30 Ağustos 2017 Çarşamba

Destansı mücadele tesadüfle kazanılmadı - ÖMER TÜRKOĞLU / CUMHURİYET


Destansı mücadele tesadüfle kazanılmadı(1)

Millî Mücadele süreci, başlangıcından büyük zafere değin bir bütündür. Bu sürecin en karakteristik özelliği ise Türk Ulusu ile ordusunun bir bütün olarak hareket edip zafere inanmalarıdır.



Ulusal Kurtuluş Savaşı her yönüyle ve her ânıyla mercek altına alındığında görülecektir ki, yaşanan sadece bir savaş değil; bir ulusun varoluş kavgası ve kendi topraklarında özgürce yaşama mücadelesidir. Bu mücadele aynı zamanda eşsiz askerlik dehası, müthiş bir toplumsal örgütlenme, askeri ve siviliyle tüm yurttaşların moral üzerine kurduğu ittifak, adeta yazılmamış bir sözleşmedir.

Bu büyük var oluş mücadelesini destansı yapan ise şüphesiz, her şeyin en küçük ayrıntısına kadar hesaplanmış olmasıdır. Nasıl ki Mustafa Kemal Paşa’nın çok önceden, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında aklında en kısa zamanda bir meclisin toplanması düşüncesi oluştuysa, Ağustos 1922’nin son günlerinde başlayacak ve işgalci düşmana son darbeyi indirecek Büyük Taaruz da çok önceden planlanmıştı.


Karar bir ay öncesinden alınıyor

Akşehir’deki karargâhta 28/29 Temmuz gecesi Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı, Batı Cephesi Komutanı, ordu ve bazı kolordu komutanlarının yaptığı toplantı ve uzun tartışmalar sonucunda Türk Ordusu’nun taarruz planı son ve kesin şeklini almıştı. Plana göre taarruza Birinci Ordu dokuz piyade ve üç süvari tümeniyle, Beşinci Süvari Kolordusu üç süvari tümeniyle, İkinci Kolordu üç tümeniyle ve İkinci Ordu da beş piyade tümeniyle katılacaklar, ayrıca Kocaeli ve Menderes grupları da karşılarındaki düşman kuvvetlerine taarruz edeceklerdi.


Hazırlıklar hızlandırıldı

Birlikler belirtilen şekilde tespit edilip konuşlanma hazırlıkları büyük bir gizlilik içinde yürütülürken Mustafa Kemal Paşa, 16 Ağustos’ta Batı Cephesi Komutanı’na verdiği bir emirle hazırlık çalışmalarının hızlandırılarak 5-10 gün içinde sonuçlandırılmasını emretmişti. Cephelerden kayda değer haberlerin gelmemesi farklı yorumlara neden oluyordu. Savaşan tarafların siyaset ve diplomasiyi tercih edeceğini söyleyenler olduğu gibi her iki ordunun da mevzilerini tahkime devam ettiğini, savaşın kuvvetleneceğini ileri sürenler de vardı. Ne var ki Yunan ordusunun Sevr hattına bile çekilmeyip sırf göstermelik bir şekilde sadece üç alayını Trakya’ya göndermesi, İzmir için muhtariyet ilan etmesi ve sonunda da İstanbul’u işgal niyetlerini açıkça beyan etmeleri ile İngilizlerin buna izin verdiklerine dair haberler, Ankara Hükümeti ile ordusunun Büyük Taarruz’u hızlandırmasını zorunlu kılmıştı. Cephedeki her iki ordunun subay ve askerleri ileri düzeyde savaş tecrübesine sahiptiler. Özellikle Türk subayların uzun süren Birinci Dünya Savaşı’nda farklı cephelerde elde ettikleri deneyimler, onları gerek taktik ve gerekse cephe savaşlarında yeterli deneyim sahibi yapmıştı. Öte yandan, hem asker sayısı hem de silah ve mühimmat açısından eşitsizlik devam etmekteydi.



Ankara’da durum

Ankara’da basılan ve bir anlamda Ankara Hükümeti’nin gayri resmî yayın organı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin 25 Ağustos 1922 tarihli başyazısı, “İngiliz güllesi ile gelen Yunanlılar”ı artık birtakım görüşmelerin, hile ve tehditlerin bile kurtaramayacağını söylüyor ve adeta bir gün sonra başlayacak Büyük Taarruz’un ipuçlarını vererek bitiriyordu: “[Venedik’teki] Konferansa gideceğiz, hakkımızı talep edeceğiz fakat karşımıza dikilen Lloyd George’un samimiyetine, ciddiyetine, hayırhahlığına inanarak değil, Mehmetçiğin süngüsüne dayanarak.” İstanbul’da basılan Akşam gazetesi ise aynı tarihli nüshasında esir alınan Yunan askerlerinin fotoğrafını yayımlıyor ve terhisin ertelendiğini yazıyordu. İkdam gazetesinin birinci sayfasından verdiği bir haber ile devamındaki soru, Türk ordusunun uzun süredir hazırlığını yaptığı Büyük Taarruz’a sekte vurabilirdi! “Menderes Havalisindeki İlerleme Hareketi, Bu Hareket Ordumuzun Taarruza Geçeceğine İşaret Addolunabilir mi?” Aslında sözü edilen ilerleme hareketi, Denizli mıntıkasındaki birliğimizin küçük bir manevrasından ibaretti. Ne var ki haberin gazetede böyle yer alması planları bozabilirdi. 25 Ağustos 1922 tarihli resmî tebliğde ise her şey bir nevi önemsizleştiriliyordu. Menderes Vadisi’ndeki küçük taarruzdan bahsedilmeden sadece Eskişehir mıntıkasında hattımıza yaklaşmaya çalışan bir düşman müfrezesinin uzaklaştırıldığı, diğer cephelerde de ateş ve keşif çalışmaları yapıldığı bildiriliyordu. Bu küçük çatışmalar, bir gün sonra topyekûn bir taarruza dönüşecekti.


Yunan ordusunun güçlü tahkimatı

Kılıçarslan Tepesi’ni kurtarmakla görevlendirilen 14. Tümen, kısa sürede bu mevkii ele geçirerek düşmanı Manastırpınarı- Kavaloğlu hattına geriletmişti. 4. Kolordu ise öğleden sonra Kurtkaya mevkiine taarruza başlamıştı. Ancak buradaki Yunan mevzileri çok sağlam tahkim edilmiş, birden fazla tel örgüyle çevrilmişti. Bu yüzden yapılan taarruzlardan sonuç alınamayınca kesin sonucu verecek harekât sabaha bırakıldı. Yunan ordusunun kuvvetli tahkimatının bulunduğu diğer bir mevzi de Erkmentepe idi. Burada iki ordu arasında gün boyu süren savaş, hava karardıktan sonra da devam etmiş ancak bir sonuç alınamamıştı. İkinci Ordu Komutanı, birliklerini Şaphane Dağı’ndaki gözetleme yerinden yönetiyordu. Bu orduya bağlı 3. Kolordu’nun “Porsuk Müfrezesi” saat 05.30’da bütün cephede büyük bir saldırı başlatırken 16. Alay’ın bir taburu Çakmaktepe’yi ele geçirmişti. 6. Kolordu’ya bağlı birlikler de Yanıktepe- Uzungüney sırtlarındaki etkili Yunan ateşine rağmen ilerlemeye çalışıyordu. Savaşan birliklerin önemli bir ayağını teşkil eden süvari sınıfı da kendilerine verilen görevleri başarıyla yerine getiriyorlardı. 5. Süvari Kolordusu’na bağlı birlikler, ordunun yan ve gerilerini koruma, keşif ve demiryolu tahribiyle görevlendirilmişlerdi.



 26 Ağustos 1922: Büyük Taarruz başlıyor

Tan yeri henüz ağarmamışken, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa ve Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşa taarruzu daha iyi gözlemlemek amacıyla Kocatepe’ye gelmişlerdi. Saat 05.00’te bütün cephelerde atılan top ateşiyle Büyük Taarruz başladı. Yaklaşık yarım saat süren top ateşinin ardından gerçekleşen tahrip ve imha ateşleriyle, birlik piyade güçleri ilerlemeye başladı. Yunan topçusunun gecikerek başlayan ateşinin ise hiçbir etkisinin olmadığı kısa sürede gelen raporlardan anlaşıldı.


İlk dakikalar, raporlar

Saatler 06.30’u gösterdiğinde Kalecik Sivrisi ile Poyrazkaya Tepesi alınmıştı. Hâlbuki bu iki nokta, sarp ve kayalık olmasından dolayı Yunan ordusu tarafından ele geçirilmesine ihtimal verilmeyen mevzilerdendi. Yunan ordusunun çektiği tel örgüler harekâtı yavaşlatsa da durduramıyordu. Askerler bu tel örgüleri makaslar, hatta bilek kuvvetiyle kazıklarından çıkararak kaldırıyorlardı. Bu arada 8, 11 ve 12. tümenler de ileri harekâta başlamışlardı. Belentepe mevkiini ele geçirmekle görevlendirilen 23. Tümen, saat 09.00’da bölgeyi ele geçirmişti. Bu mevzi, Yunan topçusunun sürekli ve kuvvetli atışlarına maruz kalıyordu. Diğer taraftan tutuşan otların alev ve dumanları askerlerimizin görüş mesafesini azalttığı gibi savaş kabiliyetini de etkiliyordu. Buna rağmen birlikler kazanılmış olan mevkii savunmakta kararlıydı.


Sağ kalanlar kaçıyor!

23. Tümen Komutanı’nın kolorduya verdiği raporda “düşmandan sağ kalanlar kaçmakta, birliklerimiz nara atarak ilerlemektedirler” denilmekteydi. Tınaztepe’ye topçu ateşiyle yardımda bulunan 23. Tümen aynı günün gecesinde düşmanın bir taarruz girişimini de püskürtmüştü. 1. Ordu’nun bir diğer tümeni olan 15. Tümen ise Tınaztepe’yi ele geçirmekle görevliydi. İlk gün savaşlarının belki de en zorlusu bu cephede geçmişti. Tel engelleri bir an önce aşmak için 38. Alay’ın 2. Tabur Kumandanı Binbaşı Halil Bey, askerleriyle birlikte tellere ulaşarak makas ve tüfek dipçikleriyle telleri ve kazıkları ortadan kaldırmıştı. Yunanlıların çekilirken bıraktıkları iki top ise daha önce topçu iken piyadeye geçmiş bir er tarafından yine Yunanlılara karşı kullanıldı. Ne var ki bu asker kısa süre sonra şehit oldu. Tınaztepe cephesinde onlarca askerle birlikte şehit olan Yarbay İlyas Bey, Yüzbaşı Ali Bey ve Teğmen İlyas Bey’i de anmak gerekir. Tınaztepe’de gün boyu devam eden savaş, gece keşif kollarının sıcak temasıyla sabaha kadar sürmüştü.


Ankara’da, Atina’da

Ankara mahreçli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, sabaha karşı baskıya verilmek üzereyken gelen resmî tebliğle birinci sayfasını değiştirmek zorunda kalmıştı: “Dün sabahtan itibaren bütün cephelerde kahraman ordumuz cani düşmanla çarpışmaya başladı.” Aynı gün icra vekilleri heyeti reisi Rauf Bey halka ve memurlara bir beyanname yayımlayarak orduya maddî ve manevî yardıma devam etmelerini rica etmişti. Gazete okuyucuları ise sükûnetle sonucu ve resmî tebliğleri beklemeye davet ediliyordu. Türk ordusunun büyük taarruza geçtiği haberi Atina’ya ulaştığında doğrusu pek ciddiye alınmadı. Oradaki ‘uzmanlar’a göre bu askerî harekâtın hiçbir önemi yoktu ve yüksek olasılıkla Türkler, Venedik Konferansı öncesi kendi lehlerine bir izlenim yaratmak istiyorlardı.


Zaferin ilk işareti: Afyon kurtarılıyor(2)

27 Ağustos 1922 günü saat 17.30’da 189. Alay, Afyon’a girerek şehirde emniyet tedbirlerini aldı. Tanıkların anlattıklarına göre Türk ordusu Afyon’a adeta bir yıldırım gibi girmişti. Halk askerlere sarılarak, hıçkırıklarla sevinç gözyaşı döküyordu.



Büyük Taarruz’un ikinci günü, sabah erken saatlerden itibaren bütün cephelerde şiddetli savaş yeniden başlamıştı. Keşif uçaklarımızdan alınan raporlarda düşman ordugâh ve ikmal yollarında hiçbir değişiklik olmadığı belirtiliyordu. Cephe gerisindeki sakinlik ile mevzilerdeki savaşın kıyaslanması mümkün değildi.

Kurtkaya Tepesi’ne hücum eden birliklerimizden biri de 36. Alay’ın 6. Bölüğü idi. Bölük Kumandanı Üsteğmen Agâh Bey bölüğünün önünde savaşırken ağır yaralanmıştı. Buna rağmen tel örgüleri aşarak düşman siperlerine girmeyi başarmıştı. Saniyelerle ölçülebilecek bir zamanda bomba ile birkaç düşman erini etkisiz hale getirip askerlerinin önünü açtıktan sonra Kurtkaya’nın en yüksek noktasına çıkmış, ne var ki burada alnından vurularak şehit olmuştu.


Yunan Ordusu çekiliyor

Kurtkaya ve Erkmen tepeleri sabahki savaşların en çetin geçtiği mevzilerdi. Buradaki savaşlarda 15 subay ve 150 er şehit verilmişti. Bölgedeki Yunan Ordusu ise düzensiz, dağınık bir şekilde çekiliyor, hesaplanamayacak sayıda kayıp veriyordu. Ulukaya mevzilerindeki 5. Tümen’in karşısındaki düşman birlikleri çoktan çekilmişti.


27 Ağustos 1922 öğleden sonra...

Gelen raporlardan tüm cephelerde genel durumun Yunan Ordusu’nun dağınık ve düzensiz bir şekilde kaçtığı, Türk Ordusu’nun ise onları takip ederek sürdükleri şeklinde idi. Düşmanın kullanmaya hazırlandığı tren istasyonları top ateşiyle dövülüyor, Yunan birlikleri birçok silah, teçhizat ve mühimmat bırakarak çekiliyordu. Eymir Vadisi’ne gönderilen keşif kolu, sekiz kilometre ilerlediği halde düşmana rastlamamıştı. 5. Kafkas Tümeni de Yunanlılara rastlamadan Ballıkaya-Yılanlıkaya hattını ele geçirmiş, 27. Süvari Alayı düşman birliklerini görmeden Menderes’i geçmişti. Yunan Ordusu cephelerin tamamından çekiliyordu...


Ve Afyon!

Artık ileri kuvvetlerimiz Afyon’u, buradaki yanan hükümet konağını ve binaları görebiliyorlardı. Birliklerimiz Hacılar ve İkiztepe bölgesinden iki kolla Afyon’a hareket etti. 27 Ağustos 1922 günü saat 17.30’da 189. Alay Afyon’a girerek hemen şehirde emniyet tedbirlerini aldı. Tanıkların anlattıklarına göre Türk Ordusu Afyon’a adeta bir yıldırım gibi girmişti. Halk askerlere sarılarak, hıçkırıklarla sevinç gözyaşları döküyordu.


Albay Reşat!

57. Tümen’in Çiğiltepe bölgesindeki kararlı ve isabetli hücumları bir türlü etkili sonucu vermiyordu. Arazi sarp ve engelliydi, düşman mevzileri ise kuvvetli tahkim edilmişti. Bu geçici durum subay ve askerlerin moralini bozmuştu. Kolordu komutanı yarım saat arayla verdiği iki emirle Sinanpaşa Ovası’na hâkim olunmasını ve öğleye kadar Çiğiltepe’nin zapt edilmesini emrediyordu. Hâlbuki cephane azlığından topçu ateşi etkisiz kalıyor, buna karşılık düşmanın yoğun ateşi karşısında siperden çıkan her askerimiz şehit düşüyordu. Tüm cepheden bağımsız olarak sadece bu mevkide düşmanın kuvvetli saldırıları söz konusu idi. Hatta Yunan birliklerinin yaptığı bir karşı-taarruz hemen püskürtülmüştü. Gerek kendisinin ve gerekse askerlerinin gösterdiği insanüstü çabalardan beklenen sonucun alınamaması, Tümen Komutanı Albay Reşat Bey’i derin bir üzüntüye boğmuştu. Zaferi yaşamak, yaşatmak ve komutanlarına muştusunu vermek en büyük arzusuydu. Buna rağmen beklenen başarı gelmeyince derin üzüntü sonucu tabancasıyla intihar etti!



Hacı Anesti’nin perişan askerleri

23. Tümen, düşmanla gün boyu süren sıcak temas ve ilerleme sonucunda öğleden sonra saat 14.00’te Sinirlitepe civarına ulaşmıştı. Buradaki hâkim tepelerden Sincanlı Ovası’nda panik içerisinde, dağınık olarak çekilen Yunan askerleri görülmekteydi. Saat 14.15’te Tümen Komutanı’nın kolorduya verdiği raporda şu cümleler yer almakta idi: “Saat 14.00’te Sinirköy’deyim. Gazi Başkomutanımızı cephede göremediğinden bahseden mağrur Hacı Anesti’nin Sincanlı Ovası’nı dolduran perişan birliklerinin kaçışını seyrediyorum. Hangarlar alevler içinde. Bir uçak, Yunan Ordusu’nun kırık durumunun sembolü gibi, kanatları kopuk yatıyor.”


Gazeteler, resmî tebliğler

28 Ağustos 1922 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi “son dakika” başlığı altında Afyon’un kurtuluşunu “Kahraman ordumuz düşmanın mukabil taarruzlarını süngü hücumlarıyla tardederek Afyonkarahisar’ı zapt ile pek çok esir ve ganimet elde etti” şeklinde duyuruyordu. Yunan resmî tebliğinde ise “düşmanın [Türk ordusunun] pek dehşetli hücumları neticesi olarak Afyon’un tahliyesi emredilmiştir. Gayet ağır düşman hücumlarıyla takip edilmekte olan kuvvetlerimiz batıya doğru çekilmektedir” deniliyordu. Ankara gazeteleri Yunan Ordusu tarafından çok kuvvetli olarak tahkim edilen Afyon’un bir saat gibi kısa bir sürede düştüğü haberini büyük puntolarla okuyucularına bildirirken, Yunan resmî tebliğinde Afyon’un düşmesi tek cümlede geçiştiriliyordu: “Düşmanın [Türk ordusunun] şiddetli taarruzu üzerine Afyon’un tahliyesini emrettik. Birliklerimiz batıya doğru çekilmektedir.”



Ankara’da Samsun uçakları

Cephede savaş ve takip harekâtı devam ederken Ankaralıları heyecanlandıran önemli bir olay da Samsun’dan kalkarak Ankara’ya gelen iki uçağın, şehrin semalarında süzülerek Samsun Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti’nin bildirilerini atmasıydı. Bildirilerde İzmir’in kurtuluşunun yakın olduğu ve halkın, orduya ve millî mücadeleye desteğine devam etmesi isteniyordu. Şehrin meydanlarında, cadde ve sokaklarında herkes coşku ve heyecan içindeydi... Aynı gün Başkumandan Mustafa Kemal Paşa bir telgrafla Meclis’i tebrik etmiş, Meclis de ittifakla orduya selam göndermişti. İlerleyen saatlerde Meclis’in tebrik için gelen misafirleri, Sovyet, Azerbaycan, Afgan ve İran elçileri olacaktı.



Ufukta görünen zafer(3)

Afyon’un yeniden özgürlüğüne kavuşmasının Büyük Taarruz’un seyri açısından çok büyük önemi vardı. Zaferle sonuçlanacak sona adım adım yaklaşılıyordu.


28 Ağustos günü öğleye doğru Başkumandanlık karargâhı Afyon’a geldiğinde şehrin görünümü içler acısıydı: Şehrin önündeki savaş iki gün kesintisiz sürmüştü.

Muhacir Mahallesi ile istasyon ve okul gibi binalar tamamen ateşe verilmiş yanmakta iken, erzak, teçhizat vesaire olduğu gibi durmaktaydı.

Manzara, düşmanın panik ve telaşa düştüğünün resmi gibiydi. Kısa sürede yangınlar söndürüldü, erzak ve değerli malzeme emniyet altına alındı ve şehirde güvenlik tam manasıyla sağlandı.


Afyon’un önemi

Afyon’un yeniden özgürlüğüne kavuşmasının Büyük Taarruz’un seyri açısından da çok büyük önemi vardı. Bu sayede düşman kuvvetleri cephenin kuzeyinde sıkışmışlar, daha da önemlisi Uşak yolundan uzaklaşmışlardı.

En önemli ulaşım ve nakliye aracı olan demiryolu de ellerinden çıkmıştı. Yunan Ordusu’nun Dumlupınar mevkiine çekilmek ve bir anlamda İzmir yolunu kesmek çabası içinde olduğu anlaşılmıştı. Bunun üzerine 1. Ordu bütün kuvvetini Dumlupınar istikametine yöneltmişti.


Anadolu işgalcileri için çember daralıyordu...

Sabahın erken saatlerinde ileri karakolları dolaşan 23. Tümen Kumandanı, Köprülü Deresi’nde yürüyüş kolunda duran bir birlik gördü. Ne var ki söz konusu birliğin dost ya da düşman kuvvetlerinden hangisi olduğu kestirilemiyordu. Gönderilen keşif koluna ateş edildiğinde ise durum anlaşılmıştı. Kısa sürede verilen karşılığın ardından müthiş bir savaş başladı. 31. Alay’ın 3. Tabur’una bağlı bölük kumandanı Yüzbaşı Neşet’in birliği sayılarının azlığına bakmaksızın düşmanın üzerine hızlı bir şekilde inmişti. Yunanlılar dağınık bir halde kuzey taraftaki Resulbaba mevkiine doğru kaçıyordu. Kısa sürede anlaşıldı ki bu birlik 4. Yunan Tümeni idi!


Takip devam ediyor!

Daralan çemberle birlikte cephedeki birliklerin önemli bir bölümü artık takip ve kovalama ile görevliydi. Öyle ki 1. Ordu Karargâhı sabah erken saatlerde Afyon’a, öğleden sonra ise Balmahmut’a intikal ettirilmişti. Ordu orada da çok durmadan Dumlupınar istikametine yönlendirilmişti. Yollar terk edilmiş motorlu araçlar, toplar ve ordunun işine yaracak eşyalardan geçilmiyordu. Birliklerin bir kısmı Afyon içinden geçerek askerî öneme sahip Hamam mevkiine konuşlanırken 11. Tümen gibi bazı birlikler de takip ettikleri düşmanla sıcak temas sağlayıp taarruza devam ediyorlardı. Cephenin genişlemesi, düşmanın düzensiz ve panik içinde çekilişi ile bazı teknik sorunlardan dolayı haberleşmenin kesintiye uğraması yüzünden sık sık emirler güncellenmekteydi.


Son durum

Mustafa Kemal (Atatürk), Fevzi (Çakmak) ve İsmet (İnönü) paşaların ortak görüşü 28 Ağustos 1922 tarihinde yapılan savaşlarda Yunan Ordusu’nun yedi-sekiz tümeninin mağlup edildiği, işgalci ordunun bu haliyle kritik öneme sahip Resulbaba bölgesini bile savunamayacakları yönünde idi. Birliklerden henüz akşam raporu gelmediği halde ordumuzun çekilmekte olan düşmanı sert ve kararlı bir şekilde takip ederek herhangi bir mevkide tutunmasına meydan vermedikleri anlaşılıyordu. Sona yaklaşılıyordu...


İstanbul habersiz

Ankara’dan, resmî tebliğler de dahil olmak üzere, hiçbir haber alamayan İstanbul basını, okuyucularına söylenti ve tahminlerin ötesinde yeni bir haber veremiyordu. Örneğin ordumuzun çoktan taarruza geçtiği, Yunan Ordusu’nun bozulup çekilmeye başladığı, hatta Afyon’un kurtarıldığı saatlerde Tevhid-i Efkâr gazetesi “Milli Ordu”nun taarruza geçtiği haberini yeni yeni veriyordu.


Kocaeli Grubu, Porsuk ve İnhisa r müfrezeleri

Çete savaşının önemli birimlerinden olan grup ve müfrezeler de kendilerine verilen görevleri başarıyla yerine getirmekteydiler. Bunlardan Kocaeli Grubu, bulunduğu mevzide gün boyu ateş ile hem düşmanı meşgul etmiş hem de çıkardığı keşif kollarıyla bilgi toplamıştı. Aynı şekilde Porsuk Müfrezesi de düşmanla sıcak teması korurken bulunduğu bölgedeki düzenli birliklere de destek oluyordu. Müfreze aynı gün 41. Tümen’in emrine girmişti. Yetmiş gönüllüden oluşan İnhisar Müfrezesi Sakarya Nehri’ni güneye doğru birkaç yerden geçerek buradaki köylerle temas kurmuş ve cephedeki son durumu bildirmişti.


Zaferin yolunu Dumlupınar açtı(4)

Büyük Taarruz’un dördüncü günündeki hedef, Yunan ordusunun içinde bulunduğu kapanı daraltarak çekilme yollarını kesmekti. Bu noktada Dumlupınar’ın önemi çok fazlaydı. 29 Ağustos 1922 günü savaşta çok ağır kayıplar veren Yunanlılar yenik düştü. Dumlupınar, yani zafer kazanılmıştı.



Büyük Taarruz’un dördüncü günündeki hedef, Yunan ordusunun içinde bulunduğu kapanı daraltarak çekilme yollarını kesmekti. Bu noktada Dumlupınar’ın önemi çok fazlaydı. Zira düşman birlikleri Dumlupınar’a doğru çekiliyorlardı. Bu yüzden 1. Ordu tüm gücüyle Dumlupınar’a taarruza başlamıştı. Yunan 12. Tümeni ise Dumlupınar yolunu açık tutabilmek için orada bulunan 5. Kafkas Tümeni'nde saldırıyor, diğer birlikleri de Dumlupınar-Altıntaş şosesini elde tutabilmek için yolun güneyinde kalan sırtları savunmaya çalışıyorlardı. Ancak Yunanlıların bu harekâtı da amacına ulaşamadı. Dumlupınar-Altıntaş şosesini elde tutmak amacıyla iki ordu birlikleri arasındaki savaş, hava karardıktan sonra da devam edecekti.



Dumlupınar-Altıntaş yolu

Batıya doğru yürüme olanağı kalmayan Yunan 5. Tümeni çareyi savunma pozisyonuna geçmekte ararken Resulbaba çevresindeki keşif kolumuz da daha önce burada bulunan iki düşman tümeninden hiçbir eser kalmadığını rapor ediyordu. Mudamtepe’ye doğru yürüyen 5. Kafkas Tümeni de Yunanlılara rastlamamıştı. Dumlupınar yolunun elde tutulması hayati öneme sahip olduğundan 4. Kolordu Kumandanlığı’ndan akşamüzeri gelen bir emirde gece dahi olsa taarruza devam edilerek yolun elde tutulması emrediliyordu. 1. Kolordu Kumandanlığı 23. Tümen’e de emir vererek hareketlerini hızlandırmalarını ve bir an önce şoseyi kesmelerini istemişti. Yolun kontrolü farklı kesimlerde el değiştiriyor, bu arada hâkimiyet için gece çatışmaları hızlanıyordu. Akşam 20.30’da 11 ve 12. tümen komutanları bir araya gelerek durum değerlendirmesi yaptılar. Aldıkları karara göre yapılacak bir gece baskınıyla yolun tamamı ele geçirilecekti.


4. Kolordu, 23. Tümen ve 37. Alay...

29 Ağustos 1922 günü yapılan savaşlarda 4. Kolordu, 23. Tümen ve 37. Alay’ın ayrı ayrı önemleri vardır. 4. Kolordu aynı günde Yunan Ordusu’nun 4., 5, 9, 12 ve 13. tümenleriyle savaşmıştı. Bu kolordunun etkin taarruzları sayesinde Yunanlılar başta Dumlupınar olmak üzere önemli mevzilerde tutunamamışlardı. Böylece Afyon bölgesindeki Yunan birlikleri İzmir’le haberleşme sağlayamamış, ilerleyen saatlerde de kuşatılarak Büyük Zafer’in yolu açılmıştı.

Yarbay Ömer Halis (Bıyıktay) Bey’in kumandasındaki 23. Tümen, Aslıhanlar mevkiindeki savaşta büyük başarılar elde etmiş ve Dumlupınar yolunu Yunanlılara tamamen kapatmışlardı.

General Trikopis anılarında 23. Tümen’e karşı savaşan birliklerinin çok ağır kayıplar verdiğini yazacaktı. 37. Alay’a ise yeni sancak verilmişti. Bu birlik, adeta yeni aldığı sancağın hakkını verircesine öğle üzeri giriştiği bomba savaşını bütün gece sürdürmüş ve birbiri ardı sıra çok kuvvetli tahkim edilmiş hatları düşürmüştü.



Halk heyecan içindeydi

Akşam gazetesinin 29 Ağustos tarihiyle Atina’dan alıp yayımladığı habere göre halk üzüntü ve heyecan içindeydi; hükümet aleyhine gösteriler oluyordu. Resmî tebliğlerdeki ifadeler, sözcük oyunlarıyla yenilgiyi hafifletmeye çalışsa da herkes olan bitenin farkındaydı. Ankara’daki hava ise bambaşkaydı. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi, harekâtın üç günlük seyrine bakarak durumun baştan aşağıya değiştiğini savunuyor ve şu tespiti yapıyordu: “Türk mücahitlerinin süngüleri önünde Lloyd George’un eli ile Anadolu’ya musallat olan Yunan sürüleri, bugün o yerleri terk edip gidiyorlar.”

Ordunun zafer haberleri taşrada da büyük sevinç ve coşku ile karşılanmıştı. Ankara gazetelerine her taraftan binlerce telgraf geliyordu. Bunlardan en ilginci ise Haymana’dan gelen telgraftı. Haymana’da Afyon’un kurtuluşuna dair gelen telgrafın ilk olarak okunması için müzayede yapılmış ve bu sayede gaziler için 20 bin 245 kuruş toplanmıştı!


Yeni Gün gazetesi ve Yunus Nadi Bey

Anadolu’da Yeni Gün gazetesinin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi Bey, 26-29 Ağustos 1922 tarihleri arasındaki harekâtı yorumlayan yazısında gelinen noktayı şu şekilde özetliyordu: “En büyük istinat noktası olan İzmir’le alaka ve irtibatı kesilen düşman kuvvetleri Bursa, Eskişehir ve Afyon arasındaki dağlık sahanın dar geçitlerinde perişan ve dağılmış bir hale getirilirse, millî meselemizin şimdiki halde belli başlı müşkülü bertaraf edilmiş ve denebilir ki davamız hemen de umumiyeti itibarıyla kazanılmış olacaktır.”


Parola ‘Eydemir’!

Süvari birliklerimizin bütün savaş boyunca yaptıkları ani taarruzlar, keşif hareketleri, düşman hattı arkasına yıldırım harekâtları, Yunan ordusunun adeta korkulu rüyası olmuştu. Nitekim Yunan Generali Mazarakis, özellikle Türk süvarilerinin Yunan gerilerine yaptıkları ani saldırılar sebebiyle birliklerinin yıldığını, morallerinin sarsıldığını ve kargaşalıklar yaşandığını belirtmiştir. 29 Ağustos günü saat 19.30’da 14. Süvari Tümen Kumandanı birliğine “tümenimiz şaşkın düşman saflarına saldıracak ve toplarını alacaktır. Taarruzdan sonra toplanma yeri Eydemir Köyü’dür. Parola ‘Eydemir’dir. İşini bitiren oraya gelecektir” emrini vermişti.


Kurtuluşa doğru(5)

Bugün Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlayan Kurtuluş Savaşı’nı taçlandıran Büyük Taarruz’un 95. yıldönümü. 95 yıl önce bugün, 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar Meydan Savaşı’nda işgal ordularına son ve kesin darbe vuruldu. 26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz’u zafere ulaştıran bu savaşın hemen ardından Başkomutan Mustafa Kemal, tarihi emri verdi: Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!.



Havanın yağmurlu ve ortalığın sisle kaplı olduğu o gün, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa harekâtı idare etmek üzere önce 1. Ordu Karargâhı’na gitti. Yunan kuvvetlerinin özellikle Çal doğrultusunda son derece düzensiz ve tam bir panik içinde çekilmekte olduğu görülüyordu. Sabah 06.30’da 23. Tümen Kumandanı’nın 1. Kolordu Kumandanı’na yazdığı raporda düşman askerlerinin yapılan seri taarruz sonucunda ovaya dağıldıkları belirtilerek “atlı subayların kaçması ve otomobillerin karmakarışık olması, velhasıl bozgun manzarasının sizin temaşa buyurmamanızdan müteessirim” denilmekteydi.



Yunan ordusunun toparlanma çabası

General Trikopis’in son umudu, dağınık halde çekilen birliklerinin toparlanmasında idi. Bu amaçla 30 Ağustos gece yarısı 01.00’de Çalköy’e geldi. Buradaki birliklerinin bozgundan arta kalan askerlerden ibaret kaldığını gördü. Bu durumda Dumlupınar’a gidemeyeceğini anlayan Trikopis, Çalköy hattını bir müddet tutarak Banaz’a çekilme kararı aldı. Banaz’da General Franko’nun birlikleriyle buluşabileceğini umuyordu. Eldeki mevziler akşama kadar tutulabilirse gece çekilmeye başlanabilirdi. Nitekim Yunan birliklerinin akşama doğru bütün ağırlıklarını ortada tutan dört taraf savunma düzenini almışlardı. Ancak akşam olduğunda Türk taarruzu daha da şiddetlenmeye başlamıştı.


Panik ve endişe!

Akşam saat 18.30’dan sonra Yunan topçusu tamamen susturulmuştu. Havanın kararmasıyla panik salgına dönüşmüştü. Topçular, koşumları kesip hayvanlara binerek kaçıyorlardı. Yunanlılar bütün ağırlıkları, motorlu araçları ve topları bırakarak kaçıyorlardı. Nitekim Büyük Taarruzu ta başından beri takip eden Aydın Mebusu Esat Bey, Hâkimiyet-i Milliye gazetesine çektiği telgrafta Yunan ordusunun çekilirken 200 otomobili terk ettiklerini, çeşitli cinslerde sayısız top ile elli bin sandıktan fazla cephane bıraktıklarını yazmıştı. Esat Bey telgrafını, on gün sonraki mutlu haberi şimdiden vererek bitirir: “Aydın ve İzmir’e doğru gidiyorum. Sizi oralardan selamlayacağım.”


31 Ağustos 1922

Sevinç gösterileri

Büyük savaşın ertesi günü öğleyin Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa harabe haline gelmiş Çalköy’e gelmişlerdi. “Burada, yıkık ve henüz dumanları tüten bir evin avlusunda bulunan ve masa gibi kullandıkları kırık bir kağnı arabasının etrafında durumu gözden geçirdiler.” Yunan ordusunun esas kuvvetleri imha edilmişti.

Büyük Taarruz sürecinde ordunun elde etmiş olduğu başarılar bütün Anadolu’yu sevince boğmuştu. Taşranın her yerinden halk, Meclis’e, Müdafaa-yı Hukuk Grubu’na, Dahiliye Vekâleti’ne, valiliklere kısacası bütün resmî makamlara tebrik telgrafları çekiyordu. Başta Adana olmak üzere birçok şehirde sevinç gösterileri sokaklara taşmıştı. Türk ulusunun ordusuyla birlikte kazandığı zaferin bir özelliği daha vardı ki onu da Adana’daki Rus Konsolosu tek cümle ile söylemişti: “Bu zafer, mazlum Şark’ın zaferidir!”




Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa konuşuyor!

"Son sözü tekrar Büyük Komutan’a, 1924 yılında anlattıklarına bırakalım: “Kazandığımız meydan muharebesinin bütün seferi sona erdirecek bir büyüklük ve önemde olduğunda birleştik. Şimdi Bursa doğrultusunda çekilen düşman kuvvetlerini mahvetmekle beraber ordunun büyük kısmıyla durmaksızın İzmir’e yürüyecektik.”

Cephe daralmış askerler karışmıştı

Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa öğleden sonra 11. Tümen’in gözetleme mevkii olan Zafertepe’ye geçmişti. Paşa, iki yıl sonra o günü anlatırken şöyle konuşacaktı: “Düşman başkumandanının şu karşıki tepede çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan ve helecan vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü hassa kalmamıştı.” Saat 17.00’de Adatepe’de başlayan savaş sonunda düşman kuvvetleri ağır kayıplar vererek geri mevzilere çekilmek zorunda kalmışlardı. Cephe daralmış, neredeyse askerler birbirine karışmıştı. Tam bir süngü savaşı verilen Adatepe ve civarı düşmandan temizlenmişti.


O gece...

30 Ağustos’u 31’ine bağlayan gece, Dumlupınar’ın boş ve harap evlerinin birinde, sırtına üşümemek için çadır bezi örtmüş yatan Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf getirilir. Telgrafı okutturan Paşa, metinde geçen komuta kademelerinin harita üzerine işaretlenerek hemen kendisine getirilmesini emreder. Birkaç dakika sonra gelen haritayı inceledikten sonra kurmay subaya dönerek “düşman çevrilmiştir” der! Hemen arabasına binerek Ordu Kumandanı Nurettin Paşa’nın karargâhına gider ve son durum bir kez daha tartışılır. Durumu kavrayan Nurettin Paşa “Düşman kuşatmadadır” deyince Başkumandan emrini verir: “O halde görevinizi yapınız. Bulunduğum yer Başkumandanlık karargâhıdır.”



ÖMER TÜRKOĞLU / CUMHURİYET

29 Ağustos 2017 Salı

Vergide adalet - OĞUZ OYAN

Öncelikle, Çanakkale’de Adalet Kurultayı ile gündeme getirilen adalet arayışının artık güçler birliğinin egemen olduğu, yargının bütün kademelerinin bağımlı ve taraflı nitelik kazandığı, vergi mahkemelerinin de bunun istisnasını oluşturmadığı, yürütme üzerinde yasama denetiminin nominalleştiği, dolayısıyla kamu gelirleri ve harcamaları üzerinde Meclis adına denetim yapılamadığı bir dönemde gerçekleştirildiğinin farkında olmak gerekiyor. Dolayısıyla burada yapılması gereken ilk şey AKP rejimini ve onun koşullarına uyum sağlamayı reddetmektir.


İkincisi, bu rejim altında, AKP öncesi dönemin görece işleyen güçler ayrılığı koşullarına dönmenin artık mümkün olmadığı tespitinin yapılması şarttır; çünkü eğer bu tespit yapılamazsa, nafile mücadele biçimlerinde ısrar etmek gibi büyük yanlışlar içine düşülecek ve olması gereken mücadelede momentum kaybedilecektir.

Üçüncüsü, mademki sonuçlarla uğraşarak zaman yitirmekten kaçınmak gerekiyor, o zaman sorunların kökenine inmek, AKP ve rejimini teşhir ederek yeni bir Cumhuriyet mücadelesi vermek gerekiyor. Kuşkusuz bu bizi adalet arayışından ve diğer alanlardaki siyasi/toplumsal/ekonomik taleplerden uzaklaştırmayacaktır; ama ona yeni bir içerik kazandıracaktır. Yeni bir toplum projesinin geniş halk kitlelerinin talebi haline getirilmesini sağlayacaktır. Toplumcu ve kamucu olması kaçınılmaz olan bu yeni toplum projesi, kuşkusuz adalet sisteminin de sil baştan yeniden düzenlenmesini içerecektir. Buradaki konumuz olan vergide adalet veya daha geniş anlamıyla kamu gelirleri yükünün dağıtımında adalet kavramının da yepyeni bir içerikle yeniden tanzimini de kapsayacaktır.

                                                                            ***

Devletin gelir ve harcama politikaları, sosyal sınıflar arasında üretim sürecinde belirlenmiş olan temel bölüşüm ilişkilerini, ikincil bir aşamada yeniden dağıtıma tâbi tutar. Vergi yükünün paylaştırılma biçimi ile kamu hizmetlerinin topluma dağıtılış biçimi arasındaki ilişkiye göre, devlet birincil gelir dağılımını aynen koruyabileceği gibi, bu dağılımı düzeltici veya kötüleştirici etkiler de yapabilir. Burada nihai etkinin kamu harcamaları düzeyinde ortaya çıkacağı açıktır. Çünkü adil yük dağıtan bir vergi sisteminin gelir dağılımını koruyucu veya düzeltici olası etkileri, pekâlâ çok eşitsiz bir kamu hizmeti dağıtım sistemiyle –veya hizmet üretmeyen türden borç faizi ödeneklerinin kabarmasıyla-  olumsuza çevrilebilir. Kuşkusuz en kötü seçenek, hem gelir hem de harcama sistemlerinin eşitsiz külfet/nimet dağıtıyor olması durumudur.

Devlet sınıflarüstü tarafsız bir hakem olmadığı sürece -ki değildir- devletin iktisat ve maliye politikalarının ekonomiye müdahalesi de egemen sınıflar lehine yanlı etkiler taşıyacaktır. Kuşkusuz toplumdaki geniş emekçi kesimlerin örgütlenme ve etkili baskı grupları oluşturma düzeyine yani toplumsal güçler dengesine ve yürürlükteki birikim rejiminin gereklerine göre, bu müdahale dönemsel olarak farklı biçimler de alabilecektir.

Kamu gelirleri politikasının ana öğesi vergilerdir. Vergi ve benzeri zorunlu yükümlülükler, kamu harcamalarının finansmanına kamu zoruyla katkıda bulunmanın araçlarıdır. Ancak kamu gelirlerinin kalıcı olamayan bir öğesi olan kamu borçlanması yoluyla da gelirin yeniden dağıtım mekanizmaları etkilenebilmektedir. Burada transfer harcamaları (faiz transferleri) aracılığıyla ikincil gelir dağılımı üzerinde oluşturulan etkiler esas itibariyle bozucu niteliktedir. Kısa vadeli borçlanmalar söz konusu olduğunda aynı kuşağın sosyal katmanları arasında, uzun vadeli borçlanmalar bakımından ise kuşaklar arasında gelir transferleri ortaya çıkabilmektedir. Gelir dağılımını bozucu etkileri bakımından 1980’ler ortalarından itibaren oluşan Türkiye kamu maliyesi yapısı, yarattığı fon ve borç ekonomisiyle dünya çapında özgün bir ifrat örneği oluşturmuştur.

                                                                             ***

“Vergide adalet” denilince ilk anlaşılması gereken, vergi yükünün adil bölüşümüdür. Yani Anayasa’nın bir türlü uygulanmayan 73. maddesi gereğince, “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır”. Vergiler yanında tüm diğer kamu gelirlerinin, sosyal güvenlik primlerinin, fon kesintilerinin ve sürekli/süreksiz diğer kamu gelirlerinin de hem dengeli yük dağıtımının sağlanması, hem de -eğer belirli giderlere tahsis amaçlı toplanmışlarsa- amaçları doğrultusunda harcanmalarının sağlanması şarttır. Kamu dengesi açık veriyorsa, bu açığın borçlanmayla finansmanının da ne birikmiş sosyal fonları (örneğin İşsizlik Sigortası Fonu’nu) aşındırmasına, ne de sermayeye okkalı faiz aktarmalarına yol açmaması gözetilmelidir.
İkincisi, vergi yükünün adil bölüşümünün nesnel zemini, vergi yapısının buna uygun nitelikte oluşmuş olmasına bağlıdır. Başka deyişle, onyıllar içinde oluşmuş vergi yapısında, mali gücü kavramaya daha elverişli olan dolaysız vergilerin ağırlıklı olması, daha uygun bir başlangıç zeminini oluşturacaktır. Aksi durumda, yani vergi yükünü tanım gereği gayri adil olarak dağıtan dolaylı vergilerin ağırlıklı olduğu bir yapıda, ilkönce bu yapısal bozukluğun giderilmesine el atmak gerekecektir ki kolay iş değildir; en azından uzun vadeli çabaları gerektirecektir.

Üçüncüsü, dolaysız vergilerin vergi yapısında hâkim olması veya hâkim duruma getirilmesi de işleri çözmek için yeterli değildir; zira dolaysız vergilerin kendiliğinden adil sayılması için bir neden yoktur. Örneğin tek oranlı bir gelir vergisi (GV) böyle bir olanağı hiç vermeyecektir. Artan oranlılığı göstermelik olan, yüksek gelirleri çeşitli istisnalardan yararlandıran bir GV için de aynı şey söylenebilir. Artan oranlılığı daha çok düşük gelir gruplarında geçerli kılıp, üst gelir gruplarını düz oranlı vergileyen bir GV de aynı sonuca varacaktır. Esasen şirketler kesimini vergilendiren bir dolaysız vergi olarak Kurumlar Vergisi’nin (KV) varlığı da, kendi başına bir adalet göstergesi hiç sayılmaz. Demek ki, esas olan ciddi bir artan oranlılık taşıyan bir GV’nin sistem içinde ağırlıklı olabilmesidir. Sistem içinde ağırlıklı olabilmesi (aynı zamanda artan oranlılığın anlamlı olabilmesi) için de bu tür bir GV’nin üniter yapıda uygulanması gerekir. Bunun anlamı, mükellefin herbir gelir türünü ayrı ayrı vergilemek yerine, tüm gelirlerinin toplanmasını sağlayıp bunun üzerine bir artan oranlı tarife uygulanmasını sağlamaktır.

Bu tür önermeler kuşkusuz kuramsal düzlemde yapılmaktadır. Sınıflı bir toplumda (kapitalist sistemde) bu önermeler egemen sınıfın siyaseti/yasamayı belirleme gücüne bağlı olarak aşındırılacaktır. Gene de, kapitalist toplumlar içinde GV ağırlıklı olan ve olmayan ülkelerin birbirlerinden tarihsel olarak farklı seyirler izledikleri de bir olgudur. Türkiye, Özal dönemine kadar dolaysız vergilerin yüzde 55’ler düzeyinde ağırlık taşıdığı bir ülkeyken, bu dönemden itibaren KDV’nin ve fon ekonomisinin sisteme girmesi ve ÖTV’nin önem kazanması, dolaysız vergi oranlarının düşürülmesi, vergi yerine borçlanmanın bir kamu finansman yöntemi olarak benimsenmesi gibi nedenlerle dolaylıların ağırlık kazanmaya başladığı bir ülkeye dönüşmüştür. 1990’lı yıllar bu ikame sürecinin pekiştiği bir dönemdir. AKP dönemi ise dolaylılarda ikinci önemli sıçramanın yaşandığı dönemdir.

AKP döneminin hemen öncesinde, 1998 yılında, GV’ne ağırlık kazandırmaya çalışan son hamle “Temizel Yasası” ile yapılmıştı. GV’de üniter yapıya geçiş düzenlenirken ödün olarak oranları aşağıya çeken bu naif hamle, ödünlerin peşin ama üniter yapının gecikmeli olarak yürürlüğe girmesi nedeniyle, sermayenin büyük iştahla desteklediği bir tasarı olmuştu. Nitekim oran indirimleri cebe atıldıktan sonra sermaye çevreleri Temizel’in Maliye Bakanlığı görevini sürdürmemesi için gereğini yapacaklar, AKP dönemine kadar ertelenen yürürlük maddesi ise, AKP ile birlikte tarihe karıştırılacaktır. AKP, temsil ettiği sermaye sınıflarını karşısına alacak hiçbir vergi düzenlemesinin arkasında olmayacaktır. Bugün tahakkuk eden vergileri bile tahsil edemeyen maliye krizinin arkasındaki neden de, sistemi sermaye lehine disipline etmekten bile aciz olan bu laçkalıktır.

                                                                             ***

Diğer bir durum saptaması da şudur: GV’nin ağırlığından öte, ödeyicilerinin kimler olduğu önem taşır.  Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ücretli kategoriler, GV ödeyen sınıfsal katmanlar arasında açık ara öndedir. Ama ciddi bir farkla: Türkiye’de milli gelirin dörtte birinden fazlasına ulaşamayan ücret gelirlerinin ödediği GV, bu verginin toplam hasılatının yüzde 55'inden fazlasıdır. Yani ücretliler, gelirlerine oranla iki katını aşan bir vergi baskısı altındadır. Meselenin özü hem ücret gelirlerinin düzeyi hem vergileme yönünden sınıfsaldır. Ana nedenler yanında böyle bir durumun ortaya çıkmasını kolaylaştıran ikincil nedenlerden biri de Türkiye’de GV tarifesinin düşük gelirleri yüksek oranda vergilendirmesidir. Kuşkusuz bu dahi açık sınıfsal tercihlerin ve politikaların sonucudur: Tarifenin ilk dilimleri yeterince geniş olmadığı için ve üstelik yıllık dilim artış oranları enflasyon oranlarının altında tutularak reel olarak da daraltıldığı için, orta ve üst düzey ücretliler yılın ilk çeyreğinden itibaren bir üst dilime ve orana geçmeye başlarlar. Böylece ellerine geçen ücret gitgide erir.

Bunu vergileme yönünden kısmen düzeltebilecek bir adım, GV tarifesi dilim aralıklarının genişletilmesi ve dilim sayısının arttırılmasıdır. Buna bağlı olarak tarifenin alt basamaklarında yumuşak, üst basamaklarında ise dik artan oranlılık sağlanmasıdır. Bir diğer çözüm, ücretlilere de gider indirimi yapabilecekleri beyannameli mükellef statüsünün tanınmasıdır. Ama asıl düzeltme gelirler politikası üzerinden olmak gerekir. Başlangıç noktasını da kamu işçilerinin ve memurların gerçek sendikalara dayalı bir toplu sözleşmeli düzende ekonomik ve sosyal haklarını hatırı sayılır ölçülerde ilerletmeleri oluşturacaktır.

Oğuz Oyan / SOL

Racon padişahınsa dağlar bizimdir - ORHAN GÖKDEMİR

Racon, dilimize kabadayılıktan bakiye bir kelime. Engin Bilginer’in “Babalar Senfonisi” adlı kitabına göre kelimenin kökeni İtalyanca. İtalyancası Raggione. Sebep, haklılık gibi anlamları var kelimenin. İstanbul’da dillerin ve kültürlerin yan yana yaşadığı zamanlarda kabadayılığın kültürüne ve dolayısıyla dilimize girip yerleşmiş. Kabadayıların aralarında çıkan kavgalar büyür ve içinden çıkılamaz hale gelirse birkaç kabadayı bir araya gelir, aralarında bir karar varırlarmış. Buna racon kesme adı verilmiş. Racona uymak şartmış haliyle. Eğer uyulmazsa bu İstanbul’un bütün kabadayılarını karşına almak anlamına gelirmiş ki, zamanın değerlerine göre böyle birinin hayatta kalma şansı neredeyse yokmuş.

Hukukun bittiği yerde baş gösteren bir tür kabadayı hukukundan söz ediyoruz yani. Mafya için de söylenmiyor mu, “Mafya devletin boşluğunda doğar” diye. Son yıllarda sistemin hukuksuzluğu o kadar ayyuka çıktı ki, yüzyıl öncesinin kabadayı hukuku geri döndü. Hukuk silinip gitti, yerine racon kesme geldi. Devlet idarecileri yok, gazeteci yok, polis yok. Racon kesen kabadayılar hüküm sürüyor ülkede.
                                                                              ***

Bursa’ da bir düğün töreni. Aracından inen takım elbiseli bir şahıs silahını çıkarıp kalabalığın ortasında ateşliyor. Hızını alamayıp ikinci şarjörü takmaya çalışırken çevredekiler tarafından uyarılıyor. Kendisine müdahale edilen takım elbiseli kişi “Ben polisim, teşkilatı buraya yığarım” diye tehdit ediyor çevredekileri. Sanki polis değil çete üyesi, teşkilat dediği de hukuku değil üyelerini gözeten büyük bir çete.
Polisi bu.
Hafta sonunda AKP Genelcumhurbaşkanı’nının “racon kesilmesi gerekiyorsa ben keserim” diye ayar verdiği “gazeteci” Cem Küçük de o sırada tehditlerini sürdürüyordu. Malum, Işık tarikatının gazetesinde sürdürüyor yazarlığını. O gazetedeki yazısında OdaTV internet haber sitesi sahibi ve Sözcü yazarı Soner Yalçın'ın FETÖ'den farksız olduğunu söyledi önce. Ardından olağan tehdit faslına geçti. Dediği şu: "2017-2018 sezonu hem Ekrem gibi yurt dışına kaçmış azılı Fetullahçı teröristler için hem de Soner Yalçın çetesi için final sezonu olacak. Şu ana kadar önceden yazdığım her şeyin çıktığı gibi bunun da çıkacağını göreceksiniz."
Yazarı bu.
Polisi ve yazarı bu olunca iktidarın “milis gücü” olduğu iddia edilenlerin hanesine iktidar muhaliflerini “oluk oluk kan akıtmakla” tehdit düşüyor. Bu sözün sahibi iktidara yakın mafya babası ülkücü Sedat Peker. Oğuz Bulut ise onun yakın adamı, hapishane ve oda arkadaşı. Sivas eski Ülkü Ocakları Başkanı aynı zamanda. Geçtiğimiz günlerde, o Oğuz Bulut, 15 yaşında olduğu belirtilen bir erkek çocukla basıldı. Baskın görüntüleri sosyal medyada yayınlandı. Görüntülerde bir erkek çocuğuyla basılan Oğuz Bulut’un çocuğun ailesi tarafından tartaklandığı görülüyor. Skandalın ardından Oğuz Bulut’un tüm sosyal medya hesapları kapatıldı, bütün fotoğrafları silindi. Sedat Peker apar topar açıklama yaptı adı geçenle bütün ilişkilerini bitirdiğine değin.
Ülkücüsü, milis kuvveti de bu.
                                                                              ***

Yani hukuksuzluk, adaletsizlik o kadar dal budak saldı, devlet o kadar kontrolden çıktı ki herkes kabadayı, herkes devlet, herkes racon kesiyor. Cem Küçük’ün işaret ettiği gözaltına alınıyor, polisin yanından geçen şiddet görüyor. Devlete kapılanmış mafya bozuntusu emniyet müdüründen daha yetkili. Onun yancısı, çoluk çocuğa dadanmış, ne yapsa cezalandırılmayacağını biliyor.
Haliyle bu hale daha fazla dayanamadı her şeyin ve her kurumun genel başkanı. Kendisi ve sözcülerinin sözlerinin dışındaki açıklamaların dikkate alınmaması gerektiğini söyledi ve "Kimsenin racon kesmesine ihtiyacım yoktur. Racon kesilecekse, bu raconu bizzat kendim keserim" diyerek raconu kesti.

Küçük kabadayılar için bundan böyle racona uymak şart. Zaten Ömer Turan gibi “akıllı” olanlar hemen yelkeni indirdi, “binlerce yazı yazdım hiç racon kesmedim” dedi. Nasıl keseceksin, büyük kabadayı kesti raconu. Kesmeye kalksan kesecek bir yerini. Cem Küçük gibi ayarsızlar ise yerinde duramıyor, alttan alta sopa göstermeyi sürdürüyor. Çünkü durursa eski cemaat ilişkilerinin açığa çıkmasından korkuyor.

Türkiye artık durmanın imkânsız olduğu bir ülke. Duran düşeceğini biliyor çünkü. Ama gelin görün ki hareket alanı da giderek daralıyor. Öyleyse ilerleyelim beyler, daha arkada kesilecek yeni raconlar var!

Orhan Gökdemir / SOL
*Boyun Eğme dergisinin 89. Sayısında yayınlanmıştır

Medya, adalet ve demokrasi… - L. DOĞAN TILIÇ

Bugün Adalet Kurultayı’nda medyada adalet ve demokrasiyi konuşuyoruz. Adaleti haktan ayrı düşünmek, sadece hukukla ve yasalarla sınırlı saymak doğru değil. Ancak herkes hakkı olanı aldığında adalet sağlanmış oluyor. Haber almak halkın hakkı, alabildiğini söylemekse mümkün değil.
Adaletin genel olarak sağlanmadığı, toplumsal adaletin olmadığı yerlerde, tek tek alanlarda adalet olmuyor.

Toplumsal adalet dediğimiz şeyin, ekonomik temelden başlayarak pek çok boyutu var. Ekonomik eşitsizliklerin, yok edilemiyorsa bile asgariye indirildiği; fırsat eşitliğinin mutlaka sağlandığı; her vatandaşın eğitimden sağlığa ve barınmaya kadar en temel haklarında insana yakışır bir standardı yakaladığı koşullarda toplumsal adaletten söz edebiliriz.
Medyanın, adalete ve demokrasiye katkı sunan bir kurum olabilmesi bu koşullardan bağımsız değil. Yine de, bu üç kavram arasındaki ilişki söz konusu olduğunda toplumsal adaletin politik boyutuna özel bir vurgu gerekir. Bu üç kavram arasında pozitif ve birbirini tam anlamıyla besleyen bir ilişki için toplumda azami bir temel özgürlükler sistemi olması gerekiyor.
Bu temel özgürlükler; ifade ve toplantı özgürlüğünü, vicdan ve düşünce özgürlüğünü, keyfi tutuklanma ve alıkonmadan yasalarca korunma hakkını kapsamalı.
Medya, adalet ve demokrasi ilişkisini bunların olmadığı ve bunlardan hızla uzaklaşılan bir Türkiye’de tartışıyoruz.

Geçerliliği medya pratikleri tarafından doğrulanmayan liberal-çoğulcu kuramlar, medya ve demokrasi ilişkisini şöyle kuruyorlar: Demokrasi ancak doğru bilgilendirilmiş ve eleştirel olabilen vatandaşların doğru tercihleriyle var olabilir, sürdürülebilir. Günümüz dünyasında vatandaşları doğru bilgilendirecek olan medyadır!
Medya bunun tam tersini yapmaya başladığı zaman; yani insanları doğru bilgilendirmek bir yana, yalan bombardımanına tabi tuttuğu zaman, ne adalete ne de demokrasiye katkısı olur.Amerika’nın kurucu babalarından ve bağımsızlık bildirgesinin yazarlarından Thomas Jefferson, daha 1800’lerde; “Hiçbir şey okumayan biri, hiçbir şey okumayıp sadece gazete okuyan birinden daha eğitimlidir” demişti. Günümüz medyasını görse kim bilir daha neler derdi!
1980’lerden bu yana, enformasyon üretimi ve kitap, sinema, müzik gibi kültürel üretimin diğer alanları bir avuç dev holdingin kontrolünde. O dev holdingler ahtapotun kolları gibi dünyayı sardılar ve bir yandan enerjiden madenciliğe, finanstan ticarete, otomotivden silah ve savaş sanayine kadar ekonominin her alanında at oynatırken aynı zamanda medyaya da sahipler. Enformasyonu üretip dağıtan da onlar.

Dünyanın medya alanında düşünüp yazanlarının ne zamandır sordukları soru şu: Eğer bilgiyi üretenler ve dağıtanlar ekonominin her alanında at oynatan kâr amaçlı dev holdinglerse onların sağladığı bilgiye nasıl güveniriz?
Medya sahipliğinin Türkiye’ye özgü olmayan bu küresel niteliği son birkaç yılda Türkiye’nin dönüşümü ile birlikte ve rejim değişikliğine paralel olarak, “bize özgü” bir nitelik de kazandı!
Türkiye’de, medya artık yalnızca holding çıkarlarının peşindeki bir yapı tarafından değil, bu niteliğine bir siyasal parti ve ideolojisi ile bütünleşmeyi de eklemiş bir sahiplik tarafından kontrol ediliyor.
Örnek çok; ama “bize özgü” durumu açıklamak açısından şu en iyisi: Yakın zamanda Star, Akşam ve Güneş gazeteleri ile 24 ve 360 televizyonlarını bünyesinde bulunduran grup satıldı. Eski sahibi, medyaya giriş nedenini Tayyip Erdoğan’ı ve başlattığı hareketi savunmak olarak açıklamış ve “Anam, babam, çocuklarım ona feda” demişti. Bunları feda eden medyasını feda etmez mi? Şimdi bu grubu alan da, Erdoğan’dan önce cezaevine girerek onu rahat ettirecek koşulları hazırlayan kişi!
Demokrasi ve adalet ancak hakikat üzerine inşa edilebilir, böyle bir sahiplik yapısı ise hakikat değil propaganda peşindedir.

Balzac romanlarından birinde, “Gazeteler insanlara düşüncelerinin gölgelerini satan dükkânlardır” demişti. Keşke! Artık bizde medya bir tek insanın düşüncesini satan dükkâna dönüştü!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Hangi Türkiye hangi Avrupa ile krizde? - EROL MANİSALI

Gündemde tartışılan Ankara-Brüksel krizi ne anlam taşıyor?
Önce bu taraftan, “hangi Türkiye” sorusuna yanıt bulmamız gerekir: 
İslamcı ve Arapçı otoriter bir düzen kurmak isteyen Türkiye mi? 
Yoksa laik, çağdaş, demokratik Avrupa değerleri ile, “ulusal çıkarlarını bağdaştıran” bir Türkiye mi?
 
Bugün Ankara’da “birincisi” hâkim. Ve iktidar, “ikinciyi” uygulamak yerine “birinciyi” tercih ediyor. Avrupa ve onun değerleri ile kavgayı seçmiş. Çünkü bu kavga onun, çağdaş demokratik değerler yerine İslami örgütlenmeyi egemen kılarak iktidarda tutunmasına ortam yaratıyor.
Brüksel ile kavga durumu, Türkiye’nin değil ama iktidarın işine geliyor. İçerde ve dışarıda kutuplaşma, otoriter rejimin sürmesini kolaylaştırıyor. Taktik kavgalar, stratejik hedefin yolunu açıyor. 
 
AB açısından da Ankara’dakine benzer bir durum söz konusu: Türkiye ile “kriz ortamı”, Avrupa kamuoyunda ve kurumlarında Türkiye’yi daha da “ötekileştiriyor”.
Ortadoğu’daki enerji paylaşımı ve denetimi kavgasında küresel güçlerin işine geliyor: BOP’un Kürdistan hesabından Türkiye’nin Lozan’dan Sevr’e taşınmasına kadar, “yararları daha fazla olan bir ortam” yaratıyor. 
 
Soğuk savaş döneminde, “iki süper gücün de kutuplaşmaktan yararlandığı gibi”.
1970’lerin başında ABD “Washington Uzlaşısı’nı” piyasaya sürmüştü. Kapitalizmin küreselleşmesi ile ABD kapitalist düzenin doğal lideri olacaktı. Ancak önerilen şeyler Çin’in işine yaradı. Çin ABD’yi geçme noktasına geldi. Ve ABD iç yapısı, Trump gibi radikal bir başkanı üretti.
 
Türkiye’deki farklı mı?
Bizde de benzer bir etkileşim oldu: iç yapıda “Batıcılar kendilerini Batılı olarak yutturdukları için, İslami otoriter yapılanmanın yolunu açtılar”.
Hangi ortamı hazırladılar: Yalçın Akdoğan’ın en güçlü olduğu 2005-2006 yıllarında, “200 yıldır ilk defa, Batı talepleri ile bizim taleplerimiz örtüştü” açıklamaları gibi. 
 
Ancak bizdeki “asimetrik” çalıştı, Batı’ya Ortadoğu’yu yeniden parçalama yolunu açarken bizi de hedef tahtası haline getirdi: Türkiye’yi Lozan’dan Sevr’e taşıma girişimlerini hızlandırdı.
İçerde İslamcı kesimin bir bölümünü Atatürk, Cumhuriyet ve Lozan düşmanı yaptılar ve devşirdiler.
Bugün Türkiye’de FETÖ ve PKK, bu konuda tam bir işbirliği içine girmişlerdir. Artık Yalçın Akdoğan’lar da eskisi gibi “örtüşmelerden” söz edemiyorlar, düşürüldükleri tuzağı 15 Temmuz’da anladılar. 
 
1990 sonrasında Türkiye’de kafaca “Batı’lılar”, “Batıcı’lar” ve “İslamcılar” daha net bir biçimde görüldüler. Sözde demokrat Batıcı’lar farkında bile olmadan “İslamcıların” yolunu açtılar. Aynen ikinci Cumhuriyetçi yeni liberaller gibi. Bir kısım FETÖ’cüler de “Batılı” rolüne soyundular. Toplum mühendisliği kuramı, kurşun askerlerini tıkır tıkır üretti. 
 
Ankara-Brüksel ilişkilerinde bütün bu gelişmeleri bire bir yaşadım: Özal, Çiller ve AKP dönemlerinde tüm ağır eleştirilerimi ve ikazlarımı yaptım. Bu bağlamda gerçek Batılı kafaya sahip olmayan “Batıcı’lar” İslamcıların da yolunu açtılar ve bugünkü “kriz” noktasına getirdiler.
Yalnız AKP’nin değil CHP ve yeni MHP’nin de bu konuları bir daha düşünmeleri gerekiyor: mesele artık, Lozan’a ve Cumhuriyet’e sahip çıkıp Sevr’e yeniden karşı koyma noktasına gelmiştir.
 
FETÖ-PKK ortaklığına “Batıcı’lar” büyük katkı sağlamışlardır. Bir kısmı, alet olduklarının farkında bile değildiler…

Erol Manisalı / CUMHURİYET

2019 seçimleri adil ve eşit mi geçecek? - ÇİĞDEM TOKER

Önce “kitabın ortasından” iki soru:


2019 seçimlerinin adil ve eşit yapılacağına inanıyor musunuz? 
Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) güveniyor musunuz? 
İki soruya cevabınız “hayır” ise otoriter tek adam rejiminin oylandığı referandum günü, ne olduğunu da hatırlıyorsunuz demektir.
YSK, 16 Nisan’da hepimizin hayatlarına, çocuklarımızın geleceğine doğrudan etki eden bir karar aldı. Seçimlerin adil, eşit güvenli gerçekleştirilmesinin yegâne sorumlusu olan bu anayasal kurum “mühürsüz pusulaların geçerli olduğunu” duyurdu. “Duyuru” diye özellikle altını çiziyorum.
Karar alındı denilmesine rağmen, ortada karar falan yoktu çünkü. Karar arkadan geldi.
Oylarına sahip çıkmak için her türlü önlemi aldığını düşünen kişi ve kurumların hiç beklemediği bir durumdu bu.
Sandıkların kapanmasına iki üç saat kala, mühürsüz oyların geçerli sayılması kimin aklına gelebilirdi ki?
İşte bu kanuna aykırılık soğukkanlılıkla işlendi.
YSK mühürsüz oyları geçerli sayarak, otoriter tek adamlığı getiren halkoylamasını şaibeli kılmış olmadı sadece. Kurumsal olarak da kendisini imha etti.
Bugün YSK, güvenilir bir kurum olmanın çok uzağında. Temel nedeni, 16 Nisan’da “hayır” oylarının önde çıkacağının görüldüğü saatlerde, sonucu tersine çevirecek bu kararı alması için müdahale edildiğinin düşünülmesidir.
Kimsenin çıkarıp belgesini koyamadığı, ancak “hayır” diyen 24 milyona yakın yurttaşa hâkim bir kanaatten söz ediyoruz.
YSK’ye dair bu kanaatte, o karara “evet” demiş mevcut Kurul kompozisyonunun birinci derecede önem taşıdığı kuşkusuzdur. Başka bir anlatımla, mevcut komposizyon görev başında olduğu sürece yapılacak hiçbir seçimin, adil, eşit ve güvenilir geçmeyeceği yönündeki inancın yaygın bir karşılığı bulunmaktadır.
Bu kadar hatırlatmayı yaptım. Çünkü sanki parlamenter bir rejim altında yaşıyormuşuz, OHAL yokmuş, güçler ayrılığı düzgün çalışıyor gibi 2019 seçimlerinin alt ihtimaller üzerinden ferahfeza makamında tartışılmasını tuhaf buluyordum. 
 
Bu tuhaflık hissinde yalnız olmadığımı Adalet Kurultayı’ndaki çalıştaylarda fark ettim.
Çalıştaylarda belirlenen konularda, o alanın uzman ve emek vermiş kişilerini bir araya getirip özgür bir tartışma zemini amaçlanmış. Biri katılımcı (İhale, Teşvik ve İzinlerde Adalet) diğeri izleyici olarak yer aldığım iki çalıştayda bu amacın gerçekleştiği söylenebilir. 
 
2019’a normal olmayan koşullar ve OHAL altında gittiğimizin farkında olunması ve bu dönemin karakterine uygun talep ve önceliklere odaklanmanın zorunlu olduğu işte bu çalıştayda tartışıldı.
İzmir milletvekili Murat Bakan’ın yönettiği “Siyasi Parti ve Seçim Sistemleri” başlıklı çalıştaya davet edilen akademisyenler; Murat Sevinç, Fatih Yaşlı, Burak Cop, Faruk Şen, Tanju Tosun, Kürşad Soylu işte bu ve seçimlerin güvenliğini ilgilendiren diğer birkaç başlıkta, dikkat çekici ve yaşamsal önem taşıyan görüşler paylaştı. 
 
Muhatabı, bütün muhalefet cephesi diye nitelenebilecek aktörler olan bu öneri ve değerlendirmelerin birkaçı şöyle:
Öncelikle OHAL’in sona erdirilmesine yönelik kampanya, OHAL KHK’lerinin iptali, YSK yapısında hukuki reform, eşit, adil bir seçimin koşulları sağlanamazsa seçimi boykot.
(Bu listenin şüphesiz gerisi var.) Bu çalıştayda; seçimlerde adalet, eşitlik ve güvenliğin sağlanmadığı ortamda, sandığa gitme oranında dramatik düşüş yaşanma ihtimali de konuşuldu. 
 
Evet, yakın gelecekte bir seçim gerçeği mevcut. İçinde bulunduğumuz iklimde, önceliğin 2019’da yarışacak adayları çıkarmaya mı yoksa, bu seçimin gerçekleşeceği -şu an son derece kaygan ve riskli görünen- zemini sağlamlaştırmaya mı verilmesi gerektiğinin cevabı ise ortada.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Her yerde korku - ERGİN YILDIZOĞLU

Televizyonsuz, bilgisayarsız bir ta­tilden sonra hızlı bir medya tara­masıyla dünyanın hallerine ba­kınca bana bir haftada içinde bile kor­kunun düzeyi artmış gibi geldi.


Trump ve nükleer silahlar
Trump’ın, Charlotesville olaylarının ertesinde yaptığı, önce ırkçıları kayıran sonra eleştiren, sonra yine kayıran açık­lamaları, ırkçılık üzerinden insan hakları­nı ihlal etmekten yargılanan, Arizona şe­rifi Arpaio’yu, başkanlık yetkisini kulla­narak affetmesi, ABD’de kimi yorumcu­lara göre, “böyle Dr. Jekyl ve Mr. Hide halleri”, kafaları karıştırıyor; ülke yöneti­mine güveni sarsıyor. Bu ortamda kimi­leri Trump’ın etrafını saran generallere, kimileri de sokaklara umut bağlıyor.
Trump’ın dış politikası da karmakarı­şık. Bir “U” dünüşle, Afganistan’da sü­resiz kalmaya karar veriyor. Kuzey Kore sorununu alevlendirecek konuşmalar ya­pıyor. Foreign Policy’de bir analist, “Eğer Trump’ın aklına aniden nükleer silahları kullanmak gelirse, bunu kim önleyebilir” diye soruyor. Nükleer silah kullanma sü­recinin çok hızlı bir tempoya göre düzen­lenmiş olmasına atıfla korkutucu bir so­nuç çıkarıyor. Monterey’den nükleer si­lahlar uzmanı, Jeffery Lewis, Washing­ton Post’taki yorumunda, “Trump’ın baş­kanlığı benim kişisel kâbusumdur” diyor.
 
Çin-Hindistan-Pakistan
Trump, Afganistan’da süresiz kal­maya ilişkin açıklamasını yaparken, Pakistan’ı, hem ABD’den milyarlarca dolar yardım alıp hem de teröristlere ev sahipliği yapmakla suçladı. Bu suçlama da korkutucu gelişmelere işaret ediyor. Birincisi, bu suçlama, Afganistan ilişki­lerini, Hindistan karşısında “stratejik bir derinlik” olarak gören, Hindistan’ın Af­ganistan üzerinden ülkesini destabilize etmesinden korkan Pakistan iç siyase­tini etkiliyor. Bu açıklama, ABD’nin “te­rörizmle” savaşına, IHA saldırılarına kar­şı çıkmasıyla bilinen siyasi lider İmran Khan’ı daha da güçlendirecek. İkinci­si, ABD ile Pakistan arasındaki stratejik işbirliğini olumsuz etkileyecek. Böylece Çin’e yeni manevra alanları açabilecek.
Nükleer bir güç olan Pakistan’ın bir başka nükleer güç Hindistan’la tarih­sel, bir türlü çözülemeyen siyasi ve as­keri sorunları var. Bu sorunlara ilişkin denklem, “Yeni İpekyolu” projesi için­de Çin’in Pakistan’la ilişkilerinin derin­leştirmesiyle daha da karmaşıklaşıyor. ABD’de dış politika çevreleri, bu geliş­melerin, hem Hindistan hem de ABD açısından, öncelikle Afganistan’da yeni sorunlar yaratmasından korkuyor.
Bu korkunun bir nedeni de, Çin ve Hindistan arasında, zaman zaman sert­leşen bir sınır anlaşmazlığı yaşanıyor ol­ması. Hindistan, Çin’in “Yeni İpek Yolu” projesinden ve bunun kapsadığı alanda­ki kaynaklar üzerindeki etkilerden dışlan­maktan, bu projenin Çin’e sağlayacağı askeri olanaklardan kaynaklanacak jeo­politik kayıplar yaşamaktan korkuyor.
 
Ve Ortadoğu
Ortadoğu’da gittikçe yayılma eğilimi gösteren dağılma süreci korkuları artı­rıyor. Katar’ın, üzerindeki tüm baskıla­ra karşın İran’la diplomatik ilişkilerini ye­niden canlandırması, Suudi toprakların­daki Şii nüfus içinde artan huzursuzluk­lar, Yemen’de savaşın çıkmaza girmesi de Suudilerin korkularını artırıyor.
İsrail, İran’ın Suriye’ye kalıcı bir biçim­de yerleşmesinden, Hizbullah’a denge bozucu silahlar transfer edecek konu­ma gelmesinde, Golan Tepeleri’nin ku­zeyinde bir askeri, üs kurmasından kor­kuyor. Birçok gözlemci, Suriye’nin yanı sıra, Lübnan ve Ürdün’ün bütünlüğünün de hızla zayıflamakta olduğunu düşü­nerek tüm bölgenin entegre bir yangın yerine dönmesinden korkuyor. Türkiye Kuzey Irak’ta Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan ederek Irak’tan kopmasından kor­kuyor. Petrol şirketleri de, bu bağımsız­lık ilanının piyasalarda yaratacağı sar­sıntılardan...
Bu ortam da beni de, “Almanya’nın dünyada saygınlığı yüksek (rıza, yumu­şak güç-E.Y). Amerika zayıflar, otori­ter güçler yükselirken, askeri alanda­ki (şiddet- sert güç- E.Y) isteksizliği­ni terk ederek, Avrupa’nın liderliğini (rıza+şiddet=Hegmonya) üstlenmesi ge­rekir” (Spiegel, 23/08/2017) türünden yorumlar, dünyanın durumunun giderek 20. yüzyılın başındaki yılları anımsatıyor olması korkutuyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Metal yorgunluğu değil haramın ağırlığı - ERDAL ATABEK

Haram, taşınması ağır bir yüktür.
Dinin yasakladığı işler ya da nesneler haram sayılır.
İnançlı kişinin de haram olan işlerden,
nesnelerden uzak durması gerekir.
Böyle midir? Böyledir.
Peki, yalan söylemek haram mıdır?
Haramdır?
Kul hakkı yemek haram mıdır? Haramdır.
Birine iftira etmek haram mıdır? Haramdır.
Başkasının malını çalmak haram mıdır? Haramdır?
Başkasının malına el koymak haram mıdır? Haramdır?
Eğer böyleyse, eğer gerçekten böyleyse, nasıl oluyor da siz yıllardır bu memleketi, yalanla, haramla yönetiyorsunuz?
Bugün bir şey söylüyor, yarın aksini söylüyorsunuz.
Bugün bir şey yapıyor, yarın “Bizi aldatmışlar” diyorsunuz.
Arkadan “Biz ne aldandık, ne aldattık” diyorsunuz.
Hangisi doğru, hangisi yalan belli değil.
Ne söylense inansınlar istiyorsunuz.
Ne söyleseniz inandılar, doğru.
Ayakkabı kutularında dolarlarla yakalandınız.
Komplo dediniz, inandılar.
Bu FETÖ ne güzel işler yapıyor dediniz, inandılar.
Bu FETÖ terörist dediniz, inandılar.
Ama yoruldular işte, yorgun düştüler.
İnanmaktan bitap hale geldiler.
Metal yorgunluğu” diyorsunuz. Değil.
Haram ağırlığıdır bu.
Haram artık taşınamaz hale geldi.
Bu da sonunuz demektir.
Haram taşınamıyorsa eğer,
Artık omuzlardan ineceksiniz.
Korkunuz budur
ve korktuğunuz kapınızın eşiğindedir.

***

Yalanın sonu yoktur.
Ama yalana inanmanın sonu vardır.
Haramın sonu yoktur.
Ama harama ortak olmanın sonu vardır.
Talanın sonu yoktur.
Ama talana seyirci kalmanın sonu vardır.
Neden bilir misiniz?
Çünkü, insanda vicdan diye bir şey vardır.
Kimi zaman susturulan vicdan.
Kimi zaman avutulan vicdan.
Kimi zaman dinlenmeyen vicdan.
Ama vicdan susmaz.
Vicdan yorulmaz.
Vicdan bıkmaz.
Oradadır ve sahibini dürter durur.
İki insan açlık grevinde ölüyorsa vicdan dürter durur.
Yüz binlerce insan işlerinden atılıp aç bırakılıyorsa vicdan sızlanır durur.
Masum insanlar hapislerde tutuluyorsa vicdan sesini yükseltir.
Topraklar parası olana peşkeş çekiliyorsa vicdan ‘Ne oluyor’ diye sorar.
Adalet iktidarın sopası olmuşsa, ekonomi fakirin sefaletine dönmüşse, eğitim tarikatların medresesine teslimse yaşamak dürüst insanlara haram edilmişse siz orada sefa süremezsiniz.
Toprak altınızdan kayar, gökyüzü fırtınalarla sarsılır, denizler öfkesini dalgalarına yükler, sizler de ne olduğunuzu anlamadan yıkılır gidersiniz.
Metal yorgunluğu mu dediniz?
Haramın ağırlığıdır bu.
Anlamıyor musunuz?
Bu iktidar size haram oluyor...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

Laiklik, inançta adalet demektir! - TAYFUN ATAY

Dünkü yazımda bahsettiğim üzere 2013 yılında Diyanet’in etnik ve dinsel temelli farklılıklar karşısında, özellikle Güneydoğu (Kürtlük, Şafiîlik, Alevilik) bağlamında nasıl bir yaklaşım geliştirmesinin tartışıldığı çalıştayda katılımcıydım.
Çalıştayın tartışma gündemi kaçınılmaz olarak Diyanet’in farklı inançlar karşısındaki pozisyonu meselesine doğru daha genel bir çerçeveye genişledi.
Toplumun tüm farklılık ve çeşitliliğini kuşatabilecek, böylece herkes tarafından kabul görebilecek bir Diyanet mümkün müydü?
Diyanet, “adil” bir din kurumu olabilir miydi? 


***

Belki” diyerek şu iyi niyetli “antropolojik” öneride bulundum:
Madem ki “Sünni-Hanefi” anlayışın hâkim olduğu bir Diyanet’in inanca eşit ve tarafsız, yani adil yaklaşabilmesine yönelik kuşkular var. Ağırlıklı olarak Alevi, bunun yanı sıra Alevi olmayan “seküler” kültürel dokulu yurttaşlardan, keza gayri- Müslim azınlıklar ve diğer irili- ufaklı inanç pratisyenlerinden de yükselen kuşkular...
Öyleyse Diyanet’i (bizde hiç olmayan) “karşılaştırmalı din çalışmaları” itkisiyle hareket edip bir “kültürel-evrensel” olarak her zaman-zeminde karşımıza çıkan “kutsal”ın farklı tezahürlerini yansıtan bir platform olarak düzenleyelim...
Dedim!..
Bunu dedikten sonra da Avustralya Yerlileri’nin “totemizm” inancından bahsettim. Fransız sosyolog Durkheim’in bu hususta hâlâ çığır açıcı niteliğini koruyan eserinden (“Dinsel Yaşamın İlksel Biçimleri”) ve onun totemizm örneği temelinde dinin başlangıcını “kutsal” arayışı ile ilişkilendiren yaklaşımından dem vurdum.
Ve Diyanet bünyesinde totemizmi dahi “değer”lendiren bir bakış açısı ve çalışma stratejisinin hayata geçirilmesi “hayal”ini ortaya attım.

***

Hemen kararlı bir rahatsızlık kendini gösterdi. “Din uleması” hüviyetine de sahip Diyanet yetkilileri, “Biz bunu kabul edemeyiz, çünkü bu putperestliktir” dediler.
Totemizm, akla İslam-öncesi “Cahiliye” dönemi Arap putperestliğini, daha “antropolojik” deyişle çoktanrıcılığı (“politeizm”) getirmişti.
Evet, uç bir örnek vermiştim, ama deşmek istediğim, “kutsal” tasarımının ve inanç pratiğinin her türlüsüne ne ölçüde açık olunup olunamayacağıydı.
Sonuç olumsuzdu. Ve eğer “Biz bunu kabul edemeyiz” deniyorsa inançta adaleti bu kurum bünyesinde hayata geçirme imkânı da yoktu.
Çünkü İslam temelli bu reddiye doğrultusunda Avustralya totemizminden Arap putperestliğine (çoktanrıcılığa), Zerdüşt Mecusiliğine, Arap, Türk ve Kürt Aleviliğine, nihayet Süryanilik ve Ezidiliğine açılan yelpazedeki her inanç, sadece derece farkı ile birbirinden ayrılmaktaydı. İslam karşısında mahiyetleri farksızdı.
Hak din, dolayısıyla yegâne “gerçek” inanç, İslam’dı.
O zaman, inançta adaleti, farklı din ve inanç sistemlerine eşit ve tarafsız yaklaşımı Diyanet marifetiyle sağlamanın olanağı yoktur. Zaten kurumun mevcut “mevzuat”ı da buna el vermemekte. 


***

Dolayısıyla inançta adaletin yolu ancak laiklikten, daha doğrusu “çoğul toplum laikliği”nden geçer.
Çünkü laiklik, kökene gidildiğinde siyasete sirayet etmiş din ve mezhep temelli adaletsizliklerin üstesinden gelme, inanç çeşitliliği karşısında tarafsızlığı koruma, böylece sosyal barışı mümkün kılma yolunda bir çözüm olarak önerilmiştir.
Din ve inanç, çeşitlenir. Bir din ya da inanç, kendi içinde de çeşitlenir; mezhepler, cemaatler, tarikatler vs. olarak...
Bir ulus-devlet coğrafyasında kendisini gösteren din ve inanç temelli bu çeşitlilikler, eğer devletin bir inanç önceliği varsa, bu doğrultuda bir resmi kurumsallaşma da olmuşsa inançta adalet imkânsızlaşacaktır.
Dahası kendisini devletle aynı dini “meşrep”ten sayan bir dolu oluşum, tarikat, cemaat, çevre arasında, aynen bugün bu memlekette hepimizin gözü önünde olduğu gibi rekabet ve çatışmalar da yoğunlaşıp derinleşecektir. 


Bundan tek kaçış ve çıkış yolu laikliktir.


Bir devletin inançlar karşısında eşit ve tarafsız davranma hususunda zafiyetini giderebilecek tek ilaç laikliktir.


İnançta adaletin imkânı, laikliktir.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

İstanbul her seferinde bizi neden şaşırtıyor? - MURAT NAĞIŞ / Aktüel Arkeoloji Dergisi

Beşiktaş’ta ortaya çıkan bulgular bizi neden bu kadar şaşırtıyor? Şans eseri yapılan bu keşifler aslında bizi şaşırtmamalıdır, çünkü bunların varlığı aslında bilinmekte ancak acımasızca gelişen kentleşmeden fırsat bulunup araştırılamamaktadır. 


Nereden bakarsanız bakın bu, zoru başarmaktır. Bizi mutlu eden de daha çok budur aslında. İstanbul Arkeoloji Müzeleri yöneticileri ve arazide emek harcayan tüm çalışanlarının önünde saygı ile eğilmek gerekir. Yenikapı ve Pendik’ten sonra İstanbul’un tarihine Beşiktaş’ı da eklemek salt arkeolojik bir gelişme olarak görülmemelidir. Bu aslında, bir kentin kimliğinin ve tarihinin tümden değiştirilmesi çabasına karşı kentin kendini korumak için her seferinde yepyeni bir kalıntı ile çıkagelme öyküsüdür. Beşiktaş’taki kalıntılar bu nedenle önemlidir.

İstanbul’un güçlü bir tarih öncesi kültürü olduğu aslında yaklaşık yüz yıldan fazladır bilinmektedir. 1908 yılında Pendik’te yürütülen demiryolu çalışmaları, İstanbul’un önemli höyüklerinden biri olan Temenye Höyük’ün üzerinden geçer ve ilk kazı çalışmaları dönemin Müze Müdürlüğü tarafından yürütülür. Aradan geçen 53 yılın ardından yeniden yapılan demiryolu çalışmaları sırasında Temenye Höyük’ün bir kısmı tahrip edilir. Bu sırada açığa çıkan  kalıntılar incelendiğinde önemli Neolitik bulgular ortaya çıkar. Aynı dönemlerde İstanbul’un birçok yerinden Neolitik Dönem kalıntıları çıkmaya başlamıştır. En önemlileri bugün tamamen yok edilmiş olan Fikirtepe Kültürü adlı Neolitik Dönem kalıntılarıdır. Fikirtepe’deki bulgular, İstanbul Üniversitesi'nden K. Bittel ve Prof. Dr. Halet Çambel tarafından 1942 yılında gerçekleştirilen yüzey araştırmaları ve 1952-54 yılları arasında yapılan kazılarla ortaya çıkmıştır. Bugün Fikirtepe’de ne olduğu belirsiz onlarca bina yükselmeye devam etmektedir. 

Fenerbahçe, Tuzla, Göztepe gibi İstanbul’un erken kültürlerinin köşe taşlarını oluşturacak kalıntıların ele geçtiği yerler yalnızca isim olarak kayıtlara geçer. Böylece aradan geçen bir 50 yılın ardından Pendik’teki Temenye Höyük hâlâ yok edilmeye devam edilmektedir. 2013 yılında hızlı tren projesi ile genişletilen demiryolu çalışmalarında bir kez daha İstanbul’un erken kültürlerine ve Neolitik Dönem'ine ilişkin çok önemli kalıntılara ulaşılır. Yine kurtarma kazısı başlar, hızlıca belgelenir, haberleri yapılır ve kaldırılır. Pendik Temenye Höyük’te yapılan son kazılar, İstanbul’un erken kültürleri ve Neolitik Dönem kültürü açısından ilginç bulgular sunar. Tarımcı bir toplum ile balıkçılıkla geçinen bir toplumun birlikte yaşadığı bir Neolitik köydür burası. Alanda birçok Neolitik Dönem mezarı keşfedilir ve çok sayıda arkeolojik eser ele geçer. Dönemin İstanbul İl Kültür Turizm Müdürü Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili, İstanbul’un tarihinin binlerce yıl geriye gitmesinin büyük bir sevince neden olduğunu, Neolitik Dönem için yeni bir müze ihtiyacı doğduğunu söyler. Bugün geriye dönüp baktığımızda ne Pendik’ten ne de kalıntılardan bahsedilmektedir.

Marmaray projesine bağlı Yenikapı İstasyonu'nun inşası sırasında İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü ve İstanbul Üniversitesi işbirliğinde toplam 58 bin metrekarelik alan üzerinde gerçekleştirilen kazılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden, Marmara Denizi’nin göl konumunda olduğu Neolitik Döneme kadar birçok kültür katmanını ortaya çıkarır. Yaklaşık 12 metre kalınlığındaki dolgu içinde sürdürülen kazılarda sayısız organik ve inorganik buluntular ile birlikte Erken ve Orta Bizans Dönemi'ne (Doğu Roma İmparatorluğu) tarihlenen dünyanın en büyük batık gemi kalıntıları açığa çıkar. MS 5 ile 10. yüzyıllar arasındaki zaman dilimine tarihlenen 40’a yakın batık gemi  kalıntısı belki de son yüzyılın en önemli arkeolojik keşif ve kazılarından biri olarak kayıtlara geçer.

İtalya dahil olmak üzere dünyanın hiçbir yerinde bu denli zengin bir batık gemi kazısı yapılmamıştır. Sonuçlar göz kamaştırıcıdır. Bugün hâlâ İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Sayın Kadir Topbaş, Yenikapı’da bir müze kurulması için yarışma başlatmış, yapılacak müzenin tanıtımını bir basın toplantısı ile kamuoyuna duyurmuştur. Bugün aradan yıllar geçmesine rağmen, geriye dönüp baktığımızda ortada ne bir müze ne de üzerine konuştuğumuz bir Yenikapı olduğunu görüyoruz.

Ulaşılan bilgiler tarihe ışık tutuyor
Yenikapı’daki Neolitik kalıntılar ise arkeoloji bilimi açısından sansasyoneldir. 12 metrelik dolgunun en altında havasız bir ortam sağlayan balçık bir tabaka içerisinde ele geçen kalıntılar, yalnızca bir kentin tarihini değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda arkeoloji bilimine de sayısız yenilik katmıştır. Yenikapı’daki Neolitik kalıntıları bu kadar değerli kılan, bu havasız ortamda bozulmadan günümüze kadar ulaşan ahşap (yani organik) kalıntılardır. Bir mezarda ele geçen kano kürekleri, Yenikapı’nın Neolitik Dönem sakinlerinin deniz yolculuğu yaptığını göstermesi açısından son derece önemlidir. Bir diğer Neolitik mezarda ise ölünün hem alt hem de üst tarafından ahşap koruyucular ile kapatıldığı keşfedilmiştir. Bu, benzeri olmayan bir gelenektir. Yine bu tabakada ortaya çıkan Neolitik Döneme ait ayak izleri, Yenikapı’nın Neolitik sakinlerinin deriden yapılmış ayakkabılar giyiyor olmasını göstermesi açısından son derece önemli buluntulardır. Böylesine önemli bir arkeolojik kazının ve ortaya çıkardığı kalıntıların İstanbul’un kent kimliğine ne gibi geri dönüşleri olduğu henüz belirsizdir. Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, “Merkezi ve yerel otorite, sunduğu tüm bu imkânlara rağmen Yenikapı’da üretilen bilginin kente kazandırılması ve onunla bütünleştirilmesi yönünde hiçbir plan ve programa sahip değil” diyerek önemli bir eleştiri getirir. Bu eleştirinin hâlâ geçerli olmadığını söyleyebilir miyiz?

İstanbul’daki erken kültürlerin varlığını Pendik, Fikirtepe ve Yenikapı’dan biliyor olmamıza rağmen, bugün Beşiktaş’ta ortaya çıkan bulgular bizi neden bu kadar şaşırtıyor? Yenikapı bizi zaten yeterince heyecanlandırmamış mıydı? İstanbul’un tarihini çok daha gerilere götürmemiş miydi? Neden her yeni arkeolojik keşifte, bu sanki ilkmiş gibi şaşırıp, sonra unutup kaderine terk ediyoruz? Beşiktaş’ın kaderi Pendik’ten, Fikirtepe’den, Yenikapı’dan farklı mı olacak? Bekleyip göreceğiz... Ama öncesinde erken kültürler ve Neolitik Dönem açısından İstanbul’a bakmakta ve Beşiktaş’ı bir yere oturtmakta fayda var.


Neolitik kültür, en basit tanımı ile tarımcı bir toplumdur. Üretim biçimi, toprağın ekilip, ekinin toplanması üzerine kurulmuştur. Yakındoğu ve Anadolu coğrafyasında tarımın sistematik olarak ilk kez, günümüzden yaklaşık 10 ile 9 bin yıl öncesinde başladığı kabul edilir. Kuzey Afrika, Yakındoğu ve Anadolu coğrafyasında kurulan ilk köy yerleşmeleri, artan nüfus, yetersiz besin, kuraklık gibi farklı nedenler ile göçler yaşanır. Neolitik kültür bu göçler ile birlikte batıya doğru yayılır. Yanlarına aldıkları tohumlar ile birlikte göç eden topluluklar, hem birbiri ile etkileşimli hem de bağımsız farklı Neolitik kültürlerin ortaya çıkmasını sağlar.

Özellikle son yıllarda Neolitik topluluklar üzerine yapılan antik DNA çalışmaları ile Avrupalı ilk köylülerin Anadolu, Mezopotamya ve Yakındoğu halkları ile akraba oldukları ve köklerinin buralardan geldiği anlaşılmıştır. İstanbul, neredeyse tüm çağlarda göçlerin en önemli geçiş güzergahıdır. Çünkü göçler ya Karadeniz’in kuzeyinden ya da bu bölgeler hala soğuk olduğu için deniz yolu ile ilerlemek zorundadır. Dolayısıyla göç için en kolay yol iki kıtayı birleştiren İstanbul’dur. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda İstanbul’un erken kültürlerin göç hareketini ve yerleşikliğini anlamamız açısından mükemmel bir arkeolojik birikim sunması gerektiğini anlıyoruz. Ancak ne yazık ki, acımasızca gelişen kentleşme buna izin vermemektedir. İstanbul’un etrafındaki diğer kentlerde, örneğin Bursa Aktopraklık ve Barcın Höyük’te, Kırklareli’ndeki höyük kazılarında ve Edirne Hoca Çeşme’de bu kültürleri ve arkeolojik kalıntılarını görmek mümkündür. Peki bu kalıntılara neden İstanbul’da rastlamıyoruz? Bunun en büyük nedeni kentleşme ve kentin yöneticilerinin arkeolojiyi bir ayak bağı ve engel olarak görmesidir.

Acımasız kentleşme
Pendik, Fenerbahçe, Fikirtepe, Yenikapı ve son olarak Beşiktaş, İstanbul’un erken kültürel hareketliliğinin birer göstergesi ve uygarlık tarihinin önemli kilit taşlarıdır. Çünkü tüm bu kalıntılar bize Anadolu ile Batı'nın ilk uygarlıkları arasındaki ipuçlarını sunar. İstanbul’daki erken kültürlerin kalıntılarının Balkan kültürleri ile benzerlik gösterdiğini söyleyen Prof. Dr. Mehmet Özdoğan hocamızın bu saptamaları son derece önemlidir. İstanbul, erken kültürler  için çok önemli bir geçiş, durak ve yerleşim noktasıdır. Beşiktaş’ta ortaya çıkan kalıntılar da işte böyle bir süreci aydınlatacak olması bakımından önemlidir. Yuvarlak planlı yapıların benzerlerinin Trakya ve Balkanlar’daki yerleşimlerde de görülmesi kültürel devamlılık ve göçün Anadolu ile ilişkisini ve İstanbul’un önemini bir kez daha göstermektedir. Şans eseri yapılan bu keşifler aslında bizi şaşırtmamalıdır, çünkü bunların varlığı aslında bilinmekte ancak acımasızca gelişen kentleşmeden fırsat bulup araştırılamamaktadır. İstanbul Arkeoloji Müzeleri yakaladığı her fırsatta bu acımasızlığa karşı var gücüyle çalışmaktadır. Bizi mutlu eden bu başarının ardından, modern kent kendini biraz geri çekmeli ve hem bugünümüzü hem geleceğimizi zenginleştirecek bu arkeolojik kalıntıların ortaya çıkarabilmesi için canla başla çalışan arkeologlara yer açmalıdır.

MURAT NAĞIŞ
Aktüel Arkeoloji Dergisi

(BİRGÜN) 

Adalet Yürüyüşü’nden Adalet Kurultayı’na - Orhan Sarıbal

Saray/AKP iktidarının eski iktidar ortağı olan Fethullah Gülen cemaati tarafından düzenlenen 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçti. Ancak darbenin arka planı ve ortaya çıkmasına yol açan koşullarla hesaplaşılmadı. Ayrıca darbe girişiminin siyasi ayağına yönelik herhangi bir soruşturma yürütülmedi.

Darbecilerle mücadele, muhaliflere karşı yürütülen susturma ve sindirme operasyonuna dönüştürülmüştür. Meclis yetkisiz kılınmıştır, ülke KHK’lerle yönetilmektedir. Yargı tümüyle Saray/AKP iktidarının emrine sokulmuştur. Birçok bağımsız TV, radyo ve gazete kapatılmış, gazeteciler hapse atılmış, medya susturulmuştur. KHK’larla 110 bin kamu emekçisi, öğretmen ve akademisyen görevinden ihraç edilmiş, 30 bini aşkın emekçi uzaklaştırılmıştır.

OHAL sayesinde bir yandan temel hak ve özgürlükler rafa kaldırılırken, öte yandan çıkarılan KHK’larla emekçilerin kazanılmış hakları gasp edilmekte, doğamızın yaşam alanlarımızın ranta, talana, yağmaya açılması için düzenlemeler yapılmaktadır.

Ülke neredeyse yarı açık cezaevine dönüştürülmüştür. Dokunulmazlıkları kaldırılan birçok milletvekili tutuklanmıştır. Bu kapsamda CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu, yargılandığı MİT TIR’ları  davasında 25 yıl hapis cezasına çarptırılmış ve mahkeme salonunda tutuklanmıştır.

Bu karar Saray/AKP rejiminin emri altına aldığı yargı aracılığıyla CHP’nin de içinde bulunduğu muhalif güçleri teslim alma, yok etme planını çok açık şekilde gözler önüne sermiştir. Bu hamleyi gören CHP yönetimi doğru bir kararla barikatı AKP’nin çizdiği çemberin dışında kurarak oyunu bozmuş ve toplumsallaşmayı tercih ederek Ankara Güvenpark’ta Adalet yürüyüşünü başlatmıştır.

15 Haziran’da Güvenpark’ta başlayan yürüyüş 25 günde 450 kilometrelik yol kat edilerek 9 Temmuz’da İstanbul Maltepe’de 2,5 milyonu aşkın insanın katıldığı kitlesel bir mitingle sona ermiştir.

Adalet mitingine sembolik düzeyde siyasi partiler, emek ve meslek örgütleri, sivil toplum kuruluşları, aydınlar, sanatçılar katılmışlardır.

Yürüyüşe katılanların büyük bir bölümünü küçük çiftçiler, orman köylüleri, tarım işçileri, taşeron işçileri, işsizler, memurlar ve emekliler, öğretmenler, öğrenciler, KHK’ler ile işsiz bırakılmış kamu emekçileri oluşturmuştur. Bu olgu Adalet yürüyüşünün toplumun alt katmanlarındaki güçlerin harekete geçmesinde önemli bir dinamik oluşturmaya başladığını ortaya koymaktadır.
Adalet yürüyüşündeki kitlesellik kadar yürüyüşe katılanların sınıfsal profili de Saray/AKP iktidarını kaygılandırmıştır. Çünkü bunlar kentli orta sınıflardan oluşan klasik CHP seçmeni tanımına uymamaktadır.

Ülkenin batısında, Korkut Boratav hocanın deyimiyle yoksul halk sınıflarının AKP/Saray rejimi tarafından neredeyse yasadışı ilan edilmiş bir eyleme bu denli yoğun bir şekilde katılmaları; bir taban hareketini veya sosyolojik bir kaymayı işaret etmektedir.

Gezi direnişi ile başlayan ve 16 Nisan Referandumu ile devam eden bu kayma halkımızın kendisine olan güveninin arttığını, 15 yıl süren Saray/AKP iktidarına son verebileceğine, yıkabileceğine olan inancının yükseldiğini ortaya koymaktadır.

Bir başka önemli husus da Saray/AKP iktidarının her istediğini yapamayacağı, gündemi iktidarın değil, halk sınıflarının belirleyebileceği, toplumun yarısından çoğunu oluşturan dinamikleri yok sayarak atılacak politik adımların ters etki etki yaratacağı, sistemin iç dinamiklerini ciddi şekilde sarsacağı ortaya çıkmıştır.

Kısacası “Adalet Yürüyüşü” sosyal ve siyasal hayatı sarsmış, halk kitleleri üzerindeki ölü toprağını atmış ve en önemlisi demokrasi, özgürlük alanında umutları tazeleyen bir etki yaratmıştır.

Adalet yürüyüşü bir son değil de bir başlangıç olması nedeniyle önem taşımaktadır. Saray/AKP iktidarı şantaj, tehdit, baskı, işsiz bırakma ve tutuklama ile korku siyasetini toplumun tüm kılcal damarlarına yaymak için çabalamaktadır. Adalet yürüyüşü yaratılmak istenen bu korku duvarında önemli bir gedik açmıştır.

Maltepe mitinginde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı manifestoda başta yer alan OHAL’in kaldırılması, yargı bağımsızlığının sağlanması, medyanın özgürleştirilmesi, tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılması, işe geri dönme talebiyle açlık grevi yaparken tutuklanan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın serbest bırakılarak işlerine iade edilmesi gibi talepleri yaygınlaştırılmak, bu taleplerin dile getirilme yöntemlerini çeşitlendirmek, özgün kanalların açılması gerekmektedir.

Adalet yürüyüşünde gençlerin varlığının Gezi Direnişi kadar belirgin olmamasının bir eksiklik olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle önümüzdeki süreçte gençliğin başta üniversiteler olmak üzere hayatın her alanında kendi meclisleri üzerinden fikri ve örgütsel varlıklarını ve iradelerini ortaya çıkaracak kanallar açılmalı, imkanlar yaratılmalıdır.
Tek adam rejiminin egemen olduğu bir sistemde demokratik mücadele kanalları tıkandığında, halkla birlikte sokakta mücadele vermek meşru bir yoldur. Bu yol meşakkatli, zor ama sonuç alıcıdır. Adalet yürüyüşü de Saray/AKP rejimine itirazın, meydan okumanın, direnişin örgütlendiği bir sokak mücadelesidir.

Şimdi programlı mücadele zamanı



Haziran İsyanından sonra Saray Diktasına  en önemli itirazlardan biri olan Adalet Yürüyüşü’nün ete kemiğe büründürülmüş bir mücadele programı ile devam etmesi elzemdi. Bugün başlayacak Adalet Kurultayı bu anlamda önemli bir işleve sahip olabilir. Binlerce insanımızla yapacağımız sağlıklı bir tartışma önümüzdeki zor mücadele günleri için bize rehber olacaktır. Hem Haziran İsyanı hem de Adalet Yürüyüşü ancak süreklileştirilmiş bir mücadele programı ile anlamlanacaktır.

KONUK YAZAR: Orhan Sarıbal - CHP Bursa Milletvekili
(BİRGÜN) 

ABD’de palyaçoydu, Fransa’da öncü - MUSTAFA K. ERDEMOL

Fransızların birilerini payelendirmeleri, meşhur kibirlerinden ötürü pek kolay değildir. O nedenle Jerry Lewis’in ölüm haberini ünlü Fransız gazetesi Liberation’un birinci sayfadan ismi Jerry’i de çağrıştırır biçimde “Génie Lewis”  (Dahi Lewis) başlığıyla duyurmasına şaşırdım gerçekten. 


74 yaşındayken Las Vegas’ta bir otelde 20 yıl çalışacağını garantileyen mukavele imzaladığında, Doğan Hızlan hayran kaldığını belirten bir yazı kaleme almıştı Jerry Lewis için. “Sanatçının işi yaşama biçimidir” diyordu o yazıda Hızlan. “Sanatçı kaç yaşında olursa olsun sanatından kopamıyor, bu örnekler sanatın her yaşta iktidarda kalışının göstergesi” oluyordu Doğan Hızlan’a göre. Doğrusu haberi okuduğumda Hızlan gibi düşünememiştim, ne yalan söyleyeyim. Lewis’in iflah olmaz bir işkolik olduğunu bilmeyen yoktu, kabul ama Kas Distrofisi hastalığından mustarip bu büyük komedyen, zaman zaman yitirir gibi olsa da, hep koruyabildiği ününe karşın çalışmadığı an yoksul düşeceğini bilirdi, sanırım. Kapitalizmin eğlence endüstrisi, iyice suyunu çıkarmadan bırakmazdı Lewis gibilerini ayrıca. Michael Jackson’ın hasta haliyle tamamlamak zorunda olduğu konserlere çıkmak için aldığı uyarıcı ilaçlar yüzünden öldüğünü bilmeyen yoktur herhalde. Lewis, fakir sayılmazdı elbette ama o yaşta, yaşamını zehir eden o hastalıkla söz konusu otelde yılda tam 20 kez sahneye çıkmak için mukavele imzalaması sadece sanata olan aşkıyla açıklanacak bir durum değildir elbette. Amerikan “hayat tarzı” budur. 74 yaşında bir sanatçıyı çalışmak zorunda bırakan bir “hayat tarzı”.

Joseph Levitch olarak doğmuş bir Rus Yahudisi idi Lewis. Sanıldığı gibi doğduğu yıllarda kendisine avantaj kazandıracak bir durum sayılmazdı Yahudi oluşu. Öyle olsaydı beş yaşında başlamazdı sahne yaşamı. O yaştan itibaren yıllarca küçük otellerde gösterilere çıktı. Bu nedenle iyi bir eğitim de alamadı, ortaokuldan sonra okuyamayışının nedeni tüm yaşamının sahnede geçmesindendir. Az zorluk çekmemiştir eğlence dünyasındaki ilk yıllarında. Artık genç bir delikanlı olduğu zamanlarda iyi bir isimle kendini kabul ettirmesi gerekecektir. Bu bile hayli zaman alır. Başlangıçta sahne ismi olarak Joey Lewis’i kullanır, ancak hem dönemin tanınmış komedyenlerinden Joe E. Lewis’le hem de boksör Joe Louis’le karıştırılmasın diye Jerry Lewis isminde karar kılar. Kolay geçişler değildir bunlar.

Ünü tüm ABD’ye yayıldığı ana kadar ABD’de komedi nasıldı kendi adıma biliyor değilim, ama yaptığı tarza “akrobatik komedi” diyorlar. Yüzünü şekilden şekle sokmasından ötürü elbette. Kolayca aptallaşan bir yüz, o yüze uygun bir kişilik, o kişiliğin seyirciyi kırıp geçiren sakarlıkları. İzleyicinin kendisinde de görebileceği küçük aptallıkların perdedeki temsilcisi olması onu çok sevdirir izleyiciye. Holywood komedilerinde ne kadar kategori varsa aşmıştır derler Lewis için. O kategoriler nedir bilmem, ama söze dayalı komedi anlayışını mimikle alt eden bir tarafı olduğu kesin. Yüzü de buna uygundur zaten.

Belki de bu yüzden, yani yüzünden ötürü, çok sevilmiş olsa da ABD’li izleyici gözünde hep bir “palyaço” olarak kabul edildi Jerry Lewis. Dolayısıyla Amerikalının onu anladığı iddia edilemez. Büyük bir sanat olmasına rağmen palyaçoluk ABD’de ancak sirklerde kabul gören bir sanat dalı. Lewis beyazperdenin palyaçosu olarak kaldı hep. Dean Martin’le birlikte yaptıkları sahne şovlarının tutulmasının nedenlerinden biri de budur.

Düzgün fizikli, yakışıklı, sesi güzel  şarkıcı Martin’in yanında, Lewis’in çirkin bir komik olarak; biri kurnaz, diğeri saf, iki zıt karakterin çatışmalı diyaloğuna gülmüştür seyirci. Amerikalı için “gerçek” Amerikalı Martin olmuştur hep. “Kurnaz”, “hazır cevap” Martin, en “aptal”, “en tutuk” Amerikalı için bile “özenilen”dir.

Oysa Lewis’in biyografisini yazanların ortak kanısı, Lewis’in “Amerikalı olmayı” çok iyi kavramış olmasıdır. Gerçek yaşamda belki öyledir ama “sahne yaşamında” durum tam tersidir. Sahnede perdede “gerçek Amerikalı” olmama durumundan kurtulmasına engel tarafı da bu olmuştur. Dean Martin’le, Martin’in “artık sıkıldım” diyerek bırakmasıyla biten ortaklığından sonra ününün düşüşe geçmesi hikâyenin trajik yanını oluşturur. Ama inişli çıkışlı bir düşüştür bu. Çünkü çok yönlü bir sanatçı oluşu Lewis’i hep gündemde tutar. Üç kitap yazmış kaç komedyen var?

Yapımcılığını, yönetmenliğini yazar yardımcılığını yaptığı film Nutty Professor’le (Kaçık Profesör) yakaladığı başarıyı daha sonra neden yakalayamadığı merak konusudur. Neyi eksik bıraktığı araştırmaya değer. Amerikan değerlerine vuran taraflarının olduğu, bunun Amerikan muhafazakârlarının pek hoşuna gitmediğini dile getirenler de vardır. Ülkesinde, çok ünlü olmasına rağmen, ününe yakışır bir “değer” görmeyişinin nedeni belki de budur. Belki de Atlantik’in öte yakasında, örneğin Fransa’da tapılırcasına sevilmesinin, 2006’da Fransız Kültür Bakanlığı tarafından verilen Légion d’honneur nişanını almıştır, nedeni de budur. Gerçekten Fransızlar taparcasına sevdiler Jerry Lewis’i. Fransızlar için onun komedisi hem soyuttu hem de Amerikan sosyal yaşamını hicvediyordu. Lewis’in tüm bunları kendi yarattığı karakterin arkasına sığınarak yapmasına bayılmış olmalı Fransızlar. Bu Fransız ruhuna uyun düşmüş demek ki.

Fransızların birilerini payelendirmeleri, meşhur kibirlerinden ötürü pek kolay değildir. O nedenle Jerry Lewis’in ölüm haberini ünlü Fransız gazetesi Liberation’un birinci sayfadan ismi Jerry’i de çağrıştırır biçimde “Génie Lewis” (Dahi Lewis) başlığıyla duyurmasına şaşırdım gerçekten.
Bana sorarsanız en çarpıcı tarafı yaşamının neredeyse tamamını yardım çabalarına adamasıdır. Bu yüzden 1977’de Nobel Ödülü’ne bile aday gösterildi. Onu alamadı ama bu çabaları Hersholt Ödülü’nü getirdi ona. 2011 yılına kadar başkanlığını yaptığı Musküler Distrofi Derneği adına 2,45 milyar dolar bağış topladı. Tam 44 yıl boyunca her 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda dernek için televizyon programı yaptı.

Son derece bireyci, herkesin “kendi yağıyla kavrulduğu” bir toplumda dezavantajlı durumda olan, kendisinin de mensup olduğu kas hastalarına yönelik yardımlarıyla “toplumcu” tarafı olan büyük bir komedyendi Lewis. Tüm o paraları ABD’de küçümsenen “palyaçoluğu” ile topladı.

Amerikan savaş makinesi için bu “palyaço”nun kas hastası olması askere alınmasına engel değildi. Kalbinde rahatsızlık bulunmasaydı gidecekti az daha. Öyle olmasa bile gitmemek için mutlaka bir yol bulurdu.

Değerleriyle dalga geçtiği topluma askerlik mi yapacaktı bir de!

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN