İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve tıp etiğine dayanması gereken
sağlık politikaları, tek çatı sistemiyle parasız uygulamaların geldiği
Cumhuriyet döneminin dışına çıktı. Yapılan geniş çaplı değişiklikler ile
sağlık parçalı, paralı ve muhafazakâr hale geldi. Cumhuriyet
dönemindeki kadın ile çocuk başta olmak üzere işçilerin sağlık
denetimleri için çıkarılan kanunların yerini, kürtaj tartışmaları, üç
çocuk ısrarları, helal ilaç, helal süt tartışmaları aldı. Mustafa Kemal
Atatürk ile gelen sağlık politikalarında, devletçilik ilkesi temel
alınmıştı. Günümüzdeki özel ve ücretli sağlık politikalarının aksine
koruyucu ve tedavi edici hizmetleri, devlet yükleniyordu. Cumhuriyet ile
birlikte birinci derecede devletin görevi haline getirilmeye çalışılan
sağlık politikaları ile sağlık hizmetlerinde sorumluluk ve yetkiler,
devlete aitti. Sağlık hizmetlerinde doğabilecek aksaklıklar için yasal
düzenlemeler dışında tüm okullarda haftada en az bir saat sağlığı koruma
dersi okutulması zorunlu hale gelmişti. Özellikle kadın ve çocuk başta
olmak üzere işçilerin, sağlık ve güvenliklerinin tedbiri için 1930
yılında Umumi Hıfzıssıhha Kanunu çıkarılarak etkin bir sağlık denetimi
kurulmuştu. Böylelikle insan haklarının önemli bir unsuru olan sağlık
hakkı doğrultusunda ilk fiili hukuki düzenleme hayata geçirilmişti.
Sağlık Bakanlığı’nın belirlediği temel görevler doğrultusunda koruyucu
sağlık hizmetlerinin yürütülmesi için hükümet tabipliği ve sağlık
müdürlüğü kurulmuş, ücretsiz olarak tedavi öngörülmüştü. Cumhuriyet
dönemi sağlık politikalarında sağlık hizmetlerinin planlanması ve
programlanması ile yönetiminin tek elden yürütülmesi en önemli ilkeydi.
Günümüzdeki parçalı sistem yerine “tek amaç ve dikey örgütlenme” modeli
benimsenmişti.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve tıp etiğine dayanması gereken
sağlık politikaları, yıllar içinde devletçilik ilkesinin dışına çıktı.
AKP hükümetinin gelmesiyle de tamamen tersyüz edilerek parçalı ve
ücretli sağlık hayata geçirildi. Geniş çapta gelen değişikliklerin
bilimsel niteliği, tıp otoritelerince kabul görmedi. Sağlık
politikalarının din etkisi altında kaldığını gösteren bazı örnekler
şöyle:
-Yeni doğan bir bebeğin evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya gelip
gelmediğinin ve dininin sorgulandığı Yenidoğan Kayıt Formu geldi.
-Sağlık hizmetlerinin önemli bir parçası olan sosyal hizmetler alanı
da laiklikten uzaklaştı. Diyanet İşleri Başkanlığı ile Sağlık Bakanlığı
arasında imzalanan protokol ile hastanelerde din psikologları istihdam
edildi ve ‘dini terapi’, sağlık hizmetleri sınıfından sayıldı. Aynı
protokol ile evlerde ‘manevi bakım hizmeti’ verilmesi için ‘Manevi Bakım
Hizmetleri Çalıştayı’ düzenlendi. Yine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile imzaladığı başka bir protokolle
sığınma evlerine ‘vaize’ atamalarının önü açıldı.
-Kürtaj tartışmaları ile başlayan kadın bedeni üzerindeki tahakküm
kurma girişimleri, en az 3 çocuk ısrarıyla katlanarak devam etti.
-Helal gıdadan sonra helal ilaç ve helal süt kavramları gündeme
geldi. Bu kapsamda domuz jelatinin ilaç üretiminde kullanılmamasından
hareketle helal ilaç uygulaması ve dini inancı olmayan kadınların
sütünün inançsız olacağı düşüncesiyle de helal süt bankası kurma önerisi
yer aldı.
-Geleneksel tıp adı altında, “hacamat, sülükle tedavi” bilimsel
olarak yararı kanıtlanmamış yöntemler devreye sokuldu. Bu tür
uygulamalar, doktor denetiminde yapılmadığı için yanlış uygulamalarda
insan yaşamını tehdit edecek kadar tehlikeli olabiliyor.
***
Cumhuriyet’in ilanına giden yolların kilometre taşları Lozan
görüşmelerinden itibaren döşenmeye başlamıştı. Görüşmelere Ankara’daki
Meclis temsilcisi ile birlikte İstanbul hükümetinin temsilcilerinin de
çağrılması Ankara hükümetinin tepkisini çekmişti. Ulusal Kurtuluş
Savaşı’na destek vermek bir yana köstek olan İstanbul’un Ankara’daki
meclisle eş değer görülmesi kabul edilecek bir durum değildi. Bu,
saltanatın kaldırılması fikrine öteden beri sahip olan Mustafa Kemal ve
arkadaşları için sağlam bir gerekçe oluşturdu. Zaten 23 Nisan 1920’de
TBMM’nin açılması ile saltanat resmen olmasa da fiilen ilga edilmişti. 1
Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı.
Ankara hükümetinin İstanbul’daki temsilcisi Refet Paşa 18 Kasım 1922
sabahı Sultan Vahidettin’in Malaya adlı İngiliz zırhlısıyla kaçtığını
telgrafla bildirdiğinde Ankara, derin bir “oh!” çekti. Zira Ankara’da
Sultan Vahidettin hakkında nasıl bir yaptırım uygulanacağı konusunda
belirsizlik vardı. Ankara, yargılamayı düşündüğü Sultan’ın mazlum
konumuna düşürülme ve bu nedenle bir karışıklık çıkma ihtimali nedeniyle
ihtiyatlı davranıyordu. O nedenle Sultan’ın kaçışı bu sorunu da
kendiliğinden çözmüş oldu. Saltanat kaldırılmış, halifelik makamı ise
boş kalmıştı. Halifeliğin kaldırılması konusunda bir adım atmayı
şimdilik erken bulan Mustafa Kemal, bu makama seçim yapmak için Meclis’i
olağanüstü toplantıya çağırdı. 18 Kasım 1922 günü yapılan oylamada
Şehzade Abdülmecit halife seçildi. Mustafa Kemal, halifeliği de
kaldırmak için uygun zaman ve zemini kollayacaktı.
Bu zaman ve zemini yaratmak ancak yeni bir meclisle mümkün
olabilirdi. Birinci Meclis vatan savunması amacıyla toplanmıştı. Bu
meclis, politika üretme, yeni devlet düzenini inşa etme, devrimleri
gerçekleştirme yeteneğinden ve refleksinden yoksundu. O nedenle Mustafa
Kemal, Halk Fırkası’nı kurdu ve 1 Nisan 1923’te meclisi yenilemek için
karar alındı. İkinci Meclis Halk Fırkası listesinde yer alan isimlerden
oluşmuştu ama her konuda görüş birliği içinde olduğu da söylenemezdi.
Özellikle devletin rejiminin ne olacağı ve halifelik konusunda Mustafa
Kemal ve arkadaşlarından farklı düşünenlerin varlığı hiç de az değildi.
Halife yanlıları, meşrutiyet taraftarları ve İttihatçılar, Mustafa
Kemal’in güçlenmesine ve onun getirmeyi planladığı yeni rejime
muhaliftiler. Meclis’teki tutucu kesim, başında halifenin olacağı
meşruti bir yönetim istiyordu. İttihatçılar ise yeniden yönetime
gelmenin arzusu ile tutucu ve halife yanlısı gruba karşı açıktan tavır
almıyor, harekete geçmek için Mustafa Kemal’in güç kaybedeceği dönemi
kolluyordu.
Milli Mücadele döneminde yakın arkadaşları Ali Fuat, Rauf Bey, Kazım
Karabekir ve Refet Paşa da muhalefete geçmiş, İstanbul basını ile
birlikte halifeye gereken saygınlığın ve dünyevi yetkilerin verilmesi
için girişimlerde bulunuyordu. Ağa Han gibi başka Müslüman ülkelerden
bazı temsilcilerin de bu girişimlerini sürdürmesi halifelik makamının
ömrünü kısaltmasından başka bir işe yaramayacaktı. Halifenin 300 milyon
Müslüman’ın dini lideri olduğunu öne sürenler, 1. Dünya Savaşı’nda
halifenin ordusuna karşı İngiliz ordusu ile savaşan Müslümanları nedense
hatırlamak istemiyordu.
Cumhuriyet’e giden yolun ikinci büyük adımı Ankara’nın başkent olması
kararının alınmasıydı. Düşman işgaline karşı direnişin 1919’dan beri
merkezi olan Ankara artık resmen hükümetin de merkezi olacaktı. İsmet
Paşa ve 14 arkadaşının verdiği önerge 13 Ekim 1923’te TBMM’de oylandı ve
Ankara yeni devletin başkenti olarak dünyaya ilan edildi. Bu kararın
alınmasında pek çok etken vardı. Bunlardan biri de “saltanat rejimine
bir gün yeniden dönülür” hevesiyle hareket edenlerin umudunu kırmaktır.
Ankara’nın başkent ilan edilmesinden sonra artık sıra yeni devlet
düzenini belirlemeye gelmişti. Mustafa Kemal öteden beri kafasında olan
Cumhuriyet fikrini yaşama geçirmek için siyasetin gündemini adım adım
belirledi. Usta bir satranç oyuncusu gibi hamle üstüne hamle yaptı ve
sonunda başardı.
Cumhuriyet fikrini yakın arkadaşları ile bile paylaşmadan daha
1921’de özel kalem memuru Hasan Rıza Soyak’a notlarının yazılı olduğu
müsveddeyi verirken “Bunları al müsvedde halindedirler, beyaza
geçireceksin. Yazılar karışıktır, dikkat et, okuyamadığın veya
anlamadığın yer olursa bana sorarsın. Bunlar şimdilik ikimizin arasında
kalsın. Sen ve ben bileceğiz. Amirlerine bile bahsetmene lüzum yoktur”
demiştir.
Hasan Rıza Soyak’ın aldığı notta Kanun-i Esasi’nin devletin şekliyle
ilgili maddeleri ile ilgili yapılması düşünülen değişiklikler vardır.
Mustafa Kemal’in hazırladığı taslağın ilk maddesinde şunlar yazılıdır:
"Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir.”
Mustafa Kemal 1923’ün Eylül ayından itibaren yeni devletin rejimi
meselesini, Çankaya’daki sofrasında ve Meclis’teki odasında kendisine
yakın arkadaşlarıyla tartışmaya açmıştır.
Falih Rıfkı anılarında 11 Eyül 1923 günü Mustafa Kemal’in Meclis’teki
odasında “Cumhuriyet” ile ilgili açtığı tartışmayı ve gazetemizin
kurucusu Muğla Milletvekili Yunus Nadi ile arasındaki diyaloğu şöyle
anlatır:
11 Eylül 1923 günü Divandan sonra saat yarımda, reis vekili Sabri Bey
(Toprak) ve bir iki arkadaşla yemeğe çıkıyorduk. Parti toplantısının
kaçta olduğunu sordu. Üçte idi:
-Bana birde olduğunu söylediler onun için erken geldim, dedi. Orasına
giderken bizi de çağırdı. Milletvekili olmakla beraber hâlâ yaverliğini
yapan eski subaylardan biri, parti tüzüğünün son şeklini getirdi. Tüzük
bugün bütün milletvekilleri tarafından birer birer imzalanacaktı.
Biraz sonra cebinden tüzüğün bir nüshasını çıkardı. Sahife açığına
yazdığı Fransızca bir cümleyi okudu. Bu, Fransız Cumhuriyeti’nin “bir
gayr-i kabil-i tecezzi” olduğunu söyleyen cümle idi.
-Dün akşam Fransız İhtilal tarihini gözden geçirdiğim vakit not etmişim, dedi ve sildi.
Bir sualim üzerine Kanun-u Esasi tadilleri meselesine geçtik. Biraz önce içeriye giren Yunus Nadi de aramızda idi.
Gazi dedi ki:
-Cumhuriyet ne demektir? Kamusa baktım “chose publuque” kelimeleriyle tercüme edilmiştir. Bunun manası ne olmalı?
Gazi’nin sözü hangi konu üzerine getirmek istediği belli idi. Kanun-u
Esasi’de yeni hükümet şeklini açıkça göstermek sırası geldiğini
söyleyen Sabri Bey:
- Mesele bugünkü vaziyetin ifade edilmesinden ibarettir, dedi.
Gazi, “-Ben projeyi gördüm. Çok eksik yerleri var. Bu hafta kendim
uğraşacağım. Sonra bazı arkadaşlarla hususi müzakerede bulunuruz ve
fırkaya getiririz”, dedi.
Yunus Nadi: Bunu en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız.
Gazi, kalemini masaya vurarak:
-En kuvvetli zaman bugündür, dedi.
Sonra yeni Kanun-u Esasi’nin kendi niyetine göre ilk maddesini okudu:
“Türkiye Cumhuriyet usulü ile idare olunur bir halk devletidir.”
Mustafa Kemal, Wiener Neue Freie muhabiri Lazar’a 22 Eylül 1923’te
verdiği demeçte tüm dünyaya ilan eder. Bu demecinde “Cumhuriyet”
kelimesini kullanması dış dünyayla birlikte Türkiye’de de büyük yankı
uyandırır. Aynı demeç Türkiye’de de İlkadım gazetesinde yayımlanır.
Konuyu tartıştırdıktan sonra sıra artık rejimin adını koymaya
gelmişti. Bunun için en güzel fırsat Meclis’in içindeki çıkan krizdi.
Ordu müfettişliğine atanan Ali Fuat Paşa, Meclis ikinci başkanlığından
istifa etmişti. Ertesi gün ise hem Başbakan hem de İçişleri Bakanlığı
görevini yürüten Fethi Bey, İçişleri bakanlığı görevinden istifa etti.
Gerekçe: “İki görevi birden yürütmekte zorlanıyorum.”
O günkü yasalara göre bakanları atama yetkisi Meclis’teydi. O nedenle
seçilecek kişileri Meclis belirleyecekti. TBMM’de yapılan seçimde
İçişleri Bakanlığı’na Sabit Bey, Meclis ikinci başkanlığına ise Rauf Bey
seçilmişti. Lozan Konferansı sırasında İsmet Paşa’ya karşı çıkan ve
Mustafa Kemal’le arası bozulan Rauf Bey’in seçilmesi hesapları bozmuştu.
Ancak Mustafa Kemal’den ikinci bir hamle geldi. Bu kez kabinedeki bütün
bakanlar görevlerinden istifa etti. Başbakan Fethi Bey, kabinenin
istifa gerekçesini ise Meclis’e “daha güçlü bir hükümet kurulması için
istifa edildi” diyerek açıkladı. Artık ülke hükümetsiz kalmış ve bir
kabine krizi doğmuştu. Bu krizi bizzat yönetecek olan kişi de Mustafa
Kemal’dir. Kendisine yakın olanlar, yapılan bakanlık teklifini
reddediyor, muhalif olanlar ise bir adım atmaya çekiniyordu.
Halk Fırkası grubu derhal toplandı. Mustafa Kemal’in hükümet krizine
çözüm bulması isteniyordu. Kemalettin Sami Paşa, bu krizi çözmek için
Mustafa Kemal’in görevlendirilmesi talebinde bulundu. Meclis, Mustafa
Kemal’e yetki verdi. Mustafa Kemal, zaten başından beri ustaca yönettiği
bu krizde kendisinden yardım isteneceğini hesaplamıştı ve bu daveti
bekliyordu. Davet üzerine Meclis’e gelince, “Bana bir gün izin veriniz
sorunun çözümünü size arz edeyim” diyerek ayrılır.
Ertesi gün kürsüye çıktığında bu tür krizlerin her zaman
çıkabileceğinden söz eder ve sorunun yegâne çözümünün “Cumhuriyet”
olduğunu söyler ve tartışmaya açar. Muhalif milletvekilleri, değişiklik
tekliflerinden sadece kabine usulüne destek verir gibi görünürler ancak
Cumhuriyet fikrine açıkça karşı çıkmasalar da erteleme yönünde fikir
beyan ederler. Bu konunun uzun süre müzakere edilmesini söyleyerek zaman
kazanmaya çalışırlar. Fakat bir gün önce Çankaya’da toplanıp konuyu
müzakere eden İsmet Paşa, Adliye Vekili Seyit Bey, Ragıp Bey, Eyüp Sabi
Efendi ile Abdurrahman Şeref Bey Cumhuriyet’in derhal kabul edilmesi
gerektiği yönünde konuşurlar. Adliye Vekili Seyit Bey’in konuşmasında
dediği gibi teklif edilen şey yeni bir durum değildi. 23 Nisan 1920’den
beri egemenlik kayıtsız şartsız milletin vekillerinin görev yaptığı
Meclis’teydi. Sadece adı konuyordu. Bu konuda İsmet Paşa’nın yaptığı
konuşması önemlidir:
“Parti genel başkanının teklif kabule ihtiyaç katidir. Cihan bizim
hükümet şekli konuştuğumuzu biliyor. Bu müzakerelerimizi bir neticeye
ulaştırmamak ve açıklayamamak, güçsüzlük ve kargaşayı sürdürmekten başka
bir şey değildir. Bir tecrübeden bahsedeyim. Avrupa diplomatları bu
hususta beni ikaz ettiler. Devletinizin başı yoktur, dediler. Mevcut
durumunuzdaki başkanınız sadece Meclis başkanı sıfatı taşımaktadır.
Demek ki, siz bir başka başkan bekliyorsunuz. Avrupa düşüncesi işte
budur. Halbuki, biz böyle düşünmüyoruz. Millet, hâkimiyetine,
mukadderatına, bilfiil sahip çıkmıştır. O halde, bunun hukuksal
ifadesini söylemekten neden çekiniyoruz? Ortada bir cumhurbaşkanı yokken
bir başbakanın seçilmesini teklif etmek anlamsız olur. Bunda şüpheye
mahal yoktur. Başbakanın seçimini kanuni ve mümkün kılabilmek için Gazi
Paşa Hazretlerinin teklifini kanuniyet kespetmesi lazımdır.”
İsmet Paşa’nın dediği gibi aslında beklenen bir başka devlet
başkanıdır. Halifenin başında olacağı monarşik bir rejim beklentisi
vardır. Ancak Mustafa Kemal, ihtilalci mantığıyla başlattığı ve bizzat
yönettiği kriz ile buna meydan vermemiştir.
Sonuçta 29 Ekim 1923 günü saat 20.30’da oturuma katılan 158 üyenin
tamamının oyuyla Türkiye’nin Cumhuriyet rejimi ile yönetileceği ve ilk
cumhurbaşkanının Mustafa Kemal olacağı kabul edildi.
Cumhuriyet karşıtları bugün de açıktan rejime karşı olduklarını
söylemek yerine Mustafa Kemal’in bunu oldu bittiye getirmesini ve en
yakın arkadaşlarından bile gizlemesini eleştiri konusu yapmayı yeğliyor.
Okur yazar oranının yüzde 10’u bile bulmadığı bir halk ve devletin dini
esaslara göre yönetilmesini savunan bir Meclis’le ne halkın egemen
olduğu bir rejim getirilebilir ne de devrimler yapılabilirdi.
***
15 yılda çöken bir adalet sistemi: Partili yargı(Alican Uludağ-CUMHURİYET)
Cumhuriyet’in 94. yıldönümünde Türkiye’nin yargısı ve adalet sistemi çökmüş durumda.
15 yıllık AKP iktidarı döneminde yargı, gündemden hiç düşmedi.
İktidara ilk geldiği andan itibaren yargıyı ele geçirmek için çaba
harcayan iktidar, bu amaçla bugün “terör örgütü” olarak görülen cemaatle
ortaklık yapmaktan geri durmadı. Bu ortaklığın sonucu olarak yargıya,
yüzlerce FETÖ üyesi sızdı. Özellikle 2007’de Ergenekon süreci ile bir
cadı avı başlatılırken, bunu Balyoz, Askeri Casusluk, KCK gibi kumpas
soruşturmaları izledi.
Cemaat evlerinde pazarlık
Özellikle istediği kararların çıkmadığı Anayasa Mahkemesi, HSYK,
Yargıtay ve Danıştay’a hâkim olmak isteyen iktidar, 2010’da yine
cemaatle işbirliği yapıp, anayasa değişikliğine gitti. Dönemin Başbakanı
Tayyip Erdoğan, referandum sonrası bizzat “okyanus ötesine” teşekkür
etmeyi ihmal etti. Anayasa değişikliğinin ardından yapılan seçimde
cemaatle-Adalet Bakanlığı ortak listesi HSYK’de etkili oldu. Dönemin
Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın bilgisi ve talimatı dahilinde 2011’de
Yargıtay ve Danıştay üyeliği seçimleri için cemaat evlerinde pazarlık
yapıldı. Bu pazarlığa bizzat HSYK üyeleri katıldı. Bu anayasa
değişikliği nedeniyle yargıdaki cemaatçi kadrolaşma zirveye ulaştı. Ne
zaman ki 17/25 Aralık süreci oldu, iktidar cemaatle ortaklığını bitirip
yeni arayışa girdi.
Üçte biri atıldı
Bugün yargının üçte biri FETÖ üyesi olduğu iddiasıyla ihraç edildi.
Meslekten çıkarılan yaklaşık 4 bin hâkim ve savcının 2302’si tutuklu.
Yargıda yaşanan boşluk nedeniyle son dönemde çok sayıda hâkim ve savcı
alındı. Bu nedenle yargının yarısı, 5 yılın altında tecrübeye sahip.
Adalet Bakanlığı, ihtiyaç olan hakim ve savcıları alırken bizzat AKP
üyesi kişileri tercih etti. 2016’dan bu yana AKP’de yöneticilik sıfatı
bulunan binin üzerinde avukat, hâkim ve savcı oldu. 70 puan barajı da
kaldırıldığı için yargıda yandaş kadrolaşmanın önü açıldı. Yargıda
cemaat tasfiye edilirken, yerine farklı tarikatlar etkili olmaya
başladı. Birçok hâkim ve savcı, cemaatçi olmadığını belirtirken, gençlik
yıllarında gittiği tarikatların isimlerini verir oldu. Yargının üst
kadrolarına yapılan atamalarda ise imam hatip mezunu olma belirleyici
ölçü oldu. Yine hâkim ve savcıların türban takmasına izin de bizzat bu
iktidar tarafından verildi.
Çay toplayan başkanlar
Yüksek yargıdaki atamalarda partili Cumhurbaşkanı belirleyici hale
geldi. Bu ortamda yargı başkanları, siyasi parti genel başkanı olan
Cumhurbaşkanı ile beraber çay toplamaktan çekinmedi. Yargı sistemi,
sadece iktidarın ihtiyaçlarına yanıt verebilen bir kurum haline
dönüşürken, muhalifleri ise hedef alan bir silah olarak kullanıldı.
Milletvekilleri, gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, öğrenciler
başta olmak üzere toplumun farklı birçok kesimi yargı kararlarıyla içeri
atıldı. “Düşman ceza hukuku” uygulandığı bir ortamda kişilerin hukuk
güvenliği ortadan kalktı. Bu davalarda bağımsız ve tarafsız karar veren
hâkim ve savcılar ise HSK tarafından bizzat görevden el çektirildi. Bir
yıldan fazla uygulanan OHAL hukuku ile toplumda büyük bir adalet
ihtiyacı doğdu. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu,
Büyük Atatürk’ün 94 yıl önce Cumhuriyet için “En büyük bayram” dediğini
anımsattı. Cumhuriyetin kurucu felsefesi içinde laik, sosyal hukuk
devleti ilkesinin de yer aldığına dikkat çeken Kanadoğlu, “Oysa bugün
Türkiye, hukuk devleti ilkesi yönüyle bağdaşmayacak bir duruma geldi.
Hukuk devleti yargı bağımsızlığını yanında getirir. Hukuk devleti
olmadığı zaman adalet mülkün temelidir diyemeyiz. O temeli ortadan
kaldırmış oluyoruz. Bugün durum bu” dedi. Osmanlı’daki şer-i hukuk
sistemine geri dönüş özlemi olduğunu söyleyen Kanadoğlu, müftü nikâhı
meselesi ile devletin içine dinin sokulduğunu, laiklik ilkesinin ihlal
edildiğini vurguladı.
(Derleme:CUMHURİYET(29/10/2017)