28 Kasım 2017 Salı

Kompradorluk şimdi zor zanaat - MELİH PEKDEMİR

Komprador ve компрадор
Son telefon muhabbetinde Trump, Erdoğan’a aslında ne demiş? Beyaz Saray açıklamasına göre Trump her zamanki gibi ABD ile Türkiye arasındaki stratejik ortaklığın önemini yinelemiş. İşbirliğimiz sürsün, stratejik müttefikimizsiniz!

Ve komprador zaten işbirlikçi demektir ve komprador burjuvazi emperyalizmin işbirlikçisidir ve komprador iktidar emperyalizmin işbirlikçisidir.

Komprador terimi, önceleri yabancı bir firma adına kendi ülkesinde ticari işlem yapan ve bunun sonucunda zenginleşen tüccarları nitelemek üzere kullanılmaktaydı. Zamanla ‘işbirlikçi’ anlamını kazandı ve bilhassa Çin devrimi sürecinde ülkenin yabancılarca sömürülmesine katılan kişiler böyle anıldı. Böylece devrimci literatürde emperyalistlerle işbirliği yapan yerli kapitalistlere komprador denilmeye başlandı. Rusya, Çin, Avrasyacılık filan  gündeme gelince aklıma bu kompradorluk terimi geldi işte…

Çin’dekine benzer bir milli demokratik devrim süreci olabilir düşüncesiyle, elli yıl kadar önce bizde de emperyalizme karşı mücadelede müttefik olarak ‘milli’ burjuvazi arayanlar olmuştu ve bu yüzden milli olmayanlara da komprador denilirdi.

Günümüzde emperyalizm o kadar küreselleşti ki bırakın milli burjuvaziyi milli süpermarketçiyi bile bulamazsınız!

Şimdi Trump elbette bizimkilere kompradorumuzsunuz demiyor, ortağımız-müttefikimiz diyor ve işbirliği derken kompradorluğu anlatıyor. Saray cenahında kafalar karışık, bir yandan Trump övgüleri bir yandan NATO sövgüleri. Kompradorluk şimdi zor zanaat. Başlıktaki Rusçasıyla ‘компрадор’ olsa bile! Üstelik ‘компрадор’ olunca antiemperyalist de olmuyorsun.

Gerçi emperyalizm ile kompradorlar, yani yerli ve ‘milli’ işbirlikçileri arasında tam bir uyum her zaman için geçerli olmamıştır. Menderes, Demirel, bir nevi Ecevit, bilhassa Evren, hatta Özal ve şimdi Erdoğan, bel bağladıkları güçlerle bazen sıkıntıya düşmüşlerdir.

Basitçe söylenirse, emperyalizm işi bittiğinde veya yeri geldiğinde işbirlikçisini posası çıkmış bir limon gibi kenara atmaya çalışır. Ama bu kadar basit değildir, çünkü işbirlikçinin görece özerkliği vardır, en azından kendini kurtarmak için diklenmeye kalkışır.

Tabii ki gönüllü işbirliği her iki tarafın da memnuniyetine ve menfaatine dayanır. Ama işbirliğinde bir yanda güçlü bir yanda güçsüz varsa, yeri gelir güçlü olan lehine zoraki işbirliği de dayatılır ve elbette buna artık işbirliği değil boyun eğdirme denir.

Bağımlılık işte budur. Ve mecburiyetten işbirlikçilik bağımlılık yaratır, tiryakilik misali…

Menderes ne yaptı? Başı sıkışınca Sovyetlere yanaşmaya bile kalkıştı. Demirel bazen işbirliğini beceremedi, 12 Mart ve 12 Eylül ‘mağduru’ oldu. Ecevit diklense ve sonunda IMF’ye boyun eğse de, işbirlikçi TÜSİAD’ın bir gazete ilanıyla tepetaklak oluvermişti. Kenan Evren aslında dört dörtlük bir işbirlikçilik yapmıştı ama onun da miadı dolmuştu. Düşünebiliyor musunuz, Özal bile bir noktadan sonra yetersiz hale gelmişti.

Erdoğan macerasını birlikte yaşıyoruz.

Ve hepsinde de işbirliği tıkandığında, taze kan icap ettiğinde hep ABD hep NATO hep CIA devredeydi. Şimdi iki kelime, Suriye ve Sarraf, ABD’nin bu tıkanıklığı açacak anahtarları.
Trump bu arada telefon muhabbetinde ‘Suriye’deki ortaklarına’ verdiği askeri yardımlardan söz etmişti, çünkü orada sadece Türkler değil Kürtler de ABD ortakları, müttefikleri ve yani işbirlikçileri; bu durumda işbirlikçiliğin milliyeti, milli olanı yok, sonuçta bir nevi kompradorluk kategorisinde ortaya çıkıyor bu türden işbirlikçilik.

Ayrıca Saray cenahından “biz artık komprador değiliz, компрадор olduk” imaları yapılsa da Soçi’de olduğu gibi yine tatminkâr bir sonuç yok. Saray’ın Afrin kaygısı Rusya tarafından niye dikkate alınsın ki? Yani Rusya gönüllü şekilde Kürtleri tek başına ABD işbirlikçisi olarak mı bırakacak? Ayrıca Suriye’de Kürtler (özellikle Barzani dersinden sonra) ABD yanı sıra Rusya’yı da yedek ‘müttefik’ olarak görmez mi?

Deniyor ki Saray anketlere bakarak siyasi söylem oluştururmuş. Bu durumda işi daha da zor. Çünkü son anketlerde halkımız NATO’dan çıkılarak Rusya ile çok boyutlu bir ittifaka gidilmesine sıcak bakıyormuş ama Rusya ile kapsamlı ittifaka evet diyenlerin önemli bir kısmı AB üyeliğine de artan ölçüde olumlu yaklaşmaya başlamışmış! Lahana turşusuyla perhiz yapmak da halkımızın bir tercihi oluyor.
 
En iyisi YSK anketlerde de devreye girsin ve Saray’ın hoşuna giden sonuçlar, resmi anket sonuçları olarak açıklansın.
 
MELİH PEKDEMİR / BİRGÜN

Yalanla nasıl mücadele edilir? - SELÇUK CANDANSAYAR

Zihinlerimiz her an olağanüstü yoğunlukta bir ‘bilgi’ sağanağı ile işgal ediliyor. İletişim olanakları herhangi bir ‘bilgi’nin ‘üretildikten’ çok kısa bir süre sonra neredeyse dünyanın tümünde erişilebilir olmasını sağlıyor. İlk bakışta bu hız, insanları gerçeklerden haberdar etmenin de aynı oranda mümkün olduğu yanılsaması yaratıyor.

Zamanımızda bilgi özgür iradeyle etkin olarak öğrenilmiyor. Bilgiye maruz kalıyoruz. İstemesek de zihinlerimiz bilgi yığınlarıyla dolup taşıyor. Sıradan bir Amerikalı günde ortalama 3000 kadar görsel bilgiye maruz kalıyor. Sıradan bir Türkiyelinin günde kaç kez RTE’nin sesine, görüntüsüne ya da adının geçtiği herhangi bir şeye maruz kaldığı hesaplansa olasılıkla daha yüksek bir sayıya ulaşılır.
Devasa bir bilgi makinası durmak bilmeden toplumu bilgiye maruz bırakıyor. Nazi propaganda aygıtının lideri Goebbels’den bu yana bir bilginin doğru olarak kabul edilmesini sağlayanın içeriği değil tekrarlanması olduğu bilinir.

Peki, nasıl oluyor da bir yalan sadece sık tekrarlandığı için gerçekmiş gibi sanılıyor?

İlkin, insan aklının sanıldığı kadar akıllı  olmadığını bilmeliyiz. İnsan zihninin işleyişi basitlik, akıcılık ve net karşıtlıklar üzerine kurulu. Bu özelliğin temel nedeni zihnin belirsizlikten kaçınma eğilimi. Gündelik hayatta zihin bir karar alırken bu ilkelere göre işliyor. En çok ‘bildiğimize’ eğimleniyoruz.

İki örnek aydınlatıcı olabilir. Uzun süre oturduğu evden başka bir adrese taşınanlar, bir süre kendilerini eski evlerinin yolunda buluverirler. Zihinleri eve dönerken en çok tekrarladığı bilgiye göre yön çizer. Parklarda çim alanlarda oluşan kestirme yollar da zihnin çalışma ilkelerine uyar. Köşe yapan yollarda çok kısa sürede çimlerin üzerinde kestirmeyi sağlayan patikalar oluşur.
Örneklerdekilere sorsanız yeni eve taşındığı ya da çimlerin ezilmemesi gerektiği bilgisine sahiptirler. Ama sahip oldukları ‘doğru bilgi’ onların ‘yanlış kararlar alıp, yanlış eylemler’ yapmalarını engellemez.

Zihnin bu özelliklerini politikacılardan önce ve daha çok kapitalistler kullanır. Ayak anatomisi, fizyolojisi üzerine en kapsamlı doğru bilgiye sahip olan bir ortopedist, yürüyüş ayakkabısı alırken sahip olduğu bilgiden çok maruz kaldığı reklam ve tanıtım bilgilerine göre karar verir. Aslında sadece internetten gazete okuyordur ve sitelerde dolaşırken sürekli bir reklam gözüne çarpmıştır. Falanca markanın yeni ayakkabısının yan yastıkları ayak bileğini koruyarak, topukta baskı oluşturmuyor! Belki reklamı hiç açmamıştır, belki bir-iki kez açmış ve amma da palavra demiş bile olabilir, ama ayakkabı alırken o markayı almış buluverir kendisini.

Hemen çoğunuz bilmem ne otuyla falanca meyve çekirdeğini karıştırıp, kaynatırken üzerine falanca çiçek kurusunu atıp suyunu içince daha sağlıklı olduğunuzu, hissetmiyor musunuz? Aynı zihinsel düzenek işliyor. CNNTürk, NTV ve Habertürk tv kanallarındaki tartışma programlarına bu gözle yeniden bakalım. Bu üçü güya anaakım sayılıyor ve ‘tarafsız bölge’ kabul ediliyor! Dört ya da altı konuklu programlarda çoğunlukla sayısal üstünlük AKP’lilerde oluyor. Bir yanda CHP milletvekili ya da milletvekili, en azından ünlü olmak isteyen muhalif biri. Diğer yanda ise AKP ile çoğu zaman hiçbir organik bağı yokmuş gibi görünen hukukçu! akademisyen! gazeteci! vs.

AKP tarafı, durmak bilmez bir şekilde son derece yalın bir cümleyi yineleyip duruyor; “CHP ile FETÖ arasında ilişki var!” Karşı taraf, bu önermenin yanlışlığını kanıtlamak için debelenip duruyor. Uğraşın birden çok amacı da var. Şu yalancılara haddini bildirme arzusu, kapak yapma çabası, lafı nasıl geçirdi diye sosyal medya da tt listesine girme, bir sonraki seçimde adaylık beklentisi, belki genel başkanın gözüne girme imkânı falan filan.

Haklarını yemeyelim, şöyle saf bir amaç da var tabi; anaakım medyada halka gerçekleri anlatırsak halk doğruyu görecektir. AKP ekibi hiç lafı dolandırmıyor, olay örgüsüne, alınan kararlara, yapılan uygulamalara hiç girmiyor. Hiçbir nesnel kanıt göstermeden sadece “bu ilişki var” diyor. CHP tarafı giderek sinirleniyor, bağırıp çağırmaya başlıyor, sehpa kıran kabadayılar bile oldu. Böylesi bir programı izleyen, fanatik CHP’lisinden kararsızına kadar hemen herkeste kalan tek bilgi şu oluyor; CHP ve FETÖ arasındaki ilişki tartışıldı. Bu cümlenin sonraki adımının “demek ki bir ilişki, en azından ilişki şüphesi vardır” olması kaçınılmaz.

İşin en trajik yanı sosyal medya trolleri hariç AKP seçmeninin bu haber kanallarını neredeyse hiç seyretmiyor olması. Böylece AKP, kendi medyasında yaptığı yineleme yetmiyormuş gibi, güya anaakımı seyreden kendine muhalif seçmene de aynı yinelemeyi yapabilmiş oluyor.
Tabii başta CHP olmak üzere muhalefet, imam hatibe başvuranların sayısının azalmasına karşın, imam hatipleri yaygınlaştıran AKP’nin oyunun aynı oranda azalmamasını bir türlü anlayamıyor! AKP’nin hem yabancı düşmanlığını körükleyip hem de Suriyeli mülteciler nedeniyle oy kaybetmemesini ise hiç anlayamıyor.

CHP söz konusu kanalları boykot etse ve o  kanallarda kendisini savunmaya kalkanları bile aforoz edip partiden içeri sokmayacağını ilan etse oyunun artacağını görür mü? Bu soruyu duysa genel başkan olasılıkla Abdülkadir Selvi’yi arayıp fikrini soracaktır; yani hazin mi hazin bir hal…

SELÇUK CANDANSAYAR / BİRGÜN

Bir Eskişehir masalı - SERKAN FİDAN

Eskişehirspor’un sahipsiz kalması, kulübün kapanma tehlikesiyle karşı karşıya olması, borçları, muhtemel puan silme cezaları zaman zaman ulusal ve sosyal medyada yer aldığı için futbolla iyi kötü ilişkisi olan herkes Es-Es’in zor günler geçirdiğinden haberdardır. Kamuoyunun bihaber olduğu ise Eskişehirspor taraftarı ile futbolcularının el ele yazmakta olduğu peri masalı… Anadolu’nun tam ortasında endüstriyel futbolun ezberlerini bozacak şeyler oluyor. Her futbolseverin gidip yerinde görmesi gereken, anlata anlata tüm dünyaya duyurulması gereken şeyler...


Eskişehir’de neler olduğunu anlatmaya Antalya’daki play off finalinden başlamak gerek. Tüm Eskişehir, maçı kazanamama durumunda kötü günlerin geleceğini biliyordu. Zira memleket futbolunun kurgusundaki çarpıklıklar sebebiyle SüperLig’den 1. Lig’e düştüğü sene yükselemeyen nice kulüp, saplandığı borç batağından çıkamayıp amatör kümeye kadar gerilemişti. Eskişehir’in batağa sürüklenme süreci de final maçını penaltı atışları sonunda kaybedince başladı. Önce Halil Ünal istifa etti. Yaz başı yapılan olağanüstü genel kurulda aday çıkmadı. Kadrodaki tüm oyuncular alacaklarına karşı tek taraflı fesih hakkı elde etmişti. Bir kısmı bu haktan yararlanıp başka takımlarla sözleşme imzaladı. Süreci beklemeyi tercih edenler Erkan Zengin önderliğinde tesislerde buluşup sezon öncesi hazırlıklara başladı. Bir taraftan takım yöneticisiz ve teknik direktörsüz kendi kendine idman yaparken diğer taraftan da kongre süreci devam ediyordu. Halil Ünal ve Mesut Hoşcan yönetimlerinin yarattığı güvensizlik sebebiyle hiçbir kurumun Eskişehirspor’a maddi kaynak yaratmaya istekli olmadığı aşikârken ortaya Eskişehir Basket’in başkanı Sinan Özeçoğlu çıktı. Özeçoğlu ismi ve oluşturduğu liste şehirde heyecan yaratmıştı. Artık güven veren bir yönetim vardı ve ilk yapılması gereken şey transfer yasağı gelmeden acil olan dosyaları kapatmaktı. Ancak yeni yönetim göreve başladığında, Halil Ünal yönetiminin transfer yasağı cezasının kesinleştiğini kamuoyundan sakladığı ortaya çıktı. Eskişehirspor bir tek oyuncu bile transfer edemeyecekti. İşte peri masalı da bundan sonra yazılmaya başlandı.

Bir sezon önce Eskişehir forması giyen ve SüperLig’den ve TFF 1. Lig’den değişik takımlarla sözleşme imzalayan oyuncular teker teker Eskişehir’e dönmeye başladı. Sözleşmesini feshedip Eskişehir’e dönen her oyuncu taraftarı sevindirirken, omuzlarındaki sorumluluğu da arttırıyordu. Eskişehirliler artık bir futbolcu gereksiz bir hata yaparak takımının gol yemesine sebep olduğunda da, bomboş kaleye topu yuvarlamayı beceremediğinde de onu  alkışlaması gerektiğini biliyordu. Neticede tüm sezon para almadan oynayan futbolcular, ekonomik sıkıntılar atlatılmadığı halde ihtiyaç hasıl olduğu için diğer sözleşmelerini ellerinin tersiyle itip Eskişehir’e geri dönmüşlerdi.
Takım tamamlandığında önceki sezon play off finali oynayan kadronun ilk onbirinden sadece 4 fire verilmişti. Kiralık olarak forma giyen Tarık Çamdal ve Hakan Cinemre valizleri hazır beklemelerine rağmen mevzuat müsaade etmediği için, Ruud Boffin ve Kamil Ahmet Çörekçi ise yeni kulüpleri izin vermediği için geri dönemediler.

Doğru düzgün hazırlık kampı yapamayan takım doğal olarak sezona da kötü başladı. Amigo Orhan’dan başlayıp Bando Es Es’e kadar birçok ilke imza atmış, tribün kültürü kavramının öncüsü Eskişehir halkı, bu sefer de kötü gün taraftarlığı dersine soyunmuştu. Maçların sonucu ne olursa olsun fedakârlık yapan oyuncu topluluğuna hiç tepki göstermediler. Hangi taraftar kendi evinde fark yiyen takımı tribüne çağırıp alkışlar ki? Kaos ve gerginlikten beslenenlerin ülkesinde Eskişehir taraftarları “mutlu tribün” yaratmayı başarmıştı. Zira artık forma ve şehir aşkına oynayan oyuncuları, dürüst ve şeffaf bir başkanları vardı. 3 puanı silinen, yaklaşık 30 milyon TL kaynak bulunamazsa 24 puanı daha silinecek olan takımın taraftarları adeta tüm dünyaya ders veriyordu. Üstelik yeni yönetim hesapları denetledikçe 100 milyon olduğu söylenen toplam borcun 200 milyonu geçtiği ortaya çıkmış ve Sinan Özeçoğlu’na kaynak yaratmak konusunda söz veren siyasetçi ve iş adamları ortadan kaybolmuştu. Ama bu gelişmeler bile Eskişehirsporluların mutluluğuna engel değildi. Tekrar yükselmek için bazen en dibe vurmak gerektiğini bilen taraftarlar kulübün başında Özeçoğlu gibi özü sözü bir, güvenilir ve vizyon sahibi bir başkan olduğu sürece amatör kümeye düşmeye bile razıydılar.
Ancak en kötüye bile razı olan Eskişehirlilerin çilesi bitmemişti. Sinan Özeçoğlu ve yönetim kurulu yalnız bırakıldıkları ve kendilerine verilen sözler tutulmadığı için olağanüstü genel kurul kararı aldılar. Genel kurulun ilkinde ne aday çıktı ne de Özeçoğlu geri adım attı. Eğer ertelenen kongrede yine aday çıkmazsa Eskişehirspor’u karanlık günler bekliyor. 29 Kasım Çarşamba günü gerçekleşecek olan genel kurulda eğer kulübe bir yönetim kurulu seçilemezse Dernekler Kanunu’na göre kulübe kayyum atanarak tasfiye süreci başlayacak.

İşte tüm bunlar yaşanırken Eskişehirspor bu pazar evinde Çaykur Rizespor’u konuk etti. Belki de 52 yıllık Eskişehirspor’un evinde oynadığı son müsabaka bu olacaktı. Maçtan iki gün önce idmana çıkmayarak Eskişehirspor’un durumuna dikkat çekmek isteyen oyuncular, başlama vuruşundan sonra bir dakika süreyle oyunu bırakıp tribünleri alkışladılar. Eskişehir tribünleri ise karşılık olarak takım kaptanı Erkan Zengin’in sosyal medyadan birkaç gün önce sözlerini paylaştığı şarkıyı söylüyordu; “devlerin aşkı büyük olur, ya kıyametler kopacak ya da dünya batacak, senden öyle ayrılacağız”. Eskişehir tribünleri maçın atmosferini bozmamaya özen göstererek yeri geldikçe kâh yeni besteleri olan “Yıktılar hayallerimizi, çaldılar geleceğimizi, her şey üst üste gelirken, var mı bizim gibi seven” tezahüratını söyleyerek kâh “EsEs’i satanı biz de satarız” ya da “Söz verip tutmayan şerefsizler utansın” diye bağırarak içinde bulundukları zor günlere tepkisini gösterdi. Ancak asıl duygusal anlar maç sona erdikten sonra yaşandı. Kazanmayı çok isteyen Eskişehirli oyuncular 88’de skoru eşitlemeyi başarmış ancak üç puanı getirecek golü atmaya muvaffak olamamıştı. Büyük bölümü bitiş düdüğü çalınca kendini yere bıraktı. Taraftarlar stadyumu terk etmeyip oyuncuları ısrarla tribüne çağırınca yerdeki oyuncular da ayağa kalkıp tribünleri selamlamaya gittiler. Taraftarlar “Paranız ödenir, hakkınız asla” ardından da “bizi bırakmayın beraber düşelim” diye tempo tutarken gözyaşlarına hakim olamayan futbolcular da vardı. Oradaki bir damla gözyaşında bile dünyanın bütün güzellikleri saklıydı, görebilene…

Çarşamba günü kongreden ne sonuç çıkar bilinmez ancak bir gerçek var ki Eskişehirsporlu taraftarlar ve oyuncular sadece kazanma endeksli bir futbol ikliminde dünyada eşine rastlanmayacak bir hikâye yazıyorlar. Kazanmak için her yolun mubah sayıldığı, suçlunun hep başkaları olduğu, başarı olmayınca tribünlerin de boş kaldığı bir futbol ülkesinde, kayıtsız şartsız armanın ve formanın peşinden koşanların hikâyesini... İnsanı insan yapan şeylerin iyilik ve güzellikte saklı olduğunun hikâyesini…

Serkan Fidan / BİRGÜN

27 Kasım 2017 Pazartesi

Dış politika ne işe yarar? - ERGİN YILDIZOĞLU

“Şam yönetimiyle yakın temas olacak mı” sorusuna verilen “Siyasetin kapıları, son ana kadar her zaman açıktır” cevabını okuyunca, bir ülkenin dış politikasında 10 yıldan kısa bir sürede bu kadar çok ‘U’ dönüşü yaşanır mı? diye düşündüm. 

Bir anekdot
Davutoğlu’nun, danışmanlıktan Dışişleri Bakanlığı’na yeni geçtiği günlerdeydi. ODTÜ’de yapılan bir uluslararası sempozyumda, Türkiye’nin dış politikası başlıklı oturumda, Davutoğlu, iki uluslararası ilişkiler uzmanı ve bir emekli büyükelçi ile panel paylaşıyordu. Panelistler sırayla Türkiye’nin stratejik önemini anlatan konuşmalar yaptılar. Soru cevap bölümünde dayanamayıp söz aldım, “Ne kadar önemli bir ülke olduğunu çok güzel anlattınız. Peki, Türkiye dış politikasına yön veren öncelikler sizce nelerdir” diye sordum ve ekledim “Örneğin, kimi ülkeler yeni kaynaklara, kimileri yeni mal ve yatırım pazarlarına ulaşmak ister. Kimileri, aralarında tarihsel düşmanlık olduğunu düşündükleri ülkelere karşı önlem almak ister... Türkiye dış politikasına yön verenler ne istiyor?”
 
Çok sayıda ülkeden bilim insanlarının katıldığı bir toplantıda, “Stratejik Derinlik” kitabındaki savları anlatsa alay konusu olabileceğini düşünerek mi, yoksa başka bir nedenden mi bilemiyorum ama Davutoğlu bu soruya cevap vermedi. Kısa bir suskunluk yaşandı, sonra emekli büyükelçi zayıf bir sesle “güvenlik” dedi. 
 
Halbuki bu sorunun, “güvenlik” kavramının dışında bir cevabı olabilirdi? Öyle ya ülkelerin dış politikalarını yürüten devletler, o ülkelerin sınıflar matrisinden kaynaklanan iktidar ilişkileri üzerinde şekillenirler. Kapitalist dünya ekonomisi içindeki bir ülkeden söz ediyorsak (ABD ya da Türkiye) o ülkedeki iktidar ilişkileriyle sermaye birikim süreci arasından yakın bir ilişki olacaktır. O zaman da dış politikayı, esas olarak bu sürecin yeniden üretim ve genişleme dinamikleri, gereksinimleri belirleyecektir. Bir dışişleri bakanı bu gereksinimleri özetleyemez mi? “Esas olarak” diye bir şerh koymamın nedeni de, ülkenin kapitalist sistem ve işbölümü içindeki yerine ilişkindir. Örneğin, ABD hegemonyacı konumundaki bir ülkeyken, Türkiye, birçok görece azgelişmiş ülke gibi Türkiye de “bağımlı” bir ülkedir. 

Türkiye’ye dönersek
Türkiye devletinin dış politikasını da, Türkiye kapitalizminin yeniden üretim ve genişleme dinamiklerinin ve gereksinimlerinin belirlemesi gerekmez mi? Bu kapitalizmin kronik cari açık, birikim yetersizliği sorununun yönetilebilmesi, bu nedenle dış kaynak (sermaye) girişinin güvence içine alınması, bunun için de uluslararası finans kapitalin ülkenin ekonomik ve siyasi istikrarına olan güveninin korunması, dış poltikada önemli bir öncelik olsa gerekir. Ayrıca döviz getiren ihracat piyasaları açık kalmalı, üretim ve tüketim için gerekli enerji tedariki aksamamalıdır.
Bunlar Türkiye’nin kapitalizminin yapısal (ekonomik, teknolojik, hatta askeri) özelliklerinden kaynaklanan kalıcı gereksinimlerdir. Bir hükümetten diğerine değişmesi de beklenemez. 
Nitekim 
AKP’ye gelene kadar, hemen tüm hükümetlerin birbirine benzer dış politika stratejileri izlemiş olmasının bir nedeni uluslararası siyasi bağımlılık ilişkileriyse bir diğeri de Türkiye kapitalizminin yapısal gereksinimlerdir.
AKP 15 yıldır devleti yönetiyor. Ülke kapitalizminde o günden bu yana önemli yapısal değişimlerin yaşandığı (rant, komisyon, haraç ekonomisinin şişmesi ekonomik dışında) söylenemez. 


Öyleyse, AKP Türkiyesi’nin dış politikasındaki “U” dönüşlerinin nedenlerini, Türkiye kapitalizminin yeniden üretim ve genişleme gereksinimlerinin dışında aramak gerekiyor. 
Sakın bu “U” dönüşleri, Türkiye kapitalizminin gereksinimlerinden değil de, üretilen artı değerden, rant, komisyon, haraç, bağış gibi ekonomi dışı zora (dinci sadakatleri kullanmak, siyaset simsarlığı yapmak gibi) dayanan yöntemlerle payını alan asalak bir sınıfın devleti ele geçirdikten sonra, bu konumunu kaybetme korkusuyla konjonktüre göre değişen reflekslerinin ürünü olmasın?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Memlekete komünizm lazımsa… - FATİH YAŞLI

Çok değil, daha geçen yılın Mayıs ayında “10. Balkan Ülkeleri Genelkurmay Başkanları Konferansı”nda yaptığı konuşmada Erdoğan şöyle diyordu: “NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’e söyledim, ‘Karadeniz’de görünmemeniz, Karadeniz’i adeta Rus gölü olarak gösteriyor.’ Karadeniz’i tekrar istikrar havzası kılmalıyız.” Bu yılın Mart ayında yaptığı bir konuşmada ise İran’a karşı aynen şu ifadeleri kullanmıştı: “Irak’ta mezhep gerilimi yükseliyor. Irak’taki olay aynı zamanda mezhep geriliminden dinamizmini alan aslında bir ırkçılıktır, o da İran’ın adeta kendi o tarihten gelen ırkçılığını bölgede yayılmacı politikalarıyla geliştirmesidir.”

Dolayısıyla Soçi’deki zirvedeki “yeni müttefiklerimiz” aslında daha düne kadar kendilerine karşı NATO’yu Karadeniz’e davet ettiğimiz ve bölgesel politikalarını “yayılmacı” olarak nitelendirdiğimiz eski düşmanlarımızdı. Soçi’deki zirveden esas olarak ne kararı çıktı peki, “Suriye’nin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü tanıma” öyle değil mi? Yani, altı yedi yıldır yakılıp yıkılmasına katkı yaptığımız bir ülkeyi ve bir o kadar zamandır devirmek için  elimizden geleni yaptığımız Esad’ı tanımış olduk bu kararla. Beslediğimiz cihatçılar, felakete uğrayan bir ülke, yüz binlerce ölü, milyonlarca göçmen… Yeni-Osmanlı hayalinden geriye ise işte bunlar kaldı.

Peki, Soçi’deki zirvede iktidar partisi altı yıllık dış politikasının çöküşünü kabul ettiyse, PYD/YPG “terör örgütü” sayılmadıysa, “Masada olmalarını kabul etmeyeceğiz” denildiği halde Rusya da, İran da, Şam da, Suriye Kürtlerinin Ulusal Diyalog Kongresi’ne katılmasına yeşil ışık yakmışsa, Afrin’e yönelik bir operasyon için halen pazarlıklar devam ediyorsa, ortada havuz medyasının ve köşe yazarlarının iddia ettiği üzere nasıl bir kazanım ya da nasıl bir başarı vardır acaba?

Ortada elbette ki bir başarı ya da kazanım falan yok, esas mesele iktidar partisinin ve başındaki ismin ABD/Batı karşısındaki sıkışmışlığını aşmak ve yalnız olmadığını göstermek için Rusya ve İran’la yan yana görüntü vermeye, bu iki ülkenin bölgesel politikalarına angaje olmaya ihtiyaç duyması. Yani mütemadiyen belirtmiş olduğumuz üzere iktidarın kendi bekasını ülkenin bekası, kendi ikbal mücadelesini ülkenin istiklal mücadelesi gibi gösterme politikasının yansımalarından biri bu sadece.
Bu sıkışmışlık halinin ve yanaşmanın içeriye de yansımalarını görüyoruz elbette. Erdoğan anti-emperyalizmle başladığı ve Atatürkçülükle devam ettiği macerasında en son “anti-kapitalist” de oldu ve şöyle dedi: “Kapitalizmin sınır, ilke ve değer tanımadan yaygınlaştığı bir düzende insanla beraber doğanın da tahribata uğraması mukadderdir.”

Evet, Türkiye tarihinin en büyük özelleştirmelerini yapan, taşeronlaştırmayı, güvencesiz çalışmayı kural haline getiren, iş cinayetlerini zerre kadar önemsemeyen, milli güvenlik gerekçesiyle grevleri yasaklayan, sermayenin bir dediğini iki etmeyen iktidar bu iktidar değilmiş ve daha üç dört ay önce patronlara “İş dünyasında herhangi bir sıkıntınız aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade izin vermiyoruz. Bunun için kullanıyoruz OHAL’i” diyen bir başkasıymış gibi bu sefer de anti-kapitalist oluverdi kendileri.

Atatürkçülük, anti-emperyalizm ve hatta kapitalizm eleştirisi… Bunların böyle üst üste gelmesi elbette ki bir tesadüf değil, “tekerlerine çomak soktuğu için emperyalistlerin devirmek istedikleri lider” algısı adına buna ihtiyaç var, Sarraf davası üzerinden yarın Türkiye ekonomisini ve dolayısıyla iktidarı sarsacak bir karar çıktığında, kendi tabanı dışındaki tabanı da tutacak bir “kriz yönetimi”ne ve bu yönetimi temellendirecek bir söyleme ihtiyaç var. Erdoğan yaklaşmakta olanın farkında, bu yüzden Kara Harp Okulu’nun mezuniyet töreninde “Türkiye’nin dünü zordu, bugünü meşakkatli, yarını daha da sıkıntılı olabilir” cümlesini sarf etti, çevresini ve tabanını bir kez daha uyardı.

Ancak Erdoğan başka bir şeyin daha farkında, bu ülkede Atatürkçülük, anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm, tarihsel olarak solla, solun değerleri ve söylemleriyle anılır, Türkiye sağının ise bunlarla hiç işi olmamış, bilakis sağ kendisini bunlara duyduğu husumet üzerinden var etmiştir. Dolayısıyla Atatürkçü olunacaksa, emperyalizm karşıtlığı yapılacaksa, kapitalizm eleştirilecekse, bunların siyaseten asli sahibi olanlarla kavga etmek gerekmektedir. İşte tam da bu yüzden Erdoğan son zamanlarda solun hayaletiyle kavga etmeye başlamıştır, “emperyalistler solun tarlalarını uzun süre önce sürdü” ya da “solcular kahrolsun dedikleri güçlerin taşeronluğunu yaptı” minvalindeki açıklamaları tam da bununla ilgilidir. Sıkışmışlığın çaresizliğiyle ve iktidarın devamı adına, “asıl anti-emperyalist biziz, solcular değil” iddiasıyla bunlar solun elinden alınmak ve içi boşaltılarak iktidarın söylemine dâhil edilmek istenmekte, bu yapılırken de topluma adeta “Memlekete komünizm lazımsa, onu da biz getiririz” denmektedir.

Solun, en zayıf zamanında bile, bir kavganın muhatabı olarak görülmesi, dik duruyor gibi görünmenin yolunun solun değerlerini sola küfrederek sahiplenmek olduğunun bilinmesi şüphesiz ki iyidir, hem solun her şeye rağmen Türkiye siyaseti üzerindeki etkisini, hem de siyasi etik denildiğinde akla solun geldiğini göstermesi bakımından iyidir, önemlidir. Ancak yeterli midir, bununla övünüp yetinebilir miyiz? Şüphesiz ki hayır! İşte bu yüzden, zaman daralıyorken  solun hızla Türkiye’de siyasi bir aktör haline gelmesi, hayaletiyle kavga edenlere, “Buradayız” demesi gerekmektedir. İşte o zaman kavga da gerçek anlamına kavuşacak, hayaletlerle değil bir hakikatle kavga etmeleri gerekecektir.

Fatih Yaşlı  / BİRGÜN

Sufilik, Selefilik, IŞİD, Türkiye - TAYFUN ATAY

El Kaide ve IŞİD’i doğurmuş İslami damar olan Selefiliğin sufilikle kavgası “bidayetten”dir.
Bidayet, “başlangıçta” demek… Selefilik, var oluşunu sufilik (tasavvuf) ve onun kitlesel örgütlerine (tekkeler, tarikatlar) düşman olmasına borçludur.
Selefiliğin kristalleşmesini sağlamış 13-14’üncü yüzyıl İslam âlimi İbn-i Teymiyye, doktriner pozisyonunu kendisini önceleyen 12-13’üncü yüzyılın meşhur sufisi ve “Vahdet-i Vücud” (Allah’ta var olmak/ varlık bulmak) anlayışının uç ismi İbn-i Arabi’ye keskin karşıtlığından alır.
Selefiliğin hamurunda sufilik nefreti vardır. 

***

Hal böyle olunca şimdi 305 kişinin çocuk-büyük demeden katledildiği Sina saldırısını gerçekleştiren IŞİD’in eylemini kendince gerekçelendirecek dayanak, İslam tarihinde mevcuttur.
Saldırılan “İslami” hedefin “Sufilerin gittiği cami” olması, orayı “İslam- dışı” saymak için IŞİD’e yeter de artar.
Esas mesele, başta AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere katliamı İslami açıdan değerlendirme yoluna giden ağızların, “Bunlara nasıl Müslüman deriz” lafzıyla hâlâ kafalarını kuma gömmekte ısrarlarıdır. 

***

Tarihsel olarak, sosyolojik olarak, sosyal antropolojik olarak bunlara “Müslüman” demek durumundayız.
Dinde “insan” faktörünü görmek, göstermek durumundayız. Din adına yapılan savaşları, öldürülen insanları, işlenen cinayetleri, gerçekleştirilen katliamları fark etmek durumundayız.
Aynı dine inananların dünyanın bir yerinde, mesela Bosna’da, mesela Arakan’da katledilen olurken bir başka yerde, mesela Maraş’ta, mesela Sivas’ta, mesela Sina’da katil olabildiklerini kaydetmek durumundayız!.. 

***

Hz. Ali’yi camide katletmiş Hariciler Müslümandı.
Sina’da 305 kişiyi camide katleden IŞİD militanları da Müslüman.
Ve elbette Hariciler meselesi siyasiydi.
IŞİD meselesi de öyle.
Hilafet, İslam’ın iktidar çatışmasıyla tanışmasıydı.
Şimdi Sina’da katliam gerçekleştiren IŞİD’in yaptığı da bu “tanışma”nın devamı… Karar gazetesinde (26 Kasım 2017) Volga Kuşçuoğlu’nun haber-analizinden kısaltarak aktaralım:
“Asya’dan Afrika’ya çeşitli ülkelerden çok sayıda grup ‘halife’ Ebubekir Bağdadi’ye biat ettiklerini duyurdu. Bunlardan biri de tam bu iki kıtanın birleştiği noktada yer alan Sina bölgesinde uzun süredir faaliyet gösteren Ensar Beyt’ül Makdis örgütüydü. Kasım 2014’te Bağdadi’ye biat ettikten sonra ‘İslam Devleti Sina Vilayeti’ adını alan örgüt, saldırılarına çöl bölgelerinde başladı, zaman içinde eylemlerini şehirlere taşıdı. (…) IŞİD daha önce yayımladığı bildirilerde Kuzey Sina’yı Hristiyanlardan ve Sufilerden temizleme tehdidinde bulunmuştu. (…) IŞİD bir yandan kendini Sisi rejimine karşı ‘Müslümanlar’ın direnişinin lideri olarak sunarken, bir yandan da ‘içerideki düşmanlar’ı temizlediği yönünde propaganda yapıyor.”
 
***

Peki, Selefi IŞİD’in Sina’yı kendilerinden temizlemek istediği, İslami açıdan “içerideki düşman” saydığı “Sufiler”, bizim topraklarda hanidir ne yapıyor?..
El cevap: IŞİD Sina’da sufilere ne yapıyorsa onlar da bu memlekette “seküler”lere benzerini yapıyor!..
Elbette ortada IŞİD’in yaptığı gibi, o ölçekte bir katliam falan yok. Ama laik/seküler kesimlere hayatı zehir etmek için, iktidarın da yüz vermesiyle yıllardır yapmadıkları da yok!..
IŞİD sufi tekkelerini tahrip ediyor, onlar Atatürk büstlerini, heykellerini…
IŞİD mevlit kutlamasını yasaklıyor, onlar yılbaşı kutlamasını…
IŞİD’in “Telli Baba”ya tahammülü yok, onların Noel Baba’ya…
İstisnalar var tabii, ama bu memlekette önde gelen pek çok sufi-tarikat çevresinin özellikle son 15 yılda teoride olmasa da “pratik”te iyiden iyiye “Selefi-meşrep” hale geldiklerinin altını çizmek lâzım.
Dinbaz siyaset, bizde sufiliğin bile Selefileşmesine yol açtı denilebilir!..
O yüzden IŞİD’e kızarken aynaya bakıp yüzlerinin kızarıp kızarmadığını da sormak gerekiyor.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

26 Kasım 2017 Pazar

Siyasal İslam’ın cici Amerikan karşıtlığı ve anti-emperyalizm - ÖNDER İŞLEYEN

Yeşil Kuşak’la başlayıp 12 Eylül’den geçerek BOP stratejisinde tarlası çoktan sürülmüş olanların, söz konusu anti-emperyalizm ve bağımsızlıkçılıksa söyleyebilecek tek kelimeleri yok 


NATO tatbikatında yaşananlar, Rıza Sarraf davası gerilimleri, Rusya’dan S-400 alımı etrafındaki gerilim hatları üzerinden Türkiye’nin eksen değişikliğine ilişkin yeni bir tartışma gündeme geliyor. İktidar, “anti-Amerikancı” söylemiyle bu durumu köpürttüğü ölçüde de bu konuda bir kafa karışıklığının ortaya çıkmaya başladığı görülüyor.

Atatürk hamlesi ve milli blok
AKP, 1 Kasım seçimleri öncesinden başlayarak bir politika değişikliği ile birlikte milliyetçi bir blok oluşturmaya yöneldi. 15 Temmuz’dan 16 Nisan referandumuna kritik eşikleri bu bloklaşmayı yoğunlaştırarak aşmaya çalıştı. Referandumda da bu eksene, zaman zaman Suriye’de Kürtlerin inisiyatifini kırmak ve zaman zaman da Batı ve ABD ile girilen gerilimli ilişki çerçevesinde, sadık kalındı. Belirli bir  kuvvet oluşturmakla birlikte, referandumda bunun yetmeyeceğinin görüldüğü kırılmanın ardından, AKP hem içerde hem de uluslararası alanda kriz dinamiklerinin de yoğunlaşması karşısında yeni hamlelerle bu ittifakı tahkim etme siyasetine yöneldi. 10 Kasım’da Atatürk açılımı ile birlikte karşısındaki dinamik toplumsal kesimi bir tür silahsızlandırma aynı zamanda da pasifize ederek dolaylı da olsa milli bloka dahil etme hamlesi yapıldı. Bunun 2019’a giden seçimlerle yakından ilgisi var ve aynı zamanda Sarraf davası üzerinden ilerleyen süreç karşısında AKP’nin acil bir çıkış arayışının da parçası olarak görülüyor. NATO tatbikatında Atatürk ve Erdoğan’ın birlikte hedef yapılması bu hamleye kuvvet vererek, NATO’dan çıkma nidalarıyla AKP ve Erdoğan’ı milli çıkarla eşleştiren bir noktaya doğru taşmaya çalışıldı. Referandumda görülen, yabancısı olmadığımız bu ekseni kuvvetlendirme arayışı aynı zamanda bunun dışında kalanlara yönelik baskıyı da yoğunlaştırması anlamına geliyor.

ABD-Rusya denkleminde AKP
Siyasal İslamcı rejim, içeriye yönelik bu hamlelerine karşın önceki dönemlerde yaptığına benzer bir hegemonik bir merkez olabilme, toplumun ekseriyetini bunun parçası kılabilme kapasitesini büyük oranda yitirdi. Aynı zamanda kendi iç bütünlüğünü de kaybetmiş ve toplumsal tabanındaki çatlamalarla yaşanan zayıflık AKP’nin bu sıkışmayı İslamcı-milliyetçi blokla kesin biçimde aşabilmesine de imkân vermiyor. O yüzden R. Sarraf’ı bir milli mesele olarak sunabilmesi ve onun kirli ilişkilerine tüm Türkiye’nin ortak edilme çabası ancak halen belirli sınırlarda mümkün olabiliyor. İçerdeki bu hamlelerle birlikte siyasal İslamcı rejim dışarıda da yaşadığı krizle baş etmekte zorlanıyor. ABD’nin güdümünde gelişen siyasal İslamcı rejim, Ortadoğu’daki dengelerin değişmesiyle birlikte kurucu olabilme imkânını tümüyle kaybedeli çok oldu. Müslüman Kardeşler’le birlikte Mısır ve Tunus’tan Suriye’ye uzanacak bir siyasal İslamcı iktidar hattının kırılmasıyla birlikte değişen dengeler, Suriye iç savaşının geldiği aşama itibariyle bir başka noktaya da taşınmış durumda. Suriye’de siyasi geçiş sürecinin ilk adımlarının atıldığı bugünlerde hem Rusya hem de ABD nezdinde Kürtlerin bir biçimde etkinliğini korumaya devam edeceği bir kesinlik ortaya çıkmış durumda. Soçi’de Erdoğan’ın şerhine rağmen, Rusya ve Esad’ın Kürtleri tümüyle ABD’nin inisiyatifine bırakmama arzusu, öte yandan ABD’nin PYD-YPG etkinliğine dayanarak Suriye’de yerleşiklik kazanma kararlılığı bu şerhi hızla geçersiz bir noktaya taşıyacak. AKP tam da bu sıkışmayı aşabilmek için, ABD ve Rusya dengesi arasında salınarak, kimi zaman bu kuvvetlerden birisini diğerine karşı koz olarak kullanarak etkinlik kazanmaya çalıştı. Dünya sistemindeki dağılma sonucundaki güç dengeleri ve belirsizlikler de buna imkân tanıyan bir seyirde gelişti. ABD’nin Trump’ın başkan olmasının ardından daha açık görülen devlet içi çelişkileri, Rusya’nın Suriye’de ve bölgede daha etkin bir güç olarak ortaya çıkması ve hatta Avrupa ve ABD siyasetine de müdahale etme çabalarının da tartışıldığı büyük aktör özelliklerini kazanması AKP için bu tür bir politikayı mümkün kılabildi. Öte yandan AKP’nin Körfez ittifakı, Suriye’ye müdahalenin ötesine geçerek rejimin ekonomik ve siyasi müttefikliğine doğru genişletilebilmişti. Ancak, Katar’a yönelik abluka ve şimdilerde Suudi Arabistan’ın ılımlı İslamcılık açılımlarıyla bu da kırılmış durumda. Dışarıdaki bu yalnızlaşma AKP’yi zorunlu olarak Rusya’nın sahasına itiyor. AKP’nin bu doğrultudaki adımları da ABD ile gerilimi tırmandırırken karşı hamleleri de gündeme getiriyor. Sarraf dosyası tam da bu karmaşanın ortasında nereye kadar uzanacağı belirsiz biçimde açılıyor.

Anti-Amerikancılık mı?
Bu gelişmeler Türkiye’nin geleceğini belirleyecek olağanüstü dalgalanmalara da yol açacak bir muhteva taşıyor. Siyasal İslamcı rejimin tükenişi aynı zamanda ülkeyi de felaketten felakete sürüklemeye devam ediyor. Bu belirsizlikler içinde ilerici muhalefet içinde kimi kafa karışıklıklarının gündeme gelmesi de bir yönüyle doğal görülebilir. ABD ile yaşanan çelişkilerden yola çıkarak AKP’ye hayırhah yaklaşan ya da tersten ABD-Batı ve NATO’yla daha çok bütünleşerek ülkenin bu cendereden çıkabileceğine ilişkin yaklaşımlarla birlikte Avrasyacılık merkezli tartışmalar gündeme geliyor. Bu konudaki yanlışların bir kısmı sürecin belirli yönlerinin abartılmasından kaynaklanıyor. AKP’nin köpürtmeleri de bunu besliyor. Bunlardan birisi AKP’nin anti-Amerikan ya da NATO karşıtı söylemlerinin anti-emperyalizm ekseninde ele alınmasıyla ilgili. Erdoğan liderliğinde emperyalizmden kopuş teorilerinin (!) önceki dönemdeki Erdoğan liderliğindeki demokratik devrim hayalleri kuran yetmez ama evetçilerden hiç de farkı yok. Ortadaki gerilim ve onun sonucundaki hamleler emperyalizmin iç cephe çelişkilerinin bir sonucu olarak gündeme geliyor.

ABD’nin, AKP’yi de içine alan Ortadoğu politikasının çöküşü sonrasında uyumsuzluklar emperyalizmin iç cephesinde yeni bir tahkimat ve düzenlemeyi gerekli kılıyor. Bugün, Sarraf sopası da PYD-YPG ilişkisi de karşısında Rusya ve S-400 çıkışları da bu dağılmanın sonucu olduğu kadar pazarlık unsurları olarak devreye sokuluyor. Böyle bir çelişki alanından anti-emperyalizmi bir yana tutarlı bir Amerikan karşıtlığı dahi beklemek büyük bir yanılgı olur. AKP, anti-Amerikan söylemlerle kendi etrafındaki seti güçlendirmek ve iktidarının hem iç hem dış kaynaklarını yeniden üretecek bir kuvvet kazanmaya çalışıyor. ABD de AKP eliyle ekonomik olarak zayıf düşürülmüş, Ortadoğu bataklığındaki etnik ve mezhepsel dağılmanın içine sürüklenmiş ülkemizin bugünü ve geleceğini belirlemeye çalışıyor. Türkiye’nin özgür ve bağımsız bir geleceği bu çelişki içinde saf tutarak, buradan medet olarak kurulamaz. 

Bağımsızlık ve demokratik değişim
NATO’dan çıkış dahil AKP eliyle gündeme getirilen her gündemin arkasında izlenmeye çalışılan bu siyasetler bulunuyor. Asıl gündem NATO’dan çıkış ABD hattından Rusya hattına geçiş boyutundaki tartışmalar değil kendi krizini aşmak için attığı adımların ülkemizi daha büyük bir çıkmaza doğru sürüklemesidir. Bu durumu değiştirmek daha önce de söylediğimiz gibi bu güçlerden birisinin arkasına dizilerek değil, solun Türkiye’nin geleceği için başka bir yolu açabilmesinden geçiyor. Uluslararası planda ABD’nin aynı zamanda Rusya’nın da esiri durumuna düşürülmüş, ekonomisi dışa bağımlı hale gelmiş, emperyalizmin madenlerden topraklara kadar gizli işgalini derinleştirilmiş, Ortadoğu’nun etnik-mezhepsel dağılma dalgası içine sokulmuş bir ülkenin yeniden güç kazanabilmesi ancak demokratik bir değişimi gerçekleştirmesi mümkün olabilir. Solun görevi, bu çelişkiler içinde saflaştırmaya bir tür kendi kirli politikasının aparatı haline getirmeye çalışan her tür akıl karşısında kendi bağımsız politikasıyla toplumsal tepkileri demokratik bir değişim doğrultusunda sevk etmeye çalışmaktan başka bir şey olamaz.

Fidel’e, Mahir’e, Deniz’e…
Bugünlerdeki yeni modalardan birisi de devrimcilere anti-emperyalizm lafı atmak oldu. Hatırlanırsa, bir dönem önce de Ergenekonculuk suçlamaları eşliğinde sola demokrasi ve darbe karşıtlığı dersleri verilmeye çalışıyorlardı. Sonra bunlar darbe üzerine darbe yaptılar! Aynı zihniyet yine yürürlükte. Cici Amerikan karşıtları kâh geçmişe yönelik pişmanlık içinde, kâh sola saldırarak siyasal İslamcı rejimle ittifaka davette bulunuyorlar! Tarlasını sürüp Saray bekçiliği yapamadıklarını, ‘bunların tarlası sürülmüş’ gibi laflarla milli olmamakla itham etmeye çalışıyorlar! Yeşil Kuşak’la başlayıp 12 Eylül’den geçerek BOP stratejisinde tarlası çoktan sürülmüş olanların, söz konusu anti-emperyalizm ve bağımsızlıkçılıksa söyleyebilecek tek kelimeleri yok. Bugün, memleketin dört bir yanı satılmışsa, ülkemiz Amerikan ve NATO üsleriyle doldurulmuşsa, Ortadoğu kaosu ülkemize taşınarak Türkiye emperyalizmin oyun sahasına dönüştürülmüşüşse bunun sorumlusu dün 6.Filo’yu kıble bilip bugün iktidarda olanlardan başkası değildir. Evet, Türkiye NATO’dan çıkmalı ve ABD üsleri kapatılmadır, ekonomisi dışa bağımlılıktan çıkarılmalı satılan tüm kamu kurumları yeniden kamulaştırılmalıdır, ABD ile ekonomik ve askeri ikili anlaşmalar iptal edilmelidir, topraklarımız üzerindeki tüm şirketlere el konulmalıdır… Dün 6.Filo’yu denize dökenler bunu söylüyordu, Fidel Küba’nın onurlu halkıyla birlikte bunu gerçekleştiriyordu… Bugün sorumluluğumuz da emperyalist odakların ve onların güdümünde ülkeyi karanlığa sürükleyen siyasal İslamcı rejimden halkın kendi öz gücüyle kurtaracak bu sesi yükseltmektir.

Önder İşleyen / BİRGÜN


Zimbabve’deki darbede Çin rol oynadı mı? - ERHAN NALÇACI

Kısa bir süre önce Zimbabve’de ordu başkente girdi ve silahlar patlamadan Mugabe’nin uzun süren iktidarı sonlanmış oldu. Afrika’da ve dünyanın değişik yerlerinde buna benzer olaylar oluyor diye düşünülebilir, oysa Zimbabve olayı dünyanın içinden geçtiği siyasi dönemi anlamak için önemli gözüküyor.

Biz, Türkiyelilerin en çok zorlandığı coğrafya sanırım Afrika’dır, bir türlü ülkelerin yeri gözümüzde canlanmaz. Bu yüzden Zimbabve’nin tarihine kısaca dönmeden önce haritaya bir göz atmanın okuyucunun işini kolaylaştıracağını tahmin ediyorum.

Başlıca iki kabileden oluşan Zimbabve halkı uzun yıllar boyunca Güney Rodezya adı altında İngiliz sömürgesi olarak kaldı ve beyaz azınlığın ırkçı, baskıcı ve sömürücü insanlık dışı düzenini yaşadı.
Sömürgecilere karşı başlatılan ulusal kurtuluş savaşı yıllarca sürdü. Kurtuluş savaşı veren ZAPU (Zimbabve Afrika Halk Birliği) Sovyetler Birliği, ZANU (Zimbabve Afrika Ulusal Birliği ) ise Çin Halk Cumhuriyeti tarafından desteklendi. Sovyetler Birliği ve Çin’in arasının açıldığı 1960’lı yıllarda dünya solu ve kurtuluş hareketlerini Çin’in daha radikal olarak desteklediği kısa bir dönem olmuştu.
1980 yılında İngiliz emperyalizmi burada da yenildi ve Zimbabve Cumhuriyeti Afrika’nın bağımsızlığını kazanan 50. ülkesi oldu. Çin destekli Mugabe ulusal kurtuluş savaşının kahramanlarından biri olarak devlet başkanlığına seçildi.

Geç kalmış bu kurtuluş 1980’e denk geldi, reel sosyalizmin gerilediği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin ise arka arkaya gelen reformlarla kapitalistleştiği yıllara.
Bu koşullarda Zimbabve bazı halkçı özellikler gösterse de kapitalist bir ülke olarak gelişti. Hiçbir şey durağan değildi ve bu süreçte Çin dünyanın gördüğü en hızlı sermaye birikimi ile dönüştü. Başlangıçtan günümüze Çin’in resmi politikası Zimbabve’nin iç işlerine karışmadan karşılıklı dayanışmaydı.

Bugün bir kesit aldığımızda ise şunu görüyoruz. Zimbabve’deki yabancı yatırımların %82’si Çin’e ait. Gerçekten Çin buraya platinden elmasa madencilik sektörü başta olmak üzere her alanda sermaye ihraç etmiş. On bin civarında Çin yurttaşı bu sermaye ihracını takip ederek Zimbabve’ye yerleşmişler. Zimbabve ordusunun hemen bütün gereksinimleri Çin tarafından sağlanıyor, buna askeri eğitim dâhil. Ticarette de temel tarafın Çin olduğunu söylemeye gerek yok.

Ancak 2008’de Mugabe hükümeti tarafından çıkartılan “Yerlileşme Yasası”nın Çin sermayesini bazı alanlarda zorladığı söyleniyor. Çünkü Yasa bütün şirketlerin sermayesinin %51’inin yerli sermayeye devredilmesini öngörüyor. Çinli şirketlerin Yasa’nın getirdiği kısıtlara karşı açtığı davalar sürüyor.
Zimbabve Genel Kurmay Başkanı Çin’i geçen haflarda ziyaret ediyor ve döndüğünde tanklar başkent sokaklarında görülüyor.

Doğal olarak batı basını bunun bir Çin darbesi olabileceğini yazdı, Çin de doğal olarak bunu inkâr etti.

Ne olduğunu anlamak için uluslararası Rus basınına baktım, çünkü Rusya Çin’i sadece askeri açıdan korumuyor, gelişkin ideolojik araçlarıyla da batı emperyalizmine karşı ideolojik bir kılıf sağlıyor.
Rus basını hemen tamamen bu olayı göz ardı ediyor. Ya bir çıkar çatışması, ya da darbede Çin’in gerçekten yönlendirmesi var.

Böyleyse, ABD’nin son yıllarda yüzüne gözüne bulaştırdığı darbe girişimlerine karşı oldukça başarılı bir darbe ile karşı karşıyayız demektir.
Önümüzdeki yılların ne getireceğini anlamak için bu olay bu nedenle çok önemli.
Emperyalizm bu, öyle kazan-kazan ile filan bir kenarda usluca durmuyor.
Üstelik dünyada Çin’in kendi tarzında sosyalizmi kurduğuna inanan işçi sınıfı partileri var ve bunu sermaye ile işbirliği yapmak için bir zemin olarak kabul ediyorlar.

Erhan Nalçacı / SOL

En iyi öğretmen, ‘ebediyen öğrenci’ olandır! - TAYFUN ATAY

20 yılı aşkın zaman geçti ama dün gibi hatırlıyorum. Acıyla!..
İlkokula başlamış kızımın ilk veli toplantısındaydık. Öğretmen, çocuklarla ilgili kaygılarına kulak vermeye çağırıyordu bizi. Çocuklar yeterince çalışmıyor, gayret sarf etmiyordu ona göre...
Öğretmenin bu sözlerine karşı bir anne, soyut düşünce gerektiren derslerin, örneğin matematiğin, çok erken aşamada çocuklara verilmeye başlandığını; çocukların bilişsel sisteminin henüz bu tür bilgilere hazır olmadığını; bu nedenle zorlandıklarını; bunun da okuldan soğumaya yol açtığını söyledi.
Dayanamadım, safdil safdil topa girdim ve okula dün bir bugün iki başlamış çocuklara “dört işlem”den önce çiçekleri, kuşları, böcekleri, ağaçları, otları, ırmakları, denizleri, dağları, rüzgârı, güneşi anlatmanın daha verimli olabileceğini söyledim ben de.
Hepimizin kalbine bıçak gibi saplanan şu soruyla karşılık verdi öğretmen:
“Siz çocuklarınızın geleceğini düşünmüyor musunuz?!”
Durum açıktı: 6-7 yaşındaki körpe beyinlerin yıllar sonraki Anadolu lisesi giriş sınavlarına şimdiden hazırlanmaya başlaması lâzımdı. Öyle börtü-böcekle, kuşla-güneşle vakit kaybedilemezdi. Bu, bir “yarış”tı. (Elbette, aynı zamanda bunları söyleyen öğretmen için bir “yarış”!)

Ve yarışta geri kalacak olana, gelecek yoktu.
Gelecek için “bugün”ü feda etmek gerekiyordu.
Dolayısıyla hiçbir şey yapamadık, çarkın parçası olduk. Okumayı (aslında korkunç stres altında kaldığı için) sökmekte geciken çocuklarımızı, daha ilkokul birde kurslarla tanıştırıp ek okuma-yazma dersleri aldırdık.
Sonuçta sürece uyum sağladılar.
Ama ne seslerinde cıvıltı, ne gözlerinde pırıltı, ne de içlerinde coşku kaldı.
Ruhlarını “sistem”e teslim ettiler.
                                                                              ***
 
Bu bir veli olarak “öğretmen” deneyimim. Öğrenci olarak benzeri “öğretmen” deneyimlerimi anlatmaya ne bu köşe, ne de gazetenin sayfaları yeter!..
Bazen ortaokul, liseden sınıf arkadaşlarımla buluşuyoruz da okul günlerinden lâf açıldığında bakıyorum, hatırladığımız öğretmenlerin çoğu, sınıftaki sertlik ve şiddetini bunca yıl sonra “matrağa vurarak” anlattıklarımızdan ibaret.
Ama iyi öğretmenlerimiz olmadı mı, oldu tabii ve zihnimizde birer kara leke gibi kalanlardan farklı olarak onlar, kalplerimizde taht kurup rol model oldular bize…
Söz gelimi ortaokul Türkçe öğretmenim, rahmetli İbrahim Göktan’ın sınıfta Kemalettin Kamu’dan, Ziya Osman Saba’dan, Faruk Nafiz Çamlıbel’den coşkulu bir ahenkle ve kendinden geçmiş halde sıralarımızın arasında dolaşarak şiirler okuyuşunu, bunu da dün gibi hatırlıyorum!
Ve onun örneğini bugün, kendi sınıfımda Özdemir Asaf’tan, Nazım Hikmet’ten, Attila İlhan’dan şiirlerle sürdürüyorum!..
                                                                              ***
 
İki gün önce Dünya Öğretmenler Günü vesilesiyle depreşti bu hatıralar.
Bir yandan Köy Enstitülü ilkokul öğretmeni annemi rahmetle hatırlayıp hüzne gark oldum.
Diğer yandan sınıfımda öğrencilerimin sürpriz kutlama partisinde aşkla doldum!
Ve Okan Üniversitesi Eğitim Fakültesi ile Okan Koleji’nin birlikte hazırladıkları “Ana Okulundan Üniversiteye Öğretmen Algısı” başlıklı enfes bir etkinlikte, adeta “kıyamet” arifesinde gibi yaşadığımız şu dünyada umudu hala diri tutmaya değer dedirten “pırıl pırıl sesler” karşısında da mest oldum!..
Evet, insandan ümit kesilmez! Bunu, etkinlikte panelist olarak dinlediğimiz ilkokul, ortaokul ve lise düzeylerinde Kolej’de eğitim gören öğrencilerin “İyi öğretmen nasıl olmalı” sorusuna verdikleri cevaplardan da, bu cevapların altını dolduran düşüncelerinden de çıkarabiliyoruz.
İyi öğretmen, önce “dost” olmalı diyorlar.
“Motive edici” olmalı ki öğrenci “içe kapanmasın” diyorlar.
Sadece “öğreten” olmamalı, dersi sevdiren olmalı, çocukların farklılıklarını gözeten olmalı diyorlar.
Okula, “Eve gidiyorum” gibi giden öğretmen olmalı diyorlar.
Empati kurabilmeli, bizim açımızdan dünyaya bakabilmeli diyorlar.
“Geri bildirimler”le öğrenciyi “motive edebilmeli” diyorlar.
Mutlu olmalı diyorlar, eğlenceli olmalı diyorlar.
Donanımlı olsun; her şeyi bilecek diye bir şey yok, ama “gerçek hayat”la da ilişkilendirebilsin anlattıklarını diyorlar.
Ve en önemlisi:
Öğretmen özgür olsun diyorlar!
Öğretmen özgür olursa öğrenciyi de özgür kılar diyorlar!..

                                                                               ***
 
Bunlar kelimesi kelimesine ilkokuldan, ortaokula ve liseye öğrencilerin sözleri…
Onlardan bunları “öğrenince”, ben de “iyi öğretmenlik” tanımımı bir kez daha temize çektim:
İyi öğretmen, “ebedi öğrenci” olabilendir diye...

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İşimiz zor! - TİMUR AKKURT

“İnternete olan aşırı düşkünlüğümüz”, “Zaman böyle alışmamız lazım” ve “Yeni nesil böyle yapacak bir şey yok” söylemleri... Bunların hepsi kısmen doğru olmakla birlikte çok ciddi problemleri de beraberinde getiriyor. Kim ne derse desin! 

Bu ikilem maalesef bizim jenerasyonumuzun maruz kaldığı bir karışıklık. O kadar hızlı bir dönüşümün ortasında kaldık ki, kimse ne yapacağını bilemez halde. Nedeni çok basit. Anlaşılır bir şekilde anlatmaya çalışayım.
Yüz yıldır teknoloji belli bir hızda ilerliyordu. Gözünüzde daha rahat canlandırmanız için atmasyon rakamlarla izah etmeye çalışacağım.
Diyelim ki 1900 ile 1950 arasında teknoloji 30 km hızla gelişiyordu. Bu gelişmeleri bünyemiz, aklımız kaldırabiliyordu. 1950 ile 2000 arasında bu hız 60 km oldu. Bu kısımda da çok sorun yaşamadık. Hatta bu dönem olan gelişmelerden çok keyif aldık. Sindirebileceğimiz bir hızdı çünkü bu. Siyah beyazdan renkli televizyona geçiş bizim için olaydı. Ne olduğuysa 2000 ile 2017 arasında oldu. Bir anda bu hız 170 km oldu.
Tüm bu süreçler yaşanırken bir taraftan da üremeye devam ettik. Biz neler olduğunu anlamaya çalışıp, adapte olmak isterken bu hızla dönen bir dünyanın tam ortasına çocuklarımız geldi. Daha biz neyi nasıl yapacağımızı anlamak isterken bir de onları bu hayatın içine sokmaya uğraştık. En büyük kırılma noktası burada oldu. Renkli TV’nin ne kadar güzel bir şey olduğunu eskiden siyah beyaz TV’ler olduğunu anlatmak isterken onlar bunu anlayamadı. Bize anlatılan hikâye, “eskiden radyo dinlerdik şimdi TV izliyoruz” olduğunda biz bu olayın dev çapını algılayabilmiştik. Şimdi HD kalite 4K oldu, 8K oldu desek bu büyük bir olay olmuyor çünkü süreç aşırı hızlandı. Tam bu sırada çocuklarımız büyürken büyük bir tembelliği keşfetmez miyiz! Tablet. Çocuğun önüne koyduğun anda paralize oluyor. Ne ağlıyor ne sızlanıyor ne de senden bir şey istiyor.

Muazzam teknoloji!
Durum hiç öyle değildi aslında. Çocuklarımızı büyük bir yalnızlığa, sanal bir dünyanın ortasına ellerimizle itmiştik. 2000-2010 arasında doğan çocukların durumu gerçekten hiç iyi değil. Zorla itildikleri yüksek teknolojili sanal dünya onların her şeyi yanlış anlamalarına neden oldu. Tüm gelişimlerini bu arada geçirdiler. Biz de çok suçlu değildik aslında. Bilmediğimiz o kadar renkli ve hareketli bir dünyaydı ki bu, herkes büyülenmiş gibi kendini kaptırdı. Sadece çocuklar olsa... Yetişkinlerin de bazıları bu büyülü dünya içinde kayboldular. Dönüp baktığımızda teknolojinin esiri olmuş durumdayız. Misyonu hayatı kolaylaştırmak, bize daha rahat ve konforlu bir gelecek sunmak olan teknoloji kontrolsüzce evimize, içimize yerleşti. Kahkaha ile yemek yenen ailecek sohbet edilen evlerin sesleri gittikçe azaldı. Herkes kendi 01010101’leri arasında kendince mutlu mesut yaşamaya başladı.
Bu doğru bir yol değil diye düşünüyorum. İnsanlığımızın en güzel özelliği iletişim kurmak, duygu alışverişi ile iyiyi kötüyü paylaşmak. Şimdi iki emoji, bir SMS ile bayram kutluyoruz, baş sağlığı diliyoruz. Yapay zekâ ile güçlendirilmiş bu teknolojiyi gittikçe hayatımızın tam ortasına yerleştiriyoruz. Kim bilir belki öyle olması gerekiyor ama benim içime sinmiyor açıkçası. Eskiyi bilen bizler bunun kıyaslamasını çok iyi yapabiliyoruz. En azından şimdilik. Gittikçe unutulmaya yüz tutmuş bu insansı davranışlar bakalım ne zaman tamamen bitecek.

Bu durumdan dünya üzerinde çok rahatsız olan var ki çok önemli olduğunu düşündüğüm bir konferans ile bugün ve yarın bir araya geliyorlar. Basın bülteni çok geç geldiği için ben başka bir programa katılacağımdan bu konferansa gidemiyorum. Yansımalarını en ince detayına kadar okuyup takip edeceğim.

Yeşilay’ın Türkiye’de düzenlediği bu uluslararası konferans İstanbul WOW Otel’de yapılacak. Kongrede 15 ülkeden teknoloji bağımlılığı alanındaki uzman 35 isim ‘mobil telefon bağımlılığı’, ‘online oyun bağımlılığı’, ‘halk sağlığı ve bağımlılık’, ‘çocuklarda online oyun bağımlılığı’, ‘internet ve sosyal medya bağımlılığı’, ‘siber zorbalık’ konularını masaya yatıracak.

Biliyorsunuz Yeşilay alkol, uyuşturucu, sigara gibi bağımlılıklarla mücadele eden bir kurum. Artık listesine teknolojiyi de almış durumda. Nedeni daha önceki yazılarımda da ara ara bahsettiğim uyuşturucu bağımlılığı ve teknoloji bağımlılığı arasında inanılmaz benzerlikler olması. Maalesef bu konuda onların çabası yeterli değil. Yine daha önce dediğim gibi bu işi toplumsal seferberlik ile çözebiliriz. Bir ev bu bağımlılık ile mücadele ederken yanda başka bir ev umursamazsa çözülemez. Çocuklar haklı olarak ama arkadaşım orada ben niye giremiyorum diyor.

Teknolojiyi elbette sonuna kadar kullanalım. Ben de bir teknoloji severim ama Tekno Safari’nin sloganı “Teknolojinin Esiri Değil Efendisi Olun”dur. Teknolojiyi üretmek için kullanın. Sağlık için, insanlığa fayda için, ülke menfaatleri için, aileniz için…
Uzar gider bu liste.
Ben sadece ülkemiz için konuşacağım; Büyük tüketiciyiz. Teknoloji ve onun ekosistemi ile ilgili üretmek yerine sadece tüketmeyi tercih ediyoruz. Birilerini hep zengin edip, onun geliştirdiği bir uygulamanın esiri oluveriyoruz.
Eğlenmek güzel, çok doğru ama bir gün kendi ayaklarımız üzerinde durduğumuzda eğelenecek kadar güçlü olacak mıyız?
Biri bizi finanse etmeden yine her şeyle dalga geçebilecek miyiz?
Biz 70’liler olarak kendi paramızı kazanıyoruz. Hasbelkader teknoloji ile uyumluluğu yakaladık. Ürettiklerimizle bu ekosistemden para kazanabiliyoruz. Benim gördüğüm yeni neslin bu kadar şanslı olmayacağı. Çok dikkatli olmalılar.
Aileler olarak sizlerin, onlara sahip çıkması şart.
Bizim eğitim sistemimiz, ekonomimiz maalesef Avrupa, Amerika’dan çok ama çok güçsüz. Ayakta kalmak için boş değil ateş gibi nesillere onlardan çok ama çok daha fazla ihtiyacımız var. Burada da en büyük şansımız genç nüfusumuz. Onlara fark atabileceğimiz en büyük alan burada. Onların da başı yaşlı nüfuslarıyla dertte. Çok iyi eğitim alıyorlar, bizim çocuklarımızdan çok daha donanımlı, az da olsa nüfusları var.
Biliyorsunuz kuru kalabalığın bir anlamı yok! Nitelikli kalabalığa sahip olmazsak işimiz yeni dünyada çok zor!
Kendinize dikkat edin.
İşimiz ZOR!

  TİMUR AKKURT / BİRGÜN

25 Kasım 2017 Cumartesi

Bu baskıdan sağlam çıkılmaz - AYDEMİR GÜLER

Erdoğan ve arkadaşlarının muazzam bir basınç altında oldukları görülüyor.
Ama öte yandan Ankara’nın Moskova ve Tahran’la ortak Suriye politikası ilan etmesini büyük açılım diye yorumlayanlar var.
Nasıl büyük açılımsa, Rusya ve İran’ın müttefiki olan Şam, TSK’yı işgalci olarak mahkûm etmekten hiç de geri adım atmıyor. Buna karşılık Moskova-Tahran ortaklığı AKP hükümetini Suriye’deki Kürt faktörü konusunda Şam’a demir atmaya mecbur bırakmış bulunuyor. Esad işgalci suçlamasında ısrar ediyor, ama Erdoğan ekibi uzun süredir dile getirilen espriyi yaşama geçirmeye başladı bile. Esed sözcüğü değiştiriliyor…

Değişecek mecburen.
Ama kurtarır mı?
TSK’nın Suriye topraklarındaki varlığının meşru olduğu tezinin yanında duracak ve Türkiye’yi satmayacak kimse kaldı mı?
TSK’nın operasyonlarına destek veren veya ses etmeyen uygar dünyayı kast ediyorum…
Yakında Türk Dışişleri “bari Süleyman Şah türbesine bekçi bırakmamıza izin verin” deme noktasına gelebilir!
Bu aralar AKP güvenlik güçlerinin IŞİD’e ve Suriye’ye taşınan silah ve mühimmata operasyon üstüne operasyon düzenlemesinin mevsimidir.
Bütün IŞİD’çiler hayatlarının bir evresinde Erdoğan’cı ve bütün AKP’liler en azından IŞİD sempatizanı olmuşken, bu mevsimin sancılı ve uzun süreli olması kaçınılmazdır.
Aptallara yapılan yorum servisine göre Türkiye, iki komşu ülkenin Ortadoğu’da başlarına buyruk iş yapmasını, kollarına girerek ve diplomasi mahareti sergileyerek önlüyor. Bunun saçma olduğu açık. AKP uzun zamandır hazırlandığı zorunlu dönüşü gerçekleştiriyor yalnızca. Bu tür “özeleştiriler”in bedeli olur.
Lakin ABD’nin çıkardığı hesabı fazla bulup, başkalarından fiyat teklifi isteyen Erdoğan ve arkadaşlarının sıfırı tükettiklerini söyleyemiyoruz. Çünkü hep daha vereceği çok malı mülkü olan bir eski zengin gibi görünen Türkiye kredi kapısı bulmaya devam edebiliyor. Bu kapılar genel olarak hiçbir zaman tamamen kapanmaz. Doğrudan veya Körfez dolaylarından bulunacak kaynakların her defasında politik faizi daha yüksek olacaktır. AKP hayatını kendi politikasına değil, memlekette ipotek konacak değerlerin tükenmemesine borçludur.

“Rıza Sarraf direnişinde” Ankara yolun sonuna geldi.
Hayırsever iş adamı artık ihanet çetesinin içinde sayılıyor. Bu arada Amerikan hukuk sisteminin hain türetme kapasitesinin çok yüksek olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Suçlu bulup itirafçı yapıyorsunuz. İstihbarat teşkilatlarının tetikçi yetiştirmesi üstüne çok film çevrildi. Doğruymuş. Ve AKP dolaylarında suçludan bol ne var!
Komploya Mısır da katıldı. Türkiye’nin Müslüman Kardeşler aracılığıyla Kahire’yi ele geçirme planlarına kalkıştığı ve ajan faaliyetinin deşifre edilmesi hafif bir haber değil. Erdoğan’ın Mursi hassasiyetinden geriye rabia işareti bile kalmadı son zamanlarda. Dolayısıyla zamanlama mükemmeldir ve Sisi bile intikam saatinin geldiğini ilan etmektedir. Herhalde açık; Türkiye’nin Mısır ve Suriye olmaksızın Ortadoğu’da ne geleceği ne varlığı kalır. Bu durum artık tescilleniyor.
Tablo böyle gelişirken Kürt hareketlerinin umutlanmaya hakları olacaktır. Böyle bir iktidarın genel olarak anti-Kürt diyebileceğimiz çizgiyi sürdürmesinin zemini zayıftır. Hele pazarlık masasının adı 2019 olmuşken…

Seçimi merkeze koyan bir iktidar, muhalefet açısından kolay hedef haline gelir. Herkesin pazarlığı yukarıya çektiği bir masadan AKP’nin kolu kanadı yerinde kalkması biraz zor görünüyor. Tabii bu arada kimse partiden ve belediyeden tasfiye edilen kadroların dünya işlerinden el ayak çektiğini düşünmesin…

Sözün ucunu daha ekonomiye getirmedik bile: AKP’ye can simidi atılması artık Erdoğan’ın elinde değildir. Türkiye ekonomisi iptedir ve ipten alınıp alınmayacağı karar konusudur. Bu ülke hiç bu kadar kırılgan hale geldi mi?

Bunca laf başlığa dönebilmek içindi. Hakikaten bu kadar baskıdan sağlam çıkılmaz. Herkesin birbirine sorduğu sorunun, “bu iş nereye varacak”ın yanıtı bu.

Ancak bu yanıt iki nedenle önemsizleşmiş bulunuyor.

Bir: AKP birkaç vartayı daha atlatsa bile, sahip olduğu politik gücü ve kapasitesi baş aşağı gitmektedir. Raundu ayakta bitirse bile Erdoğan’ın maçı kazanamayacağını herkes biliyor.

İki: Bu işlerin nereye varacağından daha fazla önem taşıyan soru “bizim” ne yapacağımız. Yukarıdaki it dalaşı, Erdoğan’ın sonunu veya başka bir şeyi etkilediği kadar, belki bunlardan daha fazla Türkiye’yi büyük bir değişim için elverişli hale taşımaktadır.

Büyük değişim için işçi sınıfının ne kadar güç biriktirdiği sorusu “ne olacak memleketin hali”nden tarihsel olarak daha önemlidir.

Aydemir Güler / SOL

Sandalye teorisi - ORHAN GÖKDEMİR

Rıza Sarraf İran vatandaşıydı. Ücreti mukabili Türk vatandaşlığına alındı. Cebinde İran ve Makedonya pasaportları da taşıyordu o sırada. Söyleyenlerin yalancısıyız, ortağı Bebek Zencani ile birlikte Türkiye’de dağıttıkları rüşvetin 8,5 milyar doları bulduğu iddia ediliyor. İki kafadar para içinde yüzüyor, yüzdükçe etrafa saçıyorlardı. Düşünün, ABD’de tutuklandığında 103 bin Dolar nakit vardı üzerinde hazretin. Bir yıldır ABD’de tutuklu.

 ABD’ye gitmeden önce Türkiye'de de bakan çocukları ile birlikte tutuklanmış, 72 gün cezaevinde yattıktan sonra salıverilmişti hatırlayacaksınız. Salındıktan sonra tutuklanmasında görev alan polisler, savcılar, yargıçlar uçtu gitti. O, hakkında açılan davalardan yağdan kıl çeker gibi sıyrılırken İran’da tutuklanan ortağı idam cezasına çarptırıldı. İran’dan uzakta böyle bir cennet varken hapse girmeyi göze alıp neden ansızın ABD’nin yolunu tuttuğunu kimse bilmiyor.

Gitti, arkasında ağır bir enkaz bıraktı. Hayır, kapattığı iddia edilen cari açıktan söz etmiyorum. Enkazın esası siyasidir. Sadece saate meraklı bir bakana verdiği rüşvet şöyle: 32 milyon Euro, 10 milyon Dolar ve 300 bin İsviçre Frank’ı, pahalı bir piyano, lüks saatler ve mücevherler. Bir başka bakana 5,8 milyon dolar, bir kamu bankası müdürüne 2,5 milyon Euro ve 1,4 milyon Dolar, düşük profilli bir başka bakana 500 bin dolar… Hepsini toplasan 8,5 milyar doların 10’da biri etmez. Yani rüşvetin aslan payının kime gittiği hala sır. Ama bu konuyla ilgili ülkede yürüyen tek bir dava yok.
Başkanlık sisteminden sonra ne iş yaptığı bilinmez, hükumetin bir bakanı geçen hafta çıktı dedi ki, “Rıza Sarraf davası hukuki nitelikten çok siyasidir. Bu dava Türkiye’yi Türk milletini köşeye sıkıştırma davasıdır.’’ Diyelim ki öyle, peki neden hukuki bir dava açıp soruşturmadınız işin aslını, faslını? Neden yakalanan rüşvet paralarını faiziyle birlikte rüşvet alana iade ettiniz? Neden araştırmıyorsunuz, Rıza ve Bebek adlı karanlık adamlar heybesinde bu kadar parayla ülkede ne yapmaya gelmişti diye.

İçinde Türk milleti var mı bilmem ama belli ki Rıza Sarraf olayı vesilesiyle ta ABD’de bir AKP mahkemesi kuruluyor. Üstelik Rıza kalktı sanık sandalyesinden. Geride bir kamu bankasının ikinci derece yöneticisi kaldı. Ortalıkta bir dava olabilmesi için Rıza’nın boşalttığı sandalyeye oturacak birilerinin bulunması şart. ABD’lilerin bulmak için çok uğraşacaklarını sanmıyorum. Konunun muhatabı olan herkes bizzat kucağında oturuyor zaten. Herhangi birini işaret etmeleri yeterli.
“Süpürmeyin, kullanın” diye yalvarmışlardı yıllar önce.
Kullandılar süpürüyorlar.
Sandalye devriliyor.
Darılmaca yok…
                                                                            ***

Rus uçağını düşürdükten sonra göreve davet ettikleri NATO ile de aralarında derin bir kriz var son günlerde. Söylenenlere göre Mustafa Kemal ve Tayyip Erdoğan’ı düşman panosuna yerleştirip, hedef tahtası olarak kullanmaya kalktılar NATO karargâhında. Ara tara, sorumlusu olarak bula bula bir Macar bilgisayarcıyı buldular. O da Kürt asıllı başka bir bilgisayarcı tarafından kandırıldığını söyledi. Kandırılmak suçu suç olmaktan çıkarıyor malum. Kürt asıllı bilgisayarcı zaten kayıp, Macar asıllısı “kandırıldım” dedi kurtardı, işine devam ediyor. Yedi kandırılmışlar ülkesinde kime ne diyeceksin?
Aslında içeride atılan hamasi nutukların dışında bir kriz miriz de yok ortalıkta. İlk gün duyulan “Eyy NATO” narasının ardından on tane iman tazeleme, NATO’yu teskin etme, bağlılık bildirme beyanı verildi iktidar çevrelerince. Çünkü dayak yiyen neden dayak yediğini gayet iyi biliyor, dayak atan da. O fotoğraf bilgisayardan indirilse bile hala hedeftedirler. Sandalyeyi çekiyorlar altlarından. Duyduğunuz onun gürültüsüdür.
                                                                             ***

Ruslarla da böyle bir kriz vardı iki yıl önce. Çünkü ABD’ye ve NATO’ya güvenip Rus uçağına ateş açtılar durup dururken. Aynı güvenle çıkıp “emri ben verdim” falan dediler. Sonra dönüp arkalarına baktılar ABD ve NATO duruyor mu diye. Ne gezer. Öfkeli Rus ayısının karşısında öyle dımdızlak kalakaldılar.

Yara bere içinde Moskova’ya koştular sonra. Af dilediler, el etek öptüler. Uzun bir süre Suriye sınırına yakın uçak uçuramadılar o korkuyla.  O gün bugündür Rus ayısına şirinlikler yapıp duruyorlar.

Bölgesel bütün iddialarından vaz geçip anlaşmaya varmak için gittikleri Soçi’de de altlarından sandalyeyi çekip aldılar. O sandalye ile birlikte Avrasya düşü de paramparça oldu Soçi’de. Afrin mafrin derken Suriye operasyonunun enkazı kucaklarına bırakıldı öylece. Şam’da namaz kılmak ne kelime, külliye camisinde Suriye sınırında bir Kürdistan daha kurulmasın diye yatıp kalkıp dua ediyorlar şimdi.

Ama Ortadoğu yasasıdır, sandalyesi altından çekilene tanrısı da yardım etmez. Gelen haberlere göre, Soçi Zirvesi'nde, Beşar Esad yönetimine danışmadan Suriyeli Kürtlere saldırmama sözü verdi Erdoğan. Yani bir tek hedefleri kaldı Suriye sınırları dâhilinde. O da artık Esad’ın iznine bağlı. Sandalyeyi altlarından çekip Esad’ı oturttular çünkü.

                                                                             ***

Ama çok şükür ülkedeki bütün sandalyelerde onlar oturuyor hali hazırda. Bütün televizyon kanalları, bütün gazeteler onların. Meclis onlarda, yargı ağızlarının içine bakıyor. Geçen gün sorunu kökünden halledip Yüksek Seçim Kurulu’nu doğrudan AKP’ye bağladılar. Böylece seçim kazanmak için çabalamalarına bile gerek kalmadı. Devlet Bahçeli biat etti, Kemal Kılıçdaroğlu imam hatip savunusuyla meşgul. Şişirdikleri İYİ parti iyi hoş ama ayakları kokuyor fena halde. “Uzaktan baktım ay parçası, yanına vardım estağfurullah” diye bir deyimimiz var, sanki bu parti düşünülüp öyle söylenmiş.

Fakat işte oturdukları sandalyeden düşüp duruyorlar bütün bu elverişli şartlara rağmen. “Van münit” vakasından “kaçak Ermenileri sınır dışı etme” iddiasına kadar yaşanan krizler de gösteriyor ki zaten tuhaf, oynak bir sandalyenin üzerinde oturuyorlardı. Yakın yandaş bir yazarın iddiasına göre bu olaylardan birinde veya her ikisinde Ahmet Davutoğlu perde gerisinde beklemekteydi. Sahneden inince Davutoğlu’na “Ben bir şey yaptım” dedi. Davutoğlu da “Bunu konuşmuştuk, inanmıyorum” diye yanıtladı.

Artık Ahmet Davutoğlu yok. Bülent Arınç, Abdullah Gül çekildi. Kadir Abi sizlere ömür, Melih Gökçek’i “fışkiyesini” koparıp çöpe attılar.
Kim var?
Boyu uzun bir basketbolcu, boyu kısa emekli bir güreşçi, tuhaf, gelgitli eski bir gazeteci, hırsı aklından büyük bir solcu eskisi…
Rüzgâr da karşıdan esiyor artık.
Yani sandalyenin devrilmesi kaçınılmaz.
Yıllar önce, her şeyin yeni başladığı zamandan bir CIA raporu hatırlıyorum. Şöyle diyordu: “Sık sık yanlış yapar. Sonra yanlış yaptığının farkına varır ve çok rahatsız olur. Rahatsız olduğu şeye itiraz edildiğinde yanlışta inat etmeye devam eder."
Bitti artık o lüks hayat. Sandalyeden her düştüğünde kendini tekzip eden laflar sarf etmesi kalkmasının imkânsız olduğu bir noktaya geldiğini fark etmiş olmasından.

                                                                               ***

Sandalyeyi ülkenin de altından çekiyorlar evet. Ama ülkelerin ve halkların kaderidir, herkes yaptığı yanlışların bedelini gün gelir öder. DYP’ye, ANAP’a, AKP’ye, düzen partilerine verilmiş oyların bedelidir bu.

Tek yolu var artık kurtuluşun. Sandalyeyi sahipleneceğiz, kimin oturup kimin kalkacağına biz karar vereceğiz. ABD’ye, NATO’ya bırakmayacağız, ülkeyi kurda kuşa yem etmeyeceğiz.

Ne Rıza Sarraf diye bir davamız var bizim, ne NATO’ya bağlılığımız. Ne AB’den inayet dilenir, ne ABD’ye yalvarırız.

Öyleyse vur tekmeyi sandalyeye!

Orhan Gökdemir / SOL

Bir UNCTAD raporu - KORKUT BORATAV

UNCTAD: “Üçüncü Dünyacı”

“Kapitalizmin Altın Çağı”, yani 1945-1979 yılları…
Sosyalist sistem SSCB’nin dışına taşmış; dünya halklarının üçte birini kapsamıştır.
Kapitalizm ise, emekçi sınıfların ve “mazlum halklar”ın muhalefetini sistem-içinde tutabilmek için iki büyük alanda uzlaşmalar arıyor; buluyor.
Birincisi emek-sermaye karşıtlığını, bölüşümcü, refah devletine dayalı uzlaşmalar içinde yönetmek… İkincisi ise, emperyalizmin hegemonyaya, sömürüye, siyasi-ekonomik eşitsizliğe dayanan yapısını, Üçüncü Dünya ile pazarlıklar yoluyla hafifletmek, aşındırmak…
Bu iki pazarlık ve  uzlaşma alanı, uluslararası örgütlenmelere de yol açtı.
Birincisi ILO kısaltmasıyla bilinen Uluslararası Çalışma Örgütü’dür. İşçi, işveren ve devlet sacayağı üzerinde kurumsallaşmıştır; kuruluşu 1919’a uzanır, ama 1945 sonrasında “gençleşir”; zaman zaman emeğin uluslararası ortamdaki sözcülüğünü (“uzlaşmacı” söylem içinde)  üstlenir.
 İkincisi ise, 1964’te kurulan UNCTAD’dır. Tam karşılığı Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’dır. Adından da anlaşılacağı kalkınma (yani “azgelişmişlik”) sorunları zerinde odaklanmıştır.
İlk Genel Sekreteri, Latin Amerika “bağımlılık okulu”nun önde gelen temsilcisi Raul Prebisch’tir. Üçüncü Dünya’nın uluslararası ortamdaki sözcülüğünü fiilen üstlenmeyi hedeflemiştir.

UNCTAD, “Altın Çağ” yıllarında Üçüncü Dünya ile Batı devletleri arasındaki “yeni uluslararası ekonomik düzen” müzakerelerine ev sahipliği de etmiştir. Sonraki yıllarda işlevleri araştırma ve danışma ile sınırlanmıştır. Her yıl yayımladığı Ticaret ve Kalkınma Raporu (Trade and Development Report) önem taşır.
Kuruluşuna damgasını vuran “Üçüncü Dünyacı”  ideoloji, değişen koşullara rağmen bu raporlarda hâlâ korunur.
IMF ve Dünya Bankası  raporlarının “soldan karşıtı” olarak görülmelidir.  
Eylül’de yayımlanan 2017 Ticaret ve Kalkınma Raporu’nda dünya ekonomisinin kimi güncel sorunlarını, finansallaşma ve rantiye kapitalizmi başlıkları altında inceleyen V. ve VI. bölümlerini gözden geçirmek istiyorum.

Finansallaşmanın Günahları
UNCTAD Raporu finansallaşmayı, “finansal piyasaların hacim ve etki olarak büyümesi” olarak anlıyor (Bölüm V, s.94). Ülkelerin finansallaşma derecesi de, (a) bankaların toplam varlıkları; (b) uluslararası yatırım pozisyonunun kalemleri; (c) en büyük altı bankanın toplam varlıkları, milli gelirlere oranlanarak  karşılaştırılıyor (ss.97-98).

Batı ekonomilerinde 1975-2015 yılları arasında finansallaşma belirgin boyutlarda artmıştır. Bu göstergeler, 2008-2009 krizinde biraz gerilemiş; sonra yeniden yükselmeye başlamıştır.
Türkiye dahil dokuz çevre ekonomisinin göstergeleri ise 1990-2015 için veriliyor. Finansallaşma derecesi bakımından Batı ekonomileri açık farkla öndedir.

Türkiye’ye biraz daha yakından bakalım: Tüm bankaların ve en büyük altı bankanın göreli büyüklükleri bakımından Türkiye’nin finansallaşması, dokuz ülkenin ortalamaları civarındadır. Ülkemizin diğerlerine göre  “finansal çarpıklığı”,  dış varlıkları ile dış yükümlülüklerini karşılaştıran uluslararası yatırım pozisyonu içinde ortaya çıkıyor. Türkiye’nin net pozisyonu “eksi” (negatif) değer taşıyor. Çin ve Rusya hariç diğer çevre ülkelerinde de durum böyledir; yani dış varlıklar, dış yükümlülüklerin altındadır; ancak onlarda  bu makas zaman içinde açılmamıştır. Türkiye’de ise bu kritik makas hızla açılmıştır. Net pozisyonun milli gelire oranı da son on yılda (“eksi” değerler olarak) yüzde 27’den (Eylül 2017’de) yüzde 55’e yükselmiştir.

UNCTAD Raporu, son 25 yılda dünya ekonomisindeki finansallaşmayı “hayırlı bir gelişme” olarak görmüyor; şu aşamaları betimliyor (ss.98-100):
Küreselleşme ücretler bastırılarak başladı. Toplam talep böylece kısıtlandı; âtıl kapasiteler oluştu.
Sermaye sınıfları, yeni kâr alanlarını finansallaşmada aramaya başladı; spekülatif alanlarda finansal rantlar oluşturuldu. Bunların tırmanması, üretken sektörlerdeki kâr oranlarını aşındırdı. Geçmişten gelen finansal denetim, düzenleme  önlemleri yetersiz kaldı; kimileri kaldırıldı. Finansallaşma ve spekülatif kazanç arayışları ulusal sınırların dışına taştı; çevre ekonomileri de önemli konumlara yerleşti.

Artan kırılganlıklar, 2007-2008 finansal kriziyle sonuçlandı. Kriz arifesi, gelir eşitsizliklerinin tırmandığı, yoksul katmanların gelir kayıplarını aşırı borçlanarak telafi ettikleri bir dönemdir. Kriz yönetimleri ise, para politikasına havale edildi. Büyük bankalara,  alacakların ödenmesine öncelik verildi.  Krizin maliyeti, kamu sektörü ile emekçi sınıflara yüklendi.

Rapor, böylece, finansallaşmanın günahlarını belirlemiş oluyor: Ekonomilerin durgunlaşmasına katkı yapan, finansal krizlere yol açan yapısal dönüşümler; bölüşüm ilişkilerinde eşitsizliklerin artması, ücret paylarının aşınması…

Rantiye Kapitalizmi Eleştirisi
UNCTAD Raporu’nda Bölüm VI, spekülatif finansal “rantlar” eleştirisini, finansal sistemin dışına taşıyor: Çağdaş kapitalizm, tüm sektörleri kapsayan bir rantiyeleşme eğilimi içindedir.
Rapor, “rantları”, yenilikçi teşebbüsten veya emeğin verimli kullanımından değil; doğrudan doğruya varlıkların mülkiyet ve denetiminden türetilen gelirler” olarak tanımlıyor. Bu anlayış, açıkça. Keynes’in “finansal rantiye, sadece sermayenin kıtlığı nedeniyle faiz elde eden işlevsiz yatırımcıdır tanımıyla akrabadır. Ancak, Rapor,  olguyu, finans-dışı kesimlerde arıyor; belirliyor; ölçüyor (Bölüm VI, s.119 vd.).

UNCTAD Raporu, 56 ülkenin finans-dışı şirket bilançolarından hareketle, “rantları” içerdiği kabul edilen “süper-kârları” hesaplamıştır. Hesaplama yönteminde belirsizlikler vardır. Sonuçlara bakılırsa, toplam kârların içinde rantların (“süper-kârların”) payı, 1995-2000 arasında yüzde 4 iken, 2009-2015 döneminde yüzde 23’e çıkmış. Şirketler büyüdükçe rantların payı artmaktadır.

Finans kesimi dışında kapitalizmi besleyen rantların oluşumunda,  yükselmesinde hangi uygulamalar belirleyici olmuştur?

Rapor, “bilgiyi yapay olarak kıtlaştıran” fikrî haklar ve patentler ile başlıyor. Bunları, “yağmacı” nitelemesi yakıştırılan özelleştirme ve şirket sübvansiyonları uygulamaları izliyor. Vergiden kaçınma yöntemleri sıralanıyor. Şirket yöneticilerinin rant oluşturma, el koyma örnekleri listeyi tamamlıyor.
“Rantlar”ı oluşturan, dolayısıyla “rantiye kapitalizmi”ne yol açan tüm bu uygulamaların kaynağında temel bir bozulma vardır: “Paranın siyasî güç elde etmek için kullanıldığı; siyasî gücün de para kazanmak için kullanıldığı bir kısır döngü vardır… Yetersiz düzenlemeler [şirketlerce]  zaptedilmekte; şirketlerin güçleri de giderek artmaktadır.” Rantiye kapitalizmi, ekonomik ve siyasî gücün   iç içe girmesi ile beslenir (s. 139).

UNCTAD Radikalliğinin Sınırları
UNCTAD, Birleşmiş Milletler (BM) topluluğu içinde yer alan bir örgüttür. BM üyelerinin katkılarıyla varlığını sürdürür. Kuruluşunda rol oynayan dünya görüşü, kısmen ana sözleşmesine, kısmen de sonraki çalışmalarına  damga vurmuştur. Bu çizginin, “küreselleşmeci” DB/IMF’ye göre “Üçüncü Dünyacı, kalkınmacı, göreli olarak solda” yer aldığına da yukarıda değindim.

Ne var ki, BM belgelerinde “solculuk”, yazılı olmayan  kurallarla sınırlanmıştır. Terminolojik, kavramsal kısıtlar vardır. Emperyalizm, burjuvazi, sömürü, kapitalist devlet  kavramları kullanılmaz. Sınıf mücadelesi söyleminden uzak durulur. Sınıfsal  içeriğiyle sermaye kavramı yerine, şirketler, seçkinler, “üst gelir dilimleri” ifadeleri yeğlenir.

Ancak olgular, kavramlardan bağımsız olarak vardır. Bunların incelenmesinden kaçınılamaz. Rapor yazarları bu işi üstlenince, sorunları, araştırma gündemini, bulgularını örnek verdiğim tarafsız terminoloji ve söylem ile ifade etmeye çalışırlar.

UNCTAD’ın 2017 Ticaret ve Kalkınma Raporu da aynı özellikleri taşıyor. Rapor’un redaksiyon kurulunda Marksist iktisatçıların da adları yer alıyor. Özetlediğim  Bölüm V ve Bölüm VI, kapitalizmin çağdaş sorunlarını inceliyor. Bir BM belgesi yazarları olarak incelemeyi, yukarıda örnek verdiğim Marksist (veya bağlantılı) kavramlarla değil, finansallaşma ve rantiye kapitalizmi terimleri ile sürdürüyorlar.

Rantiye kapitalizmi incelemesi, bu açıdan önem taşıyor. Dünya Bankası’nın ve burjuva iktisadının, Üçüncü Dünya’daki kalkınmacı, korumacı, planlamacı ulusal sanayileşme yönelişlerini çökertmek amacıyla geliştirdikleri yolsuzluk söyleminin bir “soldan karşıtı”, UNCTAD Raporu’nun Bölüm VI’sıdır.

Neoliberal söylem, yolsuzluğu Üçüncü Dünya’ya özgü ve devlet politikalarından kaynaklanan bir bozulma olarak gösterir. UNCTAD yazarları ise, gelişmiş kapitalizmde “devleti zapteden güçlü şirketler” tarafından yaratılan bir rantiye kapitalizmini betimliyor. Böylece, “kapitalizmin  Altın Çağı” içinde, artık değerin sermaye grupları arasında paylaşımında tarafsızlığı sağlama amacıyla geliştirilen kuralların tasfiyesi anlatılmış oluyor.     Öncelikle dev finans kapital, sonra da en güçlü sermaye fraksiyonları, devlet aygıtını kullanarak, denetleyerek, giderek artan “süper-kârlar”, “rantlar” oluşturmakta; bunların yükü, önce emekçi sınıflara (ücretlere), sonra devlet hizmetlerine, üretken, yatırımcı sermayeye yüklenmektedir.

Sonuç, Bölüm I’de sergileniyor: Kapitalist dünya ekonomisinin giderek durgunlaşması ve bölüşüm ilişkilerinin sistematik olarak emek aleyhine seyretmesi …
Hayalperest Reformlar Listesi…
Birleşmiş Milletler belgelerinin çoğu, politika önerileri ile son bulur. 2017 Ticaret ve Kalkınma Raporu da bu geleneğe uyuyor ve Bölüm VII’de “ne yapmalı?” sorusu yanıtlanıyor. Bölümdeki öneriler listesi ne göz atalım:
Kamu maliyesinde kemer sıkmaya son vermek…
Sosyal ve çevre öncelikli kamu yatırımlarını artırmak…
Kamu gelirlerini artırmak: Bu, artan-oranlılığın (müterakkiliğin) yukarı çekildiği gelir, kurumlar vergileriyle; mülkiyet ve rantlar vergilenerek gerçekleşmelidir.
Finansal varlık sahiplerini dünya çapında izleyecek bir küresel kayıt sistemi geliştirmek… Bu, “vergi cennetleri”ne son verecek yasal düzenlemeleri de içermelidir.
Örgütlü emeğin dünya çapında güçlendirilmesi…
Finans sermayesinin hizaya getirilmesi, denetlenmesi; rantiye şirketlerin frenlenmesi: Bu çerçevede yeni bir uluslararası yatırım düzeni tasarlanmalı ve ikili ticaret / yatırım anlaşmalarına sızan fikrî haklarla, yatırımlarla  ilgili kısıtlamaların revizyonu hedeflenmelidir..
2017 Ticaret ve Kalkınma Raporu’nun çeşitli sayfalarında, “düzenleyici kuralların, devlet politikalarının ve kaynaklarının, vergilerin, çokulusluluğun  küçük bir seçkinler grubu, dev bankalar, güçlü şirketler, dar ve özel çıkar grupları tarafından zaptedilmesi” ifadeleri tekrarla ve ısrarla yer almaktadır (ss. 27, 95, 120, 122, 132, 137, 163-4).
Bunlara bakarsak Rapor yazarları, Bölüm VII’deki reform önerilerini latife olarak ve “okurlara göz kırparak” kaleme almış olmalıdır.

Rapor’un solcu yazarları, benzer olguları kendi imzalarıyla yorumlayıp yayımladıklarında, parazit dev sermayenin denetlediği kapitalist devletlerin, çürümüş kapitalizmi ayakta tutma işlevi dışında herhangi bir “reform” gündemini üstlenemeyeceğini de herhalde açıkça ortaya koyacaklardır.

Korkut Boratav / SOL