5 Ekim 2017 Perşembe

Simitin solgun kokusu - REFİK DURBAŞ

Bizim kuşak, 50’li yılların karikatüristlerinin çizdiği çay ile simite talim eden gazetecilere yetişmedi. Fakat onların karın doyurma azıkları olan çay ve simit, gazeteciliğimizin o genç günlerinde güzel bir keyfin hoş kokusunu hâlâ taşımaktalar.
Çünkü o zamanlar hemen bütün gazetelerin ana binaları Cağaloğlu’nda idi.
Vapur ise en önemli ulaşım aracı...
Özellikle de sabahları Kadıköy-Sirkeci arasında 8.30 ve 9.15 vapurları gazetelerin yazı müdürlerinin, sekreterlerin, muhabir ve köşe yazarlarının doğal buluşma mekânı...
Koltuğa bir gazete sıkıştırılır, elde sabah simitinin sıcak kokusu ile vapurun burun ucuna yerleşilirdi.
Gazete manşetleri, hele bir gün önceden emek de verilmişse, “tetkik” edilirken bir de çay söylendi mi varın artık o keyfin damakta eriyen lezzetine...
Eldeki gazete, çayın yudumu ve Boğaz’ın serin rüzgârı eşliğinde okunmaya çalışılırken, yandaki ya da karşıdaki gazetelerin başlıkları da göz hapsine alınırdı.
Ayrıca bir “meşveret” mekânı idi vapurlar.
“Müdavimler”, bir önceki günün muhasebesini gönül defterine düşerken, birbirlerine gelecek gün üzerine dilek ve temennilerini de aktarırdı.
Bu muhabbetin kaymak tadını veren de yine çay ve simitti...
O günler de bir günlermiş işte...
Uzunca bir aradan sonra, güneşli günlerin birinde yine “vapur” tiryakisi oldum.
Fakat nerede o günlerin çayının koyu demi, nerede simitlerin taze kokusu?
O sabah vapurları mutat seferlerini aksatmasa da, o deme de, kokuya da lezzet katan arkadaşlar, şimdi kim bilir hangi bir kuytu limanın ara sokağında?
Çayın yapay demi, simitin solgun kokusu bir yana, bir “adet” sigara isteyecek kimse bile yok çiçeği solmuş o güvertede...
Kimi güzellikler işte böyle farkında olmadan çekip gidiyor hayatımızdan.
Bugün, hayatımız da bu yüzden mi çayın demi ve simitin kokusu misali yapay ve solgun acaba?
Sait Faik, sinemadan çıkmıştır.
Yağmur yağıyordur.
Canı yürümek ister, fakat bir şoför “Atikali” diye seslenince, atlar taksiye Atikali’ye gider.
Annesini, arkadaşı Panco’yu, köpeği Arap’ı düşünerek sokaklarda yürürken, bir evden deli gibi birisi fırlayıp paltosunun cebine girer.
Adam “dost”unu öldürmüştür ve Sait Faik’ten kendisini saklamasını istemektedir.
Ve “Öyle Bir Hikâye”de anlattığı üzre Sait Faik, sonradan adının Hidayet olduğunu öğrendiği adamı, “Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediği simitin susamları kokan cebi”nde saklayacaktır.
Oktay Akbal da “Hücrede Karmen” kitabında yer alan “Sefertası” başlıklı hikâyesinde ilkokula giderken bir parça börek, üç tane kuru köfte, bir elma ya da portakal bulunan sefertasını hiç mi hiç sevmediğini belirterek iştahını daha çok “Barba” adlı fırıncının simitinin açtığını anlatacaktır.
Orhan Veli, “Bayram” şiirinde savaşı durdurmak için olsa, Harbiye Nezareti’ne gittiğini annesine bildirmemesi için kargalara horoz şekeri yanında simit de ikram eder:
“Kargalar, sakın anneme söylemeyin!
Bugün toplar atılırken evden kaçıp
Harbiye Nezareti’ne gideceğim.
Söylemezseniz size macun alırım,
Simit alırım, horoz şekeri alırım;
Sizi kayık salıncağına bindiririm kargalar,
Bütün zıpzıplarımı size veririm.
Kargalar, ne olur anneme söylemeyin!”
A.Kadir’in “Beşiktaş Tramvayı” şiirinin yolcuları arasında “Terzi Âdem, berber Ali, dikimhaneden Emine teyze, Makbule, üç sarışın birader, Kapalıçarşı terlikçileri ile levent bir hizmet eriyle birlikte “bir küçücük simitçi çocuk” da bulunacaktır.
Refik Durbaş da “Çaylar Şirketten” kitabında İstanbul’da “sermayesi gurbet” olan bir delikanlıyı anlatırken “yüzünde pas tutmuş sabahları poyraz renkli, can dokulu” üç liraya simit sattığı günlerine de değinir:
“Yüzümde pas tutmuş sabah
köşebaşı rüzgâr ayaz
simit satarım susamlı
poyraz renkli can dokulu
şafaklardan daha beyaz
hasretimden daha kara
simit satarım susamlı
buyur tanesi üç lira
bana kalan yimbeş kuruş
anlamazım ne iştir bu”

Refik Durbaş / BİRGÜN

Kadıköy’de nefes almak - NAZIM ALPMAN

İstanbul’un Kadıköy ilçesi gerek yaşam standartları gerek kültürel ortam bakımından herhangi bir Avrupa kentinden farksız görünüm arz ediyor. Kadıköy İskele’den Çarşı içine oradan da Moda’ya kadar uzanan bölge son yıllarda film platosunu andırıyor. Güzel kafeler, tiyatro salonları, sinemalar, kültür merkezleri, meyhaneler, lokantalar, canlı müzik lokalleri, manavlar, şarküteriler, balıkçılar ile ibadethaneler, camiler, kiliseler birlikte huzur içinde yaşayabiliyorlar.
Kentsel dönüşüm denilen “her yer kazma-her yer beton” sloganıyla özetlenebilecek inşaat bölgelerini bu huzur ortamının dışında tutmak gerekiyor.

•••

Bir önceki belediye yönetimi döneminde bu çizgiden hareketle olsa gerek “Kadıköy’de yaşamak ayrıcalıktır” gibi tuhaf bir slogan kentin görünen yerlerine asılıyordu. Bu tuhaf sloganın yer aldığı caddenin tam karşısında 200 yılı aşkın süre aynı adreste ikamet eden ailelerin varlığı hiç dikkate alınmıyordu.
Neyse ki şimdilerde böylesi şeyler yapılmıyor.
Onun yerine Kadıköylülere “burada olduğumuz için ayrıcalıklıyız” dedirtecek hizmetler sunuluyor.
Kadıköy Belediyesi’nin sorumluluğunda kalan mahallelerdeki bütün spor sahaları yenilendi, basketbol sahalarına “cam pota” konuldu, zemin düzenlemesi yapıldı. Büyükşehir sorumluluğunda olan sahil şeridinde ise bu yıl hiçbir çalışma olmadı. Geçen yıla kadar her yaz başı potalar, çemberler ve fileler yenilenirdi. Belki de “Kadir Ağabey” küstüğü için ilgi gösterilmedi. Bilmiyoruz.Gelelim esas konuya… Erenköy 19 Mayıs Mahallesi’nde tam bir batılı hizmet örneği olarak gösterilebilecek “Sosyal Yaşam Evi” ile “Alzheimer Merkezi” açıldı.
Şimdiye kadar belediye hizmeti denildiğinde “başkan benim çocuğumu işe al” cümlesi sınırlarını aşamayan sığlıklar akla gelirdi. Bu tür yapıların, Batı Avrupa ülkelerinde pek çok örneği var. Sosyal Yaşam Evi 65 yaş ve üstü bireylerin ücretsiz yararlanacakları, boş vakitlerini değerlendirecekleri kulüp niteliğinde… Tek farkı var, ücret ödenmiyor. Sadece bir kez gidip kayıt olmak gerekiyor. Ondan sonrası kolay…
Sağlık hizmetleri verilecek. Örneğin kan şekeri ve tansiyon ölçümü yapılacak. Saç kesimi, sakal tıraşı, el-ayak tırnak bakımı yapılacak.

Bütün bakımlar bitti mi, ver elini yeni hayat!
Seramik, resim, dans, pilates, bilgisayar, müzik, takı tasarım gibi kurslara dahil olunacak. Diyabet, kalp-damar, ağız-diş sağlığı, kadın sağlığı gibi konular hakkında seminerler yapılacak. Hayır ben yerimde oturamam diyenlere göre de etkinlikler var. Toplu olarak sinema, tiyatro, konser, kültürel kent gezileri ve piknikler düzenlenecek…
Alzheimer Merkezi ise bakımları evlerinde yapılan hastaları buraya getirerek sosyal yaşam bağları güçlendirilecek, yakınları da gün içinde serbest zaman kullanabilecekler. Hastasını yalnız bırakmadan, banka, çarşı, pazar işlerini halledebilecekler.
Unutmamak gerekir ki; bir gün herkes yaşlanacak!

•••

Hasanpaşa kavşağında bulunan Kadıköy Belediyesi Karikatür Evi, “belediyecilik asfalt dökmek, kaldırım yapmak değildir” sözünün ete kemiğe bürünmüş hali olarak orta yerde duruyor. Şu sıralar, eskiden Türkiye’nin siyasi ortamının karikatürle olan sıkı bağlarını gösteren bir sergi yer alıyor bu güzel yapı içinde: Siyasetçiler ve Karikatür!
30 Eylül’de açıldı, 24 Ekim’e kadar gezilebilecek. Pazartesileri hariç. Dünyanın bütün müzeleri pazartesileri kapalıdır.
4 Ekim 2017 Çarşamba (dün) Kadıköy Belediyesi Kent Konseyi “Dünya Hayvan Hakları Günü” nedeniyle bir panel düzenlemişti.
Ne kadar fantastik geliyor değil mi?
İnsan haklarının alabildiğine ayaklar altına alındığı bir ülkede hayvan haklarını konuşmak…
Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu farklı düşünüyor. Herkes kendi işini iyi yaparsa, o zaman ülke normalleşebilir diyor. Siyaset gündemi ülkede her şeyi zehirliyor.
Bu eleştirinin sivri oku elbette muhataplarına… Kim her şeyi siyaseten üzerinden izah ediyorsa onlara…
Uzun sözün kısası Kadıköy’ün kendine özgü havası insana nefes aldırıyor. 


Nazım Alpman / BİRGÜN

4 Ekim 2017 Çarşamba

Kadir Abi’ye, Gökçek’e ne oluyor? - KEMAL OKUYAN

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş bizzat AKP’lilerin uyguladığı mobbing sonrasında istifa etti.
Görülüyor ki, Topbaş daha kapsamlı bir operasyonun parçası olarak gönderildi. Şimdi aralarında Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in de bulunduğu belediye başkanlarının da istifa ettirileceği söyleniyor, yazılıyor.
Belli ki, Erdoğan bazı şeyleri mobbing uygulayarak çözmeyi sevdi, böyle devam edecek.
Peki neden?
Kimilerine göre Erdoğan AKP içindeki Fethullahçıları temizlemeye karar verdi. Oysa böyle bir şey yok; Gülen cemaatini karanlık bir konspirasyondan ibaret sananlar hep bu hatayı yapıyor. İmamlar, ablalar filan bunlar işin sadece bir boyutuydu. Hep söylediğimiz gibi Fethullah Gülen’in asıl gücü, sistemin, elinde operasyonel bir güç olan bu hareketi resmi olarak kendi merkezine yerleştirmesiydi. Sistem derken, kendisine iş dünyası diyen sermaye sınıfını, sivil ve asker bürokrasiyi, devlet kurumlarını ve bir bütün olarak düzen siyasetini kastediyoruz.

Dolayısıyla Fethullahçılar devlete sızmadı, Türkiye’ye hâkim olan uluslararası ve “ulusal” güçler Fethullahçılığa tarihsel bir misyon yükledi. Bu anlamda bir savcının, bir emniyet müdürünün, bir albayın Fethullahçı olup olmadığını sorgulamak mümkündür ama daha üst düzeylerde bu imkansızdır. Çünkü Türkiye’de sistemin içinde olup da buna direnen ve direndiği için bedel ödeyenler dışında hemen herkes aynı misyonun parçası olmuştur.

Melih Gökçek Fethullahçı mıdır, değil midir sorusu bu anlamda saçmadır. Soruyu soran kişinin “Erdoğan Fethullahçı mıdır, değil midir” sorusunu da sorması gerekir. Sormayıp, bir de üstüne “AKP içindeki FETÖ’cüler ayıklansın” demek ya da “ayıklanıyor” müjdesini vermek gerçekten abesle iştigaldir.

Bu soruların yanıtı hem evet hem hayırdır ve bir yerden sonra önemi yoktur.

AKP kendi içindeki Fethullahçıları ayıklayamaz. Çünkü Fethullahçılık “bylock” yazışmalarına indirgenemez!

O halde AKP’nin içi neden bu kadar karıştı?

Erdoğan’ın altını gizli gizli oyanlar kenara mı konuyor?

Kuşkusuz Erdoğan gibileri “mutlak biat” ister, en küçük bir itaatsizliği ömür boyu unutmazlar. Ancak samimiyetsizliğin kural olduğu bir ortamda, “kişisel hesabı” olmayan kimse bulamayacağını herkes gibi Erdoğan da bilir. Binali ile bile sorun yaşayan birinden söz ediyoruz, daha ne olsun!

AKP içinde ideolojik ve siyasi ayrımlar mı depreşti?
Örneğin AB ile NATO ile yaşanan soğukluktan rahatsız olanlar ile diğerleri arasındaki kavga tırmanıyor mu?
Bu illa ki vardır, üstelik şu sıralar ABD, Almanya ve İngiltere’nin kendi bağlantılarını harekete geçirdiği de açıktır. Ancak herkesin her şeyi savunabileceği tuhaf bir siyaset kültürü yaratan AKP’de ideolojik ayrımların bir hesaplaşmanın itici gücü olacağını düşünmek saflıktır. Zaten Topbaş’a, Gökçek’e ya da öncesinde Davutoğlu’na filan baktığınızda, Erdoğan’dan hangi konularda ayrıldıklarını anlayabiliyor musunuz?
Yok anlayamazsınız, bir sürü şey var ama tutarlı bir sonuç çıkmıyor bunlardan.
Çıkmaz da…

Çünkü AKP bir çıkar örgütüdür. Bu partinin öne çıkan kadrolarının, vekillerinin, belediye başkanlarının tamamı ya doğrudan ya da aileleri üzerinden “girişimci”dir, büyük paralarla oynamaktadır, rant yaratmakta ve o rantın bir bölümüne el koymaktadır.

Medya ne kadar anlam katmaya çalışsa da, AKP içindeki gerilimin temelinde paylaşım kavgası vardır. Bunlar artık öyle semirmiştir ki, siyaset-para-siyaset denklemi para-siyaset-para’ya dönüşmüştür, parti içinde aldıkları konumlanışların tamamı bu paylaşım kavgasındaki ihtiyaçların ürünüdür. Siyasi meseleler bu kavganın uzantısıdır, paraya tahvil olmuyorsa değersizdir. AKP sermaye düzeninde her zaman karşılaştığımız bu durumu akıl almaz boyutlara taşımıştır.
Tarikatlar bu kavgada etkili birer enstrümandır ve burada da ilişki tarikat-para-tarikat olmaktan çıkmış para-tarikat-para evresine geçilmiştir.

Erdoğan’ın becerisi biraz da bu paylaşım meselesini iyi yönetmesindeydi. Ancak ipin ucu kaçtı, birileri küçük rantlarla yetinmemeye başladı, başkalarına dirsek atarak öne geçtiler.
Erdoğan kan kaybetmeden bu süreci artık yönetemez.
Çünkü ekonomi tekliyor. Bu kadar büyük bir rant dağılımını kaldıracak bir kaynak yok.
Reis başka karar vericileri kısıtlamak, hatta yok etmek zorunda.

Büyük kentlerin belediye başkanlarının hükmettikleri kaynak sadece bütçelerine bakarak anlaşılamaz. İstanbul Belediyesi’nin 2017 bütçesi 42 milyar; bu kendi başına büyük bir rakam ama asıl mesele yağma ve talana engel olacak hiçbir mekanizma kalmayan bir düzende koskoca kentin yağmalanmasını ve talanını “yönetme” yetkisini elde bulundurmaktır.
Büyükşehir belediye başkanları hizmet götürmez, kendilerince rant paylaşımını yönetirler.

Erdoğan hazır FETÖ METÖ hikayeleri varken “paylaşım” ağını yeniden düzenlemeye karar vermiştir.
Buradan kuşkusuz siyasal sonuçlar çıkacaktır ama bilin ki çarpışan farklı programlar ya da ideoloji filan değil düpedüz akçalı çıkarlardır. Bunlar bir yandan iktidarlarını bir yandan da paralarını korumak için ölesiye mücadele etmekte, birbirlerine sert darbeler indirmektedir.


Muhalefet partilerinden Kadir Topbaş’a sahip çıkan sesler çıkmasının nedeni de budur çünkü onlar da kendi güçleri oranında yağma ve talan düzenine dahil olmuşlardır.

“Nihayet Melih Gökçek’ten kurtuluyoruz galiba” diye sevinenleri anlıyorum anlamasına ama…

Aması şudur, aptal mıyız biz kardeşim!

Kemal Okuyan / SOL

Torbada dinci vakıflar unutulmamış - KADİR SEV

27 Eylül 2017 günü Meclis Başkanlığı’na verilen Torba Yasa tasarısında dinci vakıf ya da dernekleri ilgilendiren iki önemli düzenleme yer alıyor.

Bunlardan ilki, Vakıfların yurtlarında kalan öğrencilere Kredi ve Yurtlar Kurumu bütçesinden beslenme ve barınma yardımı yapılmasına ilişkin düzenleme. İkincisi ise Vakıflar Genel Müdürlüğünü ilgilendiriyor: Yurt dışında eğitimle ilgilenen tüzel kişilere para aktarmasına olanak tanınıyor.
Tasarı, geçicileri ile birlikte 132 madde; 53 Yasada değişiklik öngörülüyor. Ve neredeyse her maddesi “soygun” kokuyor. Kalan maddeleriyle ise, gerçekleri kimseler öğrenemesin diye kamu bilançosuna makyaj yapılabilmesinin ortamı hazırlanıyor.
Yasalaşırsa; Kamu mülkiyetindeki taşınmazlar, kira, tahsis ya da satış gibi yöntemlerle çok daha kolay ve nokta atışıyla elden çıkarılabilecek.
Batan geminin mallarını satacaklar. Vakıflara çıkar sağlanmasına ilişkin maddeler bunların gölgesinde kalır da kimsenin ilgisini çekemezse yazık olur!
Gölgede kalmamalı: dinci vakıflar AKP’nin eli, kolu, her şeyi! Diyanet İşleri Başkanlığıyla yakın ilişki sürdürüyorlar ve eğitim onlardan soruluyor. Yakından izlemek, sağlanan çıkarları sergilemek ve elimizden geldiğince önlemeye çalışmak, kısıtlamak zorundayız.
Tasarının vakıfları ilgilendiren maddelerine kısaca göz atalım:
351 sayılı Yüksek Öğretim Kredi ve Yurtlar Kurumu Yasasının 23’üncü maddesi.
Bu madde, 351 sayılı Yasaya 16.11.2016 tarihinde eklendiği için yeni değil. Ancak yeri geldiği için burada söz etmek, hatırlatmak gereği duydum.
Kredi ve Yurtlar Kurumu, sanki kendi yurtlarına yetebiliyormuş gibi, geçen yıl eklenen bu maddeyle bir de AKP Vakıflarının yurtlarında kalan öğrencilere para vermek zorunda bırakılmıştı. Şöyle deniyordu; “Bakanlar Kurulunca vergi muafiyeti tanınan vakıflar ve kamu yararına çalışan derneklere ait yurtlarda kalanlara beslenme ve barınma yardımı yapılabilir.
Bu kural değiştirilmedi. Vakıf yurtlarında kalanlara her öğretim yılında 9 ay boyunca ödenmesi sürdürülecek. Değişiklikle, yalnızca Kredi Yurtlar Kurumu yurtlarında kalanlar için süre kısıtlaması kaldırıldı.
Gelelim Vakıflar Genel Müdürlüğüne:
Tasarının 98’inci maddesi ile 5737 sayılı Vakıflar Yasasının 52’inci maddesine şöyle bir ek yapılması öngörülüyor;
“Vakfiyelerde yer alan hayır şartlarını gerçekleştirmek üzere amacı veya faaliyet konuları arasında eğitim sağlık, kültür veya sosyal yardım bulunan yurtdışında kurulu tüzel kişilere Başbakan Yardımcısının onayı ile şartlı veya şartsız yardım yapmak.”
Maddede sözü edilen vakfiye, 5737 sayılı Yasada şöyle tanımlanıyor: “Mazbut, mülhak ve cemaat vakıflarının malvarlığını, vakıf şartlarını ve vakfedenin isteklerini içeren belgeleri
Mazbut vakıf denildiğinde Osmanlı döneminde kurulmuş ve vakfedenin soyu kalmamış, yönetmesi için yasayla Vakıflar Genel Müdürlüğüne devredilenler; Mülhak vakıf denildiğinde ise 743 sayılı Medeni Kanun’dan önce kurulan; “yönetimi vakfedenlerin soyundan gelenlere şart edilmiş” olanlar anlaşılıyor. Çoğu eski eser, anıt niteliğinde, değerli ve tarihsel özellikte taşınmazları var. Bunları Vakıflar Genel Müdürlüğü yönetiyor.
Tasarı yasalaştığında bu vakıfların taşınmazlarının, kiralanması, satılması ya da işletilmesinden elde edilen paralar, başbakan yardımcısının imzasıyla yurt dışındaki tüzel kişilere aktarılacak. Paraların tutarını; kime ve ne amaçla verildiğini; alanların nerelere harcadığını, AKP’nin üst yöneticileri dışında, kimse bilemeyecek.
Yurt dışında TÜRGEV, ENSAR ve aynı kıvamda bir dolu “tüzel kişi” eğitim faaliyeti yürütüyor. Çoğunun yurtları var.
Benden söylemesi…

Kadir Sev / SOL

Katalanlar, İskoçlar, milliyetçilik - CEYDA KARAN

Dünyanın her yerinde sağcı ve milliyetçi kafa aynı çalışır. Liberalizmin görünüşte yarattığı ‘makuliyet’ sıvası en ufak bir krizde dökülüverir. Misal, İspanya’nın Franco mirasçısı sağcı Halk Partisi’nin lideri Mariano Rajoy ile Katalonya’nın milliyetçi yerel hükümetinin başkanı Carles Puigdemont arasında fark aramak boşuna. İkisi birbirinin en büyük dostu.

***

Rajoy, geçen pazar günü ülkenin yoksul bölgelerini sırtında taşımak istemeyen özerk Katalonya bölgesindeki bağımsızlık referandumunda alenen milliyetçilere ‘çalıştı’. Anketler Katalan seçmenin yaklaşık yüzde 70’inin sandıkta irade beyan etmek arzularına karşılık, bağımsızlığı tercih edenlerin oranını yüzde 40’lar civarında vermekteydi. Rajoy hükümeti bu demokratik talebe oy merkezlerini basıp, sandıklara el koyarak ve polis sopasıyla yanıt verdi. Faşist Franco’nun ruhunu hortlatacak manzaralar yaşandı. Hemen hepsi pasif direnişin ötesine geçmeyen insanlar, yaşlı başlılar dahil ‘sopalandı’. 

 
Bu tam da diyaloğu dışlayarak hem Madrid’e hem de AB’ye tek taraflı bağımsızlık dayatan Puigmonte’nin arzuladığı hareketti. İspanyol polisinin önüne sivil vatandaşı sürme taktiği tuttu. 844 insan yaralandı. Telefona sarılıp Barselona’dan tanıdıklarımı aradım. Sosyal medyadan yansıyan türde sokak sokak isyan yoktu. Ama görünür olanı Puigmonte’ye kâfi geldi. Katalanların ‘non Pasaran’ şiarı dünyada yankılandı.
***

Hal böyle olunca kimsenin aklına Katalonya’nın son yüz senede diyalog üzerinden tesis edilmiş ve üç kez değişmiş statüsü üzerinden tartışmak gelmiyor. İlki 1932’de Cumhuriyetçi birliğin gözde olduğu sol rüzgârların estiği dönemde. Ardından salt Katalanlar değil tüm İspanya halklarını ezen Franco diktatörlüğünün bitimiyle 1978 anayasal birliğiyle. Sonuncusu da 2006’da.
Bugünkü meselenin aslı da o sonuncuya dayanıyor. Katalan milliyetçilerini bileyen bir yandan neoliberalizmin 2008 mali krizi, büyük kamu borcu, sığınmacılar ve işsizlik; diğer yandan Rajoy hükümetinin, 2006 statüsünün iki parlamentoda da Katalonya sandığında da onaylanmış kritik uzlaşmalarını Anayasa Mahkemesi yoluyla iptal ettirmesi. Mahkeme, 2010’da özerk adalet sistemi, daha geniş mali sistem, yeni toprak bölüşümü ve sembolik bile olsa Katalanların ‘ulus’ olarak tanımını iptal etmişti. Enteresan olanı Aragon ve Valencia gibi bölgeler de kültürel mirasın ortaklığı ve bölgeler arasında dayanışma ilkesinin ihlali üzerinden mahkemeye itiraz etmişlerdi. Velhasıl 2006 statüsü uzlaşması kırıldı. Geriye ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ana başlığı altında bildiğimiz ‘milliyetçilik kabı’ kaldı. İspyanya’nın birlikçi solunun itirazları kutsallıkla bezeli bir kakafoniye tosladı.
***

Bu yaşananları izlerken aklıma 2014 Eylülü’nde Edinburg’da izlediğim İskoçya’nın bağımsızlık referandumu düştü. 1990’lardaki ‘Yetki Devri’ formülüyle geniş özerkliği soluyan İskoçların durumu Katalanlardan farklı değil. Brexit öncesine denk gelen bu oylama sırasında da mali kriz etkiliydi. Programı imreneceğimiz türden bedava sağlık, eğitim gibi vaatleriyle dolu olan solcu ve kamucu İskoçya Milliyetçi Partisi’nin hesabı da Kuzey Denizi’nin petrol kaynaklarıyla kaderlerini Londra’nın finans kapitalinden ayırmaktı. Olmadı. İskoçlar, Britanya’dan ayrılmayı yüzde 58 oranıyla reddetti. Tabii sopa yemediler.
Doğrusu Edinburg’daki bir haftamda tahmin yürütemesemde ‘hayır’ sonucuna şaşırmadım. Keskin İskoç milliyetçilerinin ötesinde bağımsızlığı isteyenler daha ziyade adanın başka yerlerinden kaçıp bu solcu diyara gelenlerdi.
***

Peki, bu iki örnek yeni ‘milliyetçilik’ dalgasının işareti mi? 
Katalonya da İskoçya da neoliberal AB’nin şemsiyesine girmek arzusunda. Sorun şu ki AB onları istemiyor, isteyemiyor. AB’yi ulus-üstü bir yapı olarak selamlayan ve ulus devletlerin bittiğini ilan etmiş liberallerin de çözümü yok. 
Peki, solcular ne yapmalı?  
‘Ulus devlet’ asimilasyona girişmiyor, her türlü kültürel hakkı tanıyorsa, ortada ezen-ezilen denklemi zaten yoksa? Birliği savunmaktan gayrısı bildiğimiz milliyetçilik değil mi?

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Karayolu bütçesinden kimler beslendi? - ÇİĞDEM TOKER

Motorlu Taşıtlar Vergisi’nden geri adım atıldığına bakmayın. Bütçe zorda.
İzleri, Meclis’e sunulan Torba Kanun’da. 
 
Kefalet Sandığı’nın nakit fazlası bile bütçeye gelir kaydedilecek. Memurun zimmet suçu işleme olasılığına karşı, devletin alacağını sigorta eden sandıktan söz ediyoruz. 480 milyon TL birikmiş. Onu şimdi bütçeye aktaracaklar. 
 
Keza, aynı “torba”da bir hesaba daha el koyuyor hükümet. Fikir sanat eseri çoğaltmaya yarayan cihaz ithalatçısından kesilen yüzde 3’ler. Bu kesintiler Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndaki özel hesaba yatıyor. Biriken para, fikri mülkiyet sisteminin güçlendirilmesi, kültürel ve sanatsal faaliyetler için kullanılıyor.
Torba Kanun bu hesabı da dağıtıp bütçeye dahil edecek. 
 
Gerekçe de çok etkileyici: Hazine birliği. Yani ne kadar etkilendik bilemezsiniz...
Bir kere maksat gerçekten “Hazine birliği” olsa, bu “torba”yı hazırlayan iktidar, bütçe dışında tutup hesaplarda göstermediği Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) sözleşmelerini açıklar. Yoksa Hazine birliği, bakanların “ticari sır” dediği KÖİ sözleşmelerinde geçerli değil mi? Sekiz-on müteahhide verilen milyar dolarlık garantiler bitti de, kültürü-sanatı desteklemek için kurulan özel hesapla mı sağlanıyor bu birlik. 
 
Bakın Osmangazi Köprüsü’nde garanti edilen araç sayısının yarısına bile ulaşılamadı.
Dün CHP’li Onursal Adıgüzel’in BİMER üzerinden sorduğu sorulara verilen yanıtın haberini görünce, bizden saklanan rakamları aktardığım ilk yazıma baktım. Araç başına 35 dolar artı KDV’den günde 40 bin araç trafik garantisi verildiğini, 2035’e kadar geçerli olduğunu yazdığım ilk yazı 23 Nisan 2016 tarihli. Şimdi memleket derdini dert eden herkes, eksik geçen aracın bütçeye maliyetini hesap ediyor. Bu hesapları daha çok yapacağız.
 
Karayolları paraları saçmış
Uzun süredir Karayolları Genel Müdürlüğü’nün davetli yol ihalelerini yazıyorum.
Pazarlık yöntemiyle verilen “”lerdeki büyük artışı, partili müteahhitlere ödemeleri.
Yeni açıklanan Sayıştay’ın 2016 KGM raporu, bütçe kaynaklarının nasıl plansız ve sorumsuzca savrulduğunu belgeliyor.
Bakın KGM, 2016 yılına 9.5 milyar TL ödenekle başlamış. Ancak eklenenlerle yılı 18.3 milyar TL ile kapatmış. Sayıştay da yüzde 192.6 oranındaki bu artışı haliyle sorgulamış.
Rapordan iki başlık:
 
-Yatırım programında yer almayan projeler için harcama yapılıyor.
Normalde devlet yatırımları Yatırım Programı’nda gösterilir. Bütçe Kanunu da kuruluşlara şöyle der:
Ey yatırımcı kuruluş, falanca projeyi programa almadıysak, sen o proje için bütçeden para aktarıp harcayamazsın.
Bilin bakalım ne olmuş?
Sayıştay raporuna göre, tam 16 ildeki Karayolları bölge müdürlükleri, yatırım programında yer almadığı halde 2016 yılında toplam 382 milyon TL’lik yol yapmış.
Bitmedi. 
 
-Karayolları bütçesinde, “Asfalt kaplama yapılacak yolların fiziki standardını yükseltmek” için ayrılan bir ödenek var. Sayıştay bu ödenekten alınan 362.922.410,00 TL’nin bu amaçla kullanılmadığını saptamış. Bu paralar, yolların kalitesini yükseltmek yerine “hizmet alımı, danışmanlık, araç kiralama, peyzaj vb. cari nitelikli harcamalarda” kullanılmış.
Kimden hangi araç kiralama şirketi, hangi danışman, hangi peyzaj şirketine gitti 363 milyon?
Hangi partili şirketler bütçe kaynaklarıyla beslendi de şimdi vergilere zam geliyor?


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Ne Mehdiler gördük, gül gül öldük! - TAYFUN ATAY

İsmail Ağa Nakşi çevresinin gelecekte şeyhliğe aday iki ismi, Cübbeli Ahmet ve Mehmet Talu “Hocalar”, Adnan Oktar katalizörlüğünde kafa kafaya getirildi. Sebep, “Mehdi”!..
Daha doğrusu, “Mehdi Aleyhisselâm”ın zuhuratının gerçekleşmiş olup olmadığı tartışması.
Cübbeli diyor ki daha çok var; öyle 5, 10, 20 sene içinde falan beklemeyin Mehdi’yi! En az 150 sene...
Mehmet Talu diyor ki Mehdi şu anda yaşıyor ve “huruç edeceği” zamanı bekliyor.
“Adnan Hoca” ise mevzuya “Mehdiyet’in nişanı” olarak müdahil!..
Yani onun çevresinde, beklenen Mehdi’nin o olduğuna dair muazzam bir inanç ve kanaat birikimi var.
O yüzden Cübbeli hiç sevilmiyor. Çünkü o, bir konuşmasında Oktar hakkında şöyle demiş:
“Ben Mehdi’yim diye tutturmuş, 100 tane hadis bana uyuyor diyor. Kardeşim sen nasıl Mehdi olacaksın, Fatiha okusan 10 hatanı bulurum, ben seninle mi uğraşıcam!..”
Durum bu.
Önceki gün de Twitter bu minval üzere savaş alanı gibiydi. “#CübbeliÇırpınma” ve“#MehmetTaluBüyükAlim” etiketleri, Oktar-severlerin gayretleriyle en rağbet gören konu başlıkları (TT) oldu.


***
 
“Mehdiyet” hususunda yapılabilecek en münasip iş, bir müze kurmaktır.
İslam tarihinde sayısız figürün farklı zaman dilimlerinde mehdiliğe talip olup sonra unutulup gitmelerinden kaynaklı hazin haksızlığın önüne böylece geçilmiş olur!..
“Mehdi”, İslam’da kıyamete dair (“eskatolojik/milenaryan”) söylemin merkezi karakteri. Dünyanın sonuna yakın zamanda ortaya çıkması (“zuhurat”ı) beklenen ve inananları selamete kavuşturmak için onlara rehberlik yapacak ilahi olarak görevlendirilmiş kurtarıcı. Bir ölçüde “Mesih”in İslam’daki karşılığı.
İslami sürümü Mehdicilik olan, bizim “umut sosyolojisi” başlığı altında inceleyip çözümlediğimiz “milenaryanizm”, Orhon Murat Arıburnu’nun şu meşhur dizelerinde en özlü anlamsal karşılığını bulur: “Umut fakirin ekmeği//Ye Memet ye!..”
Şii itikatta Mehdi, 875 yılında ortadan kaybolmuş 12’nci imam ve dünyanın sonuna doğru (Hristiyanlıkta İsa-Mesih’in dönüşü inancı gibi) çıkıp geri gelecek.
Sünnilikte ise kıyamete yakın zamanda ilk kez (yani öyle “kayıp” olarak falan değil) ortaya çıkacak, Allah nizamını hâkim kılıp İslam’ı dünyaya yayacak.
Ama Sünni İslam’da Mehdi, temel bir “akide” değil. Daha çok halk İslam’ında, bağlantılı olarak tarikatlarda karşılığı var ki bunların en başta geleni de Nakşilik.

***
 
Nakşibendilikteki Mehdi inancıyla Şeyh Nazım Kıbrısi’nin İngiltere’deki topluluğu üzerine doktora çalışması yaparken tanıştım. Bu çalışmaya dayalı kitabımın da en “baba” bölümlerinden biri “Mehdilik” üzerinedir (“Mehdi’yi Beklemek: Şeyh Nazım Çevresinde Milenaryan Yönelimler”, Batı’da Bir Nakşi Cemaati içinde).
O yıllarda da (1991-92) Mehdi, heyecanla, hararetle, harıl harıl beklenmekteydi.
Çok daha önceki yıllarda da aynı şekilde beklenmişti.
1980’lerin başında Sovyetler’in Afganistan’ı işgali Mehdi’nin zuhuratına işaretti.
1990’ların başında Birinci Körfez savaşı, aynı “zuhurat”a delaletti.
2000’lerin başında da İkinci Körfez Savaşı öyleydi!..
Elbette tüm bu zaman kesitlerinde aynı olayları Mesih’in belireceğine işaret sayan Yahudiler de vardı ortalıkta.
Ama Yahudiler’in beklediği Mesih, Nakşiler’e göre “Deccal”di!
E, herkesin kurtarıcısı kendineydi!..

***
 
Tarih, Mehdi’lerle doludur.
Babai isyanının başında “Mehdi” vardı; İran’da patlak vermiş Babiî hareketinin başında “Mehdi” vardı; Sudan’da otokratik bir devlete doğuş vermiş hareketin hem başında, hem adında “Mehdi(ye)” vardı.
19’uncu yüzyılda Hindistan’daki Ahmediye hareketinin önderi Mirza Gulam Ahmed de "Mehdi” idi, ama ondan öte “Mesih” de ilan etmişti kendisini!..
Örnekleri sıralamaya ne bu köşe, ne de gazete sayfaları yeter.
O yüzden müze şart!..
Belli ki böyle bir müzede yer almak için “Adnan Hoca” da iştahlı. Bir dönem Şeyh Nazım’a muhabbeti de ihtimal bununla bağlantılı. Nazım'ın “irtihali” sonrasında Mehmet Talu’ya meftunluğun altında da onun “Mehdi aramızda” sözünün payı olsa gerek.
Ama ah şu “astronot” Cübbeli yok mu, nasıl arıza üretiyor!..

***
 
Oktar’a Mehdilik yakışır mı, yakışır.
Gelgelelim biz onu İslam’da hiç de öyle büyük bir problem olmayan evrimci düşünceyi tu kaka etme yolunda bu memlekete “Yaratılışçılık” doktrinini ABD’den ve Evanjelik Hristiyanlık'tan ithal etmesiyle tanıdık.

O yüzden bence “Adnan Hoca”yı tıpkı Gulam Ahmed gibi sadece Mehdilik kesmez.

Mesihliğe de soyunsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

3 Ekim 2017 Salı

İlk laikler; Aleviler - TURAN ESER

Atina’da ilk laiklik mücadelesini Sokrates verdi.

Anadolu’da ilk laik düşünceyi Aleviler savundu. İlk laiklik mücadelesini onlar verdi. Ortodoks dinler vahiy temelliydi. Akla ve insana ve haklarına önem vermezler. Vahiy temelli din için egemenlik gökyüzündedir. Gökyüzü egemenliğin yeryüzündeki temsilcisi ise din devleti ve onun halifesidir, kralıdır ya da sultanıdır.

Alevilik ise bu vahiy temelli dine ve egemenliği gökyüzüne çıkaran dogmalara itirazın ve egemenliği yeryüzünde insanın kalbine indiren öğretinin ve felsefenin adıdır. O nedenle tanrı-insan ve gökyüzü-yeryüzü egemenlik mücadelesinde, insanı ve yeryüzünü seçmiştir.

Söz konusu laiklik ise, Alevilik ve Aleviler gerçeği göz ardı edilemez.

Aleviler için laiklik serüveni, ne 1905 Fransası’nda, ne 1920 Türkiyesi’nde başlamamıştır.
Selçuklu’dan günümüze Osmanlı ve Cumhuriyet devletlerindeki, din-devlet ilişkileri incelendiğinde, Alevilerin bu dönemlerde ilk laiklik düşüncesinin savunucuları olduğu ve teokrasinin vazgeçilmezi olan din devletlerine itiraz ederek, bu devletleri “bozuk düzen” diye tanımladıklarına tanık olursunuz.

Türkiye’de laik düşünce ve laik bir toplumsal damar halen diri ve canlı duruyorsa bu tarihsel birikim ve tecrübe göz ardı edilemez.

Alevi tarihine, yaşam tarzına ve düşüncelerine bakılmaksızın, bunca gerici kuşatmaya rağmen, laik damarın, bu topraklarda neden halen canlı attığını anlayamayız. Aleviliği “mezhepçilik” ya da “din” tartışması içine sıkıştırarak yaklaşanlar ise, egemen siyasetin tuzağına düşer ve onun sözcülüğünü yapar. Ama Aleviliği anlayamaz!

“Laikliğin sigortası Alevilerdir” sözü her ne kadar Alevileri kendilerine siper edinmiş, ama söz konusu Alevilerin hak ve talepleri olunca gıkı çıkmayan kesimlerce dile getirilse de, Aleviler laiktir. Çünkü laiklik, henüz kavram olarak yer yüzünde telaffuz edilmeden, bu kadim topraklarda, en eski laik yaşam ve laik düşünceye sahip kesimlerin başında Alevilik ve Aleviler gelir.Aleviliğin öğretisi, devletin din üzerinde örgütlenmesine ve hükmetmesine itiraz eder. 12. Yüzyıldan günümüze bu itiraz kesintisiz sürmektedir. “Laikliğin sigortası” olan Aleviler, şeyhülislam fermanlarında “katli vacip” edilip, Alevilerin Osmanlı’da ve cumhuriyet döneminde sigortalarının attırılmasının arkasındaki sebep, teokrasiye karşı, laik düşünceleridir. Yani; Alevilerin çektikleri zulmün, yaşadıkları katliamların, uğradıkları ayrımcılıkların maruz kaldıkları asimilasyonun arkasında yatan asıl neden, laiklikten yana dünya özlemleridir.


Alevilik egemenliği yeryüzüne, insana indirir
Osmanlı’da ki din despotizmine dayalı ve inanç özgürlüğünü yok sayan mezhepçi halifelikler, cumhuriyet döneminde kısmen açılmış gibi olsa da, tam bir laik yaşam, laik düzen ve laik siyaset kavuşmuş değildir.
Aleviler, dinselleştirilmiş devlete, kendilerine “Tanrının yeryüzündeki temsilcisi” yetkisi veren halifelere karşı 12. yüzyıldan beri isyandadır.
Alevilik, laik yaşam anlayışıyla, Allah ile aldatan dinsel dogmatizme karşıdır. Alevi aşık ozanlarının, Osmanlı Devleti’ne ve devletleşen dine anlayışına yönelik edebi eserleri ve düşünsel eleştirileri incelendiğinde, ilk laiklik nüvelerinin asırlar öncesi ekildiği görülür.
Alevilere ve Aleviliğe karşı önyargılı bazı kesimler, “Alevilik’de sonuç olarak inançtır” laik hareket olamaz diyenler, asırlardır laik yaşam ve laik düşünce için bedel ödeyen Alevileri ve bir bilgelik felsefi inanç olan Aleviliğin akıl temelli inancını, hurafeler, dogmalar ve vahiy temelli Ortodoks din anlayışlarıyla mukayese etmek suretiyle, Alevilere haksızlık yapıyorlar.

Alevilik öğretisi laik öğretidir.
Alevilerin laik yaşam ve laik düşünceden yana olmasının nedeni, Alevi öğretisinden kaynaklıdır.
Alevilik öğretisine göre “dava insanlık davasıdır.”
Keramet yani yaratıcılık ise akıldadır. 13. Yüzyılda Bektaşilik “Her ne ararsan kendinde (insanda) ara” diyerek, kerametin “Taç’da, Hâc’da değil, başta (akılda)” olduğunu öğütler.
Laiklik düşüncesini, Alevi öğretisinin merkezine koyan bu insan ve akıl temelli düşünce, tüm kutsal kitapları değil, “Okunacak en büyük kitap insandır” diyerek, insanlar arası muhabbet/sohbet/müzakere/tartışma ile akıl birlemesinin, yol ve gönülleri birleyecek olduğuna işaret eder.
Kutsal kitaplar üzerinden tanrıyı değil, insanı insan ile konuşturan, aklı akıl ile tanıştıran laik toplum yaşamının önemini 13. yüzyılda ışık tutmuştur. Alevi öğretisi, laik eğitimden yanadır. Örneğin Hacı Bektaşi Dergâhı gibi birçok Alevi-Bektaşi Mektebini işgal edip, Sünni Nakşibendi tarikatına teslim etmiştir. Bugün de kamu okulları Ensar, İsmail Ağa, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti gibi, İslamcı cemaatlere, tarikatlara teslim ediyorlar.

Dolayısıyla eğitimde laiklik mücadelesi yeni bir olgu değildir. Dün Alevi – Bektaşi Dergâhları, Ocakları medreselere karşı “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diye laik eğitim mücadelesi verirken, bugün de eğitimde dinselleştirmeye, gericiliğe karşı, laik ve bilimsel eğitimi savunuyorlar.

Neymiş?

Alevilerin eğitimde laiklik mücadelesi 13. Yüzyılda başlamıştır!

Turan Eser / BİRGÜN

Barselona direnişin ne olduğunu bilir - MUSTAFA K. ERDEMOL

Barselona işçileri, faşistlere karşı sosyalistlerin önderliğinde hemen bir genel grev ilan ettiler. Kışlalara gidip savunma için ihtiyaç duydukları silahları aldılar. Direniş için kurulan milislerle birlikte işçilerden oluşan silahlı birlikler ordu birimleri haline geldiler.


Günlerdir Katalonya’yı konuşuyoruz. İspanya’dan ayrılmak amacıyla düzenlenen Bağımsızlık referandumuyla gündeme geldi ama bu bölge İspanya İç Savaşı (1936-39) sırasında İspanyol faşizmine karşı direnişiyle de destanlaşmıştı. Bu direniş dünya sosyalist tarihi açısından da dersler dolu bir direnişti. Onur verici bir tarihtir bu.
 
Katalonya’nın en büyük kenti olan Barselona üç yıl süren İspanya İç Savaşı sırasında dünyanın hemen hemen her yerinden, Cumhuriyetçiler safında dövüşmek için gelen devrimci gönüllülerle dolmuştu. Buna karşın faşistlere Faşist İtalya ile Nazi Almanyası’nın büyük desteği vardı. Öyle ki Almanya lideri Hitler ile İtalya lideri Mussolini İspanya faşistlerinin lideri Francisco Franco’nun emrine birer uçak filosu bile yollamışlardı. O sırada İspanya egemenliğinde olan Fas’tan İspanya’ya 15 bin kişiyi taşıdılar. Daha sonra bu sayı 200 bini geçti. İspanyol faşistlerine yardımcı olmaları için Alman, İtalyan ve Arap askerlerini de yolladılar. Cumhuriyetçiler’in tek destekçisi ise gönüllülerin yanı sıra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) idi.

İlk darbe işçi sınıfından
İç savaşı 1936’da bir darbeyle başlatan faşistlere ilk darbeyi de İspanya işçi sınıfı Katalonya’da vurdu. Faşist güçler Barselona’da ilerleme kaydetmişlerdi. Barselona her türden devrimcinin bulunduğu bir kentti. Başta CNT (Ulusal İşçi Konfederasyonu), POUM (Birleşik Marksist İşçi Partis), PSUC (Katalonya Birleşik Sosyalist Partisi), UGT (Genel İşçi Sendikası) gibi anarşist ve komünist sendikalar ile partiler çok güçlüydü ama en güçlüsü anarşist CNT idi.

Barselona işçileri, sosyalistlerin önderliğinde hemen bir genel grev ilan ettiler. Kışlalara gidip savunma için ihtiyaç duydukları silahları aldılar. Direniş için kurulan milislerle birlikte işçilerden oluşan silahlı birlikler ordu birimleri haline geldiler. O dönemin kaynakları Katalonya milisleri içindeki işçi sayısının 20 bini bulduğunu yazar. İhtiyaç halinde savaşa girecek 150 bin de gönüllü vardır. Sıradan bir ordu değildi bu. Prensipleri olan bir orduydu. Temel birim on kişiden oluşuyordu, bu on kişi bir delege seçiyor, bu delege oluşturulan savaş komitesinde birimini temsil ediyordu. Yani savaş koşullarında bile “demokratikleşme”ye dikkat edilmişti.

Barselona’da kurulan milis güçleri Katalonya’nın diğer büyük kenti Aragon’daki faşistlerin püskürtülmesinde de büyük rol oynadı. Milisler zafer kazandıkça köylülere gönüllülük esası üzerine kollektifleştirilmiş toprakları da verdi. Bu topraklarda yedi milyona yakın işçi kendileri için çalıştılar.

Kolektif üretim arttı
Kolektiflerin yönetilmesi için seçilen yönetim kurulunda herkes söz sahibi kılındı. En radikal kararlardan biri de, birçok alanda paranın kaldırılmasıydı. Köylülerin kendi işlettikleri topraklarda üretim öncekinden daha fazla arttı.

Tüm kolektiflerin katılımıyla Aragon’da 1937’de Bölgesel Köylü Federasyonu kuruldu. Bundan amaç kollektifleşmeyi koordine etmek, yaygınlaştırmaktı. Asıl konulan hedef ise bu sistemi tüm ülke çapında yaygınlaştırmaktı. Ama ne yazık ki uzun ömürlü olmadı. Ancak bu konuda gösterilen çabalar gerçekten takdire değer çabalardı. Köylülerin çoğu eğitimsizdi. Köylülerin çocuklarına temel eğitim veriliyordu. Eğitim yöntemi olarak dünyaca ünlü anarşist eğitimci Francisco Ferrer’in yöntemi benimsenmişti.

Kollektifleştirme sadece toprak da olmadı. Hemen hemen her alanda gerçekleştirildi. Demiryolları, otobüsler, enerji şirketleri, madenler, tekstil fabrikaları kamulaştırıldı. Denetimleri iş yeri komitelerince yapıldı.

Her iş yerinde ücretler eşitlendi. Çalışma koşulları büyük ölçüde iyileşti. İşçiler için ücretsiz tıbbi bakım sağlandı. İç savaş koşullarında İspanya hükümeti, Katalonya’daki üretimin İspanyol endüstrisinden on kat daha fazla üretim yaptığını kabul etti.
İşçilerin de milislerin de dayanma gücü bir yere kadardı. Franco liderliğindeki faşistler karşısında Cumhuriyetçiler (dolayısıyla sosyhalistler) yenilmiş oldular. İspanya İç Savaşı sıradan insanların neler yapacakları konusunda inanılmaz derslerle doludur.

Barselona yenilmez
Barselona başta olmak üzere Katalonya’daki anti faşist direnişin başarısızlığa uğramasında maalesef sol içi çatışmaların da büyük payı vardır. 1937’de 3 ile 7 Mayıs arasında meydana gelen olaylarda Katalonya Meydanı’na komünistler ile anarşistlerin çatışması sonucu 300’e yakın kişi öldü. Bu gerçekten son derece trajiktir.Burada İspanya Komünist Partisi’nin büyük hatasını da kaydetmemiz lazım. Kasım 1937'de hükümet Komünist Partisi'nin de yönlendirmesiyle Barselona ayaklanmasını bastırdı. İşçi milisleri dağıtıldı. Franco Barselona’ya girdiği zaman karşısında direnecek kimseyi bulamamıştı.

Buna rağmen Franko güçlerine, faşistlere kök söktüren büyük bir direniştir Barselona Direnişi. Şimdi İspanyol polisinin sokaklarında acımasızca saldırdığı Katalanlar, o direnişe katılanların torunlarıdır.

Barselona yenilmez.

MUSTAFA K. ERDEMOL   / BİRGÜN

Vergi sağanağı ve iktidarın aczi - OĞUZ OYAN

İktidar mali yönden sıkıştıkça, vergi sopasını hatırlıyor. Ama vergilendirmediği kesimleri vergilendirmek -sınıfsal tercihleri gereği- bir türlü aklına gelemiyor.

Yeni yıl için öngörülen vergi sağanağının hangi ihtiyaçlara karşılık geldiği sorusuyla başlayalım.

Birincisi, geçen yıl yapılan vergi ve sosyal sigorta indirimlerinin/ertelemelerinin bir şekilde telafisi gerekiyordu. İndirimler sermayeye, ceremesi halk kitlelerine diyebilir miyiz? Şimdilik kısmen evet diyelim. Kısmen, çünkü indirimler (özellikle beyaz eşya ve benzerlerinde, 150 m2'yi aşan konutlarda) belirli ölçülerde halk tüketimine de yansıdı; öte yandan getirilen vergiler, MTV artışı ve Gelir Vergisi'nin (GV) üçüncü dilimine yüzde 3'lük zam dışındakiler geniş kitleleri fazla rahatsız edecek türden değildi (gerçi GV kaynakta kesildiği için orta-üst ücretlilerin tepkisi de gecikmelidir; meyveli gazoza %25 ÖTV uygulanacak olması ise, fiyatlar içine gizleneceği için görünmez kılınabilir). Ama dahası var.

İkincisi, vergi barışlarının birinci derecede sorumlu olduğu, ama diğer siyasi/idari etkenlerin de katkıda bulunduğu nedenlerle, Maliye'nin vergi tahsilat oranları dramatik ölçülerde gerilemişti. Sermayenin vergi kaçınması önlenemediği gibi adeta teşvik ediliyordu. Bu nedenle getirilen vergi artışları vergiden kaçınmanın çok güç olduğu alanlardadır: MTV, talih oyunları, mali kurumların Kurumlar Vergisi... Bunlar, sermaye kesimini de çok rahatsız edecek türden değildir. (Sermayenin ürkebileceği tek şey, gelirlerinin gerçek bir artan oranlılıkla vergilendirilmesi ve servet beyanı sistemi getirilerek gelir/servet kaçırmasının engellenmesidir).

Üçüncüsü, sermayeye yönelik olarak yapılan vergi/sigorta primi indirim ve ertelemelerini aşan daha kapsamlı teşvikler gündeme getirilmişti, bunların da telafisi gerekiyordu (Kredi Garanti Fonu/KGF üzerinden açılan 250 liralık kredi bunun en görünen yüzü oldu; ama bu başlığı, köprü-havalimanı-hastane yapımcılarına verilen araç-yolcu-hasta sayısı garantilerine ve bunların artık bütçeye yansımaya başlayan yüklerine kadar götürmek gerekir).

Dördüncüsü, bütçeden savunma harcamalarının artışı ve daha da artmasının beklenmesi (bunun için Savunma Sanayi Destekleme Fonu'na da yeni aktarımlar gündemdedir), yukarıdaki diğer etkenlerle birlikte uzun zamandır ilk kez bütçe açıklarını başlangıç ödeneklerinin oldukça üzerine taşırmıştı.
Nihayet, bu indirim/ertelemelerde, KGF gibi teşvuklerde asıl amaç, durgunluk işaretleri veren ekonomiye, kritik bir referandum döneminde canlılık kazandırmak veya durgunluk halini ertelemek, bu arada zora düşebilecek şirketleri kurtarmaktı. Nitekim Başbakan Yıldırım, yaz başında, "eğer 250 milyarlık kredi hacmi oluşturulmasaydı, bugün 30 bin sanayici, işadamı göçmüştü, bankalar zora girmişti, ekonomi de maalesef zora girecekti" diyebilecekti.

Bütününe baktığımız zaman, teşviklerin yükünün geniş kitlelere aktarıldığı açıktır; şirketler, bankalar zora düştüğünde yardıma çağrılanlar geniş halk kitleleridir, bunların düşük bireysel tasarruflarıdır, eğer tasarrufları yoksa tüketimlerinin tayınlanmasıdır.

Ama bu daha başlangıçtır! Şimdi getirilen vergi artışlarıyla bu yılki bütçe açıklarının telafisinin bile mümkün olmadığı görülmektedir. 2017 bütçesinin ek açıkları, torba kanuna eklenen ek borçlanma yetkisi veren maddeye göre, 37 milyar TL'dir. Oysa, getirilmek istenen vergi artışlarının getirisi 28 milyar TL olarak hesaplanmaktaydı. (Hesaplanmaktaydı, çünkü yoğun tepkiler üzerine dün BK toplantısında bu zammın aşağıya çekilmesi kararlaştırıldı; henüz ne olacağını bilmiyoruz). Dolayısıyla, hem yeni vergi-fiyat artışları gündeme gelebilir, hem de zaten Orta Vadeli Programda üç yıl üst üste 10'ar milyar dolarlık özelleştirme gelirleri tahmini, artık satılacak mal-mülk azaldığı için, doğrudan toplumsal tüketim alanlarına yönelebilir; düşük memur ücretlerinin telafi mekanizması olarak çalışan kamu lojmanlarının satışının şimdiden dile getirilmesi bunun dışa vurumudur.

***

Şimdi gelelim vergilere dönük halk tepkilerine karşı iktidarın geri adım atmasına. Aslında bu vergilerden en görünür ve yakıcı olanı araç sahipliğine getirilen zamlardı. Bunlar hem araç parkının yarısından biraz fazlasını oluşturan özel otomobil sahipliğine, hem de ticari araç sahipliğineydi, ki ticari araçların büyük bölümü de esnafın kullandığı hafif ticari araçlardı. İktidar, tepkiden çekindiği için olacak, zam oranını da gizleyerek açıklamıştı.


Her yıl yeniden değerleme oranıyla yükseltilen sabit miktarlı tarifede 2018 için öngörülen yüzde 40'lık zam oranı esasen devasa bir artıştı. Ama asıl artış oranlarını gizliyordu. Yüzde 40'lık artış sadece 1300 cm3 altındakiler ile  1300-1600 cm3 arasında olup vergisiz değeri 40 bin TL'yi aşmayan taşıtlarda geçerliydi. Yani 20 basamaklı olarak oluşturulan tarifenin sadece 2 basamağı için geçerliydi. (Bu iki basamak toplam satışlar içinde yaklaşık üçte birlik bir pay almaktadır). Bu silindir hacimlerinde kalan ama değeri 40-70 bin TL arasındaki taşıtlarda artış oranı yüzde 54'e, 70 bin TL'yi aşanlarda ise yüzde 68'e yükseliyordu. Tarifenin izleyen dilimlerindeki daha yüksek silindir hacimlerinde de artış oranı alt matrah basamağında yüzde 54, üst matrah basamağında ise yüzde 68 olarak düzenlenmişti. Ama şu çarpıklığa bakar mısınız: Değeri 475 bini aşmayan 4001 cm3 üstü bir araçta artış oranı yüzde 54 iken, değeri 70 bin TL'nin üzerinde ama 1300 cm3 altındaki bir aracın MTV'si yüzde 68 arttırılabiliyordu! Maliye bu çarpıklığı gizlemesin de ne yapsın?

Tepkiler bir vergi sağanağı olarak algılanan düzenlemelerinin bütününe oldu; ama asıl tepki MTV'ye yönelikti; çünkü giderek bir lüks ulaşım aracı olmaktan çıkan ve taşıt sahibi olmayan alt gelirli kesimlerin de ulaşmaya çalıştığı bir tüketim (ve yaşam) biçimini cezalandırıyordu.
Bir başka ilginçlik de şuydu: Köprü yapımcılarına asgari araç geçişi üzerinden güvenceler veren siyasi iktidar, araç sahipliğini caydıracak düzenlemelerle kendi Hazine'sinin yükünü arttırmayı göze almasıydı.

***

Türkiye'de iki tür mülkiyet vergisi vardır; bunlar emlak ve araç mülkiyeti üzerine konulurlar. Mülkiyet ilişkisi ortadan kalkana kadar sürer, bu ilişki kalkınca da biterler. İstisnaları vardır. (Bir de mülkiyet transferinden alınan veraset ve intikal vergisi bulunur, ama bir kereliktir). Kendi oturduğu mesken dışında taşınmaz mülkiyeti olamayandan emlak vergisi alınmaz, mülkiyetindeki araç belli bir yaşı geçince de -mülkiyet ilişkisi sürse bile- MTV düşer. (Kuşkusuz bu sonuncu durumda,  yüksek antika değerine sahip araçların MTV dışı kalması gibi vergi adaletini bozan durumlara rastlanmaktadır). Ama zaten MTV'nin silindir hacmine göre alınması ve buna şimdi bir de kısmen araç değerinin eklenmesiyle de vergi adaleti sağlanamamaktadır. Asıl olması gereken, salt değere göre alınan artan oranlı bir tarife olabilirdi. Ama bunun uygulaması güç olduğundan kaçınılmakta, böylece tarifenin eşitsizlik üretmesi önlenememektedir.

Halk tepkilerinin bir bölümü de diğer mülkiyet vergisi olan Emlak Vergisi'ndeki çok yüksek artışlara ve bunların ilçeden ilçeye, mahalleden mahelleye çok büyük farklılıklar içermesineydi. Vergi oranı merkezi yönetimce tespit edilmesine rağmen (konutlarda binde 1-2 ile büyükşehirlerde binde 2-4 arasında), vergi matrahına (taşınmaz değerine) bir ilçe belediyesinden diğerine çok farklı değerler biçilmesi nedeniyle yaygın bir şikayet konusuydu. Merkezi yönetim, bir anlamda buna müdahale etmek zorunda kaldı. Taşınmaz değerlerindeki artışın 2017 değerlerinin yüzde 50'sinden fazla olamayacağına bu yeni vergi paketinde karar vermeye yöneldi. Üstelik bu sınırlamanın merkezi yönetim gelirlerine bir zararı söz konusu değildi, çünkü bu verginin hasılatı esas olarak ilçe belediyelerinin kasasına girmekteydi.

Bu iki mülkiyet vergisine aşırı yüklenme konusunda son olarak şunu söyleyelim. Mülkiyet vergileri, nominal servet vergileri sayılırlar. Yani mülkiyetin getirisinin veya mülk sahibinin olağan gelirlerinin küçük bir yüzdesiyle ödenebilir türden vergilerdir. MTV'de merkezi iktidar, Emlak Vergisi'nde ise bazı yerel yönetimler, son dönemdeki girişimleriyle bu vergileri gerçek bir servet vergisine dönüştürme adımları atmış oldular ve tepkiler bu nedenle de çok yüksek oldu. Gerçek servet vergilerinde, mülk sahibi ancak mülkünün bir bölümünü veya tamamını satarak vergi ödevini yerine getirebilir. (Bunun bizdeki tarihi örneği Varlık Vergisi'dir ve kuşkusuz buradaki örneklerin çok ötesindedir). Bazı ilçelerde (Beşiktaş ve Urla gibi) taşınmaz sahiplerinin yıllık 10 bin lirayı aşan Emlak Vergisi miktarlarıyla karşılaşınca taşınmazlarını satmaya karar vermelerini veya eğer oranlar geri çekilmezse birçok araç sahibinin araçlarını satmaya yönelecek olmasını bu kapsamda değerlendirebiliriz.

Eğer bir ülkenin siyasi iktidarı tüm servet unsurlarını kapsayan ve belirli bir artan oranlılık içeren bir servet vergisi uygulama kapasitesine ve iradesine sahip değilse, olağan (nominal) mülkiyet vergisi öğelerini olağanüstü (gerçek) bir servet vergisine dönüştürme hevesine kapılır ve ilk adımında tökezler. AKP iktidarı, herşeyi olduğu gibi bunu da yüzüne gözüne bulaştırmıştır.

CHP ve Tarım
CHP'nin fındık ve çekirdeksiz kuru üzüm üreticilerine destek için gerçekleştirdiği eylemler, tarımda süregiden tepkisizliği uyandırmak için yerinde olmuştur. Bu eylemlerden sonra açıklanan çözüme yönelik manifestolar da yerli yerine oturmuştur. Alaşehir'de 28 Eylül'de gerçekleştirilen kuru üzüm çalıştayı ile mitingine ben de katıldım. Düzenlemeler çok başarılıydı, mitinge katılım da yüksekti (Manisa'ya en büyük desteği İzmirlilerin verdiği görülüyordu). Çalıştay'da katılımcı kitlenin önerilerinin CHP Genel Başkanı tarafından doğru bir biçimde sıralanarak mitingin sonunda bir öneri-program paketine dönüştürülmesi de çok anlamlıdır. Şimdi mesele bunların CHP'nin Tarım Programına işlenmesini sağlamak ve kitle temaslarını sürekli kılmanın yollarını bulmaktır. Tabanda bir eylemlilik arzusu vardır ve tepkilerini akıtacağı kanalları aramaktadır.

Halk tabanındaki bir diğer beklenti de, iktidarın eğitimin dincileştirilmesi programına gereken tepkilerin de kitlesel bir şekilde verilmesidir.

Son olarak TEOG yerine getirilmek istenen adrese dayalı sistemle öğrencileri/velilerini seçeneksiz bir biçimde imam-hatiplere yönlendirme niyetlerine CHP'nin vereceği bir kitlesel tepki olmayacak mıdır?
Laiklik için mücadele vermekten kaçınılamayacağını artık öğrenmenin zamanı gelmemiş midir?

Oğuz Oyan / SOL

İmamın çölünde aydınlık düşü - ORHAN GÖKDEMİR

Türkiye'de ibadete açık 87 bin 528 cami var. Diyanet İşleri Başkanlığının personel sayısı 117 bin 378. 1.117 personel merkezde, müftülüklerde görevli personel sayısı 115 bin 218. Bunların 71 bin 362’i imam hatip unvanı taşıyor, 19 bin 721’i kuran kursu hocası, 11 bin 908’i müezzin, 3 bin 51’i veri hazırlama ve kontol işletmeni.
500 adet olan imam hatip okulu sayısı son bir iki yılda 3 bin 500’e, İlahiyat öğrencisi sayısı 17 binden 100 bine, imam hatipte okuyan öğrenci sayısı ise 60 binden 1,5 milyona çıktı. Bugün her 100 öğrenciden 16’sı imam hatip okuluna gönderiliyor.
Harcamaları ile Sağlık Bakanlığı, İçişleri Bakanlığının da aralarında bulunduğu 12 bakanlığı geride bırakan Diyanet, 2017’yi de yine rekor harcama ile tamamlayacak. Geçen yıl bütçesi yetmediği için aldığı ek ödeneklerle 6,5 milyar lira harcayan Diyanet, bu yıl da 1,3 milyar liralık ek ödenek istedi. Böylece yılsonuna kadar 8,1 milyar lira harcama yapmayı planlıyor.


3 bin 365 caminin bulunduğu İstanbul'da camilerin birçoğu boş dururken, İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, “İstanbul'da en azından 10 bin tane daha camiye ihtiyaç duyulduğunu düşünüyorum” dedi. Sonuna kadar haklı. Bir tür ağır uyuşturucuya döndürdüler dini. Her geçen gün dozu daha arttırmak gerekiyor. Eski dozun bir hükmü kalmıyor çünkü. İşte cami, imam, müezzin, imam hatip, diyanet sayıları, bütçeleri ortada. Yetmiyor ülkeye. Türkiye altın vuruşu yaptı yapacak.
Tuhaf hikâyeler uyduruyorlar bu irrasyonel tabloyu gerekçelendirmek için. Sonuncusu daha hatıralarda. Şöyle dedi tek adamımız; "İmam hatip okulları ile ilgili ilk adımlar tek parti döneminde atılmıştır. Cenaze yıkayacak insan yoktu. Türkiye o hale gelmişti. Cenazelerimiz ortada kalıyordu. İşte onun için cenaze yıkayıcısı yetiştirilsin diye böyle bir adım atıldı.” “Her Müslüman cenazesini yıkayabilmeli”den az zamanda buralara geldik, dayandık.

Bütün okulları imam hatibe çevirmek için çareler arıyorlar bu arada. Zorunlu din dersi mevzusu zora girince müfredatı değiştirip dini bütün derslere yaydılar. Dini fizik, dini kimya, dini matematik, dini tarih var artık. Yetmediyse seçmeli dersi işaretleyip Siyer öğreniyorsunuz. Okullardaki imam hatip kökenli öğretmen sayısı patlama yaptı haliyle. Bütün boş dersleri imamlar veriyor çocuklara.
Okulda, yolda, sokakta sürüyor bu aşırılıklar. Malum, şiddet birimi desibel (dB). Desibel insan kulağının işitebildiği en küçük ses şiddeti. Buna göre konuşma sesi 40-60 dB, bağırma sesi 80-90 dB, uçağın kalkış sesi 120-140 dB, yakın mesafeden tüfek patlaması sesi 130 dB. Ülkede minarelerden yayılan ses kaç desibel biliyor musunuz? Bu konuda aşırılık o derece ki Diyanet “80 desibeli aşmamaya özen gösterin” uyarısında bulundu geçtiğimiz yıllarda. Takan olmadı tabii. İmam hatip ve ilahiyat müfredatında dini musiki zorunlu ders olmalı dedi üstüne. Külliyen günah! Bıraktık desibeli, öyle ayarsız sesler yükseliyor ki minarelerden inek duysa sütten kesilir.

Yani toplumda olduğu gibi dinde de her türlü ölçü, kural geçersiz artık. Öyle olmasa ‘sala’ya zam yapıp olur olmaz okutabilirler miydi? Dincinin anlayacağı dinden söyleyeyim, bidat geleneğin önüne geçmiş, yeni bir din oluşturmak üzere.

***

Ölçü versin diye ekliyorum, ülkede 355'i özel toplam 1.191 hastane bulunuyor. Hastane başına düşen insan sayısı yaklaşık 80 bin kişi yani. 3bin 300 camisi az bulunan İstanbul’da 190 hastane var. Hastane başına 200 bin kişi demek bu. Sağlık Bakanlığı hastanelerinin toplam yatak sayısı 132 bin. Bu yatakları şehirlere göre sıralayalım: İstanbul’da 18 bin 375, Ankara'da 9 bin 944, İzmir’de 6 bin 788, Bursa'da 4 bin 597, Adana'da 3 bin 552, Konya'da 3 bin 490.

Hoş oralara da din sokmaya çalışıyorlar şimdi. İsteyen hasta imam çağırıyor ruhunu teslim etmek için. Başhekimlerin tamamı badem bıyıklı. Hacamat, sülük mülük tedavi olarak başköşeye oturdu. Hatta köklü hastanelerimizden birinin kuran kursu açtığı müjdeleniyordu geçtiğimiz günlerde. Hekimleri kapı dışarı edip yola üfürükçülerle devam ederlerse kimse şaşırmaz artık.

***

Laik cumhuriyet yıkıldı. Onun cenazesi daha ortadayken her çocuğa bir imam hatip, her eve bir cami, her faniye bir imam politikası yürürlükte. İş o kadar zıvanadan çıktı ki AKP kurucusu Fatma Bostan Ünsal eğitimdeki imam hatip dayatmasının ciddi bir insan hakları ihlali olduğunu söyledi mesela. AKP'li vekil Selçuk Özdağ da Erdoğan ve AKP iktidarının sık sık sayısını arttırmakla övündükleri imam hatipler konusunda “talep olmadan açmak israftır” dedi. Kim dinleyecek onları, ok yaydan çıktı bir kez. Akla, akılcılığa, bilime değin ne varsa yıkmadan durmayacağı belli.

Ama denizin suyu bitti bitecek. Saraylar, duble yollar, köprüler, denizaltında delikler, özel lüks uçaklar, makam araçları falan derken bir de baktılar ki kasada paranın suyu çekilmiş. Yüzde yüz, yüzde beş yüz oranında vergi ve zam haberleri havalarda uçuşuyor haliyle. İmam hatibe, Hulisi'ye, Din-ayete, saraya, özel uçaklara, S-400'lere, Cengiz'e, Bilal'e para lazım yani. Ne yazık o da üfürerek gelmiyor. E her zamanki gibi vur abalıya!
Ne olacak ki? İmam iktidar oldu diye din kardeşinin sırtına binmeyecek mi sanıyorsunuz? Son tahlilde geçerli olan tanrının değil kapitalizmin hikmetidir!

***

Cumhuriyet, Diyanet aracılığıyla bir devlet dini oluşturmaya girişmişti. Olmadı, yönetmek için devlette dinin dozunu sürekli arttırmak ihtiyaç oldu. Sonuç ortada; Cumhuriyet dini kullanmak istiyordu ancak din cumhuriyeti kullanmıştır. Marx, Hıristiyan reformatör Martin Luther için “Bütün papazları laik yapmak istiyordu ama sonunda bütün laikleri papaz yaptı“ diyor. Cumhuriyet de bütün imamları laik yapmak için yola çıkmıştı, sonunda bütün laikleri imam yapmıştır. Yıkılmıştır; şimdi, hızla bir din devletine dönüşmektedir.

İmamlar geldi, devlete ele geçirdi. İşte görüyorsunuz dağ taş imam, dağ taş cami, dağ taş medrese, dağ taş hacı hoca, dağ taş tarikat. Ama yolsuzluk bildiğiniz gibi, ahlaksızlık almış başını yürümüş, cehaletin kanlı karanlık eli hepimizin ensesinde. Bilim kapı dışarı edilip, hukuksuzluk yaygınlaşınca kısa sürede bir insanlık çölüne dönüşüverdi ülke.
Artık çöldeyiz.
Ama çöle bakıp enseyi karartmaya gerek yok. Bütün laikleri imam yapmayı planlayanlar da yanıldıklarını az zamanda anlayacaklardır.
Direnirsen, dik durursan, örgütlenirsen aydınlık hep bir adım mesafededir. Uzat elini!

Orhan Gökdemir / SOL

Barzani (ve İsrail) fincancı katırlarını ürkütünce oyun bozuldu - EROL MANİSALI

ABD sonunda, “tanımıyorum” demek zorunda kaldı. Washington zaten söyledi durdu: acele etmeyin, fincancı katırlarını ürkütmeye gerek yok, bir iki yıl daha bekleyin. Zaten büyük Kürdistan amacına doğru ilerliyoruz:
- ABD’nin askeri tesisleri Kuzey Suriye’deki Kürt “kantonlarında” kurulmuş: PYD (ve PKK) ABD ordusunun bir parçası, ön karakolu haline gelmiş.
- 4 milyon Suriyeli, Türkiye’ye gönderilmiş. Onlardan (ve IŞİD’den) boşaltılan yerlere Kürtler yerleştirilmiş. Kuzey Suriye’de, Kuzey Irak Barzani bölgesi ile bütünleşmeleri sağlanmış. Hatta Ankara peşmergeleri kendi eli ile sokmuş.
- Barzani bölgesinde ve Kandil’de ABD üssü ve tesisleri kurulmuş, Amerikan askerleri yerleşmiş.
- Ankara (ve AKP yönetimi) ile Barzani arasında “güzel ekonomik bağlar” işliyor: Barzani’nin elindeki petrol Ankara sayesinde dışarıya (ve İsrail’e) satılıyor, Türk şirketlerine Barzani bölgesinde iş imkânları sağlanmış: Yarının Kürdistan’ını Türk şirketleri yaratır hale gelmiş: Barzani’nin “bayrakları” bile Türkiye’nin tekstilcileri tarafından yapılmış: bir iki yıl daha bekleyin be aptallar, fincancı katırlarını ürkütmeye ne gerek var.
ABD bu nedenle aylardır “erteleyin dedi durdu” ama bu salaklara anlatamadı: işler zaten ABD’nin istediği gibi tıkır tıkır yürüyordu.
ABD yanında Avrupa’dan da, aman acele etmeyin, hiç gerek yok uyarıları geldi. 


Erken bağımsızlık girişiminin bedeli
İşler güzel güzel yürürken (!) Barzani’nin ve İsrail’in hırsı ve acelesi fincancı katırlarını feci halde ürküttü: kimileri “aslen”, kimileri de “kerhen” tepki göstermeye başladılar. ABD, Avrupa ve İsrail açısından bölgedeki çıkarlarını bozacak sonuçlar doğdu. En önemlisi, Batı’nın büyük Kürdistan projesinin maskesi tamamen düştü, saklanamaz hale geldi.
Eskiden “kerhen” tepki göstererek, Ankara gibi vaziyeti idare eden bölge ülkeleri, bıçak kemiğe dayanınca, “aslen” de vaziyet almaya başladılar:
- Ankara, Tahran, Bağdat, Barzani konusunda işbirliği içine girdiler. Bu ABD, Avrupa ve İsrail’in en korktukları şeydi. Ankara, Suriye’de, “Moskova’cı Esad’a karşı, ABD tarafından nasıl tuzağa düşürüldüğünü”: aynı şeyin Barzani (ve Kuzey Irak) konusunda da gerçekleştiğini nihayet anladı ve “aldatıldığını” itiraf etmek zorunda bırakıldı.
- Ve ABD açısından en önemlisi Ankara (ve Erdoğan) Moskova’ya (ve Putin’e) yaklaştı: Ankara-Moskova işbirliği siyasi, iktisadi ve askeri alanlara genişledi.
- Barzani’nin son girişimi yüzünden Ankara-Tahran- Bağdat ve Şam arasında ABD’nin (ve AB’nin) bölgedeki stratejik çıkarlarına tamamen ters düşen bir ortam doğdu. ABD karşıtı ortam güç kazandı. Vaziyeti idare edenler bile şaşırdı. İşte bu nedenle ABD, Barzani’nin referandum ve bağımsızlık kararına “şimdilik” cephe aldı.

Bizim için işin en acı yanı
BOP üzerinden işin Kürdistan’a getirileceği, Türkiye’nin çıkarları açısından esas projenin ülkeyi Lozan’dan Sevr’e taşımak olduğu 1990 sonrasında açık olarak ortaya çıkmıştı.
 
- Gülen hareketine eskiden destek verenler, onunla işbirliği yapanlar,
 

- Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığına soyunanlar,
 

- BOP projelerinin içine dahil olarak “ikbal bekleyenler”,
 

-FETÖ’nün Ergenekon ve Balyoz kumpaslarına göz yumarak destek verenler,
 

- 2003’te Türkiye’nin, Irak’ın işgaline “dahil olmasını isteyenler”,
 

- Esad ile kavga başlatarak Suriye’nin iç savaşa götürülüp parçalanmasına neden olanlar,
 

- Türkiye’nin kutuplaşmasına destek verip bundan yararlananlar hepsi de bu kaosa girişin sorumlusudurlar. 
 
İşin daha da kötüsü: “aldatılmalar da, görmeyenler de görüle görüle ve biline biline vaziyeti idare etmişlerdir”. Kanıt mı? Dünkü kendi ifadelerine göz gezdirdiğiniz zaman bu kanıtlarla binlerce sayfa doldurabilirsiniz, aynen sevgili Yılmaz Özdil’in yaza yaza bitiremediği gibi...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Merkez Bankası’nın risk takibi de ‘torba’da - ÇİĞDEM TOKER

Sadece MTV’ye (Motorlu Taşıtlar Vergisi) getirdiği yüzde 40 zam değil. 
 
TBMM’ye gönderilen son torba kanun, dar gelirlileri yoksullaştıracak, bütçe kaynaklarının büyük şirketler lehine transfer sonucunu doğuracak çok sayıda mali düzenleme içeriyor.
Saydım. 130 maddeden oluşan, 76 sayfalık “torba kanun”, tam 53 ayrı kanunda değişiklik yapıyor, 53 kanunu değiştirme iddiasındaki bir “torba”, 16 Nisan şaibeli referandumun, büsbütün işlevsiz kıldığı parlamento üzerinde ağır bir test sürüşüdür. 

 
Uçağa binen herkesin kişisel verilerini işleyip “paylaşmaktan”, özel eğitimli silahlı güvenlik görevlisi bulundurmaya; Saracoğlu Mahallesi’nin satışından, WhatsApp vergisine, İslami finansman kapsamındaki mudaraba-muşaraka araçlarının kullanımından fikir sanat eseri çoğaltan cihaz ithalatçılarından kesilen paraların bütçeye aktarılmasına, ek bütçe kanunu ile getirilmesi gereken 37 milyar TL borçlanmanın araya sıkıştırılmasına kadar upuzun bir liste.
 
Bu uzun liste Meclis’te sadece iktidar partisi varmış gibi yasalaşacaktır. 

Reel sektörün döviz borcu
Torbadaki bir madde, şirketlerin döviz borcu yükümlülüğünün kaygı sebebi olduğu anlamına geliyor. Malum, reel sektörün döviz borçluluğu, önemli bir risk.
Merkez Bankası Kanunu’nda bu riski izlemeye dönük bir değişiklik yapılıyor. Tasarıya göre Merkez Bankası, artık sadece bankalar ve mali kurumlardan değil, şirketlerden de bilgi isteyebilecek.
37. maddede gerekçe şöyle anlatılmış:
“Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın temel amacı olan fiyat istikrarın sağlanması ile finansal sistemde istikrarıın sağlayıcı para ve döviz piyasaları ile ilgili düzenleyici tedbirleri almak gibi birçok görevi, bankanın sağlıklı, doğru, güncel ve sistemli olarak veri elde edebilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu bakımdan bankanın sadece bankalardan ve mali kuruluşlardan bilgi alması da yeterli olmayabilecektir. Reel sektörün yabancı parayla borçlanmasından kaynaklanan borçlanma ve kur riskinin bilinmesi değerlendirilmesi de bankanın amaç ve görevlerine hizmet edecektir.”
 
***
Bu düzenleme aslında Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in aylar önce açıkladığı “sistemik risk veri takip modeli” ile uyumlu. Şimşek geçen martta reel sektörün kur riskine yönelik sağlıklı bir gözetim imkânının oluşturulması, doğru politikaları belirlemek üzere çalışıldığını haber vermişti.
Buna göre toplam yabancı para borcun yüzde 83’ünün borçlusu olan 2 bin firmaya dair detaylı veriler toplanacaktı. Oluşturulan veri setiyle de firmaların stok döviz pozisyonu ve hem de kısa vadeli döviz nakit akışı izlenebilecek. 
 
Reel sektörün borç yükünde, ekonomiyi canlandırmak amacıyla kullandırılan (fakat nasıl kullanıldığı bir miktar şüpheli de olan) Kredi Garanti Fonu kredilerinin payı büyük.
Torba kanunun belki de en işlevsel maddesi, fotoğrafın tamamını gösterecek verileri derlemeye dönük bu madde olacak. 
 
Fakat bu konuda da olumlu düşünmeyi gölgeleyen bir başka düzenleme yine aynı torbada.
Tasarı, Türk Ticaret Kanunu ile uyumlu olması adına, Merkez Bankası’ndaki denetim kurulunun kaldırılmasını öngörüyor. Merkez Bankası’nın denetleme kurulu, her türlü işlemi denetleyerek rapor hazırlayıp sunma yetkisine sahip. 
 
Yapılmak istenen değişikliğin gerçekten TTK’ye uyum mu, yoksa bir başka nedene mi dayandığı, tasarının görüşmeleri sırasında ortaya çıkacaktır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

2 Ekim 2017 Pazartesi

AfD, Katalonya, Barzanistan: Kanlı şakalar galası - OSMAN ÇUTSAY

Henüz AB’nin, daha doğrusu “Almanya Avrupası”nın merkezine, ki “Almanya-Avusturya hattı” da diyebiliriz, tam girmedi; ama çok alametler belirdi: Ayrılıkçı hareketlere, mevcut ve bayağı da oturmuş devletlerin içinden yeni devletler çıkarma işine yani, hep -nedense- “çeperde” rastlanıyordu, İspanya-Katalonya krizi, bu sorunun merkeze, yani “zengin mutfağına” doğru hareketlendiği yolunda yeni bir işaret kabul edilebilir.

Ama o iş orada kalmaz.

Almanya-Avusturya hattı, dedik: Buranın sermayedarları, bir türlü önüne geçilemeyen AB krizinden yakın çevredeki birkaç devletle birlikte yegâne kârlı çıkan sınıftır. Almanya’nın ihracat şampiyonluğu malum. Ancak içeride açık bir Müslüman-Türk endişesi büyütülüyor. Giderek toplumsallaşan bu endişenin girişte sözünü ettiğimiz tedirginlikle bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz. Erdoğan’ın Berlin’e yönelik “Müslüman-Türk sıkıştırması” ve bir Erdoğan partisinin Alman genel seçimlerinde, tek bir eyalette bile olsa, 41 bin civarında oy toplaması, belki bir açıdan hezimet sayılabilir, ama bir başka pencereden bakınca, korkutucu bir sinyaldir de. Galiba gizli soru şu: Kimin için korkutucu?
Bir şey derinleşiyor ve yerleşiyor.

Bu köşeye yıllar önce “parçacıklar siyaseti” ile başlamıştık. İşte artık zenginleri de vuran o çizgi derinleşiyor, yayılıyor.

Yugoslavya’nın parça parça edilip topraklarının nasıl Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Kosova gibi küçümen etnik mafya devletçiklerine dönüştürüldüğü biliniyor. Çeklerle Slovakların sözde kavgasız gürültüsüz boşanması bir başka kirli komedi. Tam bir sömürgeye dönüşmüş  o  coğrafyada olan bitene bir isim vermeye kalkmak bile hakaret. Bizim açımızdan sorun biraz da şu: Eğer emperyalist politikalar Yugoslavya’dan yedi “cumhuriyet” çıkarmışsa, bu sayının, eğer üzerinde biraz çalışılırsa, Türkiye’de iki katına çıkmaması için neden yoktur. Şaka değil; büyük bir çözülme sürecindeyiz.


Uygarlığın beşiği Anadolu’da “kültür çevresi” ve dil mi yok?

Görünen köy, şöyle: Karadağ’ı Sırbistan’dan ayırabilen bir zihniyet, Türkiye’yi hallaç pamuğu gibi atar. Bunu da öncelikle “Türkçü çeteleri” kullanarak yapar. Türk olmayı Türkçülüğe çevirenlerin ilk satacağı ve yıkacağı yer cumhuriyetçi Türkiye’dir. Zaten de yıktılar. Cumhuriyeti boğazladılar. Ama hep söylüyoruz: Türkiye’nin katil ikizleri, Türk-İslam faşizmi de diyebileceğimiz Türkçülük ile onun tamamlayıcı parçasını oluşturan “liberal sürü”dür. Türkçü barbarlığı bahane ve ana malzeme olarak kullanmayan emperyalizm ya başka hesaplar peşindedir ya da akli melekelerini yitirmiş bir zümrenin elinde esirdir. Bu işe girmemeleri mümkün değil.

Gelmek istediğimiz yer asıl şurası: Yoksul Kosova olacak, zengin Katalonya olacak, muhtemelen bir dönem sonra Kuzey İtalya (“Lega Nord”) falan olacak ve Türkiye kaya gibi yekvücut yerinde kalacak, öyle mi? Hele Barzanistan’dan sonra... Buna üç-beş safdil demokratla onların “mütemmim cüzü” Türkçü faşistlerden başka kim inanır? Liberal sol satıcıları anmak herhalde gereksiz. Onları sosyalizm düşmanı her türlü bayağılıkta çeken bir şey vardır.

Kürt düşmanlığından ekmek yiyeceğini ve Türkiye’yi kurtaracağını falan sanan Türkler, Hitler ve Mussolini’den sadece asır farkıyla ayrılıyorlar. Liberal sol satıcılarla birbirlerinin ellerine oynuyorlar.

Metropoller bu fırsatı neden kaçırsın?

Türkçülüğün ve onun sürüklediği Kürtçülüğün, bu cepheleşmenin bütün bir bölge için nasıl bir felaket anlamına geldiğini hep birlikte uzak olmayan bir gelecekte göreceğiz. Barzanistan bütün taşları yerinden oynatmak zorunda kaldı. Kimse sükûnet beklemesin bundan sonra.
AB’de kalalım ve yineleyelim: Barzanistan bir yana, Katalonya, metropollerde de farklı bir dinamiğin hareketlendiğini gösteriyor aslında. Daha açık olsun: Kosova’yı devlet diye tanıyan bir ülke, Katalonya’yı nasıl tanımaz?

Er ya da geç...

Mesele bu değil.

Mesele AB’nin zengin mutfağında, Almanya-Avusturya hattında da ayrılıkçılığın hortlama ihtimalidir. Bavyera eyaleti zaten Berlin’i pek taşımak istemediğini yıllardır söylüyor.  Ya 5 milyonu bulan ve yaklaşık 3,2 milyonu Türkiye kökenlilerden oluşan Müslüman “yeni aktif azınlık”? Özellikle eski Doğu Almanya’da neredeyse her dört seçmenden birinin oyunu almayı başaran faşistoid parti AfD, başka şeylerden önce, tam da bunun habercisidir. AfD’nin tetikleyeceği süreç,  Almanya Avrupası’ndaki istikrarı yerle bir edebilecek kadar tehlikeli patlayıcılar içeriyor. Bu hattın genelde etnik bir homojenlik içerdiğini, son 50 yıldaki göçlerle eski yapısının bozulduğu da düşünülürse, zor zamanların eli kulağında diyebiliriz. Saatli bombaların tiktaklarını herkes duyuyor.
İspanya’da ekonomik olarak en gelişkin bir bölge, diğer bölgelere kaynak aktarmak istemiyor ve bağımsızlık hevesi içinde. Kapitalizme de başkası yakışmaz zaten.

Sosyalizmsizlik, tüm sonuçlarıyla ortada.

Sosyalistlerin içine karışmış liberallerin, olan bitene ve krizlere sınıfsallık dışında gözlüklerle, etnik, dinsel, cinsel, kültürel vs. moda bayağılıklarla bakma hevesi, üstelik bunu sosyalizm diye propaganda edebilme ve yutturabilme “başarısı”, komünist hareketin ağır tasfiyesi, hepimize çok pahalıya mal olacak. Bu bayağılıkları ciddiye alan her bünye, zamanından çok önce, ölümü tatmaya mahkûmdur. Hem de şiddetle...

Bitirelim: Katalonya, Almanya Avrupası’nda AfD başta olmak üzere çok tehlikeli taşların yerinden oynamaya başladığına dair de bir göstergedir. Bu şiddetin gölgesi, bizim oralara inanılmaz bir hızlandıran katsayısı eşliğinde düşecektir; o ayrı. Ama AB’nin merkezinde de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. AfD ile Katalonya arasında tersinden ve düzünden işleyen binlerce bağlantı var.
Özet olsun: Sosyalizmsizliğin faturasını daha tam almış sayılmayız. Demokrat metropoller, ellerine sıkıştırılan bu faturanın sürprizleri karşısında şaşkın. Çözülmenin önüne geçemezler, o zaman faturayı yoksullara ödetecekler.

Demokrasi niye var?

Önce bu şike için var.

Osman Çutsay / SOL

AfD, Katalonya, Barzanistan: Kanlı şakalar galası - OSMAN ÇUTSAY

Henüz AB’nin, daha doğrusu “Almanya Avrupası”nın merkezine, ki “Almanya-Avusturya hattı” da diyebiliriz, tam girmedi; ama çok alametler belirdi: Ayrılıkçı hareketlere, mevcut ve bayağı da oturmuş devletlerin içinden yeni devletler çıkarma işine yani, hep -nedense- “çeperde” rastlanıyordu, İspanya-Katalonya krizi, bu sorunun merkeze, yani “zengin mutfağına” doğru hareketlendiği yolunda yeni bir işaret kabul edilebilir.

Ama o iş orada kalmaz.

Almanya-Avusturya hattı, dedik: Buranın sermayedarları, bir türlü önüne geçilemeyen AB krizinden yakın çevredeki birkaç devletle birlikte yegâne kârlı çıkan sınıftır. Almanya’nın ihracat şampiyonluğu malum. Ancak içeride açık bir Müslüman-Türk endişesi büyütülüyor. Giderek toplumsallaşan bu endişenin girişte sözünü ettiğimiz tedirginlikle bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz. Erdoğan’ın Berlin’e yönelik “Müslüman-Türk sıkıştırması” ve bir Erdoğan partisinin Alman genel seçimlerinde, tek bir eyalette bile olsa, 41 bin civarında oy toplaması, belki bir açıdan hezimet sayılabilir, ama bir başka pencereden bakınca, korkutucu bir sinyaldir de. Galiba gizli soru şu: Kimin için korkutucu?
Bir şey derinleşiyor ve yerleşiyor.

Bu köşeye yıllar önce “parçacıklar siyaseti” ile başlamıştık. İşte artık zenginleri de vuran o çizgi derinleşiyor, yayılıyor.

Yugoslavya’nın parça parça edilip topraklarının nasıl Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Kosova gibi küçümen etnik mafya devletçiklerine dönüştürüldüğü biliniyor. Çeklerle Slovakların sözde kavgasız gürültüsüz boşanması bir başka kirli komedi. Tam bir sömürgeye dönüşmüş  o  coğrafyada olan bitene bir isim vermeye kalkmak bile hakaret. Bizim açımızdan sorun biraz da şu: Eğer emperyalist politikalar Yugoslavya’dan yedi “cumhuriyet” çıkarmışsa, bu sayının, eğer üzerinde biraz çalışılırsa, Türkiye’de iki katına çıkmaması için neden yoktur. Şaka değil; büyük bir çözülme sürecindeyiz.

Uygarlığın beşiği Anadolu’da “kültür çevresi” ve dil mi yok?

Görünen köy, şöyle: Karadağ’ı Sırbistan’dan ayırabilen bir zihniyet, Türkiye’yi hallaç pamuğu gibi atar. Bunu da öncelikle “Türkçü çeteleri” kullanarak yapar. Türk olmayı Türkçülüğe çevirenlerin ilk satacağı ve yıkacağı yer cumhuriyetçi Türkiye’dir. Zaten de yıktılar. Cumhuriyeti boğazladılar. Ama hep söylüyoruz: Türkiye’nin katil ikizleri, Türk-İslam faşizmi de diyebileceğimiz Türkçülük ile onun tamamlayıcı parçasını oluşturan “liberal sürü”dür. Türkçü barbarlığı bahane ve ana malzeme olarak kullanmayan emperyalizm ya başka hesaplar peşindedir ya da akli melekelerini yitirmiş bir zümrenin elinde esirdir. Bu işe girmemeleri mümkün değil.

Gelmek istediğimiz yer asıl şurası: Yoksul Kosova olacak, zengin Katalonya olacak, muhtemelen bir dönem sonra Kuzey İtalya (“Lega Nord”) falan olacak ve Türkiye kaya gibi yekvücut yerinde kalacak, öyle mi? Hele Barzanistan’dan sonra... Buna üç-beş safdil demokratla onların “mütemmim cüzü” Türkçü faşistlerden başka kim inanır? Liberal sol satıcıları anmak herhalde gereksiz. Onları sosyalizm düşmanı her türlü bayağılıkta çeken bir şey vardır.

Kürt düşmanlığından ekmek yiyeceğini ve Türkiye’yi kurtaracağını falan sanan Türkler, Hitler ve Mussolini’den sadece asır farkıyla ayrılıyorlar. Liberal sol satıcılarla birbirlerinin ellerine oynuyorlar. Metropoller bu fırsatı neden kaçırsın?

Türkçülüğün ve onun sürüklediği Kürtçülüğün, bu cepheleşmenin bütün bir bölge için nasıl bir felaket anlamına geldiğini hep birlikte uzak olmayan bir gelecekte göreceğiz. Barzanistan bütün taşları yerinden oynatmak zorunda kaldı. Kimse sükûnet beklemesin bundan sonra.
AB’de kalalım ve yineleyelim: Barzanistan bir yana, Katalonya, metropollerde de farklı bir dinamiğin hareketlendiğini gösteriyor aslında. Daha açık olsun: Kosova’yı devlet diye tanıyan bir ülke, Katalonya’yı nasıl tanımaz?
Er ya da geç...

Mesele bu değil.
Mesele AB’nin zengin mutfağında, Almanya-Avusturya hattında da ayrılıkçılığın hortlama ihtimalidir. Bavyera eyaleti zaten Berlin’i pek taşımak istemediğini yıllardır söylüyor.  Ya 5 milyonu bulan ve yaklaşık 3,2 milyonu Türkiye kökenlilerden oluşan Müslüman “yeni aktif azınlık”? Özellikle eski Doğu Almanya’da neredeyse her dört seçmenden birinin oyunu almayı başaran faşistoid parti AfD, başka şeylerden önce, tam da bunun habercisidir. AfD’nin tetikleyeceği süreç,  Almanya Avrupası’ndaki istikrarı yerle bir edebilecek kadar tehlikeli patlayıcılar içeriyor. Bu hattın genelde etnik bir homojenlik içerdiğini, son 50 yıldaki göçlerle eski yapısının bozulduğu da düşünülürse, zor zamanların eli kulağında diyebiliriz. Saatli bombaların tiktaklarını herkes duyuyor.
İspanya’da ekonomik olarak en gelişkin bir bölge, diğer bölgelere kaynak aktarmak istemiyor ve bağımsızlık hevesi içinde. Kapitalizme de başkası yakışmaz zaten.

Sosyalizmsizlik, tüm sonuçlarıyla ortada.

Sosyalistlerin içine karışmış liberallerin, olan bitene ve krizlere sınıfsallık dışında gözlüklerle, etnik, dinsel, cinsel, kültürel vs. moda bayağılıklarla bakma hevesi, üstelik bunu sosyalizm diye propaganda edebilme ve yutturabilme “başarısı”, komünist hareketin ağır tasfiyesi, hepimize çok pahalıya mal olacak. Bu bayağılıkları ciddiye alan her bünye, zamanından çok önce, ölümü tatmaya mahkûmdur.

Hem de şiddetle...

Bitirelim: Katalonya, Almanya Avrupası’nda AfD başta olmak üzere çok tehlikeli taşların yerinden oynamaya başladığına dair de bir göstergedir. Bu şiddetin gölgesi, bizim oralara inanılmaz bir hızlandıran katsayısı eşliğinde düşecektir; o ayrı. Ama AB’nin merkezinde de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. AfD ile Katalonya arasında tersinden ve düzünden işleyen binlerce bağlantı var.
Özet olsun: Sosyalizmsizliğin faturasını daha tam almış sayılmayız. Demokrat metropoller, ellerine sıkıştırılan bu faturanın sürprizleri karşısında şaşkın. Çözülmenin önüne geçemezler, o zaman faturayı yoksullara ödetecekler.

Demokrasi niye var?

Önce bu şike için var.

Osman Çutsay /SOL

Yeni ‘sağduyu’ yeni ‘merkez - Ergin Yıldızoğlu

1980’lerden mali krize kadar, ekonomi yönetiminde “sağduyu”, serbestleştirmeyi, özelleştirmeyi, vergileri indirmeyi, krizin faturasını halka çıkartmak için “kemer sıkmayı” gerektiriyordu. Kapitalizm, savunulması bile gereksiz bir hakikatti. Sosyalizm ise iflas etmiş bir dogma. Bir sosyal demokrat parti, eğer seçim kazanmak istiyorsa ağzına, bırakın sosyalizmi, devlet müdahalesi, vergilendirme, sendikal haklar gibi konuları almayacaktı. O dünya şimdi, en azından Avrupa’da, geride kalıyor. 
 
Geçen hafta İngiltere’de, Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi konferansında, ardından da Muhafazakâr Parti lideri Theresa May’in Merkez Bankası’nda yaptığı konuşmalar, artık başka bir dünyaya ayak bastığımızı gösteriyordu. 

Sosyalizm ve kapitalizm yeniden
Dün ağza alınamayan şeyler artık söylenebilir olmakla kalmıyor, geniş kabul görmeye başlıyor. Corbyn, sosyalist ilkeleri anımsatarak, neo-liberalizmi eleştirerek, çalışanların haklarını, kamulaştırmayı, planlamayı savunarak parti liderliğine yükseldi. Bu zeminde hazırlanan parti platformu, genel seçimlerde Muhafazakâr Partiye meclis çoğunluğunu kaybettirdi, Kuzey İrlanda’nın en gerici partisinin desteğini bir milyar sterline satın almak zorunda bıraktı. 
 
Corbyn’in, konferansta yaptığı konuşma yaklaşık 1.5 saat sürdü, geniş kapsamlıydı, önerileri somuttu. Corbyn, 21. yüzyıl sosyalizmi dedi, bundan öte, su, enerji gibi özelleştirilmiş hizmetleri yeniden kamulaştıracaklarını, devlet-sermaye ortaklıkları projelerine son vereceklerini; sanayi, konut, eğitim, sağlık alanlarında yeni yatırımlarla ekonomiyi canlandıracaklarını; sendikaların örgütlenme hakkını güvenceye alacaklarını; siyaseti Westminister’dan (Meclis) tabana yayacaklarını, sorunları yerinde dinleyeceklerini söyledi. “Kamu çalışanlarının hizmetlerini övmek yetmez, yıllardır düşmekte olan ücretler artık artmalıdır” dedi. Grenfell Tower yangını trajedisi üzerinden neo-liberalizmin, yerel halkın uyarılarına kulakları tıkamanın sonuçlarını somut biçimde anlattı. Göçmenlere ilişkin, “Ekonomiyi bunlar mı bozdu, ücretleri göçmenler mi düşürüyor” diye sordu, sonra faturayı Muhafazakâr Parti’nin kemer sıkma, sermayenin ücretleri düşürme politikalarına çıkardı. Burada da durmadı, insanların ülkelerini yıkan savaşların göçmenlik kriziyle ve terörizmle ilişkisini vurguladı.
Corbyn, konuşmasının sonuna doğru, “Seçimler merkezde kazanılır diyorlar” diye devam ederken, salondakiler homurdanmaya başlayınca, “Durun, bu çok yanlış değil” dedi ve ekledi, “ancak, merkez değişkendir, şimdi merkezi ve sağduyuyu biz temsil ediyoruz”. 
 
Gerçekten de bu yeni sağduyunun, yeni merkezin izleri, Başbakan May’in bankacılara yaptığı konuşmada da görülüyordu. May, konuşmasını kapitalizmi savunmaya ayırmıştı. Ne ki bunu ancak serbest piyasanın aksaklıklarını, denetlenmesi gerektiğini kabul ederek, düzelme yollarından söz etmeye çalışarak yapabiliyordu. 
 
Artık gündemi Corbyn ve İşçi Partisi belirliyor, Muhafazakâr Parti arkasından yetişmeye çalıyor. Yeni durumun bir diğer göstergesi de İngiltere’nin TÜSİAD’ı CBI ile sendikalar konfederasyonu TUC’nin birlikte, yaptıkları, “Brexit sürecinde insanların hayatlarıyla poker oynamayınız” açıklamasıydı. 
 
Neo-liberalizm iflas etti. Mali krizden bu yana yeni bir model aranıyor. Ancak tarih bize modellerin birileri tarafından bulunan şeyler değil, sınıflar arası güç dengelerinden, saldırı ve geri çekilmelerden süzülerek gelen yeni uzlaşmaların, bunlara ilişkin siyasi dinamiklerin ürünü olarak şekillendiğini gösteriyor. 
 
Yunanistan’da, İspanya’da sosyal demokrasi kendi sesini arıyordu, Portekiz’de bu yeni sesin ilk ürünleri ortaya çıkıyordu. Şimdi İngiltere’de İşçi Partisi bu dalgayı yükseltiyor. Financial Times’a göre “Bugün yeni fikirlerin öncülüğünü muhalefet partisi yapıyor”. Sanırım, sermaye de yeni bir uzlaşma arıyor. 
 
Bir başka kapitalist model arayışı, “yeni merkez” ve “yeni sağduyu” haline gelirken, bir başka dünyanın olabileceğini, savunmak artık daha kolay.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET