettin Kerim Gökay öyküsünü getirdi.
Yeni kuşaklar Fahrettin Kerim Gökay’ı (1900 – 1987) bilmezler.
Bu dalın Türkiye’deki kurucusu olarak addedilen Mazhar Osman’dan sonraki en ünlü ruh ve sinir hastalıkları uzmanı olan Fahrettin Kerim Gökay aynı zamanda bir dönem adından çokça söz edilen bir politikacı olmuştu. İstanbul Vali ve Belediye Başkanlığı’nın yanı sıra büyükelçilik (Bern), milletvekilliği, bakanlık (Sağlık Bakanlığı) ve Yeşilay Derneği Başkanlığı yapmış, kendine özgü bir kişiydi. Yeşilay Derneği başkanı olarak içkiyle mücadele savaşının önde gelen yürütücülerinden biriydi. Valiliği sırasında sarhoşları şehir dışına çıkarması, sarhoşken hadise çıkarılanların halkın deyimiyle belinden su aldırdığı söylentileri ile ün yapmış bu çok kısa boylu politikacıya halk ve basın (özellikle de Doğan Nadi) çok takılırdı.
“Mini mini valimiz/ Ne olacak halimiz?” tekerlemesi çok ünlüydü.
***
Fahrettin Kerim daha 1950’li yıllarda “reklamın iyisi kötüsü olmaz” ilkesini benimsemiş biriydi ve kendisine takılanlara fazla kızmazdı.
Hele hele Cumhuriyet’teki kısa “Bir Dakika” sütunuyla dönemin mizah yazarlarının önde gelenlerinden Doğan Nadi ile sık sık atışırlardı.
Nitekim Doğan Bey, Fahrettin Kerim’in kendisini kastederek “Deli doktorundan da vali mi olurmuş diyenler var. Pek de âlâ oldum işte” demesi üzerine şu satırları kaleme almıştı:
“Mini mini Valimiz ‘Deli doktorundan Vali mi olur diyorlar, ben pek de âlâ oldum işte’ demiş. Aklıma Bektaşi fırkası geldi. Bektaşi günün birinde Hoca’ya sormuş: Hoca Efendi abdestsiz namaz olur mu?Olmaz, haşa olmaz! yanıtını vermiş Hoca.
Bektaşi gülmüş:
-Eee ben kıldım pek de âlâ oldu.” Fahrettin Kerim’in döneminde piyasaya çıkarılan 20 santilitrelik rakılara da şişesinin küçüklüğü dolayısıyla Fahrettin Kerim adını koydular. Bu da akşamcıların içki düşmanı Gökay’dan mizah yoluyla intikam almalarıydı.
***
Fahrettin Kerim’i Ekim 1949’da CHP İstanbul’a hem vali hem de belediye başkanı olarak atadı. O zamanlar İstanbul’un hem valiliği hem de belediye başkanlığı siyasi iktidar tarafından atanan tek kişi tarafından yürütülürdü.
1950 seçim kampanyası sırasında, İsmet İnönü’nün katıldığı tarihimizin ilk görkemli Taksim mitinginde F.K.G. İnönü’ye şu iftihar dolu sözlerle meydanı göstermişti:
- İşte Paşam İstanbul!
Birkaç gün sonra seçimde o İstanbul’da CHP çok ağır bir yenilgiye uğrayacaktı.
CHP’nin getirdiği İstanbul valiliği ve belediye başkanlığı görevinde, Gökay’ı Menderes kendi döneminde de tuttu. Ta ki imar hamlelerinin bir bölümünü eleştirene kadar.
1957’de Menderes’in İstanbul ziyaretlerinden birinde Vilayet’te yapılan bir toplantıda, Fahrettin Kerim eleştirince Menderes kendisini sinirli bir şekilde tersler:
- Sen biraz dinlen hocam!
Ruh ve sinir hastalıkları uzmanı Ord. Prof. hemen manidar cevabı yapıştırır:
- Asıl sen biraz dinlen!
Daha sonra da Fahrettin Kerim görevden alındı. (Bern’e büyükelçi atandı)
Fahrettin Kerim bunun üzerine çok sinirlenir ve Menderes hakkında şunları söyler:
- Hırsının sonu yok. Burada durmaz cumhurbaşkanı olur, o da yetmez peygamberliğe tırmanır, o da yetmez kendini Allah sanmaya başlar. Hah işte o zaman da onu alıp bana getirirler. 

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

Yeni Cumhurbaşbakanımız Köşk’e Çıkıyor...- CÜNEYT ARCAYÜREK

Uygulamadaki anayasaya göre RTE’nin renkli rüyalarını süsleyen başkanlık sistemi ile yönetilmeyecek bu ülke.
Biz böyle sanalım, kendimizi avutalım.

Başkanlık sistemi varsın olmasın. RTE’nin engin ihtirasını tatmin edecek; tabii uydurma gerekçeye göre ülkenin yüksek ölçekteki yararlarını daha daha.. ta ki Kafdağı’na kadar çıkaracak başka sistemler de yok değil. Sen ister kabul et, ister etme, fark etmez...
Devletin bilumum iplerini elinde tutacak yeni sistem; ağustos ayının sonundan itibaren, günbegün, peyderpey RTE tarafından yürürlüğe konulacak:
Yeni sistemin adı mı:
Cumhurbaşbakanlık!

***
27 Ağustos’ta AKP yeni genel başkanını, böylece başbakanını seçecek.
O güne dek başbakanlığa sımsıkı sarılan RTE; bir gün sonra yemin ederek fiilen Cumhurbaşkanı olarak göreve başlayacak ve.. yeni başbakanı atayacak, diyorsunuz.
Anayasaya göre RTE’nin Köşk’te cumhurun başkanlığına, kendinden sonraki ilk genel başkan da başbakanlık görevine başlayacak sanıyorsunuz.
Hayır! RTE şimdi Başbakan’la istediği gün ve zamanda ortak çalışabileceği bir olanak arıyor.
Dün hiçbir gazetede FlashTV’nin önceki akşam verdiği haberi görmedik. Haber, RTE’nin olası başbakanla dilediği, üstelik basının haberi olmadığı baş başa çalışma olanağının ilk işaretini veriyor.
RTE, il başkanlarına konuştuktan sonra Ankara’da Orman Çiftliği’nin sayıları yüzleri aşan güzelim ne kadar meyve ağacı varsa kestirdiği geniş arazisine aylarca önce görkemli bir başbakanlık binası inşa ettirmeye başladı.
Yakın aylarda Çankaya’ya çıkması beklenen Başbakan’ın böylesi bir binayı neden gereksindiği sorusuna doyurucu bir yanıt alınmadı.
***
Lakin o habere göre RTE’nin cumhurbaşkanı seçilince görkemli bir başbakanlık binasına neden gereksindiği, birden aydınlığa çıktı.
Başbakan, inşası bitmek üzere olan binayı önceki gün gezmiş, ilgililerden bilgi almış, inşaatta çalışanlarla bina önünde anı fotoğrafı da çektirmiş.
Ne ki habere göre yeni başbakanlık binasının bir bölümünü cumhurbaşkanının dilediği zaman çalışacağı ofisler olarak kullanacak, hükümeti de yönetecek söylemlerine hak vermemek için, anayasanın öngördüğü gibi gereğinde değil, istediği anda ya başbakanla baş başa görüşebilecek veya Bakanlar Kurulu’na başkanlık edecek ve bu görüşmeler kamuoyunda eleştirilere neden olmayacak!
Olmaz olmaz demeyin, şayet bu haber doğruysa, RTE’nin aylardır, yıllardır kafasında işlediği sistem; cumhurbaşkanı ol ama hükümeti de partiyi de elinden çıkarma diye özetlenebilecek sistem...
...Cumhurbaşbakanlık sistemi uygulamaya girmiş olmayacak mı?
***
RTE de seçilince herkesi kucaklayacağını vaat eden açıklamaları 10 Ağustos gecesi söyledi, kamoyunu uyutmak için sonra cümle aralarında yinelendi...
Bir kez daha kanıtlandı; RTE’de siyasete, demokrasiye bakış açısında bir santim değişiklik yok. Kafa dün neyse bugün de o!
Partiyi hükümeti kendine göre dizayn etmekle yetinmiyor artık. “Yeni Türkiye’ye (majestelerine) yeni bir ana muhalefet lazım” demeye başladı.
Dikkatli gözlerde elbette kaçmadı. Yeni genel başkanı seçecek olan örgüt başkanlarına istişare adını verdiği toplantıda uzun uzadıya saptanan (tabii saptayacağı) genel başkan adayından başka isimlere yönelerek “şeytanauymamalarını” ısrarla yineledi.
“Sinsilik, ayak oyunları, tuzaklar, tehditler bu partiye bugüne kadar sirayet edemedi” diyerek, saptadığı genel başkan adayına karşı kongrede birden başka adaylar çıkmasını önlemeye, bu sözlerini güçlendirmeye çalıştı.
İl başkanlarına tehditlerle partide bölünme olasılığı ile korkuttuktan sonra düzenlediği resepsiyonda ayaküstü konuştuğu milletvekillerinin sözüm ona olası genel başkan ve başbakan adayı üzerinde öneri ve düşünceleri aldı ve...
...sonra Meclis kulislerinde başka isimler üzerinde AKP milletvekilleri arasında görüşmeler olduğunu öğrenince... 21 Ağustos’a kadar çalışmasını istediği Meclis’e, ani bir kararla 1 Ekim’e kadar ara verdirdi...
***
Neden mi? Zira RTE’nin AKP milletvekillerinin, kulislerde adı geçen saptadığı aday dışında bir başka isim üzerinden anlaşacaklarından...
...ödü kopuyor ödü!  

CÜNEYT ARCAYÜREK
Cumhuriyet

15 Ağustos 2014 Cuma

‘Sineklerle Uğraşmayız!’- Meriç Velidedeoğlu

Başbakan “R.T. Erdoğan” çoğunlukla “diktatör”, dahası “diktatör karikatürü”olarak tanımlanıp ortaya konulurken dış dünyanın medyasında da Türkiye’nin“sultan”ı, “padişah”ı gibi algılanıp gündeme sürülüyor. İtalya’nın“LaStampaGazetesi”, cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan “Erdoğan”ı okurlarına,“21. yüzyılın Sultan’ı böylece taçlandırıldı” diyerek duyurmuş. 
Haklılar... “1923 Devrimi”ni, devrimin önderleri “Atatürk”ü, “İnönü”yü yadsıyan, bununla da kalmayıp onlardan “İki ayyaş” diyerek söz eden ve kurdukları “TC Devleti”ni “Osmanlı”nın devamı olarak kabullenen “Erdoğan” için yerinde bir değerlendirme. 
N e v a r k i , “Osmanlı Padişahları”nın hiçbir engel tanımaz “güçler”i -“Halife”olduktan sonra bile- “Fetva Makamı”nca denetlenebilirdi zaman zaman biçimsel olsa da... 
Ayrıca, cuma namazlarına özgülenen “hutbeler”de de “Gururlanma padişahımsenden büyük Allah var!” çağrısı -bir bakıma- uyarısı gelenekselleşir. 
Bunları “10 Ağustos” Pazar akşamı TV’de “Erdoğan”ın balkon konuşmasını izlerken anımsadım ama izlediğim Erdoğan sanki şöyle diyordu: “Sineklerle uğraşmayız!”, çünkü “Hedefimiz İslam Devletidir!”; görmüyor musunuz ‘Türkiyedinsiz laik bir memleket haline geldi!’; ‘Öyle dağa taşa, ‘Ne mutlu Türküm!’ diye yazmak ilkelliktir!’; ‘cibiliyetsiz bunlar!’; ‘kız mıdır kadın mıdır bilemem!’; ‘edepsizkadın!’, ‘alçak kadın!’, ben ‘ülkemi pazarlamakla mükellefim!’; haa, ‘hastalık halinde dört kadın alınabilir!’; ‘demokrasi mi, tramvaydır, tramvay!’, eeh, ‘ileri demokrasi de hızlı tramvay!’
 Ne olduysa bilemem birdenbire -kin dolu kapkaranlık bakışlarla, nefret taşıyan bir sesle- “iki ayyaş yasası” demeye başladı... 

İnsanı ürperten bu görünümden olsa gerek, o an “ABD’li Senatör Upshow”un uzun yıllar önce yaptığı bir senato konuşmasında, “Atatürk”ten “Kepaze” diye söz etmesini anımsadım. 
“Demek ki” dedim, belediye başkanı olduğu “1994”ten bu yana ABD’nin“Erdoğan”la ilgisini, ilişkisini sürdürmesi Atatürk düşmanlığını “dile” getirmekte de meyvesini vermiş, ABD’li senatörle eşitlemişti; kuşkusuz, bu “dil”“külhanbeyleri”yle ünlü Kasımpaşa’da doğup büyüyen birine pek uygundu... 
Ne ki, hakkını da verelim; başbakanlığının -ya da sultanlığının- daha ilk yıllarında“dünyanın en varsıl başbakanı” olarak “cihan”a ün saldı(!). 
Hiç kuşkumuz olmamalı, şu anda da dünyanın “en varsıl cumhurbaşkanı” değilse bile en varsıl olanlardan biridir... 
Doğrusu bu duruma, insan imrenmekten kendini alamıyor; çünkü “babadan kalma bir servet” değil deniyor; zaten “Erdoğan” da bunu kabul ediyor; sahip olduğu kilolarla“altın”ın, oğullarının sünnet töreninin kazanımı(!) olduğunu açıkça söylüyor. 
Basının ilgisini daha çok çeken “Erdoğan”ın “taşınmazları”; “25 Aralık”taki“Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu”nun “fezlekesi”nde yer alan “villa” gibi. Bu taşınmaz; “fezleke”ye göre, “İzmir-Urla”da “1. derece SİT alanı” olan “antik”bölgede... 
Bu “villa”nın yapımı için “devlet’in nasıl seferber olduğu”nu, “Can Dündar”ayrıntılarıyla “Cumhuriyet”te anlattı. “Hukuk”un; Başbakan ve emrindeki“Bakanlar”la hiçbir “çekince” duymadan nasıl çiğnendiğini gözler önüne serdi... 
Bu “kıyım”a karşı çıkan “İzmir Valisi Can Kıraç” ile Şehircilik ve Çevre Müdürü Erdoğan’ın emriyle görevden alındı... 
Dünya “kültür mirası”nın bir parçası olan, “TC Devleti”nin korumasına bırakılan bu alan “3. dereceye” indirgeniverdi; eşsiz mozaikler yerlerinden sökülüp kaldırıldı; öteki arkeolojik kalıntılar üzerine de -Kültür Bakanı Ömer Çelik’in bilgisinde- Erdoğan ve yedi dostunun villaları yapıldı... 
Katlettirdiği bu “Kültür mirası”nın üzerinde “afiyetle” oturdu TC Devleti’nin“Başbakanı” olarak... 
Şimdi de hem “TC Devleti’nin Cumhurbaşkanı”, hem de şehitlerine “kelle”diyerek -bir bakıma aşağıladığı- “TSK”nin “Başkomutanı” olarak oturacak... 
Ne demiş -Erdoğan’ın da pek sevdiği- Mehmet Akif Ersoy: “Edepten yok payesi;bir kızarmaz yüz, bir yaşarmaz göz...” 
Bu dizeyi, sözde “Balyoz Davası”nda savunmasını yaparken yargıçların gözlerinin içine bakarak söylemişti E. Tuğa. A. Sevim, tam da yerinde olarak... 
Yarın Beşiktaş’ta “Sessiz Çığlık”ta buluşalım!  

 Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET

Neden Tıpış Tıpış Gitmediler?- ALİ SİRMEN

Ringde fena halde dayak yiyen boksöre, arada çalıştırıcısı moral veriyor:
- Aferin oğlum iyi dövüyorsun, bir sağ çak, indir yere olsun bitsin!
İyice hırpalanmış olan bizimki, kapanmamış tek gözünü daha da açarak hayretle soruyor:
- Sahi dövüyor muyum abi?
- Hem de nasıl, diyor çalıştırıcısı, ayakta zor duruyor baksana.
Bizimki son gayretiyle cevabı yapıştırıyor:
- O zaman ringde bir başkası daha var, o da beni fena dövüyor abi!
Fıkrayı CHP Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun 10 Ağustos seçimleriyle ilgili açıklamaları üzerine hatırladım.
Kemal Bey’e göre ortada CHP’ye hamledilecek bir başarısızlık yoktur.
Gerçi CHP Genel Başkanı, Utku Çakırözer ile yaptığı söyleşinin bir yerinde,“Partimizin yetkili organlarında sonuçları değerlendirip, başarısızlığın nedenleri üzerinde duracağız tabii”, derken başarısızlığı kabul ediyor, ama hemen aynı cevapta, süreçte hiç hatalarının olmadığını düşündüğünü ileri sürmekten geri kalmıyor.
Kemal Bey’in çatı adayı Ekmeleddin Bey ise daha da ileri gidip, şu korkunç cümleyi telaffuz edebilmiştir:
- Galip sayılır bu yolda mağlup.

Doğrusu hangi nedenle kendisini galip sayabileceğimizi anlamak olanaksız.
***
Tayyip Bey, oy sayısında hatırı sayılır bir artış sağlayamadığı halde, daha birinci turda seçilmiştir.
Demek ki, CHP ve MHP’nin oylarını almanın yanı sıra yaratacağı sinerjiyle, başka çevrelerin de oyunu alması yani oy artışı yapması beklenen Ekmeleddin Bey, CHP ve MHP’lilerin oylarını bile alamamış, oyları azaltmıştır.
Nitekim seçim sonuçları bu gözlemi doğrulamaktadır.
Bu sonucun nedenlerini üç kategoride irdelemek mümkün.
Birinci neden adayın nitelikleridir...
Ekmeleddin Bey muhafazakâr kimliği ağır basan biri. Evet baskıcı değil, özgürlüklere saygılı muhafazakâr, ama muhafazakâr...
Ekmel Bey’in bu niteliği onun kimi CHP’li seçmene ters gelmesine ve bunların sandık başına gitmemelerine yol açmıştır.
Kemal Kılıçdaroğlu istediği kadar, tıpış tıpış gidecekler desin, CHP seçmeninin bir bölümü hiçbir şekilde sandığa gitmedi, ya da gittiyse bile Demirtaş’a oy verdi.
Bu durumda bir siyasi parti liderine düşen ise, sandık başına gitmeyenleri suçlamak değil, onları mobilize edememesinin nedenlerini araştırmaktır.
Burada da adayın ilan ediliş biçimine geliyoruz.
Gerçekten de çatı adayı, kamuoyu araştırmasının parti içi tabandan nabız yoklamasının ürünü olmayıp kimin telkiniyle nereden çıktığı belli olmayan, iki genel başkanın kişisel tercihlerinin sonucudur.
***
Burada Ahmet Necdet Sezer’in adaylığı örneğini vermek isabetli değildir. Unutmayalım ki, Ahmet Necdet Sezer partilerin parlamentoda üzerinde anlaşacakları adaydı, halkoylamasıyla, çok güçlü bir rakiple yarışacak “çatı adayı” değil.
“Çatı adayı” böylece liderler tarafından seçildikten sonra, kampanyası sırasında partiler tarafından yeterince desteklenmemiştir.
MHP’nin tabanının bir bölümünün Tayyip eğilimli olması bir etkendir.
Ama CHP örgütünün, “çatı adayını” desteklemekte çok etkili olmadığı da yadsınamaz.
Bu durum ister adayın kimliğinden, ister ilan şeklinden kaynaklansın, her ikisi de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun doğrudan sorumluluğundadır.
Şimdi buradan hareketle, hemen “Kılıçdaroğlu istifa” korosuna katılmak istemem.
Çünkü CHP’nin içinde bulunduğu kafa karışıklığından ve ataletten kaynaklanan sorun, genel başkan değişikliğiyle giderilecek türde değildir.
Nitekim, Deniz Bey’in gitmesi ve Kemal Bey’in gelmesiyle, oy tabanının genişliği konusunda CHP’de önemli bir değişiklik olmamıştır.
CHP’nin kafa karışıklığını gidermeden, tabandan demokratik katılımlı yarışmacı örgütlenme modelini getirmeden, partiyi sıçratmak ve demokratik bir alternatif haline getirmek mümkün olmayacaktır.  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

14 Ağustos 2014 Perşembe

Ayaklar ve baş-Aşkın Süzük/SOL

Pazar günü heyecansız, sonucunu herkesin bildiği ve adı seçim olsa da seçeneksizlik üzerine kurulmuş bir tiyatro izledik. Nihayetinde oy kullananlar, seçim kampanyalarında belirtildiği üzere, “Cumhur'un başını” yani Cumhurbaşkanını seçti.
Recep Tayyip Erdoğan 12 yıla yaklaşan başbakanlık görevinden sonra şimdi Çankaya'ya çıkacak. Kendisinin siyasi geleceği açısından başka türlüsü mümkün değildi. Baş'ta kalmanın yolu Çankaya'dan geçiyordu.
Baş'ta kalamazsa, hırsızlık, rüşvet ve savaş suçlarından yargılanacağını çok iyi biliyor. Bu nedenle Pazar günü gecesi Erdoğan'ın yüzünden seçim kazanmış bir siyasetçinin mutluluğu değil, korku ve tedirginlik okunuyordu.
Çünkü en çok Erdoğan farkındaydı, seçeneksizlik üzerine kurulan seçimin ona meşruiyet kazandırmaya ayarlı olduğunu.
Aynı sebeple ona oy vermeyenlere değil de, oy kullananlara, bu oyuna dahil olanlara teşekkür etti...
Tüm kurgusuyla bu seçim, “ayakların baş olması”nın önüne yeni bir duvar örmeyi amaçladı. Ama başaramadılar, duvarda çok gedik kaldı.
***
Şimdilik Baş'ta kalan Erdoğan'ın, sermaye sınıfının has temsilcisi olma kimliğiyle, siyasi hayatı boyunca en çok “ayakların baş olması”ndan korktuğu görüldü.
2008 yılında 1 Mayıs'ı Taksim Meydanı'nda kutlamak isteyen emekçilere ve işçi konfederasyonlarına “Ayaklar baş olursa kıyamet kopar” diyen Erdoğan'dı. Korkusu çok büyüktü. O yıl Taksim'e çıkmaya çalışan on binlerce emekçiye o dönem iyi anlaştığı F-tipi polislerle öyle bir saldırdı ki, gerçekten kızılca kıyamet kopmuştu.
2009'un son günlerinde başlayan TEKEL Direnişi, korkusunu daha da büyüttü. İşçilerin en temel hakları ve gelecekleri için sokağa çıkmasından alabildiğine korktuklarına tanık olundu.
Erdoğan ilk kez, 2008 yılında Taksim'e çıkmak isteyen emekçilere dönük olarak kullandığı deyimi, 2013 yılında yeniden hatırladı. Ona bu deyimi hatırlatan ise büyük Haziran Direnişi oldu.
25 Haziran 2013 tarihli grup toplantısında Gezi Eylemleri ve Taksim Dayanışması'nın ortaklaştırdığı taleplere ilişkin önce kendince had bildirdi ardından “Ayaklar ne zamandan beri baş olmaya başladı. Milletimizin vermiş olduğu bu yetkiyi kullanamaz duruma gelirse, o zaman zaten bittik demektir” dedi.
Her sözüne “millet” ile başlayan Erdoğan'ın aslında demagoji yaptığının açık kanıtıdır bu sözler. “Millet”in büyük bölümünü oluşturan emekçilerle herhangi bir bağının olmadığını söylerken, onlardan ölesiye korktuğunu belli ediyor.
“Millet”ten aldığı yetkiyi de, hep emekçilere karşı kullanıyor.
“Cumhur”un başı seçildiği günün ertesinde ilk tebriği patronlar örgütü TÜSİAD'dan aldığı sırada, sendikalaştıkları için işten atılan ve bu nedenle direnen Sütaş işçilerine Aksaray'da jandarma müdahale etti.
TÜSİAD, Erdoğan'a yeni bir sayfa açalım, sömürünün derinleştirilmesi için reformlar hız kesmeden sürsün mesajı verirken; bu örgütün eski başkanı Muharrem Yılmaz'ın patronu olduğu fabrikanın önünde işçiler yaka paça gözaltına alınmaya çalışılıyordu.
Sermayenin çıkarları ve korkuları, 12 yıldır Recep Tayyip Erdoğan'dan daha “faydalı” bir siyasetçi çıkarabilmiş değil. Düzen siyasetinde büyüyen meşruiyet krizine rağmen bu gerçeklik sürüyor. Sermaye, Erdoğan'ı yeni dönemde “normalleşmiş bir siyasi figür” olarak görmek istiyor. Çıkarları ve korkuları şimdilik bunu gerektiriyor.
Ama tüm çabaları nafile. Tarihin tekerleği, ayakların baş olacağı bir geleceğe doğru dönüyor.

Aşkın Süzük/SOL

Kuyuya atılan taş-Ali Rıza Aydın/SOL

2007 Anayasa değişikliğinin yapılmadığını ve Cumhurbaşkanının Meclis’te milletvekilleri tarafından seçildiğini düşünelim. Yüzde on seçim barajlı Meclis, yine milletvekilleri tarafından önerilen adaylar arasından seçim yapacaktı ve Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilecekti.
Zamanı geriye saran bu kurgu, 2007 yılında Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararına inat apar topar gerçekleştirilen, Cumhurbaşkanının sözde halk tarafından seçimine ilişkin Anayasa değişikliğini anımsatmak için yapıldı. Kuyuya bir taş atılmıştı ve çıkartılması için 2014 beklendi.
10 Ağustos, atılan taşı çıkarmadığı gibi basit matematik hesabına dayanarak sandık başına gitmeyenleri karalayan zihniyet ise kurulu düzenin esaretini gösterme dışında işe yaramadı. Olayı “sandık başı” tartışması içinde boğmak, olsa olsa düzeni korumak isteyenlerin işine yarar.
2007 Anayasa değişikliğinin olumsuz yanı, hukuk oyunu ile aday dayatması ve seçimi halkın yaptığı yanılsamasıdır. Olumlu yanı ise “halka 10 Ağustos’ta sandık başına gitmeyerek milletvekilleri tarafından önerilen adaylardan oluşan seçim oyununa alet olmama tercihi yapmasına fırsat vermesi oldu” demek abartma olmaz.
Sağa kayan çarpık ve güdümlü siyaset ortada iken, kirli çamaşırlar, hukuksuzluk ve adaletsizlik ortada iken kimse sandık başına gitmeyenleri suçlayamaz.
Erdoğan zaferinin sarhoşluğuna kapılan kurulu düzen medyasının körüklediği çarpık ortamda gözden kaçan bir baş konu ise bu ortamda seçimin işe yaramadığı, demokrasi oyunu için halkın kullanıldığı görüşünü savunanların çoğalması… Bu kesim arasına sandık başına gidenler de dalga dalga yerleşiyor.
Bu iki kesimin buluşması, sandıktan sandığa yaşanan demokrasinin sorgulanmasını da yaygınlaştıracak ve egemenlerin kurum ve kurallarıyla oynanan oyunun gerçek yüzünü ortaya çıkaracaktır.
AKP öncesi dönemde, iktidar koltuğunu kaybeden ya da seçim barajının altında kalan iktidar partilerinin bulunduğunu, seçimle iktidar partisi değiştirilebileceğini düşünmek, doğal olarak demokrasiye ve onun olmazsa olmazı seçimlere güveni artırsa da kimi zaman emekçilerin baskısıyla başını gösteren kısmi iyileştirme örnekleri dışında Türkiye’nin daha eşitleştirilmiş, daha özgürleştirilmiş bir ülke haline geldiğini söylemek olanaklı değil. Kaldı ki bu tarihin üstüne 12 yıllık AKP dönemi karabasan gibi çökmüş ve (genel/yerel/halkoylaması) tüm seçimlerden sıyrılıp çıkmıştır.
Cumhurbaşkanı seçiminde de sonuç ortada. Ancak bu sonuç, kralın çıplaklığının görülmesine ve sistemin daha gerçekçi sorgulanmasına önceki seçimlere göre daha fazla katkıda bulunacağa benziyor.
Burjuva hukukunun kuralları arasından parlayan yıldız yakalamak; emperyalizmin, siyasal İslam alfabesiyle yazılmış senaryosundan rol kapmak solun işi olduğu sürece ne sol “sol” olarak kalır ne de düşman yok olur.
Türkiye’ye gerici ve piyasacı oyunu oynatan tarih sahnesinde yer tutarak, “ama demokrasi” sözcüklerine sığınarak rol almak, sömürü ve soygun gerçeğini perdelemekten öteye geçmez, figüranlık katından bir kat yukarı çıkmaz. AKP dönemi, seçimleriyle ve yasama faaliyetiyle bunun açık bilgi ve belgeleriyle dolu. Seçim hukukunda, yerel/genel seçim bölgelerinde yapılan her oynama AKP’ye yaradı. Çünkü oynamalar onların düşüncesi ve girişimiyle yapıldı.
Evet, seçim bir haktır. Kullanılamaz ise demokrasi çöker. Ancak nasıl kullanılacağı bilinmezse, eşitsiz seçime karşı çıkılmazsa yalnızca egemene/diktatöre hizmet eder. Seçimden seçime anımsanan, yalnızca sandık başında kullanılan “halk egemenliği”, halkın yararına değil sömürü düzeninin varlığına çalışır. Yalnızca sandık başında eşit olma, iktidarı devirmeye yetmez, eşitleştirilmiş toplum yaratmaz.
Cumhurbaşkanlığı seçimiyle, kuyuya atılan taş çıkarılamadığı gibi yeni taşlar atılmıştır, atılmaya devam edilecektir. Kuyu kurumuştur. Bu kuyudan emekçilere ve halka su çıkmaz. “Erdoğansız” ama aynı ekonomi, aynı siyaset, aynı batak demokrasi oyunu… Bu buluşmada emekçilerin yeri olmamalıdır.
Sağa kayışlarla beslenen “sağ kulvar”, tüm çarpıklığıyla tıkanmış iken, adım atanları kirlilik batağına itiyor iken, tüm temizliğiyle ve gerçekçiliğiyle geleceğin yolunu açacak olan “sol kulvar”dır.

Ali Rıza Aydın/SOL