Onlardan birini, “Duayen Gazeteci Mete Akyol”u, geçen cumartesi günü Büyükada’da doğanın kucağına bıraktık.
Gazetemiz “Cumhuriyet”e başlatılan saldırıların daha ilk sürecinde dayanışma içinde olmuş, “Dündar” ile “Gül” için, sandalyesini alıp Silivri tutukevinin kapısı önünde tek başına nöbete başlamıştı.
Bu “Silivri zindanını” iyi bilirdi. Çünkü, “Silivri Çadır Mahkemesi”ndeki duruşmalarda da nöbetteydi.
Mahkeme salonunda, kısa süreli, duruşma aralarında tutuklularla yakınlarının, ziyaretçilerinin iki metrelik bir arayla yakınlaşıp konuşmaları sırasında, onca tutuklu ile birlikte, can dostu “Prof. Dr. Haberal”ı görebilmek için, oturduğu sıranın üstüne çıkar, kollarını açarak selamlardı.
Cumartesi günü Akyol’u, Büyükada’ya götürürken bunları -benzer onca anıyı- anımsayıp durdum.
“Başkent Üniversitesi Kültür Yayını” olan “Bütün Dünya” dergisinin, “Yayın Genel Yönetmeni”ydi; derginin “Kasım” sayısında -çoğu kez olduğu gibi- yine “Atatürk” ile ilgili bir yazısı yer almıştı; başlığı ilginçti, “Atatürk’ün Varlığa Dönüşen Yokluğu”.
Şöyle başlıyordu: “Atatürk’ün aramızdan ayrılmasıyla oluşan ‘yokluk’, her geçen yıl giderek büyüyen bir ‘varlığa’ dönüşmektedir.
Bu varlık, ‘Atatürk’ün yokluğu’ olgusudur ve her geçen ay büyüyerek, Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir ‘tehlike’ ortamı yaratmaktadır!”
“Mete Akyol”, bir “tümör”e benzettiği bu varlığın yarattığı “yıkım”ın, ülkemiz için artık “görev başına” çağıran bir “uyarı” olduğunu vurgular.
Katılmamak olası mı?
Değerli dostlar, Akyol’un bu denli birdenbire bizi bırakmasını, ne inanç bağlamında ne de akıl yoluyla kabullenmek kuşkusuz çok güç... Evet öyle; ne ki bir de, oldukça tehlikeli bir rahatsızlığınızı duyar duymaz, anında yanı başınızda belirip, en kısa sürede hastaneye kaldırtarak, güvenli ellere teslim edip, sağlığınızı yeniden kazanmanız için canla başla ilgilenip evinize dönmenizi sağladıktan bir-iki gün sonra kendi yaşamını kaybediverirse, nasıl bir durumda olurdunuz?
İşte şimdi ben öyleyim... Olanları kısaca sizinle paylaşmak istiyorum; 26 Ekim gecesi ciddi bir sağlık sorunu yaşadığımın haberini alan Mete Akyol, Başkent Hastanesi’nin cankurtaranının yola koyulmasını sağlayıp, “Prof. Dr. M. Haberal”ı arayarak bilgilendirmiş; hastanenin kardiyoloji bölümüne getirilip “Prof. Dr.Pehlivanoğlu’na teslim edildim; ikinci günün sonunda ayaktaydım.
Demek ki, ilk andan başlayarak yanı başımdan ayrılmayan “Gülçin-Mete Akyol” ve “Ferda- Mustafa Mutlu” ile “29 Ekim” yürüyüşüne katılabilecektim. Onlar, “Kartal Belediyesi”nin çağrılısı olarak Kartal’da yürürlerken, ben de kardeşimle, artık iyice gelenekselleşen “Kadıköy-Bağdat Caddesi” yürüyüşüne katıldım.
Ve Mete Akyol bu sıralarda, büyük bir tutkuyla, titizlikle, coşkuyla hazırladığı, “Çorum Belediyesi Temizlik İşçilerinin Yürüyüşü” adlı “Belgesel”inin “Kanal B”de ekrana getirilmesi beklentisiyle de dopdoluydu. Bu işçilerle birlikte, “1966”yılının “40” derecelik Ağustos sıcağında, “Çorum- Ankara-İstanbul”a ulaşan “750 km”lik yolu üstelik “çıplak ayak” yürümüştü, “17 gün” boyunca...
İşte bu tarihsel yürüyüşün tüm ayrıntılarını içeren belgeselin, geçen çarşambagecesi “Kanal B”de gösterimi bitince, aradığımda içi içine sığmıyordu, haklıydı, çok beğenilmişti, arkası da gelecekti. Ertesi sabah -bir toplantıda bulunmak için- Ankara’ya gitmek üzereyken birdenbire bizi bırakıverdi.
Oysa dönüşünde, Cumhuriyet’in bahçesindeki eyleme katılacaktı, elinde Atatürk posteriyle... “Böylece, Cumhuriyet’in adının O’nun tarafından konduğunu bir kez daha hatırlatmış olalım” diyordu.
Yine kendisine katılmamak olanaksız değerli dostlar; iki milyara yaklaşan “İslam”dünyasındaki tek “laik” ülke olan “TC Devleti”nin bu yapısını hem de Atatürk dönemine karşı gelenlere bunu anımsatmak için O’nun posterleriyle Cumhuriyet’in bahçesinde olmak kuşkusuz anlamlı olur; ne dersiniz? Ayrıca değerli dostlar, dokuz tutuklu yazar ve görevlilerimiz için “Silivri” yollarına düşsek...
Umarım, Saniye Yurdakul, bu yazıyı okur...
Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET
Gazetemiz “Cumhuriyet”e başlatılan saldırıların daha ilk sürecinde dayanışma içinde olmuş, “Dündar” ile “Gül” için, sandalyesini alıp Silivri tutukevinin kapısı önünde tek başına nöbete başlamıştı.
Bu “Silivri zindanını” iyi bilirdi. Çünkü, “Silivri Çadır Mahkemesi”ndeki duruşmalarda da nöbetteydi.
Mahkeme salonunda, kısa süreli, duruşma aralarında tutuklularla yakınlarının, ziyaretçilerinin iki metrelik bir arayla yakınlaşıp konuşmaları sırasında, onca tutuklu ile birlikte, can dostu “Prof. Dr. Haberal”ı görebilmek için, oturduğu sıranın üstüne çıkar, kollarını açarak selamlardı.
Cumartesi günü Akyol’u, Büyükada’ya götürürken bunları -benzer onca anıyı- anımsayıp durdum.
“Başkent Üniversitesi Kültür Yayını” olan “Bütün Dünya” dergisinin, “Yayın Genel Yönetmeni”ydi; derginin “Kasım” sayısında -çoğu kez olduğu gibi- yine “Atatürk” ile ilgili bir yazısı yer almıştı; başlığı ilginçti, “Atatürk’ün Varlığa Dönüşen Yokluğu”.
Şöyle başlıyordu: “Atatürk’ün aramızdan ayrılmasıyla oluşan ‘yokluk’, her geçen yıl giderek büyüyen bir ‘varlığa’ dönüşmektedir.
Bu varlık, ‘Atatürk’ün yokluğu’ olgusudur ve her geçen ay büyüyerek, Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir ‘tehlike’ ortamı yaratmaktadır!”
“Mete Akyol”, bir “tümör”e benzettiği bu varlığın yarattığı “yıkım”ın, ülkemiz için artık “görev başına” çağıran bir “uyarı” olduğunu vurgular.
Katılmamak olası mı?
Değerli dostlar, Akyol’un bu denli birdenbire bizi bırakmasını, ne inanç bağlamında ne de akıl yoluyla kabullenmek kuşkusuz çok güç... Evet öyle; ne ki bir de, oldukça tehlikeli bir rahatsızlığınızı duyar duymaz, anında yanı başınızda belirip, en kısa sürede hastaneye kaldırtarak, güvenli ellere teslim edip, sağlığınızı yeniden kazanmanız için canla başla ilgilenip evinize dönmenizi sağladıktan bir-iki gün sonra kendi yaşamını kaybediverirse, nasıl bir durumda olurdunuz?
İşte şimdi ben öyleyim... Olanları kısaca sizinle paylaşmak istiyorum; 26 Ekim gecesi ciddi bir sağlık sorunu yaşadığımın haberini alan Mete Akyol, Başkent Hastanesi’nin cankurtaranının yola koyulmasını sağlayıp, “Prof. Dr. M. Haberal”ı arayarak bilgilendirmiş; hastanenin kardiyoloji bölümüne getirilip “Prof. Dr.Pehlivanoğlu’na teslim edildim; ikinci günün sonunda ayaktaydım.
Demek ki, ilk andan başlayarak yanı başımdan ayrılmayan “Gülçin-Mete Akyol” ve “Ferda- Mustafa Mutlu” ile “29 Ekim” yürüyüşüne katılabilecektim. Onlar, “Kartal Belediyesi”nin çağrılısı olarak Kartal’da yürürlerken, ben de kardeşimle, artık iyice gelenekselleşen “Kadıköy-Bağdat Caddesi” yürüyüşüne katıldım.
Ve Mete Akyol bu sıralarda, büyük bir tutkuyla, titizlikle, coşkuyla hazırladığı, “Çorum Belediyesi Temizlik İşçilerinin Yürüyüşü” adlı “Belgesel”inin “Kanal B”de ekrana getirilmesi beklentisiyle de dopdoluydu. Bu işçilerle birlikte, “1966”yılının “40” derecelik Ağustos sıcağında, “Çorum- Ankara-İstanbul”a ulaşan “750 km”lik yolu üstelik “çıplak ayak” yürümüştü, “17 gün” boyunca...
İşte bu tarihsel yürüyüşün tüm ayrıntılarını içeren belgeselin, geçen çarşambagecesi “Kanal B”de gösterimi bitince, aradığımda içi içine sığmıyordu, haklıydı, çok beğenilmişti, arkası da gelecekti. Ertesi sabah -bir toplantıda bulunmak için- Ankara’ya gitmek üzereyken birdenbire bizi bırakıverdi.
Oysa dönüşünde, Cumhuriyet’in bahçesindeki eyleme katılacaktı, elinde Atatürk posteriyle... “Böylece, Cumhuriyet’in adının O’nun tarafından konduğunu bir kez daha hatırlatmış olalım” diyordu.
Yine kendisine katılmamak olanaksız değerli dostlar; iki milyara yaklaşan “İslam”dünyasındaki tek “laik” ülke olan “TC Devleti”nin bu yapısını hem de Atatürk dönemine karşı gelenlere bunu anımsatmak için O’nun posterleriyle Cumhuriyet’in bahçesinde olmak kuşkusuz anlamlı olur; ne dersiniz? Ayrıca değerli dostlar, dokuz tutuklu yazar ve görevlilerimiz için “Silivri” yollarına düşsek...
Umarım, Saniye Yurdakul, bu yazıyı okur...
Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET