12 Kasım 2016 Cumartesi

‘İnsan gibi insan’lar - Meriç Velidedeoğlu

Onlardan birini, “Duayen Gazeteci Mete Akyol”u, geçen cumartesi günü Büyükada’da doğanın kucağına bıraktık. 
Gazetemiz “Cumhuriyet”e başlatılan saldırıların daha ilk sürecinde dayanışma içinde olmuş, “Dündar” ile “Gül” için, sandalyesini alıp Silivri tutukevinin kapısı önünde tek başına nöbete başlamıştı. 
Bu “Silivri zindanını” iyi bilirdi. Çünkü, “Silivri Çadır Mahkemesi”ndeki duruşmalarda da nöbetteydi. 
Mahkeme salonunda, kısa süreli, duruşma aralarında tutuklularla yakınlarının, ziyaretçilerinin iki metrelik bir arayla yakınlaşıp konuşmaları sırasında, onca tutuklu ile birlikte, can dostu “Prof. Dr. Haberal”ı görebilmek için, oturduğu sıranın üstüne çıkar, kollarını açarak selamlardı. 
Cumartesi günü Akyol’u, Büyükada’ya götürürken bunları -benzer onca anıyı- anımsayıp durdum.


“Başkent Üniversitesi Kültür Yayını” olan “Bütün Dünya” dergisinin, “Yayın Genel Yönetmeni”ydi; derginin “Kasım” sayısında -çoğu kez olduğu gibi- yine “Atatürk” ile ilgili bir yazısı yer almıştı; başlığı ilginçti, “Atatürk’ün Varlığa Dönüşen Yokluğu”. 
Şöyle başlıyordu: “Atatürk’ün aramızdan ayrılmasıyla oluşan ‘yokluk’her geçen yıl giderek büyüyen bir ‘varlığa’ dönüşmektedir. 
Bu varlık, ‘Atatürk’ün yokluğu’ olgusudur ve her geçen ay büyüyerek, Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir ‘tehlike’ ortamı yaratmaktadır!” 

“Mete Akyol”, bir “tümör”e benzettiği bu varlığın yarattığı “yıkım”ın, ülkemiz için artık “görev başına” çağıran bir “uyarı” olduğunu vurgular. 
Katılmamak olası mı? 

Değerli dostlar, Akyol’un bu denli birdenbire bizi bırakmasını, ne inanç bağlamında ne de akıl yoluyla kabullenmek kuşkusuz çok güç... Evet öyle; ne ki bir de, oldukça tehlikeli bir rahatsızlığınızı duyar duymaz, anında yanı başınızda belirip, en kısa sürede hastaneye kaldırtarak, güvenli ellere teslim edip, sağlığınızı yeniden kazanmanız için canla başla ilgilenip evinize dönmenizi sağladıktan bir-iki gün sonra kendi yaşamını kaybediverirse, nasıl bir durumda olurdunuz?
 
İşte şimdi ben öyleyim... Olanları kısaca sizinle paylaşmak istiyorum; 26 Ekim gecesi ciddi bir sağlık sorunu yaşadığımın haberini alan Mete Akyol, Başkent Hastanesi’nin cankurtaranının yola koyulmasını sağlayıp, “Prof. Dr. M. Haberal”ı arayarak bilgilendirmiş; hastanenin kardiyoloji bölümüne getirilip “Prof. Dr.Pehlivanoğlu’na teslim edildim; ikinci günün sonunda ayaktaydım.
 
Demek ki, ilk andan başlayarak yanı başımdan ayrılmayan “Gülçin-Mete Akyol” ve “Ferda- Mustafa Mutlu” ile “29 Ekim” yürüyüşüne katılabilecektim. Onlar, “Kartal Belediyesi”nin çağrılısı olarak Kartal’da yürürlerken, ben de kardeşimle, artık iyice gelenekselleşen “Kadıköy-Bağdat Caddesi” yürüyüşüne katıldım. 
Ve Mete Akyol bu sıralarda, büyük bir tutkuyla, titizlikle, coşkuyla hazırladığı, “Çorum Belediyesi Temizlik İşçilerinin Yürüyüşü” adlı “Belgesel”inin “Kanal B”de ekrana getirilmesi beklentisiyle de dopdoluydu. Bu işçilerle birlikte, “1966”yılının “40” derecelik Ağustos sıcağında, “Çorum- Ankara-İstanbul”a ulaşan “750 km”lik yolu üstelik “çıplak ayak” yürümüştü, “17 gün” boyunca... 

İşte bu tarihsel yürüyüşün tüm ayrıntılarını içeren belgeselin, geçen çarşambagecesi “Kanal B”de gösterimi bitince, aradığımda içi içine sığmıyordu, haklıydı, çok beğenilmişti, arkası da gelecekti. Ertesi sabah -bir toplantıda bulunmak için- Ankara’ya gitmek üzereyken birdenbire bizi bırakıverdi. 
Oysa dönüşünde, Cumhuriyet’in bahçesindeki eyleme katılacaktı, elinde Atatürk posteriyle... “BöyleceCumhuriyet’in adının O’nun tarafından konduğunu bir kez daha hatırlatmış olalım” diyordu. 

Yine kendisine katılmamak olanaksız değerli dostlar; iki milyara yaklaşan “İslam”dünyasındaki tek “laik” ülke olan “TC Devleti”nin bu yapısını hem de Atatürk dönemine karşı gelenlere bunu anımsatmak için O’nun posterleriyle Cumhuriyet’in bahçesinde olmak kuşkusuz anlamlı olur; ne dersiniz? Ayrıca değerli dostlar, dokuz tutuklu yazar ve görevlilerimiz için “Silivri” yollarına düşsek... 
Umarım, Saniye Yurdakul, bu yazıyı okur...

Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET

7 Kasım 2016 Pazartesi

‘Duruma tarihçi olarak baktığım için karamsar değilim...’ - ORHAN BURSALI

Geçen cumartesi İki Bilge Konferansı “Yakın Geçmişe Saygı” temalıydı. Bozkurt Güvenç ve Doğan Kuban konuya yaklaşımlarında birbirlerini tamamlayarak, nefis bir üniversite konferansı sundular. Salon bu kez üniversiteli gençlerin hücumuna uğrayınca doldu taştı!
 
Şüphesiz günümüzün moda siyaseti olan, geçmişi silme ve yerine Osmanlı’yıgeçirme veya yakın geçmiş diye de sahtekâr tarih yazılımını geçirme çabası ilginç bir konudur. İktidar kendisine bütünüyle yeni bir geçmiş-tarih inşası çabasındadır. Ve ilginç bir şekilde 100 yıl öncesinin hesabını, çökmüş ve dağılmış bir Osmanlı İmparatorluğu’nun yanı başımızdaki “parçalarını” ele geçirmeye yönelik bir politika izlemektedir. 
100 yıl öncesinin her türlü mevtasını canlandırma gibi.. Adeta bir zombi yaratma politikası! Olay öbür dünyada geçmiyor, yeryüzünde geçiyor! 
Konuya bu girişten sonra bilgelerimizin söylediklerine kısaca göz atacağız.

İflah olmaz bir iyimser


Doğan Kuban “Duruma tarihçi olarak baktığım için karamsar değilim” dedi. O iflah olmaz bir iyimser! Geniş kitleler ise günün siyasi kuşatması ve saldırısı karşısında köşeye sıkışmışlığın umutsuzluğu içinde. Her zaman söylerim, geniş açı bakışı çok önemli. Bugünler eninde sonunda geçecek. Tabii süreçte ülkenin ve insanımızın ne bedeller ödeyeceğiyle ilgili bir yönü var. Bizi bunaltan bu! 
Peki, bu yaşadıklarımızın kökeni nedir? Niye ülke her bakımdan bu yer yer arkaik yönetimi ve sorunları aşamıyor,yeniden yeniden önümüze geliyor? 
Kuban’ın yanıtı şu: Osmanlı toplumunun tarihsel mirasını sırtladığımız için cahil toplumu aşamıyoruz. Demokrasi bir moda, bizde yok ama moda olduğu için ağızlardan düşmüyor. Tıpkı bir güzel kadın resmi gibi bir şey
Kuban bu konuyu şöyle açımlıyor: Osmanlı ile Avrupa’nın karşılaştırmalı uygarlık tarihini yazmak için 5 yıl uğraştım. Ama yazamadım. Çünkü Avrupa’da yapılanların,üretilenlerin Osmanlı’da karşılığı yoktu. Koca bir sıfırdı! Osmanlı Türklerinin düşünce, buluş, büyük insan olarak insanlığa mal ettikleri kimse olmadı. Ne matematikçi ne filozof ne başka bir şey. Tabii dikkat çekici bir örgütlenme yapısı vardı.

700 yıl, ama elde var sıfır 

Kuban devamla: Osmanlı tarihte 700 yıl sürmüş tek imparatorluk! 700 yıl, amageride insanlığa ve bize bıraktığı bir şey yok. Dünya tarihinin en acayip sonucudurbu! Elimizde ondan kalan sadece Türkiye’dir. Türkiye’yi de Osmanlı’nın yıkıntılarıarasında çekip kurtaran, kuran ve yaşatan büyük bir dâhi adam, Mustafa Kemal vearkadaşlarıdır
Osmanlı tarihinde bir tek kitap yazan padişah var mı diye soruyor Kuban. Ama yıkıntılar arasından arkadaşlarıyla Türkiye yaratan Mustafa Kemal 4 bin kadar kitap okumuş, altlarını çizmiş, Avrupa uygarlığının temel eserleriyle modern bir ülkeinşasına girişmiştir. Böyle başka bir lider politikacı göremezsiniz. Üstelik kitap da yazmıştır
Felsefe, bilim, teknoloji, düşünce, sanata baktığımızda evrensel bir mirası bize kalabilmiş değil.(*)

Miras: ‘Cahil toplum’ 

Avrupa uygarlığı ise ortaçağdan itibaren yarattıklarını miras alarak geliştirmiş, taş üzerine taş koymuş, Rönesans’ı, aydınlanmayı, türlü çeşitli düşünce ve ekonomi - siyaset akımlarını, edebiyatı, romanı, öykü sanatını, felsefeyi, müziği, sosyolojiyi geliştirdi, üretti ve bugünkü uygarlığını tamamen bunlar üzerinde, üstelik oldukça kesintisiz bir tarihsel kronolojisi içinde kurdu. 
Osmanlı’da üstelik insan yaratıcılığının diğer boyutu olan ne resim ne heykel vardı. Yasaklar listesindeydi. Dolayısıyla insanın yaratıcı faaliyetlerinin adeta tümden dumura uğratıldığı bir toplumsal yapıdan bize miras olarak kalan, Kuban’ın durmadan ve sık sık vurguladığı “cahil toplum mirası”dır. Bu miras tüm toplumsal yapının hâlâ içselleştirdiği bir köktür. 
Sinir savaşı ve öfkeli siyasi yazılar yerine, bugünkü durumu anlamanın köklerine yarın devam...
(*) Osmanlının en büyük adamı belki de Mimar Sinan’dır. Kuban diyor ki, “Sinan bir büyük bir kültürel ortamda ortaya çıkmış ve desteklenmiş bir mimar değildi, kişisel büyük yeteneği mimari dehası üstün eserler vermiştir.” Kuban’ın hem Türkçe hem İngilizce Sinan’ın Sanatı ve Selimiye incelemesini anımsatırım. Kuban bir Selimiye uzmanıdır da!

ORHAN BURSALI
CUMHURİYET

6 Kasım 2016 Pazar

Ecevit ve cilvebaz kader - AHMET TAN

Bülent Ecevit’in aramızdan ayrılışının dün 10. yılı idi. İki gün önce de, TayyipErdoğan’ın başımıza gelmesinin 15. yılına girdik.
“İki olayı aynı haftada, aynı paragrafta buluşturan kader utansın!” diyen olursa...
“Makul şüpheli” sayılır ve devamında da sabahın köründe “gözaltına alınıp sonra da denetimli serbestliğe” falan maruz bırakılır mı?
Bir Allah bilir, bir de kudret sahipleri!
Kader dişi midir, erkek midir bilmek zor. Ama “kaderin cilvesi” diye bir deyimimiz var.
“Cilvebaz” da olduğuna göre, kader hanım, Allah muhafaza, aklımızı başımızdan alabilir;
Ve hatta KHK’ye falan maruz bırakabilir... Bir örgüte üye olmadan, örgütçü bile yapabilir.
Tek satır yazı yazmadan fikir; tek söz söylemeden zikir suç işletebilir.
Özetle cilvebaz kaderden her şey beklenir...
***
Bülent Ecevit de, kaderin her türlü işvesine maruz kaldı.
Yüzde 42 oy aldığı halde hükümet kuramadı. Baskılar üzerine “kumar borcu olmayan vekil” transferine bile yöneldi. Hükümet oldu. İktidar olamadı. İki kez darbeye uğradı. Hapse atıldı. Suikast girişimine uğradı. Defalarca yargılandı. Kendisini hep gazeteci olarak tanımladı. Bir gazeteciye verilecek en ağır ceza kalem yasağı idi.
Yıllarca “yasaklı” yaşadı.
Demokrasi ve adalet arayışı hiç durmadı. Son olarak çıkardığı derginin adıydı Arayış. Bir arkadaşının adı ile (Necdet Onur) çıkardı o dergiyi. Üç ay bile yayımlanmadan, “Hak - Hukuk - Adalet” konusunda yazdığı yazısı, bugünün KHK’si o günün MBK’si kararıyla derginin sayfalarından kazınmak suretiyle çıkartıldı.
Zamanın (ve Ecevit’in) ruhunu şad etmenin en kestirme yolu, 12 Eylül faşist askeri darbe günlerindeki o 35 yıl önceki yazıyı buraya almak. İnşallah yazının da, Cumhuriyet’in de başına bir şey gelmez.
İşte o yazı:
“ İnsanlar bir ölçüye kadar özgürlük kısıntılarına, baskıya, zulme katlanabilirler, ama haksızlığa, adaletsizliğe katlanamazlar.
En zayıf, en ürkek insan bile haksızlık, adaletsizlik karşısında tepki duyar ve tepkisini hiç beklenmedik biçimde ve ölçüde açığa vurabilir.
Toplumda huzur sağlamanın, insan ilişkilerini de yurttaş-devlet ilişkisini de sağlıklı ve düzgün yürütebilmenin başta gelen koşulu adalettir.
Adaletin dayanağı ise, yargı erkinin, yargı organlarının bağımsızlığıdır.
Yargı organları yeterince bağımsız değilse, yargıçlar yeterince güvenceden yoksunsa, mahkemelerin vereceği en adaletli kararlar bile inandırıcı olamaz; halk, adalet inancını, devlete güvenini yitirir.
Adalete inanç ve devlete güven sarsıldıkça da, hakkına razı olmayanlar artar, yargı organları dışında hak arama eğilimleri yaygınlaşır, toplumsal ilişkiler zedelenir ve en kötü anlamıyla anarşi ortaya çıkar. O durumda, anarşiyi önlemenin, koyu bir baskı rejimi kurmaktan başka çaresi görülemez olur ve demokratik hukuk devletinin yolu tıkanır.
Onun için, yargı erkinin bağımsızlığı, adaletin dayanağı olduğu kadar, demokrasinin de gereğidir.
Eğer Türkiye’de gerçek demokrasi amaçlanıyorsa, yargı erkinin bağımsızlığını ve yargıç güvencesini zedelemekten kaçınılmalıdır.” (30 Mayıs 1981)

Kürt Ecevit
Ecevit ölümünden iki yıl önce de aile kökleriyle ilgili samimi açıklamalar yapmıştı:
“Benim gözümde Kürt-Türk ayrımı yoktur” demiş ve eklemişti:
“Dedem, Mustafa Şükrü Efendi ‘Kürtzade’ olarak tanınıyormuş. “Kastamonu’nun Daday ilçesine babamın doğduğu köyde, onun adına bir ilkokul yapılmıştı. Ben ilk olarak orada köyün ileri gelenlerinden öğrenmiştim. Sadece ailenin değil, köyün tamamı, Doğu’dan gelmiş. Kürt kökenli olabilir. Mesela rahmetli annemin ailesi de Boşnaktı.” (Akşam gazetesi 04.08.2016)

Ahmet Tan / CUMHURİYET

5 Kasım 2016 Cumartesi

İslamcı milliyetçi blok işbaşında - AHMET İNSEL

Daha beş gün önce gidişatın hızlandığını söylemiştik. Hızlanma ne kelime, frenleri patlamış bir kamyonun içinde hepimizi yokuş aşağı götürüyor iktidar. CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu, HDP milletvekillerinin gözaltına alınmasından sonra, bu gidişatın ne olduğunu özetledi. “Bu gece yapılan sadece bir darbe değil, aynı zamanda ülkeyibölme harekâtıdır! TBMM bir kez daha bombalanmıştır. Bu çok tehlikeli birprovokasyondur. Bu gece itibarıyla AKP altı milyon insana ‘verdiğin oyların hükmü yok’ demiş ve ülke bütünlüğüne ağır bir darbe indirmiştir.” 

Evet, ülke bütünlüğüne indirilen bu ağır darbe, bugün Kürt sorununda iktidar partisi etrafında oluşan İslamcı-milliyetçi blokun desteğini elde ederek, başkanlık rejimi görünümlü diktatörlüğün altyapısını hazırlamak için yapılıyor. Başbakan’ın tutuklamalar ve iletişimin ülke çapında kâh kesilmesi kâh yavaşlatılmasıyla ilgili ileri sürdüğü gerekçe, “tehlike(nin) bertaraf edilmesi”. Sonra her şey normale döner, diyor. Kastettiği normal, koca bir ülkenin bir kişinin iki dudağının arasından çıkanların, kafasından geçen tahakküm arzularının, etrafında topladığı aklı gidip gelen bir güruhun hezeyanlarının hepimizi bir felakete sürüklemesi. Bugün iktidar, bertaraf etme bahanesini ileri sürdüğü tehlikenin esas yaratıcısıdır. HDP eş genel başkanları ve diğer milletvekillerinin tutuklanması, bu gidişatta iktidarın gaza daha fazla basması anlamına geliyor.
 
Bir çılgınlık nöbetine tutulmuş, Kürt nefreti ve korkusuyla gözü dönmüş, iktidara yapışma telaşı içinde aklını ve iradesini başkasına teslim etmiş bir koalisyon, bizi felakete sürüklüyor. İktidarın orkestra şefinin karşısında toplanan bu blokta elbette ümmetçi İslamcılar var. Yerli faşizmin tescilli temsilcileri ve ulusalcı etiketli ırkçıları var. Cumhuriyet gazetesine kayyım atanması için başlatılan operasyonun arkasında Cumhuriyet’in bazı eski yöneticilerinin yer alması şaşırtıcı değil. Dün Yalçın Doğan’ın bu konudaki değerlendirmesini Deniz Kavukçuoğlu köşesine taşıdı. Evet, bu faşizanümmetçi iktidar bloku içinde bu kişiler de var. Onları destekleyen Türk nasyonal- sosyalist partisinin yayın organı ve Erdoğan devletinin baş borazanları, Cumhuriyet gazetesinin “FETÖ ve PKK yandaşlarının” elinden kurtarılıp, esas sahiplerine geri verileceğini bas bas bağırıyorlar. Yerli faşizmin resmi temsilcisi bunu destekliyor. Cumhuriyet’e hem FETÖ/PDY hem PKK/KCK örgütlerinin propagandasını yapma suçlamasını yönelten savcının “Fethullah Terör Örgütü” üyeliğinden sanık olması da ne bir rastlantı, ne de “talihsizlik”. İktidara hâkim olan hırsın yarattığı telaşın, nefretin körelttiği aklın mükemmel bir özeti. Böyle bir suçlamaya ancak böyle bir savcı yaraşırdı. 

Mayıs ayında dokunulmazlıkların kaldırılmasına yeşil ışık yakan aymazlık, bugün Adalet Bakanı’nın “Türkiye hukuk devletidir, herkes hukuk önünde eşittir, herkese uygulanan hukuk HDP milletvekillerine uygulanıyor” demesine fırsat veriyor. Diyeceksiniz ki, uysa da “yaptım” uymasa da iktidarı bu. O fırsat olmasa başka fırsat bulur, yaratırdı. 1994’te milletvekilleri derdest edilirken anayasa değişikliği mi yapılmıştı? Milletvekilleri lojmanları ve Meclis ablukaya alınmıştı. O zaman bunu yapan şahin DGM savcısının temsil ettiği zihniyet ve irade, İslamcı ihya tutkusuyla güçlendirilmiş olarak misliyle iktidarda.
 
Sadece iktidarın değil, hepimizin altında kalacağı büyük bir felakete doğru hızla sürükleniyoruz. Cumhuriyet gazetesine FETÖ propagandası yapma suçlaması yönelten savcının aynı anda FETÖ üyesi olmaktan sanık olarak yargılanıyor olması gibi, ülkeyi bölecekler gerekçesiyle HDP milletvekillerini tutuklatan irade telafisi mümkün olmayacak bir bölme harekâtı yürütüyor. Durum, antik Yunan mitolojisinde tanrıların insanlarla oynadığı, onlarla hem alay ettiği, hem de bazılarına güç ve iktidar bahşeder gibi yapıp başlarını döndürürken, nihai felaketlerine doğru yönlendirdiği trajikomik anlatılara ne kadar benziyor, değil mi?

Ahmet İnsel
CUMHURİYET

Demokrasi tramvayı son durak - ÖZGÜR MUMCU

Erdoğan, 1996’da “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider orada ineriz” demişti. Anlaşılan başından beri sabırla beklediği durağa ulaştığını gördü. Uzunca bir zaman evvel tramvaydan indi ve bugün artık bunu herkese “Demokrasiyi yeniden tanımladık” diyerek duyuruyor.

 
Sadece bir haftadır olan biten yeniden tanımlanmış demokrasiden ne anlaşıldığını göstermekte. Rektör seçimleri iptal. Yani üniversiteler tamamen Saray’a bağlanıyor. Savunma hakkı kökten sınırlandı. Cumhuriyet gazetesine “FETÖ” sanığı savcı eliyle saldırıldı. HDP eş genel başkanları ve milletvekillerinin bir kısmı ya gözaltında ya tutuklandı. 

Güneydoğu’da başlayan internet yasakları tüm ülke sathına yayıldı. 
Her gün daha beteri olmaz dendiği, ertesi gün bir önceki günkü antidemokratik hamleyi unutturacak bir yenisinin geldiği bir sarmala girdik.
 
Medya bir propaganda makinesinin elinde. Kamuoyu Saray versiyonu dışında hakikati öğrenmek imkânına sahip değil. 

“Devletin bekası” zokasını yutmuş bir kesim ise Erdoğan’ın ardından koşturmayı milliyetçilik ve milli çıkarları savunmak zannedecek kadar tükenmiş.
 
Bütün muhalifleri içeri atabilecek, bütün siyasi partileri, bütün gazete ve televizyonları kapatabilecek bir kuvvet var. Anayasa Mahkemesi’nin kendi içtihatını çiğneyerek verdiği OHAL KHK’lerini denetleme konusunda yetkisizlik kararı ile memleketimizde fiilen anayasa ortadan kaldırılmıştır. Dolayısıyla hukuk devletini bırakalım kanun devletinin asgari şartları bile yoktur. 
Türk Ceza Hukuku Derneği Başkanı Prof. Duygun Yarsuvat’ın tespiti önemli. Kural ve kurumlarının bu kadar içinin boşaltıldığı bir ülkenin çökme tehlikesi hiç uzak değil. Bu sebeple iktidara “milli” saiklerle destek verenlerin aslında neye hizmet ettiklerini etraflıca ve hemen bugün değerlendirmeleri şart. 

Tehlikeli ve sonu felaket olacak bir oyun oynanıyor. Bu bölgede, dünyanın bu halinde devleti bizzat iktidar eliyle istikrarsızlaştırmak akıl alır iş değil.
 
Söz konusU olan devletin değil bir şahsın bekası. Bu bir rejim değişikliği çabasıdır. Buna bugün direnilmezse yarın direnilecek bir şey de kalmayacak çünkü rejimi değiştirme denemesi çok muhtemeldir ki memleketi çökertecek. 

Tramvay orada duruyor. İnmek isteyenler elbette inebilir ancak peşlerinden hepimizi sürüklemeye çalışıyorlar. İnenleri istedikleri durakta bırakıp demokrasi tramvayını yeniden yola koymanın çaresine bakmalı. Bu da herhalde genel geçer, tıpkı basım demeçlerle olacak iş değildir.

Özgür Mumcu
CUMHURİYET

Türkiye rejim değiştiriyor - Nilgün Cerrahoğlu

Agatha Christie’nin “On Küçük Zenci” romanını bilir misiniz? 
Hikâye, “On Küçük Zenci” isimli bir çocuk şarkısına dayanır. 
“On küçük zenci yemeğe gitti. Biri kendini boğdu ve kaldı dokuz” diye başlayan şarkı; “biri uyuyakaldı, biri kayboldu, birini balık yuttu, biri güneşte kızardı” diye devam eder. Sonunda bir başına kalan son zenci de gidip kendini asar. 
Romanını, “Ve hiçbiri kalmadı” diye biten bu çocuk şarkısına uyarlayan Christie’nin ıssız adada bir araya getirdiği kahramanları da şarkıdaki gibi tek tek ölür. Geriye hiç kimse kalmaz. 
Bizim gazetecilik serüvenimiz de gitgide bu “On Küçük Zenci”yi andıran hale geldi. Giderek basının ıssız adasında hiç kimse kalmayacak. 

Barış Pehlivan’ın şu başına gelenlere bakın. 
Meslektaşımız Cumhuriyet soruşturmasını çökerten “FETÖ’den sanık savcı”haberini yaptı. “Cumhuriyet’e FETÖ operasyonunu yapan savcı, FETÖ üyeliğinden yargılanıyor. Bu nasıl bir hukuk skandalı” diye yazdı. Haberin mürekkebi kurumadan hakkında -“teröre” atıf yapan gerekçelerle- soruşturma açıldı.
 
Mehmet Şimşek, Bekir Bozdağ tarafından itiraf edilen haberin doğruluğu hiç sorgulan(a)mıyor. Buna rağmen istenmeyen haberi yapan gazeteci hedefe yerleştiriliyor, “terör” bahanesiyle yakasına yapışılıyor. 
“Gerçeği” yazan özetle “terörist” oluyor. 
İktidarın “gerçek haberci/gazeteci=terörist” gözlüğünü, bundan açık ve net betimleyen bir şablon olamaz. 
Cumhuriyet olayıyla yükselen tansiyon nedeniyle sözü edilen soruşturmaya gerçi hızla takipsizlik kararı verildi. Ama şablon önümüzde. Şablon değişmiyor. Geçmişte örneklerini defalarca gördüğümüz gibi, gerçeği her yazanın önüne yeniden yeniden çıkartılıyor/ çıkartılacak. 
Ta ki gerçek tek haberci kalmayana dek…

Hukuk devleti karikatürü
 
Sevgili Musa Kart gözaltına alınırken “Şu an kendimi bir karikatürün içinde hissediyorum” demişti. 
Gerçekte hep birlikte nasıl dev bir karikatürün içinde yaşadığımızı anlamamız için birkaç gün yetti. Şaka gibi. Cumhuriyet’e “FETÖ” işbirlikçiliği yakıştıran savcının bizzat kendisi FETÖ’den yargılanıyor. Değil “hukuk devleti”, “kanun devleti” ile dahi bağdaşmayan biçimde halen görev yapıyor ve de böyle bir soruşturma yürütüyor… 
Tam da işte bu ve bu gibi nedenlerle dünyada kimse Cumhuriyet operasyonunun, hukuk devletinde yapıldığına inanmıyor. 
Merkel “Operasyonun hukukun üstünlüğü ile bağdaşması konusunda büyük endişelerimiz var” dedi. Sözcüsü daha açık konuştu. “Sabuncu ve meslektaşlarının hukukun üstünlüğü çerçevesinde gözaltına alındığına inanmıyoruz” dedi. 
Dünya basını, “bardağı taşıran damla” olarak görülen Cumhuriyet darbesiyle hareketlendi. Erdoğan’ı Suudi Kralı ve diktatör El Sisi, IŞİD gibi isimlerle yan yana “basın düşmanları” listesine yerleştirirken bir yandan da aralarında IPI, Sınır Tanımayan Gazeteciler, Gazetecileri Koruma Komitesi’nin olduğu 14 büyük basın kuruluşu bir araya gelerek arkadaşlarımızın serbest bırakılması için çağrı yaptılar.

Başkanlık kisvesi altında... 

Dış basındaki değerlendirmeler bu ortamda yürek yakan bir tablo ortaya koyuyor. “ElPais”te örneğin önceki gün “Sultan basını okumuyor” başlığıyla yayımlanan bir yazı, “Türkiye geçmişe dönük dönüşümle rejim değiştiriyor. Başkanlık rejimi kisvesiyle demokrasiden diktatörlüğe geçiyor. Arap demokrasileri için bir model sunacakken otokratik gerilemenin modeli oluyor” dedi ve şunları ekledi: 
“Türkiye darbeden önce de hapiste en çok gazeteci bulunduran ülkelerden biriydi. 15 Temmuz tüm muhalifleri temizlemek için bahane oldu. Bir tek; laik, Kemalist Türkiye’nin simgesi, köklü ve prestijli Cumhuriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu’nun, gazetesinden 15 gazeteciyle beraber, çifte tezat oluşturan PKK-FETÖ’cülük işbirlikçiliği ile suçlanarak tutuklanması kalmıştı. O da oldu. Konu, kendi başına vahim olan basın özgürlüklerin çiğnenmesiyle sınırlı değil. Türkiye’debaskının rakamları çok korkunç. Yaşananlar, XX. yüzyılda Stalin, Hitler ,Mao’nunkilerle karşılaştırılabilecek, tarihte kaydedilmiş en büyük temizliklerden biri.”

 Nilgün Cerrahoğlu
CUMHURİYET

Yılların bir ‘Cumhuriyet’ okurundan - Meriç Velidedeoğlu

Başta Ergenekon ve Balyoz olmak üzere “Kumpas Davaları”nı izlemek, suçlananların yanı başında olmak üzere kurduğumuz “Simgesel EylemGrubu”ndan Nilüfer Dündar, pazartesi sabahı aradı: “Cumhuriyet’e operasyon yapılıyor, Halk TV’yi açın!” dedi soluk soluğa. 
Biz bu kanalı izleyemiyoruz, ama kısa bir süre sonra, öteki kanallarda yer almaya başladı -bir bakıma- “Cumhuriyet’e Darbe” haberi, “onca yıllık” bir okur -ister istemez- gazetesiyle özdeşleşiyor, bütünleşiyor; gazetesiyle ilgili bu denli olumsuz bir haber duyunca, “aaa...olmaz!” dışında, insanın içinde gittikçe artan, dile getirilmesi zor bir “sızı” beliriyor... 
Kanalları izlemeyi sürdürürken, bir ara Cumhuriyet’in, Babiâli’deki binasını düşündüm; Nadir Nadi, H.V. Velidedeoğlu, İlhan Selçuk, Mehmet Kemal, Melih Cevdet Anday, Sami Karaören her günkü toplantıdalar; gazetede neler yazılacak toplantısı değil bu; ülkede yaşananlarla ilgili görüş alışverişi. 
Yine de bu toplantının oluşturduğu bir ortamda basılır gazete; kuşkusuz, laikliği -çağdaşlığı hedefe koyanlarla, emek sömürücüleriyle, emperyalizmin ülke içindeki maşalarıyla kesintisiz bir savaşımı (mücadeleyi) sürdüren bir doğrultuda ve bir “Devrim Gazetesi” olmanın bilinci içinde. 
Özellikle bu bilincin yıpranması, geçerliliğinin yitirilmesi durumunda gazetenin gerçek sahibi olan “okurlar” devreye giriverirler, çünkü onlar “Cumhuriyet Okurları”dır. 
Ayrıca gazetenin “92 yıllık” tarihinde, karşı karşıya kaldığı tüm saldırılarda, kuşatmalarda, baskılarda gazetesinin yanında olan okuru, “31 Ekim Pazartesi”günü, “hukuku, adaleti” pervasızca çiğneyen bu saldırıda da gazetesinin yanındaydı; “24 saat” nöbette... 
Üstelik bu nöbeti tutanlar arasında, son dönemin Cumhuriyeti’ni eleştiren okuyucuların, dahası büsbütün uzaklaşanların da olması, “2002” yılında Fransa’da yaşananları anımsattı. 
O yıl yapılan “Cumhurbaşkanı” seçimine aday olarak katılan, ne ki ülkeyi başka bir Fransa’ya dönüştürecek olan ünlü “Le Pen”in, “2. tura” dek gelmesi karşısında, her renkteki “sol” birleşerek “J. Chirac”ın seçilmesini sağlamışlardı... 
Okurlarının ve destekçilerinin bu “eylem”ine, Cumhuriyet de, tutuklu yazarlarımızın köşelerini boş bırakarak -bir bakıma- “eylemsel” bir destek veriyor; çizerimiz “Musa Kart” da tutuklananlardan... 

Ayrıca, “Silivri Çadır Tiyatrosu”ndan sonra, “yargı”nın bu “2. gösteri”sini, Musa Kart -şimdilik- sözel olarak ortaya koydu: “Durum karikatürlerimden de komik!”diyerek, gerçekten de öyle FETÖ ve PKKyı eleştiren yüzlerce, binlerce karikatürçizdim!” diyor... 
Değerli dostlar, insan bu denli “maskaralık” karşısında yazıyı noktalayıp, “eylem”e koşmak istiyor; sanırım öyle yapmalı; Cumhuriyet’in bahçesinde olmalı, “eylem” de “yazı” da var “söz” de...
Meriç Velidedeoğlu  CUMHURİYET

3 Kasım 2016 Perşembe

Hangi hukuk? - ALİ RIZA AYDIN / SOL

Cumhuriyet’in 93. yılında düzenlenen etkinliklerde, “hangi cumhuriyet” konusuyla birlikte “cumhuriyet ve aydınlanma” bağlantılı olarak “hangi aydınlanma” konusu da tartışıldı. Sorular, “hangi devlet”, “hangi siyaset” başlıklarıyla artarak devam edebilir. “Hangi hukuk” da tartışılmalıdır.

Üçbuçuk aya yaklaşan OHAL döneminde, on KHK çıkarıldı; on hukuksuz KHK… Eğer “hukuksuz” olmadığı iddia edilirse, “fırsatçı AKP’nin fırsatçı hukuku” diye de tanımlanabilir ama hafif kalır. Yönetim koltuğunda oturan ya da yasama için temsil yetkisi olan herkesin kafasındakinin kağıda dökülmesine hukuk denilseydi, hukuk, egemenin “ölüm silahı” olmak dışında bir işe yaramazdı. 

Güncelin genel tablosuna bakalım:
Cumhurbaşkanı başkanlığındaki bakanlar kurulu, OHAL KHK’lerini çıkarıyor ama ne Anayasa’ya ne de OHAL Kanunu’na uyuyor. KHK maddelerinin çoğunluğu OHAL’le ilgili değil, OHAL dönemiyle sınırlı da değil. AKP’nin,  yapısal değişiklik için her konuyu içine attığı, sermayenin de onay damgası vurduğu kocaman çuvallar, sözde hukuk olarak halkın, emekçilerin üzerine yığılıp duruyor.

Durum hukukla ilgili/ilgisiz herkesin okuyacağı/anlayacağı netlikte iken, Anayasa Mahkemesi “OHAL KHK’leri denetim dışı” (Türkçesi: “AKP varken denetim yapamam”) diyerek, “yaparım” şeklindeki içtihadını yok sayıyor.
TBMM, OHAL KHK’lerini, kendisine sunulmasından itibaren “en geç otuz gün içinde” görüşüp karara bağlaması gerekirken bu görüşmeyi ilk KHK için seksenaltı güne uzatıyor. Bu uzatma için Meclis’in tatilde olduğu (23.8.2016-1.10.2016 arası) günlere sığınıyor. Bu gerekçe geçerli değil ama haydi geçerli sayalım; bu sefer de otuz günlük süre onbeş gün aşılıyor, kırkbeş güne çıkıyor.
           
Hukukta süreler önemli ve bağlayıcıdır. Meclis, bu bağlayıcılığa otuz günlük sürenin komisyonlarda geçmesi gereken yirmi günü için uyuyor ama kalan on günü için uymuyor. Sonuçta, 23 Temmuz günü Resmi Gazetede yayımlanan 667 sayılı KHK, otuz günlük süre aşımı nedeniyle hükümsüz olduğu halde, TBMM İçtüzüğüne aykırı olarak, diğer değişle fiili/keyfi İçtüzük ihlaliyla görüşülüp, hukuksuz olarak yasalaştırılıyor. Bu ihlal ve hukuksuzluk, Yasanın Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi için en temel gerekçelerden biri olmalı.
OHAL KHK’leri, emme basma tulumba gibi; bir yandan yenileri çıkıyor, diğer yandan parlamento onayı veriliyor.   
OHAL dönemi hukuk ve uygulamaları, “hangi hukuk” arayışı için ipucu olabilir mi? OHAL hukuksuzluklarından kurtulma hedefine bağlı olarak, OHAL’siz hukuku savunmak hukuk devletine dönüş için yeterli mi?
Yalnızca OHAL örnekleri esas alınsa belki, ama Anayasa ve hukuka uyulmayan birçok fiili durum ile karşı karşıya olunması, bu fiili duruma düzen istikrarı adına göz yumulması, Türkiye’de yalnızca AKP yönetiminin değil, yasaması ve yargısıyla tüm devletin keyfileştiğini gösterir. Bununla da kalınmaz, düzen içi muhalefetin de bu keyfiliğin içinde bilerek ya da susarak kaybolduğunu gösterir.

Gerçekler, darbe girişimine sığınan korku dünyası ve gericilikle gizleniyor.
Her gün yaşanan onlarca olay bolca Alman Papaz Martin Niemöller’in hikayesini anlattırıyor. Her şey herkesin gözü önünde yaşanıyor, herkes uçurumdan yuvarlandığımızın ve sonumuzun farkında; her gün birileri demir parmaklıklar arkasına giderken sıranın kendilerine gelmeyeceği inancını taşıyanlar hikayeyi anımsatmayı görev sayıyor. Ama “ne yapmalı” diye sorulan sorulara gerçek adına yanıt veren az, “haydi iş başına” denildiği zaman ayağa kalkan daha da az. Sorun da burada.

Aziz Nesin’in “Ah Biz Eşekler” hikayesi, Alman Papaz’ın hikayesinden daha ağır ve acı anlatır suskunluğu, kafayı kuma gömmeyi. Bugünün Türkiye’si, eşeğin sağ kabasına pençe atılmasını, budundan büyük bir parça koparılmasını çoktan geçti; her taraf kan içinde… Hikayedeki eşekten farklı olarak, ses de çıkmıyor.
Hukuk adına çıkabilecek seslere bakalım:   
“Hangi hukuk” arayışına laiklik ve aydınlanma adına verilecek yanıt; hukukla birlikte, devlete, siyasete ve topluma dinselliğin müdahale etmemesi. Yeterli mi?  Değil…
Değil, çünkü dinsellikten arındırılmış devlet, siyaset ve toplum, sömürü düzeninin müdahalesi altında kaldığı sürece, bu üçlüden ortaya çıkan hukuk da sömürü düzeninin hukuku olacak.
Adına; faşizm, islami faşizm, diktatörlük, saltanat, başkanlık, parlamenter rejim, demokrasi, cumhuriyet, ne denirse densin, yönetim şekillerinin özünde kapitalizm ve emperyalizm varsa, ekonomi politiğinde de sömürü olacak.

Bu öz durdukça, sınıflı toplum yaşadıkça, sömürü sürdükçe, kimi kurumlara ve rejimlere, kimi dönemler örnek gösterilerek sahip çıkmak sistem içi uzlaşmaların belirsiz renklerinden başka anlam ifade etmez. Kapitalist/emperyalist sistem içinde “en iyi örnek” arayışlarına girip “hangi hukuk” sorusunun yanıtını aramak sermaye ve gericiliğin emekçi halka, işçi sınıfına biçtiği rolü değiştirmez, sömürüyü ortadan kaldırmaz.
Tabii ki kazanımlar birikimdir, yol göstericidir. Ama o kazanımlar, “hangi”yi ararken geçmişteki bir tarih dilimini değil, tarihsel süreci ve gerçeği işaret eder.

Devlet, “en güçlü sınıfın, ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece, ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devleti” iken hukuk da aynı sınıfın hukuku olur.
“Hangi cumhuriyet” toplantılarının Ankara ayağında Sevgili Tezcan Abay’ın uyardığı gibi, 2016 Türkiye’sinde cumhuriyetin içinden çıkarılacak daha ne kaldı ki? İçinden daha neler çıkarılmalı ki bu cumhuriyet sıfırlandı denilsin?

Aynı uyarı “hukuk devleti” için de geçerli. Hukuk ve yargı adına daha neler yaşanmalı ki, hukuk ve yargı sıfırlandı denilsin?
 “Hangi cumhuriyet, hangi aydınlanma, hangi devlet, hangi hukuk” sorularının yanıtını, sıfırlanmış hallerin geçmişindeki tarih dilimleri arasında aramak; vahşete rağmen gözleri, kulakları ve ağızları kapalı tutmak, canavarın göz göre göre büyümesine izin vermek anlamına gelir.
“Havuç-sopa siyaseti”ne razı olan her kişi, sömürüye hizmet eder; ezilenlerin mücadelesine de kurtuluşa da sekte vurur.

Konu, mülkiyet, sözleşme, özelleştirme, talan, teşvik, birikim, kâr, işsizleştirme, ucuz işgücü, baskı, şiddet, savaş, masumiyet karinesi, ölüm cezası, laiklik olduğu zaman, hukuku hem araç olarak kullanıp hem de üzerinde tepinenlere karşı “hukuksal masumiyetle” mücadeleye girişmek saflığın ve teslimiyetin âlâsı olur.   
Hukuk, sınıfsal karşıtlıkların ötesinde değildir. Eşitsizliğin, özgürlüksüzlüğün, adaletsizliğin herhangi bir dilimindeki “iyi örnek parçaları”, avutur, oyalar ama arayışların gerçek karşılığını vermez, veremez. Sınıfsal mücadele verenler bunu çok iyi bilir.

Çözüm, sömürü düzenini yaratan ilişkilerin içinde değil; o düzeni işçi sınıfının örgütlü gücü ve mücadelesiyle yıkacak olan ilişkilerdedir. Yıkılmalıdır ki, yerine kurulacak eşitleştirilmiş, özgürleştirilmiş, fiili adaleti sağlanmış toplumun ilişkileri kendi hukukunu da yansıtsın.

ALİ RIZA AYDIN / SOL

2 Kasım 2016 Çarşamba

Saat kaç, bilemeyen ülke - AYDEMİR GÜLER

Yaz saati uygulamasının hatırladığım eski bir uygulamasında, o zamanlar adı henüz İstanbul Sinema Günleri’ydi, seansı şaşırmıştık. Yalnız değildim, bayağı kalabalıktık. Şimdilerde bayağı partizanca randevularda devam ediyor şaşırmışlığımız… Biz böyleyken millet ne yapsın?

Ancak 2016 itibariyle durum kategorik olarak farklı. Ülkemiz saatini yılda iki günlüğüne şaşırmakla kalmıyor. Birkaç yıl önce yabancı veya gerçekçi dostlarımdan duyduğum takdirler oluyordu Türkiye’ye dair. Her gelişlerinde havaalanlarını daha da gelişmiş buluyorlardı. Caddeler parlıyor, beton malzemeli de olsa modernite yükseliyordu. Para akıyordu ve parlatıyordu. Törkiş Erlayns mı? Benzeri yoktu… Yerli gerçekçilerimiz ise Türk firmalarının dünya kapitalizminin yükselen yıldızı olduğunu, inşaatta zirveye tırmandığımızı, bankacılık sisteminin güvenilirliğini işaret ediyorlardı. Koca Fransa, bir zamanlar yıldız İtalya’sı ve daha niceleri nal topluyordu, İngiltere bir üçüncü dünya görüntüsü veriyordu… Türkiye’nin çizdiği tablo açısından hiç de haksız değillerdi ve zaten benim burada andığım dostlarım ne AKP’ci, ne kapitalizm hayranıydılar. 

Şimdi meselemiz saatini bilmemek değil. Türkiye dökülüyor!

Kestirmeden söyleyeyim, bu kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının tezahürlerinden biridir. Türkiye, dünyanın “en satıcı” ve hatta neredeyse (AKP’nin ılımlı-uyumlu İslam halini hatırlayın) en bir model yöneticilerine kavuşma şansını yakalayan bir kapitalist ülke olarak parayı çekiyordu. Para? Dünyada ondan çok vardı! Marx’ın, kâr oranlarının eşitlenmesini anlatırken dalga geçtiğini düşünmüşümdür hep; kârlılık hangi sektörde yüksekse sermaye oraya akar ve bu akışın sonucunda belli bir sürede oranlar eşitlenir. Ama dank etmesi zaman alır ve bir dönemin adamı vezir eden sektörü, bakmışsınız rezil etmiş! Yaşananın kitaptaki sade karşılığı budur ve bu gözlem/analiz Marx’ın ayrıcalığı da değildir. Neo-klasik giriş kitaplarında bu akılsızlık böbürlene böbürlene anlatılır.

Türkiye de şişti, doldu, taştı ve çöküyor.

Keşke kapitalizm ve onun kâr edenleri kendi başlarına çökselerdi! Ne yazık ki, hayat böyle değildir ve kapitalistler beraberlerinde bütün toplumu bataklığa çekerler. En basiti, işsizlik de taşar. Ona lümpenleşme eşlik eder. Şık şıkıdam, elegan ve eğitimli, gayet modern kapitalistler asla viski alamaz duruma düşmeyeceklerdir. Ama onlar, düşen karlar karşısında ağlaşırken ve hem birbirlerinin, hem de istihdam ettikleri yoksulların kuyusunu kazarken, örgütlenmek yerine lümpenleşme yoluna giren emekçiler insanın en insanlık dışını resimlerini yaratırlar. Bali çeker, sokağa düşen çocukları. Üstünlüğünü cinsel eyleminde tatmin etmenin dibine vurur ve kediye köpeğe göz koyarlar en sapkınları. İşsizlerin, toplam nüfuslarından göçmenleri ve kadınları kovmaya kalkmaları emekçilerin en kolay gericilik pratiğidir. Göçmenleri milliyetçilikle kovalamaya, kadınları dinsel taassupla eve kapamaya, dövüp tecavüz etmeye meylederler. Hep birlikte biat ettiklerinde onları kurtaracak güçlü otorite aramaya koyulurlar.

Örgütlenmeye ve insanlıklarını korumaya yönelenler aynı anda hem onları bataklığa iten kapitalistlerle, hem de bataklığa çeken sınıfdaşlarıyla mücadele etmek zorundadırlar.
Olan budur ve Türkiye’nin 21. yüzyıl başında hızla tanıştığı (post-)modernitenin sonuna gelinmiştir. Törkiş erlayns’ın itibarının peşine takılan havayolu şirketleri rötar rekortmenidir. Havalimanlarıysa dökülmektedir. Duble yol şampiyonası çoktan bitmiş, iş “şuraya bi tünel açsak be başkan, bizim emmioğlu aç kaldı aylardır”a dönmüştür. Teknoloji geyiğinden kırılan enerji tekelleri, gözlerini yeni saat sistemi sayesinde birkaç ayı kurtarmaya dikmiş olabilirler. Hükümet belki buna yatıyordur, belki de gerçekten tasarruf peşindedir. Ama sonuç gariptir; tasarruf olsun diye zamanında yaz saati uygulamasına geçen Türkiye'nin mevcut hükümeti, adına kış saati dedikleri uygulamayı kaldırayım derken Türkiye'ye gerçek saat dilimini terk ettirmiştir! Konut sıkıntısına çare diye masaya sürülen TOKİ’nin açtığı yoldan ayrıcalıklı trafik canavarları olarak çıkan beton araçları ve hafriyat kamyonları büyük kentlerde insan ezip duruyor!

Bu örnekler ve sizin ekleyebileceğiniz niceleri koskoca bir pakettir. Kapitalizm daha kârlı diye imamlara emanet edildi. Ne cumhuriyet kaldı, ne laiklik, ne kadın özgürlüğü, ne insan hakkı…

Saat kaç, bilmeyen bir ülkede yaşanabilir mi? Ne demiş Engels: Özgürlük zorunluluğun bilincidir… Zorunluluk örgütlenmek ve mücadele etmekten başka ne olabilir?

Aydemir Güler
SOL

Tehlikeye karşı ne yapacaksınız? - ÖZGÜR MUMCU

Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümünden iki gün sonra Cumhuriyetle yaşıt bu gazeteye yapılan saldırının amacı açıktır.

Bir rejim değişikliği sürecindeyiz. Bu sadece basit bir otoriterleşme ya da baskıcı yönetim meselesi değil. Şartların olgunlaştığına inanan siyasal İslamcı irade, soğuk savaş yıllarında düşlerini kurduğu düzeni oturtuyor.

Bu yeni düzen için saha temizliği gerekiyor. Darbe girişimiyse iktidara bu temizlik için gerekli zemini sağladı. Karşımızda hasım gördüklerini imha ettikçe büyüdüğünü ve durursa düşeceğini zanneden bir yapı var. Ancak krizle, çatışmayla, gerginlikle ve muhalefeti yok ederek var olabiliyor.

Bu sebeple Cumhuriyet’e yönelik bu saldırı yeni rejimin ne ilk ne de son hamlesi olacak. Ancak bunun bir kırılma noktası olduğu da ortada. Memleketin kurucu değerlerinden şehvetle nefret eden bir kadro, devletin her unsuruna hâkim. Bu şehvetli nefretin odağına Cumhuriyet gazetesini yerleştirmesi ise şaşırtıcı değil.
 
Üzücü olan bu saldırıya alkış tutan, iktidarın yarın suratına sırıtıp sırtına tekmeyi basacağı ahmakların siyasal İslamın heybesinde ekmek kırıntısı kemirmeyi marifet bilmesi.
Cumhuriyet Vakfı’nın üyeleriyle, Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, Aydın Engin ve Kadri Gürsel’i gözaltına alan bu irade aslında memleketin kurucu değerlerini benimseyen bütün kesimleri gözaltına almayı arzulamakta.

Bütün bu yerli ve milli laflarının altında yatan bellidir. İktidarın karşısında boyun eğmeyen herkes ona göre gayri milli. Yani toplumun neredeyse yarısı temizlenmesi gereken yabancı bir madde.

Kendisi gibi olmayanları düşman kuvvetler olarak değerlendirdiği için bu derece zalim, aceleci, aldırmaz ve hoyrat bir güç her yere saldırmakta.

Cumhuriyet’e saldırarak ise kritik bir eşik zorlanıyor. Şayet yeterli toplumsal tepki gelmezse sırada Cumhuriyet’in kendisi var.

Bunun lamı cimi yok. Her şey gün gibi ortada.

Artık sorulması gereken soru “tehlikenin farkında mısınız” değil. Şu anda tek soru şu: “Tehlikeye karşı ne yapacaksınız?”
Bugün kendinize sadece bunu sorun.

Tehlikeye karşı ne yapacaksınız?

Özgür Mumcu
CUMHURİYET

Suya sabuna dokunmanın bedeli - TAYFUN ATAY

Bizi karşılıksız seven, canından parça bilen, kalbimizden, dürüstlüğümüzden, niyetimizden emin, o yüzden iftihar eden, duasını eksik etmeyen… 
Ama yine de bu halkın iktidarlar, muktedirler, mütegallibeler, zalimler, diktatörler karşısında yüzlerce yıllık öğrenilmiş çaresizliğini en çarpıcı acılıkla özetleyen deyişle… 
“Aman sen yine de suya sabuna dokunma” diyenlerimizin sözünü dinlemememin bedelini ödüyoruz. 
Suya sabuna dokunmanın yunmuş-yıkanmışlık, temizlik-tertemizlik, paklık-pirüpaklık olduğunu bildikleri halde… 
Karşımızda suya sabuna dahi dokunamayacak kirlilikleriyle gemi, üstelik “Din” diye diye azıya almışlar olduğunu bildikleri halde… 
Ahlâkımızdan, namusumuzdan, haklılığımızdan asla tereddütleri olmadığı halde… 
Ahlâksızlığın, namussuzluğun, nâhaklığın kararttığı memleket havasında güvercin ürkekliğiyle yaşar hale gelmiş sevenlerimizin sözünü dinlememenin bedelini ödüyoruz. 
Suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz.

***
Gazetemize darbenin hemen ardından adeta yaralarımızı sarma yolunda birbirimize sokulduğumuz büroda duayenimiz Orhan Erinç bir anısını paylaştı. 1961’de çalıştığı gazetede, bir dönem yazı yazan Necip Fazıl Kısakürek’le ilgili… 
Necip Fazıl gazeteye “Büyük Doğu”ya gönül vermiş İslâmcı gençlerle gelir, faksın dahi olmadığı o günlerde yazısını bir odada yazar, bırakır ve yine “Büyük Doğu”lu gençler eşliğinde gidermiş. 
Bir gün Orhan Abi, kapıda Necip Fazıl’ın yazısını bitirip çıkmasını bekleyen gençlere dayanamamış, sormuş: “Yahu bu adam kumar da oynuyor, içki de içiyor, siz buna nasıl bu kadar adadınız kendinizi” diye… 
Cevap net gelmiş: 
“Olsun, İslamiyet’e hizmet ediyor ya!..”

***
Başlı başına bu anıyı zikretmek dahi suya sabuna dokunmaktır!.. 
Peki, bu bakımdan bugün değişen bir şey var mı?.. 
Yok. 
Baksanıza CHP milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan’ı Aydın’da bir restoranda ayağından vuran saldırgan, “kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak, zorla alıkoymak ve çeksenet tahsilatı yapmak”tan sabıkalı şahıs kendini nasıl savunmuş: 
“Arkadaşımla yemek yiyorduk. Bülent Tezcan ve yanındakiler de aynı mekâna geldi. Cumhurbaşkanı hakkında konuşuyordu. O sırada aklıma HDP kongresine katıldığı ve saygı duruşunda bulunduğu geldi. Dayanamadım ve yanına gittim, ‘Reis hakkında düzgün konuş’ dedim. O da bana ters bir cevap verdi, ateş ettim.Alkollüydüm.” 
Budur!.. 
Ve hiç suya sabuna dokunmanın; “Kafa kıyak gençlik istemiyoruz” diye mangalda kül bırakmayan lidere çek-senet mafyalı ve alkollü bu adanmışlık karşısında “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diye sormanın âlemi yok. 
Hem zaten ne deseniz cevap yine net olacaktır: 
Olsun, “Reis”e hizmete ediyor ya!..

***
Ama işte dayanamıyor ve böyle insan olunmaz, böyle Müslüman da olunmaz diyerek suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz. 
“Olsun, alnı secdeye değiyor mu, değiyor” demeyip alnı secdeye değse de hırsız hırsızdır, arsız arsızdır, tacizci tacizcidir diyerek suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz. 
Din adına kalpleri çalıp, ruhları teslim alıp, paraları sıfırlayıp,HESAPLARI“offshore” layıp bu topraklarda dini de var olduğuna pişman ettiniz diyerek suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz. 
Sınır ötesindeki kirli iç savaşta bir o kadar kirli operasyonlara bulaştınız; ülkeyi hem içerde hem dışarda savaş cehennemine boğup cehennem ateşinde iktidarınızı pekiştirdiniz diyerek suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz. 
Etle tırnak olduğunuz bir yapıyla kanlı bıçaklı olunca şimdi mağduru oynarken aslında “mesul” olduğunuzu unutturmak için OHAL’i de fırsat yapıp size muhalif herkese cadı avı başlattınız diyerek suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz. 
Bu memleket bu faşizan dinbazlığı hak etmiyor diyerek her şeye rağmen hâlâ temiz, tertemiz bir Türkiye var kılma inancı ve inadıyla suya sabuna dokunmaya devam etmenin bedelini ödüyoruz. 
“Cumhuriyet” olmanın, olmaktan vazgeçmemenin bedelini ödüyoruz.

Tayfun Atay
CUMHURİYET

1 Kasım 2016 Salı

Koşar adım faşizm-OĞUZ OYAN/SOL

RTE'nin ve AKP'nin acelesi vardı. Ya hızlanacaklar ya da yeni rejim inşasının tökezlemesine tanık olacaklardı. Başarısız bir darbe girişimi kadar arzuladıkları başka birşey yoktu. Bunu Ergenekon/Balyoz sahte davası ve 2007 e-muhtırası ile deneyimlemişler ve bu sayede epey yol almışlardı. Dolayısıyla 15 Temmuz ilaç gibi gerekliydi. Şimdi koşar adım gitmek için tüm koşullar birleşmiş durumda.

15 Temmuz, tüm muhalefetin sindirilmesi, Meclis'in önemsizleştirilmesi ve Anayasal yargının da tam olarak yedeğe alınması için bir sıçrama tahtası olarak kullanıldı. Kendini bir süre daha ancak AKP'nin yörüngesine girerek var edebileceğini gören, üstelik içte ve dışta kendi savaşçı tarzını uygulayan AKP'ye karşı muhalefet alanı kalmamış olan MHP, safını çabuk belirledi. O kadar ki, kendi konumlanmasını meşrulaştırabilmek adına, anamuhalefete muhalefet etmeyi de gönüllü olarak üstlendi.  Şimdi muhtemelen "AKP'yi dengeleyen anahtar parti" olarak prim yapmaya meyledecek: AKP'nin Anayasa taslakları arasında kendine göre "ehven-i şer" olana (büyük olasılıkla başbakanı da koruyan yarı-başkanlık sistemine) geçit vererek, devleti ve rejimi kollayan parti payesini elde etmek isteyecek. Bütün bunlar, milliyetçilik kozunu da iktidar çoğunluğuna kaptırmış, dolayısıyla siyasi varlık nedenini büyük ölçüde yitirmiş bir partinin son savunma manevraları.

Ana muhalefet ise, başlangıçta elinde olan iktidarı olan bitenden sorumlu tutma fırsatını kullanmayarak yani cepheden saldırma cesaretini gene gösteremeyerek, üstelik içte ve dışta sıkışan iktidarın kendi desteğine ihtiyaç duyarak frene basacağı yönünde yanlış bir tahlile dayanarak (muhtemelen Abdullah Gül ve Mesut Yılmaz'dan gelen telkinlere de kapılarak), "milli mutabakat" ve "Yenikapı ruhu"na kolayca teslim oldu. Bunun yanlış yol olduğunu kendi tabanından önce iktidarın nobran davranışları göstermekte gecikmedi. Şimdi CHP liderliği istediği kadar hırçınlaşıp bu zülden kurtulmaya çalışsın, "taş yerinde ağırdır" özdeyişinin geçerliliğini değiştiremez. "Meclis bombalanırken beyefendi Marmaris'te tatildeydi" gibi yanlış yüklenmelerle karşı tarafa yeni saldırı malzemeleri sunan amatörlüklerle de kendi inandırıcılığını daha da sarsar.

Özetle, 15 Temmuz'dan AKP iktidarı şu kazanımlarla çıktı:
- OHAL rejimi altında TSK'da, yargıda, eğitimde ve tüm kurumlarda normal koşullarda yapamayacağı bir ayıklamaya gidebildi. Darbe bahanesiyle tüm muhalifleri hedef alabildi.
- KHK'lerle TBMM'yi devre dışı bırakarak OHAL çerçevesini çok aşan yapısal düzenlemelere girişti.
- Anayasa Mahkemesi'ni, kendi eski içtihatlarına bile sahip çıkamaz duruma düşürerek KHK'leri meşrulaştırdı.
- Savaş çığırtkanlığını daha fütursuzca yapabileceği, Meclis'te iki muhalefet partisinin de desteğini alarak savaş tezkeresini geçirebileceği bir ortamı oluşturdu ve gereğini de hemen yapmakta gecikmedi. Savaş iklimini kullanarak, ucuz milliyetçilik yaparak, içerdeki baskılarını çoğaltma ve siyasi tabanını MHP seçmenine doğru genişletme fırsatını da geliştirmiş oldu.
- MHP'yi yedeğine alarak Anayasa değişikliğinin ve başkanlık rejiminin Meclis'te onaylanacağı koşulları güvenceye aldı.
- Kürt siyasi hareketini, darbeye karşı tavır almasına karşın, içerde iyice etkisizleştirdi, muhalefet alanını daralttı.
- CHP'yi başlangıçta yanına çekerek onun tutarlı ve güçlü bir muhalefet çizgisi izleme ihtimalini berhava etti; daha sonraki sertleşmelerinin ise bir tutarsızlık olarak anlaşılmasını kolaylaştırdı.
- Nihayet, muhalif medyayı ve yazarları susturarak, baskı altına alarak, "dikensiz gül bahçesi" oluşturma yolunda büyük bir mesafe daha aldı.

***
İktidarın Cumhuriyet Gazetesi'ne topyekün saldırısı, işte bu son başlıkta, medyanın baskılanması konusunda yeni bir eşiğe işaret ediyor. Bundan böyle hiçbir muhalif yayın organı, sosyal medya dahil, güvende olmayacaktır. Cumhuriyet'in 93. yılını kutlama törenlerinin hemen ertesinde, Cumhuriyet ile yaşıt (92. yılın kutlayan) bir gazeteye yapılan saldırı, hiç kuşkusuz Cumhuriyet'e yapılmış gözükara bir saldırıdır. Cumhuriyet Gazetesi içindeki birkaç yıldır şekillenmiş olan yeni yapılanmaya eleştirel gözle bakanların da bu konuda hata yapmamaları gerekir; iktidar, böyle yarıklardan daha kolay sızarak ele geçirme operasyonunu meşrulaştırmaya girişecektir. Nitekim, iktidarın yargısı Cumhuriyet Gazetesi Vakfının Genel Kurulu'ndaki oylamayı bile iddiaları arasına almış durumdadır.

***
Eğer bu ülkede hala demokrasi mücadelesi yapılabilecekse, bunun aydınlanma ve laiklik mücadelesinden ayrılamayacağını ve bunun da Batı'dan medet umularak yapılamayacağını anlamak gerekiyor. Dolayısıyla demokrasi mücadelesi eğer olacaksa, bu, AKP'nin dizginlendiği bir siyasal ortamın değil AKP'siz bir Türkiye'nin hedeflenmesiyle olabilecektir. Bu da, AKP öncesine dönüş gibi bir imkânsızlığın peşine düşerek değil, yeni bir Cumhuriyet yaratarak olabilir ancak.

***
Dün Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosunu ziyaret ettiğimde, umutsuzluğu ve umudu bir arada gördüm kitlelerde. Umutsuzluğa yer olmamalı. Umudumuz, ele geçiremedikleri tek mevzi olduğu için en büyük gücümüzdür, onlar da bu nedenle umudun düşmanıdır.
Sonsözü Nazım'a bırakalım; bize 6 Aralık 1945'den sesleniyor:
"Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
- çürüyen diş, dökülen et -,
bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet..."

Oğuz Oyan/SOL