7 Eylül 2017 Perşembe

Bir annenin evladıyla sınavı ( I ) - SEYHAN AVŞAR

Türkiye’de uyuşturucu kullanma yaşı 13’e kadar düşerken, aileler de çocuklarının bu illetten kurtulması için büyük bir mücadele yürütüyor.


Türkiye’de uyuşturucu kullanma yaşı 13’e kadar düşerken, aileler de çocuklarının bu illetten kurtulması için mücadele yürütüyor. Neriman K. (40) de dört çocuklu bir ev hanımı. Yaklaşık yedi yıldır uyuşturucu kullanan oğlu 24 yaşındaki M.K.’nin bu bataklıktan kurtulması için canla başla mücadele ediyor. Çocuğunu kurtarmak için gitmediği hastane ve başvurmadığı yer kalmadığını söyleyen Neriman K, “Yaşadığım sıkıntıları bir ben bir de Allah biliyor. Akıttığım gözyaşının haddi hesabı yok. Gezmediğimiz hastane, gitmediğimiz doktor kalmadı. Çocuğumuzu kurtaramıyoruz” diyor. Bir anne olarak evladının kurtulmasını istediğini anlatan anne Neriman K. yaşadıklarını ve çektikleri sıkıntıyı Cumhuriyet’e anlattı.

Sorunlu büyüdü 
Oğlunun, çocukluktan bu yana sorunlu bir çocuk olarak büyüdüğünü anlatan Neriman K., “Eşim bir kurumda işçi olarak çalışıyordu. Ben ise evde çocuklarımla uğraşıyordum. M.K. benim ikinci çocuğum. Ondan küçük iki kız kardeşi ve bir ağbisi var. Diğer çocuklarım sıkıntısız, sorunsuz çocuklardı. Bu oğlum ise çok yaramazdı. İlkokulda durmadan derslerden kaçardı. Bir ayağım evde, diğer ayağım okulda kalmıştı. O derslerden kaçmasın diye her gün okula gidiyordum. Okuldaki öğretmenler bizim verdiğimiz emeğe karşın çocuğumuzun yaptıkları karşısında üzülüyordu” dedi. Okul dönemindeki arkadaşlarını hiç onaylamadıklarını ancak verdikleri tüm mücadeleye karşı onlardan ayıramadıklarını söyleyen anne, “Çevresindeki arkadaşları ailelerinden kopuk çocuklardı. Ben oğlumu kurtarmak için adeta diğer çocuklarımı unuttum. Küçük çocukları evde bırakıp okula ve mahallede onu arıyordum. Ama verdiğim tüm emeklere karşı onu o çevreden kurtaramadık” diyerek çektiği acıları özetliyor.

‘Hiçbir şey eskisi gibi olmadı’
Çocuğunun madde kullanmaya başladığını bir akrabasından öğrendiğini ve o an başından kaynar sular aktarıldığı hissini yaşadığını söyleyen Neriman K. o günleri şu sözlerle anlatıyor: “Yaşadığımız memleket küçük bir yer. Herkes birbirini tanır. Görümcemin oğlu bir gün bize geldi. ‘Yenge sana bir şey diyeceğim. Ama aramızda kalsın’ dedi. Hiç aklıma gelmedi bu kadar kara bir haber vereceği. ‘Yenge arkadaşlarım M.’yi madde kullanırken görmüş. Sana demeden önce araştırdım. M. esrar kullanıyor. Haberin olsun’ dedi. O sözlerin ardından fenalaştım ve o günden beri tansiyon hastasıyım. Eşime anlatamadım. Sabaha kadar ağladım. Oğlumu takibe başladım. Doğruydu söylenenler madde kullanıyormuş. Nasıl fark edemedim oğlumdaki değişimleri diyerekten kendime kızıp durdum. Eşim ile bu durumu paylaştım. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.”

‘İtiraf etmedi’
Çocuklarını karşılarına alıp konuştuklarını ve her seferinde uyuşturucu madde kullandığını inkâr ettiğini anlatan Neriman K, “Konuştuk. Ama madde kullandığını bir türlü itiraf etmedi. Sürekli yalan söylüyordu. Eve gelince kendinde değildi. Geceleri sık sık uyanıyordu. Eşim oğlumun cebinde esrar yakaladı. O gün oğlum itiraf etti. Ağlamaya başladı. ‘Yardım edin bırakayım. Bırakmak istiyorum’ dedi. İnandık çocuğumuza, inanmak istedik. Bırakacak dedik. Tedavi için Elazığ’a götürdük. Günlerce hastanede kaldık. Eve döndük. Telefonunu vs. elinden almamıza, arkadaş çevresinden uzak tutmamıza rağmen yine başladı. Bu süreç birkaç kez daha tekrar etti” diyerek verdikleri mücadeleyi anlattı. Yıllar geçtikçe umutlarının da yok olduğunun altını çizen Neriman K., “Çocuğum daha da değişmeye başladı. Bir baktık ki bonzai denilen bir şey çıkmış onu kullanıyor. Bu kez alıp İstanbul’a Balıklı Rum Hastanesi’ne götürdük. Yatıracaktık. Ama oğlum oraya madde sokmaya çalıştı. Güvenlikler etrafımızı sardı. Böylelikle oraya yatışı yapılmadı” diyor. Neriman K. şehir şehir gezdiklerini ama oğullarının uyuşturucu maddeyi bırakmadığını aktararak şunları söylüyor: “Artık maddi ve manevi olarak tükendik. İnsanlar kapımıza gelip oğlunuz borç yaptı ödeyin diyor. İnsanların yüzüne bakamıyoruz. Oğlumuzu çok seviyoruz. Gözümüzün önünde eriyor ama bir şey yapamıyoruz. Oğlumuz kafasında uyuşturucuyu bitirmiyor. Kafasında bitirse, her şey bizim için daha kolay olabilirdi. Bir anne olarak evlat acısı yaşamanın ne demek olduğunu, çocuğum hayattayken öğrendim.”

Arkadaş ortamında hayatı karardı
Eroin bağımlısı Ş. A. henüz 20 yaşında. Babası matbaa işçisi, annesi ise ev hanımı. Ş. A. uyuşturucu madde ile 13 yaşındayken arkadaş ortamında tanışmış. 7 yıl boyunca defalarca hastaneye yatmasına rağmen vücudunu esir alan illetten bir türlü kurtulamamış. Şimdi ise daha bir umutla ve inançla yeniden tedavi olmaya başlamış. Vücudunun birçok yerinde iğne izleri olan Ş. A. yaşadığı zorlu günleri bir hastane odasında gazetemize anlattı:
‘Artık mutlu olmak istiyorum’
Ş. A. uyuşturucu maddeye bir arkadaş ortamında başladığını söyleyerek, “Nasıl bir şey olduğunu merak ettim. Folyo ile denedim. Sonra devamı geldi. 16 yaşında ise eroine başladım. 3-4 saatte bir madde alıyordum. Bu arada bir çocuğa âşık oldum. Evlendik. O da eroin kullanıyordu. Beraber, bu maddeyi bırakacağız, kurtulacağız diye hayaller kuruyorduk. Mücadele ettikçe daha dibe battık. Olmadı, bırakamadık. Zaten sonrasında ise boşandık” diyor. Ş.A. yeniden tedavi olma gerekçesini ise şu ifadeler ile anlatıyor: “Ailemin güvenini yeniden kazanmak istiyorum. Ablamın, abimin uyuşturucu madde ile hiç işleri olmaz. Hayatımda başka bir erkek var. O madde kullanmıyor. Mutlu olmak istiyorum.”

Madde kullanan çocuklardaki işaretler
  • Madde kullanmaya başlayan kişilerdeki ilk değişiklik çevrelerinde yapmış oldukları değişikliklerdir. Eski arkadaşların yerini yeni arkadaşlar alır. Maddeye daha rahat ulaşım sağlayabilecek kişilerle yakınlaşır.
  • Duygu durumu çok çabuk değişiyorsa çok dikkatli olunmalı. Bu süre içerisinde bazen çok neşeli, bazen de çok öfkeli, huzursuz, keyifsiz olabilir.
  • Ders durumunda ani değişiklikler olur. Notları düşmeye başlar, okula devamsızlık görülür.
  • Evde tek başına kalmak istiyorsa ya da arkadaşları ile birlikte dışarıda nerede olduğunu söylemeden buluşmaya başladıysa dikkat.
  • Ailesi ile olan ilişkileri mümkün olduğunca mesafeli tutmaya başlar. Evde daha az zaman geçirmek ister ki ailesiyle çatışmasın.
  • Kılık-kıyafet ya da görünür bir şey almadığı halde, fazla para harcamaya başlar.
  • Kişisel bakımı azalmıştır. Giyimine dikkat etmez. Gözleri kızarır, şişer, vücudunda değişiklikler başlar.
  • Sinirlilik, gerginlik, kişiler arası ilişkilerde sorunlar yaşar, dalgınlık, dikkatsizlik başlar.
  • İçine kapanır. Uyku düzeni değişir.
  • Psikolojisinde karamsarlık, umutsuzluk ya da inançsızlık gibi 

(II)  ‘Madde kullanımı ülkenin hali ile ilgili’ (Seyhan Avşar)

Sentetik uyuşturucuya bağlı ölümlerde Türkiye birinci sırada.

Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç İle Mücadele Dairesi’nin (UNODC) raporuna göre dünya üzerinde 29.5 milyon kişi uyuşturucu bağımlısı. Sentetik uyuşturucu kullanımı sonucunda yaşanan ölümlerde ise Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada yer alıyor. İstanbul Balıklı Rum Hastanesi Alkol ve Madde Bağımlılığı Araştırma Tedavi ve Eğitim Merkezi Kurucu Hekimi Prof. Dr. Özkan Pektaş, uyuşturucu madde kullanımında en önemli konunun “toplumsal rüzgârlar” olduğunu söyleyerek, “Toplumsal rüzgârlar, antisosyal, psikopatik girişimlerin bu ülkede kolaylaşmasıdır. Mesela; çalmak, yaralamak, dayak atmak, şortla geziyor diye birine saldırmak... Bütün bunlar kabalaşmayı ve şiddeti artırıyor. Madde kullanımı ülkenin hali ile fazlasıyla ilgilidir” dedi. Pektaş, Türkiye’de uyuşturucu madde satışında ciddi bir artış olduğuna dikkat çekerek, “Çok fazla madde ülkeye girmeye başladı. Madde çeşitliliği de arttı. Şu an toplumda en bilinenlerden biri bonzai olsada skunk, salvia, gubar var. Bu maddelerin girişi de çok artmış durumda. Bunun en önemli nedenlerinden biri uyuşturucu maddenin ekonomik olarak büyük getirisinin olması. Durum böyle olunca Türkiye’deki işsizlik oranları, bir de bunun yanında 3 milyon mültecinin ülkemize gelmesi madde kullanımını daha da artırdı.
Bu insanların satacakları malın daha fazla tüketilmesi ve ucuz olması gerekiyor. En pahalı uyuşturucu kokain. Ama bonzai 5-10 TL. Günde altı defa alınınca 60 TL yapar ve bu satıcılar için iyi bir para demek” diye konuştu. Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye gelmesinin ardından madde satışı ve bağımlılığında bir artış olduğunu söyleyen Pektaş, “Suriye’den zengin ve fakir olan herkes geldi. Fakir olan para kazanmak için bu işi yapıyor. Suriye’den gelen herkes uyuşturucu satıyor demiyorum. Artış var diyorum” dedi. Madde bağımlısı kişilerin başlangıçta hastaneye yatmak istemediğine dikkat çeken Pektaş, tedavi sürecini şu sözlerle anlatıyor: “Hastadan ailesi tedavi olmasını rica ediyor. Hasta hastanemize gelince önce vücudunu maddeden temizliyoruz. Vücutta uyuşturucu maddeyi bloke eden ilaçlar kullanmaya başlıyoruz.Yani panzehirini veriyoruz. Böylelikle hasta tedaviden sonra dışarı çıkıp tekrar madde kullandığında ondan hiçbir zevk almıyor. Daha sonra da psikolojik tedavileri başlıyor. Maddesiz hayata uyum sağlayabilme gibi konuların üzerinde duruyoruz.
‘Telefonunu değiştir, arkadaş ortamını değiştir’ gibi tavsiyelerde bulunuyoruz.” Pektaş, bir hastanın tedavinin ardından bir daha madde kullanmayacak demenin imkânsız olduğunu vurgulayarak, “Tekrarlama durumları oluyor. O zaman hasta yeniden bize geliyor. Bu da genelde çevreyle, arkadaş grubuyla ilgili oluyor... Bizim için önemli olan bir hastanın maddeyi bırakma sebebinin ne olduğudur. Bir hastaya maddeyi niye kullanıyorsun sorusunu sormak çok yanlıştır. Neden bırakmak istiyordur esas mesele... Hastanın bedeninden maddeyi temizliyoruz. Ama kişinin kendi kafasında da bitirmesi lazım” ifadelerini kullandı. Pektaş, ailelerin çocuklara suçu çağrıştıracak şeylerden uzak durmaları konusunda uyarıda bulunduklarını anlattıklarını kaydederek, çocuğun akademik başarıda düşüşü, hal ve gidişindeki değişiklikler, kurallara uymada sorun, aileye okula karşı isyan varsa dikkatli olunması gerektiğini söyledi.

Psikolog Şahin: Hastalara ve ailelere terapi şart
Balıklı Rum Hastanesi Alkol ve Madde Bağımlılığı Araştırma Tedavi ve Eğitim Merkezi’nde psikolog olarak çalışan Özge Şahin, madde bağımlılığının her zaman aileden kaynaklı olmadığına dikkat çekti. Şahin, ailede kopuk bir ilişki veya kavga ortamı olmadan da çocukların madde kullanabileceğini söyleyerek, “Aile ilgisizse, ilişkilerde kopukluk varsa, zemin hazırlamış oluyor. Ama aile ilgiliyse de madde bağımlılığı olabiliyor. Burada yatan çoğu hastanın ailesi ilgili, ilişkilerde kopukluk yok. Yine de kişi meraktan ve ortamın etkisiyle uyuşturucu madde kullanabiliyor” dedi. Madde kullanan insanların stresle başa çıkma olasılığının çok düşük olduğunu vurgulayan Şahin, “Hastalara stresle başa çıkmayı öğretmeye çalışıyoruz. Herkesin bir maddi sıkıntısı ya da eşiyle, sevgilisiyle sorunu olabiliyor diyerek anlatıyoruz. Ama madde kullanan kişi, stresle başa çıkmak yerine maddeye sığınıyor” diye konuştu.

‘Bağımlılık hastalıktır’
 Şahin hastalara uygulanan terapi yöntemlerini ise şu sözlerle anlattı: “Burada yatan hastalara bir haftalık bir terapi uyguluyoruz. Yatışa geldiklerinde ilk olarak bilgi alma ile işe başlıyoruz. Kişilerin hikâyelerini, aile ve iş hayatlarını öğreniyoruz. Daha sonra tedavinin faydalarını anlatıp ilaçların etkilerinden söz ediyoruz çünkü hastalar, ‘İlaçları kullandım. Bitti. Kurtuldum’ diyerek ilaçlarını bırakıyorlar. Bizler bu hastanede kanı temizliyoruz. Görüşmelerde ise bağımlılığın ne demek olduğunu, bunun nelere yol açtığını konuşuyoruz. Çoğu hasta bağımlılığı bir hastalık olduğunu bilmiyor. Ama bağımlılık bir hastalık. Şeker hastalığı gibi... Ancak ilaçlarla kontrol altına alınabilir. Terapiler sayesinde ise isteklerle nasıl başa çıkılabilir? Maddenin boşluğunu nasıl doldurabilirsin? Maddeyi insanın hayatından aldığında büyük bir boşluk oluşuyor. Bu nedenle bu tür konuları konuşuyoruz. Hastaların birçoğunun yalan söylediğine dikkat çeken Şahin, “Hastalar yalan söylüyor. Kendileri de bunun farkında. Maddeye ulaşmak için eşini, ailesini gözü görmüyor çünkü uyuşturucu duyguları sıfırlıyor. Hasta eğlenmiyor, gülmüyor, ağlamıyor... Nötr yani. Ama uyuşturucu madde kullanmadığı zaman, hem fizyolojik hem de psilojik olarak yaşadıkları gün yüzüne çıkıyor. Diyor ki mesela belim ağrıyor. Fıtık çıktı... Yani madde ağrıları da sıfırlıyor, hissetmiyor. Bu sonra ortaya çıkıyor. Psikolojik olarak da bu böyle. Ağlamaya başlıyor. ‘Aileme n’aptım? Pişmanım’ diyorlar..” ifadelerini kullandı. Ailelerle ile yaptıkları terapilere de değinen Şahin özetle şunları söyledi: “Aileleri daha çok bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Aileler çocuklarının zevk için uyuşturucu madde kullandıklarını düşünüyorlar. Onlara zevk için değil artık bir bağımlılığa dönüştüğünü anlatıyoruz. Çocuklarının çok iradesiz olduklarını ifade ediyorlar. Bunun iradeyle alakalı olmadığını bunun bağımlılıkla ilgili olduğunu söylüyoruz. Uzaklaşma imkânları varsa uzaklaşmalarını, tatil yapmalarını falan söylüyoruz. Çocuklarına güveniyor gibi yapmalarını ama asla güvenmemelerini, denetim altında tutmaları gerektiğini, nereye gidip geldiklerini kontrol etmeleri gerektiğini söylüyoruz.”

BM tehlikeye dikkat çekiyor
Dünya genelinde 15-64 yaş arasında 250 milyon kişi en az bir kere uyuşturucu madde denedi.
-2016 yılında dünyada 207 bin kişi uyuşturucu nedeniyle hayatını kaybetti.
-10 madde kullanıcısından biri maddeye bağlı hastalıklara maruz kalıyor.
-Uyuşturucu maddeyi ilk kullanma yaşı ortalaması 13.8 olarak tespit edildi.
-Yatarak tedavi gören bağımlıların yaklaşık üçte biri 15-24 yaş grubunda.
-Gençler arasında doğrudan kana karışan uyuşturucu madde kullanımı daha yaygın.
-Sentetik uyuşturucu kullanımı sonucunda yaşanan ölümlerde Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada yer aldı. 2015 yılı verilerine göre 580 kişi yüksek dozda uyuşturucu kullanımı nedeniyle yaşamını yitirdi.

Seyhan Avşar / CUMHURİYET
 


Eğitilmeyen toplum uyuşur! - FİKRİ SAĞLAR

Uzun süren bayram tatili bitti...
İnsanlarımız, acısıyla tatlısıyla bir bayramlar silsilesini daha geçirdi... Aileler, akrabalar, dostlar ve komşular bir araya geldiler, konuştular, görüştüler... Biraz özlemlerinden, biraz memleket meselelerinden, çokça da yaşamlarından bahsettiler!..

•••

Bayramlaşma vesilesiyle gezdiğim ilçe ve köylerde ki sohbetlerimizde yurttaşların; “giderek altında ezildikleri ekonomik sorunlarını” dile getirmekten başka konuları olmadı!.. Özellikle çiftçiler çok sıkıntılı. Ürettikleri meyve ve sebze para etmiyor. Esnaf “bayramın geldiğini anlamadık bile” diyor... Emekçi “çocuklarına bayram hediyesi alamadığı için duyduğu üzüntüyü” anlatıyor… Memur “her an işlerine son verilme korkusuyla bayramı geçirdiğini” söylüyor... Kurban Bayramı’nda birleşerek kurban kesenlerin amaçlarının, bayramın anlamına uygun “fakirlere yardımdan” daha çok, kendi ailelerinin en azından birkaç aylık et ihtiyaçlarını karşılamak olduğunu dile getiriyor...
Kısaca sohbet ettiğim hiç kimse “bayram sevincini yaşıyorum” demedi!..

•••

Yurttaşlarımızın temel derdi her gün gelen “şehit” haberleri!.. Çok üzüldüklerini söylüyorlar, ancak terörün sorumlusunun “iktidar” olduğunu ilave etmekten geri durmuyorlar!.. Ülkede bazı şeylerin değiştiğini biliyorlar, ancak değişimin kendi “hayırlarına” olmadığının farkındalar!.. Özetle görülen o ki; 10 günlük tatil, azınlığın mutlu olduğu, çoğunluğun daha büyük sıkıntılarla baş başa kaldığı günler geçidine dönüşmüş…
•••

Aslında gerçekleri “gören göz kılavuz istemez!” Yoksulluk ve açlık o kadar vahşi hale geldi ki, saklasan da fayda etmez!.. Bir tek Saray ve yandaşları milletin haline bakmadıkları için hakikati göremez… Ve maalesef tüm yetkiler şu an onların elinde!..
Ancak bilinmeli ki; onları durduracak tek güç de yurttaşın kendisinde!..

•••

Önümüzdeki hafta başı ülkede okullar açılıyor… Öğrenci aileleri bayramın hemen sonrasında yeni bir masrafla daha karşı kaşıya kalacak!.. Görüştüğüm çok kişi yapacağı masrafın derdinde değildi!.. Bana “İki önemli korkuyu yaşadıklarından” bahsettiler...
Birincisi; AKP eğitim müfredatını değiştiriyor!.. “Tamamen bilimden uzak dine dayalı bir sistem kuruyor” dediler!… Haklılar; hani “dindar ve kindar gençlik” yetiştireceğim diyordu ya, şimdi bu karanlık hedefi gerçekleştirmek için adımlar atıyor…
Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerleri yok sayılıyor. Ulusal günler, değerler, kurucu unsurlar, bilimsel konular artık gençlerin bilgisine sunulmayacak!!.. Bunların yerine İslam, evliyalar, enbiyalar anlatılacak... İslam’a göre evliliğin nasıl olacağı, nişanın anlamı, kız erkek birlikteliğinin sakıncası gibi çağa uymayan, laik demokratik rejime yakışmayan, doğrudan bu gün modern dünyada oluşan yaşam biçimine tasallut eden konular işlenecek!.. Veliler bu durumdan müthiş tedirginler!.. Bu eğitim sistemiyle “Hem değerlerimiz yok sayılacak, hem de kadim kültürümüz değişecek!..”
“Kendimize, geleneklerimize yani yaşam kültürümüze göre değil, onların istediği gibi yaşayan toplum olacağız!..”
•••

İkincisi ise; gençler arasında hızla yayılan uyuşturucu bağımlılığı!.. Veliler, iktidarın bu konuda gerekli önlemleri içtenlikle almadığını iddia ediyorlar!.. Haklılar; yapılan işlerin tamamen göstermelik olduğu, okul önlerinin ,öğrencilerin bulunduğu alanların uyuşturucu mafyasının hüküm sürdüğü yerler haline dönüştüğü, yetkililere duyurulduğunda köklü çözüm üretmedikleri biliniyor!.. Çocukların fahiş kazanç adına bir avuç mafyaya teslim edilmesini, yöneticilerin aciz kalmalarını kabullenemiyorlar; hatta rant adına bunlara göz yumulabileceği ihtimalini bile dile getiriyorlar. Buna dehşetle karşı çıkmalıyız!..
•••

Uyuşturucu çağın en büyük belası!… Susurluk olayını çözmek için verdiğim uğraş sırasında bu konunun üzerinde çok durmuştum!.. Gelen tehlikeyi siyasal yönetimlere anlatmaya çalışmıştım. Türkiye, Susurluk Çeteleri öncesi, uyuşturucu yol güzergâhında bir ülkeydi. Yasalarımızda “uyuşturucu satanlara ve kullananlara büyük müeyyideler vardı.” Giderek bu suçların cezası hafifletildi!.. Hatta zehre göz yumulur hale gelindi… Böylece Türkiye, uyuşturucu güzergâhında yer almaktan çıktı. İmalathaneler kuruldu. Olağanüstü hal bölgesinde ki terör de bahane edilerek hammadde kaçırılması kolaylaştırıldı. Sonrasında Avrupa’ya mal satan en büyük uyuşturucu imalatçısı haline geldi…
•••

Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz; polisimizi överken bir tehlikeli gerçeği dile getirmişti. Demişti ki; “Dünyada yakalanan uyuşturucunun yüzde 36’sını, Avrupa’da yakalananın yüzde 64’ünü polisimiz yakalamaktadır!..” Bu oranlar Türkiye’nin içine düştüğü felaketi açıkça göstermekteydi!

•••

Uyuşturucu imal eden ülkeler önce kendi insanlarını bağımlı hale getirirler!.. Nitekim böyle oldu!.. Uyuşturucu kullanım yaşı çocuklar seviyesine düştü. Emniyet Genel Müdürlüğü 2011 verilerine göre yaşam boyu uyuşturucu kullanım oranının en yaygın olan aralığının 15 ila 24 yaş olduğunu açıklamıştı!..
•••

Dahası Sağlık Bakanlığı, 2009-2014 arasında 1 milyon 182 bin 505 kişinin madde bağımlılığı tedavisi gördüğünü, en çok vakanın İstanbul’da ve hastaların çoğu 20-29 yaş grubunda ve de erkek olduğunu belirtmişti…
Yine Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu, 2007-2013 yılları arasında doğrudan madde bağlantılı ölüm sayısının bin 61’e ulaştığını da bildirmişti.

•••

Bakanlık; alkol ve uyuşturucu tedavisi için AMETEM’e 2007 yılında 38 bin kişi başvurmuşken 2013’de bu sayının 258 bine çıktığını raporlamış böylece madde bağımlık oranın yüzde 657 artış gösterdiğini duyurmuştu...
•••

20.06.2017 tarihli BirGün gazetesinde çıkan haber ise çok vahimdi!..
“...BM Uyuşturucu ve Suç İle Mücadele Dairesi’nin verilerine göre, sentetik uyuşturucu kullanımı sonucunda yaşanan ölümlerde Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada yer almaktadır!”

•••

Bu kötü günleri yaşayacağımızı tam 20 yıl önce düşünmüşüz!..
11 Nisan 1997 yılında Susurluk Raporu’na karşı bildirdiğim görüşlerimin içinde uyuşturucuyla ilgili bakın ne yazmışım.
“…. Bu bölgedeki istikrarsızlık, ülkede oluşan kara paranın varlık nedeni olan uyuşturucu kaçakçılığı, silah ticareti, gasp, fidye, adam kaçırma gibi eylemlerin kolayca gerçekleştirilmesine neden olmaktadır.
Afganistan ve Pakistan’dan gelen uyuşturucu hammaddesinin kolayca geniş ve mamul hale getirilmesinde bu bölgedeki otorite boşluğunun büyük katkısı vardır. Bölgenin birçok yerinde uyuşturucu imalathaneleri bulunmaktadır. Uyuşturucunun, bazı güvenlik güçleri mensuplarının denetiminde, hatta yer yer PKK militanları ile birlikte sevkiyatının sağlandığı iddiaları vardır ve bu iddialar ciddidir. Bu bölgede bu güne kadar tek bir uyuşturucu imalathanesi yakalanmamıştır. Ancak bizim baskılarımızla göstermelik bir, iki baskın yapılmıştır.
Yöreden gelen bazı güvenlik mensuplarının servetlerindeki artış dikkat çekicidir. Bazı aşiretlerin de aynı doğrultuda faaliyet gösterdiği bilinmektedir. Uyuşturucu olgusu sonucu Türkiye coğrafyası üzerinde yaklaşık 50 milyar dolarlık bir kara para dolaşmaktadır. Bu para ve oluşum süreci, ülkemizin, özellikle yörenin, sosyal, siyasal ve ekonomik dengelerini bozmaktadır…”

•••

Yaşam biçimine müdahale edildikçe insanlar durdurulamaz tepkiler gösterecektir!..
Eğitim bozuldukça, çağın dışına çıktıkça, gençler başka arayışlara girecektir!.
Ekonomi çöktükçe de yurttaşların sıkıntıları toplumsal bunalıma dönüşecektir!..
Bir de demokrasi, hak, özgürlük, adalet, eşitlik ve adil paylaşımdan da uzaklaşılırsa, o toplum ya kendini uyuşturur ya da birbirini boğazlar!..
Aman dikkat!.

Fikri Sağlar / BİRGÜN

Bombacı ile yağmacı - NAZIM ALPMAN

İstanbul’un en karanlık günlerinden biriydi. 6-7 Eylül 1955’te yaşanan o iki gün, sonbaharla birleştirilmiş “6-7 Eylül Olayları” diye tarihe geçecekti.

Ama aslında “olay” falan yoktu.
Büyük bir kara senaryonun ağır bir sorumsuzlukla uygulanması vardı.
Aslında “olaylardan” iki üç gün önce İstanbul’un çevre ilçelerinde Demokrat Parti teşkilatına mensup vatandaşlar hazırlanmışlardı. Büyük bir memleket davasına hizmet edeceklerdi! Sadece gerekli işaretin gelmesini beklemeleri gerekiyordu.
O işaretin gelmesi de gecikmedi!
İstanbul Ekspres gazetesi akşamüstü “yıldırım baskı” ile beklenen işareti verdi:
“SELANİK’TE ATA’MIZIN EVİ BOMBALANDI.”
Halkın galeyana gelmesi gerekiyordu, geldi!
Bir gece önceden örgütlenmiş “galeyanı üzerinde” kitleler İstanbul’un Rumları başta olmak üzere Ermenileri, Yahudileri, Süryanileri, Bulgarları, İtalyanlarına ait işyerleri, otelleri, depoları ve konutlarını yağmalamaya başladılar.
Olay yeri Yunanistan olduğu için İstanbul’un Rumları ilk hedefti. Ama diğerleri de bu yağmadan nasiplerini alacaklardı. Hepsi “kafir” idi.
İstanbul tarihinin en kara günlerini yaşıyordu.

•••

Bu büyük olayların aslında devlet tarafından düzenlendiğinin pek çok işareti vardı. O sırada genç bir polis muhabiri olan Hasan Pulur, Taksim’de İstanbul’un emniyet birimlerinden bilgi alırken bir polis şefi duruma isyan etmiş ve şöyle demişti:
-Vurun dedikse öldürün demedik ki!!!
Bu bir anekdot, Hasan Ağabey akşamüstü sohbetlerimizde ders niyetine anlatırdı bize Milliyet’teki odasında… Ama daha keskin ve net bir itiraf da vardı. General Sabri Yirmibeşoğlu, kendisiyle röportaj yapan gazeteci Fatih Güllapoğlu’na Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Özel Harp Dairesi’ni anlatırken somut bir eylemini de iftiharla açıklamıştı:
-6-7 Eylül Olayları Özel Harp Dairesi’nin mükemmel bir harekâtıydı. Amacına ulaştı!
Hepsi yıllar sonra ortaya çıkacaktı.
Mesela Selanik’te Atatürk’ün evini bombalayan Engin Oktay adlı bir üniversite öğrencisiyle Türkiye’nin Selanik Başkonsolosluğu’nda çalışan Hasan Uçar Yunanistan polisi tarafından yakalanıp tutuklandılar. Hasan Uçar bu işi Engin Oktay’ın kendisine yaptırdığını söyledi. Her ikisi de Batı Trakya Türklerindendi. Engin Oktay Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisine sağladığı burs ile Selanik Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisiydi.
Engin Oktay, Hasan Uçar’a başkonsolosluktaki işini sağlamıştı. Bunu da yıllar sonra (21 Ocak 2001) Yeni Şafak’tan Nasuhi Güngör’e söyleyecekti.
Yargılama esnasında her şey ortaya çıktı. Bomba tahrip gücü çok az olan özel imalattı. Türkiye’den gönderilip elden teslim edilmişti. Bu ayrıntılar da 27 Mayıs 1960 sonrasında yapılan Yassıada Duruşmaları’nda ortaya çıktı. Sanıklar arasında dönemin Selanik Başkonsolosu Mehmet Ali Balin ve Engin Oktay da vardı.
1956’da Yunanistan’daki duruşmada Atatürk’ün evine bomba atmakla suçlanan Engin Oktay tahliye edildi. Türkiye’ye kaçtı. Devlet bursu ile tahsiline Türkiye’de devam etti. Daha sonra sırasıyla kaymakam, emniyet müdürü ve valilik görevleri yaptı. Son görev yerleri Nevşehir Valiliği ve Eskişehir Emniyet Müdürlüğü oldu.
                                                                          •••

Şimdi bir de galeyana gelmiş halktan bir temsilciye kulak verelim… 6 Eylül 2013 tarihli Agos gazetesinde Funda Tosun’un tarihi öneme sahip bir söyleşisi yayınlandı. Funda konu hakkında ilk kez “ben yağmaya katıldım” diyen birini bulmuş ve konuşturmuştu.
Mikdat Remzi Sancak “olaylara” nasıl katıldığını şöyle anlatıyordu:
-Tophane’de muhallebicideydik. Ortalık karıştı. Duyduk ki Atatürk’ün evine bomba atmışlar. Millet galeyana gelmiş. Dükkanların camlarını kırıp ne var ne yok alıyorlar. Polisler de kırın, saldırın diye teşvik ediyorlardı. Biz de katıldık, ne yapalım!
Mikdat Remzi “vatana millete hizmet aşkıyla” yaptıklarını anlatmaya devam ediyor:
-Ne kadar Rum, Ermeni, Süryani, Musevi, varsa hepsinin dükkanlarına girdik, evlerine daldık. Bir ara baktım bir kuyumcu dükkanına saldırıyorlar, ben de karıştım aralarına, vitrinde ne var ne yok doldurdum koynuma. Küpe, müpe altın, kolye… O gece gayrimüslimlerin yaşadığı Adalar’a vapur kaldırdılar. İnsanlar doluşup yağmaya gittiler. Ben gitmedim.
Remzi Sancak bir yere geliyor; kendini ve yaptıklarını sorguluyor:
-Aldıklarımı sandalın başaltına koydum. Aldıklarım diyorum ama doğrusu çaldıklarımı demem lazım. Çünkü yaptıklarımın hırsızlık olduğunu düşünüyorum. Öyleydi işte bir kargaşa oluştu herkes ne çarptıysa kaldırdı!
Bunları neden yazıyoruz?
Bu ulus (Türkler) sadece bombacılardan, yağmacılardan, hırsızlardan ve katillerden ibaret değildir. Vicdanı olanlarımız çoğunluktadır. İnsan olmak ve insan kalmak için çaba harcıyoruz.
O dönemde bu vahşeti yaşamış en eski İstanbullular Rumlardan, sonra İstanbul’u Ermenilerinden, Süryanilerinden, Yahudilerinden, Bulgarlarından, İtalyanlarından özür dilemek zorunda olduğumuzu hatırlatıyoruz.

Bombacı Engin Oktay gibi değil de, yağmacı Mikdat Remzi kadar olabilmek için…

Nazım Alpman /BİRGÜN

6 Eylül 2017 Çarşamba

Kim deli? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Üçüncü Dünya Savaşı başlayacaksa Ortadoğu’dan başlayacak diyenlere bile “bu gidişle herhalde uzak Asyadan başlar” dedirtecek gelişmeler yaşıyoruz son günlerde malum. Tüm dünya ağız birliği etmişçesine Kuzey Kore’den Kim adlı bir “deli”nin dünyayı ateşe atmaya hazır olduğunu söyleyip duruyor. ABD kaynaklı haberler göre Kim o kadar deli bir adam ki, “zihni sorunları” olduğu kendi partisi içinde de dile getirilen ABD Başkanı Donald Trump bile onun yanında aklıselim sahibi biri olarak değerlendiriliyor..

Güçlülerin yürüttüğü propaganda savaşının yenilgiye uğratılması gerçekten zor. Her türlü propaganda makinesiyle boca edilen yalan haberlerle şeytanlaştırılan bir Kuzey Kore ile lideri Kim Jong - un var. Her gece dünyayı mahvetme rüyası gören çılgın bir şişmanla karşı karşıyayız adeta.Oysa burnunun dibindeki denizde Güney Kore ile birlikte son yılların en büyük tatbikatını yaparak Kuzey Kore’ye tehdit  sallayan bir ABD olduğunu nedense hiç konuşmuyoruz. Kim’in bunu ülkesi için bir tehdit saydığını, dolayısıyla karşılıksız bırakmayacağını söylediğini ama yine de müzakere yoluyla sorunun çözümü için çabaladıklarını defalarca açıkladığını da duymazdan geliyoruz. Varsa yoksa Kuzey Kore’nin nükleer denemeleri.

Elbette Kim’in tehditler karşısında ülkesini koruma hakkı vardır ancak bunu tüm dünyayı tehlikeye atacak bir çılgın gibi görünmesine gerekçe yapacak bir noktaya getirmemesi gerekir. Çin de Rusya da başından beri destek verdikleri Kuzey Kore’yi bu açıdan uyarıyorlar da. Gerçek şu ki dünyamız için tehlike Kuzey Kore değil. Nükleer denemeler yapmak bir tehlikeyse tabii.

Eğer öyleyse 1950’lerden bu yana defalarca nükleer denemeler yapan ABD hâlâ dünyamız için gerçek bir tehlike olmaya devam ediyor. Üstelik bunu açıklayan ABD’nin kendisi. Bu yılın Nisan ayında nükleer denemelerle ilgili arşivini açıklamıştı. 1953, 55, 58 yıllarında gerçekleştirdiği üç nükleer deneme var örneğin. Soğuk Savaş’ın en sert zamanlarında yani. Nevada çölündeki Hawaii açıklarında yapılan denemelerdi bunlar. Ortaya çıkan enerjinin ne kadar yıkıcı boyutlarda olduğu yeni yeni açıklanıyor.

1955’de yapılan, “Çaydanlık Operasyonu” adlı denemede kullanılan bomba 43 bin TNT’ye eşitti ki Hiroşima’ya atılan bombanın iki katı fazla anlamına geliyor. Barış zamanında yapılan bir denemeydi bu, hatırlatırım. Kuzey Kore’nin nükleer denemelerinin askerlerine ne tür zararı olduğu konusunda bir bilgimiz yok ama ABD’nin söz konusu denemelerinde binlerce ABD askeri radyasyona maruz kalmıştır denir. Bu konuda yayınlanmış raporlar olduğundan söz edilir.

ABD bizi Kim’in nükleer testiyle meşhul ederken kendisi de boş durmuyordu. Daha bu yılın Nisan ayında ABD Hava Kuvvetleri, Nevada Eyaleti’nde, yeni tip B61 nükleer bombayı ilk kez F-16 savaş uçağıyla başarıyla denediğini duyurdu. Kuzey Kore’nin ya da İran’ın nükleer denemelerine pek duyarlı “dünya kamuoyu”ndan pek ses seda çıkmadı.

Soğuk Savaş dönemi de olsa barış zamanlarında ABD kendi topraklarında yurttaşlarının sağlığını hiç sayarak çok sayıda nükleer deneme gerçekleştirdi. ABD hükümeti 1963’den itibaren yer üstündeki denemeleri durdurdu ama yer altı denemeleri 70’ler boyunca sürdü. Bu denemelerin yapıldığı bölgelerde yaşayanlara tazminat verdi ABD hükümeti. Yani ABD kamuoyunda bunun zararları yıllarca konuşuldu. ABD’liler Kuzey Kore’nin “dünya için ne kadar tehlikeli” olduğunu bilmiyorlardı bile.

ABD Kongresi, Nevada Çölü’nde kurulan nükleer deneme bölgesi yakınında yaşayıp da denemeler yüzünden kanser olanlara 50’şer bin dolar tazminat ödeme kararı çıkarmıştı. Kanserden ölen ABD’lilerin sayısı ise 11 bindi. Kimi aktivistler asıl sayının daha da fazla olduğunu ileri sürüyorlar.

Kuzey Kore liderinin uzlaşmaz gibi görülen tavırları aldatıcı olmasın. Kuzey Kore’den komşusu Güney Kore’ye sürekli heyetler gidiyor. Güney Kore liderinin, Trump’ın tüm kışkırtmalarına ragmen “müzakerelerden yanayız” demiş olmasının nedeni bu. Dünya için değişmez tek bir tehlike var, o da ABD.

İnanmayan Nevadalılara sorsun.



MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Hep kurucu başbakan: Mithat... Tanzimat'ın has çocuğu - YALÇIN KÜÇÜK

Büyük İskender, savaşçı mı kurucu mu, söylemek zor, kırka yakın şehir kurmuştu, bir kısmı bugünlere kaldılar. Kalanlardan en büyüğü “İskenderiye” ve küçüğü “İskenderun”, ben küçük’tenim. Çocuktum, küçük şehrin modern yarısında, iki ilkokul vardı, birisi “Mithat Paşa” ve diğeri “Namık Kemal” idi. Benim ilk, “ilk” okulum “Mithat Paşa” oldu, çok güzel ve büyük bir okul yapısı olarak hatırlıyorum. Biz Fransız sömürgesiydik, Fransızlar’dan kalma güzel bir okulda okuyorduk. Okullarımızın isimleri bizde büyüklerimizi yaşatıyordu, Mithat’ı içimizde ve dışımızda yaşıyorduk. Onu katleden Abdülhamit’ten nefret ediyorduk, öyle yetiştik.

Silivri’de cürüm arkadaşım Veli Paşa’nın kızları Zeynep, Namık Kemal’de okumuşlar, “Barika-i Hakika Müsademe-i Efkardan...” Daha o zamanlardan biliyorduk. “Barika”, “Yıldırım” ya da “Şimşek”, “peygamber’in atıdır ve ismi “Burak” değil ve yanlış isimler var. Ben Mithat Paşa’daydım, kıvanç duyardık. Paşa, İskenderun’da görevliydi ve Dayım belediye başkanı, tanışıyorlar. Biz hapishanede tanıştık.

Sonra bir ilkokul daha kuruldu, eski mahalle’de, adı “Kurtuluş”, bina, Fransızların hapishanesi, zemin katı karanlık, evlerimiz yakın olduğu için bizleri naklettiler. Anne yanımdan dedem, “Yanıç” Teşkilat-ı Mahsusa’dan, Hatay’ın kurtuluşunda en büyük çetenin reisi; ben çocukken hep çete reisi olmak istiyordum, mahalle kavgalarında olurdum. Böyle okuduk ve böyle yetiştik. 29 Nisan 1960 tarihinde, 27 Mayıs’tan bir ay önce, ciddi bir çete reisi oldum.

Daha sonra da ortaokula geçtik, müthiş, bir frer’ler okulu, spor tesisleri çok modern, basket sahası, futbol sahası, birden daha çoktular. Liseyi, Haydarpaşa ve Kabataş’ta okudum, Kadıköy Vapur İskelesi’ni çok severdim, orada Modalı kızlar ve oğlanlar birbirini üç dakikada “tavlarlardı”, benim yaşlarımda çok güzel kızlar ve oğlanlardı, imrenirdim.

Şehir Hatları vapurunda, 25 kuruşa ayrıca lüks bileti alırdım, annem parayı gönderirdi, Falih Rıfkı – Hüseyin Cahit oraya otururdu, sabahları Bab-ı Ali’ye giderlerdi, yakın otururdum, dinlerdim, dillerini öğrenirdim. Falih Rıfkı’nın Türkçesi çok güzeldi, Hüseyin Cahit Yalçın polemikçiydi, ayırırdım. Hep öğrenirdim. Yüksek sesle sohbet ederlerdi ve sanki dinlememi isterlerdi. Dinlerdim.
İskenderun’da babam her gün gazetelerini alırdı. Önce okur sonra iki kardeş bizleri imtihan ederdi. Altı yaşlarındaydım. Sömürge kalıntısı bir yerdeydik, babam özenirdi. Sömürgede kültürlü olmamızı istiyordu, İskenderun’da hâlâ sömürge kültürümüz vardı. Sonra dejenere olduk.

***

Haydarpaşa’yı Abdülhamit yaptırmış, bir hastane havası vardı ve Sultanahmet Cezaevi’nde iken uzaktan Haydarpaşa’yı seyrederdim. Kabataş saraydı ve Sultan Abdulaziz’in intihar ettiği yerdi. Ve çok severdim, kayıkçılar olurdu ve haberliydi, binerdik ve inerdik, yirmi beş kuruş, Ortaköy’e “kaçardık”. Bir küreklik yoldu. Müsyo Mordo’nun kahvesi, şimdi arkadaşım Güngör Uras’ın çalışma dairesinin karşısı, gittikçe, Mordo’yu ararım ve artık yoktur. Giderdim ve ben bilardo oynardım, arkadaşlarım ya pişti oynarlar ya da zengin armatörün güzel kızlarına bakarlardı. İkisi evlendiler. Evlenenler gazeteci oldular. O tarihlerde gazeteci olmak isteyenler üniversite okumazlardı, zengin ailelerin kızlarını bulurlardı. Evlenirler. Bir iştir.

***

Fransızlar çabuk gittiler ve üstelik biz zorlamadık. Ancak yatırımlarına bakacak olursak, daha çok şehircilik, okul ve benzerleri, “Balıkhane” Nice’tekinin aynı, uzun yıllar kalmayı planlıyorlardı. Ancak İngilizler hiç öyle davranmadılar, Toynbee’nin sözüyle ortaklarından çalıyorlardı, Musul’u verdiler ve geri aldılar ve bütün Mezopotamya’ya el koydular, Araplara dört devlet yazdılar; bunları daha sonra ele almak istiyorum ve burada duruyorum.

Fransızlar, dayanamadılar ve tarihimizde zaman zaman Fransızların Türk yanlısı gösterilmesi buradan kaynaklanıyor ve hiç doğru değil. Emperyalist olmuşlar ve çok zayıftılar; İngilizler’in arkasına sığındılar. Hala öyle ve Mitterrand’dan bu yana, Almanya’nın arkasındadırlar.

***

Güzel, benim kendi kendime bir sorum var ve şudur; neden Selanik’i incelemek için bu kadar geç kaldım ve bunu hem anlamıyorum ve hem de kendimi affedemiyorum. Çok öğretici ve üstelik modern Selanik’in kurulmasında Türkler’in rolü çok büyüktür. Modern Selanik’i yangınlar kurmuş, yok etmişler ve 1890 yangını yeni kuruluşu zorlamış, 1917 de var ve 1922 İzmir yangını karşılığıdır. Hepsini yazacağım ve hazırlanıyorum.

Ve sonra Türk Valiler ve başta Tanzimatçı Sultan Abdülmecid ve Tanzimat’ı hazırlayan, büyük reformcu İkinci Mahmut’un oğludur, Selanik’e gittiler ve okunmalıdır. Ben geç kaldım; Cumhuriyet, “Tanzimat” ile başlar ve artık bu alfabedir.

Bir kitap, Gilles Veinstein, çok değerli bir Fransız ve İbrani ve Türkiye uzmanı da sayabiliriz, tarafından düzenlenmiş, ve şunları yazıyor, “la ville sera régénérée dans le cadre plus général de grandes réformes entreprises par l’Empire ottoman a partir de 1839, les Tanzimat.” Ve devamla, Tanzimat’ın ikinci Sultan’ı, İkinci Mahmut’un oğlu Abdülmecid’e ise çok ayrı ve büyük bir rol veriyor. Ve bu ayrı bir soruyu beraberinde getiriyor; peki neden, Sultan Hamid dahil Avrupa’da bir modern “Türk” şehri yapmaya, neden bu kadar önem verdiler. Dahası var, Mithat Paşa’nın Selanik’e vali tayin edilmesi büyük sevinçle kaydediliyor. Ve bu bölümü yazan Alexandre Yorulympos adında Yunan asıllı bir bilim adamıdır.

Neden geç kaldım, galiba kendimi kendime affettirebilmek için ve bir de 1916’dan itibaren Mezopotamya tarihini öğrenmek üzere, tarihten tarihe koşarken hasta düştüm. Bir de, çok hoş, Akepe’ye bakmaktan, akepe’ye benzedim, bilgilerimi kaybettim, bir dönemdir, hep bilgisiz insanlar olduk, gerçekten cahilleştiğimi anladım. Şimdi televizyonlara bakamıyorum. Ayrıca TV’lere profesör olarak çıkarılanlara hiç bakamıyorum. Bunlar neee! Aralarında birisi bizim İlber mi nee! Bir alem insanlar!

Ve şimdi öğreniyorum, Ermeniler ile sınırımız, Doğu Sınırımız, sanki 1915 yılında çizilmek üzeredir. Ve ilk kaybettiğimiz ülke Basra’dır ve yerine bir Hint Devleti vardı.

***

Ne hoş, kaybettiğimiz topraklara “ülke” sadece ben diyorum ve 1961 yılından bu yana “Doğu Birliği” çağırıyorum. İlk parçası Suriye’dir ve İskenderun, limanı’dır. Ve Suriye’de İttihad Terakki kokusu var ve Doğan Avcıoğlu benzer bir parti programıyla yola çıkmıştı, Cemal Madanoğlu ile beraberdiler. Suriye’de bu Parti’nin iki kurucularından birisi bir Hıristiyan’dı, Ermenileri, Kürtleri ve tabii Çerkezler’i çoktular.

9 Mart 1971 yılında durdular.
İkili, 9 Mart 1971 yılında bir müdahale ya da “Devrim” yapıyordu ve yüksek rütbeli subaylar, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları durmayı tercih ettiler. Doğan ve Madanoğlu’nu kısa dönem hapse attılar. Sonra hepsini bıraktılar.

Bir darbe girişimine, bu yakında olana da, “girişim” diyorlar, bütün subaylar katılıyorsa, hepsini cezalandıramıyorlar. Bırakıyorlar. Geçmiş tecrübemiz budur.
Şimdi hapisteki subaylar, generaller, “ben darbe girişiminde vardım” ve ekliyorlar, “Gülen asla” diyorlar. Gülen ile beraber olmayı hakaret sayıyorlar. Ben katılıyorum, Türk Ordusu, Gülen’e katılmaz; alt rütbede birtakım kariyeristler vardır.

***

Kabataş Lisesi’nde değil, bir sarayda okuduk.
Kabataş Lisesi’nde müdürümüzün geniş ve muhterem salon misli odasında Sultan Abdülaziz intihar etmişti, yanından geçerken korkmuyorduk. Müdürümüz Dranas çok disiplinliydi, çekinirdik, ama, bir yemekte bir koyun bitiren, ansiklopedilere göre, “şişman, ablak yüzlü, ak düşmüş çember sakallı” olan Abdülaziz’in cenazesinin bir süre tutulduğu saray odalarından korkmuyorduk. Aslında pek de duymuyorduk. Abdülaziz bize komik geliyordu.

Abdülaziz, İkinci Mahmut ve Abdülmecit’ten sonra, Tanzimat sultanları saydığımız “Tanzimat” dönemi, ki bu dönem Büyük Reşit Paşa ile anılıyor, çok ayrı bir dönemdir, resmen 1839 yılında başlıyor. Kabakçı Mustafa’nın elinden Üçüncü Selim kurtulamamıştı, İkinci Mahmut kıl payı kurtuldu, ölümden dönen adamdı, kırıcı ve devrimciydi, bir ordu ortadan kaldırdı ve yeniçerileri yok etti ve yeniçerilerin cesetlerinden Boğaz artık görülmüyordu. Yeni bir ordu kurdu; tıbbiye, mülkiye, pek çok mektep işte bu zamanda ortaya çıktılar.

Tanzimat, kırma ve kurma dönemidir.

***

Tanzimat dönemine bir anlamda “vezirler dönemi” diyebiliriz. Vezirler, Mithat, Hüseyin Avni, Mütercim Rüştü, vezirler ya da sadrazamlar, ülkeyi idare ediyorlardı ve Sultan Aziz ise Mehmet Memduh Paşa’nın bir eserinde şöyle yazılıyordu: “Hayal ve orta oyunu ile karakucak güreşi altın çağlarını onun döneminde yaşamıştır. Tiyatroyu sevmezdi, köçek oynatmayı, horoz döğüşü ve karagöz oyununu severdi.” Pek bayağı eğlencelere düşkün ve Tanzimat’a göre bayağı bir insandı. Hal etmek zorunluydu ve yaptılar.

Önce indirdiler ve şehzade Murat’ı getirdiler. Yokluğu hiç duyulmadı. Ancak Murat akıl hastasıydı ve sadrazamlara ve bu ara başta Mithat’a bu sultanı da indirmek ve yeni bir sultan bulmak kalıyordu. İkinci Hamit’i buldular ve modern bir prens olarak biliniyordu. İndir-çıkar, Mithat Paşa için zor olmadı ve buradayız.

***

Sultanlar vardır, krallar vardır, imparatorlar vardır, en çok güçlü insanlardan ve en çok bir tür borçlu olduğunu düşündükleri yöneticilerden korkardı. Ve bunlardan kurtulmanın zamanını ararlar ve beklerlerdi. Sultan Hamit, bunlardan birisidir. Beni Mithat yukarı çıkardı ve bir gün o indirecek, güçlüdür, diyordu. Sultan Aziz’in ölümü ya da intiharından yıllar geçti ve yıllar sadece korkusunun artmasına sebep oldu ve beş yıldan sonra harekete geçti. Yıldız Sarayı’nda bir çadır mahkemesi kurdurdu. Mahkeme heyetinin arkasında, Adliye Nazırı Cevdet Paşa, tarihçi Cevdet vardı ve o idare ediyordu. Aslında idare edilecek bir iş yoktu, sonuç belliydi.

Mithat çok şakacıydı ve sonucu belli mahkeme bunu etkilemedi. Mahkeme Başkanı ilk önce İddianame’yi okudu ve sonra Mithat Paşa’ya nasıl bulduklarını sordu. Cevabı şudur: “İki mahallini doğru ve sahih buldum. Onun da birisi başındaki besmelesi ve diğeri nihayetindeki tarihidir, kusur yerleri yalan ve yanlış ve kaideyi menazırdan hariç sözlerden ibarettir.” Güzel, Mithat, korkmaz bir paşadır.

Taif’de boğdular ve 7 Mayıs 1884 tarihindedir. “Bir gece yarısı Mithat Paşa’nın odası gece yarısı kırılarak dokuz nefer dalmıştı. Mithat Paşa, kendini şehit etmeğe gelen güruha karşı mukabele etmeği lüzumsuz görerek, yalnız Allah’tan korkmalarını ve böylece bir cinayete alet olmayı kendilerine yakıştıramadığına dair bazı sözler söylemekle iktifa etmişti. Bu neferler için, beşer riyal, onbaşı ve çavuşlar için, 10 ile 20 riyal ücretle bu cinayete memur edilenlerden yalnız biri, teessür duyarak kaçmış diğerleri Paşa’nın üzerine hücum ederek boğmuşlardı.”

Ruscuk Valisi, İzmir Valisi, Bağdat Valisi, Selanik Valisi ve her yerlerin valisidir. Adı Mithat, şimdi, yanında Enver, yanında Talat ve yanında diğer yoldaşları, Abide-i Hürriyet'te yatıyorlar. Büyük insanlar yan yanadırlar...

Yanındakilere şakaları eksik etmiyorlar.

Abdülhamid mi, bir kanundur. Kanun-ı Esasi’yi tatil eden Abdülhamid için kendini iktidar edenleri bitirmek esas kanun oluyor. Bir kanun-ı esasi daha kaybettik ve şimdi bir Hamid peyda oluyor. İlki trajik idi ve şimdiki şakadır.
Buradayız.

Yalçın Küçük / SOL

Şeyhin tahtı, zenginin arabası - ÖZGÜR ŞEN

Erdoğan ve arkadaşlarının Gülen cemaatine karşı operasyon üzerine operasyon yaptıkları günlerde AKP çevresini bir korku sarmıştı. Bu adımların toplumda genel bir tarikat ve cemaat düşmanlığını körüklemesinden endişe ediyorlar, ısrarla Gülenciliğin kötü yola sapmış bir tür cemaatçilik olduğunu söylüyorlardı.
Endişelerinin yersiz olduğu kısa sürede anlaşıldı. Ana muhalefet dahil düzen siyasetinden hiç kimse Gülen vakasından yola çıkarak bir bütün olarak tarikat ve cemaatleri karşıya almadı.

AKP'nin tarikatlar ve cemaatler olmaksızın yapamayacağı doğru elbette. Ama eksik... Yalnızca AKP değil bir bütün olarak bu düzen gerici örgütlenmelere ihtiyaç duyuyor. Sadece AKP'nin değil, düzen siyasetinin bütün unsurlarının yolu bir şekilde bu çetelerle çakışıyor.
Şu ya da bu tarikattan rahatsız olan var elbette. Şu ya da bu cemaate düşman olan da... Ama bu gerici örgütlenmelerin bir bütün olarak ortadan kaldırılması kimsenin işine gelmiyor.
Türkiye işte bundan dolayı her gün yeni bir tarikat rezilliğine tanık oluyor. Yobazlığın, sapıklığın, kadın düşmanlığının sonu gelmiyor. Tablo daha karanlık hale gelip rezillik arttıkça tarikatların nasıl çalıştıkları, güçlerini nereden aldıkları gerçeği unutuluyor. Yobazlık o denli korkunç ki, bu korkunçluk gerici örgütlenmelerin maddi temelini örtüyor.

Oysa bu tarikatların hemen hepsi bir şirket gibi çalışıyor ve büyük ve sözü geçen çetelerin tamamının muazzam bir ekonomik güçleri var. Gülen de, Menzil de, diğerleri de büyürken hem dışarıdan hem içeriden kurumsal destek aldılar... Ancak bu desteği iktisadi alanda da kullanmasalardı, farklı alanlara yayılmış bir servet biriktirmeselerdi, ne Gülen bu güce erişebilirdi, ne de Menzil bugünkü Menzil olabilirdi.

Şeyhlerin ve diğer liderlerin lüks otomobillerine bakıp zenginliklerini görmek yetmiyor. Onları yalnızca dinsel sömürünün zenginleştirdiğini düşünen de yanılıyor. Bu tablonun yalnızca bir yüzü... Belki daha doğru bir ifadeyle ilkel birikim safhası... Çünkü ilk birikim sonrasında bu düzenin ve piyasanın kuralları işliyor. Bu kurallar Koç, Eczacıbaşı için neyse, tarikatlar için de o. Zaten zenginlik arttıkça, holding patronlarıyla tarikat şeyhleri veya liderleri arasındaki fark belirsizleşiyor.
Bunlar pazarda karşı karşıya gelseler ve birbirlerine rakip olsalar da, hatta zaman zaman tarikatların ellerindeki gücü kullanarak aldıkları ihaleler veya kullandıkları yayılma yöntemleri diğerlerini rahatsız etse de aralarında bir çelişki yok. Dolayısıyla modern görünenin gerici olanı temizleyeceği beklentisinin maddi temeli de yok... Kimi zaman rekabet, kimi zaman uyum içinde ama öyle ya da böyle paranın kurallarına tabi bir şekilde faaliyet gösteriyorlar. Rekabet ve çekişmeleri de, uyumlu birliktelik ve yardımlaşmaları da düzenin belirlediği sınırlar içinde.

Tarikat şirketleşip şeyh zenginleşirken, patronların sınıfı yeni üyeler kazanıyor. Düzen bu şekilde işliyor, laiklik böyle ölüyor.
Türkiye'de laikliğin ölümünü tarikatlardan daha iyi anlatan bir başka olgu daha zor bulunur. Çünkü bu örgütlenmeler dinin siyasete ve toplumsal yaşantıya müdahale etmesini sağlamak için var. Tarikatlar ve cemaatlerin varlığı laikliğin anti-tezi ve laik bir ülkede tüm faaliyetleri kesinlikle yasak olmalı.
Ancak Türkiye'nin geldiği noktada artık tarikatları durdurmak için de dinsel olana karşı çıkmak yetmez. Dinsel olanın siyasete ve toplumsal yaşantıya müdahalesi paranın belirlediği kanallardan yapılıyorsa, paranın kurallarına karşı çıkmadan bu müdahaleyi engelleyemezsiniz.

Şeyhlerin bindikleri lüks arabalar herkesin dikkatini çekiyor, ne iyi... Şeyhlerin, dinsel liderlerin güçlerini aldıkları zenginlikleriyle uğraşmadan tarikatlarla mücadele edilemez, bu da tamam... Ama o zenginliği bu düzenin kuralları içinde ediniyor, ona tabi olarak zenginleşiyorlar. Öyleyse bu düzeni karşıya almadan o zenginlikle nasıl uğraşacaksınız? Bir tanesinin mallarına el koydunuz, diğerinin faaliyetlerini engellediniz diyelim. Ama o tarikattan boşalan yeri diğerlerinin doldurmasını önlemek için bu piyasanın kurallarını tümden değiştirmek zorundasınız.

Parayla hesaplaşamayan tarikatla da hesaplaşamaz. Paranın hüküm sürdüğü düzen de en sonunda ülkeyi bir tarikatlar cumhuriyetine dönüştürür. Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihi de bunun somut kanıtıdır.

İşte bu yüzden şeyhin arabasına, tahtına bakıp kızmak yetmiyor. Türkiye'de lüks arabalara yalnızca tarikat şeyhleri mi sahip?
Milyonlarca insan yoksulluk sınırının altında ay sonunu zor getirirken şeyhlerle patronlar el ele o arabaları kullanabiliyorlarsa, daha çok taht kurup oturan çıkar bu ülkede.

Özgür Şen / SOL

Makineyle aşk ölümsüz mü, ölümcül mü? - TAYFUN ATAY

İnsanlık tarihi, üç büyük “aşk”a tanıklık eder.
İnsanın ilk aşkı “taş”tır! 2 milyon yıl önce karşımıza çıkan taş alet yapımı, doğa karşısında insanı üstün kılan “kültür”ün başlangıcını işaret eder.
Bu, türümüzün “maymunlar arasında bir maymun” olmaktan çıkmasının önünü açan bir devrimdir.
O yüzden “Taş Devri” yerine “Taş Devrimi” demek daha doğrudur!.. 
 
Bunun gibi bir diğer devrim, 10 bin yıl önce gerçekleşen “Tarım Devrimi”, insanı bu defa “toprak”la tutkulu bir aşkın içine soktu. 

Bu aşkın en has dillendirilişine Âşık Veysel’in dizelerinde şahit oluruz:
“Dost dost diye nicesine sarıldım
 Benim sadık yârim kara topraktır”.
Sonra “makine” gelir! 18’inci yüzyıl ortasında buhar makinesinin icadından istim alan “Endüstri Devrimi”, insanı bugün de devam eden bir aşkla makineye bağladı. 
Öyle ki insan, makineyle bir olmak, var olmak, “makineleşmek” istedi. 
 
Bu “aşk”ın da yine bu topraklardan müthiş bir ifadesi için bu defa Nâzım’a kulak verelim:
“trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!
beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
 oto-direzinler lokomotifleri!
trrrrum,
 trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!”
 
Nâzım’ın endüstriyel sosyalizme inançla harmanlanmış, 1920’lerin başına giden bu “iyimser” dizelerini elbette sorgulamaksızın zikretmek olmaz bugün... Makine ile “aşk”, sorunsuz değil ve pek çok soruyu beraberinde getiriyor: Makineleşme nereye varacak? İnsanlar makineleşirken, makinelerin insanlaşma ihtimali ve imkânı da var mı? İnsan zihninden daha randımanlı ve üstün çalışabilecek makineler üretildiğinde, bunların insanlarla ilişkisi nasıl olacak? Yapay zekâ, doğal insan zekâsını aşacak, bastıracak, ezecek mi?..

Yani insanın makineyle hâlâ büyük tutkuyla devam edegelen “aşk”ı ölümsüz mü olacak, ölümcül mü olacak?! 

Tüm bu soruların cevapları üzerine düşünme yolunda bir yapım, geçen pazar günü National Geographic ekranında seyrimize sunuldu. 

Kanalın 6 bölümlük yeni belgesel dizisi “Geleceğe Doğru” (“Year Million”), yukarıda belirttiğimiz 2 milyon yıllık insanlık tarihinin ötesinde, önümüzdeki “Milyon Yıl”a bakma teklifiyle geliyor karşımıza. Bir milyon yıl sonra insanın nasıl bir dünyada nasıl bir hayat yaşayacağını sorgulayarak...
Belgesel kurgusunda “sıradan bir Amerikan ailesi” karşımızda… Sıradanlığın ölçüsünü netleştirmek için ailenin android bir kızları olduğunu belirtelim!.. 

Bu, bizim “yeni-normal”imiz! Bir yandan, makine ile aşkın evliliğe dönüşüp “meyve” verdiğinin fantezisi denilebilir, ama dizinin akışı bunun çok yakında “gerçek” olmasına ramak kalmış bir fantezi olduğunu düşünmeye kışkırtıyor.
 
İlk bölümden hareketle açalım: Diyelim ki bir trafik kazasında trajik şekilde çocuğunuzu kaybettiniz, ama hayır, kaybetmediniz!.. 

Çünkü eğer 5 dakika içinde çocuğunuzun beynini dijital kopya için taratıp yükletirseniz, 72 saat sonra o, aynı görünüm, davranış ve mizaçla yapay zekâlı bir android olarak karşınızda olacaktır! Üstelik bu, dünyanın tüm bilgisine sahip, yürüyen, kanlıcanlı bir bilgisayardır da artık!..

Dolayısıyla, makine sizi artık ölümü yenme noktasına taşımayı vaat etmektedir; bir “yeni tanrı”nın yeni bir insan vaadidir aslında bu!.. 

Dizinin ilk bölümünün adı, bu vaadi yansıtırcasına çarpıcı, heyecan verici ve tabii ürpertici: “Homo Sapien 2.0”, yani teknoloji, yani “Makine” (artık büyük harfle yazmak gerek!) marifetiyle yeni, daha geliştirilmiş sürümüyle İnsan!.. 

Meşhur bilimkurgu dizisi “Black Mirror”u hayli yankılayan bir dizi-belgesel bu, ama onun gibi “distopik”, yani gelecekten ümidini kesmiş bir içerikle karşımıza çıkmıyor. 
 
Fakat öte yandan Nâzım’ın makineleşme arzusuna, adeta ona “Müjdeler olsun” diye seslenircesine karşılık veren bir iyimserlik de havasına hâkim değil!.. 
 
Sonuçta izlemeye değer, “gerçekçi” bir “gelecek öyküsü” bu.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Neyin seçimi? - ÖZGÜR MUMCU

Kenya Yüksek Mahkemesi, başkanlık seçimlerini iptal etti. Seçim iki ay içinde tekrarlanacak. Kararda kimi seçim tutanaklarında bulunması gereken barkodların yokluğu iptal gerekçelerinden biri olarak gösterildi. Muhalefet ise seçim sayımına ilişkin yazılımın hack’lendiğini ve verilmemiş oyların sisteme aktarıldığını öne sürüyor. Kenya Seçim Kurulu itirazları reddetmiş ve seçim sırasında yaşanan kimi usulsüzlüklerin seçim sonucunu etkileyecek derecede olmadığını açıklamıştı. Buna rağmen Kenya Yüksek Mahkemesi’nin verdiği karar, Kenya’da hukuk devleti ve demokrasinin geleceği bakımından olumlu değerlendiriliyor. 
 
Kenya başkanlık seçiminde dikkat çeken başka bir mesele daha var. O da Cambridge Analytica adındaki bir şirketin iptal edilen seçimlerin kazananı Kenya başkanı Uhuru Kenyatta’nın seçim kampanyasında çalışması. 
 
Cambridge Analytica, esrarengiz bir şirket. Donald Trump’ın kampanyasında yer aldığı biliniyor. Brexit’te de önemli bir rol oynadığı ileri sürülüyor. Şirket, Donald Trump’ın geçiş dönemi ekibinde de yer alan Robert Mercer adında bir işadamı tarafından fonlanıyor. Mercer aynı zamanda aşırı sağcı “altright” hareketinin merkezi Breitbart sitesinin de bağışçıları arasında. Breitbart’ın kurucu ise Charlottesville olayları sonrasında görevine son verilen Trump’ın başstratejisti Steve Bannon.
Amerikan Kongresi, Rusya’nın ABD seçimlerine müdahalesi hakkındaki soruşturmaya Cambridge Analytica’yı da dahil etti. 
 
Kenya başkanı Kenyatta, “dijital başkan” lakabıyla da biliniyor. Kenya, Afrika devletleri arasında internetle en çok haşır neşir olanlarından biri. Sosyal medya kullanımı çok yaygın. Halkın yüzde 90’ına yakınının cep telefonları aracılığıyla internet erişimi var. 
 
Cambridge Analytica, bir “Big Data” yani “Büyük Veri” şirketi. Devasa dijital verileri, psikometrik yöntemler kullanarak analiz ederek seçmen profili çıkarıyor. Bahsedilen alışılagelmiş seçmen profili değil. Neredeyse her seçmenin profilinin ayrıca çıkartılması söz konusu. Psikometrinin gelmiş olduğu aşamada mesela Facebook’taki 40-50 arası beğeni değerlendirerek kullanıcıların cinsiyeti, etnik kökeni, cinsel yönelimi, siyasi aidiyeti belirlenebiliyor. Sadece bu da değil, kaygıları, arzuları da öyle. Bu bilgiler, sosyal medyada kimi uydurma kimi manipüle edilmiş haberlerin o kullanıcılara bireysel olarak servis edilmesinde kullanılıyor. Böylelikle seçmen iradesi bir siyasi kampanyaya maruz kaldıklarını dahi anlamadan etkileniyor. 

 
Kenya Yüksek Mahkemesi’nin kararı, işin içine Cambridge Analytica’nın karıştığı bir seçim sonucunun iptali olduğu için de önemli. Dünya aşırı sağının seçim kampanyalarında yer alan bu şirketi önemsemek gerek. Birçok seçimde geleneksel anket şirketleri neden yanılıyor? Bir özgürlük alanı diye değerlendirilen sosyal medya, küresel aşırı sağcı bir ağ tarafından nasıl kontrol ediliyor?
Belki de “mühürsüz seçime” bir de bu gözle bakmak gerek.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Adli yıl manzarası - ÇİĞDEM TOKER

Cezaevleri tıka basa dolu. Bazılarında tutuklular yerde yatıyor.
Adalet Bakanlığı davet yöntemiyle yeni cezaevleri yaptırıyor.
Milletvekilleri, gazeteciler, hâkimler, savcılar, yazarlar, “terör” suçlamasıyla cezaevinde.
Evrensel hukuk normu “suç ve cezaların şahsiliği”, sadece AKP’ye yakın duranlar için geçerli. Onlara tahliye, Saray danışmanlığı serbest. Kalanların eşleri, çocukları yurtdışına çıkamıyor.
İfade değil; artık söze dökülmemiş niyetin ceza konusu edildiği Türkiye’de dün adli yıl açılışı “kutlandı.”
Bilen bilir, törenler, baskıcı rejimlerin gıdasıdır. Var olmayan bir dünyanın varlığı konusunda kitleleri ikna etmeye yarar. Medya, paramiliter hale getirildiyse başarır da. 

***
Güzel ülkemizde 171 gazeteci tutuklu.
404 gündür tutuklu 73 yaşındaki Şahin Alpay henüz yargıç önüne çıkmadı.
Tam tahliye edilmişken, itiraz üzerine tutukluluğun devamına karar verilen Murat Aksoy 372 gündür.
Akın Atalay, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel 311 gündür.
Ahmet Şık 250 gündür.
Deniz Yücel 205 gündür.
Telefonunda ByLock bulunmadığını daha gözaltına alınmadan uzman raporuyla kanıtlayan Emre İper 152 gündür.
***
İçeriden özgürlük tabloları, bestelenecek şiirler, kitaba dönüşecek öyküler gönderen HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve 10 HDP milletvekili 307 gündür. Henüz yargıç önüne çıkmadı.
Kendisine, telefonunun, “olay günü” Cumhuriyet gazetesi çevresinde sinyal vermesi dışında bir delil gösterilemeyen CHP Milletvekili Enis Berberoğlu 14 Haziran’dan bu yana.
4 binin üzerinde hâkim ve savcı, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden kısa bir süre sonra meslekten ihraç edildi. Yüzlerce tutuklu hâkim ve savcıların çok büyük bölümü henüz hâkim karşısına çıkmadı.
187 basın yayın kuruluşu kapatıldı. Gerçekler biraz daha karartıldı.
Yüzlerce meslektaşımız işsiz. Kapatılan kuruluşlar haklarını arayamıyor. 

İhraç
OHAL KHK’leri, TBMM’yi devre dışı bırakarak, çok farklı konu ve alanlarda yüzlerce kanunda değişiklik yaptı.
Toplam sayısı 27 olan OHAL KHK’leriyle ihraç edilen kamu görevlisi sayısı (hâkim, savcı, asker, polis, akademisyen, diğer sivil personel) 110 bin kişiye yaklaştı. Sayının yaklaşık olması, bazı ihraçların ardından iadelerin yapılmasından kaynaklanıyor. 

İşkence
15 Temmuz’dan sonra gözaltı sürelerinin uzamasıyla “nezaret”lerde, ardından cezaevlerinde işkence ve onur kırıcı muamele iddiaları görülmemiş biçimde arttı.
Adalet Bakanlığı, Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden yükselen işkence çığlıklarını sürekli yalanladı.
Fakat niyeyse aynı Adalet Bakanlığı, Avrupa İşkence ve Onur Kırıcı Muameleleri Önleme Komitesi’nin (CPT) Türkiye’deki cezaevleri ziyaretlerinden sonra hazırladığı raporun açıklanmasını engelledi.
Bu durumu yazdığımda, bakanlık yetkilisi raporun nihai halini almadığını söyledi. Ama bu “düzeltme” yanıltıcıydı.
CPT yetkilileri, kurduğum temasta raporun “nihai” olduğunun net dille söyleyecekti.
Dün sabah erkenden kalkan, duştan sonra ayna karşısında tıraşını olup makyajını yapan, özenle seçtiği şık giysileriyle kapıdan çıkan, kendilerini bekleyen -vergilerimizle satın alındığı için bütçenin T cetvelinde gösterilen- makam araçları Ankara caddelerinde sessizce ilerlerken 5 Eylül adli yıl açılış törenlerinde söyleyeceklerini düşünen yüksek hukukçular ve yüksek siyasiler.
Hepsi yukarıda yazdıklarımı biliyordu.
Var olmayan bir dünyanın varlığına ikna için düzenlenmiş törenlerde durdular öylece.
Çoğu, içerideki sayısız tutuklunun hissettiği iç huzurundan yoksun.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

5 Eylül 2017 Salı

Amerikancı, Avrupacı, Rusçu, Çinci, Arapçı seçenek olamaz - EROL MANİSALI

Esas olan Türkiyeci, Atatürkçü ve çağdaş uygarlıktan yana olabilmektir. 

 
Atatürk bu nedenle “Ne mutlu Türküm diyene” sözü ile kendi kimliğimizi, kültürümüzü etnik ayrımcılıklardan soyutlamış: çağdaş, uygar, laik ve demokratik bir tanımlama getirmiştir.
Osmanlı’nın son dönemindeki İngilizci, Amerikancı ya da Almancı ifadelerinden hiçbir farkları yoktur, bugünkü “çakma” sözcüklerin.
İçeride biz kendimiz olmadıkça, Türkiye “Türkiye” olmadıkça, Amerikancı ya da Rusçu olmak kötü sonucu değiştirmez. 
 
Meseleye sadece “ideolojik olarak ya da her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak” diye bakanlar Amerikancılığa, Rusçuluğa ya da Arapçılığa soyunurlar.
Türkiye’nin bu coğrafyadaki konumu, ülkeyi bu tür, kaotik yaklaşımların hep içinde tutmuştur. Örtülü ve açık mandacılık hep var olmuştur. 
 
De Gaulle, “Uluslararası ilişkilerde ideolojiler değil ulusal çıkarlar esastır” dememiş miydi? Bunu ondan önce de en iyi uygulayan insan büyük Atatürk olmuştur: Kurtuluş Savaşı’nda ve Cumhuriyetin kuruluşunda Sovyetler Birliği’ni arkasına alarak (kullanarak) Avrupa’nın Sevr dayatmasını önlemiş ve Lozan’a ulaşmıştır. 
 
Moskova’ya veya Londra’ya dayanmamış: Amerikan ya da İngiliz mandacılığına karşı çıkmıştır. Batı ile Doğu arasında denge kurarak Türkiye’nin bütünlüğünü ve ulusal çıkarlarını korumuştur. 

40’lar ve 90’lar
Türkiye 40’ların sonunda Atatürk Türkiye’sinin politikasından uzaklaşmış, “Batı kulübünün eşit üyesi değil, bağımlısı” durumuna sokulmuştur.
90 sonrası Sovyetler dağılınca da, İslamcılar aracılığı ile BOP’un uygulayıcısı haline getirildik. Bu iki darbe, ülkeyi bugünkü kaosun içine soktu.
Dün Gülen ve PKK ile yakın duranlar, 15 Temmuz 2016’da ABD ve FETÖ’den darbe yiyince, ardından Avrupa ile kriz yaşayınca şaşırdılar;
“Bizim de siyasal İslamcı olarak Batı’dan kopmak işimize gelir”, Rusya’ya dönelim demeye başladılar. Oysa ABD, AB, Rusya ve Çin “Ortadoğu’da ve Pasifik’te çok daha büyük pazarlıkların içindeler”.
Eğer yarın ABD ve Rusya, Ortadoğu’da yakınlaşırsa birini bırakıp diğerine yanaşan iktidar (ve Türkiye) yeniden ortada kalmaz mı? 

İdeolojik boyut
İşin ideolojik boyutunu Türkiye’de Turgut Özal’dan Doğu Perinçek’e, Prof. Zeyyat Hatipoğlu’ndan Prof. Özer Ertuna’ya kadar pek çok kişi ve dost ile 40-50 yıldır tartışan bir insanım. Çok da kavgasını yaptım.
50’lerden sonra Türkiye’de üç temel ideoloji etkili oldu. Radikal kapitalistler, katıksız Asyacı sosyalistler ve siyasal İslamcılar. Üçü de birleştirici değil kutuplaştırıcı etki yaptı.
Düşünürlerin ve siyasetçilerin kafalarındaki şahsi tercihleri ile uluslararası ilişkilerin ulusal çıkarlara hizmet eden “akılcılığı” ayrı şeylerdir, çok kere de çatışırlar. 
 
Siyasilerle birebir görüşme ve tartışmalarımda da bunu gördüm. Demirel, Ecevit, Özal, Çiller, Yılmaz, Gül ve Erdoğan ile bu konuları aynı masada, yüz yüze konuşmuş bir insan olarak bunları “Yolumun Kesiştiği Ünlüler” kitabımda tek tek yazdım, ortaya çıkardım.
Ve Atatürk’ün büyüklüğünü daha iyi gördüm. Bir denge insanı olarak Türkiye’nin politikasını, ekonomisini, kültürünü “ulusal çıkarları ve kimliği ile, çağdaş uygarlık değerlerini bütünleştirerek bir sentez yapmıştır”.
 
Doğu ve Batı arasında karşılıklı çıkarlarımızı dengeli bir biçimde korumuştur.
Amerikancılık, Rusçuluk ve Arapçılıktan önce bizim “biz olmamız” gerekir: siyasal partilerimizle, parlamentomuzla, demokrasimizle, çağdaş uygarlık değerleri ile bütünleştirdiğimiz ulusal kimliğimizle... Kendimizi Amerikanlaştırmadan, Ruslaştırmadan, Araplaştırmadan, biz kendimiz olalım ve Atatürk’te birleşelim, tek çıkış yolumuz budur, gerisi mandalaşma ve sömürgeleşmedir, hangi uçtan olursa olsun. 
 
İdeolojik öncelikler ve dinci saplantılar yerine ulusal çıkarlar, çağdaşlaşma ve hukukun üstünlüğü için varımızı yoğumuzu artık ortaya koymalıyız.

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Bütçenin ‘sağlığı’ bozulurken - ÇİĞDEM TOKER

Bayram bitti.
Üç yıllık Orta Vadeli Program (OVP) ile 2018 bütçe tasarısı hazırlıkları gündemimize daha çok girecek. Maliye Bakanlığı ile Kalkınma Bakanlığı’nın çalıştığı iki temel kılavuz belge, “idarelerin ihtiyaçlarının dikkate alınmasını” hedeflese de 2018 bütçe hazırlıkları Maliye’yi zorluyor.
Referandum dönemi kamu harcamalarındaki artış bütçe disiplinini bozdu. Bütçe, temmuzda 926 milyon TL fazla verilse de bu “fazla”, yedi aylık açığın 24.3 milyar TL’ye ulaşmasına engel olamadı.
Mali disiplindeki bozulma, Hazine nakit dengesini sarstı. Hazine artık ödediği borçtan daha fazlasını borçlanıyor. 

Taksimetreli projeler
Maliye Bakanı Naci Ağbal, harcama artışlarını kontrol altına alarak açığı makul düzeylerde tutacaklarını açıklamıştı. Ancak 2018’in, 2019’daki seçimlere hazırlık yılı olması ve “taksimetre” gibi bütçeden düzenli kaynak çekmeye başlayan “garantili projeler” bu kontrolün nasıl sağlanacağı konusunda ciddi soru işaretleri uyandırıyor.
Zira açıklanan bütçe rakamları, buzdağının görünen yüzünü gösteriyor. Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) yöntemiyle yaptırılan köprü, tünel, otoyol gibi altyapı projeleri ile şehir hastanelerinin Hazine’ye yüklediği maliyetin boyutları, bütçede gösterilmiyor.
AKP iktidarı, KÖİ altındaki Yap-İşlet- Devret (YİD) ve Yap-Kirala-Devret (YKD) yöntemleriyle yaptırılan proje sözleşmelerini “ticari sır” diye halktan saklıyor.
Hizmete açılmış Şehir Hastaneleri’nin (otopark, temizlik, görüntüleme) işletme giderleri, köprülerin garantili geçiş bedelleri, “ticari sır” denen o sözleşmelere göre, yılın belli dönemlerinde gelir olarak şirketlere aktarılıyor.
Yani, harcama eğiliminin sürmesi kaçınılmaz. 

Hizmet binalarına ayda 600 milyon
Kaldı ki bütçede açıklanan rakamlar da iç açıcı değil.
Ocak-temmuz dönemini içine alan yedi aylık müteahhitlik harcaması 14.5 milyar TL. Bu rakamı vahim kılan unsur, dağılıma bakınca ortaya çıkıyor. Yol yapan müteahhitlere aktarılan 5.1 milyar TL ilk sırada. Bunu 3.6 milyar TL ile hizmet binaları için yapılan aktarmalar alıyor. Bütçeden her ay ortalama 600 milyon TL’yi hizmet binaları için müteahhide aktaran bir devlet düşünün. O bizim devletimiz işte.
Sosyal güvenlik ve sağlık harcamaları da bütçenin sağlığını bozan önemli gider kalemleri arasında. Devletin sağlık sektörü ile ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşanıyor. (Hastanelerin yönetim ve denetiminde son OHAL KHK’si ile değişiklik yapıldı.) Kamu hastanelerinin yaptığı toplu alımlarda ihalelerin sabit fiyatla yapıldığı, stok maliyetlerinin firmaların üzerine yıkıldığı, ödemeler için tarih verilmediği, kamu hastaneleri ödemelerinin sekiz, üniversite hastanelerinin ise üç yılı bulduğu konuşuluyor.
Devletin artan döviz kuruna karşın TL bazında sabit fiyatla teslim talebi ve geç ödemeler nedeniyle medikal sektöründe iflasların yaşandığı da.
Sonuç: Belirli kalemlerde kısıntıya gidilmesine siyaseten onay verilse de “ticari sır” sözleşmelerdeki, uzun vadeye yayılacak gelir aktarımları nedeniyle harcamacı eğilim sona eremez. Bu da bütçe sağlığında, hemen düzelmeyecek kronik bir bozulma demek.

Çiğdem Toker / Cumhuriyet

Hasankeyf kurtarılabilir - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Hasankeyf kurtarılabilir mi? Evet ama bu hükümet kurtarmaya yanaşır mı, o bilinmez. Peki, nasıl kurtarılır? En kolayı Ilısu Barajı’ndan vazgeçerek olur. Barajda su tutmaya başlamazsın, böylece 12 bin yıllık dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış Hasankeyf su altında kalmaz. 10 bine yakın insan göç yollarına düşmez. Türkiye’nin dört Önemli Doğa Alanı’na ev sahipliği yapan Dicle Vadisi de yok olmaktan kurtulur.


“O kadar para yatırıldı, hepsi çöpe mi gidecek” diyenleri duyar gibiyim. İşin mali boyutunu da konuşuruz ancak şu iyi bilinmeli ki dünyada yanlış olduğu anlaşıldığında iptal edilen benzer projeler var. Avusturya’da 1978 yılında yapılan bir referandumla, hiç çalıştırılmadan kapatılan Zwentendorf nükleer santralı gibi. Üstelik nükleere hayır diyenlerin oranı sadece yüzde 50,47 idi. Avusturya, 20 bin oy farkıyla ülkenin tek nükleer reaktörünü bir saat bile çalıştırmadan kapattı. Toplamda 1 milyar doları bulan proje iptal edildi.

Aradan geçen 40 yıldan sonra, Avusturya’nın o dönem radikalmiş gibi görünen bu karardan sonra milyarlarca dolar kâr ettiğini görüyorsunuz. Ülkede milyarlarca dolara sökülmeyi bekleyen nükleer santrallar yok, binlerce yıl başında bekçilik yapıp para akıtmak zorunda kalacağınız nükleer atıklar yok. Ülkenin ekonomisini altüst edecek Çernobil veya Fukuşima benzeri bir nükleer kaza yaşamadılar. Çevreci ve nükleer karşıtlarının itirazları sonucu bugün elektrik üretiminin yüzde 70’inden fazlasını yenilenebilir enerjiden sağlayan bir Avusturya var. Nükleerden daha ucuza elektrik üreten kaynaklara yöneldiler. Ciddi ekonomik kazanç ve teknolojik avantaj elde ettiler.

Hükümetlerin yanlışlarından döndüğü tek proje bu değil. Hatırlarsanız, geçen haftaki yazımızda ABD’de dondurulan iki nükleer reaktör projesinden bahsetmiştik. 9 milyar dolar (31 milyar TL) harcanan ve neredeyse yarısı tamamlanan iki reaktörün yapımı kârlı olmayacağı gerekçesiyle iptal edildi. Büyük ülke olmak hatayı kabul etmekten geçiyor. İthal ettiğiniz hafriyat kamyonlarını sıraya dizip caddelerde kornaya basarak turlamaktan değil.

Hasankeyf’i kurtarmak için Ilısu Barajı’ndan vazgeçilebilir. Bir kere barajın üreteceği elektrik miktarı, fazla kapasiteye sahip Türkiye için elzem değil. Yetkililer Ilısu Barajı yılda 4 milyar kilovatsaat elektrik üretecek ve bunun değeri de 1 milyar TL diyor. Türkiye’nin yıllık elektrik tüketimi 280 milyar kilovatsaat civarında, Ilısu bugün devreye girse yapacağı katkı yüzde 1,4. Bu ülkenin resmi kaynaklarca onaylanmış enerji verimliliği potansiyeli yüzde 25.  Alışveriş merkezlerindeki klimaları 25 dereceye sabitlesek belki Ilısu’ya gerek kalmayacak. Komformistler yüzünden zor diyorsanız bir önerim daha var. Türkiye’de kayıp-kaçak oranı yüzde 14'lerde. İletim hatlarındaki kayıpların oranı bunun yarısı yani yüzde 7 diye söyleniyor. Onu OECD ortalamasına yüzde 5’lere çeksek Ilısu’ya gerek kalmayacak. Bunların hepsi uzun vadede ülke ekonomisine o barajdan fazla gelir getirecek işler. Şu haliyle Ilısu’da üretilecek elektriğin yüzde 10’u da boşa gidecek. Cebimiz delik, dikeceğimize daha çok para koymaya çalışıyoruz.


Dahası var. AKP hükümeti Hasankeyf’i yok etmek yerine, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınması için gerekli başvuruyu yapsa, buranın turizm geliri de artar. Çalıştırılmayan Ilısu Barajı da tur programlarına dahil edilebilir, boşa gitmez.

Aslında baraj çalıştırılmazsa ortaya çıkacak ekonomik kaybın ne olduğu da belli değil. DSİ Genel Müdürü Murat Acu, 29 Temmuz 2017 tarihinde AA’sına yaptığı açıklamada, bitiş maliyetinin 7 milyar TL (1,7 milyar avro) olacağını söylüyordu. Halbuki yapıma başlandığı yıllarda 875 milyon avrolardan bahsediliyordu. Barajın gecikmesi nedeniyle maliyetler iki kat artmışa benziyor. Bu da zaten projenin kendi içinde ekonomik sorunları olduğunu gösteriyor.

‘Büyük devletler’ diğerlerinden daha çok beton döktükleri için değil, hatalarını kabul edip, yanlışlarından döndükleri için ‘büyük’ olurlar.

Özgür Gürbüz / BİRGÜN

4 Eylül 2017 Pazartesi

Türkiye solunun laiklikle sınavı - İLKER BELEK

Türbana özgürlük eylemleri tam bir felaketti. Sözde inanç ve düşünce özgürlüğü savunuluyordu.
Gerçekte yapılan dinci gericiliğin siyasallaşmasına, inanç özgürlüğü örtüsü altında dinin etki alanının genişlemesine yardım etmekti. Öyle bir kapı açıldı ki, oradan bütün liberaller ve arkasından her tür gerici büyük bir hızla siyaset sahnesine aktı. AKP bugün herkesin yakındığı dikta rejimini bu olanağı kullanarak kurdu. Ve şimdi dünyanın düz olduğunu savunacak kadar özgüven sahibi oldular.
O zamanlarda laikliği savunmak Kemalist Cumhuriyeti savunmakla eş anlamlı tutuluyor ve laiklik diyenler anında faşist damgasını yiyordu. Bize gerekli olan (artık ne demekse) özgürlükçü sosyalist perspektifti.
                                                                           *****

Şimdi artık solda laikliğin önemini kabullenmemiş kimse kalmamış bulunuyor. Solun aklını başına getiren AKP oldu. AKP anlamayanların kafalarına vura vura niyetinin ne olduğunu ve laikliğin ne denli önem taşıdığını öğretti.
Ama buna iyi bir gelişme demek pek olanaklı değil. Zira hem bu arada AKP devletleşmiş oldu ama hem de bu solun mevcut laiklik anlayışında hala önemli hatalar var ve bu nedenle de savunulan şey pek laikliğe benzemiyor.
                                                                           *****

Laikliğin temellerini atan Cumhuriyet’tir. Kimilerinin hala faşizmle özdeşleştirdiği Kemalist devrim olmasaydı ne laikliği, ne bağımsızlığı konuşabiliyor olacaktık.
Cumhuriyet geç bir burjuva devrimidir. Osmanlı’ya karşı tarihsel bakımdan ileri bir sosyoekonomik formasyondur. Bu tür iktisadi-siyasal alt üst oluşlar faşizm gibi kapitalist üretim ilişkileri içinde anlam bulmuş, tekelci burjuvazinin yönetim sistemi bakımından belli bir formasyonu tanımlayan kavramlarla açıklanamaz.
Aksi durumda bütün devrimlerde faşizm keşfedilir ki, işte o zaman laiklik de faşizmle özdeşleştirilmesine de fırsat tanınmış olur.
Kemalist devrimin laikliğin harcına kattıkları saltanat ve hilafetin kaldırılmasıdır. Feodaliteden kopuşun sosyal ve siyasal bileşeni laikliktir.
Nasıl ki Osmanlı büyük toprak mülkiyetinin zemininde hilafet var ve Osmanlı sarayı siyasal egemenliğini nasıl ki tanrı üzerinden meşrulaştırıyor idiyse, Kemalist devrim de kapitalist üretim ilişkilerini kurabilmek için iktidarı yeryüzüne indirmek zorundaydı.

                                                                        *****

Anlaşılacağı üzere laiklik sınıfsal çıkarların belirlediği siyasal bir konudur.
Siyasallığı; kilisenin, senyörün, imparatorun, toprak ağasının, padişahın iradesinin seçilmişlere verilmesindedir. Erk tanrıdan alınır, dünyasal güçlere verilir. Bunun için dünyasal güçlerin tanrısal iradeyi, sarayın saltanatını yıkması gerekir.
Kemalizm’in kuruluş döneminde laiklik için savaşması da, ama iktidarını pekiştirdikten sonra frene basması ve zaman içinde konuyla ilgili duyarlılıklarını yitirmesi de bu sınıfsallıkla ilişkilidir.
İlişkilidir çünkü, laikliğin yaşamasının, dinin toplumsal hayattan ve siyasetten dışlanmasının koşulu kamulaştırılmasıdır. Burjuvazi bunu yapmayacağına göre laiklikten vazgeçecek demektir. Burjuvazinin laikliği iktidarı feodaliteden alıncaya kadardır.
Zira, sömürü için egemenlerin dine ihtiyacı vardır.

                                                                           *****

Laikliğin ara formları yoktur. Laiklik dinin toplumsal yaşamdan tamamen çıkarılması ve kişinin iç dünyasına sınırlanmasıdır.
Dolayısıyla laiklik din ile devlet işlerinin ayrılması ya da inanç özgürlüğü değildir.
Dine devlet dışında örgütlenme olanağı tanındığında, din ve devlet işlerinin ayrılmasının hiçbir önemi kalmaz.
İnançlara özgürlük nihayetinde dinin iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanır.
Bütün bunlar şunu da gösterir: Devletçi laiklik, özgürlükçü laiklik diye bir sınıflandırma da yanlıştır. Devletçi laiklik kavramıyla laikliğe özgürlükleri sınırlayıcı bir anlam atfetmek laikliğin gerek koşulunu anlamamak olur.
Laiklikte hiçbir şekilde insanı sınırlayan bir yan yoktur, buna imada bulunmak bile din yönetsin sonucuna çıkar.
Din siyasettir. İçinde toplumsallaşma genetiği vardır. Kurtulmanın gerek koşulu iktisadi sömürüyü ortadan kaldırmaktır.
Osmanlı padişahı halife olduğu, yani din yönettiği için, Kemalist laiklik devlet tarafından ve zor kullanılarak kuruldu. Din iktidardaydı, laiklik için iktidarı ele geçirmek gerekiyordu ve zaten başka türlü nasıl olacaktı.
Devletsiz laiklik olmaz. Kemalizmin sorunu laikliği devletle tesis etmiş olması değil, Kemalist devletin laiklik için gereken iktisadi-siyasal dönüşümleri gerçekleştirecek kapasitesinin bulunmamasıydı.
Laiklik olacaksa arkasında devlet olmak zorundadır. Dinin yeniden siyasallaşmasını engelleyecek tek güç, patron sınıfının yeniden ortaya çıkmasını engelleyecek olan işçi sınıfı devletidir.

                                                                           *****

Bizdeki bu özgürlükçü laiklik söylemi iki hatayı içinde barındırıyor:
1-Laikliğin Cumhuriyet dönemindeki temellerini, yani sınıfsallığını algılayamıyor.
2- Devletin laikliği korumadaki yaşamsal rolünü göremiyor.
Bir tür mutlaklaştırılmış, nesnel gerçekliğinden soyutlanmış, idealize edilmiş, kendi başına laiklik anlayışı.
Bu tür laikliğin kurucusu, koruyucusu belli olmadığı için anlamı da bulunmuyor.
Sahi Cumhuriyet’in laikliği devletçi idiyse, siz laikliği nasıl kazanacaksınız?

İlker Belek / SOL

Nesin-Duran- Başlangıç: Asıl ʻmerkez medya’ / OSMAN ÇUTSAY

Bilen biliyordur. Kerameti kendinden menkul epey bir “solcu”, yeni ve “liberal gericiliğin en dibi” bir televizyon kanalı ile internet sitesinde, gerici muhabbeti koyulaştırmaya devam ediyor. Televizyon ekranında olsun, pek kimsenin okumadığı ama kendilerini tatmin ettikleri anlaşılan internet sitesindeki köşe yazılarında olsun... Böyle... Neyse...

Burada, iki gerici, Ragıp Duran ile babasını mezarında fırıl fırıl döndürmeyi başaran Ahmet Nesin, o muhabbetin dibine 27 Ağustos’ta da vurdular. Bir vesileyle tanıklık ettik. Utandık.  Tamam. Ama önemli değil. Şu toplumsal sahnedeki Nesin mahdumları, solculuk adına Türkiye’nin devrimci merkezlerini topa tutan etkinlikleriyle, epeydir tam bir felaket zaten. Bu, bir yana...


Biz, neredeyse tüm yetişkin ömrü kendisini sosyalist sanmakla, ama sosyalizme de hep düşmanlıkla geçmiş, bir umur görmüş ve muhtemelen hâlâ sosyalistliği kimselere bırakmayan, herkese her fırsatta komünizm dersi veren “büyük bir gazetecinin” küçük bir densizliğinden hareketle bir meseleye değinelim.

Ragıp Duran, CNN’leri, NTV’leri, HaberTürk’leri vs. aratmayacak bir zihniyetin “dış stüdyosunda” ve o kurumlara çok yakışan görüşleriyle, bir ilginç yanlışını da parlatma fırsatı buldu. Cumhuriyet tarihinin ne kadar “ters”, daha doğrusu tam bir anomali olduğunu Ahmet Nesin’le karşılıklı terennüm ve propaganda ederken, ağzından bir şeyler kaçırdı.

Ragıp Duran, Fatih’in, Bizans’tan daha geri bir medeniyetin temsilcisi olarak 1453’te İstanbul’u fethettiği iddiasında. Çok yanlış olduğu söylenemez. Fatih en gelişkin olanı değil, aç ve atak bir enerjiyi, ama ciddi bir askeri ve entelektüel donanımı temsil ediyordu. Evet, tarihte daha ileri olanların daha geri olanları yuttuğu tezi, tamamen yanlış değil.

Fakat Ragıp Duran’ın “İstanbul’un fethi” ile ilgili söylediği şu:
“Benim bildiğim kadarıyla her halükârda tarihte ilk kez daha geri bir medeniyet, kültürel olarak, sanat olarak daha geri bir medeniyet, ilk defa kendisinden daha ileri bir medeniyetin kentini de ele geçiriyor.”
Tarihte ilk kezmiş...
Bu “demokratların” tüm “entel” yaşamı, ne kadar varsa o kadar, böyle  boşluklar üzerine kurulmuş şatolardan oluşuyor.

Şimdi onlara, yani ömürleri sosyalizm adına, sosyalist her türlü kuruluşa küfürle ve reel sosyalizm sayesinde, onun gölgesinde/ışığında kurulup yaşayabilmiş Türkiye Cumhuriyeti’ni yerin dibine geçirmekle geçmiş şu “kâzip şöhretlere”,
Luvi uygarlıklarını nasıl anlatacağız?
 “Deniz kavimlerinin” kimlerden oluştuğunu?
Bunlara, M.Ö. 1180-1200’lerde  daha az gelişkin Yunanistan’dan gelen geri güruhun ileri Anadolu uygarlığının temsilcisi Troya, Ege uygarlıkları ve hatta Hititlerin imhasına varan başarılara imza attığını kim hatırlatacak? (Hatta Türkiye’de, Hektor’un öcü alınarak, 1923’te dünyaya rağmen bir cumhuriyet kurulduğunu?) İstanbul’un fethinden 2600 yıl önce olup bitenlerden söz ediyoruz.... Hazret, kantarın topuzunu kaçırıvermiş. Olur böyle şeyler... Sırtları sağlam nasılsa...
Luviler, Ege uygarlıklarının asıl Anadolu’yu ve ileri olanı temsil eden bir uygarlık merhalesiydi. Bu kıyı gelişkin olandı ve Avrupa, özellikle 19’uncu yüzyılda falan sahneyi Anadolu’nun aleyhine tersine çevirmeyi başardı.
Buna gösterilen tepkiyi, bizim cumhuriyet tarihimizden, öncelikle de Halikarnas Balıkçısı ve Mavi Yolculardan biliyoruz. Ama yeni gelen bilgiler ve atılan adımlar Cevat Şakir-Azra Erhat ile Eyuboğlu kardeşlerin vs. bilgi dağarcığını çok geride bırakıyor.
Önümüzdeki haftalarda, ekim ayı başında, bu konudaki çok ilginç Almanca yeni bir kitap, yine Eberhard Zangger imzasıyla çıkacak. Ona da bakarız.
Gelmek istediğimiz yer şurası: Böyle “sosyalizm düşmanı solcuların” ağzından çıkan her yarı-doğruya onu kat kat aşan bayağılıklar, sahtelikler, hatta sahtekârlıklar sızmıştır.

Maşallah, sermaye desteği konusunda pek yokluk çektikleri söylenemez.

Biz, bize bakalım: Devrimci Türkiye solunun koruduğu ve demode bulunan tüm devrimci hassasiyetler, bu “kâzip şöhretlerin” panzehiridir. O hassasiyetleri entelektüel bir mancınığa dönüştürebilirsek, ancak o zaman, bu kâzip orduyu etkisizleştirebiliriz.
Misal: Geçmişimize tapınarak değil, sadece o aydınlanmacı geçmişin bir anomali olmadığını, 1923’ün son çözümlemede bir tarihsel/toplumsal ilerlemeye karşılık geldiğini ve cumhuriyetçiliğin ancak sosyalizmle ayakta kalabileceğini kanıtlayarak. Emperyalizmin bu yeni militanlarının maskelerini, sokakta veya medyada, aslında gördüğümüz yerde indirip gerçek yüzlerini genç kuşaklara göstermek şart.

Bunlar analarından “merkez medya” doğmuşlar, “merkez medya” ölecekler.
O kadar “merkezde”, yani sermayenin tam göbeğinde olmalarına rağmen pek kabul görmemelerini, böyle kenara itilmiş olmalarını hazmedemiyorlardır. Tıpkı Çetin Altan gibi bir yer arıyorlar. Ama Çetin Altan bir karikatürdü, bunlar ise o karikatürün karikatürleri.
Kabul: Asıl merkez medya bunlar. Şimdiki “reislerinden” biri, yine misal, Aydın Engin yetiştirmesi Celal Başlangıç bu role talip olurken yerden göğe haklıdır. Bunlar hep merkez medyaydı: Kapitalizmin, emperyal başkentlere siftinmiş medya cengâverleri. Kendimize başka yerde rakip aramayalım. Bunlar Türkiye gericiliğinin karar merkezleridir. Şu sıralar dışarlarda takılıyorlar. Uzaklar. Dolayısıyla tarihle ilgili gaflarından utanacak değiller ya...
Merkez medya işte, tamam.

“Malum reis” gider, bu “yeni reis parçaları”, darmaduman ve parça pinçik olmuş Anadolu’nun şu veya bu kalıntısında, muhtemelen yeni soykırımları önlemek üzere BM Barış Güçlerinin denetimine alınacak bir İstanbul’da, o dış demokrat merkezlerin hizmetinde gazetecilik yaparlar.

İslamcıların iktidarını hazırladılar, cumhuriyetin çökertilmesini alkışladılar, sosyalist devletleri zaten kendilerine hiç beğendiremedik, eh, bizdeki nihai yıkımdan sonra kendilerine ve takipçilerine de bir görev düşer herhalde.

Ne günlere kaldık, ne günlere gidiyoruz...

Osman Çutsay / SOL

Atlantik, Avrasya, Türkiye: “Benden sonra tufan” - FATİH YAŞLI

Sovyetler Birliği’nin dağılıp reel sosyalizmin çözülmesinin ardından liberaller “tarihin sonu”nu ilan etmekte gecikmemişlerdi: Artık ideolojik kamplaşmalar ve kavgalar sona ermişti, liberalizm ve piyasa ekonomisi zafer kazanmıştı, bundan sonra tüm insanlığı kalkınma, refah ve barış bekliyordu vesaire.

Bunun böyle olmadığı, kapitalizm ve yarattığı eşitsizlikler devam ettiği sürece insanların tümü içi geçerli bir refahın da, gezegen ölçeğinde geçerli bir barışın da mümkün olamayacağı çok geçmeden görüldü, sosyalizmin yokluğunda gelir adaletsizliği giderek daha da derinleşti, savaş ve çatışmalar dünyanın çok daha fazla bölgesine yayıldı.

Sosyalist bir blokun var olmadığı günümüz dünyasında devletler arasında bir ideolojik kamplaşma ve kavga yok ama küresel egemenlik mücadelesi bütün şiddetiyle devam ediyor, kapitalist blokla sosyalist blok arasındaki Soğuk Savaş bitti ama bugün “yeni Soğuk Savaş” olarak adlandırılan bir süreçten geçiyoruz ve günümüz küresel egemenlik mücadelesine damgasını vuran kutuplaşmanın Atlantik ekseniyle Avrasya ekseni arasında olduğunu  söyleyebiliyoruz. Bir yanda başını ABD ve Batı dünyasının çektiği, başat emperyalist güç olan Atlantik güçleri, öte yanda ise Çin, Rusya, İran gibi ülkelerden müteşekkil Avrasya güçleri var.

Böyle bir model kurmak, ne Atlantik Bloku’nun yani başat emperyalist güçlerin kendi aralarındaki çelişkileri, ne de Avrasya Bloku ülkelerinin IMF ya da NATO benzeri kurumsallıkları yaratacak ortak aklı oluşturmak konusunda yaşadığı güçlükleri görmezden gelmeyi gerektiriyor. Bütün çelişkilerine rağmen Atlantik Bloku’nun ortak akla dayalı kurumsal yapısı daha güçlüyken ve bu blok emperyalist merkezi teşkil ederken, Avrasya ekseninin daha esnek ve konjonktürel bir müttefikliğe dayalı olduğunu ve ilkine göre daha zayıf bir nitelik taşıdığını görebiliyoruz.

Ayrıca şunu da unutmamak gerekiyor, başat emperyalist ülkelerin Atlantik ekseninde yer alması, Avrasya eksenindeki ülkelerin eşitlikçi düzenler kurdukları anlamına gelmiyor, bu ülkelerde de esas olarak kapitalist üretim ilişkileri ve sömürü mekanizmaları hâkim. Dolayısıyla bu iki kutup arasındaki mücadeleyi, emperyalizmle anti-emperyalist güçler arasındaki bir mücadele olarak okumamak gerekiyor; ancak Avrasya ekseni başat emperyalist ülkelerle daha çok karşı karşıya geldikçe ve güç mücadelesi kızıştıkça, emperyalist sistemde daha çok tahribat ortaya çıkıyor, sistemin işleyiş mekanizmalarında ciddi sıkışmalar yaşanıyor ve bunu önemsemek gerekiyor.

Bugün bu iki eksen arasındaki mücadele, Çin’in İpek Yolu projesinden tutun da Suriye’deki ya da Ukrayna’daki vekâlet savaşına, petrol boru hatlarının nerelerden geçeceğinden tutun da ABD’de Trump’ın seçilmesine kadar uzanan bir genişlikte devam ediyor ve elbette ki bu mücadelenin kaçınılmaz bir şekilde Türkiye’ye de yansımaları oluyor, Atlantik-Avrasya kutuplaşmasının Türkiye siyaseti üzerinde de belirleyici bir etkisi bulunuyor.

Türkiye Soğuk Savaş’la birlikte, yani 1946’dan itibaren Atlantik ekseninin sadık üyelerinden biri oldu hep. IMF, Dünya Bankası ve NATO üyelikleri, Sovyetler Birliği düşmanlığı ve anti-komünizm, Amerikan üsleri, AB süreci, Batı sermayesi ile kurulan ilişkiler, bunların hepsi Türkiye yönetici sınıfının Atlantik ekseniyle kurduğu ilişkinin birer tezahürüydü. Milli Görüş gömleğini çıkartıp iktidara gelen iktidar partisi de bu ilişkiyi devam ettirdi: Irak işgaline ortak olmaya çalıştı, Afganistan işgalinde etkin bir görev aldı, “Arap Baharı”nda taşeronluk rolüne soyundu, IMF-Dünya Bankası programlarını harfiyen uyguladı, dahası ve belki de en önemlisi, o dönemki gayri resmi koalisyon ortağı Cemaat’le birlikte, Ergenekon-Balyoz operasyonlarıyla Türkiye’de devlet içi ve dışında yer alan Avrasya yönelimli/ulusalcı güçleri tasfiye etti. Evet, Ergenekon’un da Balyoz’un da uluslararası bağlamında Atlantik-Avrasya mücadelesi vardı, bu operasyonlar Atlantikçi operasyonlardı.

Bugün ise son derece ironik bir şekilde, o operasyonlara maruz kalan ve Silivri’ye gönderilenlerin bir kısmı, iktidar partisinin Türkiye’yi Avrasya eksenine taşıdığı iddiasıyla bir tür koltuk değnekliğine soyunmuş durumdalar. Rusya’dan S-400 alımı, Rakka Operasyonu ya da İran Genelkurmay Başkanı’nın Türkiye ziyareti gibi birtakım fenomenler üzerinden Atlantik ekseniyle bağların koparıldığı ve Avrasya eksenine geçildiği gibi son derece yüzeysel ve kolaycı analizler havada uçuşuyor ki bunların hepsinin safsata olduğunu açıkça belirtmek gerekiyor.

Safsata, çünkü meta üretim zincirine, ortaklık ilişkilerine, ihracat-ithalat rakamlarına baktığımızda Türkiye kapitalizminin göbekten Atlantik eksenine, yani başat emperyalist güçlere bağımlı olduğunu görüyoruz. Bunun dışında, Türkiye küresel kapitalizmin mali, iktisadi ve askeri kurumlarının birer üyesi ve bunlarla herhangi bir derdi yok, ordusu NATO ordusu, istihbarat örgütü ABD istihbaratı ile iç içe vs.

İki yıl önce uçağını düşürdükleri Rusya ile yakınlaşma Batı karşısındaki yalnızlığı telafi için bulunmuş konjonktürel bir çözüm, altı ay önce Trump’ın gönlünü çelmek için “Acem emperyalizmi” yaftasını vurdukları ve Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta hala karşı karşıya oldukları İran’la yakınlaşmanın temelinde anti-Kürt jeopolitik var, “dünyanın fabrikası” Çin’le zaten her ülke yakınlaşmaya çalışıyor.

Tüm bunların gerisinde ise “ulusal çıkar” falan değil, “kişisel çıkar” bulunuyor; kişiselleşmiş iktidar günü kurtarabilmek ve ömrünü uzatabilmek için, hiçbir şekilde ilkesel ya da planlı programlı olmayan, bütünüyle pragmatizme dayalı taktik hamleler yapıyor. Söz konusu olan Türkiye’nin çıkarları değil, bu kişiselleşmiş iktidarın çıkarları ve burada ne Avrasya eksenine kayma ne de anti-emperyalizm var. Söz konusu olan bütün kurumsal yapısı  çökertilmiş ve kaderi tek adamın kaderine bağlanmış bir devlet aygıtını, buna dayalı bir rejimi ayakta tutmak için emperyalizmle yeni pazarlık kozları elde etmeye çalışmak ve bunu “milli mücadele”, “beka mücadesi” vs. diye soslayıp topluma sunmak. “Benden sonrası tufan” diyen bu anlayışın bedelini ise tüm ülke ödüyor ve ödemeye devam edecek maalesef.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN