26 Temmuz 2017 Çarşamba

Kültürümüzde seks yok(muş) - MUSTAFA K. ERDEMOL

Erzurum’daki Kış Oyunları’nda sporcuların otel odalarına prezervatif koyulduğu, ancak sonradan Türk sporcuların odalarından bunların toplatıldığı ortaya çıkınca, Türkiye Üniversite Sporları Federasyonu Başkanı Kemal Tamer durumu "Bizim kültürümüzde sevişmek yok" diye savunmuş.
Bu bana eski bir yazımı anımsattı. Bir kez daha paylaşayım istedim:
Cinsel devrimdi, özgür seksti derken, sekssiz bir yaşamı olanlarla da tanıştık sonunda. Hızla gelişen bir akım olduğundan söz ediliyor bunun. Döne dolaşa bir tüketim maddesine dönüşmesi pek olası yeni bir uçuklukla karşı karşıyayız açıkcası. Kendilerini bu davranış biçimiyle ifade etmeye çalışanların oluşturduğu “hedef kitle” için tasarlanmış her türden ürünün ortaya çıkmasına yarayacak bir “piyasa” cinliği de olabilir pekala. Açgözlü toplumlarda her zevk, her hobi bir tüketim gerekçesidir çünkü. Vahşi kapitalizm bu fırsatı kaçırır mı?


Adını, kendilerini “aseksüel” (cinsel yaşamı olmayan) olarak tanımlayanlardan alan bu akım ABD’de başlamış. Konuyla ilgili araştırmalardan, yayınlanan raporlardan söz ediliyor. Bir bölümünü okudum. Çok sayıda insan ne kadınlarla ne de erkeklerle seks yapmadan yaşamak istiyormuş. İnsanın kendi kararıyla aseksüel olabilmesi mümkün müdür, bilmiyorum doğrusu. Biyolojik, anotomik gereksinimler böyle bir kararı zorlaştırırmış gibime geliyor.

Akımın öncülüğünü yapanlar aseksüel olmaları için onlarca gerekçe sayıyorlar. İlginçtir, bunların arasında tek bir dini gerekçe yok. Sadece, aseksüellerden biri, “Seks şeytani bir kavramdır” diyor ama ona bunu söyleten başka bir neden de olabilir. Geçmişte, cinselliğe ilişkin her yasaklamada dini gerekçeler olduğunu bilenler için farklı bir durum bu. Cinselliği reddeden laik bir yaklaşımla karşı karşıyayız bu kez.

İnsanların kendi bedenlerini nasıl kullanacaklarına ilişkin mücadelelerinin tarihi zorlu bir tarihtir. Wilhelm Reich’tan Jung’a, Freud’a kadar bir çok psikanalist bu mayınlı tarlada, aslında hala sonuçlandırılmamış da olsa ciddi bir birikim oluşturdular. Cinsel özgürlüğün kazanılması için her dinden oluşmuş “iman duvarlarını” delmek gerekti. Serüveni uzundur bunun.

Cinselliğin iğrenilecek bir davranış biçimi olduğunu elbetteki önce din adamları söylediler. Kendi yaşamlarına bu “iğrençliği” sokmayan din adamlarından ikisi kalmıştır aklımda benim. Colette adlı bir aziz, cinsellikten öylesine iğrenmekteydi ki annesinin yeniden evlenmesini bile kınamıştır. Gonzaga adlı bir başka azizin de Colette’den aşağı kalır yanı yoktu. Bunlara İslam dünyasından da bir ad eklenebilir aslında. Ünlü kadın Sufi Rabiat el-Adeviye ömrü boyunca cinsellikten uzak durmuş, yapılan tüm evlilik önerilerini sadece Allah’ı sevdiği gerekçesiyle geri çevirmişti. Cinsellikten uzak durmanın dinden kaynaklanan bu tür uç örneklerine rastlanır zaman zaman.
Adı geçenlerin bu tutumları bize bugün abartılı, anlaşılmaz gelse de; en azından içten insanlar olduklarına kuşku yok. Ama yoksul, güçsüz iman sahiplerine yasakladıkları cinselliği kendileri söz konusu olunca, hem de en iğrenç biçimde yaşayanlar da vardı. Ortaçağ konusunda gelmiş geçmiş en büyük otoritelerden biri olan Huizinga, Papa VI. Alexander’in katıldığı bir seks partisinden söz eder: “Valentino Dükü’nün Piskoposluk sarayındaki apartmanında, elli saygın fahişenin de katıldığı bir akşam yemeği verildi. Fahişeler yemekten sonra uşaklarla ve davetlilerle, önce üzerlerinde elbiseleriyle sonra da çırılçıplak dans ettiler. Daha sonra mumları yakılmış şamdanlar masalardan indirilip yere kondu ve etrafına kestaneler serpiştirildi. Fahişeler şamdanlar arasında çırılçıplak emekleyerek kestaneleri topladılar. İzleyiciler arasında Papa, Dük ve kızkardeşi Donna Lucreiza da vardı. Davetlilere göre tüm bunların genel salonda (yani Kardinaller Meclisi’nin toplantıları için kullanılan Sala Regia’da) yapılması gayet münasipti.”

Bu son alıntıyı saymazsak, kendilerini aseksüel olarak tanımlayanların bu tavırlarının arka planında güçlü bir tarihsel fon bulunuyor. Her davranışımızın geçmişte bir izdüşümü var. Önümüze, sanki ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi birçok uçukluk çıkarılıyor. Tarihi, kendileriyle başlatan çok sayıda şarlatanla karşı karşıyayız. Bu şarlatanların kolayca bir topluluk haline gelmesi, artık ne anlama geldiği bile doğru dürüst bilinmeyen “sivil toplum” örgütü kavramı altında değerlendiriliyor. Tabii ki aseksüel topluluklar ille de bu kavramın içine girerler demiyorum ama; örgütlenmelerin, özellikle muhalif örgütlenmelerin önünün her fırsatta terör bahane edilerek kesildiği bir dönemde, son derece bireysel taleplerin dile getirilmesi özendiriliyor diye düşünüyorum. Bu taleplerin de dile getirilmesi elbette gereklidir.

Son derece laik bir yaklaşım dediğim cinselliği reddetme tutumu bir süre sonra, kilise, cami ya da sinagog gibi bir din kurumuyla bütünleşecek. İnsan bedeninin doğal gereksinimlerinin yerine getirilmesi dinden de güç alan bir disiplin içine sokulacak. Huntington, son kitabında Amerikan toplumundaki kirlilikten söz ederken, bu tür kirliliği bir türlü “Amerikanlaşamamış” siyahlara, diğer azınlıklara mal ediyor.
Bu kirliliğin içinde, (kaba bir bakışla doğru gibi görünen) cinsel kirlenme (!) de var. Bu kirlenme her tür ne tür bir kirlenmeyse, cinselliğin doğru dürüst yaşanmasıyla “temize” çıkması çok olasıyken, cinselliğin ortadan kaldırılması istekleri dürtükleniyor.

Siz söylemeden ben söyleyeyim; bunlar benim kuruntularım da olabilir. Ama siz, ABD’de başlayıp başka ülkelerde de yaygınlaştırılmasına çalışılan bu yeni akımın kurucusunun bir Amerikalı asker olduğunu bilin.

Belki benim kuruntularıma sizinkiler de eklenir.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Endülüs'ün son yılları ve Türkiye! - Arslan BULUT

Muhsin Kadıoğlu, "Endülüs'ün Son Yılları: NAR ÜLKESİ" adlı tarihi belgelere dayalı bir roman yazdı.  Romanda Endülüs'ün çöküş döneminde İspanya'ya Müslümanları ve Yahudileri kurtarmaya gönderilen Kemal Reis'in yaşadığı olaylar roman diliyle inceleniyor. Azerbaycan'dan edebiyat eleştirmeni Doç. Dr. Besire Azizali, "Bu roman, Türklüğe büyük bir hizmettir" diyor.


                                                                              ***
Endülüs'ü yıkanlar aynı yöntemlerle saldırıyor! Bu arada Ege Denizi'nde Türk egemenliği altında bulunan 18 ada, 2004 yılında Yanan egemenliğine terk edildi! Milli Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, "Hükümet 2004 yılında AB'den müzakere tarihi alabilmek için bu adaları alenen Yunanistan'a verdi.  Şimdi de AB olmasa da olur diyorlar. İşlenen günah çok büyük.'' diyor.
İnternetten mesaj gönderen bir okur ise bu işin nereye vardığını özetliyor:
"Çanakkale'nin Çamlıca köyünden arkadaşım, evlerin  restore edildiğini, Yunanistan'dan sık sık turist geldiğini, eğlenceler düzenlendiğini anlattı. Köy okulu olarak kullanılan eski kilisenin restore edileceğini ve okul arazisinin tapusunun köye devredilmediğini bildirdi. Ben Gemlik Zeytinli köyünün adının Rumca Tirilye dönüştürülmesini anlatınca Çamlıca köyü tabelasına da eski Rumca adının ekleneceğini bildirdi.
Çanakkale merkezinde, ilçelerinde, köylerinde buna benzer çok dolaplar dönüyor. Bölgede eski Rum tapuları tespit edilerek ABD'ye gönderiliyor. Biz bunları 1922'de denize dökmüştük ama şimdi Yunanistan'a verilen 18 adanın dışında köylerimiz ve kasabalarımız da turizm maskesi altında Yunan' a peşkeş çekiliyor!"
                                                                                 ***
Siyasi iktidar ise ilk-orta öğretimden Türk Milleti'ne kendi toprağında egemenlik kazandıran Atatürk'ü, müfredattan çıkarmakla meşgul...
Atatürk'le kimin meselesi olabilir? Eski milletvekili Orhan Şen, bu konudaki eski yazılarımı hatırlattı.
Bakın buraya nereden geldik:
*2003'ün Mart ayında, AB Genel Kurulu'na sunulan Türkiye raporunda Hollandalı muhafazakâr parlamenter Arie Oostlander, Kemalizm ideolojisinden arındırılmış yeni bir Anayasa yazılmasını talep etmişti.
*Yine Avrupa Parlamentosunun İngiliz milletvekili Andrew Duff, Diyarbakır ve diğer bölgelere "otonomi" verilmesini önermiş ve Atatürk için, "Bu eski liderin fotoğrafları kamu binalarından indirilmeli. Türkiye Kemalizmle yüzleşmeli" demişti.
*Teröristbaşı Abdullah Öcalan da benzer şekilde bir "iç konfederasyon"dan bahsediyordu. Dolmabahçe mutabakatındaki "eşit vatandaşlık" ve "ortak vatan" laflarının anlamı buydu.
*2007 yılında AKP milletvekili Zafer Üskül, Anayasanın başlangıç kısmında ve maddelerinde Kemalizm ideolojisinin yansımaları olan "Atatürk milliyetçiliği" ve "Atatürk ilke ve inkılâpları" gibi kavramların kaldırılması gerektiğini söylemişti.
*Avrupa parlamentosu Yeşiller üyesi Daniel Cohn Bendit de Avrupa Birliği'ne katılmanın "Kemalist köktenciliğin havaya uçurulması" anlamına geldiğini belirtmişti.
*Wolfgang Koydl da "Türkiye her şeyden önce, her toplumsal ve politik gelişimini engelleyen taşlaşmış Kemalizmi kırmalıdır" diye konuşmuştu.

                                                                              ***
Ve 2008 yılında yeni bir yönetmelikle özel öğretim kurumlarından Atatürk köşesi kaldırıldı.
Şimdi de müfredattan Atatürk çıkarıldı.
Yine eski Genelkurmay başkanlarının "Egemenlik kavramı değişmiştir" veya "Egemenliğin devri tartışılmalıdır", hatta "TSK'nın Avrupa Birliği'ne karşı olduğunu söyleyeni Allah çarpar" gibi sözler söylediğini de hatırlamak gerekir!
Ankara Üniversitesi Senatosu ise 30 Aralık 2003 tarihinde bir toplantı yaparak, bir karar yayınlamıştı:
"Bir devletin temel kuruluşunu belirleyen kurallar, o devletin anayasasını oluşturur. Bu oluşumda bazı ilkeler vardır ki, devletin bir bakıma varlık koşuludur. Bu temel ilkelerin sorgulanması, değiştirilmesi veya ortadan kaldırılması düşünülemez; çünkü bu tür bir girişim, devletin de varlığının sorgulanması, değiştirilmesi veya sona erdirilmesi anlamına gelir."
Şimdi Türkiye'nin Endülüs gibi olmasını istemeyenler, Türk devletinin temelleriyle uğraşanlara gereken cevabı vermek zorundadır.
Kaynak: Endülüs'ün son yılları ve Türkiye! - Arslan BULUT

25 Temmuz 2017 Salı

Kahrolsun istibdat… - ORHAN AYDIN

Günlerden 24 Temmuz, Basın Özgürlüğü Günü.
Çağlayan adliyesinin önünde toplam 300 kişi var.
Çoğunluğu yabacı gazeteciler, ülkemin boyun eğmeyen basınının tüm genç yürekleri, bazı parti ve STK temsilcileri, vekiller, destek için gelen az sayıda yurttaş ve birkaç sanatçı arkadaş.
Tam 9 ay sonra mahkemeye çıkarılacak 11’i tutuklu 17 gazetecinin duruşması var.
Üst üste açıklamalar yapılıyor.
Mikrofonu alan; adaletsizlikten hukuksuzluktan, yargının yönlendirilmesinden, dosyanın düzmece oluşundan,   gazetecilere terörist denmesinin dünyanın başka hiçbir ülkesinde kabul görmediğinden, cezaevlerinde 156 gazetecisi olan tek ülke oluşumuzdan, uluslararası dayanışmadan söz ediyorlar.
Özgürlük istenip rengârenk balonlar uçuruluyor.
Yabancı basının içinde açıklamaları canlı yayın yapanlar var, yerli basından iki kanal, diğerleri sus-pus.
Şu yandaşlık kepazelik.
Gazetecilik mesleğinin onurunu bile bile çiğniyorsun!
Adliyenin önünden gizli-kapaklı TRT ve a TV, gazetecileri teröristlikle yaftalayan yayınlar yapıyorlar, utanmazlık arşa çıkmış.
Kuyruğunu kıstırmış sinsi sinsi sırıtan birkaç tetikçi, fırsat kollayan çakallar gibi ortalarda dolanıyorlar.
İçeri giriyorum, duruşma salonu yetersiz.
57 avukat, yabancı basın, aileler, gözlemciler, vekiller derken salon doluyor, zaten kapıda bir liste var adın yoksa yoksun.
Gazeteciler alkışlarla karşılanıyor, kimlik tespitinden sonra iddianamenin özeti okunuyor.
Kıkırdayarak gülenler var, kopyala-yapıştır yöntemiyle oluşturulan atılı suçlar öyle komik ki bu 600 sayfayı yazanlar bile, işteki bit yeniğini anlamış olmalılar.
Öyle ya bu mesleğin okullarını okumuş insanlar suç nedir, nasıl oluşur biliyorlardır!
Ayrıca bu davanın soruşturmasını yapan savcının, fetöcülükten müebbetten yargılandığı iki davası olduğunu ve halen görevde olduğunu da.
İfadelere geçiliyor.
Murat Sabuncu evraklarına el konduğu için savunma yapmıyor.
Mahkeme heyeti birbirine bakınıyor, tuhaflar, sanki haberleri yokmuş gibi davranıyorlar. Acemi oyuncular hayatın hiçbir yerinde çekilmez oysa.
Savcının iddianameyi okumadığı anlaşılıyor, ‘yuhh’  diyeceğim ama hiç yeri değil!
Komedi, yazsak oyun olur.
Daraldım, çıktım dışarı.
Koridorda içeri alınmayanlar, destekçiler ve çoğunluğu yabancı gazetecilerden bir öbek insan var.
Stajyer bir gazeteci tanıyorum, kiraz çiçeği gibi umutlu hayattan.
Mahkeme kapılarında ve hak arama eylemlerinde yan yana durduğumuz dostlarımla çay içiyoruz.
Hollandalı gazeteci ile sohbete dalıyoruz bir köşede, kaydediyor.
-Faşizmi gördüm, gözleri kinliydi.
Gülüyorum.
-Sen asıl ülkenin meydanlarına, talana, yalana, hırsızlamaya, ötekileştirmeye, düşüncelerini açıkladıkları için suçlu bulunup içeri atılanlara, tecavüzlere, kadın cinayetlerine, işçi ölümlerine, taşeronlaşmaya bak.
OHAL ve KHK ile işlerinden olmuş binlerce insana, ölüm eşiğinde adalet için direnen Nuriye ve Semih’in durumlarına, eğitim ve hayatın her alanındaki dincileştirme zorbalığına, doğanın ve kültürel mirasların yağmalanmasına bak.
Savaş tacirliğine, kan ve kinden intikam üretmeye, kendisinden olmayan her yurttaşı terörist ilan etmeye, sanat ve sanatçı düşmanlığına, cezaevlerinin durumuna, işçi-emekçi haklarının gaspına, basının lağım kokusundan geberişine bak.
-Biraz biliyorum, biraz. Ama sorularımızı yanıtlayacak bir devlet yetkilisi bulamıyoruz.
-Bulamazsınız. Burası Yeni Türkiye. Burada yalnız emir alanlar devlet adına konuşabilirler, birde ‘gazeteci’ kılıklı tetikçiler.
Bu insanlar niye 9 aydır içerideler biliniyor. Dünya insanlığı bilmiyor sanıyorlarsa aldanıyorlar. Tüm uluslararası basın örgütleri, devletler, devletlerin başları, kıçları ortada bir suç olmadığını ve iddianamenin emirle üretildiğini biliyorlar.
-Ne olacak peki böyle, adaletsiz olur mu?
-Olur, ülke susarsa adaletsizliğe, hukuksuzluğa, erdemsizliğe teslim olursa olur.
-Sahi neredeler “Hak, Hukuk, Adalet” diye bağıranlar, niye yoklar?
-Yoklar, anlaşılıyor ki hesaplaşmanın tarafı olmak istemiyorlar.
-O zaman bu hükümet ve başı istediğini yapar.
-Yapıyor zaten, dahasını yapacak. Yeni 170 cezaevi yapılıyor, orada herkes için yer var!
Susuyor.
-Duruşmalar 5 gün sürecekmiş, ne olur sizce?
-RTE ne istiyorsa o olacaktır. Belki, gazetecilerden birkaçını serbest bırakırlar, diğerlerini yine ters kelepçeyle Silivri’ye gönderirler.
-Dünya buna güler.
-Gülsünler, benim ülkemin yandaşlığı, onur ve şerefini pazara çıkarmışları da gülüyor, birlik olsun beraber gülsünler!
-Umut yok yani.
-Var adaletsizlik ve ülkeye ve insanlığa düşmanlık; yalnızca emeğin özgürleşmesiyle son bulur. İşçileri, emekçileri, işsizleri, yazarları, aydınları, sanatçıları, gençleri, kadınları ve çocukları birleşip ayağa kalkınca.
-Zor değil mi?
-Zor oyunu bozar.

Orhan Aydın / SOL

‘Muhafazakâr’ın şehri bir koca çöldür - ORHAN GÖKDEMİR

16 Temmuz’da İzmir-İstanbul yolundayız. Pazar trafiği, haliyle yoğun. Fakat karşı karşıya olduğumuz şey yoğunluktan çok ötede. İstanbul trafiği bir anlamda Karacabey’den başlıyor. Arada aşılması gereken bir büyük bir küçük şehir ve bir deniz daha var yani! Hızlı feribotlarda yer yok. “Yavaş”ında bekleme süresi bir saatin üstünde. Diyelim karşıya geçmeyi başardın, hem TEM hem E-5 geçilmesi imkânsız bir demir yığını şeklinde. Bu karmaşadan kurtulmak için haber almaya çalıştığımız internet, şehrin öbür girişinde trafiğin Çanakkale’den başladığın haber veriyor.
Bu, resmi rakama göre 15 milyona ulaşmış bir büyük şehirde karşılaşacağınız sıradan bir hafta sonu krizi. Girersen çıkması, çıkarsan girmesi çok güç bir şehirden söz ediyoruz. Hâlbuki her tarafı köprü, her tarafı otoban şehrin. İşleyen iki havaalanı var, üçüncüsü yolda. Tüp geçitleri, denizaltında ilerleyen raylı sistemi var. Kör topal işlese de metrosu bile var. Fakat yine de hem şehre ulaşım, hem de şehirde ulaşım büyük bir sorun olmayı sürdürüyor.

Bu sorunun aşılamamasının ilk nedeni böylesine küçük bir alana yığılmış olan 15 milyonu aşkın nüfus. Her gün milyonlarca insanın girip çıktığı bir şehirden söz ediyoruz. Sabah İzmir büyüklüğünde bir nüfus İstanbul’a giriyor. Aynı anda Ankara büyüklüğünde bir nüfus şehirden çıkmaya çalışıyor. Bu dünya ölçeğinde bile büyük bir hareketlilik. İlk çözümü bu kadar nüfusu bir şehre yaymamak, ülke sathına yaymak. Bu İstanbul için artık imkânsız. İkinci çözüm şehirde nüfusun daha fazla artmasına engel olmak.

Bu mümkün.

Ama gelişmeler AKP iktidarının bunun tam tersini yapmaya çalıştığını gösteriyor. Üçüncü köprü ve üçüncü havalimanı o uğursuz planın ilk durakları. AKP’nin Kuzey Ormanlarının olduğu yerde 7 milyonluk bir şehir daha kurmak istemesi 10 yıldır bilinen bir şey. Havaalanı o şehrin merkezinde. Yapılaşma ise 3. köprünün bağlantı yollarının etrafında. Böylece İstanbul’un üzerinde kurulu olduğu iki yarımadanın tamamı ormansız, ağaçsız, deresiz, gölsüz, böceksiz, kuşsuz bir çorak alan haline gelecek ve böylece Adnan Menderes ile başlayan şehrin yağmalanma süreci Tayyip Erdoğan ile tamamlanmış olacak.

                                                                              ***

İMP… Açılımı İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi. Bir zamanlar Kadir Topbaş’ın yönetimindeki İstanbul’un gözde kuruluşlarından biriydi. Adı kısa zamanda unutuldu. Bunda şimdi faaliyette olan 3. Köprünün payı büyük. Tuhaf, trajik bir hikâye barındırıyor içinde.
2004 yılında kuruldu İMP. İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın bir araya getirdiği 500 bilim insanı iddiaya göre tarihi metropolün gelecekteki yüz yılını planlayacaktı. Şehirdeki çarpık yapılaşmanın önüne geçilmesi, şehrin su havzaları ve yeşil alanlarının korunması, ulaşım akslarının belirlenmesi için neredeyse şehirle ilgili ne kadar uzman ve bilim adamı varsa, Tepebaşı'ndaki 10 bin metrekarelik ofiste bir araya getirilmişti. Prof. Dr. Hüseyin Kaptan başkanlığındaki uzmanlar, İstanbul'un yeni imar ve ulaşım planlarının çıkarılması için çalışmaya başladı. Kendisi de bir mimar olan Topbaş gururluydu; İMP’ye sorulmadan İstanbul’a tek bir çivi çakılmayacaktı.

İMP’nin İstanbul'un yeni imar planları için işe koyulmasının üzerinden henüz birkaç ay geçmemişti ki tuhaf gelişmeler olmaya başladı. Kadir Topbaş İMP’nin planlamadığı bazı büyük projelerden söz ediyordu. Galataport ve Haydarpaşa ve Dubai Kuleleri gibi şehrin siluetini bütünüyle değiştiren bu projeler kentsel planlama merkezi dışında, merkezi hükümet, bakanlıklar ve belediye tarafından oluşturulmuştu. Topbaş, “yedi tepeye yedi tünel” projesinin temelini yakında atacaklarını duyurdu ancak projeyi kavşak ve yol bağlantıları için İMP'ye götürecekler, onların da rızalarını alacaklardı. Rızası alınacak proje şehre 2 milyar Dolar değerinde 68 kilometrelik delik açmak anlamına geliyordu ve bu delik İMP’nin planında yoktu.

Uzmanlar planda olmayan o projelere karşı çıktı. Projeler bütünlüklü bir kent planına göre yapılmamış, kentsel dönüşüm adı altında nokta operasyonlarıyla kente biçim verilmeye kalkışılmıştı. İMP’nin şehir planı bu hayhuy arasında tamamlandı. Merkez hazırladığı planı açıklamaya hazırlanırken zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan helikopterle şehir turu atarak üçüncü köprünün yapılacağı güzergâhı işaret etti. İMP’nin planında üçüncü köprü de yoktu. Hatta plancılar, köprünün bağlantı yollarının geçeceği Kuzey Ormanlarında yapılaşmaya bütünüyle karşıydı. Uzmanlar planı bir yana bırakmış, şehir için son uyarıyı yapmaya çalışıyordu: İstanbul’un akciğeri olarak kalan kuzeydeki yeşilimize sahip çıkmalıyız, eğer sahip çıkmazsak İstanbul’u kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız...

Aradan 10 yıldan az bir zaman geçti… Üçüncü köprü çoktan bitirildi. 3. havaalanı projesi bitti bitecek. Kuzey Ormanlarının yerinde denize kıyısı olan büyük bir çöl uzanıyor şimdi. Köprüden havaalanına uzanan bağlantı yolu etrafındaki araziler iktidar yandaşları tarafından çoktan paylaşıldı. Bu alanda planlanan şehir yükselmek için havaalanı ve yollara son şeklin verilmesini bekliyor. Sonuç ortada. Üzerinden geçilemeyen köprüler, gidilemeyen yollara açılıyor. Tarihi camilerin minareleri arasında onlara nanik yapan gökdelenler yükseliyor. Kendine muhafazakâr diyen bir iktidar döneminde şehrin anıları, belleği, coğrafyasının topografyası, kimliği yerle bir edildi. Ve bu kaotik, kimliksiz, biçimsiz şehir ağırlığının üzerine 7 milyon bir nüfus daha eklemeye hazırlanıyor muhafazakâr İslamcı iktidar.

                                                                              ***

Üçüncü köprü yapılırken tanıdık tartışmalar yapıldı yine. Memlekete tek çivi çakmayan solcular köprüye karşıydı. Ama işte haklı sebepleri vardı köprüye karşı olanların. Bunlar yolun ve köprünün yol açacağı yapılaşmayla da sınırlı değildi üstelik. Diğer ikisi gibi yalnızca lastikli taşımacılığa yönelik yapılacak üçüncü köprü de ulaşım açısından bir çözüm olmayacak, tam tersine yalnızca sorunu büyütecekti. Köprülerden geçen özel taşıtlar trafiğin yüzde 90’ını oluşturdukları halde toplam yolcuların ancak yüzde 30’unu taşıyorlardı çünkü. Bunun anlamı köprü yapılmasının asıl amacının şehrin rantını yağmalamak olduğuydu.

İstanbul’u son altmış yılda biçimlendiren “emlak rantı” dünyadaki en etkin para kazanma yolu. Şehri biçimlendiren temel motivasyon işte bu. Öyle bir kâr hırsı ki bu vaktiyle İMP’nin başkanlığın yapmış olan Prof. Hüseyin Kaptan plan için çalıştıkları sırada üçüncü köprü yapılacağını Amerikalı bir arsa spekülatöründen öğrendiklerini beyan etmişti.

Kuzey Ormanları yağmalandı. Artık ne orman var ne içecek su. Rüzgârı bile kesildi şehrin. Yazın 100 kilometre ötedeki Silivri ile şehir merkezi arasındaki ısı farkı 10 derece. Çünkü dağ taş beton, asfalt. Bu yazıyı hazırlarken 1 saat boyunca yağan yağmur büyük bir şehir seline yol açmıştı.

Ama bütün bunlar “muhafazakâr” iktidarı frenlemiyor. İstanbul’un silueti değişiyor. Her gün yeni yüksek binalar ekleniyor şehre.  Sultanahmet Camisi’nin minareleriyle yarış eden 16/9 kulelerini hatırlayın. Kuşatılmış bir şehir artık burası. En sonunda şehrin merkezi sayılan Taksim Meydanını ele geçirdiler ve kısa zamanda tipik bir Ortadoğu şehrinin meydanına benzettiler. Hâlbuki o meydan ve bitişiğindeki küçücük park için bu ülkenin en büyük direnişlerinden biri yaşandı yakın zamanda. Ne gam!
Muhafazakârlar ama muhafaza ettikleri tek bir şey yok. Yeniye tapıyorlar; yıkmaya, yenilemeye bayılıyorlar. Hatta yıktıkları rejimin yerine kurdukları gecekonduya bile “Yeni Türkiye” adını taktılar. Hüseyin Kaptan bunlara bakıp şöyle demişti: “Plancıyım, 75 yaşındayım. Biz önce şunu öğrendik: İstanbul’un siluetine, boğazına bina yapmayacaksın, minarelerin arasına bina sokmayacaksın. Hep de böyle çizdik. Şimdi bir müteahhit bizden daha önemli oluyor. Sonra da utandık diyorlar. Utanın tabii.”

                                                                              ***

İstanbul 1990’lı yıllardan bu yana AKP’nin elinde. Bütünüyle yeniden yaratılmış bir şehir artık burası. Hatta “İslami bir rengi” olduğu bile iddia ediliyor. Bir ara İslamcılar Bağdat, Şam ve Kahire ile birlikte dört önemli İslam şehrinden biridir diyordu İstanbul için. Ama bir şehirden daha çok kasaba kökenli yağmacıların istilasına uğramış uçsuz bucaksız bir beton çölü görünümünde. Karayolu şehri bu şehir. Nüfusu karayollarına yazıldı. Kimliği bu. Kanunsuz şehir. Son kalan yeşilliğinin üzerine 7 milyon daha ekleyecekler, büyük rant yaratacaklar, yağmalayacaklar. Sonra az ilerde kanal açacaklar, kıyısına lüks konutlar yapıp yeniden dağıtacaklar kalanları. 20 yıl önce uydu kentler yaptılar ormanın kıyısına, yeşil alanı bol diye sattılar. Sonra o yeşil alanları imara açtılar, şimdi betonu bol diye satıyorlar. Planla entegre edilemeyen çevre yerleşimler rantla entegre ediliyor şehre böylece.

Hakkını yemeyelim belirsiz de olsa bir “estetik” seziliyor bu yapılaşmada. İslami midir bilinmez ama betona bir tapınma hali olduğu kesin. Suudi Arabistan Krallığı İslamın en önemli merkezi olan Kâbe’nin çevresini otel yatırımlarına açtı mesela. Muhammed’in evinin bulunduğu cadde üzerinde oteller yükseliyor. Kutsal şehrin kutsal merkezi beton yükseltilerle modern bir ucubeye dönüştürülmüş durumda. Bizimkiler de oraya gidiyorlar, şehrin mükemmel biçimi olarak orayı görüyorlar. Çöl, kum ve betondan ibaret bir şehir hayal ediyorlar. İstanbul için hayal ettikleri bu.
İstanbul genişlemesi imkânsız bir şehir oysa. Olsa olsa kopya bir Dubai yaparsınız. Hurma ağacı görünümünde dolgu alanlar yaratırsınız eşsiz güzellikte denizinin üstünde. Sonra o dolgular üzerine tuhaf şekilli gökdelenler dikersiniz.

Şehrin bağrında boy vermiş bir kanserojen ur gibi uzanan Kumkapı çıkıntısı işte ortada. Tarihi yarımadanın şeklini bile yeniledi muhafazakârlar!

 Orhan Gökdemir / SOL

*Boyun Eğme’nin 84. Sayısında yayınlanmıştır

Ne dış politika sınıflar üstü Ne de AKP anti emperyalist - İBRAHİM VARLI

Öncelikle bir yanılsamayı düzeltmeli. Dış politikanınsınıflar üstüolduğu muktedirlerin uydurduğu koca bir yalan. Dış politika da tıpkı diğer her şey gibi “sınıflar üstü” değil. “Milli çıkar” adı altında yutturulmaya çalışılsa da dış politika egemen sınıfların çıkarlarının bir yansımasıdır. “Dış politikada sen ben kavgası olmaz, dış politika milli politika demektir” şeklindeki “resmi tez”i reddetmek öncelikle sınıf bilincinin bir gereğidir!

Egemenlerin tıpkı iç politikada olduğu gibi, sermayenin ve sermaye düzeninin çıkarlarını tüm ulusun çıkarıymış gibi sunması, bunun böyle olduğuna bütün bir toplumu inandırmak istemesi kendi “sınıf çıkarları”nın bir sonucu.

İçeride siyasi iktidarın otoriter, baskıcı, gerici “yeni rejim”ini haklı bir şekilde eleştirirken, dış politikadaki sonu gelmeyen krizler karşısında “milli çıkarkutsiyeti” adına siyasi iktidarın arkasında saf tutmak ideolojik bir körlükten ibaret.

                                                                            •••

Siyasal İslamcı iktidar dış politikanın bu sınıfsal niteliğini çok iyi kullandı. Bir ideolojik aygıt olarak dış politika “yeni rejim”inin inşasının temel dinamiklerinden oldu. İç politikadaki tahkimata paralel bir dış siyaset üretildi. Her ihtiyaç duyulduğunda kontrollü şekilde bir kriz imal/inşa edildi. İnşa edilen kriz amaç hasıl olunca da sonlandırıldı.


2002’de işbaşına geldiğinde AKP, dış politikayı kendi rejiminin kabulü, uluslararası desteğin sağlanması, finans kapitalin ve küresel sermayenin takdiri için kullandı. Kendi rejiminin tesisinden emin olunca, devletin bütün kurumlarına çökünce de bu yeni duruma uygun yeni bir dış politika üretti.

Siyasi iktidar tıpkı iç politikada olduğu gibi varlığını krizlere borçlu. Sürekli bir kriz dalgasının yaratılması da bundan. Rahatsız olduklarına bakmayın, bu durumu müesses nizamlarını tesis etmek, tahkimatlarını sağlamlaştırmak amacıyla tepe tepe kullanıyorlar.

AKP sadece içeride değil, dışarıda da krizleri süreklileştirerek kontrollü bir gerginlikle yol alıyor. İçeride yaşadıkları kriz ve sıkışmayı bir dış türbülans üzerinden öteleme niyeti gözlerden kaçmıyor. Ardı arkası gelmeyen krizlerde de bu strateji var.

Sadece komşu ülkelerle değil, bütün Batılı aktörlerle girişilen ağız dalaşının arka planında da bu gerginliği iç siyasete sirayet etme, kendi milliyetçi-muhafazakâr kitlesini konsolide etme gayretkeşliği bulunuyor. Avrupa Birliği ile başlayan, Rusya, Bulgaristan, Hollanda, Avusturya, Belçika, Körfez Arap Ülkeleri, İsrail ve Almanya ile devam eden krizler silsilesi bu zihniyetin bir yansıması. Görünen o ki içeride yeni rejimin inşası, geri dönülemez bir aşamaya gelene  kadar dış siyasetteki krizler eksik olmayacak.
                                                                           •••

AKP’nin son dönemlerde çeşitli emperyalist güç odaklarıyla yaşadığı sorunlar, onun “millici” karakterinden değil. Dönemsel bir çıkar çatışmasının yansımalarıdır yaşananlar. Ne ADB ile ne Rusya ile ne de son olarak Almanya ile yaşana krizler AKP/Saray rejimineanti emperyalist bir karakter kazandırmaz. Tıpkı içeride olduğu gibi bu AKP iktidarı ve Saray’ın kendi krizidir. Tıpkı Suudi Arabistan ile Katar üzerinden yaşanan gerilimde olduğu gibi.

AKP son dönemlerin moda tabiriyle “fıtratı” gereği istese de anti emperyalist olamaz. Yarım yüzyıl boyunca ABD emperyalizminin gölgesinde serpilip büyüyen bir hareketten anti emperyalist, millici bir hareket yaratmak nafile. Yeni Osmanlıcıların ne karakteri, ne ideolojisi ne de dünya görüşü buna el vermez. Siyasal İslamcıların kıblesi ABD’dir ve Washington’dan bağımsız bir hat izlemeleri mümkün değil.

AKP/Saray rejimi iş başında olduğu müddetçe krizlerin ardı arkası kesilmeyecektir. Her krizde “milli çıkar” diyerek iktidarın arkasında dizilmek, onun la birlikte saf tutmak yapılabilecek en büyük kötülüklerden. Emperyalizme göbekten bağımlı, varlığını bu güç odaklarına borçlu bir iktidarın, kendi çıkarını “milli çıkar” adı altında halkın çıkarıymış gibi sunması kimseleri yanıltmamalı.
Solun anti emperyalist, bağımsızlıkçı, enternasyonal kimliği emperyalizme cepheden karşı duruşu gerektirirken, bu odaklarla içiçe olan ancak dönemsel olarak güç çevreleriylesorunlar yaşayan kendi egemenlerinin her türlü oyununu bozmayı/teşhir etmeyi de bir zorunluluk kılar. Her ne koşul altında olursa olsun iktidarın siyasal ve ideolojik yönelimlerine meşruluk kazandıracak argümanlar üretmekten kaçınmak bir elzem. Bu handikaba düşenlerin hali ortada.

 İBRAHİM VARLI / BİRGÜN

Mezhepçi Müfredat, Dindar Nesil - TURAN ESER

Çocuklarımızı ve onların geleceklerini bizden çalıyorlar. Hem de “eti sana, kemiği bana” diye teslim edilen okulda yaşanıyor bu hırsızlık.

Bilimsel, laik, demokratik ve temel evrensel haklar rejimine odaklı bir eğitim dertleri yok. Öğrenciler sorgulamasın, mezhepçi yaklaşımları ezberlemesi isteniyor.

Akıl değil, vahiy temelli eğitimle, Felsefe, Sanat ve Bilim dersleri budanmış. Geriye kalan içerikleri ise dinselleştirilmiş. Bilimsel değil, nakli, dogmatik ve asırlık hurafelere boğulmuş.
İradeleri şeyhlere ve reislere teslim edilmiş, teslimiyetçi ve kaderci nesil istiyorlar. Nasıl sömürüldüğünü bilmeyen, haklarını sorgulamayan, uyuşturulmuş ve emre itaat kulluk toplumu yaratmak istiyorlar. İktidarlarına itaat edecek ve koruyacak neslin peşindeler.


Şimdi de öğrencilere öldürmeyi yani cihadı, ölmeyi yani şehitliği anlatacaklar. Mesela çocuklar can alıcı şu “peki siz bize cihad ve şehitlik öğretiyorsunuz da, neden hep yoksullar bu ‘kutsal’ için ölür ya da öldürür? Zenginlerin ve devlet yöneticilerinin çocukları bu derslerden muaf mı?” sorusunu soramayacaklar!

Hani yaşamın ve insan haklarının kutsallığı? Buna cevapları yok. Cihad’ı eğitimin parçası haline getirilir. Cihadist örgütlenmelere göz yumulur. Fakat insan hakları aktivistleri tutuklanır ve hak temelle dernekler kapatılır.

Din eğitimi, öğrencilere “ahlak” kazandırmakmış! Bu nedenle şeriat hükümleriyle, özel ve kamusal hayatın her alanına müdahil oluyorlar. Devlet ve siyasal İslamcı cemaatler eliyle verilen mezhepçi din eğitimlerinin insanı ahlaklı hale getirdiğine dair, ortada hiç bir bilimsel veri yok. Ama toplumsal yozlaşmalar, kadın cinayetlerindeki artış, hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, uluslararası değeler araştırma sonuçları ve PISA eğitim sonuçları bunun  aksini söylüyor. Ahlak erozyonu yaşıyoruz! Cemaat ve siyaset elindeki din, bu erozyonu örten perde haline getirilmiştir.

Emek, eşitlik, barış, dayanışma, özgürlük, adalet, sosyal haklar ve aklın eleştirel düşünme hakkını içeren ahlak dersleri yok. Olmaz ise, grevi suç ve günah sayan diyaneti ve siyaseti sorgulayacak nesilde olmaz!

Sermaye ve kapitalist sınıfın üyesi haline gelen siyasal İslamcı cemaat ve tarikat şeyhlerinin yerli ve yabancı bankalardaki hisseleri ile “bir lokma, bir hırka” yaşamı arasındaki çelişkilerini öğretmezler.
Cami de alınları aynı secdeye gelen insanların, “din kardeşliği” neden sadece kullukta eşit? Kalkınmada ve adalette neden eşit değiller?

Sus payı makarna ve kömür ile “bir lokma, bir hırka” yaşamına laik görülen halk, şeyhlerin ve yöneticilerin milyon/milyar dolarlık hisselerinin kaynağını öğrenmeyi bu okullarda neden öğrenemiyorlar?

Şort giydiği için kadını dövme hakkını, “dinin gereğini yerine getirdim” diye savunan bir “ahlak” hangi dersin ürünüdür acaba?

Din adına Sivas’ta 35 insanı yakanlar, nasıl bir ahlak dersiyle yetişti dersiniz?
Aklın ve kalbin vicdanından firar etmiş, temel insan hakları yaklaşımlarına zıt eğitimle, hangi ahlak değerleri verilir?

MEB “yeni” altında eski dogmaları içeren, şeri din dersleri müfredatları hazırlamış. Yola çıkış gerekçeleri malum; Devlet ve cemaatler eliyle İslamı ve Şeri hukuku kamu ya da özel hayatın her alanına müdahale etmesini sağlamak. Dinin siyasal istismarıyla güçlenmek. Eğitim yoluyla toplum yapısına yönelmek.

AKP ve siyasal İslamcıların vazgeçilmezleri ve istismarları var. Egemenliğin kayıtsız şartız halka verilmesi ve egemenliğin kaynağını ise yeryüzüne indirme görüşüne karşı dururlar. Yani demokrasi karşıtı, teokrasiyi savunurlar. O tez; egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır ve gökyüzündedir. O zaman “Allah’ın kanunları olan Şeriatı, kamu ya da özel hayatın her alanında egemen kılmalı. Yöneticiler ise Allah’ın indirdiği kanunlarla hükmetmek zorunda” olduğuna inanır.
Yeni müfredatlar bu anlayışla hazırlanmıştır. Cehaletin ve gericiliğin tırpanı ile aklı ve insan haklarını budamaya adaydır.

Bunun için 176 müfredat yenilemişler. MEB müfredatlarının giriş bölümlerine “değerler eğitimi” başlığı altında, her müfredatın gericilikle dinselleştirilmesini sağlanmış. Konu başlıklarına ve kavramlara bakıldığında, MEB’nı cemaatler ve camiler besliyor.

Müfredatta, bilimsel, demokratik, laik ve çağdaş akıl yok edilmiş. Müfredatların içeriği, Diyanet, Türgev, Ensar Vakfı, Tügva ve İlim Yayma Cemiyeti gibi AKP yandaşı siyasal İslamcı yapılara bırakılmış. Bu kesimlerin eğitime aktif şekilde müdahil olduğu kesin. Kamu okullarına giriyorlar ve “Değerler Eğitimi” altında seminerler veriyorlar, müfredatları belirliyorlar hem de yönetiyorlar.
Dün “eti senin, kemiği benim” denilerek, okullara teslim edilen çocuklarımıza dair, bugün AKP okullarında yükselen ses diyor ki;”çocuklarınız canı da benim, ruhu da!”

Çocuklarımızı ve geleceklerini eğitimi mezhepleştirerek, tektipleştirerek ve bu uğurda İslam’ın beş şartını bile değiştirip “cihad”ilan ederek çalıyorlar.

Laik, demokratik, bilimsel ve parasız eğitim mücadelesi, çocuklarımızı, geleceklerini kurtaracağımız ve herkesi buluşturan en önemli zemindir.

Turan Eser / BİRGÜN

24 Temmuz 2017 Pazartesi

İslamcı Ankara: Berlin’in habis algısı? - OSMAN ÇUTSAY

Sonda söyleyeceğimizi başlıktan bağırmış olduk. Bu sorunun yanıtı olumludur. Koşullar, Alman siyaset sınıfının ve büyük sermayenin “Bu kadar oyun yeter!” noktasına gelip dayandığını, İslamcı Ankara’nın, tıpkı ünlü film dizisindeki “Alien” gibi Almanya’yı da gözüne kestirdiği korkusunun Berlin’de yayıldığını gösteriyor. İslamcı Ankara’nın Almanya’da da habis bir ur gibi kontrol dışı büyüdüğünü düşünenlerin sayısı ve ağırlığı artıyor.

Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in Türkçe çağrısını başka nasıl yorumlayabiliriz? Adam resmen “Sizler bizim bir parçamızsınız” diyor Türkçe konuşan en az 3 milyonluk bir halk topluluğuna ve onların İslamcı politikaların çekim alanına girmesine bu nedenle daha fazla izin veremeyeceklerini hatırlatıyor. Alman Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier de bu çıkışı desteklediğini, Türkiye’de olan biteni öylece sineye çekemeyeceklerini ilan ediyor.
Belki de, bu habisleşen urun (“İslamcı Ankara”) Türkiye’deki doğumunu destekleyenler arasında Berlin’in sosyal demokratlarıyla yeşillerinin ilk sıralarda yer aldığını unutturmaya çalışıyorlardır: Hepsi oradaydı çünkü; Erdoğan ve siyasetini pek demokrat buluyorlardı, “Müslüman Demokratları” yere göğe koyamıyorlardı; Birikimci döküntülerin, Hasan Cemal ve Ahmet Altan türünün AB’deki ağababalarıydılar, şimdi işler tersine döndü.

Aslında ne mi oluyor?
Galiba şu: Berlin, sonunda ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu, içerideki istikrarı tehlikeye atamayacağını Ankara ve diğer Avrupa’ya eylemli bir biçimde kanıtlamak zorunda kaldığını düşünüyor. Avrupa’nın hegemon ülkesi sonuçta: Almanya, sürekli kaçındığı bir çatışmanın resmen “üzerine üzerine” geldiğini gördü ve artık kaçamayacağını ilan etti. İslamcı Ankara ve onun “majestelerinin demokratik muhalefetini” de istediği gibi yönlendirebilen “reisi”, Berlin’i seçimlere iki ay kala çok zor durumda bırakacak adımlar atmayı sürdürüyor. Ancak Berlin de yanıt vermeye başladı.

Tepkilerin ilk analizi şu sonucu veriyor: Berlin, daha doğrusu Alman siyaset sınıfı, açık bir biçimde, İslamcı Ankara’nın Almanya’da bir habis ura dönüştüğü duygusuna kapılmış görünüyor.
Bizler 15 yıl önce “Felaketin farkında mısınız?” diye bağırır ve bu gerici iktidara direnme çağrıları  yaparken, “milliyetçilikle” suçlanıyorduk dışarıdaki siyaset sınıfının içerideki militanlarınca... Şimdi o büyüttükleri urun Türkiye’yi dağıttığını, ama doymadığını ve dağıtıcı iştahını Almanya’ya da yönelttiğini gördüler. En önemlisi, “reis” ve şürekasının Alman şirketlerinin Türkiye’deki yatırımlarını da süzmeye başladığını fark ettiler. Erdoğan’ın Trump ABD’sini arkasına alarak Almanya Avrupası’nı didiklemesi, kendisine yönelik nefret ateşini harlamaktan başka bir işe yaramadı.

Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in geçen hafta ortasında tatilini yarıda kesip zehir zemberek açıklamalarla Erdoğan’a esip üfürmesi, bu arada medyaya, silah ambargosunun bile düşünülebileceği, Türkiye ekonomisinin sahibi konumundaki Alman şirketlerinin, Türkiye yatırımlarının gerekirse durdurulabileceği haberlerinin sızdırılması, havayı iyice soğuttu. Silah satışının yanı sıra Alman ihracatıyla dış yatırımlarının destekçisi Hermes kredilerinin de masaya yatırıldığı haberleri, ortamı daha bir gerginleştirdi.

Gabriel, özelikle Alman şirketlerini adları terör destekçiliğine bulaştırılınca “mülkiyet haklarını hatırlatarak” duruma müdahil oldu.
Üstelik diplomatik teamülleri zorlayarak.
Mesele, gerçekten de, uzaklarda bir yerlerdeki çıkar çatışması mı?
Sigmar Gabriel’in çıkışını çeşitli üst düzey kurum ve kişilerden gelen ağır yorumlar izledi. Ankara, “Valla biz Alman şirketlerine bir şey demedik, hem siyasetle ekonomiyi karıştırmayın” tarzı bazı geri adımlar attı. İslamcıların “şanzımanı” fena dağıttığı anlaşıldı.
 İşte bu şanzıman dağıtma belirtilerinin Berlin’i “İslamcı Ankara” karşısında önlem almaya ittiği anlaşılıyor.

Berlin’in veya bir başka büyük devletin, İslamcı Ankara’nın şanzımanı dağıtmasından pek çekindiğini kimse düşünmesin. Etkileri Türkiye sınırları içinde kaldığında, ülke parça parça olsa  bile, bu pek umurlarında değil. Şanzımanın on yıllardır dağılma sürecinde olduğunu, bu yüzden bu coğrafyanın ellerine kaldığını/kalacağını iyi biliyorlar. Asıl sorunları, dev şirketlerin Alman sermayesinin beklenmedik sınırlar ve el koymalarla karşı karşıya kalma tehlikesi, mal varlıklarına ve kâr transferlerine “halel getirecek” yeni bir ortamın doğması. Ayrıca Almanya içindeki sosyal barışın etnik bir cepheleşmeyle zıvanadan çıkma olasılığı... Bu nedenle Gabriel, ağzındaki baklayı çıkardı ve bizim burada aylardır söylediğimiz bir şeyi, asıl endişesini bağırdı: Mülkiyet güvencesi kalmamıştı... Ankara, Erdoğan’ın ağzından telaşla “Valla garanti veriyoruz” dedi.

Öyle nazilikler, insan hakları aktivistlerinin tutuklanması, Alman gazetecilerin aylardır içeride olması falan önemli değil. Onları çözerler. Ama Alman yatırımcıların çıkarlarına yönelik imalar, yeni ve tuhaf sinyaller, Berlin’i “Biz bu İslamcıları artık kontrol edemeyebiliriz, iş Almanya’da da karışacak” noktasına getirip bırakmış olabilir.

Bütün bunlar, Almanya dışında bir bölgedeki antidemokratik sürtüşmelere yanıt arayışları mı?
İstanbul Büyükada'da 5 Temmuz’da katıldığı bir çalıştayda gözaltına alınan ve sonra da tutuklanan Uluslararası Af Örgütü aktivistlerinden Peter Steudtner, sonuçta bardağı taşıran küçük bir damlaydı. Merkel hükümeti, geçtiğimiz günlerde 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili olarak son bir yılda 22 Alman vatandaşının gözaltına alındığını, bunlardan 9’unun halen cezaevinde olduğunu bildirmişti. Steudtner, 10’uncu isim.

Steudtner, bir simge: Alman siyaset sınıfının kendi yurttaşlarını korumaktan aciz ve bu arada da Suudiler ile Erdoğan gibi “İslamcı diktatörlerin” elinde oyuncak olduğu söylemi, halk katında güç kazanıyor. Ama, dedik ya, ondan çok daha önemlisi var: Alman tekellerinin yurtdışındaki çıkarlarının bu tür diplomatik uyarı ve terbiye yöntemiyle korunamayacağı giderek daha yüksek sesle ifade ediliyor. Merkel ve Alman siyaset sınıfı için asıl önemli sorun, Peter Steudtner’in kaderi değil,  devletin Alman şirketlerinin Türkiye’deki yatırımlarıyla kâr transferlerini güvenceye alacak araçlara sahip olup olmadığı ve Almanya içindeki istikrarı nasıl koruyacağı... Dev şirketlere kolayca el konulan bir Türkiye’nin siyaset sınıfı her an tarihin derinliklerine itilebilir. Bu küstahlığın Almanya içinde kitleselleşmesi halinde, zengin mutfağında beklenmedik iç savaş sahneleri de yaşanabilir.
Birleştirerek bakalım mı?

Berlin’den Ankara’ya baktığımızda manzara: Almanya, Türkiye için artık bir iç politika sorunu. Bunun temelinde Türkiye ekonomisinin sahibi konumundaki Alman sermayesinin güvenlik arayışları yatıyor. Ekonomik dev, siyaseten bununla at başı gittiği söylenemeyecek bir gücün eksikliğini çekiyor. Askeri bir cüce olduğu ise İncirlik ve Konya’daki üs ziyaretleri konusunda atmak zorunda kaldığı geri adımlardan çıkartılabilir. Bu asimetriye, dünya dış ticaret fazlası şampiyonluğunu yıllardır bırakmayan bir ihracatçı ülke daha fazla tahammül gösteremez. Diplomatik uyarılarla bir sonuç alınamayacak noktaya gelindi. Yaptırımları ve bu yaptırımların ciddi altyapısını gözden geçirmek zorunda kalacaklar.

Ankara’dan Berlin’e baktığımızda manzara: İslamcı Ankara, Alman iç politikasının giderek büyüyen ve ülkeyi sarsabilecek boyutlar aldığı anlaşılan bir unsuru çoktandır. Ciddi iç ve dış komplikasyonlar yaratabilecek büyüklükte bir unsur, hatta bir ur bu. Böyle algılanıyor artık. Bunun habis olup olmadığı konusunda henüz tam bir karar verilmiş değil. Kesip atılmasını isteyenler daha çok “sağ popülizme” (AfD) yakın. Tedavinin mümkün olduğunu (“diplomasi”) düşünenler şimdilik ağırlıkta, ama aşağıdan gelen basınca dayanma güçleri de kalmadı.

Berlin, Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in bizzat sergilediği bir çıkışla, ekonomi kartını oynamaya karar verdiğini açıkladı. Cumhurbaşkanı Steinmeier, Ankara üzerinde baskı için ekonomik olanaklar bulunduğu görüşüne katıldığını belirtti. Bunlar, bazı Alman devlerine Ankara’dan gelen terör destekçiliği suçlamalarına bir yanıt gibiydi. Hermes ihracat kredileri üzerinden “düşünmeye başlayan” Berlin’in Türkiye’ye ihracatı tırpanlaması halinde, bundan Türkiye’nin değil Almanya’nın zararlı çıkacağına inanan dinciler var. İslamcı Ankara o kadar cahil ki...
Tornavida bile üretemeyeceklerini ve ekmek bile dağıtamayacaklarını yakında anlarlar  mal ve finansman akışı kesilince.. Hermes kredileri ve silah, yedek parça vs. transferi durdurulursa hele...

Her neyse...

Eğer Alman medyasındaki ilk gündem maddesini devleti yıllardır ele geçirmiş ve sol düşmanı kemalistlerin desteğiyle cumhuriyeti resmen çökertmiş Türk İslamcıların Almanya’daki her türden faaliyeti oluşturuyorsa, Alman Dışişleri Bakanı Almanya’daki Türkiye kökenli toplumun kendilerinin bir parçası olduğunu iki dilde hatırlatıyor ve hele hele Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi Merkel politikalarının yılmaz savunucusu, Alman sağının günlük entelektüel gıdası bir etkili gazete de artık “Erdoğan Almanya’ya ateş ediyor” ve “Erdoğan Berlin’le cepheleşme rotasında” başlık ve manşetlerini kullanıyorsa, İslamcı Ankara’yı çok zor günler bekliyor demektir. Tabii, Berlin’i de.

Osman Çutsay / SOL

AKP’ninki dik duruş değil, çaresiz yalnızlık - İLKER BELEK

Herkesle sorunlular.
Almanya ile yaşananlar ortada. ABD’de bir grup vekil, korumalarının estirdiği terörden dolayı özür dilemediği taktirde Erdoğan’ın ABD’ye girişine izin verilmesin diye Senato önünde eylem yaptı. İsveç’li bir grup parlamenter savaş suçlusudur gerekçesiyle uluslar arası mahkemeye başvurdu. Bu günlerin tek müttefiki Katar terör örgütü listesini yenileyebileceğini açıkladı, anlaşılan O’nun niyeti de AKP’yi yalnız bırakmak.
Ama durumu en veciz biçimde Irak eski başbakanı Maliki özetledi: “Türkiye ihtirasları için çok güçsüz.”
Yalnızlıkları derinleşiyor, yalnızlık saldırganlaştırıyor.

                                                                            *****
AKP’nin sarıldığı ilk hikaye AB üyeliğiydi. Oysa AB’nin Türkiye’yi kabul etme niyeti yoktu. Amaç kendisine hiç benzemeyen, yüksek nüfus artış hızına sahip bu koca ülkeyi küçültünceye kadar kenarda bekletmekti.
Şimdi şimdi anlıyorlar, anladıkça nelere yol açabileceğini anlamayarak geriyorlar, çaresizliklerini kahramanlık diye yutturmaya çalışıyorlar.
                                                                           *****
Sonra rotayı mecburen değiştirdiler. ABD’nin yıpranmış İsrail’in yerine Ortadoğu’da yeni bir oyuncuya ihtiyacı vardı. “One minute” şovu tam buraya denk getirildi. Bu müsamere, Siyonizm’e haddini bildirmek, İslam direnişi olarak pompalandı. Müslüman başkentlerde Erdoğan posterli gösteriler yapıldı. Yeni Osmanlı projesi piyasaya sürülüyor, padişahlık kutlanıyordu.
Ardından Suriye’ye taşınan savaş fırsata çevrilmeye çalışıldı. Şam Yeni Osmanlıcılığın başkenti olarak belirlendi. Fethedilecek, “diktatör Esed” devrilecekti.
Olmadı, oyun başlamadan bitti. Telaş hatalara yol açıyor, Suriye’de İsrail ile aynı safa yerleşmenin “one minute” şovunun maskesini düşüreceği görülemiyordu. AKP Suriye’de yalnızlaştı.

                                                                          *****
Emperyal bir heves olarak Yeni Osmanlıcılık olacak iş değildi.
Ortadoğu’da herkesin planı vardı, ama herkes bu planını yerleşik ittifaklar üzerinden yürütüyor, eldekini heder etmemeye özen gösteriyordu.
2008 krizi ABD’nin karizmasını çizince, AKP emperyal hevesleri için krizin ürettiği hegemonya boşluğunu fırsata dönüştürmeye, kendi başına iş çevirmeye kalktı.
Tam manasıyla çuvalladı:
Esad rejimini yıkacağım derken Rusya faktörünü dikkate almadı, Rusya’nın savaşa dahil olmasının dengelerde yarattığı değişimi göremediği için ABD ile bozuştu, bu gelişme cihatçıları organize etmek için uzun dönem birlikte hareket ettiği Suud rejimiyle soğukluğa neden oldu, yalnızlığı Rusya ile giderme telaşı İdlib’i teslim ettiği Nusra’nın uzantısı Tahrir ile başını belaya soktuğu gibi NATO ile de ilişkileri gerdi, referandumu kazanmak için İslamcılığı Avrupa’ya taşımaya kalkınca AB merkezleriyle kavgaya tutuştu, Erdoğan Mescit-i Aksa’yı bombalayan İsrail’i kınarken damadı İsrail enerji bakanıyla doğalgazdan pay kapma pazarlığına tutuştu, inandırıcılık o pazarlık masasında bir kez daha teslim edildi.
                                                                          *****
Manzara ağır bir yenilgidir.
AKP’nin emperyal niyetleri dışında somutlaşmış hiç bir stratejisi yoktur.
Güncel gelişmelere anlık tepkiler üretmekten başka şey yapamamaktadır.
Akıl dışı, gerçekliği kavrayamayan bir idealizmle olayların peşinde sürüklenmektedir.
Kendisine zaman kazandıran ve yaptıklarına göz yumulmasını sağlayan şey emperyalist hegemonya krizidir. Buna rağmen herkes “artık yeter” noktasındadır. En sonunda Alman dışişleri bakanı nezaket sınırlarını da aşarak durumu özetlemiştir: “Türkiye’ye çok sabır gösterdik.”

                                                                           *****
AKP yalnızlığını kendisi yarattı.
Söz konusu olan dik duruş değildir. Antiemperyalizmle, büyük güçlere direnmekle, mazlumların yanında olmakla, Türkiye’yi ileriye taşımakla, güçlü liderlikle alakası yoktur.
Tersine AKP bölgenin dini, etnik farklılıklarını hiç dikkate almayan, kendi dinci ideolojisini siyasal bir rejim olarak dayatan fırsatçı, çapı küçük bir aktördür.

                                                                           *****

Sonuç çaresiz yalnızlık olunca bunu bir şekilde pazarlamaları gerekiyor: “Güçlenen Türkiye’yi çekemiyorlar” yalanını bunun için uyduruyorlar. Bu yalan tabanı konsolide etmek için özellikle gerekiyor.
AKP dışarıda kaybettikçe acısını içeriden çıkarıyor.
Her yeni rejim kurucu bir zafere yaslanmak zorundadır. AKP’nin zaferi yoktur. Yeni Osmanlı çökmüş, AKP’nin eli boş kalmıştır. Tek referansı dinciliktir ve o da referans olacak nitelikte değildir. Türkiye AKP sayesinde her tür müdahaleye uygun bir zemindedir.
15 Temmuz’a biçilen kurucu anlam da bunlarla ilişkilidir.

İlker Belek / SOL

23 Temmuz 2017 Pazar

Bir tutuklunun Anıtkabir güncesi - Mine G. Kırıkkanat

Anıtkabir’i yerle bir etmek isteyen, hatta üstünde tepinmek arzusuyla yanıp tutuşanların elbette bir planı var. Anıtı önce sıradanlaştırmak, ardından görünmez kılarak halkı yokluğuna alıştırmak, sonunda da yıkmayı amaçlıyorlar. 



Sıradanlaştırmak aşaması Genelkurmay eliyle kurulan ve kamuoyunun tepkisi üzerine kaldırılan oyun parkıydı. Başaramadılar, ama ikinci aşamaya geçmekten de geri durmadılar: Savunma Bakanlığı ile Ankara Belediyesi’nin ortak hazırladığı iğrenç komplo, Anıtkabir sit alanını yapılaşmaya açmak “gizli” planı, hafta başında ortaya çıktı!
Aşağıdaki satırlar, kadim dostum, 20 yıllık meslektaşım, 266 gündür tutuklu değerli gazeteci Kadri Gürsel’in Anıtkabir’i yok etme planının birinci aşaması, Genelkurmay eliyle kurulan oyun parkı hakkında geçen yıl yayımlanan köşe yazısından alıntıdır: 

***
Kaydıraklı Anıtkabir’in kısa ve acı tarihi
Genelkurmay ve Anıtkabir Komutanlığı bilmeyebilir, unutmuş ve hatta önem de vermiyor olabilir ama Anıtkabir bu ülkenin çağdaş hafızasının en önemli ve eşsiz mekânıdır. Bir ülkenin en büyük, en önemli “hafıza mekânı” en derin saygıyı hak eder, orada ciddiyetsizliğe ve laubaliliğe tahammül edilmez. “Hafıza mekânı”, bir ülkenin ve halkının, coğrafi konum bakımından en merkezi, anlam açısından en kavramsal ve kapsayıcı, entelektüel bakımdan en muhkem ve nihayet yapısı ve çevresiyle en somut ve görkemli varlığıdır. İşte Anıtkabir böyle bir mekândır.
Bu bir saptamadır. İster İslamcı olunsun, ister komünist ya da Kürt milliyetçisi, hatta liberal demokrat, bu gerçeklik hiçbir açıdan değişmez. Orada, olduğu gibi durur.
Dünyanın kendisine saygısını koruyan bütün büyük halklarının köklü devletlerinde hafıza mekânları böyle anlaşılır ve bu anlayışa göre hareket edilir.
Siz, Washington DC’deki Lincoln Anıtı’nda minyatür bir “roller coaster” kurulabileceğini hayal edebilir misiniz? İmkânsızdır.
Kremlin Duvarı’nın Kızıl Meydan’a bakan tarafında Lenin’in mozolesi vardır. Duvarın hizasında da Josef Stalin başta olmak üzere Bolşevik Devrimi’nin diğer önderlerinin mezarları... Onların kurduğu Sovyetler Birliği tarihe karışmıştır belki ama Kremlin Duvarı Mezarlığı ve Kızıl Meydan, Rusya’nın hâlâ en önemli hafıza mekânıdır. Orada dönme dolap kuramazsınız.
Paris’te Pantheon da böyledir. Fransız Devrimi’nin ve cumhuriyetler tarihinin büyük figürlerinin mezarları oradadır. Pantheon’da atlıkarınca olmaz. Böyle bir maymunluğa kalkışanları en avantgarde, en züppe, en bohem, en vatansız Parisliler bile kovalar.
Ne yazık ki Anıtkabir’e tahterevalli, kaydırak ve salıncak kurulabildi... Bu nasıl mümkün oldu? Sorunun kısa cevabı için AKP ve TSK’nin çatışmalı tarihine bakmak lazımdır.
Bir Cemaat-AKP ortak projesi olan Ergenekon, Balyoz ve Casusluk davaları ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaset üzerindeki vesayeti yıkılırken, hukuksuz, ahlaksız ve vicdansızca hareket edildiği için ortaya çıkan bir sonuç da ordunun yıkımı oldu. Kurumun kendi kimliğine ve görevine saygısı da felaket seviyesinde tahribata uğradı.
Bu davaları izleyen tasfiyeler sayesinde hem Cemaat 15 Temmuz darbesine kalkışacak kadar güçlendi, hem de 2011’den itibaren üst kademeye eyyamcılık, adam-sendecilik ve korku hâkim oldu. Öncesinde, 1 Mart 2003 tezkeresinin reddine giden süreçteki komuta kademesinin elini taşın altına koymak ve tarihi sorumluluğu üstlenmek yerine idare-i maslahatçılığa meyletmesi vardır. 2003’teki liderlik açığının bedeli çok ağır ödenmiş, ABD faturayı TSK’ye çıkarmıştır. Çuval olayı sadece bir başlangıçtı. Devamı 2007’deki e-muhtıra gafletinin ardından başlayan “iç savaş”ta TSK’ye karşı İslamcılara verilen tayin edici dış destekle geldi.
Anıtkabir’e oyun parkı 23 Nisan’da kurulmuş. Darbe teşebbüsünden 3 ay önce...
15 Temmuz’da ise milli sandığımız ordunun aslında milli olmadığını kan ve acıyla öğrendik. Bir yandan Balyoz ve Ergenekon hiyerarşiyi terörize ederken diğer yandan da Cemaat’in iç işgali 2012’den itibaren üst kademelere doğru hızlanarak tırmanmış ve bütün bu faktörlerin neticesi orduda şuur kaybı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli hafıza mekânına askerin kurduğu salıncağın kısa tarihi budur.
Kadri Gürsel
27 Eylül 2016
***

Gördüğünüz gibi, Türkiye’de içerde olması gerekenler dışarda, dışarda olması gerekenler içerde, sevgili okurlar. Çünkü aslında hukuk tutuklu, adalet mahpus. Hem de yıllardır.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Ortadoğu’da patronluk...- ÖZLEM YÜZAK

5 Haziran’da Suudi Arabistan’ın, yanına Bahreyn, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri’ni de alarak “asi çocuk” Katar’a had bildirme girişimi ile başlayan süreç Ortadoğu’da çok oyunculu jeopolitik denklemi de yeniden kurguluyor. Arap ülkelerinin yanı sıra, İran ve Türkiye’nin ve tabii ABD’nin ve tabii Rusya’nın da dahil olduğu, Avrupa ülkelerinin her zamanki gibi derinden ve sessizce oyuna süzülmeye çalıştığı bu kurgunun gerçek nedenleri üzerine varsayımlar çeşitli. Şimdilik görünen büyük aktör Suudi Arabistan ve yola çıkış noktası “Patronun kim olduğunu bölgedeki diğer monarşilere bir kez daha hatırlatmak”... Ama bu şimdilik büyük resmin sadece küçük bir parçası. Dillendirilmeye başlanan bir diğer konu daha var. O da Trump’ın iktidara gelmesi ile “ABD’nin Suudi Arabistan’da İran ve IŞİD’e karşı bir Arap NATO’su oluşturmanın adımlarını atmaya başlaması.
 
Seçim döneminde Suudi Arabistan’ı düşman ilan eden ve bunu her fırsatta tekrarlayan Donald Trump, başkanlığa seçildikten kısa süre sonra çark etti. İlk sinyal, ilk yurtdışı ziyaretini Suudi Arabistan’a gerçekleştirmesiydi ve tabii bu, imzalanan 110 milyar dolarlık silah anlaşması ile de taçlanmıştı. 
 
Riyad-Washington hattının siyasi ve ekonomik boyutunu biraz hatırlatırsak:
- ABD’nin her ne kadar kaya gazı olsa da, hâlâ Suudi petrolüne ihtiyacı var. Üstelik günde 1 milyon varil kadar.
- Suudi Arabistan Amerikan silah sanayiinin ve savunma şirketlerini bir numaralı müşterisi Patriot füzelerinin ve Blackhawk helikopterleri satışlarının azalmasını göz ardı edemez. Küçük bir örnek verecek olursak; ABD’li silah şirketlerinin 2011 yılında sattıkları 78 milyar dolarlık silahların 34 milyar dolarlık bölümü Arabistan’ın silah alımından oluşuyor.
- İkilinin ortak düşmanı İran.

Le Monde Diplomatique dergisi bir diğer önemli unsuru daha ekliyor buna. O da Suudilerin yıllar içinde sabırla ördükleri ilişkiler ağı ve bunun için ödedikleri onlarca petro-dolarlar.. Danışmanlar, think tank kuruluşları, lobiciler vs...
Le Monde Diplomatique’e göre, 2015 yılından beri Riyad’dan bunlara akan para 18 milyar doların üzerinde. Dergi örnekler de veriyor.
Atlantik Konseyi’ne 2015 yılında BAE ve Riyad’dan 2 milyon dolar akmış.
CSIS’e (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi) 600 bin dolar, Abu Dabi ve yine Riyad tarafından
CAP’yi (Amerikan Kalkınma Merkezi) fonlayan 1 milyon dolar ile BAE. Ve Hillary Clinton’nun seçim kampanyasının eski direktörü John Podesta.
Brooking Institution’a 2011’den beri 21.6 milyon dolar hibe ve 2014 ortasından beri de BAE’den 3 milyar dolar. 
 
Tüm bunlarda başı İran ve Suriye’ye karşı kampanyaların finansmanı çekiyor.
Dünyada bilinen 1 trilyon 333 milyar varillik petrol rezervinin yüzde 19.8’ine yani 267 milyar variline sahip. 
 
Gelirleri ağırlıkla petrole dayanan Körfez ülkeleri, son yıllarda dibe vuran petrol fiyatları ile birlikte döviz fazlası olan ülke niteliklerinden çok şey yitirdiler ve cari açık vermeye başladılar. Örneğin Suudi Arabistan’ın 2015’te 32 milyar doları bulan cari açığı, yani döviz açığı, 2016’da da 42 milyar dolara ulaştı. Buna karşın askeri harcamalarından kısmadı. Milli gelirinin yüzde 10-13’ünü buna ayırıyor. Dünya ortalaması yüzde 2.
Bu arada 28 milyon nüfuslu ülkede halkın yüzde 30’unun gecekondularda oturduğunu ve yoksulluk sınırında yaşadığını da söyleyelim. 
 
Türkiye bu yeni kurguda şimdilik tercihini Katar’dan yana yaptı. Biraz da bu tercihin ekonomik verilerine göz atalım: Suudi Arabistan yurtdışına yaptığı 43 milyar dolarlık yatırımdan sadece 2 milyar dolarını Türkiye’ye yöneltmiş. Katar’ın ise 52 milyar dolarlık yatırımının 1.2 milyar doları Türkiye’de. Ekonomi Bakanlığı verilerine göre ise 2016 sonunda Türk müteahhitleri yurtdışında 12.7 milyar dolarlık proje bedelli inşaat sürdürürken bunun 2.4 milyar doları Katar’da, 2.4 milyar dolarlık projeler de Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt’te. 
 
Başta da dediğimiz gibi Ortadoğu’daki oyun çok bileşenli. Süreç ilerledikçe ve oyun şekillendikçe “şimdilik” politikalar da haliyle değişecektir. Oyunun kaybedeni ise her zamanki gibi halk ve özellikle de yoksullar olacaktır.

ÖZLEM YÜZAK / CUMHURİYET

Telekom krizi yayılıyor - ÇİĞDEM TOKER

Türk Telekom’un işletme hakkı Suudi Oger’de. 



Altyapı tesisleri kamu mülkiyetinde. Kamu çıkarını korumak üzere de “altın hisse” bizim Hazine’de.
Kredi kullanırken Türk Telekom hisselerini teminat gösteren Oger, 580 milyon dolar vadesi geçmiş borcunu ödemiyor. Hazine yakın zamanda Oger’e bir mektupla 23 Ağustos’a dek ödenmezse yönetime el konulacağını bildirdi.
Elektrik Mühendisleri Odası Samsun Şube Başkanı Mehmet Özdağ’dan bir ileti aldım. Telekom’un Samsun Bölge Müdürlüğü’nde yönetici olarak görev yaparken akdi tek taraflı olarak feshedilmiş. (“yenileşme/bütünleşme/ sadeleşme”...diye başlayan bir gerekçeyle)
Özdağ, Telekom sorunlarının borçla sınırlı olmadığını belirtiyor:
Oger’e 5.7 milyar dolar kâr payı
İki de çarpıcı bilgi paylaşıyor:
- Türk Telekom bünyesinde sekiz şirket var. Toplam çalışan sayısı 34 bin 147.
Oysa özelleştirildiği 2005 yılında sadece Türk Telekom’un personel sayısı 51 bin 737’miş. Yani bizlerin vergileriyle kurulup geliştirilen bir kamu şirketinde 17 bin 590 kişilik istihdam yok edilmiş.
- İkinci veri, kamu çıkarları adına daha feci: Bugün 580 milyon dolar kredi borcunu ödeyemeyen Oger Grubu, Telekom’daki yüzde 55’lik A grubu hissesi karşılığında 10 yılda 5.7 milyar dolar kâr payı kazanmış. (Bizzat şirketin açıkladığı mali raporları dikkate alarak, ortalama yıllık döviz kurları üzerinden.)
10 yılda 5.7 milyar temettü kazanıyorsun, ama Telekom hissesini rehin bırakarak aldığın kredi borcunu ödemiyorsun. Bunun faturasını da kurumda yıllarca emeği geçen çalışanlara kesiyorsun. Ne güzel! 

Dumankaya’nın konut mağdurları
 
15 Temmuz darbe girişimi birbirine benzemez mağdur kesimleri yarattı. Çoğu ağır hak ihlalleriyle kıyaslandığında fark edilmiyor bile. Ama on binleri etkiliyor.
Zaman ilerledikçe mağduriyet büyüyor.
FETÖ’ye finasla bağlantı gerekçesiyle TMSF’ye devredilen şirketlerle yaratılan mağduriyetten söz ediyorum. Eski sahibi “Kandırıldım” diyen Dumankaya İnşaat bunlardan biri. Beş ayrı konut projesinde 10 bine yakın mağdura yol açmış.
Kimisi yüzde 80 düzeyine ulaşmış inşaatlar çivi çakılmadan çürüyor.
Vaktiyle belediyenin verdiği ruhsata, bankanın ikiletmeden sağladığı konut kredisine, noterin resmi sözleşmesine güvenip yüz binlerce TL borç altına girmişler. Yüzlercesi hem banka kredisi, hem de ev kirası ödüyor.
Konutların teslim tarihi çoktan geçmiş. Tek istedikleri kendilerine bir teslim tarihi verilmesi. Ama ne zaman TMSF’nin Dumankaya için CEO’luğa atadığı Polat Sağır’a gitseler “sabır” telkininden başka bir şey alamıyorlar.
Yeni Milli Savunma Bakanı Nurettin Canikli, düne kadar TMSF’den sorumluydu.
18 Mayıs’ta “Mağduriyetler çözülecek” sözünü hatırlıyor mudur?
Dumankaya mağdurları bugün bir basın açıklamasıyla seslerini duyurmaya çalışacaklar.
Merak edilesi bir konu daha var bence:
Dumankaya’nın CEO’su AKP Üsküdar Belediye Başkan aday adayı imiş.
Onca insan, hiçbir dahli bulunmayan kanlı bir darbe girişiminden dolayı hak etmediği bir mağduriyet yaşarken, buralara CEO diye atanan AKP’lilerin bu görevler karşılığında ne kadar maaş aldığını öğrenmek hakkımız. (Kamu kaynaklarından ödendiğini varsayıyoruz tabii.)
Yani bunca insan evleri çürümeye bırakılmış ve aynı anda banka kredisi ile kira öderken, bu maaşların hakkı nasıl veriliyor? 

Arkadaşlar
 
Yarın sabah Çağlayan’a sizi görmeye geleceğiz. Koşar adımlarla.
Varsın birileri duvarların ardına tıkıldıktan 267 gün sonra mahkemeye çıkmanızı rövanş zannetsin. Hakkı verilerek yapılan gazeteciliğin, dünyanın en şahane işi olduğunu bilerek orada olacağız biz.
Ne yazsak, duvarların ardında geçen 266 günü anlatamayacağımız doğrudur.
Avukata, aileye “iyiyiz” dense de dokuz ay boyunca koğuşta kim bilir kaç kez tıkanan nefesleri, haksızlık duygusunun öfkesiyle yaşaran gözleri, temiz havaya, denize, bir parça maviliğe, tek dal yeşile, tatlara, kokulara, dokunuşlara, güzel şarkılara, sokaklara, esen rüzgâra duyulan özlemi anlatamayız; bu kesin.
Yine de geleceğiz.
Sizi sevenler kadar, haysiyetle tanışmamış, dalkavuklukla edinilmiş dünya nimetlerini kaybetme korkusuyla kötülükte sınır tanımayan o güruh da görecek dayanışmanın, haklılığın ne demek olduğunu.
Başına farklı sıfatlar getirilse dahi, onlar ile aynı meslek adıyla anılmak bile hanidir çok ağır bir yük. Tabii anlamıyor değiliz.
Hırstan kasılmış yüzleriyle onlar da farkında; günün birinde bir şeyler değiştiğinde iz bırakmış bir tane haber, anlatabilecekleri bir tane onurlu hikâyelerinin olmayacağının.
Ne olmadıklarının o kadar farkındalar ki, mesailerini, çirkin ruhlarından akan amatör kurgulu, kara iftiraları yan yana dizmekle geçirmeleri bundan.
Suratlarının ortasındaki bu kirli gülüşün nedeni de bu.
Günler, aylar ve mevsimler uç uca dizildikçe ağırlaşan haksızlığı anlatmaya kelime yetmese de.
Sadece gazetecilik yapmış olmanın, gerçeğin yanında olmanın, gücün yanında hizalanmamış, mesleği “zenginleşme” vesilesi olarak kullanmamış olmanın kıvancıyla geliyoruz.

Hacamat, sülük ve şehir hastaneleri
 
Hizmetleriyle bu milleti bizimki kadar düşünen bir Sağlık Bakanlığı’na rastlamak zordur. Bir de kafamızı karıştırmasa iyi olacak.
Bir yanda kupa terapisi, hacamat gibi modern tıp karşısında bilimsel kanıtı olmayan yöntemleri hastanelerde başlatıyor, kurallarını belirleyip meşrulaştırıyor.
Diğer yandan da dünyanın en gelişmiş inşaat ve medikal teknolojilerini içeren şehir hastaneleri yaptırıp toplayamadığı vergilerimizi kira diye ödüyor.
Bir yanda 203 milyar Japon Yeni’ne mal olacağı açıklanan dünyanın en büyükleri arasında yer alacak İkitelli Şehir Hastanesi’nde 2000’den fazla sismik izolatör anlatılıyor, diğer yandan da sülük tedavilerinin faydaları.
Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı da yapmış Rönesans’ın yapacağı bu hastanenin toplam yatırım tutarı 203 milyar Japon Yeni olarak açıklandı.
Bu rakam, güncel kurla yaklaşık 6.5 milyar TL’ye karşılık geliyor.
Rönesans şirketi asıl gelirini görüntüleme, otopark, restoran, temizlik, güvenlik gibi alanlardan kazanacak.
259 milyon TL’yi bir kenara not edin. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta finansman törenine katıldığı İstanbul İkitelli Şehir Hastanesi’nin yıllık kirası bu. Yani Sağlık Bakanlığı’nın şirkete ödeyeceği tutar tabii.
2014 fiyatlarıyla diye de not düşeyim. 

Yeliz’in cihadı
 
@yelizadeley kullanıcı adıyla genel kurul salonundan Periscope yayını yapan bir milletvekili vardı. Ahmet Hamdi Çamlı



Modern bir kız ismini, “ecnebi” bir isimle birleştirerek müzikhol şarkıcısı çağrışımı yapan bu sahte hesabın hesabını veremeyen, TBMM özgeçmişine, Türkiye’de denkliği bulunmayan Newport Üniversitesi eğitimini koyan, iktidarda partisinin bulunduğunu unutarak “Daha bir araba yapamıyoruz ey CHP” demişliği bulunan Çamlı, cihadı bilmeyen çocuğa matematik öğretmenin yararsız olacağını buyurmuş.
Murathan Mungan’ın sözü, çoktan atasözüne dönüştü galiba:
“Türkiye’de her şey olabilirsiniz, rezil olamazsınız.”

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Tarihin müziği - ORHAN GÖKDEMİR

Nuriye ve Semih’e…


Sanattan, edebiyattan, müzikten uzaklaştık çok uzun zamandır. Ülke boğazına kadar gericiliğe, yobazlığa battığından gerilimde dur durak yok. Sanki görünmez bir el bizi 21. yüzyıldan yaka paça alıp Ortaçağ’ın tam ortasına attı. Fal, büyü, melek, din, inanç, cadı avı, cehalet, dogmatizm, şiddet ve zulüm eşitsizliğin kazanında kaynatılıp uğursuz, ölümcül bir iksir yaratıldı. İçiriyorlar hepimize, içtikçe büyük kalabalıklar halinde cahilleşiyoruz. İçki günah, deve sidiği şifa; öylesine bir sapkınlık içindeyiz. Emperyalist bir düzenin Gregor Samsalarıyız artık. Duygusuz, ışıksız, çaresiz, yaşama sevinci yitik böceklere dönüştürüldük. Bir avuç cahil gericinin peşinde sürükleniyoruz.

İşte tablo ortada; Evrimi sildiler, cihat öğretecekler çocuklarımıza. Cumhuriyet ve laiklik tehlikeli, monarşi şahane. Acımasız cellatların insan boğazlaması iyi, kurucu lider tu kaka. Vatanına, halkına, diline, kültürüne düşman büyük kalabalıklar türedi ki, kıyamet alameti. Hukuksuzluk kanıksandı, ölüm kutsandı. Hangi kelimeyi kaldırsan altında bir yığın kan. İnsanlığın bakıp utanacağı bir aralıktan geçiyoruz evet. Kötülüğün çaresiz esirleriyiz. Nereye baksan bir zifiri karanlık.

Karanlık her zaman vardı ama bu kadar çirkin ve tiksindirici olması yeni. Ortaçağın çürümüş, kurtlanmış hali... Sanata, edebiyata, müziğe yer kalmıyor haliyle. Duyulan tek ses uzun, acıklı bir sala. Ölüp çürüdüğümüzü ilan ediyor, cenazeye çağırıyor hepimizi.

İnsanı, insanın insani yanını bitirip tüketen bir süreç bu. Çürüyeni görüyoruz ve insan kalmanın yolunu arıyoruz. Yazdıklarımın büyük çoğunluğunu böyle özetleyebilirim, insan kalma mücadelesidir.

Bu, direnişi zorlaştırıyor evet ama öte yandan yeni tariflerin önünü açıyor, görüşü berraklaştırıyor. Şimdi açık bir biçimde söylüyoruz: Komünizm, kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir. Teorik bir gerekliliğin ötesinde insani mecburiyettir bu, pamuklara sarılmalı ve kıskançlıkla savunulmalıdır.

                                                                             ***

Ama ne yazık yitirdiklerimizin acısıyla yoğruluyordu uzun zamandır sanat, edebiyat ve müzik. Onu da kuşatıp düşürdüler. Gericilik ve piyasa el ele vermiş tepiniyor esir aldıklarının üzerinde. Yıllar önce “Körler Düşerken”de sözünü etmiştim bu çaresizliğin, tekrarlayayım:
“Bir gün bir şehirden kalkarsın, bir başka şehre doğru yola koyulursun. Terk ettiğin şehri tanımamışsındır daha, sokaklarında adamakıllı yürümemişsindir. Geride bıraktığın şehir, nüfus kâğıdındaki bir kayıt bilgisinden ibaretse, o şehri terk etmiş bile sayılmazsın. Sonra neden geldiğini bilmediğin bir başka şehir kucaklar seni, sarar, sarmalar. Bütün sokaklarında yürürsün, bütün duraklarında beklersin, bütün martılarıyla selamlaşırsın… Fakat bu kez de o şehir terk eder seni, fark edersin ki nüfus kâğıdında kaydı bile yoktur bu terk edişin.

‘Yanıyorum ateşimi körükle, boğuluyorum beni derin denizlere at’ diyor göçürtülmüş bir Ege türküsü. Kaybedilmiş şehirlerin hüznüdür bu; yanarken, harlı yanmak istersin; sığ sularda boğulurken derin denizlerde kaybolmak istersin. Bilirsin ki, derinlerde bir yerdedir kaybedilmiş şehrin acısı, dindirmek için kendi içindeki ateşte yanman, kendi içindeki denizde boğulman gerekir.
O insansız şehirler ki, körler düşsün diye imal edilmiş çukurlardır sadece…”
Kimin çukuru bu, kim itti bizi o çukura? Büyük sorular bunlar. Bir makalenin boyunu aşar, hatta belki kitaplara da sığmaz. Ama şarkılar bizi daha kolay yaklaştırır gerçeğin sınırına.

Yukarıda sözü geçen Ege türküsü “Rembetiko”dan. Costas Ferris’in 1983 yapımı filminde söylenen bir şarkı. Adı “Kegome”. “Yanıyorum” demek. İstanbul ve İzmir batakhanelerinde toplaşmış alt sınıflar bir de savaş ve göç acısını omuzlamak zorunda kalmışlar. Nasıl yanmasınlar? Acı, acı ise azı çoğu olmaz. En iyi alt sınıflar bilir bunu.

Şöyle yangının devamı:
“İnsan doğduğunda,
Bir dert (acı, keder) doğar,
Savaş şiddetlendiğinde,
Kan ölçülemez.

Gözlerinin üstüne yemin ettim,
Ki onlar benim için bir İncil gibiydi
Bana vermiş olduğun bıçak yarasını
Sana bir gülücük yapayım.

Fakat sen cehennemde derinde,
Zinciri kır ve eğer beni yanına çekersen
Kutsanmış olursun.

Yanıyorum, yanıyorum, ateşe daha fazla yağ dök
Boğuluyorum, boğuluyorum, beni derin denize at…”
Acının şiiridir işte bu. Acıyla mücadelesinden sağ çıkmayı başarmış insanın çığlığıdır bütün insanların kapısına bırakılmış. O çığlığı taa içinizde duymanız mümkündür birbirine tutunduğu için az sonra çukura yuvarlanacak körlerden olmaya direnmişseniz.
Kegome’yi dillendiren kadın sesi kim bilmiyorum. Ama o coğrafyadan başka seslere aşinayım. Üstelik biri gerçekten Ege göçkünü. Eleni Vitali ve “İzmirli” Haris Alexiou’yu dinlemelisiniz. Bana sorarsanız dünyanın en güzel iki sesi. Acının sesi olmaları rastlantı değil yani!

                                                                               ***
Ortaçağda aşk da yoktur. Karanlık insanlıktan çıkarır insanı, vahşileştirir, ilkel bir yaratığa dönüştürür çünkü. O ilkel yaratığı dizginlemenin tek yoludur din. Din demem sözün gelişi; Ortaçağın dini korkudur. O korkunun dizginlediği insanlar, “kara ölüm” ile dizginlerinden kurtulmuş, bulabildiği her şeye korkunç bir hırsla saldırmıştır. Veba, dinsel korkunun zapturapt altına aldığı insanın zincirlerinden boşanmasına yol açmış, bir anlamda özgürleştirmiş, önce cinselliği, sonra aşkı öğretmiştir. Korku korkunun panzehridir.

Dedim ya bir yeni Ortaçağın tam ortasındayız. Kapitalizm, o Ortaçağın dini. Yersiz korkularla esir aldı insanı, köleleştirdi. Her şey artık bir avuç Dolar için. Haliyle yüce değerlere vakit yok. Mehmet Aksoy’un “İnsanlık anıtı”nı yıkıp yerine 24 saat sala okuyan bir top diktiler o yüzden. Bu, içinden geçtiğimiz dönüşümün özetidir işte.

Sanat, edebiyat ve müzik yoksa aşk da yoktur. Tersi de doğrudur bunun. Karanlık büyük bir aşksızlıktır. Karanlığın ve aşksızlığın şiiri olmaz.

Aşkın şiiri ise bizden birinden, NeşeDertaşk’tan. Adı “Yare Gidem…” Sözleri şöyle:
“Yâre gidem, yâre gidem
Yareliyim nere gidem
Bu derdimin dermanını
Almaya ben yâre gidem

Saçlarını ben öreyim
Buna dayanmaz yüreğim
Seni vermem ezraile
Ben öleyim ben öleyim

Yar elinde yar elinden
Yareliyim yar elinden
Dermansız bir derde düştüm
Dermanı var yar elinden…”
Yârin açtığı yâredir aşk ve genellikle yanık kokuludur!

Yanıyorsan Neşet Ertaş gibi yâre gitmenin bir yolunu bulacaksın çaresiz. Bizim için açılan bu kör çukuruna düşmemek için direneceksin. Coşkunu eksik etmeyeceksin göğsünden. Hüzünlü şarkılar dinleyeceksin düzenin popuna inat. Edebiyatla, sanatla, müzikle, şiirle direneceksin.

Demek, direnmek için şiir, müzik, edebiyat, hüzün, coşku ve aşk şart. İçinden geçtiğimiz karanlık dönemin bize öğrettiğidir bu. Komünizm kapitalizme inat insan kalma mücadelesi değilse nedir başka?

Bu yangın bizim, körükleyin ateşimizi!

Orhan Gökdemir / SOL

İktidarın rehin alma politikası - AHMET İNSEL

İnsan hakları savunucularının, terör örgütü üyeliği, kalkışma hazırlığında bulunmak, yabancı ajanlarla temas gibi suçlamalarla tutuklanmalarının ardından, tetikçiliğin, dezenformasyonun en pespaye örneklerini yandaş basının bir kısmı birinci sayfadan sergiliyor. İnsan, ancak bir halüsinasyon tezahürü olabilecek bu hikâyeleri yazanların akıl sağlıkları yerinde mi, sorusunu ister istemez kendine soruyor. 
 
Karşımızda iki şık var. Ya birbiriyle yarış halinde bu tür faaliyetleri yürütenler, kulaklarına fısıldanan, ellerine tutuşturulanlara inanarak, bunu yapıyor ya da asparagas olduğunu bilerek, kasıtlı biçimde, bu iftira, tetikçilik gibi aşağılık işlerle göze girmeye çalışıyorlar. Birinci şık eğer doğruysa, karşımızda klinik anlamda budala olan (idyo) bir güruh var demektir. İktidar tarafından kullanılan, tetikçilik yaptırılan, planlanan yeni polisiye operasyonlara kamuoyunu hazırlama işlevi gören bu budala güruhu elbette tehlikelidir. Ama yaptıkları işlerden esas onları kullananlar sorumludur. Akli melekeleri yetersiz olan kişileri kendi menfaati için kullanmak, onlara suç işletmek ağır bir suçtur.
İkinci şık, bu güruhun hiçbir etik ve ahlaki değeri olmayan, geçmişte en parlak örneğini Nazi propaganda şefi Joseph Goebbels’ten bildiğimiz, müfteri kelimesinin yetersiz kaldığı, daha fazlasını söylemenin ise haldeki durumda mümkün olmadığı insanlardan oluştuğunu gösterir. Goebbels, zeki ama insanlığın yüz karası korkunç bir yaratıktı. Elinde devlet gücü ve imkânları olunca, iktidarın hedef aldığı kesimleri kriminalize etme gerekçeleri yaratmada eşi benzeri yoktu.Yalan ne kadar büyük olursa, o kadar kolay geçer; ne kadar tekrar edilirse, halk o kadar inanır ilkesini dile getirmişti. Bunu Nazilerin iktidarı ele geçirme, tüm muhalefeti yok ederek iktidarda kalma stratejisinin temel unsurlarından biri olarak tasarlamış ve uygulamıştı. 
 
Bugün sanırım iktidar yandaşlığında birbiriyle yarış halinde olan medyada bu iki şıktan oluşan insan tipi de var. Daha önce aynı işi, biraz daha zekice ve bir parmak daha usturuplu biçimde yapan Gülen medyasından öğrendiklerini, aynı pespayelikle icra ediyorlar. Diğer yandan Gülen cemaati çevresi, 15 Temmuz darbe gişimiyle ilgili dezenformasyon çabasını yurtdışında var gücüyle yürütüyor. Bir gün bu iki düşman kardeş gene anlaşıp bütün suçu ortak nefret nesneleri olan solculara, demokratlara, Kemalistlere yüklerlerse, şaşırmayacağız. 
 
Bu tetikçilerin iplerini elinde tutanlar, aslında rehin alma politikası yürütüyorlar. Alman basını, Alman dışişleri kaynaklı olduğunu söylediği bir iddia ortaya attı. Türkiye hükümetinin tutuklu iki Alman vatandaşı gazeteciyi Almanya’ya iltica başvurusu yapan iki Türk generaliyle takas etmeyi önerdiğini yazdı. Bu haber doğru mu, bilmiyoruz. Ama bugün Türkiye’de iktidarın bunu da yapmayacağını kim iddia edebilir? 
 
24 Temmuz’da Cumhuriyet gazetesinin çalışanı on bir arkadaşımız nihayet mahkemeye çıkacak. Haklarında elle tutulur bir suç delili olmadan, 265 günden beri özgürlüklerinden yoksunlar. Muhasebede çalışan bir arkadaşımız da 106 gündür tutuklu. Hepsi iktidarın ceza hukukunu rehin alma mantığı içinde uygulamasının mağdurları. Aynı şey, insan hakkı savunucuları için, iktidar medyasının şimdi yeniden hedef gösterdiği insan hakları örgütleri için geçerli. Aynı şey, aylardır tutuklu olan, kâh gözaltına alınıp kâh serbest bırakılan HDP’li milletvekilleri, belediye başkanları, il ve ilçe yöneticileri için geçerli. CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanması da sonuçta bir rehin alma operasyonu değil mi? 

 
İktidar toplumun yarısından elde edemediği rızayı giderek daha fazla baskıyla, devlet terörüyle ve rehin alma politikasıyla telafi etmeye çalışıyor. Bu yolla eleştirileri susturmak, insan hakları örgütlerini gözlemcilik ve tanıklıktan caydırmak, Erdoğan yandaşı olmayan Türkiye’nin dış dünyayla ilişkisini ve ülke içinde sesini kesmek istiyor. 
 
İktidarın giderek çığrından çıkan ve kendi iç mekanizmalarıyla artık durdurmaya muktedir olmadığı bir gidişat bu. Buna karşı, siniklik ve mızmızlık reflekslerini aşarak, şiddet yöntemlerini bütünüyle reddeden, en geniş dayanışma ağının kurulması, pekiştirilmesi olmazsa olmaz bir gereklilik. 
 
24 Temmuz, II. Meşrutiyet’in ilanını takiben sansürün kaldırılmasının kutlandığı Gazeteciler ve Basın Bayramıdır. 109 yıl öncesinden de daha kötüye döndüğümüz bugünlerde, bu yıl 24 Temmuz, Cumhuriyet çalışanı arkadaşlarımızla dayanışma günüdür.

Ahmet İnsel / CUMHURİYET