6 Haziran 2014 Cuma

‘A’dan ‘Z’ye Şiddet Uygulamak-Meriç Velidedeoğlu

“13 Mayıs” günü, “Soma”daki kömür madeninde çalışan “301” emekçimizi kaybettiğimizde, “TC Hükümeti”nin başı “R.T. Erdoğan”, dingin (sakin) bir sesle ve görünümle, “Bu işin fıtratında var!” yani “Olacak böyle şeyler!” demişti, “20”yıl önceki “Fransa Cumhurbaşkanı ‘Mitterand’ı anımsatırcasına. 
Bir Afrika ülkesi olan “Ruanda”da başlayan iç savaş katliama dönüşünce,“Fransa”nın bu eski sömürgesinde “yaşananlar” için “Mitterand” -“Afrika’nınfıtratında var!” der gibi- “Afrika’da olağan şeyler!” demişti. 
“Erdoğan” bu mayıs ayının sonunda da yine bir konuşma yaptı, “Gezi Direnişi”nin birinci yılının Taksim’de anılmasına izin verilmeyeceğini, buna kalkışanlar olursa, özel“Çevik Kuvvet Polisi”nin “gereken”“A’dan Z’ye” en sıkı biçimde yapacağını“TV”lerde kıpkırmızı olmuş bir yüzle, “kin” dolu bir bakışla ve taşkın bir “nefret”içeren bir sesle haykırdı... 
Ne ki “polis”i öne çıkarınca, yine, “Ruanda”da olup-bitenlerde büyük payı olan kamusal (resmi) “İnterehamwe” adı verilen “Özel Milis Kuvvetleri” de kuşkusuz anımsanacaktı. 
Öte yanda, “polis”in kendi yurttaşlarına karşı uyguladığı “şiddet”in, “acımasız”lığın -bir bakıma- kendilerini “insanlık”tan uzaklaştıran boyutlara varmasında,“Erdoğan”ın onları desteklerken kendinden geçercesine sergilediği tutumun“etkisi” olduğu da kolay kolay yadsınamaz; öyle değil mi? 
Ayrıca, “dış kaynaklar” da Türkiye’de olan-biteni görüyor; uluslararası kuruluşlar polis örgütüne, polise ağır eleştiriler içeren, “uyaran” raporlar yayınlıyorlar;“Kalabalık grupların dağıtılması için kullanılması gereken ‘biber gazı’nın, protestoculara karşı ‘ölümcül silahlar’a dönüştüğünü” belirtiyorlar.
 
Açıkça Türkiye’de “polis”in, protestocuları “dağıtmak”, “uyarmak” yerine“öldürmeyi” seçtiğini, üstelik sayılar vererek ortaya koyuyorlar. (FIDH raporu). 
Böylece duydukları tedirginliği açıklayarak, Türkiye’deki “yönetim”in yani“Erdoğan”ın da kaygılanması gerektiğini vurguluyorlarsa -Recep Tayyip diliyle-“avuçlarını yalarlar.” 
Çünkü “Erdoğan”da “kaygılanma” bir yana, her “saldırı seferi”nden sonra -ölüm de olsa- “polis”“destan yarattıklarını” söyleyip ödüllendiriyor; gelecek saldırı için kışkırtıp hazırlıyor... Şimdi bir de “açık çek” veriyor, “A”dan “Z”ye diyerek. 
Ayrıca bu özel polisler yetmezmiş gibi; “Gezi Direnişi”nin anılmasını engellemek için, özel “Sivil Polis”ler de türetilmiş; bunlar öncekiler gibi tek tek değil de, gruplar oluşturarak halkın arasına katılıyorlar; yer yer de “polis” arkadaşlarından “üç-beş”inin bir “genc”i, tokat yumruk yere yatırmalarını, tekmelemelerini, ya kollarını kavuşturup ya da bir sigara tellendirerek “keyif”le izliyorlar. 
Bunların sırt çantaları var; bu çantalarına sığmayıp, bir bölümü açıkta kalan -dışardan getirtilmiş, “ithal malı”- özel “cop”ları ya da “sopa”larıyla da dikkat çekiyorlardı ve yine, “Ruanda”nın “özel milisleri”nin “sopa”ları olan, “Çin” ve “Fransa”dan getirtilen sırtlarındaki özel “balta”larını anımsatırcasına... 
Değerli dostlar, bu “Çevik Kuvvet Polisi” ve “Sivil Polis”ler dışında anımsayacağınız gibi bir de “Koruma”lar var; sivil giyiniyorlar ama onlar da “polis”,en ünlüleri “Başbakanlık Koruma Amirliği” polisleri; bunlar yalnızca “Erdoğan”ı değil ailesini de koruyorlar; eşi “Emine Hanım”ı, kızı “Sümeyye”yi, oğlu “Bilal”i vö’leri. “17 Aralık”taki, “Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu” ile artık iyice tanınan“Bilal Erdoğan”ı Süleymaniye’de gören üniversite öğrencisi bir “genç”, -kendisini tutamamışoğul “Bilal”e, “301 madencinin hesabı sorulacak!” diye seslenince“koruma”lar, bir kahvede oturan genci, anında “tehdit” edip “karakol”a götürmüşler; üç saat “gözaltı”nda kalmış... 
Ayrıca bu “genc”e, o bölgedeki küçük çaplı alışveriş yerlerinde çalışanlardan “biri”de “çatalla hücum edip küfür” etmiş. (Cumhuriyet, 30.05.2014) 
Belki, üniversite öğrencisine bu saldırı -“gözaltı”ndan- daha çok dokunmuştur; çünkü görünüşe göre, “saldırgan” da çalışan, emeğiyle geçimini sağlayan halktan biri, tıpkı“genc”in haklarını koruduğu “301” şehit madenci emekçimiz gibi... 
Bu olayın yaşandığı gün, henüz daha sürmekte olan, “İstanbul Tiyatro Festivali”nde“Norveçli” ünlü tiyatro yazarı “H. Ibsen”in “1892”de yazdığı “Bir Halk Düşmanı”adlı oyunu sahneleniyordu. 
İzleyenlerin ya da oyunu okuyanların bildiği gibi, “Ibsen”in bu yapıtında; “halk”ın“hak”larını çiğneyip “sömüren”lere karşı, onların hakkını arayanın -yazarın diliyle-“ülkenin bu kurtlarınca” yönlendirilen “toplum” tarafından nasıl “halk düşmanı”ilan edildiği anlatılır. (E. Çamurdan, Cumhuriyet, 31 Mayıs) 
“132” yıl sonra bir kahvede arkadaşlarıyla birlikte oturan bin “genc”in başına gelen de tıpkı böyle... Kuşkusuz tam bir “Ulûlemr” saydığı “Erdoğan”ın “kul”u yalnızca bu“saldırgan” değil; “Ibsen”in yapıtında tüm “ihaleler”i ve “yönetimler”i elde edenleri adlandırdığı “üstü örtülü bağlantılar yumağı”, “Erdoğan”ın avucundadır, dahası bu yumağın üstü örtülü bile “değildir” ve bu durumu göre göre “kul” olmayı kabul edenlerden oluşan koca bir “ümmet”i vardır... 
Evet, bugün “böyle”yse de, “yarın” böyle olmayacağı üstelik “bugün”den belirmeye başladı bile...  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

AKP Ekonomisi: Kısa Bir Özet-Erinç Yeldan

Ekonomi gündemimizin giderek siyasallaştırıldığı ve bir sis perdesine büründürüldüğü günlerdeyiz. Başbakan Erdoğan’ın “faizlerin yüksekliğini” öne sürerek TC Merkez Bankası’nın faiz politikasını eleştirmesi; TCMB Başkanı Erdem Başçı’nın da Türkiye’nin makro ekonomik dengelerini gözeten bir sunum vesilesiyle karşı-duruşunu şekillendirmesi sonrasında ekonominin üst yönetiminde çatlakların oluştuğu kaygıları yaygınlaşmakta. Bu söz düellosu arasında Başbakan Erdoğan’ın öne sürmüş olduğu“yüksek faizler enflasyonun sebebidir” türü iktisat kuramına ters önermeleri bir tarafa bırakıp Türkiye’nin makroekonomik dengelerini şekillendiren belli başlı verilerin son on yıllık tarihçesini bir anımsatmakta yarar görmekteyim. 
Aşağıdaki tablo, AKP’nin on yıllık ekonomik bilançosunu üç alt dönemde özetliyor: Kriz öncesi, kriz yılı ve kriz sonrası. Ana gözlemlerimiz:

Kriz öncesi 2003-2008 döneminde AKP yönetimi gerek Hazine borçlanma senetleri (DİBS), gerekse Merkez Bankası politika faizleri aracılığıyla yüksek reel faiz sunmuştur. Yüksek faiz politikası 2009’da da AKP yönetiminin ana tercihi idi. Böylelikle yurtdışından çekilen sıcak nitelikli, spekülatif yabancı sermaye sayesinde döviz kuru ucuzluyor (dönem boyunca toplamda reel olarak yaklaşık yüzde 13) ve cari işlemler açığı yaratılabiliyordu. Bu arada söz konusu dönemde Türkiye birikimli olarak 137 milyar dolar net yeni dış borç biriktirmiş idi. 
Yüksek faiz uygulamasının söz konusu dönem boyunca AKP ekonomi programının asıl özü olduğunu bundan önceki yazılarımızda vurgulamış idik. (Bkz. 5 Şubat ‘Faiz Lobisi’ 2003’ten bu yana uygulanan programın ta kendisidir” başlıklı yazımız).
2009 krizi sonrasında AKP ekonomi yönetimi yepyeni bir olanağa kavuştu: özellikle ABD kaynaklı “canlandırma operasyonları” uyarınca izlenen parasal genişleme politikaları sayesinde dünya para piyasalarına üç yılda yaklaşık 2 trilyon dolarlık net likidite sunuldu. ABD Doları’nın arzı 500 miyar dolar düzeyinden 2.5 trilyona çıktı. Faiz oranları tüm küresel piyasalarda geriledi, neredeyse sıfır düzeyine yaklaştı. 
Uluslararası piyasalardan “sıfır” faiz ile borçlanabilme olanağı, AKP’nin imar ve inşaat rantlarına dayalı, taşeron-sanayileşme politikasının parasal kaynaklarını oluşturdu. Ancak, bu tercihin yarattığı dış açık ve dış borçlanma, yerli yabancı, tüm “piyasa aktörlerini” tedirgin eder durumdaydı. Finansal kırılganlık ve dengesiz büyüme üzerine Merkez Bankası “finansal istikrarı gözeten” ve dış açığın derinleşmesini engellemeye yönelik politika arayışlarına yöneldi. Merkez Bankası faiz silahını elinden çıkarmaya niyetli değildi. 
2014’ün ilk yarısında görünen durum şudur: Dün açıklanan rakamların gösterdiği üzere enflasyon yeniden yükselme eğilimini sürdürmektedir. Ucuz döviz dönemine öykünülmekte, ancak dövizin ucuzluğunun ulusal sanayi üzerine yarattığı tahribat (Soma cinayetlerinde yaşandığı gibi) ve ulusal tasarrufların çöküşü, artık bu iktisadi tercihin sürdürülemez olduğunu belgelemektedir. 
AKP’nin çok övündüğü “yüksek büyüme” masalının aslında dövizin ucuzluğundan kaynaklanan, hormonlanmış bir talep patlamasına ve kayıt dışı imar rantlarına dayanmakta olduğu ise defalarca dile getirilmiş idi. Resmi veriler son on yılın ortalama büyüme hızını yüzde 4.9 olarak gösteriyor. Bu rakam tüm Cumhuriyet döneminin ortalamasına ancak ulaşmakta olup Türkiye benzeri gelişmekte olan yükselen piyasa ekonomilerinin söz konusu dönem boyunca sergilediği büyüme performansının altındadır.
***
Geçen haftaki yazımıza ilişkin olarak sayın 1975 Türkiye İşçi Partisi kurucularından Sayın Erşen Sansal’dan bir düzeltme notu aldım. Sayın Sansal Anayasa Mahkemesi’nin 25 Nisan 1962 tarihinde; TİP’in ise 13 Şubat 1961 tarihinde kurulduğunu anımsattı. Yani, Anayasa Mahkemesi, TİP’ten yaklaşık 14 ay sonra kurulmuştu. Yazımızda vurgulanmak istenen, TİP ve diğer sosyalist örgütlenmelerin ancak 1961 sonrasında Türkiye’deki göreceli özgürlük ve aydınlanma döneminin ürünü olduğu idi. Tarihsel dönemlemede bu vurguda hatalı bir değerlendirme ortaya çıkmış. Düzeltir, siz okurlarımdan özür dilerken, Erşen Ağabey’e de titiz gözleminden dolayı teşekkür ederim.  

ERİNÇ YELDAN
Cumhuriyet

3 Haziran 2014 Salı

Müslüman! İşte böyle dolandırılıyoruz - ODATV

Kamuoyunda “Jet Fadıl’ olarak bilinen Caprice Gold’un sahibi M. Fadıl Akgündüz’ün, Bayrampaşa’daki Caprice Gold Palace otelinin yatırımcılarına ödeme yapmadığı ortaya çıktı. Yatırımcılarına gönderdiği mektuplarda ödemelerin gecikmesini Gezi Parkı eylemlerine, 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuna, 30 Mart yerel seçimlerine ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bağlayan nam-ı diğer Jet Fadıl, hadis ve ayetlerle de göz boyuyor.
İşte Jet Fadıl’ın ilk mektubu…
Tarih: 22 Nisan 2014…
Yani 30 Mart seçimlerinde yaklaşık bir ay sonrası. Bakın Jet Fadıl yatırımcılarına ödemelerin gecikmesini nasıl açıklıyor:
“Hepinizin bildiği üzere ‘Gezi olayları’  ve ’17 Aralık operasyonu’ piyasayı ve özellikle mülk satışlarını son on aydır çok etkiledi. ..
Özellikle 17 Aralık operasyonundan 30 Mart seçimlerine kadar “Vergi Barışı” taksitlerinin son ödemesinin de 30 Nisan’da yapılacak olması eklenince, piyasadaki nakit ihtiyacı daha da artmıştır…
Bu önemli dönemeci geçerken sizlerin aylık gelirlerinizi birkaç haftadır geç yatırdığımız için sizlerden özür diliyoruz. İnşallah Mayıs ayından itibaren bu ödemeleri tekrar günlük hale getirecek ve hatta eskiden olduğu gibi hesaplarınıza erken yatıracağız. Liderlerimizin deyimiyle 30 Mart’ta bir istiklal mücadelesini başarıyla geçen ülkemizin önünde çok güzel bir gelecek bizleri bekliyor.”
(Belgeyi büyütmek için lütfen üzerine tıklayınız)
Şimdi gelelim Mayıs ayına. Jet Fadıl yatırımcılarına ödemeleri daha sağlıklı bir şekilde yapacağını taahhüt ettiği Mayıs ayında ödemeleri yapmış mı?
Tarih: 16 Mayıs 2014
Jet Fadıl yatırımcılarına ikinci bir mektup gönderiyor. Ödemelerdeki sıkıntının devam ettiğini belirten Jet Fadıl, Kuran’dan alıntılar yapıyor.
İşte Jet Fadıl’ın ikinci mektubundan çarpıcı cümleler:
“30 Mart seçimlerinden sonra piyasalara bir hareket gelmesi bizi oldukça sevindirmiş ve satışların eski yüksek seviyelerine geleceği yönünde bizi ümitlendirmişti. Bundan dolayı size gönderdiğim yazıda Mayıs ayında aylık ödemelerinizi günlük düzeye çekebileceğimizi bildirmiştim. Ancak  Nisan ayının son haftasından beri piyasayı tedirgin eden bazı gelişmelerin olması ne yazık ki vatandaşın tekrar bir bekleme sürecine girmesine neden olmuştur. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ve Barolar Birliği Başkanı’nın konuşmaları ve Soma’daki son elim kazanın belli mihraklar tarafından hükümet aleyhtarı provakatif eylemlere dönüştürülmesinin üzerine Cumhurbaşkanlığı seçim süreci ile ilgili belirsizlik de eklenince, gayrimenkul satışları başta olmak üzere piyasalardaki satış hareketleri tekrar bir durgunluğa girmiştir…
Şirketimize telefon ederek her gün aynı soruları sormanız, telefonun diğer ucunda bulunan personelimizin size yeni bir cevap vermesini sağlamayacaktır. Çünkü personelimiz de size belli aralıklarla gönderdiğim bu bilgiler dışında başka bir bilgiye sahip değildir…
Yüce Allah’ın Kuran’ı Keriminde buyurduğu gibi “Her zorluğun arkasında bir ferahlık vardır.” ayeti kerimesindeki hikmetin en kısa zamanda tecelli edeceğine olan inancımızı zikrederek sizleri Allah’a emanet ediyorum.”
(Belgeyi büyütmek için lütfen üzerine tıklayınız)
Jet Fadıl yatırımcılarına gönderdiği bir başka mektubunda da ödemelerdeki sıkıntıyı ayetlerle açıklıyor.
İşte Jet Fadıl’ın ödemelerdeki sıkıntıyı ayetlerle açıkladığı o mektubundan dikkat çeken noktalar:
“Şirketimizin faize bulaşmadan bu önemli ödemeleri yapması esnasında, içinizden aylık gelir alanların ödemelerinin üç aydır hesaplarına gecikmelerle yatırılması karşısında, Allahu Teala’nın Bakara Suresi 280. Ayetindeki “Eğer borçlu darlık içindeyse ona eli genişleyinceye kadar süre vermek vardır.” hükmüne göre gösterdiğiniz anlayış ve şirkete karşı sürdürdüğünüz güçlü güven için sizlere sonsuz teşekkürler ediyoruz.”
(Belgeyi büyütmek için lütfen üzerine tıklayınız)
Cemaat'e karşı AKP'nin yanında saf tutuan Jet Fadıl, dönemin atmosferine uygun olarak başarısızlığının faturasını Türkiye'deki siyasi krizlere dayandırıyor. Yetmiyor, üzerine bir de, muhafazakar kitlenin hasas olduğu din argümanını öne sürüyor.
Onur Özcan
Odatv.com

Köşkün kapısından - ERBİL TUŞALP

Türkiye cumhurbaşkanı seçim ortamına girmemek için örtülü bir direnç içinde. Adı ister arayış, ister pazarlık olsun fiskos sürüyor. Ama köşkün yeni sahibinin kim olacağını merak eden yok gibi.
Aday “kuvvetli bir ihtimalle” belli olduğu için olsa gerek; yeni cumhurbaşkanının kim olacağı değil, ne getirip ne götüreceği konuşuluyor. Getirecekleri değil, götürecekleri sıralandığında yüzyıllık cumhuriyetin köküne kibrit suyu dökmek için sabırsızlanan bir kadronun işbaşı yapması bekleniyor.
İmamdan bozma sultan, diyanetten yapma halife, seraskerden çakma sadrazam düşledikleri modele pek bir yakışıyor. Elbette kimsenin eli armut toplamıyor. Ama siyasete yön veren büyük çoğunluk Çankaya’nın yeni patronunun nitelikleri üzerinde durmuyor, en azından bilinen özelliklerini gözden geçirmiyor.
Sanki bir standardı varmış gibi bir suskunluk egemen. Mayasıllı bir üslupla durup dinlenmeden “ben de ben, elbette ben” diye konuşan güçlü aday Tayyip beyin özellikleri yediden yetmişe herkesin malumu. Bir tek onun tahsili terbiyesi, eni boyu kilosu belli. Bir de elbette Gezi’den Gezi’ye geçen sürede açığa çıkan insana “düşmanımın başına...” dedirten göz ardı edilemeyecek “korkutucu” ve “hatta teşhis ve tedavi gerektiren” özellikler söz konusu.
Tekme tokat, küfür hakaret, yalan dolan, bitmeyen öfke ve eskimeyen kin elbette standart dışı. Evet, belki kayda alınmış bir standardı yok ama cumhurbaşkanının niteliklerini belirleyen hukuk var. Halâ var mı, kaldı mı kuşkulu ama genel ahlak kuralları da var. Hatır için biraz da gelenek görenekten de söz edilebilir.
Ben değil biz
Eğer konuşulup tartışılacaksa masada öncelikle pastel özellikler olmalı. Önemsenmeli.
Türkiye’nin on ikinci cumhurbaşkanı iskambilden şato kurmamalı. Sövene dilsiz, dövene elsiz bir halk oluşturmayı düşlememeli.
Yaşam hakkını her şeyin önünde tutmalı. Yaşamayı asıl hak edenlerin, asla tutsak alınamayanlarla, ölümü göze alabilenler olduğuna inanmalı.
Çadır tiyatrosunda Hamlet, satranç masasında pişpirik oynamamalı. Müslüman mahallesinde salyangoz satmamalı.
İslam dünyası liderliği, genişletilmiş Ortadoğu eş başkanlığı gibi düşlerin peşinde koşan sazan olmamalı. Şalvarı şaltak, eğeri kaltak Osmanlı’ya özenilmemeli.
İti ite kırdırtmamalı, ölmüş atı kırbaçlamamalı. Davulla tokmak el değiştirmeli. Tokmağa göre zıplayanlardan uzak durmalı.
Şeriatın kestiği parmağı acımalı. Of demeli, insaf demeli, yeter demeli. Bağımsız yargının yerine kadı ile ulema geçmemeli. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi yüksek yargı organlarının kestiği parmak acımamalı. Hak, hukuk devleti demeli.
Bir kısım medyayı düşman bellememeli, bir kısım medyayı silah gibi kullanmamalı. İfade ve anlatım özgürlüğünü alınıp satılan bir meta haline getirmemeli. Yasaklamadan değil, özgürleştirmeden yana olmalı.
Kralın çıplak olduğunu haykıranlarla, kralın çıplaklığını örtmeye çalışanlar arasında taraf olmamalı. Yandaşlarına değil karşıtlarına karşı da hoşgörülü ve alçak gönüllü olmayı düşünebilmeli.
Özgürlüğün bir bedeli olduğuna inanmalı. Daha fazla özgürlük için korku, yılgınlık, teslimiyet duymayanlara saygı duymalı. Herkes için özgürlük istemeli, özgürlüğü kollektifleştirebilmeli.
“Ben” değil “biz” diyerek yaşamanın üstesinden gelenlerden yana olmalı. Bireycilikten değil, bireyden yana olmalı. Kayıtsız boyun eğmeye, koşulsuz sadakata karşı çıkmalı. Soranın sorgulayanın, hayır diyenin yanında yer alabilmeli.
Siyasal yelpazesinde tüm siyasal görüşler; din ve inanç yelpazesinde tüm dinler ve inançlar, etnik yelpazesinde tüm ırklar yer almalı. Alevi’yi, Kürt’ü, Türk’ü, Ermeni’yi, Yahudi’yi, inanmayanı, namaz kılmayanı, oruç tutmayanı, içki içeni, mini etek giyeni, dans edeni, örtünmeyeni, muhalif olanı, yolsuzluğunun üzerine gideni düşman görüp yok etmek isteyen anlayışı reddetmeli, karşı çıkmalı.
Aklın, bilginin, bilimin ve duyarlığın insancıl bir değeri olduğunu bilmeli. Aşkı, tutkuyu, coşkuyu, hüznü, acıyı, direnci, inancı, paylaşmanın coşkusunu tatmalı.
Ütopyalara, romantizme, özleme ve elbette sevgiye sevdaya evet diyebilmeli. İnsanların düş kurma hakkı olduğuna inanmalı.
Köşkün kapısı
10 Ağustos 2014 tarihinin yanına, hiç kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne “cumhurbaşkanı” değil; Türkiye İslam Cumhuriyeti’nin “ilk başkanını” seçmek için halkın sandık başına sürüklendiği bir gün notu düşülecek.
“Avrupa Birliği Hıristiyan birliği” diyen de, “Elhamdülillah şeriatçıyız” diyen de; “Biz İslam’ı hayat tarzı olarak görmek istiyoruz” diyen de,”biz referansı İslam olan bir düşünceyi temsil ediyoruz” diyen de halkın oylarıyla Köşk kapısından yüz geri edilmeli.
Birine “hayat tarzı” ötekine “referans” olarak çağ dışı değerler yükleyen emperyalizmin oyunu bozulmalı.

ERBİL TUŞALP
SOL

Zorunlu Seçenek İmam Hatipler - ŞÜKRAN SONER

Hani biz hâlâ yürürlükteki anayasal, yasal düzen içinde, söz konusu düzenin ayakta tutulmasından sorumlu olacak, İktidarlarının kamu yararı, yasama-yürütme-yargı bağımsızlığına, hukuk devleti düzenine aykırı yasalar ve icraatlarını denetleme görevini üstlenecek, devletimizi temsil edecek cumhurbaşkanımızı seçmek üzere sandığa gidip oy kullanacağımıza inanıyoruz ya... İktidarlarının yetkili, hukukçu bakanları hafta sonu açık açık söylediler, “Adayımız Başbakan Erdoğan’dır, partili başkanımızolarak başkanımız olacak. Sonra da gereken anayasal değişikliği yaparak başkanlık sistemine geçeceğiz..” dediler, İktidarları adına, inançla yol haritalarını çizdiler ya... 

Hiç kuşkunuz olmasın Başbakan Erdoğan’ın Başbakanlık olanakları ile son dakikaya kadar yürütülecek seçim kampanyası sürecinde, diğer adayların da belirlenmesi sonrası bire bir yürütülecek oy isteme turlarında hukuken parlamenter düzen içinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucundan, sihirbazın “kuş çıkarması” örneği, başkanlık sistemine geçişin, AKP içinden yara bere alınmadan, dağılmadan, “çok güçlü sihirle” nasıl çıkarılacağının yollarına, öncelikle AKP’li seçmenler inandırılmaya çalışılacak... Erdoğan’ın seçilmesi garantisi, sonra Gül’ün küstürülmeden AKP kongresinde geçici başbakanlığa razı edilmesi, sonra Erdoğan’ın partili başkan kimliğini yani parti içindeki otoriter gücünü yitirmeden, zorunlu anayasal değişiklikleri ile güçlü başkanlık sistemine zıplatılmasında atılacak adımların büyülü, sihirli yol haritası.. 
AKP’yi Erdoğan liderliğinde, dağılmadan ayakta tutacak formül olarak çizilmiş, sorgulanmadan yürünmesi istenen yol haritası kabaca bu.. “Her istediğini yapmaya muktedir, hangi süreçte olursa olsun (bu kadarı olamaz) diyeceklerin ayaklarının altındaki tabanın kayacağı korkusu içinde istenilenleri bir bir uygulamayazorlayacak, en azından susurak tasviye etmeye yarayacak.. sihirli formüller..” Öncelikle İktidarlarının en etkin yönetim kadroları, üyeleri ve seçmenlerine zorunluluk olarak dayatılan bu formüllerin gerekçelendirilmelerinde bugüne kadar hep başarılı olduğu tezi savunulsa da... Giderek sivil diktatoryal yapıya dönüşen, anayasal, yasal, hukuk devleti düzeni, insan hakları, demokrasinin işleyişi ile daha çok çatışan, her tür kirlenmenin, büyük kırılmaların yaşandığı boyutları görmezlikten geliniyor...
***
Kuşkusuz AKP’nin bunca yıl iktidarda kalmış kadrolarında çok deneyimli siyasetçilerin bu kadar üst üste gelen olumsuzlukları, kırılmaları görmediklerini söylemek gerçekçi olmaz. Bizden önce görmüş, kaygılanmış olsalar da siyasal, toplumsal sürükleniş içinde, onca deneyim ve birikimlerine karşın akışı durduramadıklarından kuşkumuz olmasın. İnsanlık, demokrasi, siyasi partiler, liderlikler, hele de sivil diktatoryal düzenlere geçişlerin tarihi bu türden akışın durdurulamadığı sayısız örnekler üzerinden yazılmıştır... 
En son AKP kadrolarının çok yakından kendilerince ders aldıkları Özal liderliğindeki gelişmeleri, belleklerimizde çok taze anımsarsak... İktidarda sistemin kuralı gereği yıpranmanın ardından çözümü Cumhurbaşkanlığı’na geçişte arayan ancak partisi üzerindeki yandaş başbakan kimliği seçimine karşın gücünü yitiren Özal örneği, besbelli öncelikle Başbakan Erdoğan’ı korkutuyor. ANAP ile AKP’nin geçmişi olmadan, dönem ittifakları içinde liberal ve siyasal İslam kimliklerine verilen ağırlıklarda farklılıklar olsa da algılanmada, hele de çok kolay kurdurulup büyütüldükleri gibi çok kolay dağıtılmaları, yerlerine benzer lider kimlikleri ile benzer partilerin taşınabilirliği olasılıkları çok yüksek olunca.. AKP içinde yükselmiş, dibe düşebilecek siyasetçiler için kaderini istese de istemese de Erdoğan’a bağlamak, daha bir kaçınılmaz, duygusal görünüyor.. 
Beklenmedik gelişmeleri, yakın günlerde çok daha çarpıcı gündemlerle tartışmak zorunda kalacağımıza göre, bugün yazımı, başlığımdaki eğitimin zorunlu adresi olarak imam hatiplerin gösterilmesi sorununa kaydırmak istiyorum... Siyaset oyunlarında süreçler, çok zikzaklı ülkemizde kabaca on yıllar üzerinden işlerken, eğitimdeki zikzaklar, yaz bozların olumsuz sonuçları gelecek kuşaklara yansıyor çünkü. Temel eğitimde bu yıl ortaöğretime geçiş sürecini yaşayan çocuklarımızın bir gelecek yılı daha yok. Ortak sınavların puanları 11 Haziran’da, yerleştirme puanları 7 Temmuz’da açıklancak. Puanı istediği okullara yetmeyen çok büyük büyük öğrenci grupları, eve en yakın okullara zorunlu olarak yerleştirilebilecek... 
Bakan Nabi Avcı’nın açıklamlarından olup biteni kavramak çok zor. Bildiğimiz Başbakan Erdoğan’ın “dindar ve kindar” gençlik yetiştirme amaçlı dört artı dörtlü sistemi dayattıkları. Pratiğinde her tür kamu kaynaklarından ayrıcalığın, hâlâ kâğıt üstünde meslek okulu görülen imam hatiplere verildiği. Sözde imam yetiştirme işlevli okullardan her meslekten insanı yetiştirme projesi dayatmasında işler arapsaçına dönünce sıra, sınavlı karmaşık yerleştirmeyle zorlamaya geldi. Paranız varsa sorun yok. Yoksa, sınavla piyangodan istediğiniz yere giremezseniz, buyrun imam hatiplere...  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

Bıktıran Sözler! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Bazı konuşmalardan, sözlerden ve sorulardan bıktım! Şöyle, vali “ Erdoğan’la Öcalan’ı takdir ediyorum” demiş; soru “Devletin valisi bunu nasıl söyler?” Bu ne şaşkın bir soru, söyler. Yeni iş yasası, taşeronluğu daha da güçlendirecek! Soru, “İleridemokraside bu nasıl olur?” Olur kardeşim, oldu da! Anayasayı sürekli çiğneyen bir başbakanımız var. Soru “Bu devlet adabına sığar mı?” Sığar! 
Hepimizin hissettiği ama açıkça söylemeye dilimizin varmadığı bir şeyi bari ben söyleyeyim. Biz hep birlikte muhalefetin şaşkın söylemlerinden ve iş bilmezliğinden bıktık! 
Sokaklarda fazla gezdiğim için tüm içtenliğimle söyleyeyim, halk sonuçsuz konuşmalardan, sürekli Tayyip Erdoğan eleştirisinden bıkmış durumda. Millet “Yeter”diyor. “Siz konuşuyorsunuz, Başbakan her istediğini yapıyor, istediği her yasayı artık Meclis olmaktan çoktan çıkmış Meclis’ten geçirerek önümüze sunuyor.” Daha da ileri gidip Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçimlerinde ilk turda işi bitireceğini söyleyebilirim. 
Dünya tarihi göstermiştir ki kaos durumunda risk almayı bilen siyasetçiler, hem kendilerini hem de ülkelerini düze çıkarmışlardır. Bizim önümüzde Atatürk gibi bir örnek var. Atatürk bir kaos ortamında 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkarak İstanbul’dan bağımsız yeni bir Meclis için yollara düşmüştü. Şimdi insanların anlamadığı bir şey var; anayasayı defalarca çiğnemiş, dört bakanının fezlekesi Meclis’te uyutulmaya çalışılan, Soma katliamıyla tüm cehaleti ve acımasızlığı ortaya çıkan bir iktidar var. Hukuku yok eden ve çoğunluk onda olduğu için her yasayı geçiren bir iktidar var. Peki muhalefet partileri o Meclis’te durmakta neden ayak diretiyorlar. “Kaos” olurmuş, şu andaki durumumuzdan daha fenası olamaz. Evet, siz Meclis’i boykot etmemekte ayak direttikçe, çatı aday diye kapı kapı dolaştıkça Erdoğan kazanıyor. 
Neden muhalefet partileri cumhurbaşkanı seçimini boykot etmiyor! Milyonlarca insanın oy vermeye gitmediği bir cumhurbaşkanı seçimi her şeyiyle bir falso olur. Şu sahte demokrasi oyununun sonu artık bir gelmeli. Açık söylemek gerekirse sokaktaki insan yeniden sandığa gitmek istemiyor. Öyle bir ortam oldu ki siyaset, insanların canını sıkıyor. Bir bezginlik kol geziyor. Tayyip Erdoğan, şiddet dolu stratejisiyle önlenemez bir biçimde ilerliyor. Tüm kozları kendine çeviriyor. Hiç beklenmedik bir şey gerek. Bu şiddet dolu strateji ancak böyle bozulur. 
Bir yazımda önermiştim, muhalefet partileri Meclis’ten çekilin ama halk meclisleri kurun. Soma’da bir tane, Zonguldak’ta bir tane, Van’da bir tane, yurdun dört bir yanında kurun bu meclisleri ve bölge halkı sizlerle birlikte kendi geleceği için sorular sormaya başlasın, çözümler önerin. 

Diyeceksiniz ki, medya Erdoğan’ın elinde meclislerin sesi duyulmaz. Öyle değil, siz bir meclisleri kurmaya yönelin bakın en sonunda o Erdoğan medyası da bunları haber yapmak zorunda kalacaktır. 
Bu arada havalar ısındı ve PKK, Erdoğan’a gözdağı vermeye başladı. Şöyle diyor,“Kardeşim, ya bize idari özerklik tanırsın ve bunu yasallaştırırsın ya da biz hiçbir yere gitmediğimizi tüm ülkeye gösteririz.” Bu durum muhalefetin elinde müthiş bir kozdur. Kürt açılımını Tayyip Erdoğan’dan almak ve Kürt sorununun bütün Türkiye’nin sorunu olduğunu anlatmak ve gerekeni yapmak için! 
Bütün bunlar için cesaret gerekir. Gandi’nin Mandela’nın, Mustafa Kemal’in cesareti ya da ülkemizin yakın geçmişinden verelim, Ecevit ve Erdal İnönü cesareti. 
Son söz, bir zamanlar pazarları ve esnaf lokantalarını dolaştığım için CHP’nin yüzde on barajını geçemeyeceğini söylemiştim. Ölüm tehdidi dolu fakslar almıştım, rahmetli İlhan Abi“Kız sen ne yaptın böyle” diye sabahın köründe beni gazeteye çağırmıştı. 
Yanılmamıştım, CHP o seçimde yüzde on barajının altında kaldı. Şimdi böyle giderse Erdoğan, Cumhurbaşkanlığını birinci turda kazanacak, diyorum. Çok bozulabilirsiniz, kızabilirsiniz ama öyle görünüyor. Dilerim muhalefet kendine bir çekidüzen verir ve hep birlikte bir düzlüğe çıkarız.

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet  

Obama Gözden Çıkardı!-ÖZGEN ACAR

ABD Başkanı Barack Hussein Obama çarşamba günü Vestpoint Harp Okulu’nun yeni mezunlarına dünya siyasasını anlattı. Konuşmasındaki şu paragraf nedense basınımıza yansımadı:

“Yeni yüzyıl, tiranlığı (diktatörlüğü) sona erdirmedi. Küremizi çevreleyenbaşkentlerde -ne yazık ki Amerika’nın bazı ortakları da dahil- sivil toplum üzerindebaskılar var. Yolsuzluk kanseri; pek çok hükümetler ile yandaşlarını zenginleştirdive uzak köylerden tutun, geleneksel alanlara kadar vatandaşları öfkelendiriyor.” 
Size göre “Küremizi çevreleyen başkentlerde -ne yazık ki Amerika’nın bazı ortakları da dahil- sivil toplum üzerinde baskılar var” cümlesinde Obama adını vermediği hangi ülkeyi ima ediyor? Bence Türkiye’yi… 
ABD’nin ortakları arasında Türkiye yok mu? Türkiye’de “sivil toplum üzerindebaskılar” yok mu? Bir sonraki cümleyi okuyalım: “Yolsuzluk kanseri; pek çok hükümetler ile yandaşlarını zenginleştirdi.” 
“Yolsuzluk kanseri” 17 Aralık’tan sonra Türkiye gündeminde baş köşeye oturmadı mı? “Yolsuzluk kanseri” Türkiye’de AKP başbakanının oğlu ile dört bakanı ve yandaşlarını zenginleştirmedi mi? 
Bu paragrafta iki vurgulama var! Birincisi “sivil toplumlara baskı” ve “yolsuzlukkanseri”… Bu iki olgu, Türk halkını, ülke genelinde, örneğin Gezi Parkı, Taksim Alanı, Kızılay, Kordonboyu gibi “geleneksel alanlarda” insanlarımızı öfkelendirmiyor mu? 
Türkçede “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” deyimi Obama’nın sözlerini dört dörtlük tanımlamıyor mu? Bugüne değin Türkiye’deki “sivil toplum üzerindekibaskılar” ve “yolsuzluk kanserine” tepkileri ABD hükümeti adına ya Dışişleri Bakanlığı ya da Beyaz Saray “sözcüleri” açıklarlardı. 
İlk kez Obama’nın ağzından bu sözleri duymak, ABD’nin, Recep Tayyip Erdoğan’ı defterden sildiğini göstermiyor mu?
***
Bu arada ben de Obama’ya bir soru sorayım… Öncülünüz George V. Bush, hiçbir siyasal yönetici kimliği olmayan Erdoğan’ı “resmi konuk” olarak 10 Aralık 2002’de Beyaz Saray’da kabul etti. 
Bırakın Türkiye Başbakanlığı’nı, “Birleşik Ortadoğu Projesi” diye bir uydurmayla Erdoğan’ı projenin “sultanı” olarak pohpohlamadı mı? Sonra ne oldu? Ortadoğu birbirine girdi. Erdoğan’ın “sultanlığı” balon gibi patladı. Ama sonuçta ABD’nin bu yanlışı ile kabak Türk halkının ve İslam dünyasının başında patlamadı mı? 
Şikâyete hakkınız yok! “Geleneksel alanlarda öfkelenen baskı altındaki sivil Türk halkı” bu sorunu başına bela ettiğiniz için sizden de şikâyetçi!
Suriye - ABD - Türkiye…
Obama’nın konuşmasında, yalnızca Türkiye açısından değil, Suriye’nin komşusu“kırılgan ülkeler” için de olumlu bir paragraf var. Obama Kongre’ye, “TerörleMücadele Ortaklık Fonu” adı altında yeni bir mali yapılanma çağrısında bulundu. 
Kongreye “Terör tehdidini yok etmek için bir strateji geliştirmeliyiz” diyen Obama’nın önerdiği 5 milyar dolarlık fon, şu amaçla kullanılacak: 
“Teröristlerle mücadele edecek ortaklarımıza gereksinimimiz var. Terörizm,gelecekte de yurtiçinde ve yurtdışında Amerika’ya doğrudan tehdidi sürdürecek.Açıkladığım ek kaynaklarla, göçmenler ile uğraşan ve Suriye sınırlarındaki teröristlerle karşı karşıya kalan Ürdün, Lübnan, Türkiye ve Irak gibi Suriye’ninkomşularını desteklemeye yönelik çabalarımıza hız vereceğiz.” 
Suriye olaylarının Türkiye’ye maliyetinin 2 milyar doları aştığı ve sığınmacı sayısının da yarım milyonun üzerine çıktığı açıklandı. Hiç kuşkusuz, bu denli korkunç bir mali yük kadar, Suriye’ye komşu kentlerimizden tüm kentlerimize toplumsal bozukluklar, suya atılan taş gibi dalga dalga yayılıyor. 
Gün geçmiyor ki gazetelerimizde sığınmacıların adları kaçakçılığa, uyuşturucuya, hırsızlığa, fuhuşa, cinayete karışmasın. Bu çarpıklıklar, Türkiye’de mali yükten daha çok, toplumsal sorunlara kaynak olmayı sürdürüyor.
Bush ve de Feto!
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, “emekli aylığı” ile Pensilvanya’da görkemli malikânesinde yaşayan Fethullah Gülen’in ABD’den geri istenmesi için Adalet Bakanlığı aracılığı ile Dışişleri Bakanlığı’na yazı gönderdiği bildiriliyor. 
Savcılığın, iki ülke arasında “suçluların geri verilmesi ve ceza işlerinde karşılıklı adli yardım anlaşması çerçevesindeki” uygulamadan örnekler istediği bildiriliyor. 
Meslektaşlarım, TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e vedadan sonra ABD BüyükelçisiFrancis Ricciardone’ye yönelttikleri, Feto Efendi’nin geri verilmesine ilişkin sorularına şu yanıtı aldılar: “Bu, Türkiye’nin aile kavgasıdır… Biz, Türk ailelerinindostuyuz. Biz, kavganıza girmek istemiyoruz… İyi bir biçimde sonuçlanmasını umarız!” 
Feto Efendi’nin, Amerikan vatandaşlığına geçiş aşaması olan “yeşil kart” kolaylığını kim sağlamıştı? 
2004’te Erdoğan Başbakan, Abdullah Gül de Dışişleri Bakanı idi. Gül, resmi ziyaret için Vaşington’a gitmişti. Faruk Loğoğlu büyükelçiydi. Feto Efendi’nin “yeşil kart”alabilmesi için avukatlarının belgesine mektup eklenmeliydi. 
Belgede, Feto Efendi’nin ne kadar iyi din adamı olduğu, toplumsal hizmetleri ve eğitim düzeyi belirtilerek “yeşil kartı hak ettiği” vurgulanmalıydı! Gül, belgenin büyükelçilik aracılığı ile “resmi notayla” ABD Dışişleri’ne iletilmesini Loğoğlu’ndan istemişti. Büyükelçi, “resmi yazı” yerine “elden” teslim etmişti. 
Şimdi rüzgâr ters esiyor! Feto’ya “güvence” verenler, şimdi “suçluyu geri” istiyorlar. Bir zamanlar “içeride” paralel devlet ile sırtında ve Beyaz Saray’da da şömine önünde başbakanlığa taşıyanlar, şimdi Erdoğan’ın “defterini dürmeye” çalışıyorlar. İnşallah becerirler!
Düzeltme: Fransa’daki okurlarımız; salı günkü yazımda “Ulusal Cephe Partisi’nin”başkanı Marine Le Pen’in babasının adının yalnızca Jean değil, Jean-Marieolduğunu, Avrupa Parlamentosu seçimi parti sıralamasında, AB tanımlamasına göre yazdığım “aşırı sol” kavramının içinde komünist partilerin de olduğunu bildirdiler.

ÖZGEN ACAR
Cumhuriyet

1 Haziran 2014 Pazar

Hıfzı Topuz ve Genç Yazarlar-ALİ SİRMEN

Sevgili, 
Bugün biz Galatasaraylılar, lise binasında toplanarak geleneksel pilav günümüzü kutlayacağız. Arkadaşlar kucaklaşacağız, sohbet edeceğiz, eski günleri anacağız. 
1934 yılında “pilav” geleneğinin temelini atan, kendisi de bir Galatasaray mezunu olan Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi Bey olmuş.
Demek ki, “pilav”ın sekseninci yılını yaşıyoruz. 

Bugünkü “pilav”ın etkinliklerinden biri de, 1942 mezunu Hıfzı Topuz’a Galatasaray Büyük Ödülü’nün verilecek olması. 
Galatasaraylılar Derneği’nin koyduğu bu ödülün bu yıl üçüncüsü veriliyor. 
Ödüle layık görülen Galatasaraylılarda aranan özellikler yalnızca kendi alanlarında başarılı olmuş olmaları değil, ama aynı zamanda Galatasaray’a can veren ana ilkelere, ideallere bağlılıkları ve bu alanda sağladıkları katkılardı. 
Hıfzı Topuz’u biraz olsun tanıyanlar onun bütün bu niteliklere fazlasıyla sahip olduğunu bilir, jürinin kendisini seçerken zorlanmadığını tahmin edebilirler.
***
90 yaşını aşmış, son 25 yıllarına yirmi beşer kitap sığdırmış, üç delikanlı yazarımızdan biri olan (öbür ikisi, Cahit Kayra ve Aydın Boysan) Hıfzı Topuz, gerek başarılı bir gazeteci ve radyo ve televizyoncu (İsmail Cem TRT’sinin sacayaklarından biriydi) UNESCO’da görev yaptığı sıralarda Afrika kıtasında gazeteciliğin gelişmesine büyük katkılarda bulunmuş bir eğitmen olmasının yanı sıra, Galatasaray’ı Galatasaray yapan değerlere bağlılığı ile ün yapmış, hem kurduğu örgütlerde, hem eğitmenliği, hem de gazeteciliği ve yazarlığı süresince bunlara katkılarda bulunmuş, solmayan gençliğini, enerjisini hayranlıkla izlediğim bir ağabeyimiz. 
Galatasaray’ı Galatasaray yapan değerler derken kastım, okulun felsefesine damgasını vurmuş, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” şair, okulun hem mezunu hem de müdürü olan Tevfik Fikret’in de vurguladığı gibi, çağdaşlık, özgür düşünce, laiklik, yurtseverlik kavramları 
Bu kavramlara çağın sosyal içeriğini de katarak, yaşamış olan Hıfzı Topuz, eğitmenliği gazeteciliği ve yazarlığı süresince ilkelerine bağlı kalırken, başarılı yaşamını ayrıca renkli kılmayı bilmiştir. 
1942’den bu yana, bu ilkeleri hem korumuş hem de savunup pekiştirmiş Hıfzı Topuz gibi, içinden çıktığı ve Büyük Ödülü’nü aldığı Galatasaray’ın da, bu fırtınalı ortamda kendi kuruluş felsefesinin değerlerini koruyup geliştirmeyi ve Hıfzı Topuz misali bu değerlere candan bağlı öğrenciler yetiştirmeyi de sürdürmesini temenni ederim.
***
Oyunculuğunu, tiyatro adamlığını, dünyaya bakışını ve yazarlığını çok sevdiğim bir başka Galatasaraylı kardeşim Ferhan Şensoy’un, anılarının ilk bölümü olan ve Mine Sirmen’in bir ameliyat ertesi, kahkahadan dikişlerinin patlayacağı korkusuna kapılarak okuduğu “Kalemimin Sapını Gül ile Donattım”da anlattığı bir sahneyi hiç unutmuyor, sanki yaşamışçasına canlı anımsıyorum. 
Tahir Alangu ilk ders için sınıfa girdiğinde, çocuklara döner ve konuşur: 
- Edebiyat kitaplarınızı çıkarın ve atın! Sonra ekler: 
- Bir dahaki derse gelirken birer Sait Faik kitabı alın! 
Tahir Alangu’nun edebiyatı ve yazarlığı çocuklara sevdirme sürecinin böyle başladığını anlatır Ferhan, sonra da o sınıftan ne kadar çok yazar çıktığını belirtir. 
Tahir Alangu’nun ruhu şad olsun! Rahat uyusun! Galatasaray hâlâ yazarlar yetiştirmeye devam ediyor. 
Her yıl yapılan Tevfik Fikret Öykü yarışmasına bu yıl gönderilen yapıtlar da ümit verici, hatta şaşırtıcıydılar. 
Bu yıl öykü yarışması sonuçları şöyle oldu: 
1- Kardelen Nur Kaplıca (Lavanta) 2- Dilara Aksungur (Kiraz Ağacı) 3- Enver Burtul (Kurbağa). Mansiyon: Sinan Can Karaş (Toprak Kokusu), Mustafa Kılıçarslan (Gelen), Burçe Su Büyükbayram (Kırk Yıllık Hatır). 
Bu henüz lise öğrencisi genç yazar arkadaşlarımı da candan kutlarım.  

ALİ SİRMEN
CUMHURİYET

Gül’ün Harvard’la İmtihanı-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Dr. Emrah Altındiş’in Harvard’da Gül’e yönelttiği soru hakkıyla tam  Geziyi Hatırlat olmuş… 
Alayıvalayla parlatılan bir halkla ilişkiler hamlesiyle günler öncesinden ilan edilen çok özverili(!) bir “tarifeli sefer”le ta Boston’lara uçulmuş… 
Küçük mahdum Mehmet Emre Gül’ün Harvard destanı üstüne heyhat olacak şey mi; aynı üniversitenin tıp bölümünde “doktora sonrası” çalışmalar yapan; mikrobiyoloji-immunobiyoloji bölümünde araştırmacı sıradan bir vatan evladımız bir çuval inciri berbat etmiş... 
Ne yapmış Dr. Emrah Altındiş? Gül’e damardan bir Gezi sorusu sormuş…


‘Elinizden kan damlıyor!’ 
Okumuşsunuzdur, ben yineleyim: 
Geçen yıl Nobel ödüllü meslekdaşlarımızla Science’ dergisinde bir makale yayımladık” diyor Altındiş: “Sizin başınızda olduğunuz TC devletini, 8 vatandaşını öldürdüğü, 90 insanımıza kafa travması yaşattığı, 9 insanın gözünü yitirdiği,binlerce insanı gaza boğduğu için protesto ettik fakat Türkiye’de şiddet devam ediyor. Günde 3 kadın öldürülüyor, 4 işçi iş kazalarında katlediliyor. Roboski katliamında sizin başında olduğunuz ordu 34 kişiyi öldürdü; 17’si çocuktu. Siz Ankara’da yaşıyorsunuz. Kızılay’da Ethem Sarısülük başından kurşunla vuruldu. Katili dışarda. Siz böyle bir devletin başında olmaktan utanmıyor musunuz?Ellerinizden kan damlıyor görmüyor musunuz? Nasıl utanmadan bize burada gelip demokrasi yalanları söylüyorsunuz? Nasıl geceleri rahat uyuyorsunuz? Berkin Elvan 14 yaşındaydı. Sizin başbakanınız 14 yaşındaki çocuk için terörist diyor…” 
Bu yalın sorunun sorulabilmesi Türkiye’de çok insanı dumur etti. Haber de medyaya zaten “Harvard’da Cumhurbaşkanı Gül’ü şoke eden Gezi sorusu” başlığıyla düştü. 
Gerçekte Gül’ün şoke olmuş hali yoktu. 
Karizma çizen soruya haliyle bozuldu ama şoke olmadı. “Şoke olmak” başka bir şey… 
Haberin “şoke” edici diye nitelenmesine yol açan dinamik aslında habercilerin bizzat “şoke olmaları”. 
Profesyonel habercilerin kendi soramayacakları/ sormadıkları soruları; “şok” mahiyetinde görmeleri ve tanımlamaları... 
Altındiş-Gül videosunu tekrar tekrar izledim. 
Harvard’ın toplantı salonunda -Gül’ün korumaları dışında!- “şoke yaşayan” kimse yok. Altındiş soruyor, insanlar sükûnetle dinliyor. Çünkü o toplantıya katılan herkes, söylenenlerin doğru olduğunu biliyor.


Zola’nın ‘Suçluyorum!’u gibi 
Daha sonra T24’e konuşan Altındiş; önemli olduğunu düşündüğüm sorunun arka planını şöyle açıklıyor: 
Harvard’lı profesör (olayın geçtiği panelin) girişinde Gül’ü öve öve bitiremedi ve Türkiye’nin ne kadar gelişmiş bir demokrasi olduğuna her ikisi de vurgu yaptı, sanki daha iki hafta evvel 301 işçi ölmemiş gibi kahkahalar, tebessümler havada uçuşuyordu. Ben de burada bir bilim insanı sorumluluğu almam gerektiğini düşündüm ve bu sahteliğe gerçekle cevap verdim, sorum aynı zamanda bir cevaptı.” 
Konunun en can alıcı özeti budur. 
ABD’nin en iddialı üniversitelerinden birinde, Gezi yıldönümünde tam karşısınıza alay eder gibi her yanından “riya” akan böyle bir tablo çıkıyor. 
İsyan etmez misiniz? 
Altındiş de isyan etmiş ve Zola’nın Fransa Cumhurbaşkanı Faure’ye verdiği “J’accuse/ Suçluyorum” tepkisini andıran bir tepki vermiş, “yetti gayri!” mesajını vurgulamak adına!

Lafını toplayamadı 
Mesajın katresi acaba yerine ulaştı mı? 
Hayır ne gezer… 
Gül, karşısındaki saygın “Harvard araştırmacısını” eşit muhatabı görmediğini vurgulamak adına “sen” hitabını kullanıyor ve “Kimse sana böyle soru sorma hakkı vermez kolay kolay!” girizgâhından sonra bir “âlicenaplık”(!) vurguysuyla; “Her şeyden önce ben cumhurbaşkanı olarak Gezi olaylarında hayatını kaybedenlerle ilgili olarak TBMM’de yaptığım konuşmada başsağlığı diledim. Bunu bilmenlazım!” diyor. 
Şu müthiş lütfa bakın! 
Marie Antoinette’in “Ekmek yoksa pasta yesinler!” sözü gibi nerdeyse “Başsağlığı diledik ya, daha ne?” demeye getiriyor Gül… 
Devam ediyoruz: 
Gezi olaylarını ‘open mind’ (‘open minded/açık fikirlilikle’ demek istiyor!) ne kadar takip ettin onu bilemem. Söylediklerinde epey bir yanlışlık var, doğru olmayan sözler var. Her gün ‘3 tane kadın ( ‘3 tane bayan’ dememiş…) öldürülüyor, derkenbunlar 70 milyonluk ülkede maalesef olmaması gereken adi olaylar. Bu başka ülkelerde de var. Bunların hepsini siyasi cinayetler gibi takdim etmen doğru şeyler değil doğrusu. Gezi’nin çıkışı çevre şikâyetleri ile başlayan bir olay ama ilk bir iki gün içinde doğru bir şekilde ‘contain’ edilemeyince Türkiye’de bütün illegal örgütler bu olayı istismar için sokağa döküldüler. Bunların bir kısmı ABD’nin terör listesinde olan illegal örgütler biliyorsun ve bütün bunlar, bu sokak olaylarında maalesefpolisle, hepsi illegal olarak bu olaylar olunca maalesef bu tip olaylar ortaya çıktı!” 
Son cümle de bu şekilde. Ben ellemedim… 
Cumhurbaşkanının Türkçesi bu! 
Gezi “illegal terör örgütlerinin” işi… 
Kadına yönelik şiddet”ten her gün hayatını kaybeden “3 tane kadın”, “adi” olay… 
Deveye “Neren eğri?” demişler; “Nerem doğru ki?” demiş tam o hesap!  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

68’den Gezi’ye - Serpil Güvenç/SOL

Gezi 68’e benzer mi?
Benzer de benzemez de…
Yaklaşık kırk yıl arayla bu topraklarda yaşanmış olsa da iç ve dış koşullar anlamında farklı dünyalarda hayata geçmiş iki toplumsal isyanın birebir benzeşmesini beklemek bilim dışı ve anlamsız. Ama ortaklıkları es geçmek de aynı ölçüde yanlış.
Kökleri 60’lı yıllara ve hattâ geleneksel açıdan çok daha öncesine dayanan günümüz sol siyasal hareketleri Haziran 2013 direnişine dört elle sarıldılar. Bence en önemli neden, Gezi’yi doğru çözümleyerek siyasal açıdan kendi tıkanıklıklarını da çözmek. Bu çaba sürüyor, sürmesi de gerekli. Eşit ve özgür bir toplumun kuruluşu solda, sosyalizmde olduğu için geçmişin deneyimlerinden yararlanmanın ve bugünle geçmişi harmanlayarak ilerlemek zorunlu.
68li yıllar ülkede ve dünyada bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm rüzgârlarının estiği, dünyanın 1/3’ünün sosyalizmi denediği, az gelişmiş “çevre” ülkelerinde sömürge karşıtı, antiemperyalist mücadelelerin yükseldiği yıllardır. Bu durum, dünya 68’ini de Türkiye 68’ini de derinden etkilemiştir. Ve Türkiye 68’inin temel sloganı “Tam bağımsız ve demokratik Türkiye” idi. Bununla kastedilen, emperyalizm karşıtlığının yanı sıra ülkede hâlâ bir ölçüde varlığını sürdüren feodal kalıntıların temizlenmesi ve özgürlükler sorununu çözülmesini içeren “demokrasi” mücadelesine öncelik vermek ve asıl hedefe yani sömürüsüz, sınıfsız bir toplumun kurulmasına, sosyalizme doğru ilerlemekti. Öğrenci sorunlarından ülke sorunlarına devrimci bir geçişti 68. Liderlerinin büyük çoğunluğunun TİP üyesi olması da bunun en iyi göstergesiydi.
Sınıfın yükselişte olduğu o yıllarda, sosyalizmi hedefleyen 68 gençliği, işçi ve köylü eylemlerinin, fabrika ve toprak işgallerinin içinde fiilen yer alarak Mao’nun deyimiyle “suda balık” olmaya çalıştı. Sosyalist partinin dışına itilen gençlik, kendi örgütlenmesini oluşturarak yolunu bulmaya çabaladı. 68 ve 78’lerde komandoların yani sivil sağ milislerin, polisin ve askerin ayrı ayrı veya birlikte işledikleri cinayetlerde yüzlerce genç öldürüldü, işkence gördü, hapislerde çürütüldü. Onca zulme karşın, Türkiye halkında “gizil” bir mücadele, bir başkaldırı geleneğinin taşıyıcısı ya da devamı olma özelliğini taşır bu hareketler.
2000’lerde, emperyalist kapitalizmin yeniden yapılanma çabalarıyla birlikte emeğin kazanımlarını tek tek elimizden almaya çalıştığı, uygulanan yeni liberal politikalarla esnek çalışmanın, ucuz işgücünün ve güvencesizliğin emekçinin “kaderi” haline getirildiği, sosyal devletin yok edildiği, kimlik, cins, etnik kavramların sınıfı silmeye çalıştığı günlerde yaşamaktayız. Ne ki, kapitalizmin temel eğilimi olan sermayenin kârının arttırılması çabası değişmeksizin sürüyor çünkü RTE’ nin deyimiyle bu, sistemin fıtratında mevcut!
İşte tam da bu nedenledir ki, Gezi ve 68/78 kardeştir!
“Yüksek nitelikli, eğitimli” Gezi işçilerinin, yarınki sınıf yoldaşları olan öğrencilerle birlikte kapkaççı büyük burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasal iktidarın devasa kent rantlarına el koymasına karşı çıktıklarını söylüyordu Korkut hoca geçen yıl yaptığı değerlendirmede. Benzer şekilde, Metin Özuğurlu da, proleterleşen profesyonel meslek grubu mensubu direnişçilerin “birkaç ağaca” sahip çıkışlarının “bir toprak parçasının metalaşmasına karşı duruş”u temsil ettiğini vurguluyordu. “Taksim komünü”, devrim kitaplığı, devrim marketi sosyalist bir özlemin ifadesi değil miydi?
Sadece bu kadar da değil. Düzen değişikliği özleminin getirdiği acılar ve ödenen bedeller de birbirine çok benziyor. 43 yıl önce bugün 31 Mayısta Nurhak’ta vurulan Sinan Cemgil’in, Alparslan Özdoğan’ın, Kadir Manga’ nın, 12 Mart ve 12 Eylülde yitirdiğimiz Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin, Erdalların analarının acısı ile Ethem’in, Abdullah’ın, Mehmet’in, Ali İsmail’in, Hasan Ferit’in, Medeni’ nin, Berkin’in, Ahmet’in analarının acısı da eş birbirine.
Haziran’ın 2013’ünde, 68’in “ciddi ve ağırbaşlı” sloganlarının, marşlarının, türkülerinin yerini Gezi’nin gençleri, mizah dolu, keyifli söylem ve şarkıları aldı. AKP faşizminin karanlığını yırtmayı başardılar zekâları ve incelikleriyle. Güzel ve aydınlık bir dünyanın esintisini taşıdılar ülkenin her yanına.
Umudumuzu yeşerttiler, inançlarımızı tazelediler.
Ve dost/ düşman şunu gördü;
Özgür ağaçların ve kardeşlik ormanının kurulduğu bir dünyadır kazanmak istediğimiz! Farklı biçimlerle de olsa ereğimiz aynıdır çünkü insanlığın başka umarı yoktur. Ya barbarlık ya sosyalizm seçeneğinden başka…
Selâm 68’e, 78’e ve Gezi’ye!
 Serpil Güvenç/SOL