20 Kasım 2016 Pazar

Leonard ve Suzanne - Mine G. Kırıkkanat

1960’lı yıllara adım atıyordu, insanlık. Özgürlük rüzgârı çıkmamıştı henüz, ama havada baharı vaat eden bir esinti, yürekleri yapraklandıran bir umut kokusu, bir iyimserlik vardı.
Ozanlar her zamanki gibi beş parasız, sanatçıların çoğu meteliğe kurşun atardı.
Ama illaki reklamcıya dönüşmeden, onun bunun tabanını yalamadan, maskarası olmadan ayakta ve hayatta kalınabilen; çünkü henüz ihtiyaç fazlasına öykünmeyen bir dünyaydı.
Karınlar azla doyuyor, böylece obez de olunmuyordu!
Elbette tüm dünyadan değil, dünyaya yön veren dünyadan söz ediyoruz.
İşte o dünyada, Leonard Cohen adında yoksul bir ozan yaşıyor, kendisi ve arkadaşlarından başka kimsenin duymadığı, dinlemediği şarkılar yazıyordu.
Bir gün Montreal’deki caz kulübü Vieux Moulin’de, yontucu arkadaşı Armand Vaillancourt ile buluştu. 

Armand’ın yanında dansçı Suzanne Verdal vardı. “Nişanlım!” diye tanıştırdı.
Leonard, Suzanne’ın saçtığı ışığa kapılıverdi, hatta çarpılmıştı! İki nişanlı pistte dans ederken “arkadaşının aşkı” olmasına karşın gözlerini genç kızdan alamıyordu.

***
Aradan birkaç yıl geçti.
Yontucu arkadaş, Suzanne’la evlenip ayrılmıştı.
1965 yazı, Leonard Cohen nihayet cesaret edip Suzanne’ın kapısını tıklattı.
Genç kadın, yontucu arkadaştan olan kızı Suzie’yle birlikte Saint Laurent nehri kıyısında bir evde yaşıyordu. Leonard’a portakal kabuklu Çin çayı ikram etti, sonra Montreal sokaklarında dolaştılar, bir kilisede mumlar yaktılar. Geçirdikleri saatleri, Suzanne Verdal şöyle anlatacaktı:
“Leonard çok çekici bir erkekti. Av tablosu da epeyce kalabalık... O kalabalığa karışmak istemedim. Elbette bir aşk yaşadık ama asla birlikte olmadık.”
Leonard ise dertliydi: “Gemiler evin penceresinden geçiyor ve ben ellerimle dokunamadığım kusursuz vücudunu ruhumla okşuyordum...”
Yazıp bestelediği Suzanne Takes You Down başlıklı şarkıyı ilk seslendiren, Judy Collins oldu.

***
Sonunda, yani aslında şöhretin başında, 1967’de çıkardığı ilk albümü Songs of Leonard Cohen’in ilk parçası Suzanne başlığını taşıyor ve nihayet kendi sesinden Suzanne Verdal ile yaşadığı sorunlu, çünkü zorunlu platonik aşkı anlatıyordu.
1970’li yılların sonunda Minneapolis’te konser veriyordu. Suzanne Verdal’in dinleyiciler arasında olduğunu bilmiyordu. Kuliste karşısında görünce şaşırdı, sevindi ve ona, “Bana güzel bir şarkı armağan ettin!” diye teşekkür etti. Suzanne ise artık süperstar olan eski âşığına, Paris, San Fransisco ve New York’ta yaşadıktan sonra yeniden Montreal’e yerleştiğini anlattı. Her biri ayrı babadan üç çocuğunu yine yalnız büyütüyordu. Yine vedalaşıp ayrıldılar.
1985 yılında Leonard Cohen de Montreal’e döndü. Bir sabah yürüyüş yaparken Jacques Cartier Meydanı’ndaki sokak gösterisi ilgisini çekti. Kalabalık onu tanıyıp yol açınca, göz göze geldiler. Sokak sanatçısı, Suzanne’dan başkası değildi. Dansçı, Leonard Cohen’e gülümseyerek reverans yaptı. Ama Leonard, gülümsemek ya da selam vermek yerine ansızın sırtını dönüp hızlı adımlarla uzaklaştı.

***
O günden öteye adını taşıyan şarkıyı duymak istemeyen Suzanne Verdal, 1999 yılında merdivenden düştü. Bilekleri kırılmış, sırtı incinmiş, artık dans edemeyecekti. Parasız, kimsesiz, Los Angeles’te bir otoparkta yatıp kalkıyordu. Eski âşığının aynı yıllarda birkaç kilometre ötedeki Budist manastıra kapandığını hiç bilmedi.
Birbirlerini bir daha görmediler.
Ama 2008 yılında menajeri yüzünden iflas eden Leonard Cohen’i yine platonik aşkı, yani dünyanın her yerinden telif hakları yağmaya devam eden Suzanne şarkısı kurtardı!
Leonard Cohen pek çok kadın sevdi, dördünün adını şarkılaştırdı.
So Long Marianne’ın esin perisi, yine bir arkadaşının eski karısı Marianne Jensen’di.
İki oğlunun annesi ise başka bir Suzanne, Suzanne Elrod oldu(*)...
(*) Kaynak: Journal Du Dimanche, Fransa.


 Mine G. Kırıkkanat
CUMHURİYET

Ecevitlere veda ettiğimiz gün - EMRE KONGAR

Yüzü aşkın gazeteci hapiste... 
Pazar günleri anılarımı yazmaya başladığımdan beri bu geleneği sürdürmeye çalışıyorum ama insan hapiste yatan yazarları, gazetecileri, hele hele, bu yazarlar, gazeteciler arasındaki hastaları, yaşlıları, dostlarını, tanıdıklarını düşününce çok kötü oluyor... 
Elbette sadece gazeteciler, yazarlar da değil... 
Asker ve sivil her meslek grubundan, yüzlerce, binlerce insan hapiste... 
Kimileri de hapsedilmedi ama işten atıldı, geçim sıkıntısı çekiyor! 
Hiçbiri henüz, “gerekli özen gösterilerek” doğru dürüst yargılanmadı... 
İnsan, “Ülkede bu kadar büyük haksızlıklar, adaletsizlikler yaşanırken anılardan söz etmenin ne anlamı var” diye düşünmekten kendini alamıyor! 
Evet hiç kuşkusuz, içlerinde eskiden çok acımasızca adaleti kendi zulümlerine alet eden kişiler de vardır... 
Ama onlar için bile “İntikam” değil, “Adalet” amaçlanmalıdır; Türkiye’de “Hukuk Devleti” ancak böyle kurulabilir! 
Bu duygu ve düşüncelerle bilgisayarımın başına geçtiğimde, bugünkü yazımda güncel haksızlık ve adaletsizliklerle, siyasal anılarım arasında köprü olabilecek bir olaydan, gazeteye yapılan bir destek ziyaretinden hareket etmeye karar verdim!

***
Cuma günü, Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt Sevgili Rahşan Ecevit Cumhuriyet Gazetesi’ne destek için geldi... 
“Önemli olan pes etmemek. Bir şeylere inanıyorsanız sıkıntısız olmaz. Bugünleri de geçireceğinize inanıyorum. Size ‘Yazılanlara dikkat edin’ diyorlar. Ancak siz yine bildiğiniz gazeteciliği yapmaya devam edeceksiniz. Bu da bir tavır tabii. Vatandaşa ne olup bittiğini anlatmaya devam etmelisiniz” dedi. 
Rahşan Hanım’ın bu sözleri, özellikle de “Önemli olan pes etmemek” ifadesi, beni aldı, 1983 yılında, Ankara’dan ayrılırken, eşimle birlikte, Oran’daki evlerine vedaya gittiğimiz ziyarete götürdü: 
1980 darbesi bütün ağırlığıyla toplumun üstüne çökmüştü... 
Kenan Evren liderliğindeki darbecileri ikna eden İhsan Doğramacı, Anayasa’dan bile önce YÖK yasasını çıkarmış, üniversiteleri ilkokul düzeyine indirmiş ve kışla disiplinine sokmuştu... 
Arkadan, özgürlükçü 1961 Anayasası’nı tümüyle ortadan kaldıran,YÖK’ün de içine özenle yerleştirildiği, baskıcı, devletçi, 1982 Anayasası kabul edilmişti... 
1983 yılı başında öğretim üyeleri, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu çerçevesinde üniversiteden atılmaya başlanmıştı. 
Bana da Rektör tarafından, “resmen” sakalımı kesmem için baskı yapılınca, (öğrencilerine demokrasiyi ve devleti anlatan bir sosyoloji hocası olarak sakalımı gerçekten kesemediğim, elim gitmediği için) 1402’liklerden olmamak amacıyla, istifa etmiştim; çünkü 1402’lik olunca, pasaport hakkı dahil, pek çok vatandaşlık ve memuriyet haklarından mahrum ediliyordu atılanlar!

Hürriyet gazetesinden, baba dostu Erol Simavi iş teklif edince, artık İstanbul’a göç etmeye karar verdik; veda etmeye Oran sitesindeki evlerine Ecevitlere gittik. 
Rahşan Hanım, her zamanki zarafetiyle, bize eliyle çay servisi yaptı. 
Bülent Bey, demokrasinin üzerine büyük bir karabasan çöktüğünü, ama demokratik duygu ve düşüncelerin, uygulamaların, saksıda yetiştirilen bir çiçek gibi korunabileceğini, özenle geliştirilebileceğini anlatmaya başladı: 
Aklında yerel örgütlerin yağmacı ve hizipçi baskısından arındırılmış bir parti modeli vardı. 
Bu modelin geçerliliği üzerinde uzun uzun konuştuk ve tartıştık... 
Ben örgütsüz bir parti modelinin pek de geçerli olamayacağını söylemeye çalıştım ama Bülent Bey önerisinde kararlıydı, fikrini değiştirmedi; dostça vedalaşarak ayrıldık. 
Nitekim, sonradan DSP’yi kurmak için İstanbul’a gelirken beni Ankara’dan aradı, Tarabya Oteli’nde buluştuk ve kuracağı yeni partiyi konuştuk.
 

Ben Sosyal Demokratları toplamaya çalışan Erdal İnönü’yle işbirliği yapılmasını önerdim, kabul etmedi. 
O fasıl başka bir öyküdür.
***
İşte Cumhuriyet’e, yapılan baskılar ve hapisteki arkadaşlar için gelen Rahşan Ecevit’in ziyaretinden bende kalan izlenimler bunlar: 
“Demokrasiyi, saksıda bir çiçek yetiştirir gibi, özenle korumak, yaşatmak”... 
Ve “Pes etmemek!” 
Biliyorum, bu sözler “Dile kolay” ama... 
En azından hapistekileri unutmadığımızı belirtiyoruz! 

Emre Kongar
Cumhuriyet

İnsan neden solcu olur? - ALİ SİRMEN

1982 Şubatı’nın kasvetli bir günüydü. Kartal’ın sırtlarında, kartal kondu bir binada, kapısı demir parmaklıktan koğuşta ana kapının sesiyle irkildik. Kapıdan girenler arasındaydı. Gelenler TİP Ankara Grubu’ndan olanlardı. Hepsini ilk kez görüyordum. Daha adlarını da bilmiyordum. Aykut Göker’in adını da tanışma faslından sonra öğrenecektim. 
Demek ki, Aykut Göker ile dostluğumuz 34 yıl önceye dayanıyor. 
Aykut ile Maltepe Zırhlı Tugay’ın cephanelikten bozma, Barış Derneği tutukluları için özel hazırlanmış hapishanesinde, sonra sırasıyla, Sağmalcılar, Metris, ardından tekrar Sağmalcılar’da 3 yıl iki ay birlikte hapis yattık. Bu süre zarfında en ufak bir kırgınlık, tatsız ima bile geçmedi aramızda. 

Aykut Göker’in hapislik dönemini düşününce, Melih Cevdet Anday’ın Rosenberg’ler için yazdığı “anı” şiirinin şu dörtlüğü geliyor aklıma: 
“... Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm 
Kahramanlıklar okudum tarihte 
Çağımıza yakışan vakur, sade 
Davranışınız geliyor aklıma...” 
Tanıdığım andan itibaren Aykut Göker bende vakar kavramının simge kişisi haline geldi. 
38 ay boyunca, bu tavrı hiç değişmedi, tutuklu bulunduğu sırada babasının ölüm haberini alınca bile...
***
Sevecen, güler yüzlü bir görünümün ardında çelik gibi sağlam kişiliği ile insana dikkat telkin ederdi. 
Hiç öfkelendiğini görmedim, aramızda öfkelenmemizi gerektirecek bir şey de geçmedi, ama kızgınlığından çekinilmesi gerektiği duygusunu taşımışımdır hep. 
Bilgiliydi, malutmatfuruş değildi, asıl olanın böbürlenmek değil, direnmek olduğunu bilirdi, böbürlenmedi, kasılmadı, direndi vakur ve sade... 
Başına gelenlerin, azgelişmiş bir ülkede solcu olmanın doğal sonucu olduğunu kabul etmişçesine, fazla üzerinde durulacak, büyütülecek şeyler olmadığını düşünür gibiydi. 
Solcu olmak, terbiyeli olmak, alçakgönüllü olmakla eşanlamlıydı onun için. 
Son yıllarda, şu soru aklımı kurcalıyor sık sık: 
-Bir insan neden, nasıl solcu olur? 
Çeşitli kişilere soruyorum, çok renkli, çok değerli yanıtlar alıyorum. Ama şimdiye kadar beni tam doyuracak bir açıklamada bulunana rastlamadım. 
Şu anda Silivri’de tutuklu bulunan Kadri Gürsel’den bir dostunun naklettikleri çok ilginç. Genç meslektaşım, Galatasaray’dan kardeşim Kadri Gürsel bu soruya yanıt olarak şunu söylemiş: 
-Hepsini okudum, inceledim, sonunda en doğrusunun bu olduğuna kanaat getirdim. 
İnsanların bir gecede, sağlam dinsel inançlarından vazgeçtikleri, bir saatte solcu, bir günde devrimci oldukları, bu yüzden de en ufak bir esintide bir fiske ile devrildikleri bir diyarda böbürlenmeden direnen ve bükülmeyenlerin, neden ve nasıl solcu olduklarını, yani Kadri Gürsel ve Aykut Göker gibilerinin uğrunda bir ömür harcadıkları solculukları hep merakımı kurcalıyor. 
Aykut ile geçen ekimde Mine ile 50. evlilik yıldönümümüzde, son görüştüğümde ortam müsait değildi bu soruyu soramadım... 
Gencay Şaylan, bu ekim ayı içinde Bodrum’dan aradı. 
-Aykut Göker görme yetisini yitirdi, dedi. 
Telefon ettim. Karşımdaki ses yine sakin, vakur ve sade idi. Görme yetisi olmadan, ihtiyaçlarını karşılamayı, yaşamını sürdürmeyi öğrenmeye çalıştığını, yakınmadan söyledi. Hastalığının düzelme umudu olmadığını da ekledi. 
Aykut’u cuma günü kaybettik. Dün Ankara’da Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verdik. 
Artık yanıt almama imkân olmayan ve Aykut Göker’e bir türlü soramadığım soru boşlukta sallanan bir çengel gibi duruyor: 
-İnsan neden solcu olur? 
Aykut Göker’e A. Kadri Ergin’in dizeleriyle veda ediyorum: 
“Ölüm toprağın gözü 
doğduğumuzdan beri 
gözetler hepimizi 
yalancı rüyalarla 
süsler hayatımızı 
sevdalar özlemler hasretler 
kâbuslar başlar sonra 
savaşlar hastalıklar ekmek kavgaları 
kesmez acılar yoksulluğu 
aldırmaz şiirler hiçbir şeye 
mapuslara işkencelere süzülür 
süzülür umutlardan birikir 
yüzyılların dibinde toplanır 
şiir denizi olur 
şairler silahsız girer bütün kavgalara 
elleri ayakları çıplak düşe kalka 
ölüm toprağın gözü 
doğduğumuzdan beri gözetler hepimizi”

Ali Sirmen
CUMHURİYET

19 Kasım 2016 Cumartesi

Sermaye hareketlerinde kargaşa - KORKUT BORATAV/BİRGÜN

Eylül sonrasında sermaye hareketlerinin olumsuz seyri devam ediyor.Ekonominin 2016’nın son üç ayında küçüldüğü ortaya çıkarsa şaşırmayalım


2016’nın ilk dokuz ayında Türkiye ile dış dünya arasındaki sermaye hareketleri kargaşa içindedir.
Çalkantılar Türkiye’ye özgü değildir. FED’den başlayan iktisadî belirsizliklere Brexit ve Trump’ın yol açtığı siyasî şoklar eklendi. Emperyalist sistemin kumanda merkezlerinde “küreselleşmenin sonu mu; neleri kurtarabiliriz?” sorusu gündeme geldi. Her zaman olduğu gibi, metropoldeki huzursuzluklar sistemin çevresinde dalgalanmalara yol açtı.

Ne var ki, bu çalkantılar Türkiye’ye yansırken “kargaşa” biçimi aldı. Bununla ne kastediyorum? Dış kaynak hareketlerindeki dalgalanmaların Türkiye’ye çok sık, daha sert boyutlarda gelmesini; giren/çıkanın belli olmadığı, karanlık durumların yaşanmasını…

Peki, “sermaye hareketlerinde kargaşa” niçin sakıncalıdır? Yanıt, Türkiye ekonomisinin sadece büyümek için değil, ayakta durabilmek için dahi dış kaynaklara gereksinim duymasında yatıyor. Ekonominin dışsal kırılganlığı, bu olgudan, yani kronik dış açıklardan kaynaklanıyor. Finansal akımlarda iniş-çıkışlar, hele yön değiştirmeler, reel ekonomiye önce döviz fiyatları, tahvil faizleri, borsa endeksi, rezervler aracılığıyla yansır. Bunlardaki dalgalanmalar, ekonomiyi genişleme, durgunlaşma, küçülme patikalarına yönlendirir. Kısa dönemli milli gelir hareketleri de, siyasi iktidarın denetleyemediği bu çalkantılılara bağımlı olur.

Türkiye ekonomisi 2016’da bu kargaşanın içinde yalpalamaktadır.

Ocak-Eylül 2016’nın genel görünümü 
2016’nın ilk dokuz ayına ait yabancı, yerli ve kayıt dışı sermaye hareketlerini veriyor; 12 ay öncesiyle karşılaştırıyor. Toplam sermaye, bu üç öğenin toplamından oluşur. Cari işlem dengesi ve rezerv hareketleri de bunlarla bağlantılıdır.

Dokuz ayda beş dalga
Sermaye hareketlerindeki kargaşa, Ocak-Eylül verilerinin toplamında değil, aylık verilerden türetilen Tablo 2’de “beş finans dalgası” biçiminde gözleniyor.
İster yabancı, ister toplam sermaye hareketlerine (Sütun 3, 4’e) bakınız; aylık dalgalanma (artış/azalış) oranları daima %50’nin üzerinde seyretmiştir.
Peki, sonuçlar? Tablonun son iki sütunu her dönem için finansal sistemin iki önemli değişkenini ortaya koyuyor: 1 dolar + 1 avro’dan oluşan döviz sepetinin fiyatında ve TCMB rezervlerinde meydana gelen değişimlerin yüzdeleri… (Sütun 5,6)
Institute of International Finance, 2015’te “yükselen piyasa” ekonomilerine yabancı sermaye akımının 293 milyar dolarla sınırlı kaldığını hesaplamıştı. Bir yıl öncesine göre 800 milyar dolarlık bir daralma söz konusudur.
Sonuç, bir ayda döviz fiyatlarının %1,5 artması; TCMB rezervlerinin 3 milyar dolar (%3) civarında erimesi olmuştur (Satır 2).
Uluslararası finans ortamında 2016’daki canlanma, AKP iktidarını da “yeni bir Lale devri” beklentisine sürükledi.
Sonraki üç ay, tam anlamıyla kargaşadır ve kötüye gitmektedir.
Ekonomi, Eylül’de bir küçülme çevrimine girmiş olabilir. Sanayi üretimi bir önceki yıla göre %4,1 geriledi; ilk dokuz ayın üretim artışı, %1,8 ile sınırlı kaldı. Bu sanayi verilerinden hareketle, milli gelirin aynı dönemde %1,5 civarında büyümüş olduğu öngörülebilir.


Tabloda tek istikrar öğesi cari işlem açığında gözleniyor. On iki ay öncesine göre sadece %1 civarında artmıştır (Satır 6).
AKP’li yıllarda ekonominin dış dengelerini sistematik olarak destekleyen kayıt dışı sermaye hareketleri 12,7 milyar dolardan 5,5 milyar dolara inmiştir; ancak net giriş doğrultusunu sürdürmektedir (Satır 3). Terminolojiyi değiştirmek zamanı gelmektedir. Körfez kaynaklı kara para hareketlerinin aktığı ülkelerin başında herhalde Türkiye gelmektedir. Ocak-Eylül 2015’te cari işlem açığının yarısını kapatan; son dokuz ayda da rezervlerdeki erimeyi karşılayan bu karanlık kaynak, “hesap hatasıdır; her yerde var” diye geçiştirilemez.

İki yıl arasındaki en önemli fark, yerli banka, şirket ve rantiyelerden dış dünyaya akımların azalmış olmasıdır: Yerli sermaye hareketlerinde 2015’in ilk dokuz ayında 22,3 milyar dolarlık çıkış, bir yıl sonra 2 milyara inmiştir (Satır 3). Bu sayede yabancı, yerli, kayıt dışı kalemleri (tablodaki ilk üç satırı) kapsayan toplam sermaye hareketleri (satır 4), Ocak-Eylül 2016’da %47 oranında artmıştır. Yabancı sermaye girişlerindeki 3,4 milyar dolarlık (%11 oranındaki) 
daralmanın (Satır 2), Türkiye burjuvazisi tarafından fazlasıyla telafi edildiği ortaya çıkıyor.

Genellikle döviz fiyatlarının artış dönemlerinde rezervler erir. Sermaye girişlerindeki daralma, finansal gerilim yaratır; artan döviz talebi fiyatları yukarıya çeker; TCMB rezervleri ya kendiliğinden aşınır; ya da döviz piyasalarını beslemek amacıyla eritilir. Sermaye girişleri canlanınca bu hareketler tersine döner: Döviz ucuzlar; bir bölümü rezervleri besler, artırır.
Tablonun son iki sütununda yer alan (dördü aylık, biri beş aylık) döviz fiyatlarında ve rezervlerdeki değişim oranları yüksektir; reel ekonomiye sert sonuçlar taşıyabilecek boyuttadır. Bu etkilerin kanallarını, oluşan kırılganlıkları sık sık inceledik.
Bu beş finans dalgasına biraz yakından bakalım.

Ocak 2016: Kötü bir konjonktürün son ayı
Bu dalga, Türkiye’ye de yansıdı: Yabancı sermaye girişleri, 2014’te 51, 2015’te 37 milyar dolar olarak kayda geçmiştir.
Bu olumsuz dalganın yansıdığı son ay Ocak 2016’dır. Yabancı sermaye girişleri 2,7 milyar dolardır ve 12 ay öncesine göre %63 oranında daralmıştır.

Şubat-Haziran 2016: 5 aylık bir “Lale devri” 
2003-2007 ve 2010-2011 yıllarında hızla yükselen uluslararası sermaye hareketleri, Türkiye ekonomisinde de hızlı büyüme tempolarını mümkün kılmıştı.
Tablo 2’deki veriler (Satır 3), yabancı ve toplam sermaye girişlerinin beş ayda iki misli dolaylarında (%77 ve %134) tırmandığını; dövizin ucuzladığını; rezervlerin 9 milyar dolar (%10) arttığını gösteriyor.
Ne var ki, bu “Lale devri” ortamı hızla tükendi. Çevre ekonomilerindeki canlanma devam ederken Türkiye 15 Temmuz’un sarsıntısıyla karşılaştı.

Temmuz-Eylül 2016: Üç ayda üç sert dalga
Darbe girişimi elbette iktisat-dışı bir şoktur. Sonuçları Tablo 2’den (Satır 4) izlenmektedir: 12 ay önceki akımlarla karşılaştırılırsa yabancı sermaye net çıkışa (“eksi” değerlere) geçmiş; düşme oranı %100’ü aşmıştır. Döviz %4’ü aşkın oranda pahalılaşmış; rezerv erimesine yol açmıştır.
Ağustos verileri (Satır 5), “normale dönüş” doğrultusunda çıktı. Uluslararası piyasalar Brexit’i pek umursamadı; finans akımlarında canlanma devam etti. Batı liderlerinin darbe girişimi karşısındaki “ikircikli” tavırları, Türkiye’ye dönük yatırımcıları etkilemedi; Temmuz kayıpları telafi edildi. Toplam sermaye “net çıkış/eksi” değerlerden 5,2 milyar dolar girişe (%885 artışa) dönüştü. Döviz ucuzladı; rezervlerde 3 milyar dolarlık (%3 civarında) artış gerçekleşti.

Finans kapital, siyasete (örneğin insan haklarına) karşı duyarsızdır. Mülkiyet haklarında güvence ilkesi üzerinde ise aşırı duyarlıdır. Eylül’de bu hususta ciddi tedirginlikler açığa çıktı. Moody’s, Gülen bağlantılı şirketlere dönük uygulamalara açık referans vererek Türkiye’nin kredi puanını “çöp” konumuna indirdi.

Bu olumsuz dalganın sermaye hareketleri, döviz fiyatları ve rezervlerdeki yansımaları Tablo 2’deki Eylül verilerinde (Satır 6) gözleniyor. “Net çıkış/ eksi değerler”e dönüşen yabancı sermaye akımı, %600’ü aşkın küçülmeye tekabül etmiş; toplam sermaye çıkışları hızlanmıştır.

Bir küçülme çevrimi mi başlıyor?
Ne var ki, dolaylı göstergelere göre, Eylül sonrasında sermaye hareketlerinin olumsuz seyri devam ediyor. Moody’s’in uyarılarını, daha örtülü bir üslupla IMF uzmanları da tekrarladı. Trump şoku tüm çevre ekonomilerini olumsuz doğrultuda etkiledi. Aralık’ta Fed’in faiz artışı bekleniyor.
Bu ortamda ülkeyi yöneten zevat, Başkanlık sevdasına Türkiye içinde destek sağlamak için dünyaya meydan okuyor.

Kapitalizmin en ilkel biçimine tutkun olduklarını biz biliyoruz; ama uluslararası sermaye daha fazlasını bekler; kendisi için eksiksiz güvence talep eder. Rantiye çevreler, Türkiye’yi yönetenlerin serseri mayın görüntülerinden tedirgin olur.

Ekonominin 2016’nın son üç ayında küçüldüğü ortaya çıkarsa şaşırmayalım.

Korkut Boratav/BİRGÜN

'Rektör atama' deyip geçmeyin! - RIFAT OKÇABOL

Anayasa Mahkemesi (AYM) ve YÖK üyeliği yapmış bir yazar, 16 Kasım’da Odatv’de çıkan yazısında[1], AKP’nin 2006 ve 2007 yıllarında üniversitelerdeki rektör adaylarını belirleme seçimlerini ortadan kaldıran yasalar çıkardığına değinmiştir. AYM, bu iki yasayı da özetle, “Anayasa’nın 130. maddesine göre üniversiteler “bilimsel özerkliğe” sahip kamu tüzel kişileridir. Bilimsel özerklik doğası gereği “yönetsel/idari özerkliği” de içerir ve her ikisi birbirini tamamlar. Bu madde uyarınca rektör seçiminde üniversiteler devre dışı bırakılamaz” diyerek iptal etmiştir. Günümüzde hem bu Anayasa maddesi hâlâ geçerliliğini korumakta hem de AYM kararları daha sonraki yıllarda benzer davalarda bir içtihat niteliğini taşımaktadır. Dolayısıyla, üniversitelerde rektör adaylarını belirleme seçimlerine son veren 676 sayılı KHK, açıkça Anayasaya aykırıdır.

Habertürk’teki 11 Kasım tarihli bir haber[2],  bir yandan YÖK’ün figüranlığını öte yandan da Boğaziçi Üniversitesi (BÜ)’ne rektör atanmasının ne kadar aceleye getirildiğinin haberi gibidir. Bu habere göre YÖK 676 sayılı KHK sonrasında, bir dizi toplantı gerçekleştirmiş ve şu beş konuda görüş birliğine varmış.

1.“Akademisyenin rektörlük öncesinde dekanlık ve rektör yardımcılığı gibi idari görevlerde yer alarak tecrübe kazanması” beklentisiyle (!), rektör adayı akademisyenlerde 3 yıllık profesör olma şartı aranacakmış! 
2. Rektör adayı akademisyenler, YÖK’e özgeçmişi ile başvuru yapacakmış. 
3. YÖK Genel Kurulu, gerekli görürse rektör adaylarını görüşmeye davet edecekmiş. 
4. Adayların, PKK ve FETÖ gibi terör örgütleriyle bağlantısı olup olmadığı araştırılacakmış. 5. İstihbarat birimlerine “güvenlik soruşturması” yaptırılacakmış.

Şimdi insan merak ediyor. BÜ’ye rektör atanma sürecinde, atanan rektör YÖK’e özgeçmişini göndermiş midir? YÖK Genel Kurulu, gerekli görüp atanan rektörü görüşmeye çağırmış mıdır? Atanan rektörün PKK ve FETO gibi terör örgütleriyle bağlantısı olup olmadığı araştırılmış mıdır? İstihbarat birimlerine güvenlik araştırılması yaptırılmış mıdır? Yoksa BÜ’ye rektör atanmasında bu süreç işletilmemiş midir? Kamuoyunun ya da en azından atamanın yapıldığı ve seçme iradeleri yok sayılan üniversite mensuplarının bu soruların yanıtlarını, en azından kimlerin rektör adaylığına başvurduklarını ya da atamanın hangi adaylar arasından yapıldığını bilme hakkı yok mudur?

676 sayılı KHK’ye göre Cumhurbaşkanı, YÖK’ten gönderilen listeye göre 1 ay içinde atama yapmazsa, YÖK 15 gün içinde aday listesini güncelleyip tekrar Cumhurbaşkanı’na sunacaktır. Cumhurbaşkanı, bu listeden birini ya da listenin dışında istediği üniversiteden bir profesörü, atama bekleyen üniversiteye rektör olarak atayacaktır. BÜ’ye yapılan rektör atanmasının hızına bakıldığında, atamanın YÖK’ün belirlediği süreçten bağımsız olarak yapıldığı olasılığı yüksek görünmektedir. Dolayısıyla atama YÖK’ün belirlediği süreçler işlemeden yapılmışsa, atamada YÖK’ün iradesi de, by-pas edilmiş olmaktadır ve yükseköğretim sistemi açısından ayrı bir keyfiliğin olduğu ortaya çıkmaktadır. Atama süreciyle ilgili bir açıklama yapılmadığı durumda yukarıda değinilen olasılık ve kuşkular daha da gerçeklik kazanacak.
  
Yine 676 sayılı KHK’ya göre vakıflarca kurulan üniversitelerde rektörün, mütevelli heyetinin belirleyeceği kişin,n, YÖK’ün olumlu görüşü ve teklifi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanacak olması, rektör atama sürecindeki bir başka çarpıklığı göstermektedir.
Üniversitelerarası Kurul’da vakıf üniversitesi rektörleri devlet üniversitesi rektörleriyle aynı statüdedir. Ancak vakıf üniversitesi rektörü, devletin bürokratı değildir. Cumhurbaşkanının, devlet tarafından kurulmamış bir vakfın başkanını, o vakfın mütevelli heyetini ya da herhangi bir özel sektöre ait şirketin genel müdürünü atayamazken, bürokrat olmayan vakıf üniversitesi rektörünü ataması, anlaşılmaz bir durum olmaktadır. Ayrıca, cumhurbaşkanınca atanan bir vakıf rektörünün işine son verme yetkisinin vakıf mütevelli heyetinde olması, durumu daha da anlaşılmaz hale getirmektedir.

Devlet üniversitesinde, BÜ örneğinde olduğu gibi 403 profesör, doçent ve yardımcı doçentten 348’inin iradesinin bir kıymeti harbiyesi yokken, bir vakıf üniversitesinin ancak birkaç akademisyeni içerebilen ve çoğu iş adamı olan 15-20 kişilik mütevelli heyetinin belirlediği kişi o üniversiteye rektör olabilmektedir. Bu durumun akademik açıdan da, demokratik açıdan da, yönetim kavramı açısından da anlamlı bir anlayış olduğunu söylemek kolay değildir. Bu uygulamayla, iş adamlığının-para babası olmanın- toplumun bilimsellikte ileriye taşınması konusunda akademisyenlikten daha yetkin bir nitelik olarak algılandığı gibi anlaşılmaz bir durum daha ortaya çıkmaktadır.

Rektör atama konusunda anlaşılmaz bir başka durum da, bu uygulamayı savunanların halidir. Örneğin Sabah Gazetesinin bir yazarı[3], BÜ’ye rektör atanmasına tepki duyulması üzerine,  “Boğaziçi Üniversitesi Antarktika'da mı?” başlıklı bir yazı yazmıştır. Yazısında koca bir iftira atıp BÜ akademisyenlerini, “Kayyum rektör istemiyoruz’ diye öğrencileri sahaya sürmekle” suçlayabilmiştir! Tepkilerini gösteren öğrencilere de, “Manyak bunlar!” diyebilmiştir! Rektör adaylarını kendilerinin belirlemesini isteyen akademisyenlere, “Nerede şeffaflık, nerede kamu denetimi, nerede hesap verilebilirlik!” diye sorup rektör atanmasını, “Türkiye, ‘meslektaş yönetimi’ paradigması yerine ‘vatandaş yönetimi’ paradigmasını esas alıyor” diyerek savunabilmiştir! Bu sevgili yazarın vakıf üniversitesine rektör atanması konusunda nasıl bir savunma getireceği bilinmese de, yazara göre, yukarıda BÜ’ye rektör atanmasıyla ilgili durum şeffaflık içermekte(!) ve bugüne kadar neredeyse hiçbir kuruma AKP yandaşı olmayan kişileri atamayan cumhurbaşkanlarının, atamalardaki keyfi ve yandaş tutumu, vatandaş yönetimi olmaktadır!

Bireysel egemenliği yerine başkasının egemenliğini yeğleyenlerin bu “vatandaş yönetimi” söylemi, ilginçlik sınırlarını zorlayan bir durum olmaktadır. Bu tür söylemlerde bulunanların, cumhurbaşkanlarının akademisyen olmayan, sözgelimi bir bahçıvanı TÜBİTAK’a ya da güreşçiyi sanat kurumuna atamak yerine üniversiteye rektör atamasına bile karşı çıkacak halleri kalmamaktadır. Ayrıca bu tür söylemler, atama yapacak kişilerin kendini “çoban”a benzetmesini de kolaylaşmaktadır.

Rıfat Okçabol/SOL


18 Kasım 2016 Cuma

Nakşibendiliğin dönüşü - TAYFUN ATAY

Yıl 2005. “Tempo” dergisine bir röportaj vermişiz. Benim dışımda bir ilahiyat fakültesi profesörünün görüşlerine de yer verilmiş.
Derginin başlığı şu: “Nakşiler düşüşte, Fethullahçılar yükselişte!” 
Her ikimizin de mutabık olduğu nokta, o dönem hemen herkes tarafından “Gülen Cemaati” denilirken şimdi FETÖ’lenmiş yapı, Türkiye ve dünyanın ekonomi-politik koşullarıyla uyum sağlama yolunda nasıl yetkinlik sergilerken, bu memleketin en köklü tarikat geleneği olan Nakşibendiliğin bir bütün olarak aynı koşullarla uyum sağlama yolunda yetersizliği.
Ben o koşulları, Türkiye’de Müslümanlığın AKP’nin lokomotifliğinde doludizgin kapitalistleşmesi, burjuvalaşması, sermaye darlaşması, küreselleşmesi, medyatikleşmesi olarak sıralamışım.
***
Yıl 2010. T24’te Selin Ongun, Nakşibendiliğin o dönem (ve bugün de) en etkin ve yaygın çevrelerinden biri, hatta büyük olasılıkla da birincisi olan İsmailağa cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun yeğeni Sadettin Ustaosmanoğlu ile söyleşi yapıyor.
Mahmut Hoca”nın yeğeni, İsmailağa cemaatinin hem ılımlı İslâm, hem de Gülen cemaati çatısı altına alınmak istendiğinden bahsederek AKP döneminde “perişan oldukları”nı belirtmekte:
Şu anda yönlendirilmek istenen hadise bellidir; ılımlı İslâm. Bu politikanın desteklenmesi için kendilerine rol verilenler bellidirTayyip Erdoğan ve Fethullah GülenBu süreç içinde İsmailağa da ılımlı İslâm’a dâhil edilmeye çalışılıyor

***
Ve yıl, 2016.
Uzunca bir dönem “paralel” yol alınarak yükselişine büyük katkıda bulunulan bir yapıyla artık “papaz” olunmuşken;
Bir zamanlar bu yapıya “Fethullahçı” diyenlere kızılıp şimdi tersine FETÖ demeyenlere kızılmaya başlanmışken;
Küresel kapitalizme “Ya Allah, Bismillah” diye heyecanla ve Gülen’le kol kola rota kırılan o yıllarda yüzlerine bakılmaz olmuş;
Rağbet ve irtibat kesilmiş, zevaitten sayılmış diğer cemaat ve tarikatların; 
En başta da “Tarikatı Âliyye” Nakşibendiliğin önü şimdi yeniden açılmaya çalışılıyor.
Artık Nakşilik düşüşte değil, yükselişte!..

***
Bunu dünkü Cumhuriyet’te Ozan Çepni’nin haberi hiçbir tereddüde yer bırakmaksızın gözler önüne seriyor.
Nakşibendiliğin “Erenköy Cemaati” olarak bilinen kolu tarafından 24 Aralık 2016 tarihleri arasında Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenecek “Nakşibendilik Sempozyumu” için hazırlanmış 23 saniyelik filmin RTÜK marifetiyle kamu spotu olarak yayımlanmasına karar verilmiş.
Sempozyum’un açılışına protokol konuşması yapmak üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in katılması da bekleniyor. 
Evet, Türkçe Olimpiyatları ve o olimpiyatlarda Pensilvanya’ya doğru yapılan sitayişkâr konuşmalar çok ama çok gerilerde kaldı!..
Keser döndü sap döndü, gün geldi hesap döndü. Ve gün, artık Nakşibendiliğin günü…

***
Nakşiliğe bu resmi destek, elbette laik Türkiye toplumunu büyük endişeye sürükledi.
Fakat işin dindarmuhafazakâr Türkiye açısından da sorunsallaştırmadan geçilemeyecek yönleri var.
Yıllar boyu sadece bir cemaat çevresi ile “paralel” hareket etmiş AKP, hiç kuşkusuz diğer cemaat ve tarikat oluşumlarına da “ne istediyseler verme” hususunda tutuk ya da cimri davranmadı. Onlara da kolaylık ve imkânlar sağlandı.
Ama bu yine de “paralel” yürünen oluşumla kıyaslandığında devede kulaktır. 
Şimdi ise özellikle Nakşilikle irtibatlı çevreler, yıllarca kıyıya itilmişlikten, adeta “yedek bırakılmışlık”tan sonra öne çıkartılıp parlatılıyor.
Bu elbette “görülen lüzum üzerine”dir.
Ama elbette sütten ağzı yananın da yoğurdu üfleyerek yiyeceği çerçevede olacaktır.

***
Bir de tabii Nakşibendilik, “Fethullahçılık” gibi yekpare değil, “yelpaze”dir.
Ve bu “yelpaze”nin farklı dilimleri arasındaki rekabet, çekişme ve çatışmaların nasıl amansız ve şiddetli olduğunu bizim kadar, “dinbaz” iktidar sahipleri de gayet iyi bilir. 
Evet, böylesi bir uluslararası “Sempozyum” girişimi, ancak Nakşibendiliğin bu topraklarda “elit” kalibresi en yüksek olan Erenköy Cemaati’nce üstlenilebilirdi denilecektir.
Ama ne denirse densin, yine de Nakşilikiçi bir “asimetri”ye, “yelpaze”nin bir diliminin özellikle “kamusal meşruiyet” açısından öne çıkartılmasına bu etkinlik üzerinden yol açılmış olunacaktır.
İmrenme, haset, kıskançlık eşliğinde diğer Nakşilerden de, başka cemaat ve tarikatlardan da talep ve beklentilerin ardı arkası kesilmez artık.
Yangın yerine dönmüş bir iktidarın kapısı, adeta yangından mal kapmaya çalışırcasına ha bire çalınır da çalınır.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘İkiyüzlü’ - Meriç Velidedeoğlu

Dışişleri Bakanı “M. Çavuşoğlu” böyle sesleniyor, Avrupa Parlamentosu (AP) Başkanı “M. Schulz”a. “İkiyüzlü” diyor; nedeni, Schulz’un “idam cezası”nın ülkemizde gündeme getirilmesiyle ilgili olarak verdiği demeç. 

“AP” Başkanı, Türkiye’ye parmak sallıyor. “İdam kararı yeniden uygulamaya konursa, o zaman kırmızı çizgimiz aşılmış olur!” ve böylece de “AB ile müzakere süreci bitmiş olur!” diyerek... 

Ayrıca, “muhalif vekillerin, gazetecilerin tutuklanmasının sürmesi halinde Gümrük Birliği’nin genişletilmesi de hayal olacaktır!” ihtarını da ekliyor.
 
Bugün, teröre karşı son bir “çare” olarak idam cezasını gündeme getiren “AKP”, dün “2002”de iktidarı ele aldığında “terör”, sesi soluğu kesilmiş bir durumdaydı; “AKP” iktidarıyla birlikte, bu “14 yıllık” süreçte adım adım yoğunlaşıp vahşileşerek iyice arttı. Bu artışta, “PKK”lıların Türkiye’ye davet edilip, tüm engellerin bir bir aşılarak yaratılan “Habur Şöleni (!)” ile karşılanmalarının payı da unutulmamalı... 
Peki, böyle bir maskaralığı terörle yıllardır savaşıp ağır kayıplar veren hangi ülkenin iktidarı “akıl” edebilir ki? Ancak bir “üst akıl (!)” ile yönetilen bir ülke için geçerli olabilir bu “tarihsel” maskaralık... İyice durdurulamaz bir boyuta tırmanmakta olan terörü, iktidar “idam cezası”yla önlemek isteyince “AP Başkanı Schulz” karşımıza dikiliverdi.
 
Teröre karşıymış gibi olup PKK’lıları koruyan Schulz’a, Çavuşoğlu’nun yanıtı, “dış ilişkilere özgü dil bağlamında olsaydı belki daha etkin olabilirdi” doğrultusundaki “ortak kanı” henüz noktalanmadan, “Erdoğan”ın Schulz’a “terbiyesiz” diye seslenişi ortalara yayıldı. 
Değerli dostlar, Erdoğan’ın “AP” Başkanı için kullandığı bu söylem karşısında insan, TC Devleti’nin “Kurucu Başkanı”na, ilk Cumhurbaşkanımıza seslenişini de anımsamanın önüne geçemiyor, insanın yazmaya da eli varmıyor. Ne var ki, “Atatürk”“ayyaş” denmesi tarihe geçti, kuşkusuz söyleyenle birlikte... Özür dilemediğine göre, yargılama da tarihe mi kaldı, ne dersiniz?
 
“İkiyüzlü” oluşa gelince, bunun da inanılmaz örneklerini yaşıyoruz; bunlardan birine değineyim; geride bıraktığımız “10 Kasım” günü Erdoğan, “Atatürk”ün huzurunda “sap gibi” durduktan sonra, Anıtkabir defterine, “1919’da başlattığı İstiklal Harbimizi, 1923’te Cumhuriyeti kurarak zafere ulaştıran Gazi Mustafa Kemal, adını tarihe nakşettirmiş kahraman bir asker, büyük bir devlet adamıdır” diye yazıverdi... İşte bu kadar... 
Şimdi, hele şu günlerde “bunları yazmanın, tazelemenin sırası değil” diyenlere hak vermemek haksızlık olur; ne ki ülkeyi tek başına istediği gibi yönlendirip yöneten kişinin “devlet yönetme liyakati”ni dikkatle, titizlikle izlemenin, ülkemiz için “yaşamsal” bir boyutu var; liyakatsizliğin bir ülkeye neler kaybettirdiğini açıkça yaşamadık mı? Yaşamıyor muyuz? 

“Liyakat”i sık sık gündeme getiren “CHP” Başkanı Kılıçdaroğlu, “devlet yönetimindeki liyakat”ten söz ettiğini hep özenle vurgular. Haklı. Bu liyakati, yönetimdekilerin gözümüzün içine baka baka kullandıkları “yalan söyleme liyakati”nden, özellikle de, bugün söylediğini ertesi gün “inkâr etme liyakati”nden ayırmak ülkemiz için çok önemli; ne dersiniz? 
Öte yanda, Schulz’un ikinci konusu da, “Erdoğan”“muhalefet” eden “Cumhuriyet Gazetesi”nin, “10” yazar ve yöneticisinin tutukluluğu... 

Bu konudan söz edildiğinde, “17. yy”ın ünlü bilim adamı, yazar “Galile”nin kendi adıyla anılan “Galile Davası”nı anımsatmanın gerektiğini düşünüyorum. İşte birkaç örnek:
 
• Galile de kitabında bir gerçekten -dünyanın hareketinden- söz ederek Vatikan’a, Papa’ya “muhalefet”ten dolayı suçlanmaktadır. 
• Ne ki, Savcı Carlo Sencieri’nin -benzer bir suçtan- yargılanması gibi bir durum yoktur; 17. yy. İtalya’sında buna yer yoktur... 
• Sorgulama öyle “üç gün”, ya da “24 saat” kesintisiz sürdürülemez; bu, ne Savcı Sencieri’nin ne de ötekilerin aklından bile geçmez... 
• Galile’nin tutuklanmasının hemen ertesinde kızı ziyaretine gelir... 
• Mektupları -özellikle kızınınkiler- hemen kendisine ulaştırılır... 
• Günlerce bodrumlarda tutulduktan sonra, sorgulamaya geçilmesi gibi bir durum söz konusu olamaz... 
• Bu davanın açılmasının gerçek nedeni, Papa 
VIII. Urban’ın, hukuk dışı yönetiminin gündemden düşürülüp, gündeme Galile’nin oturtulmasıdır... Değerli dostlar, yaklaşık “400” yıl önceki bir davayla bu benzerliklere ne dersiniz? 
Yarın Cumhuriyet’in bahçesinde buluşalım!

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

12 Kasım 2016 Cumartesi

Neden Trump seçildi? - ERHAN NALÇACI

Trump’ın seçilmesi batı basınında sürpriz yaratmışa benziyor, öyle ki haftalık yayınlarda kapaktaki zafer kazanmış Hillary Clinton fotoğrafını değiştirmekte zorlandılar. Newsweek bazı yerlerde Clintonlı dağıtıldı.

Oysa aylar öncesinden Trump’ın seçilebileceğini yazmıştık ve bunu ABD tekelleri ve devlet mekanizması hakkında yeterli veriye sahip olmamakla birlikte şu naif düşüncelere dayandırmıştık.

19. Yüzyılın sonundan itibaren bütün ABD başkanları halk tarafından değil, ABD tekelci sermayesinin çıkarları ve stratejisine göre belirlenmişti. Belki bu karar bazı çelişkileri barındırıyordu ama kimin başkan olacağı tekeller tarafından bir ağırlıkla belirleniyordu. Son olarak Obama da böyle seçildi.

Bu seçimde yine halkın rolü çok sınırlıydı ama farkı yaratan sermaye sınıfının ve devletin derinden bölünmesi oldu. Tıpkı Brexit’de olduğu gibi.

Clinton’ın hatırı sayılır bir sermaye desteği vardı, zaten gizli değildi, destekçilerin bağışları sayfa sayfa yayınlandı.

Trump’ın ise boş olmadığını, tekellerin bir kısmı ve ABD “derin devleti” tarafından desteklendiğini ise seçim döneminde Hillary’nin devlet sırlarını kişisel e-postasından açık ettiği ile ilgili FBI soruşturmasından tahmin ettik.

Bu mahkumiyete kadar gitmedi ama o kadar ağır bir suçlamaydı ki, emperyalist hegemonya savaşında yaklaşan kapışmada olası liderin olağanüstü hafifliğine işaret ediyordu. Önce bir gösterdiler, sonra seçimin son dönemecinde üstelik bir seks skandalı ile iliştirilmiş olarak kamuoyunun önüne attılar.

Neden ABD sermaye sınıfı ve devletinin bu kadar bölündüğünü ve neden Trump’ın tercih edildiğini ise sıklıkla bahsettiğimiz emperyalist hegemonya krizinde gelinen nokta ile açıklayabiliriz.

Bu krizin radikal bir manyağa ihtiyacı vardı.
Çin bu yıl dünya üretimine katkıda ABD’yi yakaladı ve hafifçe geçti. Çin’deki büyüme oranındaki yavaşlamaya rağmen hala ABD’nin büyüme oranından beş puan kadar önde olduğu düşünülürse önümüzdeki beş yıl içinde bu açının hızla büyüyeceği tahmin edilir.
Üstelik Çin artık ucuz ve çürük mal üreten bir ülke olmaktan çıkıyor ve ileri teknoloji üretmeye doğru hızlı adımlar atıyor. Bunun bir parçası olarak askeri programı hesaba alındığında önümüzdeki 5 yılın ABD için çok kritik olduğunu ve bu dönemde eğer bu süreci kıramazsa sonrasında başa çıkmasının artık çok daha zor olacağını herkes görüyor.
Bugün emperyalist piramidin tepesinde kalmak ve ele geçirmek için mücadele eden bu iki iktisadi dev ise birbirine göbek kordonuyla bağlı. 1980’de iki ülke arasındaki toplam ticaret hacmi 5 milyar dolardan 2014’de 592 milyar dolara çıktı. Bir yerde Çin’i ABD yarattı denebilir.

Ve bu ticaret eşitsiz bir şekilde gelişti. Hala Çin malları için en büyük pazar ABD. ABD’nin ticaret açığı ise Çin mali sermayesi tarafından finanse ediliyor.
İşte Trump bu göbek bağını kesmenin en radikal yol olduğunu düşünen sermaye kesimlerinin manyağıydı.

Trump’ın tek tutarlı sözünü unutmayın. “Çin’in ABD’ye tecavüzüne izin vermeyeceğim”. Bu,  yüksek gümrük duvarlarıyla  Çin mallarının ABD pazarına girmesini engellemek anlamına geliyor. Ve bir yerde erken bir noktada savaşa kışkırtmak…

Şimdi neden sermayenin böylesine bölündüğünü anlayabiliriz. Bu o kadar radikal bir strateji ki bazı sermaye grupları iflas edebilir, mali sermayenin bazı kesimleri çökebilir vb.
Oysa Clinton ve arkasındaki sermaye grupları bu göbek bağını kesmeden klasik askeri yöntemlerle Rusya ve Çin’i kuşatma yanlısıydılar.

Rusya’nın neden Trump’ı desteklediğine gelince, ya bizim bu hesabımızda bir yanlışlık var, ya da Rusya’nın üzerindeki yükü hafifletme arzusu ve Çin’e karşı gizli korkusuna işaret ediyor.

Bize gelince; işçi sınıfının siyasi öncüsü bu duruma ancak sevinebilir. Dünyanın daha barışçıl olacağı gibi akılsızca bir fikir nedeniyle değil, aksine emperyalist sistemde büyük bir alt üst oluşun habercisi olduğu ve kapitalizmden kurtulmak için dünyanın birçok yerinde inanılmaz olanaklar sunacağı için.

Emperyalist hegemonya krizinde birbirine göbekten bağlı iki düşmanın göbek bağının kesilişinin yarattığı büyük sarsıntı devrimini arayan işçi sınıfının örgütlü güçlerine büyük bir sorumluluk yükleyecek.

Erhan Nalçacı/ SOL

Atatürk’süz Mustafa Kemal ne iştir? - TAYFUN ATAY

Her yıl 10 Kasım’da aynı tartışmayı tekrarlamak âdetten oldu. Bu sene de Cumhurbaşkanı Erdoğan, gayet kararlı ve de anlamlı şekilde Atatürk’ü 78’inci ölüm yıldönümünde anarken ağzından “Atatürk” adının çıkmamasına “özen gösterdi”.

Bu “özen”, önceki yıl da fark edilir mahiyetteydi ama sanırım ölçek itibarıyla bu yılki kadar da vurgulu hale gelmemişti.

Şöyle ki Cumhurbaşkanı önce 9 Kasım’da bir mesaj yayımladı ve artık bir “Erdoğan klasiği” haline gelmiş terkiple “Cumhuriyetimizin bânisi Gazi Mustafa Kemal” diye başlayan 185 kelimelik bu metin içerisinde 7 defa “Gazi Mustafa Kemal” veya “Gazi” derken “Atatürk”ün esamisi okunmadı!..

Dün de 10 Kasım münasebetiyle Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu tarafından düzenlenen “Atatürk’ü Anma Töreni”nde yaptığı konuşmanın “içerik analizi”ne gidildiğinde, Cumhurbaşkanı’nın “Atatürk” lafzından bilinçlice bucak bucak kaçtığını düşünmek ve kaydetmek mümkün.
***
Yanlış anlaşılmasın, Erdoğan, konuşması boyunca son derece övücü ifadeler kullandı Atatürk’e ilişkin… Onun pek çok veciz sözüne de olumlu atıfta bulundu.

Ama Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki konuşmada, arkasında görkemlice “Atatürk’ü Anma Töreni” başlığı yer almasına, konuşmayı baştan sona aktaran ekranlarda da “Külliye’de Atatürk’ü Anma Töreni” şeklinde alt yazı geçilmesine karşılık…

25 dakikalık konuşması boyunca Cumhurbaşkanı, neredeyse her dakikaya bir tane düşecek şekilde 22 kez “Gazi Mustafa Kemal”, “Mustafa Kemal” veya “Gazi” dese de...

Hiç Atatürk demedi.

Pardon, pardon!

Sadece bir kez, konuşmasını hitama erdirirken ağzından “Atatürk” lafzı çıktı.

“Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nu, Sayın Başkan’ı, düzenledikleri bu anlamlı toplantı için tebrik ediyorum” şeklinde!..
***
Bunun yanı sıra Cumhurbaşkanı, “Atatürkçülük” adı altında Mustafa Kemal’in mirasına talip olanların (büyük ihtimal CHP kastediliyor) onun adını ağızlarına dahi almayı hak etmediklerini birkaç kez vurguladı.

Konuşmasının ağırlıklı bir kısmını 15 Temmuz darbe girişimine, onun şehit ve gazilerine hasretti, İstiklâl Harbi ile de ilinti kurdu.

Ve Cumhurbaşkanı, ilginç ama aynı ölçüde de kafa karıştırıcı bir şekilde 10 Kasım’ları yastan çok “yeniden-doğuş”a vesile kılmak gerektiğinden dem vurdu.

Kendisinin de Atatürk’ün ölüm gününü bir “yeniden-doğuş” olarak kutlamayı tercih ettiğini belirtti.

Garip!..

Neyin “yeniden-doğuş”una yol açmıştır Atatürk’ün ölümü?.. Ki ne 23 Nisan’da Meclis’in açılışı, ne 30 Ağustos’ta Büyük Taarruz, ne de 29 Ekim’de Cumhuriyet’in İlanı böyle bir tasavvuru karşılamazken 10 Kasım bunu hak ediyor?!
***
Neyse, çok kurcalamayalım ve “Atatürk” lafzından adeta günahmışçasına kaçınılıyor olmaya geri dönelim!..

İster “Gazi” deyin, ister “Gazi Mustafa Kemal”, mevzubahis ettiğiniz şahsın bir soyadı var. Ve bu, 1934’te kabul edilen “Soyadı Kanunu”nun ardından (eminim sizin de takdir edeceğiniz tabirle) “Yüce Meclis” tarafından oybirliğiyle kendisine verilmiş.

Bu durumda acaba 1919’dan 1922’ye kadar Kurtuluş Savaşı’na önderlik etmiş, 1923’te Cumhuriyet’i kurmuş şahsın 1934’te “Atatürk” olduktan sonraki varlığı ve pratiği mi reddediliyor?..

Acaba “Kurtuluş Savaşı’mızın başkomutanı”, “Cumhuriyet’imizin bânisi” ve “İlk cumhurbaşkanımız” diye tavsif ettiğiniz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bir tarihsel şahsiyet olarak varoluş serüveni, “A.Ö” (Atatürk’ten Önce) ve “A.S.” (Atatürk’ten Sonra) olarak ikiye mi ayrılıyor?

Bu doğrultuda “Atatürk” adı bir “menfi milat” mı sayılıyor?

“Atatürk”, Mustafa Kemal’in “negatif”i bir tarihsel çehre mi oluyor?

Ve bu yüzden mi onun ölüm günü 10 Kasım, bir “yeniden-doğuş”a vesile sayılma cihetine gidiliyor?!


***

Kabul, “Atatürk” ismi sembolik olarak size hitap etmiyor olabilir, amenna…

Fakat hiç olmazsa artık hemen herkes için aşikâr bu tercihinize ilişkin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak bir açıklamanızı duyalım! Toplum olarak buna ihtiyacımız da, hakkımız da var.

“Ata-Türk” adı size ne(ler) çağrıştırıyor?

Animist inancın bir ileri aşaması denilebilecek “Atalar Kültü”nü mü?

Ortak bir atadan soy aldığına inanan toplumların totemizm inancını mı?

Ya da bunların her ikisinin de içkin olduğu düşünülebilecek putperestliği mi?

Mustafa Kemal “Gazi” size göre, tamam.

Peki, “Atatürk” ne? “Put” mu?..

Ki böyle bir telakki doğrultusunda mı kaçınıyorsunuz onu ağzınıza almaktan?..

Kullanmayın, tercihinizdir, ne yapalım, itirazımız yok da…

Açıklayın, bilelim, “Atatürk” deyince ne olup bittiğini içinizde!..

Tayfun Atay
Cumhuriyet