9 Ağustos 2013 Cuma

Ekmek ve İslam kavgası - Gamze Akdemir / Cumhuriyet

Türkiye'deki iktidarlar Avrupa'daki işçilerin sorunlarının çözümünü dinde gördü.
İslamcıların Almanya başta olmak üzere Avrupa’daki yükselişini tam olarak anlamak için öncelikle şu soruların yanıtlarınıbilmemiz gerekiyor:
“- Avrupa’da en az 50 yıllıkbir geçmişi olması nedeniyle çok geniş alanayayılmış, tüm kurumlarıylaişçiler arasına yerleşmiş, var olan kuruluşlarını daha da etkinleştirmiş ve her yaşta yüzbinlerce insanımızı etkilemeyi başarmış Türkiye kökenli İslamcı akımların yükselişindeki etkenler nelerdi?
- İslamcılar Avrupa’yı adım adım arşınlarken Türk devleti ta başından bu yana nasıl bir gaflet gösterdi?
- Federal Almanya’da İslamcı oluşumların başlaması ile birlikte Türkiye’deki gruplaşmaların bu ülkeye de sıçraması sonucu, önce beraber olan dini kuruluşların kendi aralarında baş gösteren bölünmelerde neler rol oynadı?
- Tüm Avrupa'da çocuk, ergen, yaşlı binlerce Türkiye kökenli insan dini yayınlar okur hale getirildi?
Özel, devlet yardımları yanında öğrenci başına yılda binlerce Avro yatılıokul paraları alan, ayrıca Türk işadamlarından maddi bağış kabul eden cemaatler vurgunu nasıl vurdu? Özellikle işçileri adeta nasıl haraca bağladı?
- Çoğu mağdur tanıklar neler söylüyor?”

Yumurta sevk eder gibi işçi sevki!

 
Dizide bu bağlamlarda refrerans alınacak usta gazeteci yazar Metin Gür’ün yıllara varan çalışması “Avrupa’da İslamcı Örgütler-Türkiye Kökenli” de (Evrensel Basım Yayın) işçi-gurbet-İslamcı düzlemlerinde derinleşiyor.
Türkiye kökenli İslamcı kuruluşların Almanya’ya gelişlerine ve yayılışlarına kaynaklık eden olaylara odaklanılan inceleme, Türkiye’den, Federal Almanya’ya yumurta sevk eder gibi işçi sevk edilmesinin anımsatılmasıyla başlıyor. İş ve yaşam koşullarının baskısı altında olan işçilerin çektiği sıkıntılar, Köln’de ünlü Dom Kilisesi’nde kılınan bayram namazı, Ford Fabrikası’nda çalışan işçilerin domuz ahırında yıllarca kalışları, tanıkların dilinden aktarılıyor.
Koşutunda Türk İslam kuruluşlarının gelişimi ortaya konulurken çeşitli haber ve söyleşiler eşliğinde, eğitim kılığında din adına yapılan siyasal beyin yıkamanın ayrıntıları masaya yatırılıyor. İslamcıların gelişimleri ortaya konulurken kendi aralarında bölünüşleri de genişçe irdelenen bir diğer başlık.
Evet, her şey, İslamcıların deyişiyle “gâvur toprakları”na 1961’de gelinmesiyle başladı. Türkiye’den Federal Almanya’ya resmi işgücü göçünün kapısı, her iki ülke tarafından 30 Ekim 1961’de imzalanan “İşgücü Anlaşması” ile açıldı. Açılış o açılıştı!
Almanya ekonomik nedenlerle Türkiye’den gelen birinci kuşak işçileri karşılarken, bu işçilerin geleceği için düzenlenmiş iki sayfa Türkçe-Almanca Çalışma Mukavelesi’nin dışında hiçbir plan yoktu.
Öyle ki işçiler için, sadece önlerini görecek kadar, yarı tutsak muamelesi yapılarak bir yıl olmadı en çok iki yıl kalış zamanı biçilmişti. Olur da işçi gereksinimi baş gösterirse de çözüm “basit”ti; Türkiye satıcı, Almanya alıcıydı! Nasılsa gelenler geri gider, yenileri aynı koşullarda gelirdi! Bu durum ikili anlaşmalarda da yarı açık yarı kapalı şekilde yer aldı.
Uzun vadede evdeki hesap çarşıya uymadı. Üzerlerinden silindir gibi geçen zaman gösterdi ki Türk işçisi rakipsizdi. Kalifiye, genç ve sağlıklıydı. Aza kanaat edip çok çalışıyor, iyi üretiyordu. Bu özellikleri nedeniyle Türk işçilere Hollanda, Belçika, Fransa ve Avusturya’dan da büyük talep oluşması şaşırtmadı. İş ve İşçi Bulma Kurumları dolup taşıyordu. Haftada iki kez İstanbul-Sirkeci Garı’ndan kara trenle Münih’e özel işçi seferleri başlamıştı.

Uyum-İslam hattı
Yıpratıcı yılların ardından birinci nüfus kök salmış, ikinci, üçüncü kuşağa doğru yol alınmıştı. Türkiye’de “Alamancı”, Almanya’daki Türkler arasında “gurbetçi”, Almanlar tarafından önce “Gastarbeiter” (misafir işçi), daha sonra “Auslaender” (yabancı) sayılan Türklerin şu anki konumu ise artık “Mitbürger”di (hemşeri). Pek çoğu artık birer işverendi de. Her iki ülke ekonomisinde hatırı sayılır bir yere sahipti üstelik.
Fakat o anlara kolay gelinmedi. Zira sadece uyum konusu değil, İslam konusu da vardı! Bu durumdan “ince ince” hesaplarla nemalanmayı becerecek başta devlet olmak üzere muhtelif grup ve cemaatlerin harekete geçmesi hiç de uzun sürmeyecekti.
Metin Gür, “Avrupa’da İslamcı Örgütler-Türkiye Kökenli” adlı çalışmasında, tam bu noktada “devreye giren” İslamcıların yükselişini tüm süreçleriyle büyüteç altına alıyor.
Avrupa’da en az 50 yıllık bir geçmişi olması nedeniyle çok geniş alana yayılmış ve her yaşta yüz binlerce insanı etkileyen Türkiye kökenli İslamcı akımların ipliğini pazara çıkarmak, yıllarını almış Gür’ün. Hepsini tanıkları ve belgeleriyle okuyoruz, hiçbir şey havada değil!

Türk devleti, sorunların çözümünü dinde gördü
Bir anlamda devletin gafletiyle başlıyor okuma. Şöyle ki: Türkiye’de iktidar olan her parti, Almanya ve Avrupa’daki işçilerin tüm sorunlarının çözümünü birinci derece dinde gördüğü için, dini kullanmaya, zaten siyasallaşmış Diyanet’i etkisi altına almaya özen gösterir. Kimi oy için, kimi rant için Avrupa yollarına düşer. Kimileri de Türk milliyetçiliği ile adımlar Avrupa’yı.
Dolayısıyla tüm kurumlarıyla işçiler arasına yerleşen İslamcılar Avrupa’yı adım adım arşınlarken onları bir güzel destekleyen Türk devleti hatasının farkına vardığında artık “geçmiş olsun”dur. İslamcılar ortalıkta fink atmaktadır!
Dönemin Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in, 1994’te Federal Almanya’da “Türk Kimliği” konulu bir dizi konferans vermek amacıyla Köln’de bulunduğu sırada Metin Gür’e yaptığı saptama itiraf gibidir:
“Almanya’daki, Avrupa’daki vatandaşlarımıza şimdiye kadar daha çok hacı, hoca göndererek morallerini takviye etmeye çalıştık. Ama onların aklına, bilincine, bilgisine yardımcı olacak kaynakları sağlamalıydık.”

Camiler para basıyor!
1968-1970 arasında Federal Almanya’daki cami sayısı üçü geçmez. O dönemde siyasal İslamcı akımlar çok ağır gelişir. Berlin, Münih ve Aachen kentlerinde kurulan ve minaresi olan cami dernekleri vardır. Berlin hariç, bunlar da, Mısırlı Müslüman Kardeşler’in, bu kökten gelerek Federal Almanya’da okuyan öğrencilerin aktif olduğu camilerdir.
O yıllarda, çoğunlukla Türkiye’nin dini inançların etkisinin yüksek olduğu yoksul, kırsal yörelerinden gelen Türkler, ibadetlerini kaldıkları işçi yurtlarında, kimi fabrikaların tahsis ettiği salonlarda yapar.
Bugün ise Federal Almanya’nın her köşesinde camiler var. Arsalar alınıp lüks camiler yapılıyor, eski ardiyeler, iflas etmiş fabrikalar onarılarak cami haline getiriliyor. Bu amaçla harcanan paralar yüz milyonlarca Mark ve Avro’yla ifade ediliyor.

Helal domuz!
Camilerin giriş bölümlerinde meyve, sebze, zeytin, ekmekten tutun CD’ye kadar her şey satılıyor. Cami hocaları “Faiz almak, fazla kâr etmek haramdır” dese de bu anlayış buralarda geçerli değil. Cami üyesi olmak kimi sıradan vatandaş için kârlı bir bağlılık değilse de, işini bilen için çoktan köşeyi dönmenin, zengin olmanın bir yolu olmuş.
Yöntem ise hemen hiç şaşmıyor! Gözü açık olan zevat, bir bakkal dükkânı açıyor mesela; biraz da camide tanındı mı, cemaat oraya “din kardeşimiz” deyip akın etmeye başlıyor. Bir de cami hocasıyla arayı bulmuşsa cuma günü duyurusunun yapıldığı bile vaki. Bu nedenle Almanya’da camilerin açtığı bakkalların müşterisi bol! Tatil, bayram bakmıyorlar, cumartesi, pazar da açıklar.
Bu bakkallardan bazılarında “helal et” adı altında Arjantin’den, Avustralya’dan gelen dondurulmuş etler satıldığı biliniyor! Hatta 2000 Kasımı’nda, Helal Gıda Sertifikası olan İtikat adındaki İslamcı firmanın sucuk, salam ve sosislerinden domuz eti çıkmasının kopardığı gürültü hâlâ hafızalarda.

İslam kuruluşları ilk Köln’de bölünde
İncelemesinde Almanya’da Türkiye kökenli işçilerin göç tarihinde en önemli kentin, Ford otomobil fabrikası (12 bin 550 Türk işçisiyle sayısal anlamda zirvededir), cam fabrikası, kablo fabrikası, traktör fabrikası ve çikolata fabrikasıyla, 60’ların başından itibaren on binlerce işçiye ekmek kapısı olan Köln olduğunu vurguluyor Metin Gür.
Aynı saptamayı İslamcı kuruluşların Avrupa’daki kaderi için de yapıyor. Zira ilk mescidin açıldığı kent de Köln, Çalışma Bakanlığı’nca, din hizmetlerini de sürdürmek için, ilahiyat ve yüksek İslam enstitüsü mezunu olanlardan “Sosyal Hizmet Ataşesi” adı altında uzmanları yolladığı kent de. Ünlü Köln Dom Kilisesi’nde bayram namazı kılınan kent de...
Türkiye kökenli İslam kuruluşlarının ilk bölünmeleri de burada başlamış. Tüm Avrupa’da aynı çizgide İslamcı kuruluşların oluşmasına öncülük eden, Almanya’da konuşlu Türkiye kökenli üç büyük İslam kuruluşu; İslam Kültür Merkezleri Birliği (İKMB), İslam Toplumu Milli Görüş (İGMG) ve Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’nin (DİTİB) genel merkezleri Köln’de bu nedenle.
Almanya’dan İşçi ve İslam Manzaraları
‘Soyduranlar Müslüman, soyanlar da Müslüman!’
- Cemil Kurtman… 21 yıl maden işçiliği yapmış. 84’te Milli Görüşçü olmuş. Dişinden tırnağından biriktirdiğini İslamcılara kaptırmış. Oraya buraya aidat ödemekten bir hal olmuş!:
“Bizim Yeşil Cami ile bir problemim yoktu. Ama bazı olaylar canımı sıkıyordu. Bir partiye süvari parası, bilmem ne parası!.. Sonra bir holding meselesi çıktı. 500, 1000 artık ne verirsen. 250 Mark’tan aşağı yoktu. Süvari parasının ne anlama geldiğini vallahi bilmiyordum. Partiye yardım parası.. Herhalde anlaşılmaması için böyle dediler.
Milli Görüş Genel Merkezi’ne üye yaptılar, dayanışma parası ödedim, Milli Gazete’ye abone yaptılar sonra. Genel merkeze üç ayda bir 60 Mark veriyordum. Toplantılara git gel bunlar da hep paraydı.
Salonlarda holdinglerin reklamları oluyordu. Bir hoca ağabeyimiz vardı. ‘Holdinglere yardımcı olun’ diyordu. İyi, tamam yardımcı olduk. 1993’te Kombassan’a 64 bin Mark verdim. Kâr olarak hiçbir şey almadım. Kanal 7 için para verdim. Güya bunlar İslamcı, Milli Görüşçü. Soyduranlar Müslüman, soyanlar Müslüman!

‘Şimdi Milli Görüşçü değil, elhaümdülillah Müslümanım’
Şimdi Milli Görüşçü değil de, elhamdülillah Müslümanım. 2000’de holding meseleleri çıkınca bunlarla manevi bağları değil de maddi bağları kopardım. Ta 60’lardan beri burada Türk devleti suçludur. Çünkü öteki ülkeler Almanya’ya işçi gönderirken papazlar da yolladılar. Türk hükümetleri bunu çok geç yaptılar.
Erbakan’ın çok hoşuma giden ama sonu hiç hoşuma gitmeyen bir sözü var: ‘Ver deyince vereceksin, ol deyince olacaksın!’ Bize de ‘Ver!’ dediler verdik, ‘Ol!’ dediler olduk. Onları Allah’a havale ediyorum.
Erbakan’ın suçsuz olduğuna kesinlikle ve kesinlikle imanım gibi inanmıyorum!.. 1986 ya da 87’de Köln’de Milli Görüş Genel Merkezi’nde bir feniğin hesabını soran adam, başta Harun Ataç olmak üzere Osman Yumakoğulları’nın, Mehmet Ali Cengiz’in holding patronu olmalarına bu kadar müsaade eden bir adam manevi olarak ‘Ben suçsuzum’ diyorsa vallaha bu çok çok ağır bir söz.”

‘Tayyip için ağlayan Müslümanlar soyuldu’
Bu arada Tayyip Erdoğan’ı MSP’nin, RP’nin içinde iken 84’ten bu yana tanıdığını söylüyor Cemil Kurtman. Ve açıyor ağzını yumuyor gözünü:
“Zamanında gerçek Tayyip’ler bizdik. Onun İstanbul belediye başkanı olabilmesi için bütün Avrupa’dan, Almanya’dan para toplandı. Hiç gitmediyse bizim Yeşil Cami’den 35 bin Mark para gitti; bu inşallah geleceğin de başbakanı olur gibilerden... Ben 800 Mark verdim.
Şimdi gerçek Tayyipçiler sahtekâr oldu, sahte Tayyipçiler de hakiki Tayyipçi oldu. İşin en acı tarafı bu. Niye? Tayyip Erdoğan Bolu’da mı bir yerde trafik kazası geçirince, Milli Görüş teşkilatlarında bütün cemaat camilerde Kuran okudu, dua etti. Ya ağlayanlar, sızlayanlar! Onun için ağlayan sızlayan Müslümanlar soyuldu.
Tayyip Hannover’e geldiğinde, holdinglere çarpılan bir grup olarak derdimizi anlatmak için gittik. Toplantı salonuna zorla girdik. Derdimizi anlatmak şöyle dursun, bir süre sonra bizi dışarı attılar.”

‘Dernekler yokken Alevi, Sünni, Kürt ayrımı da yoktu!’
- Rıza Yıldız... Yozgatlı. 1971’de gittiği Fransa’da, bir atölyede işçilik yapmış. Allah’ın adını dilinden düşürmeyen bir din simsarının Almanya’ya götürmek vaadiyle işçilerin epey bir parasını çarptığına şahit olmuş. Sonra Almanya’ya istek yaptırtıp Wuppertal’e bahçe işçisi olmuş. O dönemde kentte cami ya da mescit yokmuş. 30 kişi gibi bir cemaatle yurtlarda veya ardiyelerde kılmışlar namazlarını. Kısa sürede sayı seksene ulaşınca, yer yetmez olmuş. Aynı dönemde o bölgede cami açma dönemi başlamış. Tarikatlar kente el atınca kısa sürede sosyal hayatta işin rengi değişmiş!
Aynen şunları söylüyor Yıldız:
“Dernekler olmadan önce insanlar hep gidip gelirlerdi. Anadolu halkı, Alevi, Sünni, Kürt ayrımı yoktu. Hanımlar börek çörek yaparlardı, bizde ocakbaşı sohbet yapardık. Otururduk, yenilir içilirdi; hanımlar bir yerde, aynı odanın içinde.
Bana göre, camiler ve dernekler kurulduktan sonra insanlar birbirinden koptu. Sonra da bir kirli el geldi, herkesin camiye gitmesini mecbur eder gibi Wuppertal’de bir gelişme oldu.
Buraya ilk önce Milli Görüş ve Kadiri tarikatı el attı. Özellikle tarikatlara bağlı camilerde kadınların, kızların başlarını zorla kapatma baskısı olduğunu söyleyebilirim. Bu tip davranışlar 77-80’li yıllarda başladı. Ondan önce birbirimize bağlılık ve güven vardı. O güven ortamı kalmadı.”
Cumhuriyet

9 Ağustos 2013

8 Ağustos 2013 Perşembe

Sadece Aptallar İnanır - Orhan Bursalı

Öncelikle herkese iyi bayramlar diliyorum.

Baştan sorumu sorayım ve bu hepimiz için düşünce antremanı olsun: Ülkemizde demokrasinin yerleşememesi, hak ve özgürlüklerin çağdaş özelliklere sahip olamamasının temel nedeni, sakın “sivil siyaset” sahipleri, liderleri, partileri olmasın? Biz “düşmanı” hep askerde, orduda, gladyoda, devlet içindeki çetelerde, bürokraside falan ararken?
Tamam, bu saydıklarımızın hepsini “kurulu”, “tutucu” düzenin koruyucuları, pekiştiricileri, iktidar odakları, iktidar odağı olmaktan nemalanan ve mevzisini asla kaybetmek istemeyen, sözde bazı siyasi ve ideolojik saplantıları da olan “devlet” sahiplendi. Hiç itirazım yok. Hepsi geçmişte ülkeye, yurttaşa, insanlığa karşı ağır suçlar işlediler...
Ama onların işbirlikçileri hep iktidara gelen siyasetçiler oldu. Kimdi bu siyasetçiler? 1950’den itibaren hemen hepsinin aslında sağcı siyasi parti ve liderleri olduğunu görürüz.
Hepsi, demokrasiye ve özgürlüklere kapalı devlet içindeki ve dışındaki kirli odaklarla işbirliği yaptı, bu bir... Kimi zaman onları kullandı, bu iki... Bazen de bu odakların ta kendileri oldu, yani özdeşleştiler... Karşımıza siyasi parti mafyaları olarak çıktılar. 
***
Sivil siyasetçilerle, devlet içinde ve dışındaki bu saydığımız odaklar arasında uzlaşı, çatışma sürdü gitti. 
Siyasetçi, devletteki iktidar odaklarını ele geçirme çabası içinde oldu.. Dikkat: Demokrasinin önünü açmak amacıyla değil, bizzat kendisi bu iktidar alanlarını yönetmek, yönlendirmek için..
Meseleye demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, basın özgürlüğü, bilim, eğitim, ekonomi, kültür ve bütün bu alanların çağdaş olarak gelişmelerinin zorunluluğu açısından baktığımızda...
...1950’den itibaren siyasi tarihimizin özü ve özeti budur; bu açıdan tarihimiz gerçek anlamıyla yeniden yazılmalıdır...
***
Gelelim günümüze...
Ergenekon, Balyoz, Odatv, Poyrazköy falan daha neler... Bunların üzerine çekilen diğer cilalar: 12 Eylül 1980 darbecileri, 28 Şubat 1997 askerin hukuki kılıflı hükümeti değiştirme zorlaması...
Neymiş? Darbelerle, askerle, karanlık devletle, gladyo ile demokrasi ve özgürlükler adına hesaplaşmaymış.
Bu hesaplaşmayı kim yapacakmış?
Otoriter ve totaliter, üstelik İslami referanslarla ülkeyi yöneten RTE, AKP iktidarı...
Niçin yapacakmış? Ülkede demokrasinin önünü açmak için...
Peki, demokrasi ve özgürlüklerin önünü açacak ve ülkenin çağdalaşmasına çalışacakmış gibi olan bu adamlar kimler, arkalarındaki referanslar ne?
İslamcılık, dincilik, siyasi ve dini biad, cemaatçilik, tarikatçılık falan...
Bunların geçmişte siyasi olarak ne özelliği var?
Birincisi, toplumu cemaatleştirmeleri, tarikatçılaştırmaları yasaklanmış, engellenmiş.
İslami-dini referanslarla iktidara gelmelerine hoş gözle bakılmamış.
Peki, engellenebilmişler mi?
Hayır, hep siyasi olarak örgütlü var olmuşlar. Şu veya bu partinin içinde veya başlı başına kendi partileri içinde.. Erbakan’la iktidara yürüdüler, iktidar da oldular, ülkeyi yönettiler. Cumhuriyet Halk Partisi 1950’den sonra toplam 3 yıl, o da yarım yamalak iktidarda bulunurken bunlar yıllarca ya tek başlarına ya bir ayaklarıyla, ama devletin de bütün imkânlarından yararlanarak iktidar oldular. Devlet ve bütün kurumları bunlar arasında parsellenmiş durumda.
Solun yolları en kanlı darbelerle kapatılırken İslamcıların yolları açıldı. 12 Eylül’ün tamamen İslami karakterli yönünü görmeyen bir siyasi analiz güvenilir ve doğru olabilir mi?
***
İslam referanslı bir yönetimin ülkeye demokrasi ve özgürlükler getirebileceğini kim iddia edebilir? Tarihte böyle bir örnek yok. Günümüzde de İslam coğrafyasında tam tersini yaşıyoruz. Hepsinin yerlerde sürünmesinin ve Batı egemenliğinin, kültürel, ekonomik, piyasa, bilim ve siyasi sultası altında olmasının da temel nedeni budur. 
Arkasında demokrasi ve özgürlükler konusunda zerre bir referans olmayan RTE ve partisi ve Gül, demokrasi ve özgürlüklerin yolunu açacak, bu amaçla da devlet içindeki antidemokratik yapıları temizleyecek...
Öyle mi?
Onların yapabilecekleri en iyi şey, bu yapıları kendi denetimleri altına almak ve sürekli iktidarları için kullanmak olabilirdi.

Karanlık odak, şimdi RTE ve AKP iktidarının bizzat kendileridir.
Ülkede en büyük antidemokratik, demokrasi düşmanı iktidarla karşı karşıyayız...
Susurluk, 12 Eylül ve güncel yaşadıklarımızın hepsinin ardında AKP iktidarı bulunuyor. Hrant Dink cinayetinin ardında da... Dink’in sözde arkadaşları da bu iktidarla ortaklık halindeler ve onlara diyorlar ki, bulsanıza katilleri..
Evet biraz daha zorlarsanız, katillerin devlet içindeki uzantılarından biri ikisini önünüze atarlar... Ama artık bütün bu zorbalık ve karanlık ve katiller sisteminin kontrolü iktidara geçmiştir.
Ergenekon ve diğerleri, demokratikleşme ve özgürlükler mücadelesi değildi, tam tersine, AKP’nin totaliterliğinin önündeki bütün odakları temizleme süreciydi. Ergenekon kararlarından demokrasi ve özgürlükler çıkabileceğini sananların hepsi, bu yeni totaliter ve dinci faşist rejimin işbirlikleri, samimi veya değil, kullandıkları aletlerdir...
Fikri Sağlar, Ergenekon yargıçlığından atılan Köksal Şengün, hiçbir karanlık çete ortaya çıkmadı diyor.
Çıkmasını bekleyen mi vardı? Sadece kontrolü el değiştirdi...
Şimdi herkesin işi çok daha zor... Ama böyle rejimlerin günümüzde yıkılışları kaçınılmazdır da... Uzun zaman almaz, merak etmeyin!..
Orhan Bursalı
8 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Ergenekon Çarpıtmaları…- Nilgün Cerrahoğlu.

Ergenekon tutuklamaları tam gaz sürerken Ahmet Altan hiç unutmuyorum;“Yakalanan isimler toplumun ‘tanınmış’ insanları” diye yazmış, şunları söylemişti:
“Ergenekon’a çok benzeyen bir örgüt İtalya’da yakalanmıştı. Şu ünlü P-2 Locası. Yedi bin beş yüz kişi tutuklanmıştı. Çoğu toplumun yakından tanıdığı isimlerdi. Darbe dediğiniz şey kendisine her zaman toplumun zirvelerinden yandaş bulur zaten, 12 Eylül’de Evren’i kutlamaya giden Anayasa Mahkemesi üyeleri toplumun ‘saygın’ üyeleri değil miydi? Hoyratlık kötü. Kurnazlık da öyle.” (Ahmet Altan, “Vicdanlar Karıştı” Taraf 18. 2. 2009)
Evet ama cehalet de kötü bir şey.
Dezenformasyon ve manipülasyon da.
Yalapşap bilgiler, kulaktan dolma söylemlerle ahkâm kesmeler, kamuoyunu yönlendirmeler ve hiç olmayan gerçekleri ‘var’mış gibi pazarlamak da çok kötü aslında.
Bunların hepsi Ergenekon davasının, el yordamıyla sözcülüğünü üstlenenler tarafından yapıldı. Hâlâ da yapılıyor.
Düz mantık kâfi
Bu örneği “Ergenekon”un icabında nasıl uyduruk bilgilerle kamuoyuna sunulduğunu göstermek için hatırlattım.
Hatırlattım diyorum… “Ergenekon” için yapılan İtalya/Gladio göndermelerinin gerçeklerle örtüşmediğini geçmişte defalarca yazmıştım.“Taraf” gazetesinin o dönemde genel yayın yönetmenliğini yapan Altan’ın ismini vermeden örneğin, “İtalya’da 7500 kişi tutuklandı” masalının tutar bir yanı olmadığını, olamayacağını, zira “Ergenekon’a çok benzeyen ünlü P-2 örgütünün”(!) “isim listesinin tamamının” dahi 950 kişiyi geçmediğini “İtalya’da Gladio Mahkemeleri Kurulmadı”(Sağnak, 21 Nisan 2009) başlıklı yazımda ayrıntılarıyla anlatmıştım…
O gün bugün ne var ki kimse üzerine alınmadı. Kimse en ufak bir düzeltme yapmak gereği duymadı.
Benzer konular hâlâ temcit pilavı gibi, aynı çarpıtmalar ve şehir efsaneleri üzerinden “nesnel gerçeklere” atıf yapar gibi özgüvenle öne sürülmeye devam ediyor.
Bu saçmalıklara muhatap olmamak için aslında illa her şeyi bilmek bile gerekmiyor.
TV’lerdeki bilgi yarışmalarındaki akıllı yarışmacılar gibi biraz mantık yürütmek ve ayakları yere basan “olsa olsa metodu” kullanmak kâfi.
İtalya gibi bir gelişmiş bir demokraside, “Ergenekon” benzeri bir yargı sürecinin yaşanamayacağı aşikâr.
Ergenekon benzeri büyük dalgalarla gelen toplu gözaltılar ve ağır cezalarla sonuçlanan toplu tutuklamalara ancak İran, Rusya gibi komşu olduğumuz coğrafyada rastlanıyor.
İtalya’da eski Başbakan Berlusconi’ye bakın daha yeni 4 yıl hapis cezası verildi.
Ancak Berlusconi, yaşı 70’in üstünde olduğu için, fiilen hapishaneye sokulmayacak. Sade Berlusconi değil, Çizme’de 70’ini geçen hiç kimse zindana konmuyor. Çünkü buna insan hakları standardı izin vermiyor.
Avrupa’da özetle Ergenekon tarzı bir sürecin karşılığı yok. 
‘Meşrusu sır, gayrimeşrusu siste’
Altan’ın “İtalya’da da 7500 kişi tutuklanmıştı” rivayetini tam öne sürdüğü günlerde tesadüfen Türkiye’de olan İtalya’nın eski savunma bakanı yardımcısı, başbakanlık eski danışmanlarından, “IAI-Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Başkanı” Stefano Silvestri’ye; “P-2’den vaktiyle 7500 kişi tutuklanmıştı da ben mi hatırlamıyorum? Çizme’de de böyle zincirleme tutuklamalar yaşanmış mıydı” diye sormuş, şu yanıtı almıştım:
“Değil yedi bin beş yüz… P-2’den tutuklanan on kişi dahi yok İtalya’da!” 
Bitmedi.
Silvestri ayrıca, “İtalya’da ‘gladio’ hiçbir zaman sizdeki gibi mahkemelik olmadı” demişti: “Meşru ‘gladio’ operasyonları yani ‘gladio’nun meşru kısmı, hükümet tarafından ‘devlet sırrı’ kapsamına alındı. Gayrimeşru gladio faaliyetleri ise sis altında kaldı. Hayatta kalan gladyatörler de artık 90’larına merdiven dayadı. Gladyatörlüğe mecalleri kalmadı…”
İtalya’da durum bu.
Hal böyleyken ısrarla hâlâ “Avrupa’da NATO ülkelerinde gladio’lar temizlendi. Gladio ile yüzleşildi. Bir Türkiye hariç! Ergenekon bunu yapıyor” efsanesi ısıtılıp ısıtılıp öne sürülüyor.
Silivri’de cezaların yağdığı günün gecesinde izlediğim programlardan, Hande Fırat’ın CNN’deki “Ankara Günlüğü’nde” gene böyle bol keseden Ergenekon-Gladio benzetmesi yapan bir gazeteci vardı.
Yalnız gladio da değil… Hüseyin Yayman bir ara hızını alamayıp İspanya’ya da el attı ve mesela şunu söyledi: “İspanya’da Franco’ya karşı komisyonlar kuruldu ve Franco yargılandı. Türkiye’de darbeciler yargılanmasın mı?”
Darbeciler yargılansın tabii ama oradan buradan “meşruiyet devşirme”çabasına girilirken hodri meydan palavra atılmasın.
Öyle sallama laflar ki bunlar insan kulaklarından emin olamıyor: “Acaba ben mi yanlış duydum?” oluyor.
Yaşam boyu hiç kimsenin kılına dokunmadığı “Generalisimo” Franco, zira yatağında ölmüş olmasıyla ünlüdür.
İspanya’nın demokrasiye geçişinden bu yana 30 küsur yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ bugün Madrid yakınında “Valle de los Caidos” adında görkemli bir anıtmezarda yatar.
Aydınlarımız maşallah Ergenekon üzerinden sade Türkiye’nin yakın tarihini yazmakla kalmıyor. Avrupa’ya da müthiş bir gayretkeşlikle olmayan bir tarih yakıştırıyor.
Bu topraklarda asla ilgi çekmeyen bir şey varsa o da gerçekler.
Nilgün Cerrahoğlu

8 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Ustalığın Sonuna Doğru - GÜRAY ÖZ

Siyasette ustalığı cümle âleme gösteren en önemli yöntemlerden birisi, birbirine benzemez konuları, istekleri bir çırpıda Meclis’ten geçirmenin yolu olarak “torba kanun” yönteminin bulunmuş olmasıdır. Kim buldu bilmiyorum; bildiğim, AKP’nin bu ustalık alametini pek güzel kullandığıdır. Bir torba getiriyorlar Meclis’e, sonra istekler başlıyor; “Şu bizim mesele vardı ya hani, onu da halledemez miyiz, peki hani şu konu vardı ya şu konu, o da giremez mi torbaya?”; giriyor. Böylece hem Meclis uzun ve yorucu mesailerden kurtuluyor, milletvekilleri az zamanda çok iş yapmış oluyorlar, hem de ustalık ustalık oluyor işte.
Bu yöntemin adalet sisteminde uygulanması ise özel yetkili mahkemeler sayesinde gerçekleşti. Orada da “darbeciye mi benziyor, at sepete”yöntemiyle iddianameler birleştirildi ve ortaya koca bir torba, torba ne kelime büyükçe bir çuval çıktı. Çuval da ustalık işidir. Kuşkusuz arada bir çuvala atılacak şeyleri başka amaçlar için kullanmaya kalkanları hizaya sokmayı, söz dinlemeyen, yetkisini gerçekten çok özel zannedenlere de ustaca iktidarın gücünü hatırlatmak gerekir. Onlara ittifakın amacından sapmaması için “Hadi evli evine köylü köyüne” demeyi de bilir usta olan. Öyle de olmadı mı? Budur işte ustalık.
***
Ergenekon davasının birinci aşaması böylece, yani ustaca tamamlanmış oldu. 
Şimdi, “toplumun bütün sınıflarının ataerkil velinimeti olarak ortaya çıkmanın” zamanıdır. Tüm Türkiye’nin “en iyiliksever adamı” olarak mülkiyet kapsamında nasıl her şey tek elde toplanmış ve yeniden “topluma”dağıtımı sağlanıyor ise adalet konusunda da aynı şey niye yapılamasın ki?
Yapılabilecektir. Ustalık en karmaşık konuları bir torbanın içinde hemhal ederek sonuç alabilmektir. Seni darbe ile iktidardan alaşağı etmeyi düşündükleri hissine kapıldıklarının, özel yetkili bir adalet torbasında onlarca yıla mahkûm edilmelerini gizli bir sevincin sinikliğiyle, “Aa, öyle mi olmuş, yargıya biz karışamayız ki” tiradıyla karşılamışsan, şimdi onları yine bir başka hükümlüyle ve dağdakilerle neden takas edemeyesin ki. Böylece tıpkı yukarıdaki cümle gibi karmaşık, ne dediği tam anlaşılmayan bir konu da ustaca torbalanmış olmaz mı?
***
Olur, pek de güzel olur. Bütün bunları yapabilmek, olmamış bir askeri darbenin sivilini gerçekleştirmek için, ille de Viktor Hugo’nun, amcasının büyüklüğüne hevesleneni yazdığı “Napoléon le Petitsini mi okuyalım. Ya daMarx’a mı başvuralım o küçük Napoléon’dan ders almak, onun hatalarını yinelememek için. Yok hayır, o biraz korkutucu bir tarihçidir “ulusların gafil avlanması” konusunda, “edepsizce” konuşan, “genel oyun kendi vasiyetini kendi eliyle imzalamak, halkın kendisi adına var olan her şeyin yok olmayı hak ettiğini ilan etmesinin yolu olarak bir süre daha ayakta kalmasını sağlamak” gibi tuhaf deşifreler yazan bu bozguncuya başvurmaya gerek yoktur.
***
Sonuçta bir dava başarıyla tamamlanmıştır. İkinci ve belki üçüncü aşamalar da siyasetin gereklerine kendiliğinden hizmet etmeye hazırdır. Şimdilik her ne kadar içeride dışarıda hoşa gitmeyecek gelişmeler varsa da, bunlar, usta manevralarla, pragmatizmin ustalık isteyen kıvraklığıyla, dava sonuçlarıyla“yüreğinin yağı eriyen solcuların”, hayal görmeye hep teşne, ayılamamış liberallerin yardımıyla atlatılabilir. Adalet, hukuk ve vicdan gibi tuhaf sözler söyleyenlere de hatırlatmak gerekir mi bilmiyorum; siyaset, adı üstünde siyaset meydanında oynanan bir oyundur. Ustalar o oyunu adalet, hukuk, vicdan ile değil, onu ötekiyle takas etmenin, birini öbürüyle vuruşturmanın derin ve tehlikeli hazzıyla oynarlar. 
Halkın her zaman gafil avlanamayacağını” söyleyenler arada bir can sıkmasalar bu oyun ne güzel oynanır, “kartalın bu ilk -on yıllık- uçuşu”nasıl da başarıyla tamamlanırdı ama...
Tadından yenmezdi, Marx gelse kitabını yazamazdı!
GÜRAY ÖZ
7 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

İşgal Altında Adalet - Mine Kırıkkanat

Kargalarla martıların savaşını kargalar kazandı yine. Aydınlanır gibi olan ufuk yine karardı, yine ağarmadı tan, atmadı şafak. 
Kapkarayı AK diye yutturmaya devam…
Beynimde isyan gümbürtüleri. Dilimde susmanın pası. Ecelin korkuya faydası, kekremsi bir tat. Vicdan sesi, kahır isi. Artık anladım: Haksızlık duygusu, en büyük acı.
Gencecik yaşta biçen ölüm ya da hastalık gibi haksızlık. Yanınızdaki yoksul yutkunurken, dişlemek gibi ilk hasat kirazı.
Başkasının yoksun bırakıldığı haktan, eğer manda yüreğiyle doğmadılarsa, ancak kir bağlamış vicdanlar acı duymadan yararlanabilir.
Benimki öyle değil.
Haksızlık. Demir parmaklıklar arkasında çürütülen hayatlara karşı, kapıyı vurup çıkabilmek. Haksızlık. Onların kavuşamadığına, ulaşamadığına erişmek. Haksızlık. Sevgilinin elini tutmak, çocuğunu kucaklamak. Haksızlık. Onların yapamadığı her şeyi yapabilmek. Haksızlık. En kötüsü de geleceğin hayalini kurabilmek olsa gerek…
***
Gökyüzü yine karardı. Yine soluğumuz kesildi, ufkumuz daraldı. Kargalar kazandı, yine. Kargalar mı kazanacak hep? 
Galiba öyle.
Çünkü hukuk, toplumdaki genel eğilimin “öteki”ne tanıması gereken -ki, bu öteki düşman da olabilir, suçlu da- adil yargılanma ve savunma, kısaca adalet hakkının kurallara bağlandığı bir metottan ibarettir.
Bir ülkede, ne yasası yapılırsa yapılsın, hangi rejim ya da sistem örnek alınırsa alınsın, eğer toplumsal bilinç o yasalara göre biçimlenmediyse, hukuk düzeneği çalışmaz, çalıştırılmaz, delik deşik edilir, adalet de “zırt” deliğinde yitip gider.
Ergenekon davasında, zaten yıllardır tutuklu, dolayısıyla mağdur edilen sanıklara; ne kamu vicdanı, zaten ne de evrensel hukukun adalet bilincinde onaylanabilecek ağırlıkta hapis cezası yağdırıldı. Hümanist olan herkesin isyan edeceği, çünkü inanılmaz bir haksızlık duygusu yaratan, keyfi bir adaletsizlikle karşı karşıyayız.
***
Böyle bir adaletsizlik, ancak istibdat ve zulüm rejimlerinde olur. Ya da düşman işgalinde, işgalcinin direneni “ibret olsun” diye cezalandırdığı, yenik devletlerde…
Bunlardan hangisi Türkiye? İstibdat ve zulüm rejimi altında mı ezildi adalet, yoksa düşman işgalindeyiz de farkında mı değiliz?
Belki hepsi doğru, belki hiçbiri değil.
Belki de kendi halkının, kendi cehaletinin, istibdata alkış tutan, zaten bizzat zalim, her zaman muhbir, özbeöz müstebit bozuntusu, “öteki” düşmanı vatandaşlarının ihanetine uğradı, bu ülke?
Bunlar, 2007 yılından beri süren hukuksuzluğa, sanıkların yöneltilen suçları kanıtlanamasa da işledikleri kanaatiyle ne zulüm çektirilirse çektirilsin, ne ceza verilirse verilsin, cezayı hak ettiklerine inananlar.
Bunlar, Ergenekon ve Balyoz sanıklarının suçlu olsalar bile adil yargılanma hakkı olduğunu kabul edemeyenler. Darbe yapmışlar yerine, darbe yapmamışların cezalandırılmasına “Oh olsun!” diyenler. Çünkü dağarcıklarında, cani babanın yerine çocukları öldüren zihniyetin genetiği var. “Kan davası”na yargı, intikama adalet, şeriatçı kısasa hukuk, diyorlar.
***
Bunlara, doğru işleyen bir hukuk sisteminde, Silivri mahkemelerindeki sanıkların mahkûm oldukları suçu işlemiş olsalar bile bunca ağır cezaya çarptırılamayacaklarını anlatamazsınız. Kaldı ki mahkemenin serbest bıraktığı Danıştay bombacısı gibi gerçek suçlular, yalancı tanık ve düzmece kanıtlarla ömür boyu içeri tıkılan masumlar, var… Onların hakkını, masumiyet karinesini, suçlunun suçu kanıtlanmadığı sürece masum sayılması gerektiğini, adaletin kin, hukukun intikam olmadığını anlatamazsınız, bunlara.
İşte bunlar yüzünden demokrasi yeşermiyor bu topraklarda. Bunlar yüzünden ahlak belden aşağı, doğrular eğrildi, dürüstlük büzüldü, insanca yaşamak zor. Bunlar yüzünden istibdat iktidar, sokaklar yasak, zulüm yaygın, komşusunu ihbar vatandaşlık.
Bu ülke, “öteki”ne düşman, güdük, cahil, bağnaz ve çıkarcı zihinlerin işgalinde. Suçsuz ya da suçlu, insanların sahte tanıklar, düzmece kanıtlarla mahkûm edildiği istibdat yargısı; bu zihniyet var olduğu için var.
Ama ben bu zihniyetin, Türkiye’nin yüzde 51’ini temsil ve işgal ettiğine inanmak istemiyorum!
G NOKTASI
Yapısı tamamen siyasal erkin keyfine bağlanan yargı kurumu, salt Balyoz ve Ergenekon davalarında değil; pankart açan öğrencilerden Taksim Gezi gösterilerine katılanlara istenen cezalarla, ifade özgürlüğünü budamak ve muhalif sesleri susturmak için kullanılan bir sindirme aracına dönüştürüldü. 
Hepsi siyasal bu davalarda, sanıkların nedense hep “darbeye teşebbüs”le suçlandığı bazı mahkemeler, ülkede metazori bir “rejim değişikliği” olmuş bitmiş intibaı veriyor.
Türkiye’yi bulunduğu duruma düşüren AKP’den medet umamayacağımıza, BDP de ancak ve yalnız Kürtçülükle uğraştığına göre, beklentimiz CHP ile MHP’den.
Hukukun bittiği yerde demokrasinin de kalmadığını bilen CHP ve MHP’liler, bundan böyle nasıl muhalefet yapacaklar? Hâlâ maaşları cebe indirip kürsüden konuşmakla mı yetinecekler?

“Adaleti güçlendiremeyenler, gücü savunurlar.”
BLAISE PASCAL


Mine Kırıkkanat
7 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

4 Ağustos 2013 Pazar

HES iki saatte kuruttu!-Cumhuriyet Portal

Rize’nin içme suyu ihtiyacının karşılandığı Salarha Deresi'nin 8 kilometrelik bölümü HES projesinin deneme üretimine başlamasıyla 2 saat içindetamamen kurudu. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun"HES'ler dereleri kurutmuyor" sözlerini anımsatan çevreciler duruma tepki gösterdi.

Rize’de kent merkezi ile birlikte 10 ilçe, 5 belde ve 25 köyde yaklaşık 300 bin kişinin içme suyu ihtiyacının karşılandığı Salarha Deresi’nde Çalık Holding’e ait Adacami Hidroelektrik Santralı (HES)  deneme üretimine başladı. Güneysu Vadisi üzerindeki irili ufaklı toplam 6 derenin suyunu da tünellere alan proje kapsamında, Salarha Vadisi üzerindeki Çaykent Beldesi ile Yiğitler köyü arasındaki Üzümlü regülatöründen tünele alınan Salarha Deresi’nin suyu, Güneysu Vadisi’nde kurulan santrala aktarıldı. Ancak Salarha Deresi’nin 8.5 kilometrelik kısmı kurudu. Derenin iki saat içerisinde susuz kalması bölge halkının tepkisine neden oldu. Topaloğulları Çevre Koruma Derneği Başkanı Ali Toptan, taşkınlara neden olan Salarha Deresi’nde elleri yıkayacak kadar bile su kalmadığını vurgulayarak, “HES üretime başlayınca iki saat içerisinde su seviyesi birden düştü. Gürül gürül suyun aktığı derenin ortasındayız ama su yok. Böyle şey olmaz. İshale hattı olmayan bölgede pis sular da dereye veriliyor. Burada artık kokudan da durulmaz” dedi.

Söyleseler inanmazdık
Dereyi daha önce hiç bu halde görmediklerini anlatan yöre sakinlerinden Şevki Köse, Faruk Demircan ve Mustafa Avcı da derenin bu hale getirilmesine tepki göstererek “Onca yıldır burada yaşarız, dereyi ilk kez bu halde gördük. Salarha Deresi kurudu. Söyleseler inanmazdık” diyerek dert yandılar.
Derelerin Kardeşliği Platformu’ndan yapılan açıklamada da Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun  “HES’ler dereleri kurutmuyor”sözlerini anımsatarak “Buralarda katliam yaşanıyor. Artık bütün gerçekler ortada. Derelerimizde su kalmadı. Dereler ve sularımız ile birlikte yaşamın da kökü kurutuluyor. Bu rant projeleri artık bir an önce durdurulmalı” denildi.

Cumhuriyet Portal
2 Ağustos 2013

Akıl Almaz Şeyler - ATAOL BEHRAMOĞLU

Ülkemizde akıl almaz şeyler birbirini hızla izliyor.
Bu zaten hep böyleydi derseniz, karşı çıkmam.
Özellikle AKP döneminde Türkiye’nin giderek bir akıl hastanesine dönüştüğü çok açık.
Fakat şu günlerde birbiri ardına olanları, akıl kavramaya yetişemiyor…
Hangisinden başlamalı, hangi birinden söz etmeli…
Sondan başa doğru gitmeye çalışalım…
Mahallelere ihbar kutuları konulacakmış…
Demek ki günün ya da gecenin bir saatinde kapınız çalınacak, hakkınızda ihbar var denerek eviniz darmadağın edilecek, alınıp götürüleceksiniz…
İhbarcı kim, ihbar nedir? Bunları öğrenmeye bile hakkınız olmayacak…
Bu uygulama, Ergenekon ve Balyoz davalarında zaten uygulanmakta olan gizli tanık hukuksuzluğunun ve ahlaksızlığının bütün ülkeye yayılması demektir.
***
Bir başka aklı almaz şeyi, AKP ileri gelenlerinden, şefin kuşkusuz en yakınlarından Mehmet Ali Şahin dile getirdi.
Gezi Direnişi’ne katılanlara TCK 312’den dava açılmalı, ömür boyu hapis verilmeliymiş.
Bu sözler, diktatörlüğe hukuk kılıfı geçirme çabasıdır.
Demek istiyor ki, bizi eleştiremezsiniz, hayatınızı söndürürüz.
Hepinizi yeni Ergenekon ve Balyoz torbalarına doldurur, hapishanelerde çürütürüz.
Bu kadarı ancak adı diktatörlük olan rejimlerde olabilir.
Tek bir farkla: O türden rejimlerde cinayetler hukuksal kılıfa gerek duyulmaksızın işlenir.
Burada yasal kılıf aranıyor.
***
Kürt sorunu akıl almaz boyutlarda.vBDP eşbaşkanı, AKP yardakçılığının da ötesinde ihbarcılık yapıyor.
Yarın bir savcı, Gezi Direnişi’nin askeri darbe planları hakkında bildiklerini anlat derse, acaba ne yanıt verecek?
Bir halkın kimlik talebinin, birden fazla ülkeyi bölüp parçalamaya yönelmesi akıl dışıdır.
Gezi’deki çağdaş enerjiyi anlayıp değerlendiremeyen bir kafanın, çağdaş dünyada, emperyalizm işbirlikçiliği, gericilik ve feodalizm çamuruna gömülmek dışında hiçbir şansı olamaz.
***
Kadın, sanat, çağdaş yaşam düşmanlığı akıl almaz boyutlarda.
Çocuk bekleyen kadının sokağa çıkmaması gerektiğini söyleyen kişi, nasıl bir aklın ve ahlakın ürünü olabilir?
Daha bu sözlerin şaşkınlığını üzerimizden atamamışken üstelik profesör titri taşıyan birilerinin müzik üzerine fetvaları, insanı şaşkınlıktan da ötelere sürüklüyor…
Bunlardan iki tanesini, Zeynep Oral’ın “Bilime, Sanata, Yaratıcılığa Tahammülsüzlük” başlıklı yazısından (Cumhuriyet, 1 Ağustos 2013) buraya alıyorum:
Müzik için haram diyemeyiz, ama helal de diyemeyiz. İçeriği İslama uygun olmalıdır. Ama kadın sesi içeren müzik kesinlikle caiz değildir” (Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Orhan Çeker.)
Hanefi mezhebine göre müziğin icrası da, dinlenmesi de haramdır. Bir değneğin, bir çubuğun bir yere ahenkli bir şekilde vurulması bile bu hükme dahildir ve haramdır.” (İslam Hukuku Profesörü Hayrettin Karaman)
Bilmem başka bir söz eklemeye gerek var mı? 
***
Türbanlı öğrenciyi, yüksek yargı kararını uygulayarak dersine almadığı suçlamasıyla hapis cezasına mahkûm edilen uluslararası değerde bilim insanı…
Oruç tutmak ya da tutmamak kişisel bir seçimken, laik bir ülkede devlet bütçesinden yüksek rütbeli komutanlara iftar yemeği…
Dil Kurumu adı taşıyan bir kuruluşça, hükümeti demokratik yollarla indirme girişimlerinin “darbe” tanımı içine alınması…
Maçlarda siyasi slogan atma yasağı…
Ülke kurucusunun sigaralı fotoğrafında sigarayı gizlemeyen medya kuruluşuna ceza…
Ülke ekonomisinin omurgasını oluşturan bir kuruluşa intikam baskını…
Ülkemizin ve çağdaşlığın birikimlerine aykırı sayısız söz, suç ve girişim…
***
Bu kadar akıl dışılığın sorumlusu olan bir siyasal iktidarın 5 Ağustos’ta gerçekleşecek büyük halk buluşmasından korkması doğaldır. 
Çünkü akıl dışılığa son verecek asıl ve gerçek güç, Gezi Direnişi’yle zirveye ulaşan direnişler zinciri olacaktır…
Yasaklama ve korkutma çabaları boşunadır…
ATAOL BEHRAMOĞLU

3 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

AKP, Türkiye'yi batağa çekiyor-Onur Öymen

Dışişleri Bakanlığı’nın eski müsteşarlarından emekli büyükelçi Onur Öymen, “Nüfusu Müslüman olan ülkelerde laiklik olmadan gerçek demokrasi yerleşmez” diyor. Ortadoğu’nun kaynayan bir kazanken artık patlamaya hazır hale geldiğine işaret eden Öymen, Arap Baharı’nın gittiği ülkelerde demokrasi bekleyen halkın Müslüman Kardeşler’in otokratik yönetim anlayışına çok ciddi tepkiler verdiğini vurguluyor. Buna son örnek olarak Mısır’ı gösteriyor. Libya, Tunus ve öteki Ortadoğu ülkelerinde de çok ciddi rahatsızlıklar olduğunun altını çiziyor. Bizim hükümete de şu çağırıyı yapıyor: “Türkiye insan hakları, özgürlükler ve demokrasi alanında bu kadar geriye gitmeseydi birinci sınıf bir demokrasiye öncülük yapabilirdi.”

- Ortadoğu tam bir kaynayan kazan. Mısır’da Batı’nın darbe diyemediği, Müslüman Kardeşler kökenli Cumhurbaşkanı Mursi’nin devrilmesine yol açan askeri müdahale, Tunus’ta altı aydır laik muhalif siyasi liderlerin suikastlara kurban gitmesi, bizim Suriye sınırında süren savaş bölgeyi nerelere götürür? Bunun Türkiye’ye yansımaları ne olur?
O.Ö.- Başlangıçta Arap Baharı diye başlayan olayların amacı bölgeye demokrasi getirmekti. Bu hareketin öncüleri diğer bütün ülkelerde demokrasi gelişirken Ortadoğu’da gelişmemesinin sıkıntısını yaşıyorlardı. Hedefleri gerçek demokrasiydi.

Ama bir süre sonra görüldü ki bu bölgede öteden beri var olan bazı siyasetçiler, başta da Müslüman Kardeşler grubu değişim ortamından yararlanarak bölge ülkelerinde eski liderlerin yerine otoriter din devletleri kurmayı hedeflediler. Bunlar çok örgütlüler. Sadece Mısır’da 600 bin üyeleri var. Tüm bölgede iki milyon üyeleri olduğu söyleniyor. Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra yönetimi devralan askerlerin yaptığı ilk iş, 1954’ten beri yasaklı olan Müslüman Kardeşler’i meşrulaştırmak oldu. Onlara ve onlardan daha da radikal olan Selefiler’e de siyasi parti kurdurdular. İlk seçimde anlaşıldı ki bunlar büyük bir siyasi güç sahibi.

Müslüman Kardeşler ve Selefiler’in toplam oyu yüzde 70 dolayında. Sonuçta Cumhurbaşkanlığı seçiminde de Müslüman Kardeşler’in adayını seçtirdiler. Bu seçim ortamını yine Mısır’da askerler sağladı. Yani bir taraftan Müslüman Kardeşler’i meşrulaştırdılar, öbür yandan da Müslüman Kardeşler’in adayının seçilmesini sağlayacak koşulları yarattılar.

- Hatta askerler o seçim öncesi kimi adayları veto etmediler mi?

O.Ö.- Ettiler. Şimdi Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan El Baradey, “Bu kadar antidemokratik seçim olmaz” diye adaylıktan çekildi. O seçimde yurtdışından çok paralar geldiği, bazı Mısırlılara zorla oy verdirildiği söylendi.

Şimdi demokratik seçim diye bugün atıfta bulunulan o seçimin ne kadar demokratik olduğu da ayrıca tartışmaya değer. Bundan sonra gelen rejim ve hükümet de demokratik mi oldu? Bu da ayrıca tartışılır. Hatta Müslüman Kardeşler, “Mısır’da hiçbir kadın Cumhurbaşkanı olamaz” diye de ifadeler kullandı. Kadın-erkek eşitliğine bu kadar uzak olan bir partiden demokrat bir parti diye söz etmek mümkün olabilir mi?
Müslüman Kardeşler’in çıkardığı anayasada yargının denetim altına alınmak istenmesi ve daha çeşitli girişimler büyük tepkilere yol açtı. Ekonominin kötüye gitmesi tepkileri daha da arttırdı. Askerler müdahale etmeden demokrasi içinde yumuşak geçiş yapılabilseydi çok daha iyi olurdu. İşin içine askerler girince ortaya çıkan tablonun başka mahzurları da oluyor.

- İyi de şimdi bizimkiler Sisi’nin darbesine büyük tepkiler gösteriyorlar. Ama Mübarek’i deviren o dönemin Genelkurmay Başkanı Tantavi’nin askeri darbesine acaba neden ses çıkarmadılar?


O.Ö.- Darbeyle siyasi çözüm bulmak yanlış bir iş. Ama bu politikayı izliyorsanız başından beri buna karşı çıkacaksınız. Tantavi iktidara gelince bizim Sayın Başbakan 13 Eylül 2011’de Mısır’ı ziyaret etti. Tantavi ve Savunma Bakanı’yla görüştü ve Mısır Hükümeti’yle stratejik işbirliği anlaşması imzaladı.

Askeri darbelere karşıysanız o zaman hepsine karşı koyacaksınız. Ama Tantavi’ninki Müslüman Kardeşler’i meşrulaştırdı diye bize göre olumlu bir müdahaledir, ama şimdi askerler Müslüman Kardeşler’i devre dışı bıraktığı için suçludur, gibi bir ayrımcılık yaparsanız o zaman ilkeli bir yaklaşım sergilememiş olursunuz.

Her halükârda Mısır’da durum son derece karmaşıktır. Yabancı ülkelerin olaya bakışında da çok farklılıklar var. ABD gibi büyük devletler kim iktidarda sorusundan daha çok, iktidarda olan bizim politikalarımıza ne kadar hizmet eder, ne kadar yardımcı olur, sorusuna cevap arıyorlar. Müslüman Kardeşler’i bir ölçüde himaye ettiler. ABD Başkanı Obama Müslüman Kardeşler iktidar olur olmaz 450 milyon dolarlık yardım vaadinde bulundu. Ardından askeri yardım da vaat ettiler.

- Peki, neden?

O.Ö.- Çünkü onlar Ortadoğu dengelerinde Mısır’ın çok önemli rol oynadığını biliyorlar. İster Müslüman Kardeşler, ister başkası olsun, kendi beklentileri doğrultusunda adımlar atarsa bundan memnunluk duyuyorlar. O nedenle de Mursi’den memnundular. Örneğin Mursi Suriye konusunda ABD’nin her istediğini yaptı. Hamas’ın İsrail’le ateşkes yapmasına yardımcı oldu. O yüzden de Mursi’den şikâyet etmiyorlardı.

Ama Mısır halkı başka türlü düşünüyordu. Mısır halkı Mursi yönetiminden memnun mu, halkın demokratik, ekonomik beklentilerini karşılıyor mu, sorusunu hiç kimse sormadı. Ama milyonlarca insanın sokağa dökülmesi gösterdi ki Mısır halkı çok tepkili. Aynı göstericiler bir süre önce Tahrir Meydanı’nda, “Ordu kışlasına çekilsin” diye gösteri yapıyordu. Karşısındaki Müslüman Kardeşler gayet örgütlü bir güç. Bu iki gücün çatışması Mısır’ı yeni bir Suriye ortamına götürebilir. Bütün sıkıntılar da buradan kaynaklanıyor.

- Sözüm ona demokrasi götürülmek istenen Libya ve Tunus’ta da siyaset sahnesi durulmuyor...


O.Ö.- Evet. Libya’da hükümet değişikliği gündeme geldi. Aşırı İslamcılara karşı olan bazı muhalif liderler öldürüldü. O nedenle de Müslüman Kardeşler’e karşı büyük bir tepki oluştu. Tunus’ta da son altı ay içinde İslamcı yönetime karşı olan siyasi liderler öldürüldü. Bu olaylar üzerine orada da Müslüman Kardeşler’e karşı tepkiler oluştu.

Bölge genelinde bütün bu olaylara bakacak olursak bunları çok önemli gelişmeler olarak görüyoruz. Başka ülkelerde de Müslüman Kardeşler’e çok sert tepkiler var. Örneğin Ürdün de onlardan çok şikâyetçi. Kral Abdullah Türkiye’yi ziyaretinden sonra ABD basınına verdiği demeçte, Türkiye’yle Mısır’daki Müslüman Kardeşler Örgütü’nün bölgede adeta bir hilal oluşturduklarını söyledi.

Türkiye’nin hedefi de Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) aracılığıyla Suriye’de Müslüman Kardeşler’i iktidar yapmak. Bunu çok kısa sürede gerçekleştireceklerini sandılar. Gerçekleştiremedikleri gibi Mısır’da bizimkilerin bel bağladığı Müslüman Kardeşler iktidardan uzaklaştırıldı. Böylece bizim hükümetin beklentilerinin tersine gelişmeler oldu.

- Bütün bu olanlar Türkiye açısından çok ciddi bir güvenlik riski demek değil mi?

O.Ö.- Türkiye eskisinden çok daha büyük bir güvenlik riskine girdi. Suriye’yle bin km’ye yakın bir sınırımız var. Bu sınırın güneyi silahlı grupların denetiminde. Bu sınırın güvenliğini sağlamak sadece Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) ait.

Irak’la 384 km. sınırımız var. O sınırda Irak devletinin tek bir askeri yok. Bu sınırlarda bir çatışma olduğu zaman normal koşullarda ilgili hükümete çağrıda bulunulur. Ama bugün Suriye’yle ilişki yok. Kime çağrı yapacaksınız? Yani Suriye Hükümeti’ne karşı silahlı grupları desteklemenin bir bedeli var. Siz Suriye’deki iç çatışmalarda taraf haline geleceğinize ilkeleri savunup oradaki iç çatışmaların dışında kalsaydınız daha doğru bir politika uygulamış olurdunuz.

Ama ne yazık ki bugün orada çatışan grupların karargâhı Türkiye’dir. Suriye Ulusal Konseyi dedikleri silahlı grupların yönetimini üstlenen örgütün merkezi İstanbul’da. Sadece Suriye Ulusal Konseyi değil, PKK’nin bir uzantısı olan PYD denilen bir örgüt ve daha başkaları da var. Sınırımızın büyük kısmını PYD denetliyor. El Kaide’nin uzantısı El Nusra’yla PYD çarpışıyor.

Tam bir kaos ortamı. Türkiye’yi böyle bir kaosun parçası haline getirmek bence siyasi açıdan çok vahim bir hatadır. Bizimkiler neredeyse yeni bir Osmanlı kurma hayaliyle yola çıktılar. Ama şimdiki durum Osmanlı’nın son zamanlarından daha da sıkıntılı görünüyor.

- Suriye’de bizimkiler Esad rejiminin devrilmesi için var güçleriyle çalışırken ABD ve büyük güçler Suriye’deki sözüm ona muhalif silahlı grupları terorist ilan etmedi mi?


O.Ö.- Bizimkilerin hedefi Türkiye, Suriye, Hamas, Mısır üzerinden Atlantik’e kadar uzanan bir Müslüman Kardeşler kuşağı kurmaktı. Bu kuşak şimdi kırıldı. Libya’da Müslüman Kardeşler iktidar ortağı ikinci parti. Onların da iktidardan çekilmesi söz konusu.

Tunus’ta Müslüman Kardeşler ağırlıklı, Gannuşi’nin Ennahda partisi sallanıyor. Bölge böyle bir kaos ortamı içine girdi. Bütün mesele sadece eleştirmek değil, durumu tespit edip çıkış yolu göstermek. Bence Ortadoğu’da bütün bu badireden çıkış yolu o ülkelerde gerçek demokrasiyi yerleştirmektir. Halkı Müslüman olan ülkelerde demokrasi olabilmesi için laiklik şart. Laiklik olmazsa demokrasi de olmaz.

Ortadoğu’ya demokrasi önerenlerden hiçbiri laiklikten söz etmiyor. Bir zamanlar bizim Başbakan Mısır’ı ziyaret ettiğinde laiklikten söz edecek oldu, Müslüman Kardeşler’den büyük tepki geldi. Bir daha da laikliği ağzına almadı. Ama esas olan Batılı ülkelerin hiçbiri laik bir demokrasi olsun istemiyor. Herkes kendi çıkarına yardım edecek Müslümanlar istiyor.

Yani halkın özlemlerine cevap verecek gerçek, birinci sınıf bir demokrasiyi kimse istemiyor. Türkiye, özgürlükler, insan hakları ve demokrasi alanında bu kadar geri gitmeseydi böyle birinci sınıf bir demokrasiye öncülük yapabilirdi. Türkiye bugün dünya demokrasileri arasında 89. sıraya indi. Basın özgürlüğü konusunda Mısır’la aramızdaki fark dört puan. Mursi’nin bu otoriter rejimi ve kaos ortamına rağmen basın özgürlüğünde Mısır 158., Türkiye 154. sıradaydı. Böyle bir ülke demokrasi alanında başkalarına esin kaynağı olabilir mi?

- Yani Türkiye bölgede etkili olmak istiyorsa önce gerçek demokrasinin ilkelerini mi yerli yerine oturtmalı?


O.Ö.- Türkiye öncelikle kendine çeki düzen vermeli ve demokratik standartları ve özgürlüklerini çağdaş normlara uyarlamalıdır. Ondan sonra da Doğu için değil, birinci sınıf demokratik yönetimlerin işbaşına gelmesine çalışmalıdır. Bence çıkış yolu budur; istikrar da buradan geçer.

Bölgeye gerçek demokrasi yerleşmeden bölge ülkelerinin istikrara kavuşmalarını beklemek bence hayaldir. Bir de ayrım yapmayacaksınız. Mısır’da 72 kişi öldü. Başbakan haklı olarak tepki gösterdi. Bahreyn’de 86 kişi öldü. Ama bizden ses çıkmadı. Yemen’de iki bin kişi öldü. Oralarda ölenler insan değil mi?

Aynı ilkeleri, aynı yaklaşımı her yerde savunacak ve sergileyeceksiniz. Yani, Mübarek’i deviren askerler iyi, Mursi’yi deviren askerler kötüdür, diyemezsiniz. Askeri müdahale her yerde yanlıştır, diyorsanız o zaman da askerlere mesafe koyacaksınız. O bakımdan bu meseleleri serinkanlı düşünüp iç politika malzemesi yapmamak lazım.
Söyleşi:Leyla Tavşanoğlu

4 Ağustos 2013

3 Ağustos 2013 Cumartesi

O Günleri Daha Çook Ararız! - Cüneyt Arcayürek

Aç susuz ramazan günleri Necdet Özel paşayla özelleştirdiği TSK’yi -sanki yaşamın tapusunu almış gibi- ta 2019’a kadar hangi orgeneralin Genelkurmay Başkanlığı’nda idare edeceğini saptamaya çalışmak, kolay değil.
Liste açıklandı: Özel’den sonra bu gidişle ülke bölünecek diye ifade buyuran, ne ki recebbiyenin affına mazhar olan Kalyoncu Paşa’dan sonra, 2017’de şimdinin ikinci başkanı Hulusi Akar, 2019’da da Salih Zeki Çolak paşalar;Atatürk ordusunun yerinde yeller esen TSK’yi yönetecek komutanlar...
Toplumun esasen zayıf olan belleği elbette anımsamaz.
Bir zamanlar Türkiye Cumhuriyeti’nde askeri yönetimin hâlâ canlılığıyla yaşadığı, cunta reisi Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olduğu o günlerde; Genelkurmay Başkanlığı’nda, emekliye ayrılacak Necdet Paşa’dan boşalacak koltuğa bir diğer Necdet Paşa’nın oturacağı ve de bilmem hangi tarihe kadar Genelkurmay’a ve komuta heyetine gelecek kumandanları saptayan liste açıklandı...
Askeri denetim altındaki medyamızın irili ufaklı tanrıları; yıllar sonrasının Genelkurmay Başkanı’nı ve komuta heyetini 1980’lerde saptayacak plan programa olamazzz diye isyan ettiler...
Liste çöpe atıldı. Genelkurmay’da “İkinci Necdet” dönemi başlamadan sona erdi.
Şükürler olsun ki bugün medyamızı böyle bir zahmetten kurtaran; bir 23 Nisan’da çocuk başbakana verdiği nasihatın gereğini yerine getiren; astığı astık, kestiği kestik anlamında gelen her sözü, icraatı, yasadışı içi, olumsuz her davranışı eleştiri dışı RTE demokrasisinde...
... TSK’nin bugünden 2019’lara değin kimin Genelkurmay Başkanı olacağı, Başbakan’ın onayıyla saptanan liste açıklandı...
Medyamızın kılı bile kıpırdamıyor!
***
Üstelik askerlerimiz modern silah ve gereçler yerine sınırlarımıza saldıran topluluklara karşı, ola ki hiçbir dünya ordusunun kullanmadığı bir silah kullanıyor.
Sınırlarımızı zorlayan saldırganı öldürmeyi değil, pişman etmeyi ön plana alan değişik bir strateji izliyor.
Suriye’den gelen önce bir, sonra iki ve hatta üç bine yakın atlı silahlı kaçakçıyı havaya ateş ederek uyardıktan sonra...
... sözle uslanmayanın hakkı kötektir diye askerlerimiz elindeki ateşli silahları bir yana bırakıyor. Tabii Genelkurmay’dan aldığı emri uygulayarak, biber gazı kullanıyor, Suriyeli güçleri püskürtüyor...
... ve böylece askerlik sanatına bir ilkle katkı yapıyor.
***
Diktatör müsveddesi, siyasal amaçlarını korumak, kollamak için asker yerine kentlerde polisi kullanıyor.
Polis de yukarıdan aldığı emirle; demokratik yaşam haklarının uygulanmasını istemekten başka amaç ve suçu olmayan, hükümeti devirmeye giriştikleri iddiasıyla isyan ettiklerini ilan ettiği, düşman gözüyle baktığı Gezi Parkı eylemcilerine de biber gazı, gaz bombası ve silaha dönüştürdüğü tazyikli suyu kullanmadı mı?..
Askeri kendi doğrultusunda dizayn etmiş, polisi emrine bağlamış; başta RTE, AKP tam kadro, gece düşlerinde ürpererek gördükleri, gündüz toplumsal eylemlerden olası darbe diye fena halde ürkerek demokratik haklara saldırıyor.
Darbe yapacak tek silahlı güç asker, beraber hareket etmesi olası polis emirlerinde amma velakin...
... bu kez halk hareketiyle Başbakanlık’tan gideceği, iktidarının devrileceği düşsel vehim tuzağından bir türlü kurtulamıyorlar.
Neredeyse polis; beyefendinin duvara asılı posterine yan baktın diye gözüne kestirdiği genç insanları, sokaktan ya da sabahın erken saatinde gece yarısı evinden derdest edip gözaltına alıyor. Bir örgüt suçuna bağlayarak tutuklanması talebiyle mahkemeye sevk ediyor.
Bizde polis; öyküdeki gibi bir diktatörün ülkesinde polisin sokakta yakalayıp karakola getirdiği adamın kime küfrettiği iddialarını reddetmesine fena halde bozulan, “Ulan, bu ülkede kime küfredileceğini ben bilmez miyim” diyecek olgunluğa henüz erişemedi. 
***
Eee tabii, bu ülkede dinci başbakana yaranmak için her gün bir otelde kalabalık iftar yemekleri düzenleyen kimi şirketler, zenginler, politikacılar oldukça...
... 11 yıl AKP iktidarına destek olduğu için RTE’nin iltifatlarına ve teşekkürlerine layık gördüğü TOBB, üç bin kişiye tasavvufla başlayan, dua ile biten iftar yemeği verdikten sonra...
... daha çook demokrasiyi arar, nerede kaldı o sultan ayına özgü, iktidara yalakalık kokmayan o eski ramazanlar diye daha çoook hayıflanırız!
Cüneyt Arcayürek

3 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Ordusunu Yenmek - ALİ SİRMEN.

Bu yıl Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) gergin bir ortamda toplanıyor. Bir yandan 5 Ağustos günü Ergenekon davasının karar aşamasına geçilmesi, bu oturuma katılmak üzere binlerce kişinin Silivri’ye akın etmesi beklenirken öte yandan, Balyoz davasının temyiz aşaması sürüyor.
Bunlar olurken hemen YAŞ öncesi üç generalin istifaları, dikkatlerin Hava Kuvvetleri’ne yoğunlaşmasına neden oldu.
Arkadaşımız Barkın Şık’ın 30 Temmuz tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan haberinde belirtildiğine göre, 2013 başından beri Hava Kuvvetleri’nden istifa ile ayrılan subay sayısı, 123’ü pilot olmak üzere, 170’i buluyor.
Bu arada, bu yılki YAŞ kararlarında da TSK’nin nesnel ölçütlerinin yerini yine iktidarın tercihlerinin alacağı söyleniyor.
Gerçekten endişe ile izlenen bir tablo.
Ne var ki, kimileri gelişmeleri, “askeri vesayeti tasfiye ediyoruz” diye büyük bir hoşnutlukla izlemektedirler.
Kimsenin askeri vesayetin tasfiyesine itirazı yok. Ama demokrasilerde, bunun da hukuki yolu ve yordamı olması gerektiği gibi, askeri vesayeti tasfiye ile kendi ordusuna savaş açma ayrı ayrı şeylerdir.
***
Burada yeri geldiğinde sıkça değinildi. Bir devletin kendi ordusuyla savaşıp yenmesi mümkündür, ama bundan kazançlı çıkması mümkün değildir.
Bu konuda, şimdi moda Osmanlı olduğuna göre ondan örnek verelim.
2011 yılında Tarihçi Kitabevi, Sayın Cahit Kayra tarafından yayına hazırlanan bir eser yayınladı: Hasan Rami Paşa’nın “Hatırat”ı.
Hasan Rami Paşa, 1882-1897 arasında Abdülhamit’in Bahriye Nazırlığı’nı yapmış olan Hüseyin Hüsnü Paşa’nın ardından Bahriye Nezareti ve Akdeniz Donanması Komutanlığı görevini yürütmüş olan kişi.
Hatırat’ı, insanı şaşırtacak, utandıracak ve de isyan ettirecek nitelikte.
Kitap, Abdülaziz zamanında dünyanın en güçlüleri arasında olan Osmanlı donanmasının 1897 yılında üç Yunan savaş gemisi karşısında düştüğü acınası durumu anlatıyor ve Paşa, hatıratında kendini mazur göstermeye çalışıyor.
İsterseniz biraz geriye doğru gidelim.
18. yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başı Osmanlı donanması içler acısı bir durumdaydı. Gerçi, 1774’te Deniz Harp Okulu Mühendishaneyi Bahri-i Hümayun adı altında açılmıştı ama yetmiyordu.
Nihayet Napolyon Seferleri sırasında bir gün, İngiliz donanmasının Çanakkale’deki nöbetçilerin hepsinin namazda olmalarını fırsat bilerek İstanbul önlerine gelip toplarını III. Selim’in sarayına çevirmeleri üzerine donanmanın önemi kavrandı.
***
Güçlü donanma girişimleri Abdülaziz döneminde yaşama geçti. Padişah’ın ısrarlı politikası ile Aziziye, Mesudiye, Osmaniye gibi dönemin en güçlü gemileriyle donanmış bir donanma edinildi.
Ne var ki, Abdülaziz’in devrilmesinde, geliştirdiği Deniz Kuvvetleri’nin de payı oldu.
Abdülhamit, hem askeri vesayeti tasfiye etmek hem de Deniz Kuvvetleri’nden intikam almak için, Hüseyin Hüsnü Paşa aracılığıyla donanmayı Haliç’te çürüttü.
Gemilerin bakımsızlığı ve mürettebatın eğitimsizliğinin vardığı boyutun farkında olmayanlar, 1897’de bu donanma ile Yunan Deniz Kuvvetleri’ni Ege’de vurmaya karar verdiler.
Rezalet, donanma daha sefere çıkarken başladı. İstanbul halkının ve kordiplomatiğin gözleri önünde Haliç’ten çıkıp Sarayburnu’nu dönerek, Marmara’ya açılan gemiler zar zor Yeşilköy önlerine kadar geldiler. Orada birinin dümeni kilitlendi, İmralı önüne sürüklenip orada karaya oturdu.
Hasan Rami Paşa komutasındaki donanma Çanakkale’den çıkıp Yunan gemileriyle temas sağlamak bir yana düşmandan fellik fellik kaçtı. Saklanacak delik aradı.
Sonuç tam anlamıyla fiyaskoydu.
Hasan Rami Paşa’nın “Hatırat”ında bütün bunların öyküsü var.
Abdülhamit, donanmayı cezalandırmış ama kendisi de kaybetmişti.
Hasan Rami Paşa Hatırat’ı, ordusunu yenen despotun kaçınılmaz yenilgisini güzel güzel anlatıyor.
Herkese hararetle tavsiye ederim.
ALİ SİRMEN
3 Ağustos 2013 - Cumhuriyet