11 Eylül 2017 Pazartesi

Bahardan Geriye kalan (I-II) - MUSTAFA K. ERDEMOL

Tunus kırılgan, Libya parçalı Yemen savaş ve işgal altında.(I)

“Bahar” sonrası büyük kayıpları oldu Tunus’un. 2010 yılında 7 milyondan fazla turist ağırlayan ülke bu rakama “Bahar”dan sonra asla ulaşamadı. Tunus'ta, “Arap Baharı”nın ülke ekonomisine maliyeti 2 milyar dolar oldu. Bu GSYH'nin yüzde 5,2'si demek.


Üzerinden yedi yıl geçti. Tunus’ta işsiz bir mühendis olan Muhammed Buazizi’nin 18 Aralık 2010’da kendini yakmasıyla başlayan protesto gösterileri Ortadoğu ile Kuzey Afrika’da büyük çalkantılara yol açtı. Batılı merkezlerin “Arap Baharı” adını verdikleri süreç Tunus ve Mısır’da iktidar değişikliklerine, Libya’da Muammer Kaddafi’nin vahşice öldürülmesine, ardından da NATO işgaline, Yemen’de Ali Abdullah Salih’in ülkeyi terk etmesine neden oldu.
Etkisi altına aldığı ülkelerde meydana gelen halk hareketlerinin gerekçesi olan demokratik talepleri kendi çıkarları doğruktusunda yönlendiren emperyal güçlerin “Arap Baharı” adını verdikleri süreçten sonra her şey çok değişti. Bölge diktatörlüklerine karşı direniş olarak başlayan ancak daha sonra başta ABD olmak üzere emperyal merkezlerce yönlendirilip bölgedeki “ulus devletlerin” yıkılması aracına dönüştürülen “Arap Baharı” coğrafi sınırları değiştirdi, ülkeleri parçaladı, etnik, dini çatışmaları körükledi, tüm bölgeyi içinden çıkılması zor bir kaosa soktu.
Bunca zaman sonra bile “Arap Baharı”nın etkileri adı geçen bölgelerde etkilerini sürdürüyor. Bugün, “Bahar”ı çoşkuyla karşılayan, bölge halklarının taleplerini kendi çıkarlarına denk düştüğü için destekleyen Batılı merkezler, aslında yaşananların bölge halklarına hiçbir yarar getirmediğini kabul etmiş bulunuyorlar. Tunus’un her an bozulma ihtimali olan şu anki istikrara ulaşması çok uzun zaman aldı, Libya iki ayrı hükümete sahip, ikiye bölünmüş, huzursuzluğun hâlâ dinmediği bir “ülke” durumunda. Yemen, “Bahar”dan en zararlı çıkan ülkelerin başında geliyor, Bahreyn, Cezayir, Ürdün şimdilik “sessiz.”


Baharın etkileri
“Bahar”ın etkisini küçük çapta gösterdiği ülkeler Suudi Arabistan, Irak, Lübnan, Moritanya, Fas ve Umman. Bunlardan Suudi Arabistan’ın Yemen nedeniyle içine girdiği sıkıntı da “Bahar”la ilgilidir yine.
Yemen “Bahar”ın yarattığı karışılıkların üzerine ABD destekli Suudi işgali ile de karşı karşıya kaldı. Suriye’de olanlar ise tüm dünyanın gözünün önünde gerçekleşiyor. Suriye yönetimi ve halkı ülkeye komşu ülkelerin de desteğiyle sokulan, kimi kaynaklara göre sayıları 60 bini bulan cihatçı çetelere karşı yurtlarını koruma savaşını sürdürüyor.
“Arap Baharı” Ortadoğu ve Kuzey Afrika için tarihi önemde bir hareketlilikti, kuşku yok. Ama etkilerinin ne olacağı konusu bugün bile kestirilebilir özellikte değil. Her an her şeyin değişebileceği bir ortam var adı geçen bölgelerde. Çünkü “Arap Baharı” Batılı merkezlerin bekledikleri gibi gelişmiş olabilir ama onların bekledikleri gibi sonuçlanmadı. Bu merkezlerin Ortadoğu’daki, Kuzey Afrika’daki dengeleri hesaba katmadıkları çok belli. “Arap Baharı”ndan çok çok önce ABD tarafından devrilen Irak lideri Saddam Hüseyin’in cezaevindeyken kendisinden sorumlu olan ABD’li komutana “Irak yönetilmesi zor bir ülkedir, siz asla yönetemezsiniz” sözleri, tüm Ortadoğu için geçerli bir gerçeği ifade ediyordu. Bu bölgeler “diktatör” olarak bilinen “yerel aktörler” tarafından yönetilebilen ülkelerdi gerçekten. ABD ile müttefiklerinin sözümona Irak ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın Müslüman ülkelerine götürmek istedikleri “demokrasi”, yerel liderlerin yönetimlerini baskıyla kurdukları dengeler üzerinde iğreti kalmıştı.
Bunca zaman sonra “Bahar”dan geriye ne kaldı? Örneğin Tunus ne durumda? Libya’da işler nasıl gidiyor? Yemen’de yaşananlar nedir? Suriye’de ne oluyor? “Bahar”ın hem bu ülkelere hem de bölgeye mali açıdan külfeti ne oldu? Onca can kaybınının yanı sıra büyük ekonomik yıkımlar da yaşandı, peki mali kayıplar ne kadar?

Tunus istikrar arıyor
Tunus’tan başlayalım. “Bahar”ın yol açtığı iktidar değişikliğinin kansız olduğu tek ülke Tunus’tu bilindiği gibi. Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında son derece barışçıl bir geçiş olduğu söylenebilir.
Ancak bu barışçıl ortam Zeynel Abidin Bin Ali devrildikten sonra korunamadı. “Bahar”la gelen “demokratik” seçim ortamında iki muhalif lider öldürüldü. 2013 Şubat ayında da ülkenin en sevilen liderlerinden solcu muhalif lider Şükrü Belayid uğradığı suikast sonucu yaşamını yitirdi. Bu “Bahar” sırasında görülen protestolar kadar büyük gösterilere yol açtı, dönemin hükümeti bu gösteriler sonucu düştü. Bundan tam altı ay sonra ise yine muhalefetteki Halk Partisi’nin lideri Muhammed İbrahimi öldürüldü. Bu cinayet sonrası meydana gelen protesto gösterileri de hükümet düşürdü. Bu cinayetlerden İslamcı Ennahda Hareketi sorumlu tutuldu. Bu o kadar yaygın bir görüştü ki 2014 seçimlerinde Ennahda karşısında laik Nida Tunus Partisi seçimleri kazandı.
Ancak “Bahar” sonrası İslamcılarca oluşturulan nefret ortamı dinmedi. Nida Partisi milletvekili Rıza Şerefüddin 8 Ekim 2015’te suikasta uğradı. Tunus’da bugün bir sessizlik hâkim olsa da her an patlak verecek bir toplumsal kutuplaşma mevcuttur.
Buazizi’nin kendisini yakmasına yol açan işsizlik “Bahar”dan önce ne durumdaysa sonrasında da aynı durumda Tunus’ta. Hatta diplomalı işsiz sayısı “Bahar” sonrası yüzde 31’e kadar ulaştı. Bu kadar yüksek işsizlik oranının olduğu ülkede gençlerin radikal hareketlere, cihatçı örgütlere ne kadar kolay kayabildikleri anlaşılabilir.
Tunus bir turizm ülkesi. “Arap Baharı”ndan önce önemli bir gelir kaynağı olan turizmde “Bahar” sonrası büyük kayıpları oldu Tunus’un. 2010 yılında 7 milyondan fazla turist ağırlayan ülke bu rakama “Bahar”dan sonra asla ulaşamadı. Tunus'ta, “Arap Baharı”nın ülke ekonomisine maliyeti 2 milyar dolar oldu. Bu GSYH'nin yüzde 5,2'si demek.

Libya üç parça
“Bahar”ın sonuçlarının en kanlı olduğu ülke Libya’ydı. Ülkenin kırk yıllık lideri Muammer Kaddafi uluslararası güçlerin operasyon desteğiyle ülkesindeki cihatçılar tarafından linç edilerek öldürüldü. 1969 yılında kralı devirerek genç subaylarla birlikte yönetimi ele alan Kaddafi, soldan da etkilenmiş kendine özgü halkçı yönetimiyle ülkesindeki kabileleri uzlaştırmayı başarmış, Libyalıları milletleştirme yolunda önemli adımlar atmıştı. Ülkesinin petrolünü parasını almadan Batılı tekellere satmamasıyla bilinen, bu nedenle yıllardır söz konusu Batılı tekellerın hedefi olan Kaddafi, nihayet “Arap Baharı” sürecinde demokratik talepler bahane edilerek uluslararası bir komployla katledilmişti.
Sonrasında “Bahar”ın ülkeye demokrasi, özgürlük getireceğini düşünenlerin istediği gibi gitmedi hiçbir şey. 2012’de bir seçim yapıldı. Kurulan hükümet asla gerçek anlamda bir hükümet olamadı. Sayıları binleri bulan silahlı İslamcı grupları kontrol edecek gücü hiç bir zaman olmadı. 2014’te çatışmalar ülkenin hemen her yerinde artarak yayıldı.
Libya’da şu anda üç ayrı hükümet var. Biri Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi hükümeti, ikincisi İslamcıların desteklediği Trablus hükümeti, üçüncüsü ise IŞİD destekli Derne merkezli Ensaru’ş Şeria Emirliği hükümeti.
Libya’nın politika sahnesine ilginç bir isim de katıldı “Bahar” sonrasında. General Halife Haftar. Haftar yıllardır ABD’de yaşayan eski bir Kaddafi muhalifi. Ülkeye döndükten sonra oluşturduğu kuvvetlerle birlikte Bingazi’deki İslamcılara karşı savaş başlattı. Tobruk merkezli hükümeti destekliyor.
Ülkede 2 bine yakın aktif silahlı grup var. Bu BM İnsani Yardım İşleri Koordinasyon Ofisi’nin raporunda yer alan bilgi. Çatışmalarda 2014’ten bu yana ölenlerin sayısı 5 bine yakın. 2.5 milyon Libyalı sağlık hizmetine muhtaç, 400 bin Libyalı ise yiyecek sıkıntısı çekiyor. Asıl önemli olan IŞİD’in Libya’da çok büyük bir alana hükmediyor oluşu.
Kaddafi’nin emperyalist tekellere damlasını bile koklatmadığı Libya petrolü şimdi Batılı tekellerin depolarına bol bol akıyor. Çünkü ülkenin en zengin petrol bölgesi olan Sirenayka’da aşiret liderleri “özerklik” ilan etti. Kaddafi’nin 1969’da devirdiği Kral Sunusi’nin aynı adı taşıyan yeğenlerinden birini de “prens” unvanıyla başlarına geçirdiler. Çift başlılığın olduğu, hükümet otoritesinin bulunmadığı ülkede bu “özerk” bölge ülke petrolünü dilediği fiyata dilediği petrol tekeline satıyor.
“Bahar” sonrası yaşanan iç savaşın Libya'nın GSYH'sine maliyeti 7,7 milyar doları buldu, toplam maliyet ise GSYH'nin yüzde 29'una yani 6,5 milyar dolara ulaştı.
“Arap Baharı” Libya’ya emperyallerin beklediği gibi ne özgürlük ne demokrasi ne de istikrar getirdi. Götürdükleri ise belli: İnsan kaybı, ekonomik yıkım ve petrol.

Yemen paramparça
“Arap Baharı”nın iktidarı değiştiren ama sorunları çözmediği ülkelerden biri de Yemen oldu. Ülkede baş gösteren ayaklanmalar sonucu Cumhurbaşkanı Salih, kaçmak zorunda kalmış ama yerine geçen Abddurrabbih Mansur Hadi de gösterileri yatıştıramadı.mıştı. Çünkü Yemen’de “Bahar” ABD ile Suudi Arabistan elçilikleri aracılığıyla yönetiliyordu. Halk buna itiraz ediyordu. Özellikle Ensarullah hareketi öncülüğünde yükselen Husi protestoları sonucu Cumhurbaşkanı Hadi önceleri Ensarullah Hareketi ile uzlaşmak zorunda kaldı. Sünniliğe en yakın Şii gruplardan biri olan Husilerle bu yakınlık Suudi Arabistan’ın kabul etmeyeceği bir gelişmeydi. Bir süre sonra Suudi krallığı ABD’nin de desteğiyle Yemen’le sınır sorunlarını bahane ederek ülkeyi işgal etti. Bu işgal aslında Suudi Arabistan’a da pahalıya mal oldu. Suudi krallığı son üç yılda 250 milyar dolar sermaye kaybı yaşadı. Bunun nedenlerinden biri de Yemen işgaliydi.
Yemen’de “Bahar”ın ilk dönemlerinde yaşanan toplumsal olaylar nedeniyle yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı yüzde 15’in üzerine çıktı. Olayların ekonomiye toplam maliyeti ise mali dengenin 858 milyon dolar kötüleşmesiyle GSYH’nin yüzde 6.3’üne denk düşmüş oldu. Yemen’de bunun dışında ciddi bir kolera salgını da yaşanıyor. Her gün artarak süren çocuk ölümleri de BM raporlarına geçmiş bulunuyor. Olaylar nedeniyle Yemen'de yoksulluk sınırı altında yaşayanlarının sayısının yüzde 15'in üzerine çıkması beklenirken, olayların ekonomiye toplam maliyetinin GSYH'nin yüzde 6,3'üne denk düşeceği tahmin ediliyor.

Bölge ekonomisi tam 614 milyar dolar kayıp yaşadı(II)

Suriye kendi kendine yeten, çok az dış borcu olan bir ülke iken, “Bahar” sonrası ekonomisi zor durumda olan bir ülke haline geldi, ekonomide 2011 yılından bu yana 259 milyar dolarlık kayıp yaşandı.

Mısır’da halk İslamcıları reddetti
“Bahar”ın en çarpıcı sonuçlarından birine Mısır’da tanık olduk. Tunus’ta başlayan, ardından Mısır’a sıçrayan protesto dalgası Hüsnü Mübarek rejimini devirmiş, yıllarca yarı illegal yarı yasal mücadele veren Müslüman Kardeşler başta olmak üzere birçok İslamcı örgüt durumu fırsat bilerek siyaset sahnesinde etkili olmaya başlamıştı. Mübarek’ten sonra da onun döneminden kalma yöneticilerin göreve devam 
ettiklerinin görülmesi protestoların sürmesine yol açmış, bu kez İslamcılar bu gösterilerde yer almayıp Tahrir Meydanı’nı dolduran solcu, laik, ılımlı dindar kesimlerin karşısına geçmişti. Yapılan seçimlerde İslamcı Muhammed Mursi’nin Başkanlığa seçilmesinden sonra Mısır’ın hızla İslamcılaştırılması protestoları daha da artırmış, ancak Mübarek döneminin üst düzey komutanlarından olan Genelkurmay Başkanı Abdülfettah Sisi, Mursi’yi devirerek halkın devrimini çalmıştı. Burada önemli olan halkın İslamcılara olan tepkisiydi. Aslında 2011’deki Mübarek karşıtı ayaklanmaları destekleyen laik kesimler, İslamcılara karşı askeri darbeye destek vermek durumunda kaldılar. Darbeden bu yana geçen süre içinde Mısır’da İslamcılara karşı yapılan hiçbir uygulamaya yönelik ciddi bir itiraz olmayışı “Arap Baharı” denen sürece asıl damgasını vuranın en azından Mısır özelinde İslam karşıtı kesimler olduğunu gösteriyor.

“Bahar” sonrası üç yıl
“Bahar”dan sonra Mısır da eskisinden daha kötü oldu. “Bahar”ın üzerinden üç yıl geçtiğinde döviz rezervi 36 milyar dolardan 15 milyar dolara geriledi. Mısır parası dolar karşısında yüzde 18 değer kaybetti. Mübarek döneminde ortalama yüzde 5-6 büyüyen ekonomi, 2011’de yüzde 1.8, 2012’de yüzde 2.2 büyüdü. 2013 beklentisi yüzde 1.8. Milli gelirin yüzde 10’unu oluşturan turizm sektöründe turist sayısı yüzde 22, turizm gelirleri de “Bahar” öncesine göre yüzde 25 azaldı. Sektör, 2.5 milyar dolarlık gelir kaybetti. Elektrik ve su kesintileri başladı. Birçok yerde ekmek bulunamadı. Mübarek döneminde yüzde 10 olan işsizlik, Mursi döneminde yüzde 13’e yükseldi. 2013 Eylül-Ekim-Kasım döneminde bu oran yüzde 13.4 oldu. Mübarek döneminde genç işsizlik oranı yüzde 25’ti. Mursi döneminde bu rakam yüzde 70.8’e çıktı. Yoksulluk yüzde 20’den yüzde 25’e fırladı. Mübarek’in devrilmesinden sonra kamu borcu 30 milyar dolardan, 40 milyar dolara çıktı. Enflasyon yüzde 3 seviyesinden, yüzde 13 yükseldi. 2013 enflasyonu yüzde 12,5 oldu.

Diz çökmeyen Suriye
“Arap Baharı” sürecinde en büyük emperyal çullanma Suriye’ye karşı yapıldı. Suriye, son bir yıla kadar Hizbullah ve İran’ın da desteğiyle ülkeye başta Türkiye olmak üzere komşu ülkelerden sızdırılmış çeşitli ülkelerden gelen 60 bine yakın cihatçıya karşı savaş yürüttü. Hem İslamcılara hem de emperyal propaganda makinesine karşı muazzam bir mücadele verdi. Bu süre boyunca Suriye tüm memurlarına maaş ödemeye devam etti. Ancak dış müdahalelerle yaratılan iç savaş sonucu 500 bine yakın insan yaşamını yitirdi, 3 milyon insan komşu ülkelere sığındı, bir o kadar nüfus iç göç yaşadı, kültürel yapılar, tarihi şehirler yok oldu. Rusya’nın Suriye’ye destek vermesiyle durum Suriye’nin lehine döndü. Suriye’ye muhalefet edenlerin ılımlı ya da radikal ne olursa olsun hiçbirinin demokrasi yanlısı olmadığının anlaşılmış olması Suriye’nin yönetimi için ne kadar önemli olduğunun anlaşılmasına yaradı. Ancak bu süreç Suriye’ye pahalıya mal oldu. Ülke fiili olarak ikiye bölündü. Ekonomisine de büyük zarar verdi. Kendi kendine yeten, çok az dış borcu olan bir ülke iken, “Bahar” sonrası ekonomisi zor duruma düştü. Altı yıllık çatışma Suriye gayri safi yurt içi hasılasında ve sermayesinde 2011 yılından bu yana 259 milyar dolar kayba yol açtı.

Bahreyn söz konusu olunca
Libya, Yemen, Suriye, Mısır söz konusu olduğunda “Bahar”ın demokrasi getireceğinden dem vuranlar konu Bahreyn’e gelince nedense “demokrasi”den söz etmediler. Bahreyn’de de 2011 yılında muhalif gösteriler başladı. Protestocular demokratik reformlar, siyasi özgürlükler talep ediyorlardı. Suriye’de “demokrasi yanlısı” protestocuları destekleyen Suudi Arabistan, Katar, ABD ve Batılı “Bahar” dostları Bahreyn’deki demokrasi yanlısı gösterileri bastırması için Bahreyn yönetimine yardım ettiler. Çünkü Bahreyn’de krallık sünni, halk Şii idi. Suudi Arabistan’ın Bahreyn’e ilişkin en büyük korkusu bir rejim değişikliği sonucu oluşacak Şii yönetimin İran’la kuracağı sıkı ilişkiler. Bu, İran’ın bölgedeki etkisini artıracağı gibi başka ülkelerdeki Şiilere de örnek olabilirdi. ABD için de İran yanlısı bir yönetim tercih edilmezdi Bahreyn’de. Çünkü bu ülkede 5. Filosu vardı ABD’nin. Kenya’ya kadar olan bir alanı buradan kontrol ediyordu ABD. “Arap Baharı”na destek vererek bölgeyi ateşe atanlar Bahreyn’i kendi çıkarları için bu “ateş”in dışında tutmuşlardı. Bahreyn’in “Bahar”ı kazasız belasız atlatan birkaç ülkeden biriydi.

Ürdün de bölgede ABD müttefiki bir ülke olarak ABD desteğiyle zamanında aldığı önlemlerle “Bahar”dan zarar görmeden çıkabildi. Kral Abdullah, halkın her protesto gösterisinde hükümet değişikliğine giderek öfkeyi yatıştırmayı başardı.

Ama “Bahar” Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da büyük tahribatlara yol açtı. “Bahar”ın en büyük destekçilerinden Suudi Arabistan bile zarar gördü. Etkileri 2014’e kadar gelen “Bahar”ın etkileri yüzünden petrol fiyatlarında değişmeler oldu. Fiyatlar son on üç yılın en düşük seviyesine inince Suudi Arabistan gibi büyük üreticiler bundan çok zararlı çıktı

Yapılan bir araştırmada “Bahar”ın yaşandığı ülkelerde “Bahar”ın hemen öncesinde tarım sektörünün GSYH içerisindeki payının yüzde 11 olduğu vurgulanarak, gelişmiş ülkelerde tarımın GSYH içerisindeki payının yüzde 5’in altında olduğu anımsatılıyor. Buradan yola çıkılarak “Bahar”ın yaşandığı ülkelerin hâlâ büyük ölçüde tarım toplumları oldukları vurgulanıyor. Söz konusu araştırmanın sonuç bölümünde “Arap Baharı”nın (Kısa Dönem) Sonuçları şöyle açıklanıyor:

1)Arap Baharı’nın yaşandığı günden bu yana Libya, Mısır, Tunus, Suriye, Yemen ve Bahreyn için GSYH cinsinden kaybının 20 milyar doları ve kamu finansmanı cinsinden 35 milyar doları aştığı hesaplanmaktadır;

2) Arap Baharı’nın bölgedeki etkisi ülkeden ülkeye önemli ölçüde farklılıklar göstermektedir. Örneğin, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt gibi zengin Arap ülkelerinde GSYH önemli ölçüde arttı. Bu durumun bir nedeni de bu ülkelerin ekonomilerinin görece daha dinamik ve büyüme temelli olmalarıdır;

3)Yemen ve Libya gibi ülkelerde hükümet gelirleri hükümetin temel kamusal hizmetleri vermesini engelleyecek düzeyde azaldı;

4) Arap Rönesansı için Arap liderliğinin ve bölge ülkeleri arasında işbirliğinin zorunlu olduğu ortaya çıktı;

5) İstikrarlı ve sürdürülebilir bir ekonomik yapının, güçlü ve hesap sorulabilir hükümet sisteminin ve demokrasinin inşası için yerel ve açık sosyo-politik bir çerçevenin gerekliği anlaşıldı;

6) Geri dönüşlere neden olabilecek sosyo-politik ve güvenlik risklerinin varlığının gözükmesi. Mısır’da Arap Baharı sonrası yaşanan politik gelişmeler ve askeri darbe bu tür risklerin gerçek olduğunu ortaya koydu;

7) Birleşmiş Milletler’in bölgeye yönelik bakış açısı ve politikalarını değiştirmesi gerektiği ortaya çıktı;

8) Politik özgürlükler, politik temsil, ulusal kaynakların kullanımından elde edilen gelirlerin kullanılmasında açıklık, sağlık, eğitim, kadın gibi konulardaki gelişmelerin uzun dönem yapısal dönüşüm için zorunlu olduğunun görülmesi ve 9) Doğal kaynak bağımlılığını azaltarak ekonominin çeşitlendirilmesi sağlayacak ekonomik sistemin kurgulanmasının zorunlu olduğunun görülmesi.

Uluslararası perspektif
Uluslararası bir perspektiften bakıldığında ise Arap Baharı’nın sonuçları şöyle değerlendirilebilir:

1) Arap Baharı en azından başlangıçta uluslararası politik çevrelerce yanlış algılandı ve yanlış öngörüler yapıldı;

2) Uluslararası politik çevreler ve yerel politik örgütlenme yanlış jeopolitik değerlendirme ve tercihler yaptı;

3) Batılı devletler Bahar süreci üzerinde çok az etkili olabildiler;

4) Batılı devletler yeni yerel aktörler hakkında çok az sosyo-politik bilgiye ve değerlendirmeye sahiptirler;

5) Bahar süreci büyük bir bulaşıcılığa sahiptir;

6) Dış çatışmalar rejimleri kurtarmamaktadır;

7) Uluslararası müdahalelerin yararlılığı sorgulanmaya başlandı;

8) İstikrar kavramı değişti ve demokrasi, bireysel özgürlükler, adalet ve insan hakları gibi uluslararası değerler ile ilgili dünyanın tamamına güçlü bir sinyal gönderildi. Dalacoura da Arap Baharı sürecinin olay ve olgularının çeşitliğinin sonuçlarına ve politik etkilerine de yansıdığını ifade etmektedir.

“Bugünün Arap Dünyası büyük bir belirsizlik ile tanımlanabilir. Jeopolitik bir çerçevede, yerel politik değişiklikler, yakın coğrafyada ve Batı’da güç dengelerinin değişmesine neden olacaktır”. (Bknz: Arap Baharı’nın Ekonomik Analizi- Harun ÖZTÜRKLER http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu16makale/harun_ozturkler.pdf)


 Yıktılar şimdi onarmak için girecekler
BM’ye bağlı Batı Asya Ekonomik ve Sosyal Komitesi (ESCWA) bölgenin “Arap Baharı”ndan sonra uluslararası yardıma her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğunu açıkladı. Bölge ülkelerinin yaşadıkları tahribatın altıdan kalkmaları tek başlarına mümkün değil. Hemen hemen hepsi dış müdahaleye muhtaç hale getirilmiş durumdalar. Emperyalizmin mali kurumları sözde yardım adı altında bu bölgelere  sermayelerini sokmaya hazırlanıyorlar. Aynısını yıllar önce Latin Amerika’da, Batı Avrupa’da, Balkanlar’da da yaptılar. Bu gölgelerde savaşlar, çatışmalar çıkaran emperyal güçler ardından buralara yardım adı altında kendi sermayelerini soktular. Aynısı şu an hâlâ belirsizliğini koruyan Ortadoğu ve Kuzey Afrika için de olacak. Ama henüz erken.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN




10 Eylül 2017 Pazar

Olmaz deme! Burası Türkiye... - ALİ SİRMEN

Son zamanlarda sıkça olduğu gibi bu kez de uzun uzun karşılıklı sessiz oturduk. Sessizliği o bozdu:
- Bakalım, daha neler göreceğiz?
Sinirlenmiştim:
- Şimdiye kadar gördüklerin yetmiyor mu? Daha ne olsun!
Sonra düşündüm. Kaç kez “daha beteri olmaz” deyip de daha ne beterlerini görmüştük.
Son olarak perşembe günkü Cumhuriyet’i okurken kapıldım aynı duyguya.
Olay şu:
Ankara’da İgilizce öğretmenliği yapan T.E.’nin geçenlerde kapısı çalınmış, açmış, gelen yönetici kendisini uyarmış:
- Sizden şikâyet var.
Açıklamış:
- Gözetleyenler şikâyet ettiler, ev içinde şortla geziyormuşsunuz. Perdeleri kapatın!
Yönetici iyi niyetini vurgulamayı da ihmal etmemiş:
-Sizin iyiliğiniz için uyarıyorum.
Olay tüyler ürpertici, bir kadının evi belli ki sistematik biçimde gözetleniyor ve özel yaşamının dokunulmazlığına tecavüz edilen kişi şikâyetçi olacağı yerde, yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali, gözetleyerek özel yaşamın dokunulmazlığını ihlal edenler şikâyetçi oluyorlar.
Ve “Herkes dilediği gibi giyinsin! Kimsenin başörtüsüne kıyafetine karışma!” sloganıyla açılan dönem, kendi evinde şortla gezenlerin baskı altına alınmasına varıyor.
Özel yaşamın ihlali serbest oluyor, evde şortla gezmek şikâyet konusu haline geliyor.
Normal toplumlarda şikâyetçi olması gerekenler şikâyet edilip uyarılıyor. 


***

Garip bir durum, davacı olması gerekenler davalı, davalı olması gerekenler davacı.
Türkiye artık her alanda böyledir, çağdaş uygar dünyada serbest olan her şey yasaktır, yasak olan her şey ise serbest.
Çağdaş uygarlığı yakalayıp geçme iddiasıyla yola çıkan Cumhuriyetin yüzüncü yılına varmadan, çağdaş uygarlığın tersi olduk.
Bir ülkede vatandaşlara “yasamayı eleştirme, yargının bağımlılığına karışma, yürütmeden şekvacı olma, konuşma, muhalefet etme, iktidara biat etmekten geri durma” telkininde bulunuluyor, bu yönde iktidar ve/veya toplum tarafından yaptırım uygulanıyorsa orada demokrasi yok demektir.
Demokrasi olmayan otoriter toplumlarda yaşamak zordur.
Ama Türkiye o noktayı da aşmış, insanın artık evinde tek başınayken bile ne yiyeceği, ne içeceği, ne giyeceği başkaları tarafından dayatılan büyük gözaltı ülkesi haline gelmiştir.
Artık siyasete karışmadan, temel hak ve özgürlüklerini kullanmadan, sesini çıkarmadan, kendi köşesinde etliye sütlüye karışmadan kafasına göre takılmak da mümkün değil.
Evinde bile iktidar veya yandaşları nasıl uygun görüyorlarsa öyle yiyip içip giyinip düşüneceksin.
Artık bireye bırakılmış bir karış özgürlük alanı bile kalmamıştır. 

***

Bugüne dek öyle şeyler görüp yaşadık ki “gayri bundan beteri olmaz” diyemiyorum, olur mu, olur.
Bir de bakarsınız ki T.E. istendiği gibi perdeleri kapatırsa bu defa da yönetici gelip şöyle bir uyarıda bulunabilir:
- Perdeleri açın! Evi gözetleyenler şortla dolaşmadığınızdan emin olmak istiyorlar.
Veya şöyle bir uyarı da mümkündür:
- Perdeleri kapattığınızdan evde çıplak dolaştığınızı düşünüyor evi gözetleyenler, bu düşünce de onları rahatsız ediyor. Perdeleri açın ve onların isteklerine uygun giyinin! Burası mazbut mutekit insanların mahallesi.
Artık bunu da yaşarsak, şaşırmayacağım ve o zaman bile “bundan beteri olmaz” demeyeceğim. Belli mi olur? Belki de perdeler açık, dayatıldığı gibi giyinik yaşadığımızda da bir rüya okuma makinesi yapılır ve her gece yatarken ona bağlanmak zorunluluğu getirilerek, matluba uygun, zararlı düşünceler içermeyen helal rüyalar görmemizi sağlayacak denetimler de bu yolla gerçekleşir.
Helallik denetçisi, kullanımı zorunlu rüya ölçerleri imal eden, partiye yakın ve halkın rüyalarının ortasına denetçi koyan işadamlarının firması da vatandaşın bu aygıtlara ödediği paradan kazandıklarıyla ülke ekonomisine ve kalkınmasına katkıda bulunur.
Olmaz deme!
Olmaz olmaz, burası Türkiye!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Süleymancıların ‘yazdırmama’ gücü - ÇİĞDEM TOKER

5 Eylül Salı akşamı Besni’de (Adıyaman) iki çocuk cinsel istismara uğradı.



Biri 10, diğeri 11 yaşında iki erkek çocuğunu istismar eden, emanet edildikleri yurdun müdürü İ.T’ydi.
Resmi adı “Özel Safyün Halil ve Selvi Gölbaşı Erkek Öğrenci Yurdu” olan yurt, ilçede “Süleymancıların yurdu” olarak biliniyor. (Geçen aralık ayında Aladağ’da 11’i çocuk 12 kişinin öldüğü yangının çıktığı yurt da Süleymancılarındı. )
CHP Milletvekili Barış Yarkadaş’ın sosyal medya hesabında duyurmasıyla haberdar olduğumuz olayın arka planını merak ettim. Yarkadaş’ı aradım.
Çocukların yaşadıklarını ailelerine anlatması üzerine, aile akrabaları toplayıp düzenledikleri baskında, müdürü hastanelik edinceye dek dövmüş. Müdür, durum hastane, polis tutanaklarına oradan da adliyeye yansıyınca tutuklanmış.
Sonraki gelişmelere bakılırsa, ailenin tepkisi adliyeye yansımasa, olay hiç duyulmayabilirmiş bile diye düşünüyor insan.
Nereden mi? Adıyaman’da sekiz tane yerel gazete faaliyet gösteriyor ve bu haber hiçbirinde yer almamış.
Nedenini ve nasılını, Yarkadaş’ın aktardığı kronolojiyle paylaşalım:
-Olayı sosyal medya hesabımdan duyuruyorum. Kısa süre sonra, yani saat 15.00 civarında önce Cumhuriyet ve Sözcü gazeteleri peş peşe internet sitelerinde yayımlıyor.
- 15.45’te Adıyaman Valiliği Basın Bürosu, kentteki sekiz yerel gazeteyi telefonla tek tek arayıp haberi “girmemelerini” istiyor.
-16.00’da Besni Sulh Ceza Hâkimliği, habere yayın yasağı getiriyor.
-18.00’de Valilik yazılı açıklama yaparak hem olayı duyurmak zorunda kalıyor, aynı anda yayın yasağından söz ediyor.
Yarkadaş, kentteki meslektaşlarımızın ağır baskı altında olduğunu belirtiyor.
Besni Sulh Ceza Hâkimliği, yayın yasağına gerekçe olarak “Çocuğun yüksek menfaatları”nı göstermiş.
Oysa çocuğun yüksek menfaatları tam da -bu rezilliğin tekrarlanmaması, mağdur sayısının artmaması için- olayın örtbasını değil aydınlatılmasını gerektirir.
Bu ise kamu görevi yapan gazetecilerin çabalarının desteklenmesini.
Yazıya “Süleymancıların ‘yazdırmama’ gücü” başlığı yazmamın nedeni şu:
Adıyaman Valiliği, medyayı yargı kararı çıkmadan önce baskı altına aldı.
Bu da “yazmayın” telefonunun çocukların yararından çok, Süleymancıların menfaatının öne çıktığını düşündürtmez mi? 

Demirtaş’ın mektubu
Milletvekili dokunulmazlığı 20 Mayıs 2016’da kaldırıldı. Anayasaya eklenen madde uygulamasında, kürsü dokunulmazlığının mutlaklığının gözardı edilişi ile geriye dönük uygulama nedenleriyle ağır hukuksal yanlışlar yapıldığını biliyoruz.
Bu konuyla bağlantılı bir başka husus dikkatlerden kaçıyor.
On ayı aşkın süredir tutuklu HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş bu hususu (bin kişiye gönderdiği) mektubunda vurguladı.
Mektuptaki anlatımını sadeleştirerek özetliyorum:
- O tarihte bizler, anayasaca korunan “mutlak sorumsuzluk”tan yani kürsü dokunulmazlığı kapsamındaki sözlerimizle suçlanıyoruz. O nedenle “yargılanmamız mümkün değil” demiştik.
- Hükümet çevreleri ise bize bağımsız yargıya herkesin güvenmesi, hesap vermesi gerektiğini söylemişti.
- Aradan iki ay geçti, 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti. İki ay önce “bağımsız ve tarafsız” dedikleri yargının 4500 üyesi bizzat hükümetçe terör örgütü üyeliği suçlamasıyla görevden alındı. Onlar şu anda görevde değiller. Ama biz onların hazırladığı fezleke ve iddianameler ile yargılanıyoruz.
Demirtaş, bağımsız ve tarafsız yargı döneminde 10 aydır yargıç önüne çıkmadı. 

Özgürlük
Bilen, bilmek isteyen, Cumhuriyet davasının, bir gazetenin yönetici ve çalışanlarının davasından çok fazlasını temsil ettiğini biliyor. Gözümüz, kulağımız, aklımız ve kalbimiz yarın Silivri’de olacak.
Küçücük de olsa bir önemi kaldıysa, ümidin ve beklentinin ötesinde bir hukuksal olgu:
Yarınki duruşma, dayanaksız bir iddianameyle bir dakikası dahi hak edilmeyen tutuklulukların bitmesiyle sonuçlanmalı. 

PTT ihalelerinde neler oluyor?
PTT, dokuz aydır Türkiye Varlık Fonu’nda. Son zamanlarda PTT’nin mali nitelikli işlem ve kararlarında, çalışanların dikkatini çeken bazı gelişmeler oluyor. (Haklı olarak mesleki geleceklerinden duydukları endişeyle adlarının açıklanmasını istemiyorlar.)
Ama kamu çıkarları adına bildiklerini bizimle paylaşacak kadar vicdanlılar.
PTT’deki mali işlem ve kararların TVF’ye devredildiğinden bu yana da daha çok “kayırma” odaklı olduğu.
Dikkat çeken iddialardan birkaç örnek:
- Gezici tahsilat için ihale edilen otobüs kiralarının fahiş derecede yüksek olduğu. 27 otobüs kiralaması için aylık 15 bin TL’ye anlaşıldığı. Otobüslerin eski olduğu,
- Ankara’da kiralanan bir binaya aylık 195 bin TL ödendiği. Ayrıca milyonlarca TL’lik tefriş masrafı yapıldığı,
- İhaleler daha önce kamera sistemiyle kayıt altına alınırken, şimdi sisteme özel bir aygıt eklendiği. Böylece, olası usulsüzlükleri önlemenin tedbiri olan sürekli kamera kaydına, istendiği zaman durdurulup tekrar başlatılabilen bir özellik kazandırıldığı,
- Davet yöntemiyle satın alınan PTT Matik’lerin öncekilere göre çok pahalı olduğu. 

Kalan çocuklar güvende mi?
Yurt müdürünün odasında istismara uğrayan iki çocuk -Adli Tıp olması nedeniyle- Malatya’ya götürülmüş ve ifadeleri psikolog eşliğinde alınmış. Onların bu travmayı ömür boyu zihinlerinde taşıyacağı bugünden belli.
Bir de kalanlar var. (O yurdun 40 kişilik olduğunu yine yerel kaynakların Yarkadaş’a verdiği bilgi dolayısıyla öğrendik.) Vicdanın, sulh ceza hâkimi kendisidir ve mesafesi yoktur diyelim ve Adıyaman Valiliği’ne buradan soralım: Süleymancıların yurdunda kalan öteki çocukların akıbeti ne olacak? O çocuklar güvende mi? Yurt hâlâ faal mi?
‘Polisin görevi Süleymancıları korumak mı?’
“Hiç bu kadar bağımsız ve tarafsız olmayan yargı” ortamında Besni Sulh Ceza Hâkimliği’nce alınan karar, Adıyaman’da gazetecilere ertesi sabah tebliğ ediliyor. Bir meslektaşımız evinde bulunamıyor. Polis, kapıyı açan oğluna vermek istiyor. Gazetecinin oğlu, “Babamın belgesini ben alamam” diyor. Polis memurunun “Bu konuyla ilgili bir haber bile çıksa, seninle görüşürüz” dediği anlatılıyor. Aktaran Yarkadaş, soruyor: “Polisin görevi, istismarcıları korumak mı? Polis, Süleymancıların kolluk kuvveti mi?” Bu soruyu tekrarlatacak son gelişmeyi yine Yarkadaş sosyal medyadan duyurdu. Adıyaman’ın Gerger ilçesinde, yine Süleymancılara ait bir yurt polis ve asker korumasına alınmış.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

9 Eylül 2017 Cumartesi

Tutku tuzağı - AYDEMİR GÜLER

Yazacak çok şey vardı, gece geç saatte bilgisayar başına oturabildiğimde. İzmir’de Partinin 97. yıl etkinliğinden çıkmıştım örneğin. Yazacağım yazı, TİP’in 1965’de Meclise giren “efsane 15’i”nden birinin, bugün TKP üyesi Yusuf Ziya Bahadınlı’nın 90. doğum gününde yayınlanacaktı. Erken kutlamayı bir gün önce evinde birlikte yaptığımız bu emektar komünistle ilgili de yazabilirdim dolayısıyla…
Konu sıkıntısı hiç çekilmeyecek bir geceydi yani.
Ama benim için “günün haberini” yine o saatlerde okudum:
Binali Yıldırım da İzmir’e gelmişti ve açılış törenlerine katılmıştı. Törende Büyükşehrin CHP’li belediye başkanı AKP’li goygoy takımları tarafından konuşturulmamış ve töreni terk etmişti.

Üstelik başbakan da Kocaoğlu ayrıldıktan sonra üstünde tepinmeye devam etmişti:
“Başkan niye sinirlendi anladınız mı? Demek ki Recep Tayyip Erdoğan sevgisine hala tahammül edemeyenler var. Aziz Başkan’ın şekeri var. Birden şekeri çıktı vitesler attı. Ama öfke onun olsun, sevgi bizim olsun.” 
Günün haberi bu. TKP geceleri farklı illerde daha devam edecek nasılsa. Yusuf Ziya ağabeye gelince; hem daha nice doğum günleri kutlayacağız birlikte, hem de soL portal bu yılı boş geçmeyecek, biliyorum.
                                                                          *    *    *

Günün haberi Yıldırım ile Kocaoğlu’nun birlikteliği gerçekten de. Son derece tipik. Bugün iktidardaki kültürü de muhalefetteki kültürü de, yani iki ana akım davranışı da sembolize ediyor yaşanan.
Cumhuriyeti çökertmişler, İzmir’e düşmanlıklarını hiç saklamamışlar ve Binali beyin bugünkü mevkie gelebilmesinin şifreleri de yetenek ve birikiminden ziyade İzmir kilidini kırmakta uygun bir vasıta olabileceğinin düşünülmesinde gizli. Bunları bütün memleket biliyor.
İzmir’i, bu saltanat heveslilerinin istilasından koruduğu zannedilen CHP, kentte elbette büyükşehir belediye başkanı tarafından temsil ediliyor. Bu hafifsenemez ölçekteki temsilciliği yürütmekte olan kişi, düşmanı, öyle Truva atının içinde falan değil, güpegündüz, bindirilmiş kıtalarıyla kabul ediyor şehre.
Elini uzatıyor. Yanıt eline tükürüyorlar.
Şaşırıyor muyuz peki? Hayır!
AKP’nin uzatılan ele verebileceği en hafif tepki bu. Bu tepki öyle kontrolsüz birilerinin kendinden olmayanı görünce sapıtması da değil. Aziz bey, kendini yobaz istilacılara beğendirmek isteğinin kurbanı olmuştur. Ayrılırken en çok kendine kızmış olmalıdır. Yoksa onun da, gördüğü muameleyi beklenmedik bir sürpriz olarak algılamış olması pek mümkün değildir. Koca belediye başkanı hükümeti ve memleketi tanıyor olmalıdır.

Ancak ne kadar tanısa da, majestelerinin muhalefeti için bu tutkulu bir tuzaktır. Düzen içi her AKP eleştirmeni gün gelir bu tuzağa düşer. İktidarla frekans tutturmak isterler bir nedenle, sonra en iyi olasılıkla, tükürük!

Daha kötüleri de olmuştur. Deniz Baykal, Erdoğan’a Meclis kapısını açan adamdır. Yanıtını özel hayat videosuyla CHP liderliğinden aşağı ittirilmek olmuştur.
HDP yöneticileri müzakere masası sevdasına Gezi direnişine darbecilik yakıştırmaya bile yanaşabilmişlerdi. Aldıkları yanıt hapishane oldu.

AKP’den Alevi reformu uman kanaat önderlerinin adını hatırlamakta zorlanıyor olabilirsiniz.
Laikliğin tehlikede olmadığını söyleyen, AKP çizgisi tarafından beğenilmemekten ölesiye endişe duyan ve dokunulmazlıkları kaldırmayı kabul eden Kılıçdaroğlu’nu unutmayalım; yanıt küfür kıyamet…

Liste çok uzun ve uzamaya devam edecek. “Aziz bey şaşırmamıştır” derken, kendisine büyük yetenekler, bilinç falan atfetmiyorum. En basit gözlemlerde bulunmamış olamaz diyorum.
Şaşırmazlar, ama tuzağa atlamaktan kendilerini alamazlar. Burada da bir çelişki yok. Çünkü düzeni bugün AKP pek güzel temsil etmektedir.

Bu düzende yaşayacak, mevki sahibi olacak, cebinizi dolduracaksanız; bunlar sizin için sınıfsal bir zorunluluksa AKP’nin kör gözüm parmağına tuzağına da atlayacaksınız. Aydın Doğan ailesi olacaksınız örneğin ve resepsiyon var dendiğinde Saraya koşacaksınız. Gelecek ay alacağınız yanıtın ne olacağını bilecek veya başınıza geldiğinde şaşırmayacaksınız. Ertuğrul Özkök olacaksınız ve tarihinin en kepaze haline düşürülmüş İstiklal Caddesine hayran hayran bakacaksınız AKP’li belediye başkanının koluna girip. Sonra; hiç sürpriz yaşamayacaksınız.
Bu muhalifler AKP ile anlaşmış olmayacaklar. Onun pespayeliğini, yobazlığını, cehaletini paylaşmayacaklar belki. Ama düzen sevdası nedeniyle tuzağa, bile bile lades, atlayacaklar. Bu sayede, evet, mevkili ve paralı yaşamaya devam edecekler. Kendi ömürlerini uzatmak için AKP’ye el uzatacaklar. Hep birlikte düzenin çarklarını çevirecekler.
Durum budur ve tuzaktan uzak durmanın çaresi, düzenden kopmaktan başka bir şey değildir.

Aydemir Güler / SOL

Ölünün arkasından - ORHAN GÖKDEMİR

Ölümünün ardından Yeni Asya gazetesi dokuz sütuna manşet attı, “Kitabıyla Said-i Nursi ile alakalı bir tabuyu yıktı, hedef oldu ve bedel ödedi” dedi. Kimden söz ediyor? Prof. Şerif Mardin’den. Yeni Asya gazetesi kimin? Nurcuların. Peki, yazarımızın ödediği iddia edilen bedel ne? Said-i Nursi hakkında kitap yazdığı için Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) üyeliğine alınmamış, o. Büyük mağduriyet diyecekler ama OHAL var, KHK var. Nakşi-Nurcu destekli dinci iktidar sorgusuz sualsiz yüz bini aşkın insanı kapı dışarı etti. İtiraz etmesine de yasak getirdi üstelik. Nuriye ve Semih hukuksuz bir şekilde işlerinden edildikleri için yüz seksen küsur gündür aç. Veli Saçılık bir yılı aşkın bir süredir direniyor kovucularına. Bir kolunu zaten kopardıkları için kovarken kollarından bile tutamadılar Veli’nin. Şimdi tek kolundan tutup tutup tartaklıyor, yerlerde sürüyorlar. Şerif Mardin ebedi mağdur böyle bir ortamda…

Ama insan ölümlü bir varlık pek hatırlamak istemese de. Öldü Şerif Mardin de, mağduriyetini de beraberinde götürdü. Arkasından söylenenler renkli. Kemal Kılıçdaroğlu, Ahmet Davutoğlu, Tayyip Erdoğan ve bilumum Nurcular gibi ağıt yakanlar var ölüye. Ama “iyi bilmezdik rahmetliyi” diyenlerin sayısı da bir hayli kabarık. Cumhuriyet gazetesinde Tayfun Atay “Prof. Dr. Şerif Mardin, aynı dili konuştuğu çevreler tarafından lânetlenmiş, farklı dili konuştuğu çevreler tarafından yüceltilmiş bir sosyal bilimciydi” diye yazdı mesela. İsabetli bir saptama bu. Yalnız, bu durum sadece onun için değil ülkenin pek çok ünlüsü için de geçerli. Mesela Orhan Pamuk. Aynı dili konuştuğu çevrelerde bir nefret objesi. Halbuki dışarıda büyük edebiyatçı sayılıyor. Nobel ile bile ödüllendiler. Peki, kendi ülkesinde yol açtığı nefretin sebebi ne? Belki ülkesindekilerle aynı dili konuşmuyordur da ondan oluyordur. Orhan Pamuk’la Şerif Mardin’le aynı dili konuşmuyoruz biz. Egemenlerin, kapitalizmin, emperyalizmin dili onların konuştuğu. Sorun bu…

                                                                             ***

Sabancı Üniversitesi öğretim üyesiydi bir ara. Öğrencileri arasında Halil Berktay ve Ahmet Davutoğlu gibi ünlü simalar var. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünü kurmuş. Rastlantı sayılmamalı, siyaset bilimi soğuk savaş döneminde imal edilmiş bir “bilim” dalı. Çevre-merkez kuramının ülkeye taşıyıcılarından. Bir ayağı ABD’de, öbür ayağı İletişim Yayınlarında. Din ve modernleşme üzerine yazıyor. “Yeni Osmanlıcılık”ın mucitlerinden. İslam’a sıcak, modernleşmeci-batıcı hareketlere uzak. Daha ne olsun?

2010’lu yıllarda Batı ve yerli ajanları AKP’yi parlatmaktaydı. Hiç gelememiş demokrasi nihayet AKP marifetiyle gelecek, ülke AB’ye girip Kemalizm’le içine düştüğü makûs talihini yenecekti. Şerif Mardin’in yazıp söyledikleri dönemin ruhuna çuk oturuyordu. Mikrofonlar ve kameralar ona döndü haliyle. Meşhur kanallarımızdan birinde program bile yaptırdılar. Siyasal İslamcı hareketin iktidar olmasında korkulacak bir şey yoktu, dediklerinden bu anlaşılıyordu ama gerisi basmakalıp şeylerden ibaretti.

Prof. Celal Şengör’ün "Bir Bilim Adamının Serüveni" adlı kitabı tam da o günlere yetişti. Prof. Dr. Şengör, Şerif Mardin'in neden Türkiye Bilimler Akademisi’ne kabul edilmediğini de anlatıyordu kitabında. Aktarayım:
"Ben o toplantıya gittim… Bir tarihçi ve yanılmıyorsam bir de sosyolog Şerif Mardin'i takdim etti. Birisi Şevket Pamuk'tu ama diğerini hatırlamıyorum. Şevket Pamuk, Şerif Mardin'in çalışmalarını anlattı, aldığı atıfları filan söyledi. Ama bunları bizim alıştığımız metotlarla söylemiyordu. Bunun üzerine Prof. Dr. Doğan Kuban birtakım şeyler söyledi. Doğan Kuban'ın söyledikleriyle Şevket Pamuk'un verdiği rakamlar birbirini tutmuyordu. Doğan Bey, 'Benim bildiğim Şerif Mardin'in öyle çok ciddiye alınacak bir sürü çalışması yoktur' dedi.

Sonra Prof. Dr. Cengiz Dökmeci söz istedi. Hiç unutmuyorum, Prof. Dr. Erdoğan Şuhubi şöyle bir baktı bana ve 'Şerif Mardin şimdi hapı yuttu' dedi. Cengiz Dökmeci, Şerif Mardin'in bütün akademik tarihini ortaya döktü. Son yirmi senede kaç tane atıfı var, kaç tane yayını var, bunlar nerede yayınlanmıştır, diye bir bir saydı. Bir baktık ki, Cengiz Dökmeci'nin söyledikleri ile Şevket Pamuk'un tahtaya yazdıkları hiç ama hiç birbirini tutmuyor. Sonuçta bir kaç makale dışında Şerif Mardin'in önemli sayıda akademik çalışma yapmadığı ortaya çıktı. Birkaç makale. Birkaç atıf. 'Kusura bakmayın ama böyle bir adam akademiye seçilemez' denildi. Oylandı ve kabul edilmedi."
Dikkat edin, Mardin’i komisyonda parlatan kişi Orhan Pamuk’un kardeşi Şevket Pamuk. İtiraz eden Doğan Kuban ve Cengiz Dökmeci. Alanının iki bilgesinden söz ediyoruz. Tayfun Atay’ın kulakları çınlasın, aynı dili konuşmak yetmez, bilmek de gerekir aynı zamanda.

Peki, sorun nedir? Sorun Türkiye’ye verilmek istenen yeni şekildir. Yalçın Küçük listelemişti yıllar önce. Türkiye’nin İslamizasyonunda, Türkiye’nin Osmanizasyonunda, yeni bir dönemin kurulmasında üç isime rol verilmişti Hocaya göre. Bu üç isim Şerif Mardin, Kemal Karpat ve Metin Heper’di. Haliyle bu isimler söz konusu olduğunda marifetlerinin yeterli olmaması mazeret olarak görülsün isteniyordu.
                                                                             ***

Türkiye Bilimler Akademisi olayından sonra “Bediüzzaman Said Nursi Olayı” adlı çalışması ile  tartışılan Mardin, söz konusu kitabı neden yazdığını şu sözlerle açıklamıştı: "Bildiğiniz üzere, Bediüzzaman Said Nursî'nin düşüncelerini, İslâmî düşünürler kesiminde en önde gelen fikir birikimlerinden biri sayıyorum. Öncelikle, Bediüzzaman'ın fikirleriyle birlikte gelen derin insan hürmetini görmemek mümkün değildir… Bediüzzaman ciddî konular üzerine eğilen, ciddî bir insandır. Fakat bunun yanında sosyal değişimin beraberinde getirdiği sorunları derinlemesine, ‘balon’ların cazibesine kapılmadan ve sorunların özüne giderek inceleyen bir kişiydi…”
“Bediüzzaman”mış, “ciddi konular üzerine eğilen ciddi bir adammış”… Adı geçen kitabı bir Sait şakirdi yazsa başka ne yazabilir?

Artık hatırlatmaya sıkılıyorum, bu topraklarda tarikatlara dayanarak yönetme geleneği taa Osmanlının kuruluşuna dayanıyor. Said-i Nursi’nin içinden geldiği Nakşibendi Tarikatı 1826’dan beri devlettir, devletle iç içedir. Nurculuk devlet olan o tarikattan türemiştir ve neredeyse cumhuriyetle yaşıttır. Özellikle Nakşibendi Tarikatı ve türevleri hep devletle iç içe oldu. Yeniçerilerden emniyet teşkilatına, devletin en açık baskı aygıtını yönetti ve yönlendirdi. “Sivil toplum kuruluşu” oldukları koca bir yalandan ibarettir özetle. Bilim adamımız pek çok çalışmasını bu yalanın üzerine kurmuştur.
Önemi ise şurada: Düzenin yeni ideoloğu, yeni halet-i ruhiyesidir Said-i Nursi. Kemalizm’den çark eden düzen Said-i Nursi limanına demir atmıştır. Gözleri açık kâbuslar gören yarı deli bu adam kapitalizmin yeni halinin birebir yansımasıdır.

Yalnız talebelerinden bir kısmı sorun çıkardı, darbe yapmaya kalkıştı. Haliyle, “toprağı bol olsun”, Şerif Mardin’in Nurculuk övgüsünün altındaki toprağın önemli bir bölümü kaydı. Yoksa büyük bir aziz olarak uğurlanacaktı. Üzerindeki haleyi döken gelişme bu olmuştur.
Büyük bir bilim adamı, büyük bir âlimmiş… İsteyen bunları der. Biz de istediğimizi deriz. Weber'le başlarlar, papazdır. Fethullah'a varırlar, imamdır. Bunlar her zaman hep aynıdır...

                                                                            ***

Şerif Mardin Said-i Nursi’nin yanına uğurlanırken onun da katkısıyla devletin teslim edildiği tarikatlardan biri olan Süleymancıların yurdunda iki erkek çocuğa yurdun müdürü tarafından tecavüz edildiğini haber veriyordu gazeteler. O sırada Adana’da aymazlıktan, yobazlıktan yaktıkları 10 çocuğun dumanı tütmekteydi daha. Süleymancı dedikleri Nakşibendiliğin bir kolu. Tıpkı Nurculuk gibi devletlû bir cemaattir. Şerif Mardin’in Türkiye’nin geleceği diye işaret ettiği İslamcı hareketin son halidir bu.
Ölünün arkasından mı konuşuyoruz? 
Üzülerek söylüyorum ama evet. Ortaçağ artığı tarikatların pimini çekip hep birlikte tecavüz ettiler çünkü koca ülkeye. 
Hak ettiler yani konuştuğumuz, yazdığımız her kelimeyi. 
Konuşacağız elbette. 
Hatta teneke çalacağız arkalarından!


Orhan Gökdemir / SOL

Türkiye’yi krize götüren isim istifa etti - ÖZLEM YÜZAK

‘Yanlış reçete vermişim’ dediği çapalı kur sistemiyle 2001’deki krizin mimarıydı.
Kimi çevrelere göre çağımızın en meşhur ekonomistlerinden biri... Kimilerine göre şişirilmiş bir isim... Fed’in şahin kanadından ve 2 numaralı adamı... 4 gün öncesine kadar istifasını verdi ve arkasında pek çok soru işareti bırakarak ani bir kararla Fed’in başkan yardımcılığı görevinden ayrılacağını açıkladı. 


Biliyorsunuz Amerikan Merkez Bankası (Fed), finans dünyası için büyük önem arz eden ve Amerika Birleşik Devletleri’nin para politikalarından sorumlu kurum. ABD Başkanı Donald Trump’a gönderdiği istifa mektubu ile piyasaları şaşkına çeviren bu kişi 73 yaşında Stanley Fischer. Türkiye’nin IMF’ye göbeğinden bağlı olduğu dönemde gazetelerin manşetlerinden inmeyen isimdi.
MIT’de ekonomi profesörlüğü yaptığı dönemde birçok ünlü ismin de hocalığını üstlendi. Eski Fed Başkanı Ben Bernanke, şimdiki Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi, eski ABD Hazine Sekreteri Larry Summers öğrencilerinden bazıları. Zambia’da doğan, Yahudi kökenli bu ABD’li ekonomist 1990’lı yıllardan itibaren küresel finans piyasalarında önemli görevlerde bulundu. Dünya Bankası Baş Ekonomistliği, IMF Başkan Yardımcılığı, İsrail Merkez Bankası Başkanlığı ve son olarak da FED Başkan Yardımcılığı... 

Yanlışını geç anladı
Fischer’i Türkiye’nin bir kesimi “kurtarıcı” olarak bağrına bastı. Ancak IMF Başkan Yardımcılığı yaptığı dönemde uyguladığı makro ekonomik program ile Türkiye’yi 2001 krizine sürükleyen kişi oldu. Kendisi de 2006 yılında İsrail Merkez Bankası Başkanlığı yaptığı dönemde bir konuşmasında “Türkiye’ye kriz zamanında yanlış reçete vermişiz” itirafında bulunmuştu.
Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizi olarak değerlendirilen 2001 ekonomik krizi ya da “Kara Çarşamba”, aynı zamanda büyük bir devlet krizine de sahne olmuştu. Binlerce işyerinin kapandığı ve yaklaşık bir milyon insanın işsiz kaldığı “Kara Çarşamba” siyasi aktörlerin neredeyse hiçbir şey yapamadıkları da bir dönem olmuştu. Memur maaşlarının ödenebilmesi için IMF’den borç istenmiş, o dönem IMF Başkanı Stanley Fischer, yaptığı açıklamalarda “Gerekirse devalüasyon yapın, ek veya sıcak para da beklemeyin” şeklinde ifadeler kullanarak Türkiye hükümetinin iyice köşeye sıkışmasına sebep olan açıklamada bulunmuştu. Krizi atlatmaya çalışan hükümet, 22 Şubat 2001’de olağanüstü zirve düzenlemiş, ekonomik programın titizlikle sürdürüleceğini bildirmişti. Zirveden çıkan diğer kararlara göre THY ve Telekom özelleştirilecek, dalgalı döviz kuru uygulanacak, çalışanlar enflasyona ezdirilmeyecekti. Fakat ne bu zirvelerde alınan kararlar ne de Kemal Derviş’in Dünya Bankası’ndan Türkiye’ye transferi durumu düzeltmeye yetmiş, yaşanan krize çare olmuştu. Türkiye, MGK toplantısında “Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’a anayasa fırlatmasını kaldıramamış”, tarihinin en büyük ekonomik ve siyasi krizini yaşamaya başlamıştı.
Zaten hemen ardından da Fischer “Asya’da mali politikaları yanlış dizayn ettik” diyerek görevinden istifa etmişti...

İstifa Trump’ın işine yarayacak
Gelelim yine bugüne... Fed’in bu önemli isminin ayrılmasının sonuçları ne olacak? Örneğin faiz kararlarında oy dengesini değiştirecek mi? Dile getirilen konulardan biri Fischer’in istifasının Trump’a Fed’i istediği gibi dizayn etme imkânı verdiği şeklinde. 13 Ekim’den itibaren geçerli olacak istifa ile Fed’deki boş koltuk sayısı 4’e çıkmış olacak. Tabii görev süresi şubat ayında sona erecek olan başkan Janet Yellen’in akıbeti de belirsiz. Trump’ın söylemi, şirketlerin rekabet gücünü artırmak için doları zayıflatacak politikaları yaşama geçirmek. Doların güçlenmesinin önüne geçmenin yolu da faiz politikasından geçiyor. Dolayısı ile önümüzdeki süreç sadece ABD’yi değil dolaylı olarak küresel ekonomiyi yakından ilgilendiriyor.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Arslan’ın selamı - ÖZGÜR MUMCU

Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’ın 30 Ağustos resepsiyonunda cumhurbaşkanı önünde eğilip eğilmediği bir hayli konuşuldu. Tartışmalı bir ofsayt pozisyonu incelenir gibi video kayıtları ağır çekimde izlendi. Gönyelerle, pergellerle açı hesabına girildi. Sayın Arslan eğildiğini reddetti. İktidara yakın yazarlar meseleyi “imam hatip mezunu taşralı bir gencin mahcubiyeti” diye açıklamaya gayret etti. 

 
Adalet yok olunca, işte böyle baş selamlarının açısında hukuku aramaya çalışıyoruz. Sayın Arslan’ın fiziken eğilip eğilmemesi çok da önemli değil. Asıl önemli olan bir hâkimin, insan haklarına dayanan hukuk devletinin korunması, mülkün temeli olan adaletin sağlanması konularında iktidarın önünde eğilip eğilmemesidir. Sayın Anayasa Mahkemesi Başkanı, mahkemenin diğer üyeleriyle beraber bu konularda çoktan eğilmiş durumdadır. Bunu anlamak için de fotoğraf karelerine ya da ağır çekim video kayıtlarına ihtiyaç yoktur. 
 
Hâkimler kararlarıyla konuşur denir. Sayın Arslan ve arkadaşları kararlarıyla konuşmuş ve OHAL KHK’lerinin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenemeyeceğine hükmederek iktidar karşısında çoktan eğilmiştir. Hem de yerlere kadar uzanarak belden eğilerek ve dizleri kırarak selam vermişlerdir. 
 
Anayasa Mahkemesi, anlaşılmaz bir gerekçeyle içtihadını değiştirmiş ve OHAL KHK’leriyle ne istenirse yapılabilecek keyfi bir rejimin kapılarını ardına kadar açmıştır. Yarın çıkacak bir KHK, sayın Arslan’a resepsiyonlarda esas duruşa geçme zorunluluğu getirse, bu düzenlemeyi denetleyebilecek yargısal bir yol yoktur. O sebeple selam verdi, vermedi tartışmasının da Anayasa Mahkemesi’nin de pek bir anlamı yok. 
 
Oysa böyle miydi? Sayın Arslan kendini özgürlükçü bir hukukçu zannederek bu yaşına kadar gelmişti. Kim bilir Anayasa Mahkemesi’ne seçilmese ve bu zorlu kararı vermek zorunda kalmasa öyle zannetmeye de devam edecekti. İnsanların kendileri hakkındaki kanaatleri hayatın getirdikleriyle sınanmadan değer kazanmaz. 
 
Geçen gün, Ankara Üniversitesi’nden Yard. Doç. Kerem Altıparmak, sayın Arslan’ın hukuki bir makalesini hatırlattı. Sayın Arslan, 2007’de “İfade Özgürlüğü: İlkeler ve Türkiye” isimli kitapta yer alan makalede OHAL KHK’lerinin denetlenmemesinin “hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayacak şekilde, yargının paranteze alındığı bir siyasi rejimi” doğurabileceğini belirtmiş.
Herhalde “liberal” olmanın pek revaçta olduğu o günlerde bu satırları yazmasının üzerinden 10 sene geçmeden “yargının paranteze alındığı bir siyasi rejimin” ebelerinden biri olacağı aklından geçmezdi. 
 Ancak insanların ilkeleri kâğıt üzerinde savunmasıyla, gerçekten savunması arasında bir boşluk var. Sayın Arslan maalesef o boşluğa düşmüş, kendi ilkelerini, kendi yazdıklarını paramparça eden bir karara imza atmıştır. Hâkimler kararlarıyla konuşuyorsa sayın Arslan da çoktan konuşmuştur.
Yani içi rahat olsun. Memleketimizin hukuk tarihine verdiği baş selamından çok kendi kendini yalanlayan, ilkesiz hukuki muhakemesiyle geçecektir. 
 
İnsanlar kendilerini kriz anlarında tanır. Anayasa Mahkemesi Başkanı da bu süreçte kendiyle yeniden tanışmıştır. 

Kendi kendine selam verebiliyorsa, sorun yok.

ÖZGÜR MUMCU / CUMHURİYET

Gazeteciliğin en ŞIK halleri... - L. DOĞAN TILIÇ

Pazartesi günü, Silivri’de Cumhuriyet’ten meslektaşlarımızın ikinci duruşması yapılacak. İlk duruşmada G. Öz, M. Kart, B. Utku, H. Kara, Ö. Çelik, M. K. Güngör ve T. Günay tahiye edilmişti. Akın Atalay, Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Ahmet Kemal Aydoğdu ve Ahmet Şık hala tutuklular.


Bu arkadaşlara yönetilen suçlama akıllara ziyan: “PKK/KCK ve FETÖ/PDY terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek!”“Soğuk Savaş” kavramını ilk kullananlardan ABD’li gazeteci-yazar W. LipmannGazetecilikte doğruyu söylemekten ve şeytanı utandırmaktan daha yüce bir yasa yoktur” demişti.

Şeytanlar utanmaktan çoktan uzaklaştı ama gazeteciliğin o “yüce yasa”sını kılavuz edinmiş gazeteciler var!

Gandi’nin; “Gazetecilik asla bencil amaçlar için, sırf hayatınızı kazanmak için ya da daha kötüsü küpünüzü doldurmak için kötüye kullanılmamalıdır” sözünü kulaklarına küpe etmiş gazeteciler var!

Birkaç yıl önce yaşama veda eden ünlü Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas gibi “zor soruları sormanın saygısızlık olmadığını” bilen ve en zor soruları her Saray’da sorabilecek cesur gazeteciler var!

Hiçbir dürüst gazeteci kendisini ‘iliştirilmiş’ olarak tanımlamayı istememelidir. İliştirilmiş gazeteci olmak, iktidar propagandacısı olmaktır”ı daha Chomsky’den duymadan içselleştirmiş gazeteciler de var!

Var; gazeteciliği en “Şık” haliyle yapanlarımız var! Kimileri içeride kimileri işsiz!
Yukarıda ismi yazılanlar sadece bazıları. 150, 160, 170… Hapisteki gazetecileri saydığımız, dünyanın en büyük “gazeteci hapishanesi” sayıldığımız günlerdeyiz. 90’larda “dünyanın çok gazeteci öldürülen ülkesi”yken, “dünyanın en çok gazeteci hapsedilen ülkesi”ne terfi ettik!

Balzac’ın “Gazeteler insanlara düşüncelerinin gölgelerini satan dükkanlardır” dediği günleri mumla arıyoruz; medya denilen bizim devasa süpermarketlerde bir tek insanın düşüncesi satılıyor!
Dünyanın önde gelen savaş muhabirlerinden CBS’in efsane habercisi Eric Sevareid, 1992’de ölümünden çok önce bugünümüzü görmüş ve “Haber medyası ne kadar büyürse cesareti ve özgürlüğü de o kadar azalıyor. Büyüklük zayıflık demek” demişti.

Gazeteciliğin en “Şık” halini kapı önüne koyan o en büyük ve en şık medya plazalara bakın; göz kamaştırıcı ihtişamları içinden Sevareid’in siluetini göreceksiniz.

Yazının ilk cümlesinden beri “gazeteci” deyip duruyorum, ancak sözlerim sadece gazetecilere değil, daha çok gazeteci olmayanlara!

Gazetecilik gazetecilerden çok sıradan insanların meselesi aslında ve onlar tıpkı ekmeklerinden gramaj çalınmasına, sütlerine su katılmasına itiraz ettikleri gibi gazeteciliğin en “Şık” halinin hapsedilmesine, susturulmasına itiraz etmezlerse kaybeden de gazetecilerden çok vatandaşlar olacak, oluyor!

Birleşik Haziran Hareketi, bugün Ankara’da ODTÜ Mezunları Derneği Vişnelik Tesisleri’nde Laik Eğitim Kurultayı topluyor. Laik ve bilimsel eğitimi yitirmek, sizin bizim hepimizin, bütün yurttaşların ve ülkenin geleceğini zifiri karanlığa mahkum etmek demek.
Gazeteciliğin en “Şık” hallerini kapı dışarı etmiş, çok şık çok ışıklı medya plazalardan bu çığlığı duymuyorsunuz!

Doğruyu söyleyen, cesur sorular soran gazetecileri kaybettiğimizde, hepimizin içinde soluduğu özgürlüğü ve demokrasiyi de kaybediyoruz.

O yüzden, onlar için değil asıl kendiniz için; gözünüz, kulağınız, hatta gövdeniz Silivri’de olsun Pazartesi günü. Ve İstanbul’dan Diyarbakır’a; yarın, öbür gün, daha sonraki gün, nerede yargılanıyorsa “Şık” halleri gazeteciliğin, orada olsun.

Demokratik bir toplumda yaşamak ve başına bir bela geldiğinde sesini duyuracak birileri olsun isteyen her vatandaş için, gazeteciliğin savunulması yalnızca gazetecilere bırakılmayacak kadar önemli bir meseledir!

Adalet arayışındaysanız şimdi, bir parça mutluluk arayışındaysanız, bilin ki “Adalet ancak hakikatten, saadet ancak adaletten doğabilir.” Gazeteciliği hep birlikte savunmazsak, hakikati ve saadeti asla bulamayacağız!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Kimi soracaklardı Pamuk? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un, Fransız gazetesi Libération’a verdiği söyleşideki sözlerinden öğrendim siyasettten ne kadar hoşlanmadığını. Oysa tam tersini düşünüyordum, demek yanılmışım. En azından Gezi Direnişi sırasında yaptığı açıklamalarında “gırtlağına” kadar siyaset yaptığını da bildiğim için, özellikle Erdoğan destekçiliği söz konusu olduğunda pek bir siyasi bulurdum kendisini. Ciddi olarak yanılmışım meğer. “Siyasetten hoşlanmıyorum” diyorsa hoşlanmıyordur gerçekten de. Koca romancı, yalan söyleyecek değil herhalde.


Liberation’daki söyleşide kendisine Erdoğan’ın sorulmasına “Altı yıl boyunca çalışıyorsun, 650 sayfa yazıyorsun ve ilk soru Erdoğan oluyor” sözleriyle tepki göstermesine hak vermeyi çok isterdim doğrusu. Ama böyle bir sorunun sorulması gereken zatlardan biridir Pamuk. Çünkü daha önce yaptığı bir dolu açıklamada Erdoğan hakkında görüş bildireceklerden biri olarak tanınmıştı bile çoktan, en az romancılığı kadar.

Bilmiyorum 2003 yılında kaç sayfalık bir roman üzerinde kaç yıl uğraşıyordu ama Alman Die Welt gazetesine Erdoğan güzellemeleri yapacak zaman bulabilmişti: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan göreve geldikten sonra, Batı’ya karşı düşmanca bir tavır ortaya koymadı. Kendisinden öncekilerin aksine, Türkiye’yi AB’ye yakınlaştırmak için çok sayıda yasa çıkardı. Erdoğan’ın, asıl siyasi düşüncesini gizlediğini ve günün birinde Türkiye’yi tümüyle dinin kucağına atacağını sanmıyorum. Eskiden dinciler gibi bazı söylemleri vardı, ancak son 10 ay içinde gerçekleştirdiklerini, kendisinden öncekiler 10 yıl içinde başaramamışlardır”.

Yazdığı romanından başını kaldırıp, bu lafları ettikten sonra yeniden romanına döndüğü o mutlu zamanlarda ettiği laflar bunlar. O yıllarda roman yazmanın telaşıyla geleceği öngörememiş olabilir Pamuk. “Günün birinde Erdoğan’ın Türkiye’yi tümüyle dinin kucağına atacağını sanmıyorum” deyişini anımsadıysa eğer Liberation muhabiri Erdoğan’ı sormasın da ne yapsın şimdi?

Nobel almasını değerli buldum ben Orhan Pamuk’un. Ülkemizden kim alsa önemserdim. Nobel çok önemli olduğundan değil, ama kabul edelim ki Nobel büyük bir dil borsası. Pamuk sayesinde dilimiz Türkçe bu borsada yer alabildi. Necip Mahfuz kazandığında da aynı şeyi Arapça için düşünmüştüm. Ermeni ya da Kürt bir yazar kazansa aynısını yazdıkları diller için de düşünürdüm. Bu nedenle Pamuk’u yabana atanlardan değilim. Ama ona kırgınlığım elbette büyük. Gezi Direnişi sırasında yine yabancı dergilerden birine yaptığı bir açıklamayı anımsıyorum. Gezi neden oldu gibi bir soruya verdiği karşılık “refah düzeyi yükseldikçe toplumlarda bu tür hareketlilikler görülür” türünden bir karşılıktı. Türkçesi “rahat battı”dır bunun. İçinde Erdoğan’a, AKP’ye ülkeyi refaha kavuşturmuş olmalarından ötürü bir övgü saklıydı bu yanıtta. Üzerinde saatler harcadığı romanından başını kaldırıp bunu söyleyecek zamanı bulabildiği dönemlerden kalma vecizelerindendir bu da. Unutmamıza olanak yok.

O nedenle ne yüzle kendisine Erdoğan’ın sorulmasından yakınır anlamak zor benim açımdan. Gezi’ye ilişkin bu açıklamadan haberi varsa eğer Liberation’un muhabiri, bugünkü haksızlıktan, hukuksuzluktan, adaletsizlikten, ayrımcılıktan, nefret dilinden, kavga ortamından, ülkedeki “refahtan sorumlu” Erdoğan’ın payı var mı diye sormasın mı yani? Kibar davranmış muhabir. Ben olsam , ne de olsa Ortadoğululuk var, tek tek anımsatır, o ettiği lafları yuttururdum Pamuk’a. “İki laf et, bir şey söyle” diye.

Bu ülkenin tüm aydın birikimini mezarötesi anlayışlara kurban eden tutumlara destek ver,”demokrasi benim için tramvaydır, uygun durakta ineceğim” diye dürüstçe niyetini söyleyen adamdan “ülkeyi Batı’yla bütünleştirecek” politikalar bekle, Gezi’yle, Gezi’de canı yananlarla alay edercesine “refah toplumu”nda olan patlamalardandır diye dalganı geç, birileri de “ee ne oldi?” diye sorunca da “romanımı değil Erdoğan”ı soruyorlar” diye ağlaş.

Erdoğan’ı övmekten aklına gelip de anlattın mı ki, romanını sorsunlar sana Orhan Pamuk!

Şuna “söyleyecek lafım yok” de.

Sonra da sus.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

8 Eylül 2017 Cuma

Fakıbaba mayınlı tarlada ne kadar ilerleyebilir? - ÖZLEM YÜZAK

Yıl 2011: Diyarbakır’da yeşil kart almak isteyen kimi öğrenci, kimi işsiz ama çiftçilikten hiç anlamayan yüzlerce kişi adına sahte başvurular yapan kişi ya da kişiler Tarım Bakanlığı’ndan 14 milyon liralık hububat ekim desteği aldı.
Tarım müdürlüklerinden de bazı kişilerin yolsuzluğa karıştığı belirlendi. Diyarbakır ve Mardin’de 3 tarım müdürü açığa alınırken bir görevlinin işine son verildi. 
 
Yıl 2012... 200 bin hayali hayvan üzerinden 10 milyon liralık destekleme ve sıfır faizli kredi alındığı ortaya çıktı. 10 ilde (Balıkesir, Karaman, Aydın, Afyon, Bursa, Gaziantep, Isparta, Uşak, Niğde ve Isparta) eşzamanlı olarak yapılan “Mavi Vurgun” isimli operasyonlarda 44’ü gıda, tarım ve hayvancılık müdürlükleriyle bir kamu bankasının çalışanları olmak üzere 85 kişi gözaltına alındı. Operasyonda ilginç ayrıntılar da ortaya çıktı: Gerçek işletmelere hayali hayvan girişi yapıldığı, hayali işletmelere hayali hayvan girişi yapıldığı, işletme sahiplerinin bilgisi olmadan girişini yaptıkları hayali hayvanları özel bir yöntem ile sistem üzerinde gizledikleri, başkasına ait olan canlı hayvanı gizlice usulsüz bir şekilde kendi üzerlerine aldıkları, yine başkasına ait ölmüş ve kesilmiş olan hayvanları gizlice kendi üzerlerine geçirme veya başkasına ait ölmüş veya kesilmiş hayvanları tekrar canlandırarak kendi üzerlerine geçirdikleri, birden fazla işletmeye girişini yaptıkları hayali hayvanları daha sonra tek bir işletmede veya birden fazla işletmede topladıkları, gerçeğe aykırı suni tohumlama belgesi düzenledikleri, hayvanların ırkını ve cinsiyetini değiştirdikleri ortaya çıktı. 
 
Yıl 2014... Kayseri’nin Felahiye ilçesinde Tarım Kredi Kooperatifi’nin muhasebe bölümünde çalışan bir kişinin, kredi kullanmayan çok sayıda köylüyü kredi kullanmış gibi gösterip yaklaşık 10 milyon TL dolandırdığı ortaya çıktı.
Felahiye Tarım Kredi Kooperatifi’ne üye olan yaklaşık 300 köylüye borç yazısı gönderip kayıplara karıştığı öğrenilen Yusuf Metin Karanfil isimli personelin, abdest alıp namaz kıldığı, tüm dini vecibelerini yerine getirdiği için de köylülerin güvenini kazandığı öne sürüldü. 
 
Yıl 2015... Balıkesir’e bağlı Kozören köyü. Köyün ileri gelenlerinden hatta işleri büyütüp siyasete de soyunan bir aile. Aile Hazine’den yıllar önce 169 dönüm arazi satın alıyor. Ancak ekip biçme falan yok. Köyün muhtarı ekip biçiliyor diye mührü basıyor. Tarım müdürlüğü onaylayarak imzayı atıyor. Ve aileye tarım desteği çıkıyor. Köylü şikâyet edince iş ortaya çıkıyor. Çıkıyor ama bir yandan da örtbas edilmeye çalışılıyor. Aile sadece bir yıl dolandırıcılıkla prim almış gibi işlem yapılıyor.
Tarım ve Hayvancılık Bakanı Eşref Fakıbaba göreve gelir gelmez önemli bir konuyu gündeme getirdi. Usulsüz fatura ile destekleme primi alıp yolsuzluk yapanları uyarıp, “Erkek olan şimdi yolsuzluk yapsın, göreyim bakayım” dedi. Böylece mayınlı alana da girmiş oldu. Bakalım ne kadar ilerleyebilecek?

 
Yukarıda sadece birkaç örnek verdim. Hepsinde de dolandırıcılığın içinde Tarım il ve ilçe müdürlüklerinde çalışan bazılarının da payı olduğu ortaya çıkmış. AKP’nin son 15 yıldır tek başına iktidarda olduğunu ve diğer bakanlıklar gibi Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın da bu dönemde AKP’li bakanlar tarafından yönetildiğini göz önüne alırsak Fakıbaba’nın işi zor. Buna bir de liyakate dayanmadan, eş dost, ahbap işi kadrolaşmayı ekleyin... Gelinen nokta vahim. Tarım desteklerindeki adaletsizlik Sayıştay raporlarına da konu olmuştu. Sayıştay denetçileri, tarımsal destekleme ödemeleri için devletin bütçesinden ciddi bir kaynak ayrıldığını, ancak yapılan bu ödemelerin tarım politikalarına etkisinin hiçbir şekilde takip edilmediğini tespit etmişti. Verilen desteklerin bugüne kadar yüzde 1’i bile takip edilmiyormuş. 
 
Bugüne kadar hep üstü kapatıldı. 
 
Öte yandan tarımın geldiği noktada bu durumun daha fazla sürdürülemeyeceği de aşikâr.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

TVF nereye ne harcadı sahi? - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye Varlık Fonu (TVF) kurulalı bir yılı geçiyor. 15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonra, “Gazi Meclis”te görüşülen bir kanun teklifiyle, Sayıştay’ın denetim yapamayacağı bir anonim şirket olarak kurgulandı. 
 
TVF, yürürlükteki yasalar karşısında gelmiş geçmiş en ayrıcalıklı A.Ş.
Denetimden uzak ve belirsizliklerle dolu yapısının inşasında OHAL düzeni, bu imtiyazlı şirkete, olağan rejimlerde tahkim edilemeyecek bir zemin oluşturdu. Tartışmasız, sorgusuz sualsiz “küt” diye geliveren gece yarısı KHK’leriyle, kimseye ağzını açma fırsatı dahi verilmedi.
İlan edilme gerekçesi darbeci kadroları hızla yargılayıp cezalandırmak olan OHAL rejimi, başka pek çok “tahkim” işlevinin yanı sıra, halkın birikimleriyle kurulup yaşatılan büyük kamu kuruluşlarının TVF’ye devrine yaradı.
***

AKP medyasına bakarsanız TVF, küresel bir aktör olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. (Devredilen varlıkların aktif büyüklüklerinin 160 milyar dolar, özkaynak büyüklüğünün de 35 milyar dolar olduğu açıklanmıştı.)
Oysa henüz ortada ne plan var, ne de denetim raporu. Yasa teklifi Plan Bütçe Komisyonu’nda görüşülürken, AKP’li bakan ve vekiller neredeyse yemin billah bir tarzda TVF’nin denetleneceği sözünü verdiyse de dostlar alışverişte görsün tabii.
Toplumsal hafızayı şiddet kullanarak yok etmenin gayet organize bir plan olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılırken, “denetim” sözünün lafı mı olur?
Dolayısıyla Sayıştay’ın denetlemediği TVF’nin denetim ve değerleme için hangi tanınmış “bağımsız” denetim şirketiyle, yüzde, binde kaç oran üzerinden anlaştığı, bizim vergilerimizden sözleşme bedeli olarak bugüne dek kaç TL ödendiği de belli değil.
Yeri gelmişken...
TVF yasasının gerekçesine “Otoyollar, Kanal İstanbul, üçüncü köprü ve havalimanı, nükleer santral gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu artırılmadan finansman sağlanması” yazıldığını unutmadık.
O nedenle Ulaştırma Bakanı’nın geçenlerde ön fizibilite sözleşmesinin imzalandığını açıkladığı Kanal İstanbul’un, Cengiz-Kolin-Kalyon’un 20 milyar dolarlık Akkuyu Nükleer Santralı’nın yüzde 49’una ortaklık açıklaması ile TVF kaynakları arasında bir bağ kuruldu mu, bilmiyoruz mesela. (Geçen haziranda, bu satın almanın ardından ihtiyaç duyulan büyüklükte kredi finansmanı çekme olanağının bulunacağı duyurulmuştu.) Şeffaflık dediğiniz tam olarak budur. 

***

TVF bugünlerde, 2018 bütçe tasarısı ve üç yıllık Orta Vadeli Program (OVP) hazırlıkları sebebiyle gündemde. TVF’nin, ekonomik büyümeye yüzde 1.5 katkı sağlaması bekleniyormuş. Herhalde OVP açıklanırken, Ziraat Bankası, Halkbank, BOTAŞ, PTT, TPAO, Milli Piyango’yu bünyesinde tutan TVF’nin bu katkıyı nasıl sağlayacağını daha ayrıntılı öğreniriz. Keza, TVF’ye devredilen ve toplam büyüklüğü 2.3 milyon metrekare olan Hazine taşınmazlarının nasıl değerlendirileceğini de.
TVF’yle ilgili aydınlatılmaya bir başka kayda değer gelişme, Katar Yatırım Fonu’yla ilişkisi. Epeydir konuşulan ortaklık görüşmelerinde ne mesafe alındığı meselesine de açıklık getiren yok.
Sonuç olarak TVF’ye yurtdışından büyük ilgi gösterildiğini, yatırımcılarla işbirliği görüşmeleri yapıldığını sürekli duyup okusak da bütün açıklamalar hâlâ son derece genel, hâlâ son derece hamasi.
Devasa kamu şirketlerini OHAL rejimi marifetiyle devralan TVF’nin, geliri gideri, nereye ne harcadığı, kimden ne aldığı ve nasıl denetlendiğine dair sorular hâlâ cevapsız.
Söyleyin hadi: TVF’nin bir yılda nereye harcadığını bilmeden, büyümeye yüzde 1.5 katkı yapacağına nasıl inanacağız?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

ŞERİF MARDİN HAKKINDA İKİ DEĞERLENDİRME !....

(1)
Şerif Mardin öldü mü intihar mı etti?(Nihat Genç-ODATV)

BANA SORARSANIZ ŞERİF MARDİN ÇOK ÖNCE ÖLÜM HAKKINI KULLANIP “İNTİHAR” ETMİŞTİR.

Bugün Şerif Mardin’in öldüğü haberi geldi.

Şerif Mardin, bu topluma, yemiş yutmuş bir bilim adamı olarak pompalandı.

Bana sorarsanız Şerif Mardin son nefesini vermeden çok önce, bilimi ve kendini harcamış ve ölüm hakkını kullanıp ‘intihar’ etmiştir.

Hiçbir zaman ‘muteber’ bir bilim adamı olmamıştır, onu ‘muteber’ yapan ekranlar ve çevreler malumunuzdur.

Bu yüzden Şerif Mardin ismi sosyolojinin değil psikopatalojinin konusudur, yani, ruhsal sağlığı yerinde olmayan bir adam.

İçinde yaşadığı bilimi ve toplumu ve kendini, hepsinin ‘itibarını’ intihara sürükleyen sözde bir bilim adamı.

Cemaati bir sivil toplum gibi gösteren bu insanlardır, sivil toplum, başkan ve yönetimlerini ‘oylayarak’ seçen kurumlardır, değişmez ilahi bir şeyh ve ona ölümüne bağlı mürid toplulukları ‘sivil toplum’ nasıl olabilir, diye bir soruyu otuz uzun yıl ekranlarında ve yazılarında sormadılar.

Sormadıkları için bu kasıtlı yanıltıcı bilgileri medyadan ve ekranlardan çoğaltıp halkımızı da yanılttılar ve bu topraklarda kolektif bir suç’un işlenmesine el ayak oldular.

Ve tepeden tırnağa bu ciddi bilimsel bozukluklara rağmen bugün hala içlerinde ıstırap ve azap duyan tek kişi yok, korkunç olan da bu, arkalarında kendileri gibi intihar eğilimli bir çok genç bilim adamı ve talebe bıraktılar.

Oysa bilim adamı, bir, tarikatçıları, siyaset-din sömürüsü etrafında, iki, siyasetten soyutlayıp, müridlerini tek tek ‘klinik’ olarak, üç, yoksulluğun çaresizliğin okulsuzluğun sosyal sonuçları olarak masaya yatırmalıydı.

Kasıtla mı değil mi bir proje mi değil mi bilmiyorum, ama, ne müridlerinin ruhsal karakterlerine ve ne de odaklandıkları siyasetin gizemli ajanlı derin yerlerine ne de soysa ekonomisine hiç bakmadılar, hiç oralı olmadılar.

Ve sonuç, bu sapık cemaatlerin evrensel barışa bir insanlık ve iyilik hareketi olarak değerlendirmelerine büyük katkılar sağladılar, ötesi, asıl kötülük, bu sapıklığın bilimsel referansı oldular.

BÖYLE BİR İHANET KUŞAĞI TARİH BOYUNCA MESELA OSMANLI’DA DAHİ HİÇ OLMADI.
Sosyolog demek topluma otopsi yapan adam demektir, Irak’ta Pakistan’da Mısır’da aynı yoksulluğun nice Saidi Nursileri FETÖ’cüleri Menzilcileri vardır, ‘siyasi özgürlük’le alakaları yoktur, olmadığını son on yılda Türkiye’de Mısır’da Irak’ta defalarca gördük.

İntihar ederek ölmek isteyen kişiler kararsızdır, ölmek istediklerinden dahi emin değillerdir, modern çağın cemaatleri bu kararsızlık anında doğar büyür gelişir, ve en çok ekonomik yetersizliğin güvensizliği içinde büyürler.

Neye inandıklarını bilmeyen yüz binlerce tarikatçı nereye ait olduklarını bilmeyen binlerce sözüm ona yazar yoksulluk ve çaresizlikle cemaatlere sığınarak ‘intihar’ ediyor… Kişiliklerini eylemlerini ruhlarını özgürlüklerini hepsi tek bir şeyhe feda ediyor.

Ve bilim adamlarımız bu devasa sosyal yetersizliği bir özgürlük ve aydınlanma hareketi olarak Şerif Mardin referanslı ekranlarımızda on yıllarca değerlendirip, bu piskopatların önünü açtılar.

Şüphesiz her bilim adamı siyasi fikirlerini özgürce savunur, savunmalı, ancak, hiçbir bilim adamı, yaşadığı ülkesinin egemenlik haklarına karşı çıkamaz. Topluca çıktılar, federasyonculuk ve cemaatçilikle otuz yıl boyunca ihanetin şarkısını söylediler, ve daha ötesine gidip toplumumuzu yeniden ‘ortaçağ’ın içine soktular.

Tarikatçıların tam da istediklerini söyleyerek karanlık şeyh sarık itaat sadakat ve müritleriyle ortaçağın kapılarını açtılar.

Unutmayın bu ortaçağcı bilim adamları pek ‘muteber’diler ve onlarca yıl ağırlandılar NTV ekranlarında.

Kabarttıkları ve köpürttükleri dini dalga, hukuk kurumlarını ve bir yeni nesil muhafazakar kuşağın aklını başından aldı, öyle ki, yüz binlercesi gönüllü ajan oluverdi. Böyle bir ihanet kuşağı tarih boyunca mesela Osmanlı’da dahi hiç olmadı.

Ve karşı çıkanları, genelkurmay başkanlarının dahi ellerine kelepçe bağlayıp yüzlerce subayı aydını, giyotine o kadar gönül rahatlığıyla gönderdiler, ki…

Çünkü FETÖ’cü savcıların ‘bilimsel onaylı garanti belgeleri’ Şerif Mardin ve nicesi sözde bilim adamıydı. Modern Türkiye Cumhuriyeti eski Türkiye’ydi, bu ortaçağın şeyhleri müridleri savcıları Yeni Türkiye!

Bu satırların yazarı da dahil olmak üzere binlerce yazar / aydın; katil, faşist, ırkçı ve din düşmanı olarak itham edildik, yargılandık, sürüldük, kovulduk.

Ne diyelim Şerif Mardin Bey, Allah rahmet etsin, ancak, biz hala buradayız Şerif Mardin Bey, gerçeğin bilimini yapmanız için maaşlar aldınız, altınıza kürsüler verildi, ve sonuç, ‘gerçek’ önünü açtığınız şeyhlerden büyük çıktı.

ŞERİF MARDİN VE NİCESİ ÜZÜLMESİN ‘ARADA KAYNIYORLAR’ İŞTE

Fassbinder 37 yaşında ölmüş efsane bir Alman sinema yönetmeni, dünya çapında bir şöhret kazanmasına sebep çok genç yaşta, Alfred Döblin gibi muhteşem bir romancıyı tanıması.
Fassbinder’in dokuz saat süren ve yüzyılımızın en büyük sinema olayı olarak değerlendirilen Döblin’in romanından uyarlama Berlin Alekanderplatz filmi gerçek bir şaheserdir, izlemeyene entelektüel denilmez, ben de demem.

Muhteşem kelimesinin yetmediği bu dokuz saatlik film çağımızın ama özellikle Almanya’nın ikinci dünya savaşı öncesini bir arıza suçlu adamın hayatıyla anlatır. Dokuz saatlik filmi izlediğinizde dönüp yeni başa sarıp kaçırdığımız acaba ne var diye bir daha izliyorsunuz.

Gençlik yıllarımızda bu filmin ilk bölümlerinden dilimize takılan bir ‘replik’ vardır…

‘Herkes kötü, sen de arada kaynarsın…’

Şerif Mardin ve nicesi üzülmesin ‘arada kaynıyorlar’ işte.

Ancak bu büyük roman dizi olarak 60’lı yılların sonunda çekildi, çünkü konusu, Almanya’nın ikinci dünya savaşı sonrası derinden duyduğu ‘suçlulukla’ çok ilgiliydi.

Filmin baş aktörü suçlu kahramanının peşini ‘geçmiş’ bırakmıyordu…

Ve film kahramanı bir deliliğin içinden çıkamıyor her defasında tövbe ediyor ama kendini yine suç işlemekten alıkoyamıyordu, şunu da demek istiyordu yazar Döblin: Suç toplumu değişmeden katil değişmez…

Sarık dergah zikir görüntüleriyle şak şak dolup boşaltılan şarjür görüntülerinin iç içe girdiği Kurtlar Vadisi dizisinin asıl yazarı: Şerif Mardin gibilerdir.

Ölseler de geçmiş peşlerini bırakmayacak.

Şerif Mardin Bey’in Almancası da olduğu söyleniyor, Fassbinder’in bu dokuz saatlik filmini izlemek için çok uzun zamanı olacaktır.

Ve şüphesiz, orada cennetin kırlarında koşan çırçıplak erkekler görecektir, her birinin elinde mehdinin sümüklü mendili ve dolup boşalan şarjör sesleri, duyacaktır.

Cennetin yemyeşil çayırlarında FETÖ’den Menzil’e sivil toplumun ‘kahramanlarıyla’ şarjör doldurur zikir çeker, koşa koşa ısınır, aydınlanmanın ve bilimin önünü açarız!

Ve yetiştirip ardında bıraktığı yarası ağır kahramanlar Ahmet Davutoğulları gibi siyasiler Nur Vergin gibi muhafazakar bilim kadınları ve Ruşen Çakır gibi gazetecilerin ‘övgü’ dolu ‘analizleriyle’ sonsuza kadar inşallah rahat eder!"


Nihat Genç
Odatv.com


(II)

Şerif Mardin(Tayfun Atay-CUMHURİYET)

Prof. Dr. Şerif Mardin, aynı dili konuştuğu çevreler tarafından lânetlenmiş, farklı dili konuştuğu çevreler tarafından yüceltilmiş bir sosyal bilimciydi. 

Bir “muhafazakâr-modernist” olarak Mardin’in akademik ömrü, Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesinin pozitivistjakoben karakterinin eleştirel çözümlemesi ve bunun karşısında bir “kültürel parametre” olarak değerlendirdiği dinin durumunu anlama çabasıyla geçti. 

İşte bu çaba, onu aynen kendisi gibi modern ve seküler olan akademik meslektaşları tarafından dışlanan; Cumhuriyet modernleşmesine kültürel bir içgüdüyle direnen gelenekçi-mutaassıp kamuoyu tarafından da içselleştirilmeye çalışılan bir figür haline getirdi. 

İlginç olan şudur ki Mardin’in sosyolojik, sosyo-politik ve sosyo-tarihsel araştırma konusu yaptığı olay, eylem ve şahsiyetleri “özneleştirme” noktasında onu lânetleyenler de, yüceltenler de buluşmuş, birleşmiştir!..

En fazla gürültü koparan çalışması, “Modern Türkiye’de Din ve Sosyal Değişme: Bediüzzaman Said Nursi Örneği” başlıklı kitabından hareketle bu söylediğimizi açabiliriz. 

Bu çalışmada Mardin’in derdi, Said Nursi’den çok, onun üzerinden Osmanlı’dan Cumhuriyet’e siyasal geçişte Türkiye’de yaşanan toplumsal değişim sürecinin eleştirel çözümlemesine gitmektir.
Kitap, Türkiye’de Nurcu çevrelerde, daha genel olarak da İslami kesimde, henüz Türkçeye çevrilmemişken büyük heyecan ve coşkuyla karşılandı. 

Ancak Türkçeye çevrilip yaygın şekilde okunabilir olduğunda ise isteneni vermekten uzak bulunup hayal kırıklığı yarattı. 

Çünkü Nurcular için “özne” olan, Mardin için “nesne”ydi. Bir araştırma-inceleme konusu yani…
Said Nursi’yi hayatının öznesi yapmış insanlar açısından bu “özne”nin bir araştırmada “öne çıkarılması” heyecan yaratmış, ama bu öne çıkışın “nesneleştirme” suretiyle olması, onda umulanın bulunamamasına yol açmıştır. 

Diğer taraftan Said Nursi’yi Cumhuriyet ve Kemalizm karşısında bir “düşman özne” olarak alımlayan bilim ve düşünce erbabı açısından da Mardin’in böylesi bir şahsiyeti araştırma nesnesi olarak dahi olsa öne çıkartması kabul edilemez olmuştur. 

Bu çerçeveden, Mardin’in tüm çalışmalarının Türkiye’de laik Cumhuriyet karşıtı hareketliliklerin (“yobazlığın”, “gericiliğin” ) meşrulaşmasına, hatta AKP dinbazlığının konsolidasyonuna büyük katkı yaptığı ileri sürülmektedir. 

Fakat yine çok ilginçtir ki Şerif Mardin’in onca çalışmasındaki pek çok kayda değer kuramsal ve kavramsal katkısı yanında onu herkesçe tanınır-bilinir (popüler) hale getiren “mahalle baskısı” tabiri, tam aksi istikamette bir duyarlılığı yansıtmaktadır! 

2007 yılında bir gazete röportajında Türkiye’de AKP’nin politik öncülüğünde toplumsal alanda baskınlaşan muhafazakârlaşma karşısında laik kesimlerden yana bir endişeyi ifade etmek üzere kullandı bu tabiri o… 

Kaderin garip bir cilvesi mi demeli?! Mardin, Kemalist modernleşmenin sıkı bir eleştirmeni vasfıyla akademik ün kazandıysa da AKP marifetiyle yaşanan muhafazakârlaşmanın “yumuşak başlı” bir eleştirmeni olarak toplumun zihninde yer etti, “popüler” üne sahip oldu.

Evet, Mardin Kemalizm’e eleştireldir ve bu, bazılarının onu Cumhuriyet’e ve Atatürk’e düşman saymasına yol açmıştır. 

Oysa sakin bir okuma ile Mardin’in Atatürk’ü içerisinde yer aldığı hâl ve şartlar bağlamında tarihsel bir şahsiyet olarak değerlendirdiği, hatta gerektiğinde hakkını teslim ettiği fark edilebilir. Söz gelimi şu ifadeler onundur:
“Mustafa Kemal, var olmayan, hipotetik bir unsur olarak Türk ulusunu aldı ve ona hayat üfledi. Ne genel bir arzunun kaynağı olarak Türk ulusu, ne de bir ulusal kimlik kaynağı olarak Türk ulusu, o, böyle bir işe soyunduğu zaman mevcuttu. O, birlikte çalıştığı arkadaşlarından böylesi bir gelecek vizyonu ve bunu gerçekleştirme yolundaki isteğiyle farklılaşır.” (“Atatürk– Founder of A Modern State” içinde, A. Kazancıgil - E. Özbudun, 1981, s. 208-9). 

90 yaşında hayata veda eden Prof. Mardin, 1923’te siyaseten kurulsa da sosyolojik kurulumu hâlâ devam eden Cumhuriyet Türkiye’sinin müstesna bir analistiydi. 

Bu açıdan tarihteki yerini alacaktır.

Tayfun Atay / CUMHURİYET


Toplumu kandırma bakanlığı (1) - RIFAT OKÇABOL

Toplumu tüm duyarlı kesimleri - yani çoğunluğu- yeni müfredata karşı olsa da, eğitim bakanı Yılmaz, “Yapılmış en demokratik, en bilimsel, en çağdaş müfredat” diye tutturmuş gidiyor. Bu söylem Yılmaz’ın eğitim bakanı olarak daha önce söylediklerini anımsatıyor. 24 Mayıs 2016’da milli eğitim bakanlığına getirilen İsmet Yılmaz’ın, göreve geldiği günden bu yana, arada bir doğru söylediği oluyorsa da, hemen arkasından tersini yapıp toplumu kandırmayı yeğliyor.

Örneğin bakan olarak yaptığı ilk konuşmalarından birinde, “Eğitimde kalite problemimiz var” derken doğru söylüyor. Ancak bu konuşmanın devamında ise, toplumu uyutup  kandırmayı yeğliyor: “İnşallah eğitimde fırsat eşitliğini sağlayacağız. Yani İstanbul’daki öğrenci hangi haklara sahipse, inşallah Sivas’taki de, Hakkari’deki de aynı haklara, aynı imtiyazlara, aynı alt yapıya sahip olacak” diyor!  Oysa fırsat eşitliğinin, “inşallahla-maşallahla” olamayacağı gibi, AKP iktidarında hiç olamayacağını kendisi de biliyor.

Yılmaz’ın toplumu kandırma konusunda kendini tutamadığı hemen her olayda ortaya çıkıyor. Örneğin giderek artan cinsel istismarla, çocuk evlilikleriyle, kadın cinayetleriyle, intiharlarla, yargısız infazlarla, terör olaylarıyla, TEOG’da başarılı olamayanların imam hatibe gitmek zorunda kalmasıyla toplumun ruh sağlığı bozulmuş bulunuyor. Bonzai gibi uyuşturucuların kullanımı ilkokul çağına kadar inmiş bulunuyor. Genetiği bozulmuş gıda üretiminin yeterince denetlenmemesi nedeniyle, toplumun genel sağlığı da bozmuş durumda. Sakinleştirici ilaçlar başta olmak üzere, ilaç kullanımı tavan yapmış bulunuyor. 2002 seçimlerinden bu yana, AKP’nin önce bürokratı, sonra milletvekili ve bakanı olup tüm bu olumsuzluklarda pay sahibi olan Yılmaz, sağlık konusunda bile toplumu kandırma yolunu seçiyor, “Sağlıklı bir toplum, güçlü bir toplum demektir. Sağlığını kaybeden toplumun güçlü olabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla her şeyin başı sağlık diyoruz" deyip öğrencilere bisiklet dağıtma şovuna katılıyor.

AKP, Eylül 2013’te ortaöğretim yönetmeliğini yenilerken, “okuyan, araştıran, sorgulayan öğrenci yetiştirme” maddesini çıkarmıştı. Bu durumu yakından bilmesi gereken Yılmaz ise, 2016-17 öğretim yılının başlaması nedeniyle yayımladığı mesajda, “Aydınlık Türkiye’nin güvencesi, hiç kuşkusuz geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızdır. Yeni Türkiye yolunda, okuyan, araştıran, sorgulayan ve en önemlisi akleden bir nesli, yarınlar için yetiştirmektir” diyebiliyor!

Proje Okulları Yönetmeliği, Bakan Yılmaz zamanında, 1 Eylül 2016 tarihinde yürürlüğe giriyor. Yandaş bir kuruma dönüşmüş Danıştay bile, açılan bir dava üzerine, proje okullarının belirlenmesi, bu okullara yönetici ve öğretmen atanması konularındaki keyfilik durumunu, Anayasa’ya aykırı bularak Anayasa Mahkemesi’ne başvuruyor. Proje okulları uygulamasıyla Kabataş Erkek Lisesi’ne Müdür Yardımcılığına getirilen kişi, “Bütün okullarımızın imam hatip lisesi gibi olması zamanı geldi; her imam hatibin kapısında Anadolu Gençlik Derneği'nin olması lazım; (25 yıl sonrasında) hangi ülkelerde İslami hükümlere geçilmiş ona bakıp kutlayacağız" deyip imam hatiplilerin dağı taşı dolduracağından söz ediyor. Proje okulları uygulaması çerçevesinde okullarına atanan öğretmenleri ve okullarındaki yeni yönetim anlayışını yüzlerce okul ve on binlerce lise öğrencisi protesto ediyor. Öğrenciler, kısaca, “Yandaş değil, çağdaş öğretmen ve çağdaş idare” istiyorlar. Bakan Yılmaz ise, “Proje okul öğretmenlerinin Türkiye’nin en kaliteli eğitimcileri arasından seçildiğinden” dem vuruyor.

Yılmaz, 4 Ekim 2016’da bir kez daha doğru söylüyor: “Eğitime siyaseti karıştırmamalıyız. Çünkü eğitim herkesi ilgilendiriyor. Siyaset yapacak başka mecralar bulmalıyız” diyor! Ancak Yılmaz’ın bu doğruyu dile getirdiği günlerde yaşananların bir bölümünü anımsamak bile, onun toplumu kandırmaya çalıştığını görmeye yetiyor.
Çünkü o günlerde;
  • Sırf "FETÖ"nün okullarında çalıştıkları için kapatılan 1000 dolayında temel lisenin öğretmenleriyle, yine kapatılan 15 vakıf üniversitesinin akademisyenleri yargısız infazla işlerinden/meslekten atılmıştı.
  • "FETÖ"nün bankasına para yatırdıkları için meslekten atılan öğretmen ve akademisyen sayısı ise bilinmiyordu.
  • Yılmaz, Eylül 2016’da başka adam yokmuşçasına Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’na bir ilahiyatçıyı getirmişti.
  • Bakanlık bürokratlarının önemli bir bölümü, eğitimci olmayan ve/ya da AKP’den milletvekili adayı olmuş eğitimcilerden oluşuyordu. Türkiye Maarif Vakfı mütevelli heyeti üyeliğine yalnızca, AKP’li kişiler atanmıştı.
Yine o günlerde;
  • Yılmaz’ın emrinde çalışan bir ilçenin milli eğitim şube müdürü, 15 Temmuz şehitleri anma programında tüm okulların hatim indirmelerini istemişti!
  • Yılmaz’ın emrinde çalışıp sözleşmeli öğretmen mülakatını yapanlar, mülakatlarda,  “Başkomutan kimdir? Reis kimdir?  15 Temmuz ne anlama geliyor? Peygamberimizi çocuklarınıza anlatır mısınız? Amin alayları nedir? Ailenizde namaz kılan var mı? 2023 hedefleri nelerdir” gibi yanlı sorular soruyordu!
  • Yılmaz’ın emri altında çalışan Beşiktaş İlçe Milli Eğitim Müdürü, 7 Ekim’de AKP Beşiktaş İlçe Başkanı ve Cumhurbaşkanı’nın oğlu Bilal Erdoğan’a, bazı okullara gidip konuşma yapmaları izni vermişti!
  • Duvarında Hitler ve Usame Bin Ladin'i öven gerici bir şairin "Hak Yol İslam" şiirinin asılı olduğu Keçiören’de bir okulun açılışını, bizzat Yılmaz yapmıştı!
  • Aynı Yılmaz, “Bir kadın evinden süslenip çıkıp evine dönene kadar kaç erkeğin şehvetini tahrik etmişse o kadar erkekle zina yapmış gibidir” sözleriyle tepki çekmiş kişiyi, 14 Ekim 2016'da il milli eğitim müdürlüğüne getirmişti!
Bu gerçekler yaşanmışken ve yaşanıyorken, Yılmaz’ın “Eğitime siyaseti karıştırmamalıyız” sözü toplumu kandırmaya yönelik değilse, nedir?

Rıfat Okçabol / SOL