24 Aralık 2017 Pazar

AKP, Kudüs ve Osmanlı Yahudileri - TANER TİMUR

Daha birkaç ay önce Trump’ı bu ülkede ağırlamaktan onur duyacağını söyleyenler, şimdi Filistin Davası’nı anti-emperyalist giysilerle sunmaya çalışmaktadır. Oysa artık mızrak çuvala sığmıyor ve geçmişi antiemperyalist hareketle mücadeleyle yüklü bir hareketin bu yeni “anti-emperyalist” maskesi asla inandırıcı olamıyor. 

 Kudüs, New York, komplo, Halk Bankası... İşte bir araya gelmesi zor bir sürü sözcük ki, belli bir konjonktür onları yan yana koydu ve dış politikamızın şifreleri haline getirdi. Gerçekten de Beyaz Saray’daki “Neron” ve New York’taki “tiyatro”, bu ülkede bir süre daha uykuları kaçıracağa benziyor. Daha çok da iş çevrelerinde! Bir iktisatçımıza göre son günlerde iş adamlarını, en fazla, “bir süredir dış politika uygulamalarının tümüyle iç politika kaygılarıyla uygulanması” üzüyormuş! Hele “Batı ile iplerin gerçekten kopma noktasına” gelmiş olması çok ürkütücü imiş! Aralarında Halk Bankası’na verilebilecek cezayı bile tartışıyorlarmış! (E. Sağlam, Hürriyet, 18 Aralık).

Yine de AKP çevrelerinde iyimserlik rüzgârları esiyor ve iktidar sözcüleri gelişmeleri hala seçim gözlükleriyle okumaya çalışıyor. Örneğin AKP’ye yakın bir yazarın kaleminden şu satırları okuyoruz: “Dün birçok araştırma şirketi sahibiyle görüştüm, hepsi aynı şeyi söylüyor: Türkiye kamuoyunda bu davanın inandırıcılığı yok denecek kadar azaldı. Aksine, özellikle ABD’nin Kudüs kararından sonra artan anti-Amerikanizmle beraber dava Erdoğan  ve AK Parti’ye yarıyor” (N. Alçı, HaberTürk, 15 Aralık). Sanki sorun sadece AKP’nin seçim barometresiyle ilgiliymiş gibi… Aynı duygularla New York’ta duruşmaları izleyen bir gazetecimiz de davanın çöktüğünü, komplonun farkına varan hâkim Berman’ın “davanın düşmesini” önlemek için manevralar yaptığını müjdelemişti. (S. Turgut, 19 Aralık).

Böylece New York davası bir para aklama davası olmaktan çıkıyor; anti-Amerikanizm ve Kudüs bayrakları altında finans sistemimiz için bir paratoner haline geliyor. Ne var ki bu arada New York’tan da hayli farklı sesler geliyor. Örneğin duruşmalarda Halk Bankası avukatı V. Rocco, M. Hakan Atilla’yı şöyle savunuyor: “Delillerin göstereceği gibi, Mr. Atilla, bir fırtınanın, kitlesel rüşvet, yalan ve entrikadan oluşan uluslararası büyük bir fırtına girdabının ortasında, sadık ve çalışkan bir memurdur; Zarrab’ın bahtsız ve çaresiz piyonlarından biridir”. (N.Y. Times, 16 Aralık).

Hâkim ve jürinin söz konusu “delil”leri nasıl değerlendireceğini yakında öğreneceğiz; fakat şimdiden söyleyebiliriz ki, Avukat Rocco’nun sözleri, teatral tonda da olsa, kulaklarımızda hayattan alınmış bir dramın tınlamasını yapıyorlar. Belli ki New York’ta Ankara’dan çok farklı rüzgârlar esiyor ve farklı hesaplar yapılıyor. Ve bu koşullarda Türkiye’de yanıtlanması gereken temel soru da şu şekilde ortaya çıkıyor: New York’ta görülen davayla bir ilgisi olmayan, fakat tam bu sırada patlak veren Filistin sorununa nasıl bakacağız? Onu iç politikada sıkışmış bir iktidarın, Kudüs Sancağı altında yücelttiği bir “İslam davası” olarak mı göreceğiz? Yoksa olaya “ezilen bir halk”ın davası olarak mı bakacağız?

•••

İslam İşbirliği Teşkilatı İstanbul toplantısında birinci yol seçildi ve bu da hiç kuşku yok ki ne Türkiye, ne de Filistin halkı için hayırlı oldu. Trump’ın bütün dünya tarafından kınanan kararına karşı, bu defa da Kudüs’ü Filistin Devleti’nin başkenti ilan etmek hakkaniyete hiç de uygun değildi. Ayrıca, bu, sık sık gönderme yapılan BM kararlarına da aykırıydı. Kudüs üç semavi dinin de kutsal şehridir ve statüsü de buna uygun olmalıdır. Nitekim Birleşmiş Milletler daha 1947’deki kararında Kudüs’ü “Corpus separatum” olarak nitelemiş ve kendi denetiminde özel bir statüye sokarak siyasal çekişmelerden uzak tutmaya çalışmıştı. Daha sonraki kararlarında da BM hep bu ruha sadık kaldı. Geçen hafta Mısır’ın girişimiyle BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan ve sorunun “müzakere yoluyla çözülmesini” öneren tasarı da İstanbul’da oylanan karardan farklı ve çok daha ılımlı idi.

Kısaca, Genel Kurul’da büyük çoğunluğun bu kararı desteklemesinin de gösterdiği gibi, bu konuda uluslararası camiada bir konsensüs oluşmuştu.

Gerçekten de daha 1980’de İsrail Meclisi, Kudüs’ü “başkent” ilan edince BM Güvenlik Konseyi harekete geçmiş ve 478 sayılı kararı ile bunu “hükümsüz” saymıştı. Oysa 478 sayılı karar sahadaki fiili işgal durumunu değiştirmiyordu. Peki, bu duruma nasıl gelinmişti? Bu koşulların oluşmasında ecdadımızın payı neydi? O halde başından başlayalım ve bu tabloya temel teşkil eden Osmanlı mirasıyla ilgili tarihi bir gezinti yapalım.

•••

Kudüs, Osmanlı egemenliğine Yavuz Selim’in Mısır seferi (1517) ile geçmişti ve bu egemenlik tam dört yüz yıl sürdü. Ne var ki bu kadim şehrin tarihi kavgalarla doludur ve bu kavgalar Osmanlı döneminde de devam etti. Bölge tarihçisi E. H. Cline’a (Jerusalem Besieged, 2005) göre Kudüs, binlerce yıllık tarihinde iki kez tahrip edilmiş, 23 kez kuşatılmış, 52 kez saldırıya uğramış ve 44 kez de zapt edilmişti.

Yavuz, Mısır seferinde Halife Mütevekkil’den çok Mekke Şerifi’ne önem vermiş ve ondan “iki kutsal şehrin hizmetkârı” (Hadim-ül Haremeyn el-Muhteremeyn) sıfatını almıştı. Aslında daha 1492’den itibaren İspanya ve Portekiz’den kaçmak zorunda kalan Yahudiler Osmanlı Devleti’nde çeşitli bölgelere ve büyük şehirlere yerleşmişlerdi. Özellikle İstanbul 44 Sinagogu ve 30.000’i bulan Yahudi nüfusu ile Avrupa’nın en kalabalık Musevi nüfusu olan şehri haline gelmişti. Kudüs’te 1488’de 70 Yahudi ailesi varken 16. yüzyıl başlarında 1500 kadar aileden oluşan bir cemaat ortaya çıktı. Kudüs ve Mescidi Aksa, İslam dünyasında kutsallık açısından (Mekke’deki Mescidi Haram ve Medine’deki Mescidi Nebevi’den sonra) üçüncü sırayı işgal ediyordu. Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman döneminde şehir barış ve huzur içinde yaşadı. Kanuni şehri bir surla koruma altına aldırmış; su kanallarını yenilemiş; çeşmeler yaptırmıştı. Eşi Hürrem Sultan da bir külliye ile şehrin canlılığına katkıda bulundu.

Kanuni devrinde banker Yasef Nassi, IV. Mehmet zamanında da Sabetay Sevi Yahudi gücünün simgeleri oldular. Osmanlı Yahudilerinin tarihini yazan Moise Franco, eserinde, “Türkiye’de Yahudiler bu dönemde o kadar özgür oldular ki, diyordu, saf, fakat uğradıkları bunca zulümden sonra doğal bir hayalcilik kendilerini yakında bir peygamberin geleceğine inandırdı”. Bilindiği gibi 17. yüzyılın ortalarında, Sabetay Sevi’nin şahsında, bu peygamberin geldiğine de inandılar. Oysa tımar sisteminin giderek bozulması ve merkeziyetçiliğin zayıflaması ile Kudüs tarihinde yeni bir dönem başlıyordu. Bu dönemde Kudüs’te merkezi iktidara karşı önce yerel beyler, sonra da Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar güç kazandılar. Ayanlık sistemi Kudüs sancağının güçlü yerel ailelerin (Tûkan, Halidî, Hüseynî) eline geçmesine yol açmıştı. (TDV İslam Ansiklopedisi, Kudüs, Kamil Cemil el Aselî).

•••

17. yüzyılda Osmanlı Hıristiyanları arasında Ortodokslar çoğunlukta olsalar da Latin Kilisesi’nin himayesi Katoliklere bir üstünlük sağlıyordu. Özellikle Fransa 1659 kapitülasyonları ile Osmanlı Devleti’nde ayrıcalıklar elde etmişti. 1740 kapitülasyonları bunları daha da pekiştirdi. 100 yıl kadar sonra ise, Rusya, Mısır valisi karşısında acze düşmüş bir sultana karşı harekete geçiyor, Kutsal yerlerin himayesini sağlamak üzere Dersaadet’e tam yetkili Mençikof’u elçi olarak gönderiyordu. Oysa bu tablo sadece Fransızları değil, Protestan İngilizleri de korkuttu ve hep birlikte Sultan’ın yardımına koştular. Kutsal topraklar Rus çarının keyfine terk edilemezdi. Kırım Savaşı bu koşullarda başladı.

•••

1848 devriminden sonra Avrupa’da özgürlüklerine kavuşan ve büyük bir finans gücü oluşturan Yahudiler de Kırım Savaşı’ndan sonra Kudüs’e farklı gözlerle bakmaya başlamışlardı. Savaşı finanse edenler arasında ünlü Yahudi ailesi Kamondo’lar da vardı. Savaştan sonra Yahudilerin en büyük dost ve koruyucuları da III. Napolyon oldu. 1860’da Fransa’da kurulan Evrensel Yahudi Birliği (Alliance Israelite Universelle) kısa zamanda bütün ülkelerde şubeler açmış ve 1867 yılından itibaren de Osmanlı Devleti’nde okullar kurmaya başlamıştı. Birliğin Osmanlı şubesini Kamondo’lar yönetiyordu ve aile üyeleri, sarrafı oldukları Fuat Paşa’dan da Mecidiye nişanı almışlardı. (Nora Şeni, Les Camondo, 1997). Aynı yıl Birlik kurucularından Charles Netter, örgüte, Doğu ülkelerinden Yahudi kutsal topraklarına (Erez Israel) bir göç sağlamak ve bu topraklarda tarımsal yerleşme birimleri kurmayı önermişti. Netter bu amaçla Erez Israel’e yollandı ve bu girişimlerin sonucu olarak da, iki yıl sonra, Yafa civarında 2600 dönümlük bir arazi üzerinde bir okul kuruldu. Yine 1869 yılında, Birlik’in kuruluşunda en çok yardımda bulunanlardan M. Hirsch, İstanbul’u Avrupa’ya bağlayacak demiryolu hattının imtiyazını alıyor ve işe başlıyordu. Yine de Yahudilerin Erez Israel’e yerleşme konusunda en büyük girişimleri, Theodore Herzl sayesinde Abdülhamit döneminde gerçekleşecektir.

•••

Bir Avusturyalı Yahudi olan Theodore Herzl, 1896’da yayınladığı eserle (Der Judenstaat- Yahudi Devleti) Siyonizm’in temellerini atmıştı ve aynı yıl İstanbul’u ziyaret etti. Bu ziyaretinde bazı Osmanlı yöneticileri ile görüşme imkânı bulmuş, fakat bir şey elde edememişti. Yılmadı, ertesi yıl Bâle şehrinde toplanan Siyonist Kongre’de iskân planlarını açıkladı. Kongre, Herzl’in önerisi ile Abdülhamit’e de “Yahudilere karşı iyi tutumundan ötürü” bir teşekkür telgrafı yollamayı ihmal etmemişti. Ne var ki bir yıl sonra Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Kudüs’e yaptığı ziyaret oyunu bozuyor, sahneye yeni ve güçlü bir aktör çıkarıyordu. Herzl yine yılmadı; onunla da görüşme olanağı buldu ve İmparator’a Yahudi iskânının bölgeyi nasıl refaha kavuşturacağını anlattı. Oysa Wilhelm’in Yahudilere hiç de sempatisi yoktu ve bölgenin daha çok Almanlar tarafından iskânını tasarlıyordu.

1901’de Herzl bu kez de Abdülhamit’in huzuruna çıktı. Görüşmeyi Sultan’ın güvenine sahip olan şarkiyatçı A. Vambery sağlamıştı. Sultan’a heyecanla Yahudilerin sadakatini anlatıyor, Osmanlı Devleti’ne Yahudi bankerlerden sağlayacağı kredileri dile getiriyordu. Görüşme dostça geçti; Sultan kendisinden bir plan yapmasını istedi ve Herzl de umutla Paris ve Londra’nın yolunu tuttu. Ne var ki orada beklediğini bulamamış; görüştüğü bankerler “tarihi yardım” kredisine sağır kalmışlardı. Kaldı ki ertesi yıl Herzl tekrar Dersaadet’in yolunu tuttuğu zaman Osmanlı ricalinin de çok farklı planlar içinde olduklarını görmüştü. Abdülhamit, bu konuda eser veren tarihçilere (Walter Laqueur, Simon Doubnov) göre, çıkarcı ve rüşvetçi bir çete tarafından kuşatılmıştı. Sadece İzzet Paşa, Herzl’den bir milyon sterlin rüşvet istemişti. Onlara göre Yahudiler Kutsal topraklarda toplu şekilde değil, ancak gruplar halinde eyaletlere dağılmış olarak iskân edilebilirdi.

•••

Durum Jön Türk Devrimi ve İttihatçı yönetim zamanında da değişmedi. Aralarında güçlü Yahudiler, Yahudi sempatizanları ve dönmeler olmasına rağmen bu dönemde Türkçülük, İslamcılığın yerini almış, Siyonist planlara set çekmeye başlamıştı. Kaldı ki kısa süre sonra ülke kendisini savaş içinde buldu ve 1917’de de General E. Allenby Kudüs’ü teslim alıyor, Filistin’de otuz yıl sürecek olan İngiliz mandası fiilen başlıyordu. Kudüs’te 1882’de 24 bin olan Yahudi nüfusu 1914’te 85 bine çıkmıştı. Bu tablo gösteriyor ki Herzl’in özlediği “Yahudi Devleti”nin temelleri aslında Osmanlı döneminde atılmıştı.

•••

İsrail Devleti 14 Mayıs 1948’de kuruldu. Günü gününe iki yıl sonra da Türkiye’de Demokrat Parti iktidara geliyor ve Türk dış politikasında yeni bir dönem başlıyordu. Tam anlamıyla Batı uyduluğu şeklini alan bu diplomaside “ezilen halklar” ve “kurtuluş savaşları” diye kavramlar yoktu. Bu dönemde Cezayir halkına bile ihanet edilmiş ve BM’de hep “Cezayir Fransa’nındır” diye oy kullanılmıştı. Bu yüzden DP’yi tarihi referans kabul eden bir partinin bu  günlerde kopardığı ve MHP’li ülkücüleri de peşinden sürükleyen Kudüs fırtınası kimseyi yanıltmamalıdır. Aslında Menderes politikası bu kez İslamcı sosla sunulmakta, daha birkaç ay önce Trump’ı bu ülkede ağırlamaktan onur duyacağını söyleyenler, şimdi Filistin Davası’nı anti-emperyalist giysilerle sunmaya çalışmaktadır. Oysa artık mızrak çuvala sığmıyor ve geçmişi antiemperyalist hareketle mücadeleyle yüklü bir hareketin bu yeni “anti-emperyalist” maskesi asla inandırıcı olamıyor.

Taner Timur / BİRGÜN

Tam Atatürkçü oluyorlardı ki Kudüs imdada yetişti! - FATİH YAŞLI

Trump’ın ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını açıklamasının ardından İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Erdoğan’ın çağrısıyla İstanbul’da olağanüstü toplandı. Havuz medyası Erdoğan’ı İslam dünyasının lideri, İstanbul’u da hilafetin başkenti ilan etti etmesine ama mevzu Türkiye’nin İİT’nin dönem başkanlığını üstlenmiş olmasıyla ilgiliydi, çağrıyı kaçınılmaz olarak Türkiye yapacaktı yani. Dolayısıyla ortada liderlik, kendiliğinden inisiyatif alma falan yoktu, zaten katılım da son derece düşük profilli oldu, çoğu ülke bakanlarını dahi toplantıya göndermedi.

Toplantının sonuç bildirgesinden “Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti olarak tanıma kararı” çıktı, daha doğrusu Türkiye kamuoyuna böyle söylendi. Oysa Yalçın Doğan’ın 18 Aralık’taki köşe yazısında belirttiği üzere Türkçe metinle İngilizce metin arasında fark vardı. Türkçe metinde “Başkenti Doğu Kudüs olan Filistin Devleti’ni tanıdığımızı teyit ederken, tüm dünyayı Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin işgal altındaki başkenti olarak tanımaya  davet ediyoruz” denilirken, İngilizce metinde “Filistin Devleti’ni tanıdığımızı teyit ederken, bütün dünyayı Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin işgal altındaki başkenti olarak tanımaya davet ediyoruz” cümlesi yer alıyordu.

Ortada ABD’ye ya da İsrail’e yönelik somut bir adım atma kararı olmadığı gibi, zirveden ortak bir Kudüs’ü tanıma kararı bile çıkmamıştı yani. Ayrıca Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olduğunun söylenmesi hiç de ABD ve İsrail’in tekerine çomak sokmak anlamına gelmiyordu; çünkü bu, Batı Kudüs’ün İsrail’e ait olduğunun kabulü anlamına geliyordu. Zaten Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da ABD’yi fazla kızdırmamak istediklerini ispatlar nitelikte bir açıklama yaparak şöyle diyecekti: “Bu, Amerika’nın kararına bir misilleme olarak görülmemeli. Zaten birçok ülke, biz de dâhil, fiilen Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin başkenti olarak tanır gibi muamele ettik şu ana kadar. Bizim oradaki başkonsolosluğumuz bir büyükelçilik gibi çalışıyor. Bunun resmiyet kazanması önemli.”

Sonrasında Erdoğan Karaman’da yaptığı konuşmada Doğu Kudüs’ü başkent olarak tanıma kararının somut bir karşılığı olmadığını, büyükelçiliği Doğu Kudüs’e taşımayı, tıpkı Gazze ziyareti gibi belirsiz bir geleceğe erteleyerek gösterdi. Erdoğan konuşmasında şöyle diyordu: “Biz Filistin’in başkenti olarak Kudüs’ü çoktan ilan ettik. Kudüs şu anda işgal altında olduğu için oraya gidip Büyükelçiliğimizi açamıyoruz. Ama bizim Başkonsolosluğumuz bile Büyükelçi ile temsil ediliyor, Fiili olarak biz bu işi yapmışız İnşallah o günler de yakın ve Büyükelçiliğimizi hayırlısıyla orada açacağız.”

Başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) olmak üzere petrol şeyhlikleriyle arada ciddi birtakım gerilimlerin olduğu biliniyordu, Kudüs meselesi ise bunun tuzu biberi oldu. BAE Dışişleri Bakanı Abdullah Bin Zayed sosyal medyada 1. Dünya Savaşı’na gönderme yaparak, Medine’yi İngilizlere karşı savunan Fahrettin Paşa’yı hırsızlıkla itham etti ve “Erdoğan’ın dedelerinin Araplarla ilişkileri buydu” dedi. Erdoğan’ın buna verdiği yanıt, tarihten daha önce hiç sahiplenmedikleri bir figürü, Fahrettin Paşa’yı çekip çıkarmak ve kahraman ilan etmek oldu. Oysa Fahrettin Paşa Medine’yi İstanbul hükümetinin imzaladığı Mondros Mütarekesi’ne rağmen ve üstelik İslamcıların “Atatürk’ü Samsun’a o gönderdi” dedikleri Vahdettin’in baskılarına karşı koyarak savunmuştu. Dahası, Erdoğan henüz altı ay önce “Araplar Türkleri arkadan vurdu” söylemine karşı çıkarken, birden aynı söylemi benimsiyor ve Zayed’e “Benim ceddim Medine’yi savunurken senin dedelerin ne yapıyordu?” sorusunu yöneltiyordu.

Nihayetinde Kudüs ve Filistin konusundaki daha önceki kararları bilinen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na, olumlu sonuç çıkmasına garanti gözüyle bakıldığı için bir tasarı sunuldu ve beklendiği üzere Genel Kurul’dan, dünya ülkelerinin Kudüs’ün İsrail’in başkenti ilan edilmesine karşı takındıkları tavrı tasdik eden bir karar çıktı. Bu ise elbette ki iç kamuoyuna diplomatik bir zafer, uluslararası bir başarı olarak sunuldu. Oysa herhangi bir ülke de benzer  bir tasarı sunsa, herhangi bir özel çaba harcamadan benzer bir kararı Genel Kurul’dan çıkartabilirdi, çünkü dediğimiz gibi dünyanın meseleye bakışı belliydi.
Tüm bu –mış gibi yapma siyasetinin gerisinde ne vardı peki? Elbette ki dışarıda yaşanan izole olma halinden ve içerideki tabanı tahkim etme konusunda yaşanan sıkıntıdan kaçış arzusu. Kudüs, tam da ABD’de İran ambargosunu delme davasının görüldüğü günlerde, uluslararası arenada yeniden aktif ve meşru bir şekilde yer almanın manivelası olarak kullanıldı. İçeride ise hem ABD’yle savaş algısı güçlendirildi hem de Suriye siyasetinin iflası sonrası boşa düşen İslam dünyasının liderliği iddiası yeniden sahiplenildi.

İçte ve dışta yaşanan sıkışma nedeniyle neredeyse Atatürkçü olunuyordu ki Kudüs imdada yetişti de -en azından bir süreliğine- buna gerek kalmadı!

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Planlı eskitme ve Phoebus karteli - Anıl Aba

Ütüsünden televizyonuna, buzdolabından tost makinesine neredeyse bütün “dayanıklı” tüketim mallarının, sanki özellikle o günü bekliyormuşçasına, garanti süresi dolduktan birkaç hafta içinde bozulduğunu fark etmişsinizdir. Ya da cep telefonu ve yazıcı gibi elektronik zımbırtıların giderek daha fazla hassaslaştığını…

Teknoloji ilerliyor ama her nasılsa ürünlerin ömürleri kısalıyor ve kaliteleri düşüyor. Vaktiyle evladiyelik diye alınan şeyler günümüzde birkaç yıl ancak dayanıyor. Yatak odası çekmeceleri elektronik çöplüğe dönmüş durumda. Bunun tesadüf eseri ya da mecburiyetten böyle olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü bu tezgâhın ardında “planlı eskitme” denen üretim politikası var.

Phoebus kartelinin rolü
Planlı eskitme ilk kez General Motors CEO’su Alfred Sloan Jr. tarafından, 1920’li yıllarda artık doygunluğa ulaşan Amerikan otomobil sektörü için düşünülmeye başlandı. Çünkü kâr odaklı bir sistemi sürdürmek için şirketlerin her yıl artan miktarda mal ve hizmet satması gerekir. Fakat bir kere alan bir daha almazsa, sistem zamanla doygunluğa ulaşır ve dönemlik satışlar azalmaya başlar.
Mesela Edison’un ilk ticari ampulünün ömrü ortalama 1500 saat kadardı. 1920’lere gelindiğinde, ilerleyen teknoloji sayesinde, ampullerin ömrü 2500 saate kadar çıkartılır. Fakat durumu çakozlayan Osram, General Electric, General Electric Overseas Group, Phillips, Tungsram, AEI ve La Compaigne des Lampes’den oluşan dünyanın en büyük yedi ampul üreticisi 1924 senesinde yaptıkları bir toplantıyla Phoebus kartelini kurup ampullerin ömürlerini, kasıtlı olarak, 2500 saatten 1000 saate düşürme konusunda anlaşır. Buna göre hiçbir şirket 1000 saatten daha uzun ömürlü ampul üretmemeli ve o yönde reklam yapmamalıdır. Hatta, bağlayıcı olması için, bu anlaşmaya uymayanlara ceza kesilir. Bunun üzerine şirket mühendislerinden oluşan bir araştırma timi kısa ömürlü ve dayanıksız ampuller üretmek için testler yapmaya başlar. Zamanla 1000 saat küresel bir standart haline gelir. Yıllar içinde daha kaliteli, hatta birinin ömrü 100.000 (yüz bin) saat olan, ampul patentleri alınsa da bunların hiçbiri yedi büyük firmanın tekelini kırıp piyasaya sürül(e)mez.

Özellikle bozulsun diye üretim yapmak
İlk kez 1940’lı yıllarda satışa sürülen naylon külotlu çorapların tanıtımında arkadaki arabayı öndekine naylon çorapla bağlayıp çekerler. Çorapta tek bir kaçık dahi olmaz. Tabii Amerika’daki bütün kadınlar bu çorabı aldıktan sonra satışlar durma noktasına gelir. Çünkü bir kere alanın bir daha almasına gerek kalmaz. DuPont şirketi, çözüm olarak, kimya mühendislerine daha dayanıksız çoraplar üretmesi için talimat verir. Böylece giyerken tırnağınız değse kaçan çoraplar üretilmeye başlanır ki birkaç ayda bir gidip yenisini almak zorunda kalasınız.

Yazıcı firmaları esas parayı yazıcıdan değil mürekkepten kazandığından yazıcılar genelde çok pahalı olmaz. Ancak HP, Canon ve Epson gibi yazıcı şirketleri, daha fazla kartuş satmak için, yazıcılarının içine baskıların renginin solmasını programlayan bir çip yerleştirir (bkz. The Lightbulb Conspiracy belgeseli). Aynı çip sayesinde daha önce belirlenen bir baskı adedine ulaşıldığındaysa yazıcı kendini kilitlemektedir. Böylece kartuşta hala yeteri kadar mürekkep olmasına rağmen kartuşu değiştirmeniz, 8-10 kartuştan sonra da komple yazıcıyı değiştirmeniz gerekir. Bu artık planlı eskitme falan da değil, direkt düzenbazlık.

Romalıların yaptığı yollar bugün hâlâ sapasağlamdır ama bizim KGM 3-5 senede bir yolları yeniler. Çünkü aynı şirketlerin tekrar tekrar ihale alması için özellikle kalitesiz asfalt kullanılmasına göz yumulur. Böylece vatandaşın refahı inşaat şirketlerine rant olarak aktarılır. Atlantik’in ötesinde durumun daha farklı olduğunu sanmayın zira Amerika’da da yol bakımı bitmez.

Metrobüste dikkat etmişsinizdir, insanların elindeki çoğu telefonun ekranı çatlak. Alır almaz kutusunu açarken düşürüp kıranlar bile var. Yani şuradan beş tane mühendis çevirip ilk düştüğünde kırılacak, her güncellemede yeni sorunlar çıkaracak, şarjı hemen bitecek, bataryası değiştirilemeyecek, tamir edilmesi engellenecek bir telefon tasarlatsak ortaya iPhone çıkardı. Özellikle, dayansın diye değil, bozulsun diye tasarlanmış bir ürün resmen.

Bu gibi düzenbazlıkların incelikleri üniversitelerin MBA programlarında “Strategic Management Techniques” falan gibi janjanlı başlıklarla ders diye anlatılır. Tezgâhı kapitalistler ve yöneticiler kurar; uygulamasını da mühendisler yapar.

Tüketim kültürü ve algısal eskitme
Planlı eskitme işin bir boyutu. Diğer boyutuysa “algısal eskitme.” Kimi zaman kullandığınız ürün materyal olarak eskimemiş ya da bozulmamış olmasına rağmen gidip yenisini alırsınız. Çünkü yeni model daha havalı ve daha gösterişlidir. Bugün birçok insan cep telefonunu, dizüstü bilgisayarını, tabletini sırf yeni çıkan modeli almış olmak için değiştirir.

Bugün elinde aptal bir telefonla görünen bazı insanlar refleks gösterip “öteki telefonu tamire verdim de” gibilerinden bir açıklama yapma gereği duyuyor. Çünkü herkesin son model telefon kullanarak sosyoekonomik statüsünü sergilediği bir ortamda eski bir telefon kullanmanın mutlaka makul bir mazereti olmalı!

Moda sektörü zaten tamamen algısal eskitme üzerine kurulu. Her sezon başka renkler, başka tasarımlar “moda” oluyor. Geçen yaz giydiğiniz kıyafetler, eğer çamaşır makinesinden hâlâ sağlam çıkmayı başarabildilerse, demode ilan ediliyor. Güzel bir film uyarlaması da yapılan Devil Wears Prada romanında sezonluk kıyafet modasının nasıl birkaç şirket tarafından belirlendiği eleştirel bir dille anlatılır, tavsiye ederim. Modası geçen eski kıyafetler de bazen nezaketen Güneydoğu illerimizdeki okullara, ama çoğu zaman da çöpe gidiyor.

Pek çok bilgisayar oyunu da genelde algısal eskitmeyle yeniden satılır. FM 2017’den 2018’e oyunun özünü etkileyen pek bir yenilik olmazken genelde en önemli değişiklik takım kadroları olur. Kimse eski kadrolarla oynamak istemediğinden millet her sene yeni oyuna yüzer lira bayılıp SI Games’i zengin etmeye devam eder. Halbuki her sezon beş liraya resmi bir transfer güncellemesi satılsa…

Aynı yöntem ders kitaplarına da uygulanır. Misal, 1980’lerden beri mikroekonomide üniversite ders kitaplarına giren çok önemli bir yeni bilgi yoktur. Hatta benim bir hocam mikroekonomiyi Alfred Marshall’ın 1890 yılında çıkan asırlık kitabından anlatırdı; üç aşağı beş yukarı aynı fasaryalar. Ama gelin görün ki yayınevleri para kazansın diye her üç senede bir yeni bir edisyon çıkar. Bir iki renkli grafik konulur, birkaç ünitenin yeri değiştirilir, iki kısa ünite tek başlıkta birleştirilir, uzun bir ünite ikiye bölünür, ünite sonlarındaki soruların numaraları karıştırılır ki öğrenciler dersi ve tahtadaki soruları takip etmekte zorluk yaşasın. E zaten piyasanın yüzde 85’i birkaç tane yayınevi ve 8-10 yazarın kontrolünde. Yasal dolandırıcılıktan başka bir şey değil… Fakat liberaller tüm bu düzenbazlıkları “silah zoruyla mı satıyorlar, istemiyorsan alma” diye savunuyorlar. Resmen utanç verici.

Sosyalist alternatif?
Eski İstanbul’da şemsiye tamircileri vardı. Evladiyelik şemsiyeler arıza yaptığında hemen gidip yenisi alınmaz, tamir ettirilirdi. Şimdiyse her yağmur yağdığında çöpler kırılmış şemsiyelerden geçilmiyor. Ya da eskiden, liseliler bilmez, cebimizde bez mendil taşırdık. Kirlendikçe hafta sonu zaten çalışacak olan makineye atar, yıkayıp yıkayıp tekrar kullanırdık. Ama artık kullan-at kâğıt mendiller kullanılıyor. Mesela Küba’da gezerken dikkatimizi otobüs duraklarında çakmak gazı dolumu yapıp çakmak taşı değiştiren yaşlı dayılar çekmişti. Bizdeyse artık ekseriyetle plastik kullan-at çakmaklar kullanılıyor. Bazılarının dolum deliği bile yok, bittiğinde atmak zorundasın. Neden?
Çünkü kapitalizm…
Adam çakmak fabrikasını boşuna mı kurdu oraya?
Kâr etmesi lazım ve kâr etmek için her türlü tezgâh itinayla kurulur.

Bugün bir sürü ürünün tamir edilmesi kasten engelleniyor (bkz Apple ürünleri). Bazılarını tamir ettirmek yenisini almaktan pahalıya geliyor. Kimi ürünlerin yedek parçasını bulmak başlı başına bir dert. Hatta resmi yetkili servisler bile arızalı ürünü tamir etmek yerine size yenisini almanızı tavsiye ediyor. Sistem bunun üzerine kurulu. Günümüz Amerika’sında alınan malların yüzde 99’u altı ay içinde çöpe atılıyor. Ve eğer bütün dünya ortalama bir Amerikalı kadar tüketecek olsa dört tane daha dünyaya ihtiyacımız olurdu.

Şimdi bir de bu sistemin yarattığı atık tepelerini, bu tezgâhı sürdürmek için yapılan reklam ve pazarlama harcamalarını, bu kadar üretimi yapmak için kullanılan enerjiyi, doğaya verilen zararları, kirletilen havayı, kesilen ağaçları, boşuna harcanan onca emeği düşünün…

Sırf ekonomi büyüsün, “yüzde bir” daha da zengin olsun diye şu çevrilen dümenlere bakın. Bundan daha verimsiz, daha ahlâksız, daha fazla israf yaratan bir sistem herhalde isteseniz de tasarlayamazsınız. Yanlış anlaşılmasın; planlı eskitme sistemin bir çarpıklığı falan değil, aksine, serbest piyasa kapitalizminin normal işleyişinin bir sonucu. Kapitalizm ancak bu gibi yöntemlerle varlığını sürdürebilir.

Geçen bir dersimde sosyalizmi konuşurken öğrencilerden biri, biraz alaycı bir tonla, “Hocam öyle diyorsunuz da Sovyetler Birliği’nde de insanlar 30 sene boyunca aynı kazağı giyiyorlarmış” demişti. Ben de “İyi ya işte, demek 30 sene dayanacak kalitede kazak üretmişler demek” diye cevap vermiştim. İnsanlar tüketim kültürünü o kadar içselleştirmişler ki iki yıkadın mı sünen markalı kazakları her yıl yenilemenin bir kazanım olduğunu düşünüyorlar.

Eskiden “Sovyet malı gibi sağlam” diye bir laf vardı. Doğu Almanya’da ve Sovyetler Birliği’nde üretilen ürünlerin çoğu bugün hâlâ çalışır. Dünyanın en iyi oto tamircileri Kübalıdır. Sosyalizmde üretim kâr amaçlı yapılmadığı için planlı ve algısal eskitme gibi dümenler çevrilmez. Mevcut teknoloji, eldeki maddi kaynaklar ve emek gücü doğru optimizasyonla ürünlerin maliyetlerini düşürecek, kalitelerini artıracak ve kullanım süresilerini uzatacak şekilde planlanır. Bunu yaparken doğaya verilen zararlar ve diğer dışsallıklar da hesaba katılır. Hatta halk, üretilen ürünlerin içeriğinde ve kullanım şeklinde söz sahibi olmalıdır. Dolayısıyla “telefon yaptım ama bataryasını değiştiremezsiniz” diye bir dayatma olmaz.

“Sadece büyümüş olmak için büyümek kanser hücresinin ideolojisidir” der Edward Abbey. Kapitalizm tam da bu ideolojiyle dünyayı ve üzerinde yaşayan insanları planlı bir şekilde eskitmeye devam ediyor. Sistem içinde bir çözüm var mı?
Ben göremiyorum, görenler varsa yeşillendirsin. Kapitalizm o kadar çelişkilerle dolu ve o kadar yozlaşmış bir sistem ki düzeltmek mümkün değil. En azından bu zamana kadar düzeltebilen olmadı. Boşuna dönüp İsveç’e bakmayın zira IKEA da işin içinde.

Anıl Aba - Tyumen Üniversitesi İleri Araştırmalar Okulu
BİRGÜN / PAZAR 

Yoksa FETÖ hâlâ iktidarda mı? - ALİ SİRMEN

Mustafa Fehmi Kubilay’ın 23 Aralık 1930’da laik Cumhuriyet karşıtları tarafından, vahşice şehit edilmesinin yıldönümünde Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın imzasıyla yayımlanan bildiride, önceki yılların aksine, laikliğe vurgu yapılmaması eleştirilere de yol açtı.
Hulusi Akar’ın laiklik konusundaki çekingenliğini anlamak zor değil. Asker olup da laiklik konusundaki kaygılarını dile getirenler hep Fethullahçılar tarafından kumpas davalarının içine sürüklenmişlerdir.
Ergenekon, Balyoz ve onların foyası meydana çıkınca ardından gelen 28 Şubat davalarından bahsettiğimi anlamışsınızdır sanırım. 

***

Bu hafta, şu anda FETÖ’cülükten tutuklu eski savcı Mustafa Bilgili’nin hazırladığı iddianame doğrultusunda Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmakta olan ve sanıklarının altmışı hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen, 28 Şubat davasıyla ilgili son gelişmeleri izlerken yıllar öncesine gittim.
1990’ların Erbakan’ın iktidar döneminde Antalya’da Akdeniz Üniversitesi’nin düzenlediği laiklik ile ilgili bir toplantıdaydım. Katılımcılar arasında laiklik karşıtı tehditleri yakından izlediği anlaşılan eski Harp Akademileri Komutanı Emekli Orgeneral Kemal Yavuz da vardı. Bir ara söz Fethullah Gülen’e gelince Kemal Yavuz şunları söyledi:
- Bütün bu laiklik karşıtı tehditler içinde en tehlikelisi kuşkusuz Fethullah Gülen’dir ve baş düşmanı kendisiyle amacı arasında bir engel olarak gördüğü TSK’dir. 

***

Rahmetli Kemal Yavuz haklıydı. Fethullahçılar, AKP tarafından iktidarın köşe başlarına yerleştirildiklerinde, hemen baş düşmanları TSK içinde karşıtları olarak algıladıkları kişileri tasfiye etmek üzere kumpas davalarını birbiri ardına patlattılar.

 Bu davalar yoluyla insanlar yıllarca süründürüldüler, hapislerde çürütüldüler, ölüme itildiler, hukuka aykırılık usul oldu, zulüm adalet. Ve iktidarın AKP kanadının Fethullahçıları kendileri için de tehdit olarak görmeleri sonucunda patlak veren iktidar kavgasıyla sona erdi rezalet.
İktidar kavgasının ilk aşamasında sanıldı ki Fethullahçılar iktidardan düşmüşler, gerçekler de ortaya çıkmıştı. 
 
Gerçekte ne olmakta olduğunu son haftanın olaylarıyla görelim:
FETÖ’den sanık olarak İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmakta olan eski İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, tanık olarak dinlenmesini talep ettiği eski İçişleri Bakanları’ndan Mehmet Ağar’ın mahkemedeki ifadesi ve kendisine kefil olması üzerine ev hapsine tabi olarak tahliye edilirken Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan, FETÖ’den tutuklu savcı Mustafa Bilgili’nin açtığı 28 Şubat davasında sanıkların yeni tanıklar dinlenmesi ve iddianameyi hazırlayan Mustafa Bilgili hakkında Yargıtay’dan verilecek kararın beklenmesi talepleri reddedilerek, esas hakkında mütalaaya geçilmesine karar veriliyordu. 
 
Fethullahçılıkla suçlanan, eski Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, Mehmet Ağar’ın “Tanırım, iyi çocuktur” kefaleti üzerine tahliye edilirken aralarında eski Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın da bulunduğu emekli askerlerin altmışı hakkında ağırlaştırılmış müebbet istenen davada bir an önce karara gidilmesinin önü açılıyordu. 
 
Öte yandan, TRT’yi FETÖ’cülerle doldurmakla suçlanan eski TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in “Samanyolu TV’nin Fethullahçı olduğunu bilmiyordum. Ben onları FETÖ’cü diye değil, AKP’li diye TRT’ye aldım” yollu savunması üzerine, hakkındaki dosya Samsun Cumhuriyet Başsavcılığı’nın takipsizlik kararı ile kapatılırken, yapılan açıklamalara bakarsanız, FETÖ ile mücadele bütün hızıyla sürüyordu. 
 
Bu arada bütün bu gelişmeleri izleyip olayları değerlendirenler de haklı olarak soruyorlardı:
- Yoksa FETÖ hâlâ iktidarda da kimsenin haberi mi yok?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Ağlıyorum, o halde varım! - TAYFUN ATAY

Bazen konu bulmakta zorlanırsınız köşe yazınıza, bazen de konu çokluğunda seçim yapmakta… Ama bir de yazacak onca konu varken onları bir kenara bıraktıran gelişmeler olur. Dışınızda olup bitenlerle içinizde olup bitenler, kamusal sorumluluk ile kişisel mutluluk arasında sıkışır kalırsınız.
Öyle bir ânın içinden kalemim kâğıda değiyor bugün.

 “Görünüyorum O Halde Varım: ‘Meşhuriyet Çağı’nda Kültür ve İnsan” başlıklı kitabım, 2017 yılının en iyi kitabı seçildi.
“Hürriyet Kitap Sanat” eki bünyesinde 10 kişilik çok kıymetli bir jüri, “zamanın sonsuz ‘görünme/beğenilme’ merakı”na neşter attığımı belirttikleri çalışmamı yılın en iyi 10 kitabı listesinde zirveye oturttu.
Takdirlerine teşekkür ediyorum!..
Biz “yazılı kültür” çocuğu olarak dünyaya gözlerimizi açtık. Memleketin, içerisine doğduğumuz kesitinde hayatın nabzını kitap, dergi, gazete tutmaktaydı.
Çocukluktan itibaren sabah ritüelimiz, evde yataktan ilk çıkan için, kapıya yönelip kapı kulpuna sıkıştırılmış gazete tomarını almaktı.
Babamın gardırobu eski yıllara ait biriktirilmiş gazetelerle doluydu. Menderes’in idamını da, İnönü’nün vefatını da manşet yapan gazeteleri saklamıştı o…
Annemi bugün bile en çok yatakta iki büklüm Fakir Baykurt’un “Tırpan”ını okurken hatırlıyorum.
Doğan Avcıoğlu’nun 2 ciltlik “Türkiye’nin Düzeni”ni ilk çıktığında taze taze alıp eve getirmişti babam.
“Hadi bakalım, bugün şu iki bölümü oku yeter, yarın diğer bölümlerle devam edersin” demişti yaz tatilinde "Pal Sokağının Çocukları"nı okurken annem…
İsmail Hami Danişmend’in “İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi”ni fasikül fasikül biriktirip ciltletti babam… Meydan-Larousse’u da öyle…
Henüz daha gazetelerin kuponla ansiklopedi dağıtmadığı günlerdi o günler!..
Ortaokulda ödülüm, Türkçe öğretmenim İbrahim Göktan’dan gelmişti; İstiklal Marşı’nın ilk iki dizesini nesre sınıfta tek çevirebilen olduğum için!.. Hiç unutmadım, 9 verdi. Bir not kırdı, çünkü en sonda küçük bir hata yapmıştım:
“Yurdumun üstünde tüten en son ocak sönmeden, bu şafaklarda yüzen Alsancak korkma, sönmez” şeklinde çevirmiştim. “Sonu,‘sönmez, korkma!’ olacak” dedi, bir not kırdı.
Dünyalara değişmeyeceğim tek “kırık not”tur!..
Asistanlık sınavını kazanıp Hacettepe-Antropoloji’de karşısına çıktığımda Bozkurt (Güvenç) Hoca’mın ilk isteği, o güne kadar okuduğum kitapların listesiydi. Listeyi verdim, “Güzel” dedi ve ekledi: “Yetmez, şunları da okumaya başla hemen!..”
AVM’lerimiz yoktu, kitabevlerimiz vardı. Ankara Kızılay’da Kültür Kitabevi, Sakarya Caddesi’nde Bilgi Kitabevi, Zafer Çarşısı’nda Turhan Kitabevi, Bayraktar Kitabevi, Dost Kitabevi, sonra Konur Sokak’ta da Dost Kitabevi…
Onların içinde dolaşa dolaşa “insan” olduk!..
Şimdi elbette çok şey değişti.
Eve yine sabah gazete giriyor. Ama ilk iş, yani “ritüel”imiz giderek “Mobil”i alıp bakmak oldu ne var ne yok diye…
Akşamları çoğumuzun iki avucunu kitap kapaklarından ziyade cep telefonunun kılıf kapakları dolduruyor.
Sınıfta öğrencilerimize, “Hangi kitapları okudun, liste yap getir” demek yerine “Hiç kitap okudun mu” diye sorar olduk. Ve “Hayır, okumadım; kitapla aram yok; kitap okumakla bir şey olunacağına inanmıyorum” cevaplarıyla karşılaşır olduk.
Devir değişti. Tekno-ekonomik altyapı bizi “Gutenberg Galaksisi”nden aldı, “Bill-Gates Galaksisi”ne uçurdu. Bu “galaksi”, ekranı gözde kılarken kitabı gözden düşürdü.
Elbette yine de bilen biliyor, görselin altında hâlâ yazı var.
Büyük çoğunluk seyrin rehavetinde bir düşünsel edilgenliğe savrulsa da güçlü bir azınlık, ticari akıllı güçlü azınlık, “kültür endüstrisi”ne yön veren azınlık biliyor ki yazı yoksa, düşünce yoksa, “konsept ve kontent”, yani kavram ve içerik yoksa, görselin "canı" da yok.
Ama işte yabana atılmaz bir “sorunlu değişme” bu: “Aşk-ı Memnû”yu öncelikle dizi sanıp onun kitabını da yapmışlar diyen çocuklarımız var.
“Kürk Mantolu Madonna”yı popstar Madonna sanan yetişkinlerimiz var.
Kitapla aram yok diyen “sosyoloji” öğrencilerimiz var.
“Kitap okumaya değil, diploma almaya geldik” diyen yüksek lisans öğrencilerimiz var.
“İtinayla tez yazılır” sitelerine para döken doktora öğrencilerimiz var!..
Biliyorum, yakınmanın yararı yok. Kim bilir, belki de yaşlılıktır! Zamanında “Homeros Galaksisi”nin, yani “sözlü kültür”ün kaybına “Gutenberg Galaksisi”ne geçilirken nasıl ah-vah edildiyse, şimdi de “Bill-Gates Galaksisi”nde “yazılı kültür”ün kaybına ah-vah ediyoruz…
Mu dersiniz?!  
Uzun uzun tartışılması gereken bir konu bu ve 2017’nin en iyisi olarak takdir edilen kitabım “Görünüyorum O Halde Varım”, böylesi bir tartışmada “uvertür” olabilirse mutluluğum daha da büyüyecek!..
Jürinin takdiri beni hatıraların hüzünlü dönencesine sevk etti: Annem, babam, öğretmenlerim!..
Onların "kitap gibi" hatırasından şimdi siz okurlarıma akan tarifsiz duygularımı da herhalde Özdemir Asaf’ın şu dizeleri kristalleştirebilir:
“Ağladığımı gör deye ağlamayorum;
 Ağladığım için ağladığımı görüyorsun.
Demek ki okuyorum, yazıyorum, düşünüyorum, görüyorum, izliyorum, görünüyorum derken…
Bize de şu fani dünyada kalan bu oldu:
 
Ağlıyorum, o halde varım!.. 

Tayfun Atay / CUMHURİYET

23 Aralık 2017 Cumartesi

Hıfzı Topuz 95, Yeni Adana 100 yaşında - NAZIM ALPMAN

Türkiye’nin “değerleri” denildiğinde akla ilk gelecek olanlar giderek azalıyor. Bu değerlerimizle ilgili hafta sonunda çok önemli iki toplantı var. İlki 23 Aralık 2017 cumartesi akşamı (bugün) Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü Fazıl Say salonunda saat 19.00’da Hıfzı Topuz için yapılıyor.
Atatürkçü Düşünce Derneği “2017 Aydınlanma Ödülünü” Hıfzı Topuz’a bu törenle verecek. Ödül töreninin bir başka anlamı var:
Hıfzı Topuz’un 95. yaş günü kutlaması da olacak!
Tam bir “Cumhuriyet Çocuğu” diyeceğimiz değerli meslek büyüğümüz Hıfzı Ağabey 1923 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Cumhuriyet ile doğdu, onun değerleriyle büyüdü hayatı boyunca da bu değerler ekseninde yaşadı, çalıştı, mücadele etti, hâlâ da ediyor… Bu açıdan verilecek ödül Hıfzı Topuz’a çok yakışan bir değerlendirme olacak.
Hıfzı Topuz 1942’de Galatasaray Lisesini, 1948’de de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. 1957-59 arasında Strasbourg Üniversitesinde “Devletler Hukuku ve Gazetecilik” alanında yüksek lisans çalışmasını tamamladı. 1960’da da Türkiye’nin ve Fransa’nın “İlk İletişim Doktoru” unvanını kazandı.
Hıfzı Topuz bu görkemli eğitim kariyerini hemen hiç kullanmaz, kendisini “gazeteci-yazar” olarak takdim eder. Zaten bütün yaşamı da gazetecilik üzerine çalışma yapmakla geçti.
Uzun yıllar Paris’te Unesco merkezli olarak çalıştı. İletişim üzerine sayısız ürün verdi. 1990’lı yıllarda Türkiye’ye kesin dönüş yaptıktan sonra de büyük bir edebiyat külliyatı oluşturacak kadar çok kitap yazdı. Araştırarak yazmaya da devam ediyor. Kitap fuarlarında önünde uzun imza kuyrukları oluşuyor.
En son TÜYAP İstanbul Kitap Fuarında yine böylesi enerjik iki imza günü birden yaptı. Kendisine, yetmiş yaşına geldiği için artık imza günlerine katılmama kararı alan bir başka değerli yazardan söz ettiğimde, kaç yaşında diye sorduktan sonra onu gençliğine vurgu yaptı:
-Daha dünkü çocuk!..
Hıfzı Topuz olanca dinamikliğiyle yazmaya, çalışmaya ve Aydınlık bir Türkiye için mücadeleye devam ediyor.
                                                                              •••

İkinci önemli toplantı 24 Aralık 2017 Pazar günü Adana’da Seyhan Otel’de yapılıyor. İlk baskılarını 1918 yılının Aralık ayında yapan Yeni Adana Gazetesi tam 100 yaşına basıyor.
Dile kolay, “100 Yaşında Bir Gazete” olmak. Türkiye’nin en eski gazetesi, kesintisiz olarak yayınına bugün de devam ediyor.
Hem de kurucusu Ahmet Remzi Yüregir öncülüğünde yayın hayatına başlıyor.
Ama gelin birlikte bir gazete çıkartayım diyerek değil…
Fransızların Adana’yı işgal etmesinden sadece beş gün sonra, göndere çekilen Fransa bayrağına bakarak karar veriyor Ahmet
Remzi Yüregir:
-Bu bayrağın indireceğiz!
Nasıl yapacaklarını soran arkadaşlarına da bir doğum müjdesi gibi açıklıyor:
-Gazete çıkartacağız!İşte Yeni Adana gazetesin 100 yıllık hikayesi böyle başlıyor.
Bugün de başında yine aynı ailenin büyüğü Çetin Remzi Yüregir’in bulunduğu bir ekip tarafından günlük olarak yayınlanıyor.
Yeni Adana gazetesi bir sütuna sığmayacak kadar zengin geçmişe sahip. Geçtiğimiz yaz İZTV’deki Yakın Tarih kuşağı için gazetenin belgeselini yapmıştık. Günlerce çekim yaptık ancak 40 dakikasını kurgulayabildik. Haliyle yetmedi.
Pazar günü Adana’nın tarihinde en önemli yere sahip gazetenin 100. Yıl Kutlama töreni olacak.
Yeni Adana gazetesi ve gazeteci Hıfzı Topuz bu ülkenin temelinde bulunan Atatürk ilkelerinin günümüzdeki en köklü temsilcileri olarak yollarına devam ediyorlar.

 Hıfzı Topuz 95, Yeni Adana 100 yaşında!

Nazım Alpman /BİRGÜN

Sınır ötesine taşan kaos: Almanya’da infaz timleri - ERK ACARER

Türkiye’de kutuplaşma tüm hızıyla devam ediyor. AKP iktidarının kaybedeceği olası seçimleri tanımayacağına ilişkin bir ajandası olduğu anlaşılıyor. Adını sıkça dile getirdiğimiz ‘kurumların’ bir anlamı var. SADAT, Osmanlı Ocakları, 22 ilde teşkilatlanan Halkın Özel Harekat birimi (HÖH) gibi yapıların üzerine mafya ve ‘medya’ tetikçilerini koymak mümkün. 15 Temmuz’dan sonra kurulan ve mantar gibi çoğalan ‘darbesavar’ dernekler de konu kapsamında.

Ülkeye çöken karanlığı görmemek elde değil. Ancak bu karanlığın Avrupa’ya sıçradığına ilişkin somut örnek ve istihbaratlar da var. HDP’li Garo Paylan’ın gündeme taşıdığı ve Alman güvenlik birimlerinin teyit ettiği, ‘suikast timleri’ bilgisi çarpıcı. Bunu, ‘kahin medya tetikçilerinin’, ‘Avrupa’da infazlar yapılsın’ önerisi ile birlikte değerlendirebiliriz. Şüphesiz AKP’li Metin Külünk’ün, kendisinin yalanladığı ancak Alman istihbaratının ‘doğrudur’ dediği Almanya Osmanlı Ocakları’na, 2 zarfta yüklü miktarda para vermesi de aynı çerçevede.
AKP iktidarına, çok fazla yöneltilecek soru var. İlk kez bir iddiayı gündeme getirerek şunu soralım: 16 Nisan referandumundan önce hangi vekil, Almanya Osmanlı Ocakları’ndan Antalya’ya giden kişi ile ne amaçla buluştu?

Vekil Hakan Taş’a saldırı
Almanya’da ‘Ne oluyor?’ sorusunun cevabını önce 2014 sonra daha yakın geçmişe giderek yanıtlamaya çalışalım. 4 Ekim 2015 tarihinde, IŞİD’in Kobane’ye girdiği gece Hamburg’ta örgütlü bir şekilde Kürt toplanma merkezine satır ve bıçaklarla saldırılması, bir çok insanın yaralanması tesadüf değildi. Aynen geçtiğimiz 24 Aralık 2017 günü Die Linke (Sol Parti) Berlin Eyalet Milletvekili Hakan Taş’a, Türk mahallesi Kreuzberg’de yapılan saldırı gibi. Bir sonraki gün Türkiye’de tutuklu HDP eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın duruşması için Türkiye’ye gelecek olan Taş, başının sağ tarafından yaralandı.

Taş, saldırıyı; “Seçilmiş bir gün olması ve Belin’de yaşanması emrin doğrudan Türkiye tarafından verilmiş olduğunu gösteriyor” ifadeleriyle değerlendirdi. Konuyu daha ‘derin’lere getirerek şu sözlerle devam etti:
“Saldırgan yakalanmadı, soruşturma sürüyor. Türkiye’deki Osmanlı Ocakları gibi benzer yapıları Almanya’da da görüyoruz. Almanyalı Osmanlılar, AKP iktidarı tarafından destekleniyor. Bunun yanı sıra 6 binin üzerinde Türkiye’den gönderilmiş istihbaratçı var. Diyanet İşleri Türk İslam Birliği de (DİTİB) 900 camiden sorumlu. İktidara bağlı çalışıyor. Türkiye’ye ihbarlar yapılıyor. Ülkeye sokulmayan muhalifleri bu ihbarların neticesi olarak değerlendirebiliriz. Yeşiller Partisi Vekili Cem Özdemir’e, Sol Parti Vekili Sevim Dağdelen’e yapılan saldırılar, hedef göstermeler aynı merkezlerden. Gazeteci ve kanaat önderlerine yönelik istihbarat ciddiyetle ele alınmalı.”
Elbette ‘Neden?’ sorusu da önemli.
AKP’nin Türkiye’deki kutuplaşma ve kaosu sadece ‘seçim’ için Avrupa’ya taşıması yeterli bir sebep sayılamaz. AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın politikasını yeni türde bir otoriter siyaset olarak nitelendirebiliriz. Sınır ötesi mezhepçi ve milliyetçi bir siyaset anlayışı! Avrupa’ya çılgınca bir mesaj: “Beni destekleyenlerin olduğu her yerde, benim kurallarım geçerli. Avrupa devlet ve anayasaları bile ikinci planda kalıyor.”

Sol Parti Hamburg Meclis Grup Başkanı Cansu Özdemir, HDP’li Paylan’ın, gündeme getirdiklerini “Farkında olduğumuz ve artarak devam eden tehditler” olarak değerlendiriyor: “Son yıllarda böylesi önemli girişimler oldu. Türkiye’den suikast timleri gönderildi. Alman istihbaratı da teyit ediyor. Paylan’ın aktardıklarını ciddiyetle ele almamız lazım. Kürtler, Aleviler, Ermeniler ve Türkiye kökenli muhalif gazeteciler risk altında.”

UETD-DİTİB-Almanyalı Osmanlılar
Özdemir sözünü esirgemiyor. Sözlerini aynen aktarıyoruz: “Almanya uzun süredir göz yumduğu için Erdogan rahat bir sekilde bir ağ kurabildi ve bunu gittikçe güçlendiriyor. Bu ağın üç kolu var; siyasi, dini ve silahlı kol. Siyasi kolunu Avrupalı Türk Demokratlar Birliği (UETD) oluşturuyor. Lobi çalışmalarını yürütüyor. Mesela Yılmaz İlkay Arın, Rhein-Necker bölgesinin UETD Başkanı. Erdogan’ın güvendiği bir birey. Arın, aynı zamanda Union of Turkish Sport Clubs in Europe (UTSCHE) Başkanı ve UETD Mannheim Başkanı Suat Selçuk ile birlikte ‘Müge Arın Transport’ firmasını işletiyor. Arın’ın MİT ile görüştüğü tespit edildi. Ağın, Dini kolunu DİTİB, Milli Görüş, din Ataşeleri ve ilişkide oldukları farklı radikal selefi örgütleri oluşturuyor. Ücüncü ve en tehlikeli kolunu ise 2015 yılında kurulan ve hala yasaklanmamış olan ‘Almanyalı Osmanlılar’ çetesi ve MİT’e bağlı özel gönderilmiş suikast timleri oluşturuyor.”
Özdemir şöyle sürdürüyor: “Erdogan yıllardır Almanya’ya “Teröristleri tutuklamıyorsunuz, serbest hareket ediyorlar“ diye sitem ediyor. Ona göre muhaliflere yeterince müdahale edilmiyor ve bu yüzden kendi mekanizmalarını devreye koyuyor. Türkiye’deki uygulamalar Avrupa’ya adapte edilmeye çalışılıyor. Almanya’da cezaevine atma imkanı olmadığı icin bu ağ devreye giriyor.”
Tam burada Almanyalı Osmanlılar ismli Türkiye destekli çeteyi biraz açmak gerekiyor. Türkiye uzanan bu bağları Sol Parti Hamburg Meclis Grup Başkanı Cansu Özdemir şöyle özetliyor: “Çete 2015’te, AKP tarafından ‘terörle mücadele’ için kuruldu ve yine AKP tarafından finanse ediliyor. Hamburg Eyalet Kriminal Dairesi (LKA) Haziran 2016 yılında Berlin’de, Metin Külünk'ün çete lideri Mehmet Bağcı'ya para dolusu iki zarf verdiğini ve bu paralarla silah alındığını tespit etti.

Bu örgüt, muhalifleri ve diğer etnik ve inanç örgütlerine mensup kişileri tehdit etmek ve saldırmak için Erdoğan'dan talimat bekliyor. Metin Külünk’ün komedyen Jan Böhmermann’ın Erdoğan'a yazdığı mizah şiiri için cezalandırması amacı ile UETD eski başkanı Yılmaz İlkay Arin’den çeteyi görevlendirmesini istediği biliniyor. Almanyalı Osmanlılar, boks kulübü olarak tanıtıldı ve bir yıl içinde bin 500 üyeye ulaştı. Su anda Almanya genelinde 2.500 üye olduğu bilgisi var. AKP’nin Avrupa’daki etkinliklerin de cete üyeleri güvenlikten sorumlu oluyorlar.

NRW (Kuzey Ren Vestfalya) eyalet hükümeti bu paramiliter örgütünün Türk güvenlik birimleriyle ilişkide olduğunun kanaatinde. NRW Eyaleti İçişleri Bakanı Herbert Reul, 19 Ekim 2017'de yapılan İçişleri Komsisyonu’nun toplantısında yaptığı açıklamasında Almanyalı Osmanlılar’ın, Türk makamları açısından ‘terörle mücadele’ adı altında örgütlendiklerini aktardı. Soruşturma yetkililere göre AKP Milletvekili Metin Külünk, çeteye “Kürtlerin kafasına sopa ile vurun” talimatını vermiş. Almanyalı Osmanlılar Başkanı Mehmet Bağcı'nın AKP yetkilisi ile yapmış olduğu bir telefon görüşmesinde ise ‘Bu dava uğruna canımızı veririz’ dediği ortaya çıktı.”
Bu kadar çarpıcı iddiaların üzerine ağın selefi bağlantıları da anlatılıyor. Özdemir bunları anlatıyor, Selefiler ile ağ ilişkileri şöyle yansıyor:
“Stuttgarter Nachrichten gazetesinde yayınlanan bir fotoğraf bu ilişkiyi kanıtlıyor. Bir UETD yetkilisi ile Almanyalı Osmanlılar’dan bir lider İbrahim Abou Nagie ile poz veriyor. Aralarında Essen Konsolosluğu başkonsolosu Kemal Basa görülüyor. Abou Nagie, bugün yasaklanan "LIES- die wahre Religion" stand kurucularından. Bu örgüt onlarca genci IŞİD için savaşa gönderdi. Baska bir tespit daha yaptik: Ansaar International e.V. (Ensar İnsani Yardim Derneği), Almanya’da bağış toplayıp sözde müslüman ülkelerdeki yoksullara dağıtıyor. Fakat bu paraların radikal İslamcı gruplara aktarıldığını biliyoruz. Tesadüfe bakın ki, iki banka hesabi var: Biri Düsseldorf, Neuss’da ve digeri Reyhanlı, Hatay’da.

Erk Acarer / BİRGÜN

Ne zaferi! Kandırmayı bırakın artık- MUSTAFA K. ERDEMOL

BM Güvenlik Konseyi’nde Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınmaması anlamına gelen kararın çıkması elbette küçümsenemez. Bu yönde hazırlanan tasarıya 128 ülke “kabul”, 9 ülke “ret” oyu verirken, 35 ülke de çekimser kaldı bildiğiniz gibi. Malum medyamız bunu Reis’in zaferi gibi verdi elbette ama Arap medyası meseleye “Filistin’in zaferi” olarak baktı yine.
Bizim medyayı geçelim. BMGK’deki oylama sonucunun Filistin için (bir kez daha) zafer olarak görülmesi, Zafer kavramını en azından Filistinliler açısından anlamsız bir hale getirmiş olmalı diye düşünmeye başladım, doğrusunu isterseniz. Filistinli de “Bu kaçıncı zafer?” diye soruyordur herhalde. Onca yıldır birçok (!) “zafer”e rağmen hala “başarıya” ulaşamamış bir mücadelenin mensubu olarak sormakta da çok haklı.

Küçümsenemez, tamam ama, BMGK’de olan, aynı kurumun yıllar önce aldığı kararın, üye ülkelerin çoğu tarafından onaylanmış olmasıdır sadece. BM Filistin’i 1947’de ikiye bölmekle iki devletli çözümü tanımıştı zaten, bu kararına uygun davranmak zorunda, olan budur. Üye ülkelerin Filistin lehine “ilk kez” bu kadar çoğunluk halinde oy kullanması bir hayli önemsenmiş görülüyor, anladığım kadarıyla. Oysa 2012’de Filistin’in BM’ye “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazanmasına yol açan oylamadaki rakamlar bu oylamadan daha fazla Filistin lehine “çoğunluk” yansıtıyordu.. O zaman da BM üyesi 193 ülkeden 138’i Filistin lehine “evet” demiş, 9’u “hayır” oyu kullanmış, 41’i çekimser kalmıştı. Oylamaya beş ülkenin katılmadığını da hatırlatayım.

Bu da o zaman “Filistinliler için büyük zafer” olarak yorumlanmıştı. Haklılık payı vardı çünkü “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü Filistin’e,İsrail’i uluslararası mahkemelere şikayet hakkı kazandırmıştı. Ama bundan önce de bir başka “zafer” vardı. Yaser Arafat liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) BM’de “üye” de değildi “gözlemci” de ama ikisi arası bir yere sahipti.
Daha büyük “zafer” de şuydu: Yaser Arafat başkanlığında 1988’de “sürgünde” kurulan Filistin devletini, 130’dan fazla ülke tanıdığını ilan etmişti.

Yani Filistin sürekli zafer kazanıyor ama ne hikmetse her zafer kazandıkça toprak kaybediyor. 1946’dan günümüze kadar kaybettiği toprakların haritasını bulmaya çalışın, ne dediğimi anlarsınız.
ABD’nin, son Kudüs konulu BM oturumunda üye ülkeleri tehdit etmesinin de ilk kez rastlanan bir durummuşçasına ele alınması bir garip gerçekten. 2012’de de, yani Filistin’in “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazandığı oylama öncesi de ABD Filistin’e destek veren ülkeleri açıkça tehdit etmişti. ABD Senatosu Filistin’e yapılan para yardımının kesilmesini kararlaştırmıştı örneğin, başvurusunu çekmesi için. Ama beklediği olmamış, Filistin istediği statüyü elde etmişti. O zaman da ABD-İsrail ikilisi yalnız kalmıştı, geçen gün BMGK’de kaldıkları gibi.

ABD, evet, en büyüğü geçen günkü BMGK’de yediği “tokat”tır ama daha önce de “yalnız” kalmıştır BM kurumlarında. Hatırladığım iki vakıa var böyle. 2001’de ABD BM İnsan Hakları Komisyonu’na seçilememişti. Bu 1947’den beri ilk kez karşılaştığı bir durumdu. Seçmemişti üye ülkeler. Diğeri de 2013’de UNESCO’ya Filistin’in “tam üye” yapılmaması konusunda baskı yapmasına karşın bunda başarılı olamamasıdır.

BMGK’de çıkan kararın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu üzerinde hiç bir etkisi olmayacak, bu kesin. BM’nin aldığı kararlarının tersine işgal ettiği bölgelere yerleşim birimleri inşa etmeye yıllardır devam eden İsrail’i hangi BM kararı durdurabildi ki? Ama bu karar asıl Donald Trump için bir tokat olmuştur. İç politikada aleyhine yansımaları olacaktır bunun. Bir de ABD-Avrupa kavgası artık iyice ortalığa saçılmıştır. Bu Filistin bahanesiyle bir kez daha ortaya çıkmış oldu.

Filistinlilerin kazandığı bir zafer yoktur ortada. Ya da AKP Genel Başkanı’nın iddia ettiği gibi gerçekten “İslam alemi”nin Filistin zaferi ise bu, Filistinliler zafer kazana kazana yok olacaklar demek ki.

Filistinlilerin bu tür “zafer”lerden daha fazlasına ihtiyaçları var oysa.


MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Aziz Nesin aydınlığında! - ORHAN GÖKDEMİR


Yarın Ankara yoluna düşeceğiz. Ankara Nazım Hikmet’te dostlarımızla Aydınlanma mücadelemizin simge ismi Aziz Nesin’i konuşacağız.


Ankara yoluna aşinayım ta 1980’li yıllardan. Yıl 1987. Yalçın Küçük Hocanın başını çektiği Toplumsal Kurtuluş dergisinin kurucuları arasındayım bütün toyluğuma rağmen. Mesut Odman’la, Durmuş Tiryaki’yle, Candan Baysan’la tanışıklığımız o yıllardan. Kısa aralıklarla İstanbul-Ankara arasında gittim geldim bir süre. Her İstanbullu gibi biraz şaşı bakıyordum Ankara’ya. Bunda “Dal”ında kalmamın, mahpusunda yatmamın da etkisi vardır belki, kim bilir? Geçen ay “olaylı” Doğan Avcıoğlu toplantısından sonra Hocayla yemekte buluştuk. Yalçın Hoca “övünüp duruyorsun ama seni hapse ben soktum” dedi sohbet arasında. Gülüştük. Yüce Gök’e ve Yalçın Hoca’ya şükürler olsun, sayesinde buralardayız!

Şaka değil, o sayede benim için çok önemli olan pek çok aydınımızla tanıştım. Bir kısmıyla uzun, bir kısmıyla kısa dostluklarımız oldu. Sırrı Öztürk yayıncım oldu mesela, Talat Turhan’la birlikte kitaplar yazdık. Can Yücel’i, Müştak Eranus’u ve Rasih Nuri İleri’yi de dergi için gidip gelmeler vesilesiyle tanıdım. Aziz Nesin’le tanışma onuruna da o sayede eriştim. Toplumsal Kurtuluş’un fırtına gibi estiği zamanlar, hevesli ve genç bir gazeteciyim. Yalçın Hocanın isteğiyle Maçka’daki çalışma ofisine gittim, konu neydi hatırlamıyorum. Ufak tefek, ak saçlı bir adam karşıladı beni. Ülkenin en üretken, en inatçı, en aydınlık insanlarının birinin karşısında olduğumun bilincindeydim. Borçluyuz. Bizde, bizim kuşakta, hepsinin izi kalmıştır.

Madem mevzu Aydınlanma mücadelemiz, bir de Turan Dursun’u hatırlatayım. Hiç karşılaşmadım onunla. Doğu Perinçek çevresinin yayınladığı “2000’e Doğru” dergisinde “Din Bilgisi” yazardı. Bir yazardan çok dünyaya yolu kazara düşmüş bir uzaylı gibiydi Turan Dursun. Dinin ta içinden ve en altından geliyordu. Okuya okuya inançtaki hurafenin kokusunu almış, aldıktan sonra baktığı her yerde o hurafelerin izini sürmeye başlamıştı. Öfkeliydi insanın din ile kandırılmasına, yakaladığını tepeliyordu.

Turan Dursun’u resmi tabancalı yobazlar öldürdü. Aziz Nesin Sivas’ta yobaz yangınından kıl payı kurtuldu. Aydınlanma mücadelemizin iki yiğit savaşçısıdırlar.
Peki, ışıklarını yitirdiler mi?
Onların izinden yürüyen bizler karanlığa yenildik mi?
Ne dünün meselesi karanlık, ne aydınlık bugünün mücadelesi. İnsanlığın en kadim kavgalarından birinin tam ortasındayız. Her şey olması gerektiği gibi. Gerici karanlığı devrimler yırtıp atar. Sonra ışığın rengi solar. Gericiliğin hamle yaptığı dönemleri mutlaka bir ışık huzmesi aralar. İşimiz o aralığı genişletmektir. Aziz Nesin, karanlıkta parıldayan o ışık huzmesidir. Yönümüzü ona dönüyoruz…

                                                                             ***

Yaşamı tutarsız olanda akli tutarlılık aranmaz. Ne eğitim meselesidir tutarlık, ne aile, ne soy, ne sop. Sınıfsal bir meseledir bu. Aziz Nesin yaşamıyla da aklıyla da tutarlı bir aydınımızdır. Cumhuriyet kuşağıydı Aziz Nesin. Yoksul halkın yanında tutmuştu safını. O saftaki yoldaşlarının çıkarının laik cumhuriyette ve aydınlanmada olduğunun bilincindeydi. En nefret ettiği de o fukara halkın din ile aldatılmasıydı. Şöyle diyordu bir söyleşisinde: "Ben bir rastlantıyla okuma olanağı bulmuştum. Açların, çıplakların, okumayanların yerini, şans bize gülmüş, biz doldurmuştuk. Peki, bana bunları kim veriyor diye sorduğumda, o günlerdeki yanıtım devlet oluyordu. Daha sonra devlet kimi temsil ediyor sorusuyla asıl karşılığını buldum. Halk veriyordu, Türkiye gibi okumayanların milyonları bulduğu bir ülkede okuyabilenleri aslında halk okutuyordu... Bu borç ödenmez, ama ödemeye çalışmak gerekiyor işte böylece de sosyalist oldum…"

1915’de doğuyor, 1908 ile 1923, doğumu iki devrimin arasındadır. 1930’da parasız yatılı Çengelköy Askeri Lisesi'ne giriyor. Maçka Askeri Fen Tatbikat Okulunu 1941'de üsteğmen olarak bitiriyor. Babasının adı olan “Aziz”i o yıllarda yazdığı yazılarında kullanıyor. Malum askerlerin yazı yazmaları pek hoş bir faaliyet sayılmıyor. 1944’te ordudan atılıyor. Ordudan atılması ülkenin en önemli yazarlarından biri için kapının aralanması anlamına geliyor ama. İstanbul'a döndüğünde Yedigün'de yazmaya başlıyor. Demek ki yazmaya başladığında ülke CHP’den Demokrat Parti’ye geçmektedir. “Demokrasiye geçiş” diyoruz şimdi.

Bir parantez açayım: Yazı devrimine ilk gençliğinde yakalanmıştır Aziz Nesin. Notlarını hep Arap elifbası ile tuttuğunu biliyoruz. O elifbaya çok hâkim olmasına rağmen yenisinden yakınmamıştır hiç. O kadar ki Sivas yangınının arkasından tuttuğu notlar da Arap elifbasıyladır. “Bu kaçıncı öldürülüşüm hain!” başlığıyla kaleme aldığı o notlarda Metin Altıok, Behçet Aysan ve Uğur Kaynar’ın otelin merdiven basamaklarında çekilmiş fotoğrafının detaylarına ilişkin şunları yazmaktadır: “Resimde üçünün de elinde savunma silahları var: Behçet’in önünde yangın söndürme aygıtı, Uğur’un elinde seçemediğim bir şey, Metin’in elinde de saplı badana fırçası. Metin savunma silahını, benimle Sivas cehennemini birlikte yaşadığımız arkadaşıma göstererek, ‘Hanımefendi’ demişti, ‘Bir şairin silahı da ancak işte böyle olur.”

Bu da bir yazarın hayatıdır neticesinde. 1946'da Esat Adil, Türkiye Sosyalist Partisi'ni kurar ve Nesin de bu partiye üye olur. İki ay üye kaldıktan sonra istifa ederek ayrılır. Marko Paşa’yı çıkarmaya başlar. 1948'de Azizname'yi yazdığı için tutuklanır, yargılanır, serbest kalır. 1949'da İngiliz Prensesi Elizabeth, İran Şahı Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk şikâyette bulunur. Bir de bunları küçük düşürdüğü iddiasıyla yargılanır. Bir yıl sonra Politzer'in "Marksist Felsefe Dersleri" adlı kitabını çevirdiği ve yayınladığı için 16 ay hapse mahkûm olmuştur. 6-7 Eylül olaylarında suçlu odur. Yatar çıkar. O sırada Demokrat Parti alaşağı edilir. 27 Mayıs’a destek olmak için kazanmış olduğu Altın Palmiye ödüllerinden birini Hazineye bağışlar. Yanıldığını çabuk anlayacaktır, Şöyle özeleştiri yapar: "Ayıbımı yüzüme vurmazsanız, ilk Altın Palmiye'yi, 27 Mayıs'ın coşkulu, duygulu sevinci içinde, götürüp Devlet Hazinesine verdiğimi söyleyeceğim; hani hacılarımıza döviz yetiştirmeye çalışan Devlet Hazinesi'ne…” 1961’de yazılarından rahatsız olan Cemal Gürsel’in emriyle yeniden tutuklanır.

 Biz son döneminin tanığıyız ne yazık ki. 12 Eylül karanlığında parlayan bir yıldızdı o. Bilar’ı kurdu. Aydın Bildirisine öncülük etti. Dağılan Üniversiteleri “Halk Üniversiteleri” olarak toparlamaya çalışıyordu. Bu uğurda yazıp çizmeyi bile bıraktı. Her sözünde her eyleminde yaklaşmakta olan karanlığa dikkat çekiyordu. O karanlık nihayet son döneminde Sivas’ta onu da yakaladı. Kabataş’tan yola çıkıp Kasımpaşa üzerinden Zincirlikuyu’ya yürüdük ertesi gün. Tabutlarda yobazlar tarafından yakılmış aydınlığımızı taşıyorduk.
                                                                             ***

1990’lı yıllarda bir söyleşisinde manidar soruları bakın nasıl cevaplıyor:
“-Geçenlerde ‘enayi’ dediğiniz Türk halkına artık güveninizin kalmadığını söylediniz. Neden?
Zaten yoktu ki güvenim! Türk halkı yorumları hep yanlış yapılmıştır. En büyüğünü bilerek Mustafa Kemal yapmış, ‘Türk halkı zekidir, çalışkandır” demiştir. Bunlar o zamanlar önemliydi. Türk halkı ezikti, bitikti. Moral vermek istemiştir. Yoksa o da Türklerin tembel olduğunu, zeki olmadığını biliyordu.
-Popülist bir yazarsınız. Sözleriniz bir bozgun yaşadığınızı düşündürüyor.
Bu demek değil ki halkı sevmiyorum, bütün Türkiye aptaldır. Ama Türk halkı zeki değildir. Zeki olmanın koşulları vardır. Örneğin bu halk iyi besleniyor mu? Yalan! Protein alıyor mu? Yalan! Domuz yiyor mu? Nasıl zeki olacak?
-Zeki olmak için domuz yemek şart mı?
Et yemek şart. Ama domuz yerse akıllılık eder. Çocukluğumdan dinsel şeylerden etkilenmişim, ben yiyemiyorum. Zekânın kuşaktan kuşağa geçmesi için tarih bilinci olması, eğitilmesi gerekir. Bu millet eğitiliyor mu? Yalan!
-Size ‘Bu halk enayi’ dedirten gerçek şey ne?
Şirketlerde yüzde 51 hisseyi elinde tutan egemendir. Toplumumuzun da yüzde 60’ı enayidir. Onun için toplum enayi diyorum.
-Halkın desteğiyle yaşadığınızı söylerdiniz. Halk desteğini çekti mi sizden?
Halk desteğini çekti benden ama zaten desteği isteyerek vermedi ki. Yoksul bir ailenin çocuğuydum, halka gidip yardım isteseydim canıma okurlardı. Bu insanlar vergileriyle bana yardım ettiler. Bunu ödemenin yolu, halka sen iyisin demek değildir. Aptal, enayi olduğunu anlatmak gerekiyor.”
Aziz Nesin mizahı, aydınlığı, solculuğu, halkçılığı, devrimciliğidir bu. İster sürünsün, ister diz çöksün halkımızı seviyoruz. Zalimine karşı ayağa kalkarsa daha çok seviyoruz.

                                                                              ***

Ankara yolundayız. Aydınlığı ve Aziz Nesin’i düşünüyoruz. Çok işimiz var belli. Çünkü aydınımızın, solumuzun aydınlanmayla ilişkisi oğullarının Aziz Nesin’le ilişkisine benziyor. İkisinin de kadri bilinmemiş, devrimine ihanet etmiş düzenle karıştırılarak yan bakılmıştır. Hâlbuki Aydınlanma artık komünizan bir iştir. Bütün ışıkların izindeyiz, bütün ışıklar bizimdir.
Aziz Nesin mizahı, aydınlığı, solculuğu, halkçılığı, devrimciliğidir bu. Onun izinde tekrarlıyoruz: Enayi olmayacağız, ışığa döneceğiz!

Orhan Gökdemir/ SOL

Misak-ı Milli ile kurtulduk - ALİ SİRMEN

İslam İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul’da toplanmasının üzerinden henüz bir hafta geçmeden, Trump’ın Kudüs kararını reddetme önerisinin, BM Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesinden 14’ünün oylarına karşılık, ABD’nin vetosu ile geri çevrilmesinin ardından bütün İslam âleminin gözlerinin BM Genel Kurul toplantısında yapılacak Kudüs görüşmelerine çevrildiği bir sırada, Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed ile Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan arasında patlak veren nahoş tartışma kimilerinin akıllarını başlarına getirememiş ise, bundan sonra da bir daha asla getiremeyecek demektir. 
 
Yok, yok gâvura kızıp oruç bozar gibi, Abdullah bin Zayed’e kızıp kafa bozarak, “bizi sırtımızdan hançerleyen Araplar!” teranesini yeniden ısıtıp önünüze sürecek değilim. Zira haddini bilmez Bin Zayed’in kahraman “Medine müdafii” Fahreddin Paşa’yı kutsal emanetler hırsızlığıyla suçlamaya kalkması ne denli edepsiz bir gaflet ise, “bizi sırtımızdan hançerleyen hain Araplar” teranesi de o denli büyük bir tarihi aymazlıktır ki bundan zamanında uyanamamamızı şimdiye dek yeterince pahalıya ödedik.
***

Hıfzı Topuz’un Namık Kemal’i anlattığı kitabının “vatan şairi”miz ile Batılı aydın Dandrino’nun konuşmasına yer verdiği bölümünde, Namık Kemal’in kaybına üzüldüğü vatan topraklarının yasını tutmasını eleştiren Avrupalı aydın şunu söyler:
- Oralar sizin değil, başkalarının vatanı, siz orada yabancısınız! 

 
Osmanlı aydın ve yurtseverinin açmazını bu hayali diyalogdan daha iyi vurgulayan bir sahne bulunamaz. Vergi gelirlerine yabancı güçler tarafından el konulmuş, öz toprakları üzerinde ve başkentinde yargı erki dahil, egemenlik hakları yabancılar tarafından parsellenmiş Osmanlı, kendisini üzerindeki hükmü gerçekten bekçilikten öteye geçmeyen toprakların egemeni sanıyor, buraları asıl sahiplerinin desteği de olmaksızın elinde tutmak için Anadolu çocuklarının kanlarını döküyordu. Bu ortamda, “hürriyet!” avazeleri arasında gelen meşrutiyet, toprakların gerçek sahiplerinin mi, yoksa bekçilerinin mi özgürlüğünü ve refahını sağlayacaktı? Bütün bu unsurları, tek bir Osmanlı kimliği altında birleştirmek, aslında olmayacak bir duaydı ve Osmanlı’nın son dönemi bu olmayacak duaya nafile “amin”le geçti. 
 
Arap kendini Osmanlı ile ne aynı ulusun parçası ne de aynı dinin kardeşi olarak görüyordu.
Osmanlı kimliği ve “Araplarla din kardeşliği dayanışması” Osmanlı’nın hüsnü kuruntusuydu. Araplar, 1. Dünya Savaşı sırasında, bu gerçeği görmemekte direnen Osmanlı’nın peşinden değil, bu gerçeği fark edip kendi çıkarına kanalize eden Lawrence’ın ve İngilizlerin peşinden koştu.
Bu durumda bizim için bu boş saplantıdan sıyrılmadan kurtuluş yoktu. 

***

Nitekim kurtuluş, o saplantıdan vazgeçişle geldi.
Vazgeçişin belgesi Misak-ı Milli idi.
Misak-ı Milli ulusal sınırlar içinde kalan bu vatanın evlatlarını, onun dışında kalanların sorumluluğundan, yükümlülüğünden halas ederek kurtarıyordu.
Misak-ı Milli, toplumu kendisinin olana sahip çıkarken kendisinin olmayandan da vazgeçirerek, başka bir deyişle yalnız aldıklarıyla değil, aynı zamanda bıraktıklarıyla evlatlarını kurtarıyordu.
Bu şekilde hem vazgeçen toprakların, hem de vazgeçilen toprakların evlatları aynı anda birden kurtuluyorlardı.
Bu gerçeği gözler önüne seren son tartışma, bize bir kez daha bölgeye ve Arap dünyası ile İslam âlemine doğru yaklaşımın ne olduğunu göstermiştir.
Son yıllarda, tarihi gerçeklerle de bağdaşmayan kof bir Osmanlılık tutkusu peşinde koşma uğruna bir yana bırakılan, Cumhuriyet’in temel felsefesi doğrultusundaki politikaya bir an önce dönülmediği takdirde, yeni zararlar, kayıplar ve hüsranlar yaşanması da kaçınılmaz olacaktır.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

22 Aralık 2017 Cuma

Gerici uygulamaların kolaylık nedeni! - RIFAT OKÇABOL

Okullardan gelen gerici uygulamalarla ilgili haberler her gün artıyor.
Bu durumun okullardaki kadrolaşmaya paralel olarak çoğaldığı görülüyor. İlk ve ortaöğretimdeki müdür ve müdür yardımcılığı görevlerini ağırlıklı olarak din kültürü ve ahlak bilgisi dersi öğretmeni ya da, imam hatip/ilahiyat okumuş kişiler yürütüyor.  Mart 2014’te çıkarılan dershane yasasıyla, 8 yılını tamamlamış müdür ve müdür yardımcılarının görevlerine son verilmesi, okullardaki bu tür kadrolaşmayı kolaylaştırmış bulunuyor. Yine dershane yasasıyla, proje okulu uygulamasının getirilip toplumun önem verdiği liselerin proje okulu kapsamına alınarak, nitelikli liselere de müdür ve müdür yardımcısı yanında öğretmen düzeyinde de kadrolaşma fırsatı yaratılmıştır (proje okulu uygulamasında Danıştay’ın iptalden yana olurken, Anayasa Mahkemesi’nin projeyi benimsemesi insanı şaşırtıyor).

Okullardaki gericileşme uygulamaların yaygınlaşmasının ikinci nedeni de bakanlığın merkez bürokrasisindeki kadrolaşma oluyor., İktidarın desteği yanında bakanlık bürokrasisinin de arkalarında olduğunu bilmeleri, okul yöneticilerinin gericileşme cesaretini artırıyor. 2011’inde çıkarılan 652 sayılı KHK ile bakanlığın üst düzey bürokratlarının görevleri sona erdirilmişti. Bu KHK maddesi, bakanlıkta muhalif ya da tarafsız bürokratların gönderilmesini ve yerlerine ağırlıklı olarak cemaat mensuplarının getirilmesini kolaylaştırmıştı. Dershane yasasıyla yeniden üst düzey bürokratların görevleri sona erdirilmişti. Bu kez de bakanlıktaki cemaatçiler yerine, birebir AKP’li olanlar getirilmişti.  Ayrıca 652 sayılı KHK ile bakanlıkta sözleşmeli bürokrat istihdam edilmesi de kolaylaşmıştı.

Bu arada, bakanlığın beyni ve karar organı durumunda olan Talim ve Terbiye Kurulu (TTK)’nun da giderek, yönetmelik ve yasalarla oynanarak,  daha gerici bir yapıya indirgendiği görülüyor.  31 Ocak 1993’te çıkarılan TTK Yönetmeliği, AKP iktidarından önce 4 Aralık 1999’da değiştirilmişti. AKP ise bu yönetmeliği 17 Ekim ve 8 Kasım 2003’te, 8 Ağustos 2006’da, 12 Eylül 2012’de ve 28 Eylül 2016’da değiştirmiş bulunuyor. 2006 yönetmeliğinin 25. maddesine göre TTK üye dağılımı şöyle oluyor: Matematik-fen bilimleri (4 üye), sosyal bilimler (2), dil bilimleri-Türkçe, Türk dili ve edebiyatı, yabancı dil- (3), meslekî ve teknik eğitim (2), güzel sanatlar, beden eğitimi ve spor (1), rehberlik ve psikolojik danışmanlık (1), program geliştirme (1) ve eğitim yönetimi  ve denetimi (1). 2006 yönetmeliğinin 26. maddesine göre TTK üyesi olmak için “öğretmen menşeli olup çeşitli öğretim ve yönetim kademelerinde görev yapmış olmak” gerekiyor.

652 sayılı KHK‘nin 28. maddesi ile TTK’nin yapısı da değiştirilmişti: Üye sayısı 15’ten 10’a indirilirken, TTK üyelerinin “eğitim ile ilgili alanlarda öğretim üyeleri, en az on yıl süreyle öğretmenlik veya okul yöneticiliği yapmış olanlar ile kamu görevlileri arasından” seçilir denerek öğretmen olmayana da üyelik yolu açılmıştı. Mart 2014’te çıkarılan dershane yasasıyla da, karar organı olan TTK,  inceleme birimine dönüştürülmüştü.  2016 yönetmelik değişikliği ile de, daha önceki yönetmeliklerde var olan, “ Kurul Başkanı ve üyelerinin atanabilmesi için 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48'inci maddesindeki[1] şartlar ile 68'inci maddesinin (B) bendindeki[2] şartları taşıması gerekir” maddesi yürürlükten kaldırılıyor.

Bu yürürlükten kaldırma, TTK üyesi atamada keyfiliği getiriyor (yasanın memur olmak için aradığı koşulu yönetmeliğin iptal etmesi yasal olmadığından, Danıştay’ın bu iptal maddesini, iptal etmiş olması gerekiyor.

Benzer gerici kadrolaşmanın üniversitelerde de gerçekleştiği biliniyor. Doğramacının YÖK başkanlığında ağırlıklı olarak Türk-İslam sentezci kişiler rektör ve dekan yapılmıştı. Bu durum Gürüz’ün YÖK başkanlığında da yaygın olarak devam etmişti. A. Gül Cumhurbaşkanı olunca, Şule Dede’nin[3] belirttiği gibi, çoğunluğu dini referansları öne çıkan kişileri rektör atamıştı. Günümüzde de benzer durum devam etmektedir: Son atanan 9 rektörün dokuzunun da ilahiyatçı olduğu söylenmektedir.
“Kılavuzu karga olanın…” denmesi boşuna değil herhalde!

Rıfat Okçabol / SOL


[1] Devlet memurluğuna alınacaklarda aşağıdaki genel ve özel şartlar aranır. A) Genel şartlar: 1. Türk Vatandaşı olmak,(1) 2. Bu Kanunun 40’ncı maddesindeki yaş şartlarını taşımak, 3. Bu Kanunun 41’inci maddesindeki öğrenim şartlarını taşımak, 4. Kamu haklarından mahrum bulunmamak.
[2] Üst derece kadrolara atanabilmek için gerekli hizmet süreleri.
[3] Bkz. ‘Gül’ kokulu rektörler, takunyalı üniversite, Bilim ve Gelecek, 104, Ekim, 6-30.

Servet mülkiyetinde yabancılaşma - KORKUT BORATAV

Yabancı Sermaye Akımları; Yabancıların Mülkiyeti…
2003-2016 yıllarının tümünde dış dünyadan Türkiye’ye (net olarak)  600 milyar doları aşkın yabancı sermaye girdi. Bir bölümü doğrudan yatırımlara, hisse senedi, tahvil alımına, mevduata bağlandı; gerisi bankalara, şirketlere, devlete açılan kredilerden oluştu.
Peki, bu “paralar” ne oldu; bugün nerede?
Bir kere, her yıl bu (ve önceki) yatırımlardan kaynaklanan getirilerin bir bölümü, kâr, faiz, portföylerin “değer artışı” biçiminde dış dünyaya transfer edildi. On dört yıl boyunca bunların toplamı 150 milyar doları aştı.
Hepsi bu değil… Borsaya, mevduata, sabit varlıklara, örneğin gayrimenkullere, yeni tesislere yatırılan yabancı sermaye getirilerinin bir bölümü Türkiye’de kaldı; anaparaya eklendi; yeni yatırımların finansmanında kullanıldı; vadesi gelen krediler yenilendi; çoğu kez artırılarak “döndürüldü”.

Bu sonuncu gelişimler, dış kaynak akımlarının Türkiye içinde servete dönüşmesi anlamını taşır. Böylece yabancı sermaye akımları sadece yurt dışına kâr, faiz aktarımına değil; ülke içinde mülkiyetin yabancılaşmasına da yol açıyor.
Elbette, yabancı sermayenin batan, “afiyetle tüketilen”, Türkiyeli şirketlere dönüşen bölümleri de olmuştur; tümüyle izlenmesi güçtür. Buna mukabil merkez bankaları, yerli / yabancı ayrımı yapılabilen “yatırımcıları” uluslararası yatırım pozisyonu istatistikleri altında izleyebiliyorlar. Bunlar gelir (akım) değil, servet (stok) bilgilerini içerir.
Bu hesapların Türkiye örneğini örnek verelim; kullanalım: Yabancılara ait yukarıda sıraladığım tüm yatırım, plasman, kredi (alacak) türlerinin toplamına Türkiye’nin dış (“yabancılara”) yükümlülüğü deniliyor.
Yabancıların Türkiye’deki servetlerini ifade eden bu toplam, Eylül 2017’de 666 milyar dolara ulaşmıştı.

Türkiye Burjuvazisinin Dış Varlıkları
Dış dünyaya servet, sermaye aktarımında Türkiye burjuvazisi niçin geri kalsın? Rantiyelerimiz Londra’da konut, Frankfurt borsasından tahvil alabilir; İsviçre’de hesap açabilirler. Şirketlerimizin Moldova, Azerbaycan, veya Kenya’da şube açmaları, yeni yatırımlara kalkışmaları da serbesttir. Bankalar (en başta TCMB) rezervlerini ABD tahvillerine bağlamışsa veya Batı bankalarında mevduatta tutmaktaysa sermaye ihraç etmiş olurlar.
Yabancıların Türkiye’deki servetlerinin bir paraleli Türkiye burjuvazisinin ve devletinin dış dünyadaki varlıklarıdır. Uluslararası yatırım pozisyonu hesapları bu toplamı da vermektedir ve Türkiye’nin dış varlıkları Eylül 2017’de 226 milyar dolara ulaşmaktadır. Bu toplamın yarısı TCMB’nin ve bankaların  tahvil, mevduat biçiminde tuttuğu rezervlerden oluşmaktadır.
Dikkat ediniz: Böylece oluşan servet hesabında Türkiye’nin dış varlıkları ($226 milyar), dış yükümlülüklerinin ($666 milyarın) altındadır. “Net pozisyon” eksi 440 milyar dolardır. Bu durum, Türkiye’nin net sermaye ithalatçısı olmasının bir sonucudur ve bu özellik, ülkemizin  emperyalist sistemin merkezinde değil, çevresinde yer aldığını göstermektedir.
Servet hesabına değil de sermaye akımlarına baktığımızda da aynı  durumla karşılaşıyoruz. 2003-2016 döneminde yıllık ortalamalara bakalım: 43 milyar dolarlık sermaye ithali; 6 milyar dolarlık sermaye ihracı… Yabancı yatırımcılar Türkiye’den dışarıya  her yıl ortalama 11 milyar dolarlık kâr, faiz vd transfer ediyorlar… Türkiye’ye dış dünyadan aktarılan benzer getirilerin ortalaması ise 5 milyar dolar…
Tüm nicel göstergeler aynı sonuca varıyor: Türkiye kapitalizmi emperyalist sistemin bağımlı çevresinde yer almaktadır.

Mülkiyette Yabancılaşmanın Türkiye Seyri
Emperyalist sistem, böylece, sermayeyi vatanından koparırken, her ülkede mülkiyeti giderek “gayri millî” yapmaktadır. Semayenin vatansızlaşma, uluslararasılaşma süreci yüz elli yıl öncesine uzanır. Terminolojiyi basitleştirelim: Mülkiyetin yabancılaşması söz konusudur ve ve bu süreç, artık, istatistiklerde hesaplanabilmektedir.
Türkiye’de bu anlamdaki dışa açılmanın seyir defterini AKP’li  yıllarla sınırlayalım ve aşağıdaki tabloda izleyelim. Türkiye’nin dış dünyadaki varlıklarını (Satır 1) ve Türkiye’nin “dış yükümlülüklerini” (Satır 2) millî gelire oranlıyoruz. (Hatırlatalım: “Dış yükümlülükler”, yabancıların Türkiye’deki servetleri anlamındadır.)
Varlıklar, yükümlülükler ve millî gelir hesabı dolarla yapılmaktadır. Yıllık çalkantılardan arınmak için ana eğilimleri  dönem ortalamalarından izliyoruz.

Tablo 1: Mülkiyetin Yabancılaşması: Türkiye 2002-2016 (Dönem Ortalamaları, %)

(*) Net pozisyon = Dış varlık eksi Dış yükümlülük

Tabloda ortaya çıkan çarpıcı tespitlerden biri,  AKP’nin ilk yıllarında ekonominin dışa açılmasının (mülkiyetin yabancılaşması sürecinin) “adeta” yavaşlamasıdır. 2002 ile sonraki dört yılın ortalaması (Sütun 1-2) karşılaştırılırsa, millî gelire oranla dış varlıklar üç puan; dış yükümlülükler dört buçuk puan gerilemiştir.

Bu gerilemeyi “adeta” diye nitelendirdim; zira değişim büyük ölçüde doların ucuzlaması, TL’nin reel olarak değer kazanmasıyla ilgilidir.  O yüzden 2002-2006 arasında milli gelir (GSYH) dolarla hesaplanırsa iki mislinden fazla (%131 oranında), sabit fiyatlı TL ile hesaplanırsa  sadece %41 oranında artmıştır. Türkiye’nin dövizle tanımlanan varlıkları ve yükümlülükleri (örneğin dış borçları) değişmese dahi, dolarlı millî gelir şişmiş; dış varlık/GSYH ve dış yükümlülük/GSYH oranları  da salt bu nedenle (payda büyüdüğü için) aşağı çekilmiştir.

2007 ve sonrasında ise (araya giren kriz ve finansal gerilim yıllarının katkısıyla) reel döviz fiyatı ılımlı bir artış eğilimi göstermiştir. Bu, dış varlık / yükümlülük oranlarını yukarıya çeken bir katkı yapmıştır. Ancak, dikkat ediniz: Bu artış Türkiye’nin dış varlıklarında değil, dış yükümlülüklerinde gözlenmektedir (Sütun 4-5).

Son dönemin (2012-2016’nın) ortalamasını AKP iktidarı öncesiyle  (Sütun 4 ve 1’i) karşılaştırınız: Türkiye’nin dış dünyadaki varlıklarının millî gelire oranı 1,6 puan aşınmıştır. Yabancıların Türkiye’deki servet mülkiyetinin (“dış yükümlülük”lerimizin) payında ise 7,3 puanlık bir artış söz konusudur.

Bu iki zıt yönlü hareket, döviz kurlarını aşan bir temel dönüşüme işaret etmektedir.

İlk olarak Türkiye  kapitalizmi, dış dünya  üzerinde iddialı değildir; sermaye ihraç ederek olgunlaşma eğilimleri zayıftır. Burjuvazimizin dış dünyada  mülkiyet edinimi göreli olarak durağandır; esasen dış varlıklarımızın önemli bir bölümü devlete (TCMB’ye)  ait  rezervlerden oluşmaktadır.

İkinci olarak, Türkiye’de servet  mülkiyeti üzerinde yabancıların payı  belirgin boyutlarda artmakta; mülkiyet yabancılaşmaktadır.

Farklı doğrultuda gerçekleşen bu iki eğilimin yansıması, son satırda açıkça gözleniyor: Türkiye, emperyalist sistemin bağımlı çevresinde yer aldığı için uluslararası yatırım (mülkiyet) pozisyonu daima eksidir. 

Ancak zaman içinde bağımlılık olgusu daha da ağırlaşmıştır: 2002 ile son dönemin net pozisyon / millî gelir ortalamasına (yüzdeler olarak) bakınız: -35,9 → -44,8… Dokuz puanlık bir bozulma…
Kıssadan hisse: AKP’li yıllarda uluslararası sermayenin Türkiye’de varlık edinimleri artmış; servet mülkiyeti önemli boyutlarda yabancılaşmıştır.

Türkiye burjuvazisi ise dış dünyada mülk edinmeye fazla hevesli değildir. Bir bölümü (belki de hepsi) için Türkiye’nin kamusal varlıklarına kapkaççı yöntemlerle el koyma seçenekleri, fırsatları çok daha çekici olsa gerek…

                                                                               ***

Mülkiyetin yabancılaşması, emperyalist sistemin “normal” dönemlerini belirleyen yaygın bir eğilimdir. Farklı ülkelerde gelişim biçimi, temposu izlendiğinde, emperyalizmin bünyesindeki çeşitlenmelere; hiyerarşik konumlarda değişmelere de ışık tutabiliyoruz.
Önümüzdeki hafta bu türden bilgiler içeren uluslararası istatistiklere ve Türkiye’nin göreli konumuna göz atmak istiyorum.

Korkut Boratav / SOL

Adım adım! - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar bu yazıya da yine geriye dönüp, “94 yıl” öncesine kısaca değinerek başlasak diyorum; 1919’dan 1923’e dek dört yıl süren “Ulusal Kurtuluş Savaşı”nın, “Lozan Antlaşması”yla noktalanmasının ardından, kurulacak yeni yönetimin yapısı gündeme gelir.
 
Gerçi bir “Meclis”, bir “Meclis Hükümeti”, “Bakanlar Kurulu”nun Başkanı olarak, alınan kararları onaylayacak “Meclis Başkanı” vardı, ama bu “Başkan”ın, “Devlet Başkanı” olduğunu belirten bir yasa olmadığını vurgular Atatürk.
Ve bu belirsizlikten, “Padişah” yanlısı milletvekillerinin nasıl yararlandığını “Söylev”de (Nutuk), “Padişahlık kaldırıldıktan sonra, ‘Devlet Başkanlığının, Halifelik’ mevkiinde ‘belirdiğini’ görüyorlardı!” diyerek, “Halife” konusunu gündeme getirdiklerini belirtir.
Dahası, “Milli Mücadele”yi birlikte başlattıkları Rauf Beyin de, en doğru yönetim biçiminin “ ‘Başkanlıkve ‘Başkan’ın da ‘Halife’ olduğu” görüşünde direndiğini vurgular.
Yönetimin başında “Başkan” olmasını isteyenler, Başkan’ın ayrıca “Halife” olmasıyla da bütün dünya Müslümanlarının başı olacağını dile getirirler -özellikle- gazetelerdeki yazılarıyla...
Ne ki, “Cumhuriyet”in ilanının hemen ardından, “Cumhurbaşkanı”nın seçilmesiyle karalar bağlarlar, çünkü devletin başında bir “Başkan”, daha doğrusu hem “Halife” hem “Başkan” olması isteklerinin önü kesilir; öyle umutsuzluğa düşerler ki, Atatürke bile “Halife” olmasını önerirler... Bütün bunları, en ince ayrıntılarıyla, “belgeler”e dayanarak, “Söylev”de anlatır Atatürk.


Evet değerli dostlar, Erdoğan’ın son konuşmalarını dinlerken bunları yer yer düşünmekten kendimi alamadım, sizlerle de paylaşmak istedim... 


Ayrıca yine Erdoğan’ın bu son konuşmalarında -özellikle de Saray’ındaki toplantılarında- kolunu kaldırıp eliyle oluşturduğu “Rabia” işaretini, kendini dinleyenlere yaptırırken de, insan yine “20. yy”ın başındaki kimi diktatörlerin, sağ kollarını kaldırarak yaptıkları selamlaşmayı anımsamasının önüne geçilemiyor; benimle yaşıt değerli dostlar anımsarlar diyorum... 


Günümüzde “TV” var; “sabah-öğle-ikindiakşam- yatsı” haberleriyle, anında izliyoruz Erdoğan’ı...
Ve bu arada, geçen yüzyılın dünyayı güldüren “komedyen”inin, ünlü “Şarlo”sunu -özellikle yüz mimikleriyle- aratmayan, ABD Başkanı D. Trump, Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ediverdi...
İslam dünyasından ilk çıkışı Erdoğan, 57 üyeli “İslam İşbirliği Teşkilatı”na (İİT) İstanbul’da toplanma çağrısı yaptı, dönem başkanı olarak. 


Başka bir ses çıkmadı; dolaysiyle bu kıpırdanış, tüm dünya Müslümanları adına oluyordu; bunu sürdürdü, Hıristiyanların başı Papa’yı da aradı, destek aldı; İİTnin toplantısının açılış konuşmasında, “İslam dünyasını içeriden çökertme operasyonu uygulanıyor!” diyerek, tüm İslam âlemini uyardı; “yürekleri aynı kıbleye dönen” dediği, tüm İslam dünyasının “Başkanı” bağlamındaki görevle... 


Bu seslenişi, 2019 seçimlerinin, “Başkan” seçimi boylamında olmasını istemesinin nedenini de ortaya koymuyor mu?
Ne dersiniz?


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

21 Aralık 2017 Perşembe

Bir zamanlar gazetecilik ve hapislik - NAZIM ALPMAN

Ali Sirmen gerek yazılarıyla gerek konuşmalarıyla, her olağanüstü dönemde girdiği askeri cezaevleri, yattığı hapislikleri ve karşısındakileri kırıp geçiren (büyük bir ciddiyetle yaptığı) esprileriyle gerçek bir Babıali efsanesidir.

Ali Sirmen’in anılarından oluşan “Bir Eski Cumhuriyet İçin” adlı söyleşi kitabı İmge Yayınlarından geçtiğimiz yaz çıktı. Kısa sürede ikinci baskıyı da yaptı. Ümit Aslanbay’ın özenli bir çalışma ile kitaplaştırdığı eser, gazetecilik açısından bir başyapıt niteliğine sahip bulunuyor.

Özellikle gazetecilik koşulları ve nitelikleri bakımından 2000’li yılların yerlerde sürünen mesleğimizin eskiden nasıl yapıldığını okuyup anlamak için Ali Sirmen kitabı büyük bir görevi yerine getiriyor.

Tabii Türkiye’de fikir insanı olmanın zorunlu bir devamı niteliğine sahip hapislik koşulları bakımından ülkenin nereden, nereye geldiğini de anlamak için iyi bir kıyaslama imkanı sunuyor.

***

Ümit Aslanbay soruyor, Ali Sirmen de bütün samimiyetiyle anlatıyor…
-Sizin de yargılandığınız Madanoğlu Davası var. Cezaevine giriş süreciniz nasıl başladı?
-“Akşam gazetesindeydim, Madanoğlu Davası nedeniyle arandığımı duydum. Emniyet Müdürlüğüne telefon ettim, beni arıyor muşsunuz? Yoo aramıyoruz diye cevap geldi. Sonra gelin dediler, gittim  Sirkeci’deki Sansaryan Han’a… İstanbul Emniyet Müdürlüğü oradaydı. Gözaltına alındım. Ama dava Ankara’da. Bizi Ankara’ya nasıl sevk edeceklerini bilmiyorlar. Biz otobüsle gidelim, parasını biz veririz dedik. Kabul ettiler. Sivil polislerle birlikte yola çıktık. İçimizden şu geçiyor, bir daha İstanbul’a ne zaman döneceğimiz belli değil. Bir veda yemeği yesek de öyle gitsek. Polislere söyledik, kabul ettiler. Pendik’te indik, bir balıkçı lokantasına girip içkili balıklı bir İstanbul’a veda yemeği yedik polislerle birlikte…”

Ankara’da tutuklu olarak Askeri Bando Mızıka Okulunda bir süre kaldıktan sonra İstanbul’a Davutpaşa Kışlasına getiriliyorlar. Dayanışma en üst düzeyde sürüyor. Mesela Yaşar Kemal sıklıkla ziyarete geliyor. Ali Sirmen o günleri şöyle anlatıyor:
-“Yaşar Kemal, Noel Baba gibiydi, her seferinde eli kolu dolu gelirdi. Ziyaretçilerimiz koğuşlara kadar gelirdi. Bir seferinde iki kiloluk Neskafe getirmişti. Annem geldiğinde ona kahve yaptım. Şaşırdı, oğlum siz burada bizden iyisiniz dedi. Bir gün de Beyti’den kebaplarla gelmişti Yaşar Kemal.”

Bu dönem yakın tarihimizde “12 Mart Faşizmi” olarak geçiyor. Askeri cezaevi olarak kullanılan 1970’lerin Davutpaşa kışlası ile 2000’lerin “sivil” Silivri Cezaevini kıyaslayınca, yeni rejimin niteliği konusunda bir isimlendirme yapabilmek mümkün değil!..

***

Ali Sirmen’in Akşam gazetesi yılları zengin anılarla dolu… Gazete sahibi işadamı Malik Yolaç’ın da ara sıra gazetede imzasız başyazıları yayınlanıyor. Bu yazılardan biri için dava açılıyor. Yazı İşleri Müdürü Doğan Koloğlu da haliyle sorumlu olarak mahkumiyet alıyor.

Bundan sonrasını Ali Sirmen anlatsın:

-“Esas sürpriz mahkemede ortaya çıkıyor. Malik Yolaç, Doğan Koloğlu’nu işten atmıştı. Bu koşullarda dahi Doğan, Malik Yolaç’ın adını vermedi. Söz konusu başyazıyı patronum Malik yazdı demedi. Kısa süre hapis yattı, çıkınca da Erol Simavi, onu (Doğan Koloğlu) Hürriyet’te işe aldı.”Şimdilerde hapishaneye konulmuş meslektaşları aleyhinde savcıları geride bırakan suçlama yazıları kaleme alan “gazetecileri” görüp, okuyunca eski gazetecilerin masal kahramanları gibi görünmelerine şaşırmamak gerekiyor.

Ali Sirmen de o kahramanlardan biri olarak mesleğini aynı çizgide sürdürüyor. Sirmen bizlere ister istemez “vay canına” dedirtiyor:-Bir zamanlar gazetecilik ve hapislik neymiş!

Nazım Alpman / BİRGÜN