14 Ekim 2013 Pazartesi

Hades’in üç başlı köpeği-Cumhuriyet Portal

Denizli'de Hierapolis antik kentinde, mitolojide ölülere hükmeden yeraltı tanrısı Hades'in bekçisi üç başlı köpek Kerberos ve yılan heykelleri ortaya çıkarıldı.






Pamukkale ören yerinde bulunan antik Hierapolis kentinde, Cehennem Kapısı olarak adlandırılan alanda yapılan kazı çalışmalarında, ölülere hükmeden yeraltı tanrısı Hades’in bekçisi olarak bilinen üç başlı köpek Kerberos’un 130 santimetre yüksekliğinde
mermer heykeli ve yılan heykelleri ortaya çıkarıldı. MS 1. yüzyıla ait olduğu tespit edilen heykeller Pamukkale Arkeoloji Müzesi’nde koruma altına alındı.
Cumhuriyet Portal
13 Ekim 2013

12 Ekim 2013 Cumartesi

Kamu Alanının Fethi - Nilgün Cerrahoğlu

Değerli okurum Dinçay Tüfenk“Çarşaf Demokrasisi” isimli yazım üzerineİlhan Selçuk’un günümüze ışık tutan yazılarından birini göndermiş:
“Arşiv fareliğine soyununca” diyor Tüfenk; “İlhan Ağabeyimizin 30.12. 2006 günkü yazısında, ilkini 2004’te yayımladığı, ‘Tüyler Ürpertici Bir Belge’yi yorum yapmadan sunuşu geldi aklıma. Ben (Selçuk’un yazısının) başlıkları ile yetineyim:
“21 Ağustos 2001 günü gazetelerin birinci sayfalarında Erdoğan’ın bir konuşması yayımlandı...
Recep Tayyip’in söyledikleri ilginç!..
Madde madde diyor ki:
1)“Laiklik tabii elden gidecek..”
2) “Laik ve Müslüman olunmaz..”
3) “Egemenlik Allah’ındır..”
4) “AB’ye girmeyeceğiz..”
5) “Anayasayı sarhoşlar hazırladı..”
6) “Ümmetçilik tutar..”
7) “Terör Meclis’te..”
8) “Doğumları kadın yaptıracak..”
9) “Hazmettirerek geliyoruz..”
10) “Kıyam başlayacak..”
‘Senaryoyu değiştirmeye 
geliyoruz!’
İlhan Selçuk yukardaki belgeyi, “ajanda”nın “açık ilanı” olarak besbelli mimlemiş ki farklı vesilelerde iki kez yayımlamış...
Orijinalini bulduğum yazının 9. maddesi bilhassa önemli:
“.. Şimdi artık millet yalnız aktörleri değil, senaryoyu da değiştirmeye talip!..”diyor bu bölümde Tayyip Erdoğan: 
“Bu çalışmalarımız senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır. Biz onun için geliyoruz. Bu düzenin koruyucusu olamayız, bu mümkün değil. Bu hukuku hazırlayanlar, bu düzenin kaldırılmasının maşası olacaklar.”
Yazısının sonunu Selçuk şöyle bağlıyor:
“Başbakan Erdoğan’ın 1996’da yaptığı bu konuşma, 2001’de tüm gazetelerde yayımlandı; harfi harfine kanıtlanmış bir gerçek belgedir.
Peki, Erdoğan değişti mi? Yoksa takıyye mi yapıyor?...
Başbakan Recep Tayyip adına kimseye güvence verebilecek konumda değilim; bunu yalakaları yapıyorlar...
Ancak şu söylenebilir:
Erdoğan hiçbir zaman bir özeleştiri yaparak değiştiğini açıklamadı.”
‘Taşı gediğine koyma’ dönemi
Erdoğan’ın baştan göstere göstere ilan ettiği “ajanda”nın, “temel atma”dönemi geride bırakılarak bundan böyle anlaşılan “davanın taşını gediğine koyma” dönemine girilmiş bulunuyor!
AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun bizzat başvurduğu terimlerle buna; “(AKP’nin ilk on yılını kapsayan) ‘tasviye’ sürecinden… (ikinci on yılına yayılacak) ‘inşa’ dönemine” geçiş de diyebiliriz.
“Geçmişin tasviye edilip yeni Türkiye senaryosunun” vizyona sokulduğu geçiş döneminde şimdi işte “kamu alanın fethi” yaşamsal önem kazanıyor.
Selçuk’un yazısını hatırlatan “arşiv faresi” okurumuz Tüfenk; iletisinin başına bu sebeple “Kamu Alanını Fetih Savaşı” başlığını koymuş. Yanına, bu ifadenin de benim aslında 21.10.2010 tarihli yazımdan alınmış olduğu notunu düşmüş…
“Kamu Alanını Ele Geçirme Savaşı ve Riya” başlıklı o yazıda, Suudi Arabistan ve İran gibi içi başka-dışı başka yaşamların hüküm sürdüğü ülkelerde; kamu alanı ile özel yaşam arasındaki uçurumlara dikkat çekmiştim.
“İran’da da Suudi Arabistan gibi yaşam maskeli balo gibi” demiştim: “Kapı eşiğinin dışında kara çarşaf ve tesettür. İçerde frapan giysiler, dekolteler, kadın-erkekli parti/yemekler ve.. su gibi akan içkiler…
“Şeriat rejimlerinin hali bu olduğuna göre; dava demek yüce inanç uğruna korunup/kollanan bir alkol yasağı değil. Mesele inanç olsa; (İran Devrim Muhafızları) ‘Pasdaran’ (doğrudan doğruya yönettiği) içki karaborsasına girmez. Suudi Arabistan’ın din polisi, ‘sıradan kul’ ile (ev partilerinde her özgürlüğüne göz yumduğu) ‘prens’ ayrımı yapmaz.
Bu örnekler bize, en iddialı şeriat ülkelerinin dahi içki yasaklarını; ‘kamu alanına hükmetmek’ adına yürüttüğünü gösteriyor.
Suudi Arabistan’la İran’ın uygulamalarından kapalı kapılar ardında savsaklanan ‘içki yasaklarının’, sadece bir ‘güç / iktidar aracı’ olarak kullanıldığını açıkça görebiliyoruz.
İçki yasağı; kamu alanını kimin kontrol ettiğini tayin eden bir güç gösterisinden ibaret.
Türkiye’de de seferberlik halindeki baskı yalnız bunun için, ‘kamu alanını ele geçirmek / kamu alanına el koymak’ adına yapılıyor…
Artık bu ‘mahalle baskısı’ değil sevgili okurlar. ‘Mahalle baskısı’ dört koldan girişilen bu büyük seferberliği tanımlamakta yetersiz kalıyor. Bu düpedüz ‘kamu alanını fetih’ savaşı!”
***

Şimdi işte bu savaşa bir cephe daha eklendi: Kamu alanını, içkinin yanı sıra“dekolte kadınlardan” da arındırmak cihadı!
Üstüne bir de Gezi’ye “cami-kışla” ikilisi dikilebildi mi; “fetih” tamamlanmış olacak.
Nilgün Cerrahoğlu

12 Ekim 2013 - Cumhuriyet

AKP Andımız'dan Ne İstiyor?- Ataol Behramoğlu

İlkokul çağlarımızdan bugünlere, hemen hepimizin aklında Andımız’dan bir şeyler kalmıştır.
Belleğimi yokladım, eksiksiz orada duruyor…
Peki, çocukluğumuzda her okul sabahı bu sözleri yinelerken anlamlarını düşünür müydük?
Sanmıyorum.
Buna karşılık o erken sabah saatlerinde bir ağızdan haykırırcasına seslendirdiğimiz bu sözlerde, anlamlarından çok, onları birlikte söylüyor olmamızın coşkusunu duyumsardık.
Sonrasında da bir anda havalanan bir kuş sürüsü gibi sınıflara dağılır, derslerimize canlılıkla başlardık.
AKP yönetimi şimdi çocuklarımızın elinden bu yaşama sevincini, birlikte olma coşkusunu çekip alıyor.
Tıpkı giysi özgürlüğü gibi, herkes ne istiyorsa, olanakları neye yetiyorsa onu giyinsin, kendi andı neyse içinden onu söylesin demeye getiriyor…
Tabii bu sözde özgürlükçü, aslında yasakçı yönetimin, bununla yetinip burada duracağına inanıyorsak… 
***
Andımız “Türküm” diye başlıyor. 
Ben hiçbir çocukluk arkadaşımın bu sözcüğü söylemekten tedirginlik duyduğunu anımsamıyorum.
Çünkü bir ağızdan söylediğimiz bu sözcükte, tıpkı siyah okul önlüklerimiz, beyaz yakalarımız gibi, yoksuluyla varsılıyla, hepimizi birleştirici, eşitleyici bir şey vardı…
AKP yönetimi önce giysi özgürlüğü görüntüsü arkasında, bu birlikteliği, bu eşitliği kaldırma yönünde bir adım attı.
Asıl amaç ise, birkaç gün önceki türban özgürlüğü yasası ile daha iyi anlaşılıyor, belli ki dinsel anlam taşıyan giyim kuşamı ilkokullara kadar yaygınlaştırmak…
Andımız’ın ortadan kaldırılmasıyla da bir boşluk oluştu.
Bu boşluk da, kuşkumuz olmasın (akıl sahibi herkes bunu zaten görüyor), dinsel içerikli sözlerle, dualarla doldurulmak istenecektir.
En azından amaç budur.
İlkokullardan başlayarak bütün okullarımızın imam giysili din dersi öğretmenlerinin hutbeleri ve öğrencilerce de tekrarlanacak dua ve öğütleriyle açılacağı, bunların her gün tekrarlanacağı günler de uzakta değildir.
Gelmiş geçmiş en büyük demagog, bunu da “Cumhuriyetin esasına dönüş”olarak adlandıracaktır.
Tıpkı ihanet ettiği hocasının, pervasızca ve utanmazca, Atatürk yaşasaydı bizim partiye girerdi demesi gibi… 
***
Çok sever göründükleri Âkif’in ürünü İstiklal Marşımızda, Andımız’dakinden çok daha fazla tartışılacak sözler vardır. 
İlle de herkesin dindar ve Tanrı tanır olmadığı, olmak zorunda da bulunmadığı günümüz Türkiye’sinde, “Hakk’a tapmak” kavramı kuşkusuz ki herkesçe benimsenmeyecektir.
“Kahraman ırk” sözü de böyle bir şeydir. Irk kavramı ulus kavramıyla bağdaşmadığı gibi, aynı ırktan bile olsalar (ne demekse bu?) kahramanlık kavramıyla söz konusu ırkı yan yana getirmek istemeyecekler de olabilecektir.
Fakat herkes bilir ki İstiklal Marşımız çok özel koşulların ürünüdür.
Onu bir ağızdan söylerken, tıpkı Andımız’ı bir ağızdan söyleyen çocuklar gibi, sözcüklerin anlamlarını irdelemekten çok, bir ulusa ait olmanın, omuz omuza birlikteliğin coşkusunu duyumsarız…
Bu nedenle AKP (daha doğrusu buyruk verme konumundakiler), Andımız gibi, eninde sonunda, İstiklal Marşı’na da el atacaklardır.
Çünkü içerik konusu bir yana, onun bütünündeki ve birlikte söylenişindeki ulusal birlik duygusuna ve coşkusuna da yabancı ve düşmandırlar…
Özetle, bu siyasal iktidar için önemli olan Türkiye’nin ulusal birliği değil, İslam ümmetinin bir parçası olmasıdır.
Biricik amaçları, ulusu ümmetleştirmektir… 
***
Bu nedenle bu konudaki sorun, ulusal andın sözlerinin şu ya da bu yana çekilerek yorumlanıp eleştirilebilecek olması değil, AKP’nin onu hangi amaçla, neden kaldırdığıdır. 
Bugünkü siyasal iktidar tarafından ulusal andın kaldırılmasını, andın şu ya da bu yönden içeriğine takıldıkları için alkışlayan ya da bunda sakınca görmeyenler, ya bu iktidarın her anlamda ve her alanda ülkeyi bölüp parçalama amacının yeterince farkında değiller, ya da bunda da bir sakınca görmüyorlar demektir…
ATAOL BEHRAMOĞLU

12 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Frankfurt'tan Notlar - Deniz Kavukçuoğlu

Kitap fuarı nedeniyle Frankfurt’tayım. Yaklaşık yedi bin yayıncı ve sektör kuruluşunun katıldığı fuarın bu yılki konuk ülkesinin Brezilya olduğuna, Türkiye pavyonunda sergilenen, TEDA aracılığıyla yabancı dillere çevrilmiş Türk yazarlarının kitaplarının büyük ilgi gördüğüne ilişkin haberleri okumuşsunuzdur.
TÜYAP ve Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı açısından ise bu fuar yeni kurulacak ilişkiler açısından önem taşıyor. Bilindiği gibi Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı kapsamında üç yıldır uygulanan bir “uluslararası alan” projesi var. Bu proje her yıl ayrı bir “konuk ülke” belirlenmesini ve uluslararası ilişkiler ağının genişletilmesini, dolayısıyla çok sayıda ülkenin, yabancı yayınevlerinin, telif ajanslarının artan sayıda katılımlarının sağlanmasını öngörüyor. Bu projenin hayata geçirildiği yıldan bu yana İspanya, Mısır ve Hollanda konuk ülke olarak fuarda yer aldılar. Bu yılın konuk ülkesi ise Çin Halk Cumhuriyeti.
Önümüzdeki yıl Kore’yi, daha sonraki yıl da Almanya’yı konuk ülke olarak ağırlamak doğrultusunda görüşmeler yapıyoruz.
Bunlar hoş gelişmeler. 
***

Bir de Türkiye adına madalyonun hiç hoş olmayan öbür yüzü var. Gezi olayları Alman aydınlarını etkilemiş; konuştuğum insanlar Türk hükümetinin Gezi olayları sırasında başvurduğu orantısız şiddeti demokrasinin yara alması, kişi temel hak ve özgürlüklerine darbe vurulması olarak değerlendiriyorlar. Hükümetin ters yönde yaptığı açıklamaları inandırıcı bulmuyorlar.
Başbakan tarafından açıklanan “demokrasi paketi” ise Alevilerin cemevlerinin ibadethane olarak kabulü, anadilinde eğitim, Ruhban Okulu’nun açılması gibi temel talepler dikkate alınmadığı sürece bir “oyalama taktiği” olarak değerlendiriliyor.
Frankfurt’ta görüştüğüm çeşitli ülkelerden aydınlar eğer gerçekten bir darbe girişimi söz konusu olmuşsa faillerin mutlaka yargılanıp cezalandırılması düşüncesini paylaşıyorlar. Bununla birlikte Balyoz davasında savcıların mahkemeye sundukları “kanıtların” büyük bölümünün düzmece olduğu uluslararası kurumlar tarafından da saptanmış dijital veriler olduğunu, bunların nasıl olup da Yargıtay tarafından ciddiye alındığını, bu “sözde kanıtlara” dayanarak onca insanın nasıl mahkûm edilebildiğini anlamakta zorlanıyorlar.
AKP sözcülerince dile getirilen ve bir sunucunun kovulmasına neden olan“ekranda dekolte” olayı ise Alman kamuoyunda ülkemizi küçük düşüren bir alay konusu! Basında, “İşte Türk demokrasisinin sınırı!” türünden alaycı sözler ve karikatürler yer alıyor. 
***

Türkiye’deki gelişmeler Almanya’da yaşayan Ortadoğulu yabancıları da kaygılandırıyor. Nadir, Frankfurt’ta bir taksi şoförü; Afganistan’da tıp öğrenimini Taliban dehşetinden yarıda bırakıp Almanya’ya sığınmış. Konuşuyoruz; Türk olduğumu öğrenince “Yazık” diyor, “siz Mustafa Kemal Atatürk’ün değerini bilmiyorsunuz.”
Susuyorum.
Benzer sözleri aynı gün, iki saat sonra bindiğim taksinin İranlı şoförüReza’dan duyuyorum. “Atatürk’ün çizdiği yolun tersine attığınız her adım sizi, bizim yıllardır içinde çırpındığımız bataklığa biraz daha yaklaştırıyor” diyor. Sonra 35 yıldır dönemediği kendi ülkesi İran’ı, Irak’ı, Mısır’ı, Suriye’yi sayıyor.
Yine susuyorum.
Ne diyebilirim ki?
Deniz Kavukçuoğlu

12 Ekim 2013 - Cumhuriyet

7 Ekim 2013 Pazartesi

Özakman'ın Kronolojisi-Mustafa Balbay

Tam, yoksa “Yılgın Türkler” miyiz diye düşündüğümüz anda yazdığı “Şu Çılgın Türkler” romanıyla Cumhuriyet ruhunun 21. yüzyıla taşınmasında en etkili rolü oynayan Turgut Özakman’ın ilk hedefi şuydu:
Gençlere ulaşmak.
Bunu her fırsatta yineliyordu.
Yeni kuşakların tarihi fazla bilmemesinden yakınıyor, bu açığı kapatmanın mutlak bir yolunu bulmak gerektiğini düşünüyordu.
Birlikte konuşmacı olduğumuz bir panelde anlatmıştı. Öğrencilerle söyleşirken sormuş:
- Aranızda, fırsatını bulursam hemen yurtdışına giderim, diyenler parmağını kaldırsın; kaç kişi, merak ediyorum.
Özakman, kaldıranları değil, kaldırmayanları saymak durumunda kalmıştı.
Çünkü sadece üç kişinin elleri masanın üzerindeymiş. Özakman’a göre bir ülke için en büyük felaket gençlerin geleceği yurtdışında aramasıydı. Bunda da temel etken tarih bilincinden yoksun oluştu. Şu Çılgın Türkler’in bu yöndeki rolü yadsınamaz.
***

Özakman’ın onlarca eserinden sadece birini yanına alabilirsin, seç deseler,“1881-1938 Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Kronolojisi”ni yeğlerim.
Atatürk’ün doğumundan ölümüne gün gün yaşadığı önemli olayların sıralandığı kitapta, o dönemi etkileyen öteki konular da birkaç cümle ile özetlenmiş. Bunlar o kadar güzel özetler ki, koca bir makalenin damıtımı desem yeridir. Böyle bir çalışma, işini bilen, alana hâkim 8-10 kişilik bir ekiple yapılabilir. Oysa Özakman adeta tek kişilik bir üniversite gibi çalıştı. Acı haberin ardından Silivri’den Sincan’a zorlukla getirebildiğim 150 kadar kitabın arasında yer alan kronolojiyi elime alıp sayfaları arasında gezindim. Kimi bölümlerde durdum. Kalemsiz okuyamam. Yanına uzun çizgi çektiğim tarihlerden bazılarını paylaşmak isterim.
27 Ekim 1913: Atatürk’ün Sofya Ataşemiliterliği’ne, Fethi Okyar’ın Sofya elçiliğine atanması. (Kazım Özalp özetle şöyle yazıyor: [“Mustafa Kemal Sofya’ya giderken bana İstanbul’da, ‘Bu hanedandan memlekete hayır yoktur. Diktatörlük milletleri mesut ve müreffeh kılmaz. Devletin esasını Cumhuriyet prensiplerine göre hazırlamak lazım’ dedi.”]
20 Ocak 1921: İlk anayasanın (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) TBMM’de kabulü. [23 maddeden oluşmaktadır. 1. maddesi şöyledir: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.” Bu adı konmaksızın Cumhuriyet demektir.]
18 Ekim 1924: TBMM’nin yeni binaya taşınması. (Mimar Vedat Tek) [Bahçesi halka açıktır. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası bahçede halka açık konserler verir. Şimdi Cumhuriyet Müzesi.]
15 Ekim 1927: Atatürk’ün CHP 2. Kurultayı’nda Nutuk’u okuması. [CHP Sivas Kongresi’ni 1. Kurultayı kabul etmektedir. Nutuk’un okunuşu 6 gün sürmüş, 20 Ekim’de sona ermiştir...]
12 Nisan 1930: Atatürk’ün gece Şehir Tiyatrosu sanatçılarını kabul etmesi. [Muhsin Ertuğrul anlatıyor: “Atatürk sordu, ‘Ne istersiniz benden?’ diye... Kendilerine, ‘Bir tiyatro okulu açalım onu istiyoruz’ dedim ve aradan çok geçmeden tiyatro okulu, Devlet Konservatuarı açıldı.”
Sanatçılar ayrılırken Dr. Reşit Galip, “Elinizi öpmek istiyorlar” deyince, Atatürk şöyle konuşur: “Hayır, el öpemezler. Biz hepimiz mebus oluruz, vekil oluruz, hatta reisicumhur olabiliriz ama hiçbirimiz sanatkâr olamayız. Sanatkâr el öpmez, sanatkârın eli öpülür...”]
19 Şubat 1932: Halkevlerinin kuruluşu. [Çok yönlü, çok yararlı, Türkiye’ye özgü kültür merkezleri. Pek çok sanatçı bu ocaklarda yetişmiştir. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra, 8 Ağustos 1951’de kapatıldı. Kapatıldığı zaman 474 Halkevi, 4.306 Halkodası vardı...]
18 Eylül 1938: C. Bayar’ın Atatürk’e İkinci Dört Yıllık Plan hakkında bilgi sunması. [Bu tarihte nüfus yaklaşık 17 milyon, bütçe artık açık değil, gelir fazlası veriyor...]
***

Bir Afrika atasözü şöyle der:
Bir bilim insanı öldüğünde bir kütüphane kapanmış demektir.
Turgut Özakman, kütüphaneler doğuran bir kütüphaneydi.
Bugün yüz binlerce evde Turgut Özakman kitabı olduğuna göre...
Onu toprağa değil, raflara verdik...
Mustafa Balbay

7 Ekim 2013 - Cumhuriyet

6 Ekim 2013 Pazar

Devrimci Muhammet ve Sosyalist(!) Tayyip- IŞIL ÖZGENTÜRK

21. yüzyılda, özellikle İslam dini ve önerdiği tek kitap olan Kuran, ne ekonomik hayatı ne de sosyal hayatı düzenlenmeye yettiğinden, İslam peygamberi Muhammet’e “devrimci” sıfatını yakıştırmak günümüzde bir zorunluluk haline geldi. Oysa dinler tarihini şöyle bir okuyan biri bile, Muhammet’in, o dönemde İpek Yolu’nu ellerinde tutan İsrailoğulları tarafından kendilerine zorluk çıkaran çeşitli Arap kabilelerini, belli bir düzene sokması için bizzat Arap kabileler içinden aranıp bulunduğunu, Muhammet’in çeşitli kitaplarda belirtildiği gibi cahil biri olmadığını, iyi bir tüccar ve bilgili biri olduğunu bilir.
Daha sonra Muhammet, Arap kabileler arasında birliği oluşturur ve kendi oluşturduğu bu topluluk için savaşmaya başlar. Kısaca tüm olanlar, o bölgedeki ticareti elinde tutmak içindir. Dinler tarihi, hiçbir zaman ekonominin temel kurallarından ayrı gelişmez.
Bu bilgiyi verdikten sonra, gelelim neden 21. yüzyılda, artık Hz. Muhammet olan birinin adının başına “devrimci” sözcüğünün getirilmesine. Çünkü“devrim” ve “devrimci” sözcükleri dünyanın tüm iyi yanlarını kapsayan sözcüklerdir. Mazlumların başkaldırısını simgeler. Daha iyi bir gelecekten söz eder. Radikal İslamcıların, insanlık dışı olaylarının tüm dünyada korku uyandırdığı bir zamanda, İslamın “devrimci” sözcüğüne şiddetle ihtiyacı vardır.
Ama işte ironi burada, ne İslam devrimcidir ne de onun peygamberi. Devrim her dönemde mazlumların sözcüğü olmuştur. Komşuları aç yatarken, muhteşem sofralarda kendilerine ziyafet çeken ama yemeğe başlamadan önce dualar okutan bir topluluğun, bunu her türlü “kul hakkı yemeye”dönüştürebilirsiniz, “devrim” sözcüğünü ağızlarına almaya hakları yoktur!
Savaş esirlerinin, “Allahu Ekber” nidaları arasında baltayla kafalarını uçuran ve yüreklerini çiğ çiğ yiyenlerin, kızlara, kadınlara “Allah bize izin verdi”diyerek tecavüz edenlerin devrimci bir peygamberi olamaz. Bu böyle biline!
Şimdi biraz eğlenelim. Tayyip Bey’in başdanışmanı Yiğit Bulut, buyurmuş:“Asıl sosyalist Erdoğan’dır!” Yiğit Bey’in kafası iyi miydi bilmiyorum ama güzel buyurmuş ve bir durumu çok net bir biçimde ortaya koymuş. Bu iktidar sayesinde demokrat, liberal gibi sözcükler öylesine bir düşüş ivmesi gösterdiler ki, Başbakan’ı övmek için geriye bir tek “sosyalist” sözcüğü kaldı. İşin püf noktası burada, dünyada gücünü yitirmeyen ender sözcüklerden biri“sosyalist” sözcüğüdür. Bu sözcük de tıpkı devrim gibi, dünyanın tüm iyi yanlarını temsil eder. En güçlü yanlarını!
Demek ki başdanışman Yiğit Bulut, Tayyip Bey’in giderek aşağılara doğru çekildiğini görmüş ve “asıl sosyalist Erdoğan’dır” cümlesini bastırmış ki, biraz yukarı çekilsin. Teşekkürler Yiğit Bulut, sosyalist olmanın değerini anladığınız için. Ama örneğiniz umutsuz vaka.
Bu arada yeri gelmişken, Tayyip Bey’e bir çift sözüm var, lütfen şu valilerine, bakanlarına ve belediye başkanlarına tweet atmayı yasaklasın. Suyu çıktı diye bir söz vardır ya, iş ona döndü. Öncelikle ben “Bakın ben de varım, ben de gencim” duygusuyla Cumhurbaşkanı’nın tweet atmasını yadırgıyorum. Makamlara karşıyım ama madem bir makam var, insan o makama göre davranmalı. Cumhurbaşkanı öyle zırt pırt tweet atmaz, atarsa bu önemli bir şey olmalıdır.
Valilere, rektörlere, belediye başkanlarına gelince; tweet atmaları bir bakıma iyi oluyor, çünkü kabak gibi cahillikleri, iktidara bağlılıkları ve perişanlıkları ortaya çıkıyor. Ancak ülke lise son sınıfa döndü. “Ben seni yerim!”, “Kına yak!”... Daha ne olsun?
Bütün bunlar olup biterken, çocuklara ve velilere yaşatılan bir eziyetten özellikle söz etmek istiyorum. Çevremdeki genç veliler, ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Çünkü evlerine bir kâğıt geliyor ve doldurmaları isteniyor: “Çocuğunuzun din dersi almasını istiyor musunuz?” Velilerde bir korku, çünkü kâğıt resmi bir kâğıt, bir çeşit belge. Ne yapacaklarını bilemiyorlar. Henüz ilkokul çağında olan çocuklarının, ne yazık ki, sadece Sünni İslam kurallarının söz konusu olduğu din derslerine girmelerini istemiyorlar. Onların birer birey olduğunu ve ilerde kendi özgür seçimiyle hareket etmesini istiyorlar. Öte yandan, “hayır” dediklerinde çocuklarının mimleneceklerinden, aşağılanacaklarından korkuyorlar. Başbakan’ın“Komşularınızı ihbar edin” dediği bir ülkede resmi kâğıtlar insanlara korku yayıyor.
Ve bu durum Hitler dönemi Almanyası’nı akla getiriyor. Yahudilerin sarı yıldızla damgalandıkları Almanya’yı.
Bırakın, bırakın artık, bu ülkeye yazık oluyor!
Not: Bir küçük tavsiye, geçenlerde bir yaşını dolduran SOL gazetesinin okuyucuları arasındayım. Bir durum dikkatimi çekiyor, gazete adeta bir erkek yazarlar egemenliğinde. Doğrusu ben, Gezi’de ve hayatın her alanında cabbarca dövüşen kadınların, kadın yazarların düşüncelerini de çok merak ediyorum. “Bacı muhabbetini aştık” diyen bir gazetede hiç kadın yazar olmaması biraz garip değil mi? Biraz da neşe, biraz da hayat! Çok ciddisiniz kardeşim!
IŞIL ÖZGENTÜRK

6 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Açıla Saçıla Kapanan Demokrasi...- Mine Kırıkkanat

“Tarih, 5 Mayıs 2006. Alparslan Arslan adında bir avukat ve arkadaşları tarafından Cumhuriyet gazetesine el bombası atıldı. Sebep, türbana ilişkin bir karikatürdü. Bu bomba patlamadı. 
Tarih, 10 Mayıs 2006. Alparslan Arslan ve arkadaşları tarafından Cumhuriyet gazetesine ikinci kez el bombası atıldı. Bu bomba da patlamadı. Oysa kısa süre önce bomba atılmış bir gazetede, polis tarafından gözle görünür bir güvenlik tedbiri alınmamıştı, üstelik ikincisinden sonra da alınmayacaktı. Bombayı atanlar tüm MOBESE kameraları tarafından kaydedildiği halde her nasılsa yakalanamadı. Yeni bir saldırıya davetiye çıkarıldı. 
Tarih, 11 Mayıs 2006. Alparslan Arslan ve arkadaşları tarafından Cumhuriyet gazetesine üçüncü kez, güpegündüz el bombası atıldı. Bu bomba patladı. Yine tüm MOBESE kameralarına, çevre dükkânların, bankaların güvenlik kameralarına kaydedilen ve kaçan Alparslan Arslan, elini kolunu sallayarak bir hafta boyunca aynı bölgede dolaştı. Olay yerindeki dükkânların kamera kayıtlarını incelemek dahil, en önemli araştırmalar nedense yapılmadı. Alparslan Arslan’a Danıştay cinayetini işlemesi için adeta fırsat verildi. 
Bu sistemli ihmallerin nasıl yapıldığını ilerde açıklayacağız; fakat önce daha vahim bir bilgi aktarayım: Ergenekon yargılamalarında belgeler incelenirken, Alparslan Arslan’ın 7 Mayıs 2006’dan öteye telefonunun dinlendiği ortaya çıktı. 
***
Tarih, 15 Mayıs 2006. Ceyhan Mumcu’ya gelen birisi (Mumcu’nun beyanına göre Mason locasına kayıtlı biri) Danıştay ve Yargıtay’a saldırı olacağını açıkladı. Ceyhan Mumcu bu bilgiyi birçok gazete ve yayın organına ulaştırdı, ama hiçbiri bu konuda yayın yapmadı.
Alparslan Aslan, yanına Osman Yıldırım, İsmail Sağır ve Erhan Timuroğluisimli arkadaşlarını da alarak 15 Mayıs akşamı Ankara’ya gitti. Bir otele yerleştiler. 16 Mayıs’ta Danıştay binasında keşif yaptılar. 
Tarih, 17 Mayıs 2006. Saat 09.30. Alparslan Arslan avukat kimliğiyle Danıştay binasına girdi, bir gün önce yerini öğrendiği 2. Daire’ye yöneldi. Hiçbir engelle karşılaşmadan kapıyı açtı ve heyetin üzerine mermi yağdırdı. Defalarca koruma talep ettikleri halde bu talepleri reddedilmiş 2. Daire üyelerinden Mustafa Yücel Özbilgin şehit oldu. Başkan Mustafa Birden, üye Hâkim Ayfer Özdemir, Ayla Gönenç ve Tetkik Hâkimi Ahmet Çobanoğlu yaralandı.
Cinayet işlendiği sırada Alparslan Arslan’la birlikte Ankara’ya gelen İsmail Sağır ve Erhan Timuroğlu, oteldeydiler. Otel kayıtlarına ve arkadaşlarının ifadelerine göre dışarıda olan Osman Yıldırım hemen otele döndü, arkadaşlarını aldı ve otobüs terminaline götürüp İstanbul’a yolladı. Kendisi de Nevşehir’e ablasının yanına gitti. Katil Alparslan Aslan, Danıştay binasından çıkarken, diğerleri de gittikleri yerlerde yakalandılar. 
Cinayetin nedeni, Danıştay 2. Dairesi’nin başörtülü bir anaokulu öğretmeniyle ilgili verdiği ve çok tartışılan karardı. Okulda başörtüsü kullanmayan öğretmenin, okula geliş ve gidişlerinde de başörtüsü kullanamayacağına hükmedilmişti. Başbakan Erdoğan kısa süre önce bu kararından dolayı Danıştay hakkında zehir zemberek bir açıklama yapmış ve hemen arkasından da Vakit gazetesi ‘İşte O Üyeler’ manşetiyle saldırıya uğrayan Danıştay üyelerini, fotoğraflarını yayımlayarak hedef göstermişti. İşte o üyeler, şimdi dinci şiddetin hedefi olmuşlardı.”
***
Yukarda okuduğunuz satırlar, Oktay Yıldırım’ın Silivri cezaevinde yazdığı 17 Mayıs 2006 9:45* ana başlıklı belgesel kitabından özet alıntılardır.
Devamını ben getireyim.
Oyunun son perdesi şöyle açıldı:
Tarih 23 Eylül 2013. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, toplam 147 bin 304 kişi kapasiteli cezaevlerinde 131 bin 649 tutuklu ve hükümlü olduğunu açıkladı ve müjdeyi verdi: Önümüzdeki 5 yıl içinde 207 yeni cezaevi daha hizmete girecek.
Tarih 30 Eylül 2013. Başbakan Erdoğan, yine bir demokrasi paketi açtı. AKP’li Türkiye’ye zaten yakışmayan “Türküm, doğruyum...” andının kaldırılacağı ve kamuda tesettüre özgürlük müjdesini verdi.
Tesettür özgürlüğünün aslında kadın başı yasağı olduğunu düşünecek olursanız, bu iki müjdeyi birleştirince perdenin neyin üstüne indiğini söylememe, bilmem gerek var mı?
*OKTAY YILDIRIM, Danıştay’dan Ergenekon’a Bir Suikastın İçyüzü/ Kaynak Yayınları, 2013
G NOKTASI
Sana şiirle gelsem
Şşt şşt desem
Ses verir misin?
Bir selam
Bir söz
Unutulmuş bir şair
Kalp köşesinden sesleniyor
Sana şiirle geldim
Hangi rengi istersen
Gözlerinde
Eteğinde
Kelimelerinde
Sana güneşle geldim
Hangi pırıltıyı istersen
Kalbinde
Ellerinde
Kelimelerinde
Bir ses verir misin
Kelimelerinle

Refika Toraman

Y.N. Bana bu güzel şiirle seslenen özel okurum Refika Hanım’a teşekkür ediyorum. Siz bu satırları okurken, ben Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne doğru yola çıkmış olacağım. Gelecek çarşamba, güneşli gökyüzü altındaki beyazperdeden haberler vereceğim, sizlere. 
“Sansürün en uç tezahürü, cinayettir.”
GEORGES BERNARD SHAW
Mine Kırıkkanat.
6 Ekim 2013 - Cumhuriyet

5 Ekim 2013 Cumartesi

Ulus Devlete Veda Öyle Kolay Değil - ALİ SİRMEN

Perşembe günkü Milliyet’te New York Times’ın ülkemizde de çok tartışılacak olan bir haberi vardı. Bölgemizdeki 5 ülkenin ileride 14 ülkeye dönüşebileceğinin belirtildiği haberde, geleceğin bölünmüşlüğünün tüyler ürpertici haritası da yer alıyordu
Devir, bölgede emperyalizmin parçalama devri.
Haberde Türkiye’den bahis olmasa da, senaryoda bizim de bulunduğumuz biliniyor.
Milliyet söz konusu haberini yayımlamadan bir gün önce, tüm yazılarını ilgi ve beğeniyle izlediğim Ege Cansen, Hürriyet’teki “Ulus devlet bitti” yazısında ulus devlete hüzünle veda ediyor ve Başbakan’ın açıkladığı paketin, tek milletli Türk devletini, Osmanlı devleti gibi çok milletli hale dönüştürmek için atılmış bir adım olduğunu söylüyordu.
Bu görüşte olanlar, hatta okullardaki andın kaldırılmasını da bu çerçeve içinde ele alanlar ve endişe duyanlar hiç de az olmadığına göre aşağıdaki sorular günceldir:
- Bir devlet çok milletli hale gelince ne olur?
- Birden çok millet, bir devlet çatısı altında barınabilir mi?
Hemen akla geliveren özerklik ve federal sistem yanıtları, tarihin sergilediği örnekler göz önünde bulundurulunca o kadar da güven verici görünmüyorlar.
***

Tarih bize etnik tabana dayalı özerklik ve federal sistemlerin kalıcı olmadıklarını, bir süre sonra bu yapıların parçalanma, daha kibar deyimiyle ayrılma ile sonuçlandığını gösteriyor.
Şu anda İspanya’da ve Belçika’da yaşanmakta olanlar da bu görüşü destekliyor.
Tabii bu olgu, uluslaşma sürecine girmiş toplumları bu yoldan geri döndürmenin mümkün olmadığı gerçeğini de değiştirmiyor.
Aynı şekilde, mutabakat temeline dayalı, sübjektivist, demokratik, çağdaş ulus devletlerin de dayatma yöntemiyle sürdürülmesinin imkânsızlığı da tartışma götürmüyor.
İnsanlığın tarihi sürekli bir değişim sürecidir. Bir toplumun ulus devlete veda etmesi vakti gelmiş ise bunu zorla durdurmak mümkün değildir.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bir ulus devlete veda ederek, ondan daha fazla ulus devletler çıkarmak da o kadar kolay değildir.
Tarihin bize öğrettiği kural şudur:
- Ulus devletlerin sınırları ne yazık ki kanla çizilmiştir hep.
Bu olgunun istisnası ise 31 Aralık 1993’te, karşılıklı rızalarıyla, barışçıl bir biçimde ayrılmış olan Çekler ve Slovaklardır.
Ancak Çek ve Slovak siyasetçilerin Pittsburg’da toplanarak kurdukları Çekoslovakya’da (son kuruluşu 1945) önceden sınırları net şekilde belli Çek ve Slovak birimlerinin var olduğu gerçeğini unutmayalım.
***

“Buraya kadar olanlar gibi bundan sonra dile getirilecek olanlar da, özlemler değil, gözlemlerdir” diye belirttikten sonra, özetleyerek devam edelim:
Ulus devletlerin, etnik özerk birimlere veya etnik federatif yapılara dönüşmeleri geçici bir süreçtir, ayrılma veya parçalanma ile sonuçlanması kaçınılmazdır.
Bir etnik devletin içinden, birden fazla ulus devlet çıkması dünyanın sonu değildir. Osmanlı’nın bağrından çıkmış olan devletler, bu arada TC bunun kanıtıdır.
Ancak burada aşılması gereken bir sorun vardır: Sınırlar ne olacak?
Ayrılma formülü üzerinde yoğunlaşanlar, bu sorunu da düşünmek zorundadır.
Türkiye’de ulus devleti sona erdirmek isteyenler bu gerçekleri göz ardı etmeyip, karşılaşacakları devasa sorunları da görmezden gelmemelidir.
Yoksa teorik olarak pek de âlâ her iki tarafı da mutlu etmesi düşünülebilecek olan bir çözüme gidildiği sanılırken çok daha acılı bir sürecin içine düşülmesi kaçınılmazdır.
Bu yazı pek yüksek sesle dillendirilmese bile çokça mırıldanılan kimi çözümlerin hangi olasılıkları da içerdiğini anımsatmak için yazılmıştır.
Evet demokrasilerde her çözüm tartışılır.
Ama tartışmanın sağlıklı olabilmesi, neyin ne olduğunun bilinmesine bağlıdır.
ALİ SİRMEN

5 Ekim 2013 - Cumhuriyet

2 Ekim 2013 Çarşamba

Özgürlüğün simgesiydi - EVİN İLYASOĞLU

Tuncel Kurtiz, güçlüydü, kuvvetliydi, kavga etti mi ederdi, dövdü mü döverdi... Gümbür gümbür sesiyle sahneyi de mahalleyi de inletirdi. Müziğin her dalını seviyordu
* Ağabeyim Ergin Sander’in yakın arkadaşıydı Tuncel Ağabey. Sonra ailelerimiz birleşti, ağabeyim Tuncel Ağabey’in kız kardeşi Sezgin’le evlendi. Ben de zaman zaman onların gruplarına girdim. Hayatımda ilk kez meyhaneye onlarla gittim. Tuncel Ağabey benim ilk gençlik yıllarımda özgürlüğün, hatta biraz da çılgınlığın simgesiydi. 
Arnavutköy’ün Mumhane Yokuşu kış geceleri buz tutardı. Yokuşun ortasındaki 15 numaralı ahşap köşkün üst katında yalnız bizim dört kişilik ailemiz yaşamaktaydı. 1960’lı yılların başıydı. Ben konservatuvar ve Amerikan Kız Koleji öğrencisiydim. Buzlu bir gece yarısı kapımız çalındı. Korku içinde açtık. Tuncel Ağabey, yanında Tuncer Necmioğlu ve bir tiyatrocu daha. Benden uyku sersemi, hüzünlü bir Chopin çalmamı istiyorlar. Ama neden bu saatte? O sırada Kenter Tiyatrosu’nda oynadıkları bir Chekov piyesinde intihar etmek üzere olan kahramanın çaldığı müziği duyurmalıymışım. Eğer gün ortası gelselermiş ben kusursuz çalmaya gayret edermişim, oysa buzlu bir gece yarısı mutlaka intihar etmenin ruh halini daha iyi yansıtırmışım! Evet, kırık dökük bir Chopin Noktürn çaldım onlara: Do diyez minör. Bütün mevsim onunla oynadı piyes. Bana da Martı oyunu için iki kişilik davetiye geldi.
Ağabeyim 
Ergin Sander’in yakın arkadaşıydı Tuncel Ağabey. Sonra ailelerimiz birleşti, ağabeyim Tuncel Ağabey’in kız kardeşi Sezgin’le evlendi. Sezgin psikolojide okuyor, resim yapıyordu. Ağabeyim hukukta okuyor, şiir yazıyordu. Ben de zaman zaman onların gruplarına girdim. Hayatımda ilk kez meyhaneye onlarla gittim: Arnavutköy’deki Arno ve Beti’nin mahzeni! İlk kez kırmızı şarabı onlarla tattım, buruk ve ekşi... Tuncel Ağabey benim ilk gençlik yıllarımda özgürlüğün, hatta biraz da çılgınlığın simgesiydi. İlk mitoloji kitabını onda görmüştüm: Edith Hamilton’un Mitolojisini ondan almıştım, o kitap hâlâ kitaplığımdadır. Mitolojiye tutkum da o yıllarda başlamıştı. Deniz kenarındaki evlerinin damına çıkınca bizim ev görünür, hatta seslerimiz duyulurdu. Tuncel Ağabey zaman zaman çatıya çıkıp seslenerek bana müzik ısmarlardı: “Beethoven çal, gümbür gümbür olsun, duyalım buradan!” Camları açıp Beethoven’in, Schumann’ın parçalarını olabildiğince gümbürtülü çalardım. Gerçekten duyar mıydı ya da dinleyebilir miydi, bilmem. Ama ben coşup çalardım işte...Nâzım şiirleri o sıralarda kurşunkalemle yazılmış defter sayfalarında aramızda dolaşıyordu. O şiirleri de ilk kez Tuncel Ağabey’den dinlemiştim. Sandalla Boğaz’da denize girdiğimiz zamanlar Şeyh Bedrettin Destanı’nı güneşin altında baştan sona okumuş ve oynamıştı. Sözcükleri hecelere bölüyor, uzatıyor kimi zaman düz okuyor, kimi zaman ezgisel ve ritmsel öğelerle coşturuyordu. Tempoyu ağırlaştırıp hızlandırması ise tekdüzeliği önlüyordu. Birkaç yıl sonra Aydın Engin’in Devr-i Süleyman’ını da baştan sona sandalda oynamıştı bizlere. Güçlüydü, kuvvetliydi, kavga etti mi ederdi, dövdü mü döverdi... Gümbür gümbür sesiyle sahneyi de mahalleyi de inletirdi. Müziğin her dalını seviyordu. Klasik, modern, caz, minimalist... Kaç yıldır Boğaziçi konserlerimize kombine bilet alıp eşi Menent ile geliyordu. Çarşamba geceleri onu çok arayacağız.
EVİN İLYASOĞLU

2 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Gürhan Tümer...- Oktay Ekinci

Eskişehir’in Tepebaşı Belediyesi’nce her ay düzenlenen “Kent ve Kültür Söyleşileri”ne İzmir’in yüz akı öğretmen mimarlarından Gürhan Tümer’i de çağıracaktık… Ancak nasip olamadı. 20 Eylül’de yitirdik.
Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tümer, kent ve mimarlık alanındaki eleştirel ve gerçekçi fikirleriyle hepimizi etkileyen bir mimar düşünürümüzdü. Türkiye’nin temel sorunu “bozuk düzen kentleşme” ile bütünleşen “ranta tutsak mimarlığımız”ı tartışmak isteyenlerin önde gelen başvuru isimleri arasındaydı.
Sadece öğrencilerini değil, örneğin “akitera.com”daki yazılarını okuyan; konuşmalarını dinleyip kitaplarını başuçlarından eksik etmeyen herkesi“eğiten” bir akademisyendi. Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde asistanken Fransız hükümetinin bursuyla 1 yıl Paris Vincennes Üniversitesi’nde doktora dersleri almış olmasına rağmen İzmir hakkındaki bir yazısında yer alan şu sözlerini hangi “Fransa hayranı” aydınımız söyleyebilir?
“Türkiye’nin ‘Küçük Amerika’ olmasını kınayanların, İzmir’in ‘Küçük Paris’olmasını hoş görmelerini, onaylamalarını, o günlere nostalji duymalarını anlamakta güçlük çekiyorum. Bence, Paris’in ‘küçüğü’ olmak, küçültücü bir şeydir, bir sömürge kimliğine, bir maymun kimliğine sahip olmak demektir. Bir tür kimliksizliktir.”
Mimarlık ve düşünce dünyamız, Gürhan Tümer’in yeri doldurulamayacak alçakgönüllü kişiliğini unutmayacak..
Ardı ardına!..
Son günlerde ardı ardına hüzünlü haberlerle baş başayız...
Gürhan Tümer, yine İzmir’in yetiştirdiği öğretmen mimarlardan Prof. Dr.Ahmet Eyüce’yi yitirmemizin peşinden toprağa verilmişti. Herkesin hayranlık duyduğu Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Dekanımız Eyüce de tüm mimarlık ve kültür dünyamızı yasa boğmuştu.
Geçenlerde ODTÜ, Kültür Bakanlığı ve Mimarlar Odası’nın kültür mirasımızı koruma militanlarından mimar Emre Madran’ı da uğurladık.
Fark edilemeyen yorgun kalbi, belli ki şu “kalpsiz” çevre düşmanlarının tarihsel mirasımızı umarsızca tahrip etmelerine artık dayanamamıştı..
Madran’ın ilk yas günü ise sinema ve sanat dünyamızın büyük ismi Tuncel Kurtiz’le vedalaşıyorduk. Yaşarken efsaneleşen kültür savaşçımız, geçen haziranda Tepebaşı söyleşilerimizin de konuğu olmuş, körelmeye yüz tutan umutları tazelemişti.
Ertesi gün tekrar sarsıldığımız acı haberse Cumhuriyetimizin değerini ulusumuza yeniden anımsatan Turgut Özakman’ı yitirmemizdi… Özakman için “Çılgın Türk öldü!” manşetini atanlar, acaba kendi varlıklarını da aynı“efsanevi çılgınlık”a borçlu olduklarını anımsamışlar mıydı?
Anadolu’da ‘Gezi ruhu’
Bu yıl her ayın ilk çarşambası yapılacak Tepebaşı Kent ve Kültür Söyleşilerimiz, “Anadolu’da Gezi Ruhu” temasını içerecek.
İlk söz 2 Ekim’de İsa Çelik’te; “Gezi ruhu”nun Anadolu’daki yaşam gerçeklerini fotoğraf şöleniyle sergileyecek… Kasımda Ataman Demir,Anadolu mimarlığındaki gizli “Gezi ruhu”nu, aralıkta da Nezih Başgelenarkeolojimizin ilk ‘gezginler’ini anlatacak… Herkesi Eskişehir’e bekliyoruz...
Oktay Ekinci
2 Ekim 2013 - Cumhuriyet

CIA Bosna savaşının gizli belgelerini açıkladı-Cumhuriyet Portal.

ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA), Bosna savaşı ile ilgili yaklaşık 300 belgeyi kamuoyuyla paylaştı.

Belgelerde, çoğunlukla Bosna'da 1992-1995 yılları arasında devam eden savaş sırasında, istihbarat ve devlet başkanlığı düzeyinde karar verme mekanizması konuları işleniyor.
ABD'nin Arkansas eyaletine bağlı Little Rock kentinde Bosna savaşının gizli belgelerinin açıklanması nedeniyle düzenlenen toplantıya, Bosna'daki savaş döneminde ABD Başkanı olan Bill Clinton, eski ABD Dışişleri Bakanı ve Birleşmiş Milletler (BM) Büyükelçisi Madeleine Albright, eski Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Orgeneral Wesley Clark, eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Sandy Berger ve eski CIA İstihbarat Müdür Yardımcısı John Gannon katıldı.
İki farklı senaryo
Kamuoyuyla paylaşılan gizli belgelerde, 1995 yılında, ABD'li diplomatlar, Bosna savaşının sona erdirilmesi için 2 farklı senaryoyu tartışıyor. Bunlardan biri savaşın barış anlaşması ile 1995'te sona ermesini öngörürken, ikincisi, savaşın 1996 yılı boyunca devam etmesi ve buna karşı alınacak tedbirler görüşülüyor. Belgelerde, ayrıca Bosna Hersek'i oluşturan iki entiteden biri olan Bosna Sırp Cumhuriyeti'nde referandum yapılarak, bu bölgenin Bosna Hersek'ten ayrılması ve Sırbistan ile konfederasyon çerçevesinde birleşme olasılığıı gözden geçiriliyor. Ancak o dönemde Bosnalı Sırplar'ın siyasi lideri Radovan Karaciç'in, Bosna Sırp Cumhuriyeti'nin Sırbistan ile konfederasyon çerçevesinde birleşmesi olasılığına, "gücünü kaybetmekten korktuğu için karşı çıktığına" yer veriliyor. Belgelerde ayrıca, askeri tehdit ve kısa süreli diplomatik izolasyon yöntemleri kullanılarak Karaciç ile bu şekilde baş edilmesi gerektiğine işaret ediliyor.
Belgelerde 11 Temmuz 1995 yılında Srebrenitsa'da yaşanan soykırımın ardından yaşanan gelişmeler de yer alıyor. Srebrenitsa soykırımından 3 gün sonra, 14 Temmuz 1995 yılında hazırlanan bir belgede, Bosnalı Sırplar'ın Srebrenitsa'da yaşayan sivilleri zorla tahliye ettikleri ve çatışmaların Bosna Hersek'in doğusunda bulunan Jepa kentinin etrafında devam ettiği belirtiliyor.
Internet sitesinde
Bosna savaşıyla ilgili açıklanan yaklaşık 300 belgeye CIA'nın internet sitesinden de ulaşılabiliyor. Bosna'da 1992-1995 yılları arasında yaşanan, çoğunluğu Boşnak yaklaşık 100 bin kişinin öldüğü savaş, 1995 yılında ABD'de imzalanan Dayton Barış Antlaşması ile sona erdi. Bosna savaşının baş aktörlerinden savaş döneminde Bosnalı Sırplar'ın siyasi lideri Radovan Karaciç ile general Ratko Mladiç halen Lahey'deki mahkemede tutuklu olarak yargılanıyor. Sırbistan'ın eski devlet başkanı Slobodan Miloşeviç ise Lahey'deki Uluslararası Ceza Mahkemesi'nce tutuklu olarak yargılanırken, 2006 yılında hücresinde ölmüştü.
Cumhuriyet Portal
2 Ekim 2013