6 Aralık 2016 Salı

Bugünlere nasıl mı geldik? - EROL MANİSALI

Büyük insan Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümer’iyle, Hayrettin Karaca’nın doğa aşkıyla, Genco Erkal’ın dilinden Nâzım dizeleriyle, Fazıl Say’ın coşku veren müziğiyle, Yılmaz Özdil’in Adam’ıyla aynı zamanda faşizmi eşzamanlı “yaşamak” kafamızı da ruhumuzu da katmanlara bölüyor, irkiliyoruz.

Uygarlıktan koparılıp karanlıklara terk edilen yavrularımızın yangın çığlıkları, katmanlar arasında patlayan bombalar gibi, yüreğimizi parçalıyor.
Televizyonda, İkinci Dünya Savaşı filmi izler gibi iç çatışmaları ve Suriye savaşlarını yaşayıp akşam Borusan Filarmoni’de İdil Biret’i dinlemek “ruhsal bunalıma düşmemek için ilaç alan bir kişi durumuna düşürüyor bizleri”.
FETÖ’nün Ergenekon kumpasında beni ilk polis sorgulamasında savunan hukukçu Bülent Utku’nun FETÖ’cü sanığı gibi Silivri’ye kapatılışı beni içimden yaralıyor.
Tevrat, İncil, Kuran gibi üç büyük kitabın bu coğrafyadan çıkması; ve bu toprakların yüzyıllardır en kanlı savaşları yaşamakta oluşu Türkiye’deki çelişkileri de anlatıyor.
Aydınlık devrimlerden karanlıklara
Kurtuluş ve Atatürk devrimleri ile bu coğrafyanın “fıtratına” başkaldıran bir ulusun yurttaşları olarak övünüyoruz.
Köy Enstitüleri ile dünyaya örnek olduk. Bilime, sanata, uygarlığa sarıldık. Ama toprak ağasından din tüccarına ve emperyalizme kadar uzanan karanlık güçler, yolumuzu kesmeye başladılar.
Aynen İran’da Musaddık’ın yolunu kestikleri gibi, “Salem büyücülerini” oynatmaya koyuldular.
Yakılan çocuklarımızdan cephede ölen delikanlılarımıza kadar her şey bu karanlık ve emperyalist gelişmelerin sonucudur.
Bugünkü modern FETÖ’cüler gibi, eski dönemlerde de daha ilkel FETÖ’cüler vardı. Toprak ağasından Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen din tüccarlarına kadar, toplumu “karanlıklara sürükleyerek iktidarlarını korumak için” çaba gösterdiler. Geldiğimiz nokta bunun sonucudur.
Faşizmi yazmak mı? Yaşamak mı?
1964’te Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) temsilcisi olarak Avrupa Konseyi’ne (CENYC) gitmeye başladığımda Kıbrıs sorunu ve Avrupa ilişkileri ile yüz yüze geldim. Daha sonraki akademik hayatımda Ecevit, Demirel, Özal, Çiller, Erbakan, Yılmaz, Perinçek, Erdoğan ve Gül ile Türkiye’nin geçirmekte olduğu süreci yüz yüze ve aynı sofrada konuşma ve tartışma şansına (ve şansızlığına) sahip oldum: sadece bir akademisyen kimliğimle.
Kamuoyunun hiç bilmediği bazı gerçeklerle karşı karşıya kaldım: Asil Nadir’in hapsedilişinin tamamen siyasi bir komplo olması: Oyak’ın Volvo yerine Renault ile anlaşmasının 1960’larda tamamen Prof. Feridun Ergin’in “eseri” olduğu: Kirk Douglas’ın 1964’te Ankara’da İsmet İnönü ile gizlice buluşması gibi trajikomik gerçeklerle de karşılaştım.
Bugün ülkenin geldiği çelişkili ve kutuplaştırılmış ortamı düşünürken, 1960’lı yıllardan beri bire bir şahsen yaşadığım olayların bugünü hazırladığını gördüm. Bu nedenle kaleme aldım.
Yeni açmış sarı papatyalar gibi turlayan Avrupalı turistler yerine, karalara bürünmüş “yeni” nesil turistlerin ağırlığı altındaki çok sevdiğim İstanbul’dan geçen yaz kaçarak Gündoğan’a sığındım. Zeytinlerin ıssız gölgesinde 29 adam ve 1 kadınla olan bütün bu tartışmalarımı yazdım.
Dostum Haluk Hepkon’a teslim ettim, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden bir iki ay içinde yayımlanacağını söyledi.
Adını “Yolumun Kesiştiği Ünlüler” koyduğum kitapta çok ilginçtir, bütün siyasilerle yolum kesişmiş, bir tek Devlet Bahçeli hariç.
Oysa kendisinin çok sosyal olması gerekirdi, ne de olsa, kendisi Ata Koleji’nin tedrisinden geçmiştir.

Erol Manisalı
CUMHURİYET

Otomania! - ÖZGEN ACAR

Herhalde konuşmasına “Ey Muhtarlar!” diye başlamış olmalıdır. Ama şöyle dediği kesin: “Tarihte bize ne yaptılar? 1920’de bize Sevr’i gösterdiler. 1923’te Lozan’a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan’ı ‘zafer’ diye yutturmaya çalıştı! O anlaşmada masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını vermediler!”


***
O masayla ilgili gelişmeleri 2008’den bu yana bu köşede çeşitli kereler yazdım. 14 Kasım’da şöyle değinmiştim:
“İsviçre Cumhurbaşkanı Pascal Couchepin’in Ankara ziyareti öncesinde kendisi ile konuşmak üzere bir grup meslektaş ile bu ülkeye gitmiştik. Bu fırsattan yararlanarak Lozan’da Türkiye’nin bağımsızlığına sahne olan görüşmelerin yapıldığı alanları da ziyaret ettik. Lozan Antlaşması’nın imzalandığı Rumine Sarayını’ da gezdik.
Arkadaşlardan biri ‘Antlaşmanın imzalandığı masayı görebilir miyiz?’ diye sorduğunda ‘depoda’ yanıtını alınca şaşırdık, daha doğrusu üzüldük. Oysa bu tarihsel masayı nice Türk kuruluşu Türkiye’ye getirtmek için ne uğraşlar vermişlerdi. Meğer yetkili bizi atlatmış! Masa bir sürpriz olarak Couchepin’in ziyareti sırasında Ankara’da ortaya çıktı. Couchepin İsviçre’nin Ankara’da elçilik açılışının 80. yıldönümünün anısına masayı Ankara’ya hediye getirmişti.
Bu masanın sergileneceği yer henüz saptanmadı. İki önerimiz var. Yabancı devletleri bu masaya oturtan ilk TBMM Müzesi ya da Lozan görüşmelerini başarı ile sürdürüp imzası ile noktalayan İnönü’nün Pembe Köşk Müzesi en uygun yerlerdir.”
23 Aralık 2008’deki yazım ise özetle şöyleydi:
“İsviçre Cumhurbaşkanı Pascal Couchepin, Ankara Büyükelçiliği’nin 80. yıldönümü nedeniyle yaptığı ziyarette Türkiye’ye olağanüstü bir hediye vermişti. Hediye, Türkiye Cumhuriyeti’ni doğuran 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalandığı masaydı.
Masanın Çankaya Köşkü’nde, bugünkü TBMM Binası’nda, Ankara’da Resim ve Heykel Müzesi’nde sergilenmesi gibi öneriler yapılmış, masa ortada kalmıştı. 14 Kasım tarihinde bu köşede yazdığımız yazı şöyle bitiyordu:
‘İki önerimiz var. Yabancı devletleri bu masaya oturtan ilk TBMM Müzesi ya da Lozan görüşmelerini başarı ile sürdürüp imzası ile noktalayan İnönü’nün Pembe Köşk Müzesi en uygun yerlerdir.’
Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Orhan Düzgün arayıp şu bilgiyi verdi: ‘Masayı, iç düzenlenmesi yenilenmekte olan ilk TBMM Müzesi’nde ve ayrıca ailesinin bağışladığı İnönü’nün Lozan Madalyası ile birlikte sergileyip 23 Nisan’da ziyarete açacağız.’
Masa en doğru yeri bulmuş, ayrıca İnönü’nün madalyası ile de taçlanmıştı.”

 
***
Couchepin, masayı Ankara’da, törenle Türkiye’ye vermeden önce, “Bir kez daha dokunmak istiyorum!” demişti... Pek çok konuğun olduğu bu törene, o masada zafer antlaşmasını imzalayan İnönü ailesinden kimse davet edilmemişti!

***
O masada İngilizlerin ve yandaşlarının yenilgisini imzalayan İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon çok öfkeliydi! Lord Curzon, öfkesini “Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusunu” başarıyla imzalayan Türkiye Dışişleri Bakanı İsmet İnönü’ye öfkeyle şöyle demişti:
İstediğinizi aldınız (cebini ve ABD delegesini işaret ederek) ama para bizde; nasıl olsa geleceksiniz, yardım isteyeceksiniz. O zaman bugün kabul etmediklerinizi bir bir önünüze koyacağız!”
İnönü gülerek, “Gelirsek yaparsınız...” yanıtını vermişti!


***
Şimdi, biri çıkmış yıllarca övdüğü Lozan Antlaşması’nı yerden yere vuruyor. Geçmişte övgülerini bugün unutan Sultan hazretlerine, söylediklerini Sözcü gazetesinde 30 Eylül’de Yılmaz Özdil tarih tarih anımsatıyor. (http://www.sozcu. com.tr/2016/yazarlar/yilmaz-ozdil/lozan- 1419717/)
Burada benim anlamadığım, bu kişide “Alzheimer” mı başladı, yoksa “Büyük Ortadoğu Başkanı” sıfatıyla T.C’nin tapusunu mu satışa çıkarmak istiyor?
Sayın Okurlar, ilk fırsatta ailenizle, arkadaşlarınızla ilk BMM binasını ziyaret ederek, orada sergilenen bu masa uğrunda şehit olanlara saygılarınızı sununuz.


                                                                             ***
Türkiye Cumhuriyetinin “2” numarası, Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlediği Sultan 2. Abdülhamid Han Sempozyumunda” neler dedi?
“Hal edilmeseydi, güçlü bir devlet olarak, tarih sahnesinde yerimizi devam ettirecek, Meriç Nehri ile Ağrı Dağı arasına sıkışmış olmayacaktık!
Dini bağlamda sadece namaza değil, diğer dini vecibelere de titizlik gösterirdi. Aptesli bulunmayı prensip edinmişti. Ağzına içki koymamıştır. Özellikle Sultan Abdülhamid karakter olarak sadeliği ve temizliği seven müşfik, rikkatli, alabildiğine nazik, kibar bir devlet adamıydı!
Osmanlı Devletimizin yıkılması ve yok olması konusunda yoğun bir faaliyet yürüten emperyalist devletler ve onların emellerine destek veren yerli işbirlikçilerine rağmen, yine de 33 yıllık iktidarı süresince çok önemli eserler ve dikkatle incelenmesi gereken projeler bırakmıştır. Sultan 2. Abdülhamid Han’ın bütün bunları başarabilmesindeki etken, gayretli ve ferasetli şahsiyetinin ve uyguladığı politikaların tarihinde aranmalıdır.
Sultan Abdülhamid, İslam dinini ve kurumlarını gerek içte, gerekse dışta Müslümanlarla olan ilişkilerde devamlı gündemde tutmuş, halifelik makamını ön plana çıkaran uygulamaları tercih etmiştir.
Demiryolları sayesinde Çanakkale’ye ulaştırılan desteklerle Çanakkale geçilmez olmuştur. Bugün ‘Çanakkale geçilemez’ diyorsak, onun temelinde Sultan Abdülhamid Han vardır!”
İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy, “Safahat” adlı şiir kitabında “Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer, Âkıbet çok kötü…” dediği Abdülhamit hakkında başka neler söylemişti?
“Çoktan beridir vardı benim bir derdim:/ Gideyim, zâlimi ikâz edeyim, isterdim./ O, bizim câmi uzaktır, gelemez, mani’ ne?/ Giderim ben, diyerek, vardım onun cami’ine./ Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,/ Koca Şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümid./ Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;
O silahşörler, o al fesli herifler sayısız./ Neye mâl olmada seyret, herifin bir namazı:/ Sâde altmış bin adam kaldı namazsız en azı!/ Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma,/ Dedim ki: ‘Bunca zamandır nedir bu gizlenmek?/ Biraz da meydana çıksan da hasbihâl etsek. / Adam mı, cin mi nesin? Yok, ne bir gören; ne eden;/ Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden./ Değil mi saklanıyorsun, demek ki: Korkudasın;/ Ya çünkü korkan adamlar, gerek ki saklansın./ Değil mi korkudasın, var kabahatin mutlak’!”
Ve de ekliyor: “Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblis’e…”
Mehmet Akif’e göre Abdülhamit, şeytandan da şeytanmış!

                                                                              ***
Türkiye Cumhuriyeti’nin “2” numarası, Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlediği “Sultan 2. Abdülhamid Han Sempozyumu’nda” neler dedi?
“Dini bağlamda sadece namaza değil, diğer dini vecibelere de titizlik gösterirdi. Aptestli bulunmayı prensip edinmişti. Ağzına içki koymamıştır. Özellikle Sultan Abdülhamid karakter olarak sadeliği ve temizliği seven müşfik, rikkatli, alabildiğine nazik, kibar bir devlet adamıydı!”
Bir okurumuz, Abdülhamit’in torunu Ertuğrul Osman Osmanoğlu’nun, bir TV söyleşisinde, “dedesinin alkolik olmadığını, ancak Rom içtiğini” açıkladığını anımsattı!
“2” numaralı koltuğa oturan, tüm AKP’liler bile, “İlk BMM Başkanı Atatürk’ü şükran ve saygıyla anarlarken”, geçen yıl bu göreve seçilen İsmail Kahraman, sunuş konuşmasında Ata’nın adını ağzına almamıştı!
2014’te Eskişehir’de yaptığı konuşmayı da anımsamakta yarar var:
“Cumhuriyet’i kuran kadro pozitivisttir. Pozitivist nedir? Gördüğüne ve tuttuğuna inanır. Peki, ayeti tutuyor muyum? Hayır… Vahiy gördüm mü? Hayır… Ayeti reddederler. Cumhuriyeti kuranlar, bu yüzden dinden uzaklaştı!”

 
***
Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, TBMM’ye hediye olarak, 1994’te “2” numaralı koltukta oturan Hüsamettin Cindoruk’a Atatürk’ün mareşal üniformalı resmi dokunmuş bir halı vermişti.
AKP iktidara geldikten sonra, 2004’te bu halıyı TBMM’den kaldırmak istemiş, ancak başaramamıştı. 15 Temmuz’da, FETÖ darbesinde halının bulunduğu loca yıkılmış, ancak bu halı zarar görmemişti.
Muhalefet, halının yeniden TBMM duvarına asılmasını isterken, AKP’li İdare Amiri Salim Uslu, loca onarıldıktan sonra, eski yerine asılmayacağını şu gerekçe ile açıkladı:
“Atatürk’ün Meclis’te yüzlerce sivil resmi varken, üniformalı resminin oraya konması doğru değil! O resim kışlada olur, hiçbir şekilde Meclis’te olmaz…”
Meclis, yeni yasama yılına girerken Kahraman, kuliste karşılaştığı milletvekillerinin ellerini sıkarken CHP’li Mahmut Tanal “Atatürk resimli o halı yerine asılıncaya kadar elinizi sıkmayacağım!” sözleri ile tepkisini gösterdi.


***
Türkiye Cumhuriyeti’nin “2” numaralı koltuğunda da oturan ve iki yıl öncesine kadar AKP Genel Başkan Yardımcısı olan Mehmet Ali Şahin’in sözlerini 20 Mayıs 2013 tarihli Vatan gazetesinden alıntılayalım:
“Tarih kitapları bize eksik öğretiliyor. Mesela son Osmanlı padişahı Vahdettin vatan haini olarak öğretildi. Acaba böyle mi? Vahdettin hain değildi. Tarihimizi doğru okuyalım. Milli Eğitim Bakanlığı’na çağrıda bulunuyorum. Son padişah ile ilgili tarih kitaplarını lütfen değiştirelim. Çocuklarımıza doğruyu öğretelim…”

 
***
AKP hükümeti, 5 Kasım 2013’te Resmi Gazete’de yayımladığı bir değişiklikle Türkiye Cumhuriyeti’nin “İlişkilerin geliştirilmesine katkıları nedeniyle” yabancılara verdiği “Devlet, Cumhuriyet ve Liyakat” nişanlarından Atatürk’ün kabartmalarını ve T.C. sözünü kaldırmıştı.
“Türkiye Kamu-Sen” bu kararın iptali için Danıştay’da dava açtı.
Danıştay 10. Dairesi, “nişanlardaki Atatürk kabartmasının kaldırılmasının anayasal kurallar karşısında eksik bir düzenleme olduğu için, değişikliğin iptaline” karar verdi… 


                                                                               *** 

Önceki hafta bir başka konuşmasında da “Fiziki sınırlarımız var, ama gönülde yatan sınırlarımız da var!” Cumartesi günü de Bursa’da şöyle konuştu:
“Tarihin en büyük devletlerinden birisi olan Osmanlılardır. Biz 20 milyon km2’den 780 bin km2’ye geldik. Nereden nereye? Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş de değiliz! Uzun zamandır yaşadığımız kesintisiz savaşların, kayıpların etkisiyle biraz nefes alabilmek için o dönemde buna ‘tamam’ denmiş olabilir. Asıl yanlış, dönemin tartışmalı şartları içinde yapılan bu fedakârlığa teslim olup, devlet ve toplum hayatını buna göre inşa etmeye kalkışmaktır. Biz bunu kabul etmiyoruz. Bu yanlış tarih ve medeniyet algısından vazgeçilmesi gerektiğini söylüyoruz…”

 
***
20. yy’ın başlarında, İngilizler ve Fransızlar, yöremizde “etnik mozaikleri” kullanarak, “böl ve yönet siyasasını” uyguladılar. Arap ülkelerinde başardılar ancak Mustafa Kemal Atatürk’ü yenemediler.
21. yy’da İngilizlerin yerini Amerikalılar aldı. “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)adıyla bir tezgâhı sahneye koydular. Bizimkini de “eşbaşkan” ilan ettiler. Sonra neler oldu?
Dost ülke Libya’da ayaklanma çıkarıldı. Türk donanması ayaklananlara yardım için Libya’ya gönderildi. Muammer Kaddafi linç edildi. Türk müteahhitleri işsiz kaldı.
Bizimki 2011’de Mısır’a ziyaretinde “laiklik ve demokrasi” derken, 2012’de gidişinde Kuran’dan ayetler okuyor, “laiklik ve demokrasi” kavramlarına değinmiyor, ayaklanmadan sonra “Rabia” işaretini her fırsatta kullanıyordu. Sonrasında, olan Mısır’daki Türk işadamlarına olmadı mı?
“Kardeşim” dediği Beşar Esad ile ailecek Bodrum’da “mavi yolculuk” yaparken, sonrasında Suriye Cumhurbaşkanı’nın muhaliflerine MİT TIR’ları ile silahlar gönderdi. Kürtler örgütlenerek güçlendi. Aşırı dinciler, Esad’a karşı “Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD)” terör örgütünü kurdular.
Suriye karıştı. 2 milyon Suriyeli Türkiye’ye sığındı. Türkiye Irak’tan gelenlerle birlikte sığınmacılara 25 milyar dolar (75 milyar TL) harcadı. Sultan, şimdi çare olarak 711 km’lik sınırı, dünyanın en uzun 3. duvarı ile örtmeye başladı.
Irak’ta yasal Bağdat yönetimi dışlandı. Ortadoğu’da Amerikalıların desteği ile “Büyük Kürt Devletini” kurma peşinde olan Mesud Barzani’yi, son olarak birkaç ay önce Ankara’da “külliyesinde” ağırladı, 2013’te birlikte Diyarbakır’da (!) gövde gösterisi yaptı.
Yasal Irak yönetimini dışlayıp yöredeki petrolü, Enerji Bakanı yaptığı damadının da ortağı olduğu şirket aracılığı ile Türkiye üzerinden pazarlama yoluna gitti. Kandil’deki PKK, Türkiye’de çeşitli terör eylemlerini sürdürüyor. Peki, PKK silahlarının ve Kandil harcamalarının parasını nereden buluyor? Suriye’deki Kürt PYD örgütünün bütçesini kim karşılıyor? Elbette Akdeniz’e ulaşmak isteyen Barzani’den ve ABD’den geliyor! 


***
Eskiden şöyle bir halk türküsü vardı: “Rüzgârın eser serin kırların kokusu dolu / Bir kaval çalar hazin hazin tozlanır köy yolu / Aslan yürekli köy yiğitleri kurası çıkar orduya koşar. / Yârin çavuş olur döner geri, ağlama nazlı yâr.”
Günümüzde son mısra artık şöyle söylenir oldu: “Yârin şehit olur dönmez geri, ağla nazlı yâr!”
Fransız Le Monde gazetesinin Türkiye temsilcisi Guillaume Perrier, son yazısında şöyle diyor:“Türkiye politikasında ‘ikili’ oynayıp, kurnazlık ettiğini sanan Amerika’nın bu senaryoyu düşünmesini isterim, doğrusu. Türkiye’de yaklaştığı görülen kanlı bir çatışmanın, bütün dünyayı yakması sandığınız kadar uzak bir ihtimal değil!”
Bir Rus karikatürü de bu gerçeği yansıtıyor!



Bir ay önce Sözcü gazetesinde Yılmaz Özdil, “Atatürk Büstü” başlıklı yazısında Atatürk heykellerine saldırının başlangıcı hakkında önemli bilgiler verdi (*).
İlk saldırıyı 25 Şubat 1951’de Kırşehir’de Kemal Pilavoğlu’nun Ticanileri yaptı. O dönemi anımsarım. Pilavoğlu’nu günümüz okurlarına tanıtmak için, rahatlıkla o dönemin FETO’su diyebiliriz. Dini istismar ederek köşeyi dönen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü hedef alan bir sahtekârdı.
CHP iktidarına ve Türkçe ezana tepki olarak 1949’da adamlarına TBMM’de Arapça ezan okuttu. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince, ilk işi, ezanın Arapça okunmasına karar verdi.
Ardından Pilavoğlu’nun tayfaları 25 Şubat 1951’de Kırşehir’de tören alanındaki Atatürk heykelinin yüzünü parçaladılar. Türkiye ayağa kalktı. Babam Hilmi Acar, beni de alarak İzmir’de Lozan Alanı’ndaki Atatürk anıtında saygı duruşuna götürdü. 

***
O günden bu yana Atatürk heykellerine saldırı, özellikle AKP iktidarının son yıllarında yoğunlaştı. Bazı örnekler…
21 Eylül 2012 - Aydınlık: Tekirdağ’ın Malkara ilçesinde Atatürk’ün büstü, yerinden sökülüp bir aydınlatma direğine asıldı.
5 Haziran 2014 - Aydınlık: Tekirdağ Hükümet Caddesi’ndeki Atatürk büstü parçalandı.
25 Temmuz - Haber Türk: Diyarbakır surları üzerindeki Atatürk portresi parçalandı.
4 Eylül - Sözcü: Ankara Güvenpark’taki Atatürk anıtına saldırıldı.
25 Eylül - Sözcü: Cizre’de Atatürk heykeli benzin dökülerek yakıldı.
3 Ekim - Milliyet: Rize’de Atatürk büstü ters çevrildi.
8 Ekim - Milliyet: Diyarbakır’da Atatürk büstü binadan dışarı atıldı. Batman’ın Gercüş ilçesinde Atatürk büstü söküldü. Van’ın Başkale ilçesinde Çarşı merkezindeki Atatürk heykeli molotofkokteyli ile yakıldı.
12 Kasım - Bursa’da bir okuldaki Atatürk büstü, ölüm yıldönümünden bir gün önce siyaha boyandı.
27 Ocak 2015 - Ankara Keçiören’deki Çağlar Ortaokulu bahçesinden Atatürk büstü çalındı.
24 Mart - Haber Türk: Ankara Ulus Atatürk anıtındaki asker heykelinin tüfeğine zarar verildi.
8 Nisan - Cumhuriyet: Atatürk’ün Amasya’ya gelişi ve genelgesini simgeleyen kabartma, belediye çalışması sırasında kırıldı, onarım bekliyor.
31 Ağustos - Sözcü: Kayseri’nin Felahi’ye AKP’li Belediye Başkanı Atatürk heykelini otoparka attı.
19 Eylül - Sözcü: İstanbul AKP’li Fatih Belediyesi, Atatürk anıtını metal perdeyle kapattı.
13 Şubat 2016 - Sözcü: Tekirdağ Ergene ilçesinde ilkokulu binasındaki Atatürk büstü ve portreleri bahçeye bırakıldı.
8 Temmuz - Sözcü: Denizli Çivril ilçesinde Atatürk heykeli tabelayla kapatıldı.
28 Temmuz - Milliyet: İzmir Konak ilçesindeki Atatürk maskı harap halde.
6 Ekim - Sözcü: İstanbul Avcılar’da Atatürk büstünü yere attılar.
5 Kasım - Sözcü: Trabzon Of’ta 29 Ekim’de Atatürk büstleri sprey ile boyandı. 

***
Ticanilerin merkezi Ankara’da Hacı Bayram Camii çevresinde idi. Sonrasında yerlerini Nurcular aldı. Karargâhlarına girdim. 5 Ağustos 1961’de Cumhuriyet’teki haberim nedeniyle hakaret davası açtılar. Aklandım.
Hacı Bayram nöbetini FETO’cular almıştı. Şimdilerde ise IŞİD’ciler devrede! 

***
*Özdil’in yazısı için tıklayınız: http:// www.sozcu.com.tr/2014/yazarlar/yilmaz- ozdil/ataturk-bustu-621277/
                                                                               ***
“Osmanlı Meclisi Mebusan Reisi” denilen zat değil, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı” denilen kişi, Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka’nın soru önergesini yanıtlamak için şu koşulu koydu: “Önergenizdeki laiklik cümlesini çıkarın yanıtlayalım!”
 
***
15 Temmuz saldırısında zarar gören TBMM’nin muhalefet koridorundaki Mustafa Kemal Atatürk’ün halıya dokunmuş, mareşal üniformalı tablosu da yerinden kaldırılmıştı. CHP’liler gerekeni yapıp yerine asınca, o kişi “Başkanlığımızın bilgisi ve rızası dışında asıldı!” diye itiraz etti! 

***
O kişi, Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlediği 2. Abdülhamit Han Sempozyumu’nda” şöyle dedi: “Ağzına içki koymamıştır. Özellikle Sultan Abdülhamid karakter olarak sadeliği ve temizliği seven, müşfik, rikkatli, alabildiğine nazik, kibar bir devlet adamıydı!”
Bir okurumuz, Abdülhamit’in torunu Ertuğrul Osman Osmanoğlu’nun, bir TV söyleşisinde, “dedesinin alkolik olmadığını, ancak rom içtiğini” açıkladığını, anımsattı! 

***
O kişi, Ankara’da 30 Kasım’da Mustafa Necati Kültür Evi’nde “Abdülhamid Han ve Dönemi Fotoğraf Sergisi” açtı. Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’ün yakın arkadaşlarından ve çeşitli bakanlıklar yapmış olan Mustafa Necati Uğural bugün mezarında sağından soluna dönüyordur! 

***
O kişi, 2014’te Eskişehir’de yaptığı konuşma da şöyle dedi:
“Cumhuriyet’i kuran kadro pozitivisttir. Pozitivist (bilimsel) nedir? Gördüğüne ve tuttuğuna inanır. Peki, ayeti tutuyor muyum? Hayır… Vahiy gördüm mü? Hayır… Ayeti reddederler. Cumhuriyeti kuranlar, bu yüzden dinden uzaklaştı!”
O kişi, o kürsüye seçildiğinde Atatürk’ün adını ağzına almadı. İstiklal Marşı’nın şairi Mehmet Akif Ersoy, “Safahat” adlı şiir kitabında, “Ah eğer, o Yıldız’daki baykuş (Abdülhamit) ölüvermezse, âkıbet çok kötü…” demişti… 

***
O kişi 28 Ağustos’ta Rize’nin Kurtuluş Bayramı töreninde konuştu: ‘Şu tarihte kurtuldum’ demek; acziyet ifade eder. Kurtuluşlar değil fetihler anılır. Onlar, Trabzon’dan, Rize’den, Artvin’den, Erzurum’dan, Sarıkamış’tan çekilip memleketlerine döndüler!”
 
***
O kişi aynı törende şunları da söyledi: “Liseli Devrimciler, Che Guevara’nın gömleklerini giymişler. Che, 39 yaşında öldürülen, bizzat kendisinin infazlar yaptığı bir katil kişilik. Bir gerilla. Bolivya’da, Küba’da, Güney Amerika’da faaliyette bulunan bir eşkıya… Benim liseli gencimin yakasında, göğsünde olmamalı…”
***
Oysa dün, Küba’da cenaze töreni yapılan Castro, 1996’da İstanbul’a geldiğinde ne demişti?: “Devrimci Kemal Atatürk, bizim esin kaynağımız oldu. O gemiyle Samsun’a, biz de 40 yıl sonra gemiyle Havana’ya çıktık. Kendinize başka önder aramayınız…”
Küba’nın Ankara Büyükelçisi Alberto Gonzalez Casals’ın İzmir’de CHP Grup Başvekili Özgür Özel’e, bu sözleri eden, o kişinin, kendisine şöyle dediğini açıkladı: “Hem Meclis Başkanı hem de daha üst düzeyde bir kişi telefon açarak özür diledi!” Özel de Büyükelçiye “Bir atasözümüz, ‘Açıkta yapılan kusurun tenhada özrü olmaz!’ der” dedi.
Oysa anımsanacağı üzere Sultan, Küba ziyaretinde Che anıtını ve Atatürk’ün büstünü ziyaret etmişti!

Kadınların Ata’sı!
Atatürk, 5 Aralık1934’te Türk kadınına “Seçme ve Seçilme” hakkını tanıdı. Fransa’da 1944, Japonya’da 1945, İtalya’da, Arjantin ve Meksika’da 1946, İsviçre’de ise 1971’de bu hakkın tanınmasına da öncülük etmişti… Atatürk’ün açıklaması şöyleydi:
“Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasî hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir. Türk kadını, evdeki medenî mevkiini salahiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasî hayatla, belediye seçimleriyle tecrübe kazanan Türk kadını, bu sefer de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medenî memleketlerin birçoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu salahiyet ve liyakatle kullanacaktır…”
Bir soru: Atatürk mü, yoksa Abdülhamit mi, insan gibi insandı?

ÖZGEN ACAR
CUMHURİYET





5 Aralık 2016 Pazartesi

'Diktatör' Fidel - İLKER BELEK

Fidel, komünist, Marksist-Leninist’ti.
Batista diktatörlüğüne karşı duyduğu insani tepkilerle devrimci olmuş, komünizmle tesadüfen eline geçen Manifesto ile tanışmıştı.
Fidel, insan kalabilmenin koşulunun boyun eğmemek, boyun eğmemenin koşulunun ise komünistlik olduğunu yaşayarak kanıtlamış bir önderdir. Aynı şey Küba için de geçerlidir. Küba devrim sonrasında sosyalizmi tercih etmeseydi ayakta kalamazdı.

Marksizm’in siyasi abc’si Marx’ın daha 1852’de Weydemeyer’e yazdığı mektupta özlü biçimde formüle edilmiştir. Konu; sınıf, sınıf savaşımı ve toplumun geleceğidir: “Benim yeni olarak yaptığım şundan ibaretti: 1-Sınıfların varlığının yalnızca üretimin belli tarihsel gelişim evrelerine bağlı olduğunu, 2- sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götüreceğini, 3- bizzat bu diktatoryanın bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten ibaret olduğunu göstermek.”

Bu kadar: Her Marksist-Leninist sınıfsız toplumun kuruluşu için proletaryanın diktatörlüğünü savunur. Sosyalizm yalnızca geçiştir.

Mezopotamya kent devletlerinden beri bütün toplumlar sınıflıdır. O zamandan beri her toplum bir diktatörlüktür. Üretim araçlarının sahipleri, aynı zamanda diktatörlüğün de sahipleridir.
Günümüzde diktatörlüğü belirleyen özel mülkiyet rejimidir. Özgürlük, eşitlik, adalet için bu rejimin yıkılması, üretim araçlarının kamulaştırılması gerekir. Patronla, sömürdüğü işçi nasıl eşit olabilir ve eşitlik olmadan işçi nasıl özgürleşebilir. Özel mülkiyet rejiminde eşitlik de, özgürlük de kağıt üzerindedir.

Sosyalizm patronların elindeki fabrikalara, ağaların mülkiyetindeki tarlalara el koyarak kamulaştıran diktatörlüktür. Artık ilişki tersine dönmüş, denklem tersinden kurulmuştur: Eski egemen sınıfın üretim araçlarını, yani iktidarı yeniden ele geçirmesini engellemek için proletarya kendi diktatörlüğünü kurmuştur.

Bir Marksist-Leninist olarak Fidel burjuva iktidarını tarihin çöp sepetine göndermek ve emperyalist ülkelerden gelebilecek tehditleri bertaraf etmek bakımından kurulan proletarya diktatörlüğünün öncüsüdür.

Diktatörlük de demokrasi de sınıfsal kavramlardır. Patronlar için demokrasi olan işçi ve köylüler için diktatörlüktür. İşçi iktidarı kendi demokrasisini kurmak için burjuvaziye diktatörce davranmak zorundadır. Burjuvazi, işçiyi sömürerek biriktirdiği sermayesini gönül rızasıyla gerçek sahibine, proletaryaya vermeyeceği için böyledir.

Fidel’in babası bir toprak ağasıydı ve devrimin ilk icraatlarından birisi toprak reformu oldu. Fidel diktatördür ve diktatörlüğü kendisine, kendi sınıfsal kimliğine karşıdır. Fidel sınıfları ortadan kaldırmak, siyaseti amatörleştirmek için kendisine karşı diktatördür.

Küba proletarya diktatörlüğü üzerinden ilerlemeseydi Batista rejiminin inşa ettiği toplumsal yapıyı değiştiremezdi. Küba, sömürücülere karşı diktatör olduğu için, demokrasidir.
Küba’nın sağlıktaki, eğitimdeki başarıları, kadına insanlığını vermesi, işsizliği yok etmesi, hepsi sosyalist demokrasinin sonuçlarıdır.

Bugün bütün dünya tekelci-endüstriyel tarımın, kimyasalların pençesinde kıvranırken, kaynakları kıt Küba kent tarımıyla kendi halkını besleyebiliyorsa, bunu sağlayan şey, Fidel’in tekellere karşı diktatör olmasıdır.

Küba, herhangi bir Kübalı vatandaş gibi yaşayan, saraylara sığmayan devrimcilerin ülkesidir. Küba genel seçimlerde paranın etki etmediği tek ülkedir. Fidel seçildiği seçim bölgesindeki halka kendisini görevden alma yetkisi veren bir diktatördür.

Küba bir zamanlar ABD’nin kerhanesiydi. Fidel o pislikten özgür, kalkınmış, onurlu, kendisine yeten bir ülke yarattı.

Fidel burjuvaziye karşı diktatör, Küba halkı için “bizim Fidel”dir.

Fidel’e diktatör diyenlere en iyi yanıtı, O’nu sonsuzluğa uğurlamak için vakur bir duruşla Havana’yı dolduran, Küba’ya sığmayan milyonlarca Kübalı verdi.

İLKER BELEK
SOL

AB çözülürken - OSMAN ÇUTSAY

Sosyalizmin olmadığı, çünkü kazındığı Avrupa’da, kimilerine göre demokrasinin beşiği AB’de, faşizan yüzlü bir kapitalizmin çıkış parkurunda beklediği anlaşılıyor. Viyana’daki “yeşil cumhurbaşkanı”, bu bekleyişi uzatabilecek mi? Bilemiyoruz. Çünkü onu solda sıfır bırakacak ağırlıktaki İtalya’da, AB’nin en kirli yüzlerinden biri, “demokrat” Renzi, karaya oturmuş görünüyor. François Hollande’ın hak ettiği rezillikle sahneden çekildiği günlerdeyiz.

Demek ki, AB’cilerin ve sosyal demokratların, Gorbaçov döküntüsü pişman komünistlerin, çoktan birer savaş tanrısına dönmüş yeşil tetikçilerin, cinsel-dinsel-etnik kültür mafyasıyla içli dışlı her türlü “sivil toplumcunun” 2017’de rahat yüzü görmesi mümkün olmayacak. Şimdiden anlaşılıyor.
Avrupa metropollerinde neoliberal demokrasilerin veya emperyalist demokrasilerin ezdiği milyonlar, siyasi mekanizmayı işlemez hale getiriyor. Kaybedenlerin etkisi büyüyor. Yoksullaşma, özellikle emeklilerin yoksullaşması, tıpkı Güney Avrupa’nın genç işsizler ordusu gibi, engellenemiyor. Zengin mutfağındaki alarm zilleri durmak bilmiyor. Misal: En az 22 milyon emeklinin yaşadığı, daha doğrusu yaşamaya çalıştığı Almanya’da önümüzdeki yıl bu yoksul kitlenin sandıklara damga vuracağını söylemek, hiç de öyle kehanet falan değil artık. Yoksullaşma, özellikle klasik ve tutucu değerlerle hayata tutunmaya çalışan yaşlıların yoksulluğu, sınıf kaçkınlarının altına sığınmaya çalıştığı yeni kavramlardan “prekarya”, Kuzey Avrupa’yı da başka siyasal maceralara itebilir.
Dün gece kısmen görüldü: Avusturya ikiye bölünmüş durumda. İki aday arasında, sandıktan önde çıkan “demokratların adayı” yeşil profesör Alexander Van der Bellen ile sağ popülistlerin adayı Norbert Hofer arasında pek öyle büyük bir fark yok. Toplum iki ana parçaya ayrılmış durumda.
İtalya ise, dün gecenin ilk sonuçlarına göre, artık Matteo Renzi’nin hezimetini hazmetmeye çalışıyor. Bu “Hayır”dan sonra, Avrupa ahlaksızlığının son dönemde Hollande ve Çipras ile birlikte en kirli örneği, sermayenin demokrat dansözü Renzi’nin, havlu atmaması zor. Ama en korkulan şey, krizdeki İtalyan banka sisteminin çökmesi. Bu, tüm Avrupa’yı uçuruma çekebilir.

Ne olursa olsun, ortada ciddi bir bölünme var ve AB’nin bir felaket havuzu olduğunu söyleyemeyenleri siyasetten atıyorlar.

Viyana’daki bölünmenin gölgesi, uzantısı olduğu Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın zengin ve kuzey ülkelerine de düşecektir. Zaten de düşüyor. 2017, Hollanda, Fransa ve Almanya’da önemli seçimlerin yaşanacağı bir yıl olacak. Sağ popülistlerin, ki toplumun kaybedenleri ve tutunamayanları ya da perekaryası şimdilerde böyle kavramlaştırılıyor, ciddi siyasal başarılara imza atmaları kimseyi şaşırtmayacak. Postmodern faşizmlere giriş yaptık ve bu doğumu AB demokrasisine borçluyuz. Tıpkı bizdeki gibi: Malum, Türkiye’nin “sol liberalleri” Erdoğan rejiminin ebesiydiler.
Avusturya, aslında Almanya ve diğer görece büyük AB metropollerini yansıtıyor. Toplumun ikiye bölündüğünü başka nasıl ilan edebilirlerdi?

Yaygın yoksullaşma ve giderek küçülen bir azınlığın elinde biriken korkunç boyutlardaki -karşılıksız finansal- servet, bütün kurumları sarsıyor. Demokrasi denilen şeyin tam da bu eşitsizlik olduğunu eklemeye gerek yok aslında.

Toplum, özellikle de çalışan sınıflar, bizim kavramsal olarak yakalamaya çalıştığımızı, acaba güdüleriyle, günlük yaşam ve çalışma pratikleriyle görmüş olamaz mı?

Öyle gibi.
Şimdilik bir set önündeyiz. Toplumların çoğunluğu, sadece Avrupa’nın yaşadığı faşizm deneyimlerinin kırıntılarını da içerdikleri için değil, aynı zamanda varlıklarını bir ihracat mucizesine borçlu olduklarını bildikleri için de, yerleşik zenginler (oligarklar veya plütokratlar) ile el ele kültür endüstrisinin önerileri doğrultusunda hareket ediyor. Yani “Beterin beteri var yahu!” diyerek, bir içgüdüyle, tamamen yeni ve yabancı (dolayısıyla ihracat) düşmanı bir maceraya henüz tamamen angaje olmuş değiller. Ama barajda biriken su miktarı tehlikeli boyutlara ulaştı bile. Epeydir Ziya Paşa’nın “Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez” durağındayız. İyi.

İyi de, yerli ve çalışan sınıflar aleyhine bir zenginleşmenin tüm sınırları aştığı, yoksullaşmanın da aynı hızla yayıldığı bir Avrupa’da, toplumsal patlama olmaması mümkün mü? Bu patlamada,yerli yoksulların kendilerinden çok daha yoksul yabancıların sırtından bir çözüm arayacakları anlaşılıyor. Bunu o pek demokratik kültür endüstrisinden öğrendiklerini biliyoruz. Ancak dikkat: Sağ popülizmin birçok sloganında eski komünist talepleri hatırlatan tınılar olmasından yakınanlar da çoğalıyor. Yerleşik zenginler, sağ popülizmin neoliberal reçetelerine karşı değiller, ancak ihracat pazarlarını tehlikeye düşüren ideolojik çıkışları da anlamak istemiyorlar.

Sosyalizmsiz Avrupa’nın, yoksullaşan halk yığınlarını daha fazla demokrasiyle falan uyuşturamayacağı, toplumların birbirlerinin boğazına sarılabileceği zamanlara doğru itiliyoruz.
Viyana ve Roma’dan sonra önümüzdeki aylarda yeni bir sağ yükseliş yaşanacağı anlaşılıyor. Alexander Van der Bellen’e fazla sevinen ve Renzi’ye sınırsız üzülen “en demokratlar”, sosyalizm düşmanlıklarıyla çok yeni felaketler çağırmayı sürdürecekler.

İşçi sınıfına yönelik sosyalist müdahaleler o nedenle önemli. Sınıf ve sosyalizmi lügatlarından çıkararak solculuk taslayabilen tüm demokratlara hatırlatmış olalım: Fırtına ektiniz, hâlâ da ekmeyi sürdürüyorsunuz. Bakalım, hep birlikte ne biçeceğiz?

Osman Çutsay /SOL

Niye battınız, biliyor musunuz? Yeniden anımsatayım. - ORHAN BURSALI

Önceki gün Hilton’da Genç Pediatristler Kongresi vardı. Kongre çantalarına giren Aziz Sancar ve Nobel Ödülü Öyküsü kitabının imzasında bulundum. Hepsi aslan gibi genç kızlarerkekler! Cumhuriyetin zımba gibi çocukları! Hepsi Türkiye’yi yarına, geleceği taşıyacak ana güç, ülkenin ana güçlerinden; her ne kadar sandıktan çağdaş bir iktidar çıkarmaya güçleri yetmiyorsa da! Sandıktan çıkan ise nüfus kalabalığı!
Sohbet ettik şüphesiz... Yenilenmiş ve umudu artmış olarak ayrıldım; çıkışta ön tarafta bir modern metro vagonu sergileniyordu.
İki gün önce bir gazetede çıkan haberi anımsadım. 10. Kalkınma Planı çerçevesinde demiryolları 25 bin km uzunluğa çıkacak. Ulaştırma Bakanlığı çok yüksek hızlı tren hattı, 5 bin yeni metro aracı için yatırım yapacak.
Her ikisi de yüksek teknoloji-bilgi içeriyor. 5 bin araç!

Nereden alıyoruz?
 
Nereden alınacak ve kaç yüz milyon TL ödenecek? İstanbul’daki vagonların tamamı İspanya ve Güney Kore’den. İstanbul’da metro için ilk kazmayı vurduktan bu yana on yıllar geçti. Büyük şehirlerimizde hızla yayılıyor. Yüksek hızlı trenler de. Ve çoğunu ithal ediyoruz. Bugüne kadar vagonlara ne kadar para ödedik?
Türkiye Vagon Sanayi şirketimiz var. Normal trenler için yolcu vagonları üretiyor ve ithal vagonların da bakım onarımını yapıyor. Bursa Belediyesi’nin desteğiyle bir şirket (Durmazlar) tramvay ve metro vagonu üretmeye başlamış, yarı fiyatına.
Haber: İstanbul’da, Üsküdar ile Çekmeköy arasında ulaşımın süresini 27 dakikaya indirecek Üsküdar-Ümraniye-Çekmeköy metro hattının İspanya’da üretilen vagonlarından ikisi daha TIR’lardan alınarak dev vinçlerle raylara yerleştirildi.
İzmir metrosu için Çin’de yapılan 85 vagonun bu yıl geleceği belirtiliyor. Gayrettepe’den İstanbul 3. Havalimanı’na gidecek raylı sistemin ihale bedeli bir milyar Avro. Kim kazanacak dersiniz? İstanbul’daki tüm metro vagonları ithal.
Sadece bir örnek üzerinde duruyorum. Hızlı trenler için yüksek teknoloji gerekiyor. Kaliteli metro vagonu üretimi için de. Dolayısıyla dünyanın dört bir tarafından yüksek teknoloji mal ve hizmetlerini satın alıyoruz.

Türkiye Ar-Ge’ye 6 milyar, Volkswagen 15 milyar
 
Ülkede bunu merkezi olarak teşvik edecek bir proje ve programlama yok. Türkiye’nin Ar-Ge’ye, özel ve kamu, yıllık harcadığı para 6 milyar dolar. Sadece Volkswagen şirketinin yılda harcadığı ise 15 milyar dolar (www.herkesebilimteknoloji. com).
15 yıldır iktidardalar. Ülkenin büyük ölçekli mal ve hizmetlerde, orta ve yüksek teknolojide dışa olan bağımlılığını azaltacak, üretimi burada kuracak, Türkiye’nin beyin ve yetenek gücünü burada gerçekleştirecek bir politikaları yok. Pardon, var da lafta! (Son bir teşvik var, onu sonra yazacağım.)
Nedeni ne sizce? Özellikle kamu kurumlarının ithalatında kurulan mekanizmalar, iktidara, özellikle siyasetin finansmanı için önemli paylar yaratıyor. En azından yüzde 10! Alım satım hızlı olur, hemen olur, payı hemen alınır. İyi bir tüccar kısa yoldan bu yolla milyarları istifler. Ülkede iktidarda iyi tüccarlar oturuyor! 
 
Ne yani, programlar koyacak, “Yılda 200 vagon garantili alımlı, yüksek teknoloji hızlı tren-metro vagonları üretimi için gerçekleştirilecek proje için ihaleye çıkıyoruz” veya “şu şu şirketleri ortaklığa davet ediyoruz” diyecek... Ay ne kadar zor iş.. ve bizim kazancımız ne olacak buradan!?
Veya ithal edilen, mesela önemli ölçüde kimya sanayisini ilgilendiren ürünlerin mümkün olanını burada üretecek Ar-Ge teşvikleri ve satın alma garantileri verecek (İthalat 32 milyar dolar, ihracat 18 milyar dolar, açık 14 milyar)... 

Milyar dolarlar taşa toprağa
 
İnşaat -yüksek bina- patlaması var. Yüksek teknoloji gerektiren asansörler burada mı yapılıyor sanıyorsunuz?
Yazmıştım: Türkiye’nin ihracatında ve imalatında yüksek teknolojinin payı komik vaziyette: Yüzde 3’ün altında...
RTE’nin 100 öyküsü var, hepsi inşaat üzerine! Taşa toprağa alayı! Değer ve para üretmeyen...
Rahmi Koç durmadan yazdıklarımı doğruluyor: Yatırımlar taşa toprağa gitti, rekabette 7-8 yıl yerimizde saydık...
Paralar aktı, nereye, AVM’lere (350 kadar, dış tüketim mabetleri), yollara, köprülere...
Dolarları bozdurun (ki onları da yiyip bitirelim, köprüyü dolarla ödeyeceğiz!)...
Türkiye’yi de batırdınız!

Orhan Bursalı
Cumhuriyet

4 Aralık 2016 Pazar

Umre müjdesi ve amâl defteri - AHMET TAN

Müjde, dün sabah cep telefonuma geldi: “Suudi Arabistan hükümeti ikinci kez umreye gidenlerden talep ettiği 540 (beşyüz kırk) Amerikan Doları uygulamasını kaldırmıştır. Tüm İslam âlemine hayırlı olsun. (İrtibat Tel:xxxx..350 5034)”

***
Hacı başı, 540 dolarlık haracı kurtardık.
Ama ya uçak, konaklama, yeme içme ve öteki masraflar? Hem de “Külliyen Dolar Seferberliği” yaşadığımız bu dar günlerde! Ama din uğruna feda olsun dünyanın “Güvenimiz Tanrı’yadır” yazılı parası! Üstelik Diyanet İşleri Başkanlığımız da konuya el atmış.
Resmi sitesinde umre kampanyasını başlatmış:
- Kişi başı sadece 1950 dolar... (7 bin TL- dün akşamki kur.)
***
“Dolarları yastık altından çıkarın! Altın ve TL’ye çevirin!”
Emir yüksek yerden. İnşallah bir emir daha verir: Milyarı bulan kredi kartı ve banka borçlarını da sildirir. Hem umre için gitmeyin de demedi. Malum, “İtibardan tasarruf olmuyor!”
Gerçi umre ibadet-mibadet değil. Daha da önemlisi bir “itibar kazanma etkinliği”.
Önce itibar, yoksa olur dünya sana dar!
Doğru, Kurban Bayramı döneminde bir kez hac farz. Ama umre de boşa icat edilmiş değil.
Kara kışın ruhları bile donduran soğuğundan kurtulup Arabistan’ın sıcak güneşinde hazır yılbaşı da geliyorken birkaç hafta tatil.
Üstelik, Suudi dostlarımız bir de jest yapmışlar.
Münafıklar belki “Bunca vebali, günahı bir değil, bin umre bile silemez!” falan diyeceklerdir. Ama bir ilahi gerçek daha var:
- Hidayet umreden inayet Allah’tan!
***
Umre, hac mevsimi dışında yapılan Mekke ve Medine ziyareti anlamına geliyor. Yapan “yarı hacı” sayılıyor.
Bizim iktidar ricali, çoluk çocuk mükerreren umre yapıyor. Bu durumda, bu “yarımlar” sayesinde kaç kez tam hacılık çıktığının hesabını inşallah Külliye danışmanları sıkı tutuyorlardır.
***
İslamın özü, hesap tutmaktır.
Müslümanlığı öteki tüm dinlerden ayıran (ve bendenize göre de üstün kılan) bu özel hesap konusudur. Kişinin yaşamı boyunca bu hesabı sağ – solundaki melekler, Kiramen Kâtipleri tutuyor ve Amâl Defteri’ne yazıyor. İnananlar için bu böyle. İnanmayana bir şey yok elbet.
Ancak teknoloji ışık hızı ile yarışıyor. Artık hesapları açmak için Mahşer’i beklemeye bile gerek yok.
Bu işi anbean - günbegün “Google” tutuyor.
Özellikle de, “Mühim Siyasi Zevat”ın ağzından çıkanlar, tek tek kayda geçiriliyor. Yeri ve saati ile birlikte. Ağızdan çıkan her laf, öteki dünyayı beklemeden daha anında başa bela olabiliyor. Mühim zevat, bu yüzden semazenlik yapmak zorunda kalıyor. Kış günü. Dünya âlemin gözünde pörsümüş zerzevata dönüyor.
Geçelim.
***
İslamın özü hesap dedik... Ama şükür ki, “Men dakka dukka” ve “Kısasa kısas” zihniyeti aşılıyor.
Çünkü dinler de insaniyet ve medeniyet gibi yerinde saymıyor. Değişiyor dönüşüyor.
Ve şükür ki, artık hırsızın elini kolunu kesmekten vazgeçiliyor. Çünkü laiklik bir türlü aşılabilmiş ve şeriata hâlâ tam ulaşılmış değil.
Yoksa, bizim siyasi kulisler elsiz, kolsuzlarla dolacaktı. Hele de “Ona dokunmak ibadettir” diyen meczuplar çok şanslı. “Şirk koşma” cezasından dillerinin köpeklere verilmesinden kurtuluyorlar.
***
İslamda, “kul hakkı” affı mümkün olmayan tek günah! Çünkü esirgeyen - bağışlayan her günahı affedebilen Yüce Tanrı, “kul hakkı”nı bağışlamayı kendi görev ve yetki alanının dışında tutuyor:
“Git kimin, kimlerin hakkını yediysen, onlarla hesaplaş!”
***
Kul hakkı kıldan ince kılıçtan keskince bir konu.
İşi ahrete, mahşere bırakmak olmaz. Çünkü hakhukuk ne yazık birçok ülkede muktedir siyasilerin elinde veya etkisinde.
Muktedirin sicilini arada bir açıp bakmak gerek.
Dedik ya, bunun için mahşeri beklemeye gerek yok. Bir tık yetiyor: Adını soyadını yazıyorsunuz ekrana; yanına da “kul hakkı” sözcüğünü...
İki saniye içinde önünüze dökülüyor.
Tam 160 bin kez, o isim ile bu kavram bir araya gelmiş. Tek tek ve tüm haberleri inceliyorsunuz.
Muktedirin ağzından “kul hakkı” kavramının bir kez olsun çıkmadığını görüyorsunuz.
“Kul hakkı”ndan tek söz eden nedense ve sadece, muktedir olmayan muhalif lider.

Ahmet Tan
Cumhuriyet

3 Aralık 2016 Cumartesi

Avrupa Birliği’nde bir çatlak daha mı? - ERHAN NALÇACI

Bu yıl İngiltere’nin AB’den çıkma kararı almasından sonra bir çatlak daha belirdi. 4 Aralık Pazar günü İtalya’da yapılacak Anayasa referandumu tahminlerin ötesinde bir kriz başlığına dönüştü.
Aslında Referandum İngiltere’de olduğu gibi doğrudan AB’den çıkışla ilişkili değil. Merkez sağın lideri, AB, Almanya ve Fransa yanlısı ve son dönem neo-liberal politikaların şampiyonu başbakan Matteo Renzi’nin marifeti olarak gözüküyor referandum.

Yeni Anayasa Taslağı bir çok maddeyi kapsamakla birlikte en çok İtalyan parlamenter sisteminde önerdiği değişiklikle dikkati çekiyor. Temsilciler Meclisi ve Senato olmak üzere iki parçadan oluşan parlamentonun yasama işlemini zorlaştırdığı ve senato üyelerinin masraflarının bir israfa yol açtığı iddia ediliyor. Anayasa Taslağı Senato’yu küçültüyor ve veto yetkisini kısıtlıyor. Böylece Renzi’ye Türkiye’de daha önce “Saldırı Yasaları” diye tanımladığımız işçi sınıfına karşı yasaları daha kolay geçirmesi ve elini güçlendirmesi için olanak yaratıyor.

Üstelik Renzi Referandumda “Hayır”ların kazanması durumunda istifa edeceğini açıklayarak referandumu bir güven oylamasına çevirdi.

Ancak beklenmeyen bir tepki ve eğilim doğdu. Yıllarca süren AB’ye bağlı politikaların altında ezilen, işsiz kalan, geçen yüzyılda kazandığı hakları elinden alınan emekçi sınıflar hızla “hayır”a doğru kaydılar.

Eğer işçi sınıfı siyaseti güçlü olsaydı ve bu eğilimi örgütleyebilseydi, çok farklı sonuçları olabilirdi. İtalyan Komünistleri son yıllarda toparlansalar ve geçmişteki liberal likidasyonu aşarak devrimci bir program altında partileşseler de henüz bu dalgayı kucaklayacak güçte değiller.
İktisadi kriz sonralarında eğer işçi sınıfının öncü siyaseti emekçi kitlelerinin öfkesini örgütleyip düzene karşı bir ayaklanmaya dönüştüremiyorsa genellikle bu tepki sağcı, milliyetçi ve faşizan siyasetlere yarar.

İtalya’da da böyle oldu. Beş Yıldız Hareketi ve çeşitli milliyetçi, faşizan eğilimler güçlendi ve “Hayır” yanıtını kuvvetli bir şekilde örgütlediler.

Bu pazar Renzi’nin referandumu kaybetmesi durumunda hükümetin düşmesi ve İtalya’nın AB’den ve Avro’dan çıkmasını savunan sermaye kesimlerinin ve onlarla ilişkili milliyetçi, faşizan eğilimlerin iktidara gelme olasılığı bulunuyor.

Ve bu eğilim sadece İtalya’nın bir iç meselesi olarak görülemez. Bütün dünyayı etkileyen emperyalist hegemonya krizinin içinde değerlendirilmelidir. Burjuva medyası bile Trump’ın seçilmesi, Breksit ve İtalya’daki işçi sınıfı tepkisinin milliyetçi bir bayrağın altında toplanması arasındaki ilişkiyi fark ediyor.

Eğer bu eğilim güçlenirse ki öyleye benziyor, AB’nin zayıflaması, Almanya’nın kendi çıkarları için daha sert adımlar atması ve bir emperyalist paylaşım savaşı öncesi ittifak ilişkilerinin yeniden harmanlanması beklenir.

Gerçekten AB ortak silah harcamaları ve askeri araştırmalar için ciddi bir fon ayırdığını geçen gün ilan etti.

2017’de İngiltere’nin AB’den çıkış işlemlerinin tamamlanması, Trump politikalarının uygulanmaya başlaması ve AB’deki parçalanma sürecinin varacağı yer, emperyalist sistemde yarım asırdır süren ABD-AB hiyerarşisine dayalı statükoyu dağıtacak gözüküyor.

Erhan Nalçacı/SOL

Yurt değil cezaevi... - ŞÜKRAN SONER

Yayın yasağı koymak gerçekleri tersyüz etmeye yetmedi.. İlgili, sorumlu bakanlar, kamu görevlileri, 10-15 yaşlarındaki kız çocuklarımızın cayır cayır yanarak ölmelerinin günahkârlarını, cemaat örgütlenmelerine İktidarlarının, Milli Eğitim Bakanlığı’nın kucak açmış olması gerçeğini kamuoyu dikkatinden uzak tutmaya yönelik telaşlı çıkışları, savunmalarında, pot üstüne pot kırınca kimi acı gerçekler sırıtıverdi..

Yangın merdivenlerine açılan kapılar kilitli kalmıştı.. Yok tesadüfen kilitli değilmiş..” derken.. İlk yangına ilişkin raporda, en başından aslında yangın merdivenlerine açılan kapıların hem yanıcı, hem de kapı kolsuz oldukları gerçeği ortaya çıkıverdi..
Yani cemaat eline, namusuna teslim edilmiş kız çocuklarımızın, şeytana uyup kaçabilmeleri olasılığının ortadan kaldırılmasına yönelik, yangın çıkması halinde kaçıp kurtulabilmeleri için, dışarıya doğru kolayca itilerek açılabilmeleri gereken kapıların, açılamayacak biçimde kapalı kalmalarının önlemi alınmıştı.
Kız çocuklarımızın yurda girdikten sonra, bir daha asla dışarıya çıkamamaları haline ilişkin öylesine önlemler alınmıştı ki.. 50 çocuğun birden kaldığı yurtta, bir tek eğitmenin kalması yeterli olabiliyor, daha önce bina erkek yurdu olarak kullanılırken var olan güvenlik kameraları sökülebiliyordu..
Binanın alevlerinin henüz sönmediği görüntüler eşliğinde verilen ilk bilgiler arasında, kız çocuklarımızı cayır cayır yakan gerekçelendirmelerin başında; “En alt kattan en yukarıya kolay yanıcı ahşap döşeme, sentetik halılarla kaplanmış olma, yangının çok kolay yayılıp ahşap tavana ulaşması, tavanın hızla yanarak çökmesiyle.. Oralarını buralarını kırarak camlardan atlayabilenleri dışında kalan kız çocukların birbirlerine sarılmış, ağırlıklı yangın merdivenleri kapılarının yakınlarında cayır cayır yanmış ölü bedenlerinin bulunduğu..” sayılıp duruldu ya..

***

Baş sorumluluğun üzerinde olduğu Milli Eğitim Bakanlığı’nın üzerine düşen görevleri, yaptığının kanıtı olarak yurdun Bakanlık ruhsatlı olduğundan ve yakın tarihli müfetiş denetiminden de söz edildi ya.. Hemen arkasından da bölgenin çocuklarına dönük Bakanlık yurdunun onarım gerekçeli kapandığı, aslında başka yurtlarda yer de bulunduğu ama çocukların ailelerinin onayı ile cemaat yurdunu seçtikleri.. açıklamaları peş peşe geldi ya..
Şimdi siz siz olun ve acemi tamirciler, yanan sıradan bir kablo gerekçeli çocuklarımızı yakıp kavuran koşullar ile Bakanlığa bağlı olması gereken normal bir resmi yurdun olması gereken koşullarını hele bir karşılaştırın.. Çok kolay, en kolay yolu sağ kurtulan çocuklarımızın kamuoyuna da açıklanacak kameralı ifadelerine başvurma yüreği, sorumlu İktidarları, siyasi- kamu görevlilerinde var mı? Bizden vazgeçtik Bakanlığın sözünü ettiği doğru dürüst bir Meclis araştırma komisyonunda ifadelerine başvurulamaz mı?
Hangi koşullarda nasıl bir kapalı cezaevinde tutulduklarını öğrenmek, ders çıkarma babında bu ülkenin tüm vatandaşlarının, öncelikle de ailelerinin hakları değil mi?
Çocuk hakları, vazgeçilemez insan hakları babından, binanın iç donanımını merak edenlerimiz çıkmaz mı? Yurdun içinde hangi koşullarda yaşıyorlardı? Zamanlarını nasıl değerlendirebiliyorlardı? Örneğin eğitimlerine, çocuk gibi yaşayabilmelerine yönelik hangi teknolojik araçları vardı? Bilgisayar, haberleşme, müzik dinleme, televizyon.. en sıradan kullanılabilir araç ve eşya donanımlarını, binanın yanmış haliyle bile olsa içini görebilir miyiz? Çocuklarımıza kapalı, kilitli tutuldukları kim bilir belki de cezaevleri koşullarını aratan koşullarda, zamanlarını nasıl geçirebildikleri, nasıl yaşatıldıkları sorularını sorabilir miyiz?
Bakanlığın telaşla bir yasa değişikliği ile zaten başından suç olan, Bakanlık dışındaki yurtları, cemaat evlerini en azından sorumluluk kapsamında Bakanlığa bağlama ile işin içinden çıkma şansı olabilir mi? Zaten geçerli hukuk düzeni, eğitim sistemimiz içinde Bakanlığın sorumluluğunu, 14 yıllık İktidar erkleri sürecinde sadece FETÖ’cülere değil, pek çok cemaate birden teslim etme suçlarından pişmanlık, çark ediş anlamına gelebilir mi? Ülkemiz ve dünya çapında FETÖ’cü eğitim kadrolaşmalarını, başka cemaatler de içinde, yandaş vakıflara teslim etme seferberliği ortada iken?..

Şükran Soner
CUMHURİYET

KATARLI KANKA - Bilgin Gökberk

Digitürk’ü alan Katarlı bro lig’in yayınını da aldı.
Anasının ak’sütü gibi helal olsun.

 ***

İşlem tamamlandı.
200 küsür kanal + ligtv Katarlı kanka’da..
Kulüpler belediyeci akraba’da, futbol malum, basket dopingçi danışman’da..
Ntvspor yerli kanka’da..
Ligler Spor Toto’nun, kupa Ziraat’in..
Turkuvaz formalı Yeni Türkiye’nin maçları tv8’in..
Eurolig, Atatürk’e hakaret eden TC düşmanı gazeteyi uçaklarında dağıtan Thy’nin..

 ***

Yayıncılar da Katarlı kanka, Atv, A..
Filan..
Falan..

***
Trt ,yandaş, havuz ‘ntv8’ ve benzerleri de yorumlayacak.

 ***
Allah müstehâkımızı versin diyeceğim de gerek yok..
Vermiş zaten.

 ***
Çok satış’a geldik.
Kafalar karışık.
Bi özet geçelim 
İlk satış’ı bi daha hatırlatalım.

 ***

Digitürk’de de gelenek bozulmadı.
Cv’si uygun makul mülayim bir yandaş arandı.
Bulundu.
O da diğer tv’ler gibi aile içinde satıldı.

 ***

Saraylar arası ailecek görüştüğümüz Katarlı aile’ye gitti.
‘Aile içinde’ kaldı.

 ***

Yazmıştık..
İbb’ye çaycı bile seçerken kriterin bizden-onlardan olduğu ülkede..
Tribünler “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” dediğinde sesi kısan kafa’nın 200’den fazla kanalı, milyonlarca abonesi olan koca platformun kumandasını Alman’ın, İngiliz’in eline teslim edecek hali yok.
Ya Habeş Sultanı’na verecekti..
Ya bi Arap prensine..
***

Katar emiri’ne gitti.

 ***
Arkadaş bizim buralara sık geldi gitti, hiç eli boş dönmedi.
Ne getirdi bilmiyoruz ama ne götürdü biliyoruz.

***

İsRANTbul’un en fiyakalı caddelerinden biri hoooop Katar caddesi oldu, meclis’e sormadan pat diye Mehmetçik gönderdik, Turkuvaz formalı Yeni Türkiye’nin takımını şipşak paketleyip Katar’a postaladık, Digitürk’ü kaşla göz arasında indira gandi yaptılar.
Vs..

 ***
Mesela...
Arkadaş bi gelişinde kanka’sına 50 küsür at’la geldi.
Hediye etti.
Gazetelerde okuduk.
Tesadüf bu ya..
Bi dahaki gelişinde 200 küsür kanal aldı gitti.

***
Hürriyet’te bu konuyu 2 kez yazdık.
Yazıda kimin adı geçiyorsa hâlâ ya yerinde ya terfi etti.
Sadece bizim yerimiz değişti.
3’üncüsünü Cumhuriyet’te yazabildik.

***
Yandaş yıkama-yağlama medyasının yatacak yeri zaten yok, merkez medya da “eski facit” gibi oldu, hesap kitap  yapmaktan yazamıyor konuşamıyor..
Yüzleri de hiç kızarmıyor.

 ***

Arkadaşları, meslektaşları kovulsun, tehdit edilsin, mahkemelere düşsün, tutuklansın, aç bilaç işsiz dolaşsın, sürünsün, yeter ki onların 3 kuruşluk standartları düşmesin.

 ***

Köşesini, programını 1 kere veren kurtuluyor.
Vermeyen her hafta ruhunu vermeye devam ediyor.

***

Biz yazalım 1-2 şey daha..
Bulunsun.

***

Digitürk gibi..
Önemli maçlarda ülkenin yarısından fazlasının evine giren yayıncı kuruluş’un satışı da ‘aile içinde’ yapıldı.
‘Aile içinde’ kaldı.

***

İhaleye Digitürk ve kardeş Turkcell girdi. 
Abi konuştu kardeş dinledi.
1 dakkada bitecekti ama ihaleye benzesin diye uzattılar, 11 dakkada bitirdiler.

***
“Bu gidişle kulüpler satılır” deniyordu.
Daha pratik bir yol bulundu,
Lig komple satıldı.

***

İktidarın bakanları, vekilleri, belediyeleri, bankaları, kurumları ve uzantılarıyla her köşesine sızdığı Alman’ın, İngiliz’in 5 kuruş vermeyeceği bu Ak-lig nerdeyse Alman ligi fiyatına gitti.

***
Koca Digitürk 1 milyar dolar brüt..
Paso’su olmayanın giremediği, ligin yarısını tribünlerde sadece futbolcu ve hocaların yakınlarının, anaları, babaları, kaynanaları, kaynatalarının eş, dost, akrabalarının seyrettği dünyanın görüp göreceği en siyasal lig olan bu lig 600 milyon dolar net.

***

Arkadaşlar genelde açıktan veriyordu.
Bu defa faturalı verdiler.

***

Amaç da net;
Kulüplerin belediyeci başkanı Katar’dan gelen parayı kulüplere ak’ıtacak.
Onlar da Gümüşdağ’a koltuk çıkarak, federasyona başkan seçilirken, saray’ın işaret ettiğine oy vererek, saray’a, hükümet’e destek gerektiğinde destekleyerek geri ödeyecek.

***

Satan devlet.
Satış’a gelen yine millet.
Yeni patron Katar’da ama..
Gerçek patron hâlâ Ankara’da..

***

Her tv’ye olduğu gibi ligtv’ye de yerleştirdiği parti komiseri gibi çalışan yorumcularıyla futbolu manipüle etmeye devam ediyor.
Ligtv’nin koltuklarına bile daha dün federasyon başkanı olacağını açıklayan bir başka tv’nin saray’a en yakın yorumcusu karışıyor.

***

Arkanda Yeni Türkiye’nin yükselen yıldızı Doğuş, Aksaray filan olursa, yürü ya kulum derlerse o da yürür.
Normal.

***

Standardı koruma peşinde olan “Facit medya” hâlâ bu ‘satış’ı yıkıyor yağlıyor.
Tek satır yazmıyor.

***

Ne değişti ?
Hiç.
Digitürk’deki kanalları yine Akp dizayn edecek.
Devletin kankalarının sponsor olduğu ligleri Katarlı kankalar yayınlayacak..
Hükümet’in okey verdiği Türk kankalar da cak cak yorumlayacak..

***
Millet de kuzu kuzu seyredecek.

***

Son 1 şey..
Aladağ ayarlarımızı iyice bozmuş.
Keman teli gibiyiz.
Aşırı duygusalız, fena gerginiz.
Cnntürk’ü açıyoruz. 
Koskoca prof. hiç utanmadan Aladağ için “Kader” diyor.
Yılların sunucusu da hiç bişey demiyor.
Tv’yi kıracak hale geliyoruz.

***

Ama haklı adam.
Kader.
Elelam Edison’a, Mozart’a, Leonardo’ya..
Mimar Sinan’a, Yunus’a, Mevlana’ya denk gelirken..
Bizim bu kafa’ya denk gelmemiz bizim kaderimiz.

***

Nokta.

BİLGİN GÖKBERK
Cumhuriyet