16 Ocak 2018 Salı

Format! - İLHAN CİHANER

AKP elitleri ve destekçileri tarafından muhaliflere/farklı düşünenlere karşı yürütülen, yargı destekli saldırılar artık ergen eğlencesi ve trol saldırısını aşıp yaşamsal tehlike yaratacak hedef göstermelere dönüştü. Bunun yanında formasyonları ve birikimleri kısıtlı besleme bir güruhun tüm düşünce iklimini esir alması sonucunu doğurdu.

Benzer kampanyalar sonrası, 6-7 Eylül’ü, Dink cinayetini, Danıştay saldırısını, Maraş Katliamı’nı yaşamış ülkemizde, gazetecilerin ve politikacıların geçmişten ders almadıklarını gösteriyor. Geçmiş eşelenip bağlamdan koparılan konuşmalar, kişiye ait olmayan fotoğraflar, gayet insani görüntüler, zamanın ruhuna göre kabul edilebilir eleştiriler, aykırı yorumlar, vs. bulunup adeta bir “vur emrine” dönüştürülüyor.

Hiç kimse düşünce biçimini, beynini iktidarın ve devletin bakış açısına göre formatlamak zorunda değildir. Bazı “beslemeler” için bu konforlu olabilir. Reislerine yaranmak için iki gün arayla, ne iki günü 8 dakika arayla birbirine zıt görüşleri de savunabilirler. Ama böyle bir düşünce ikliminin, nasıl bir cehennem yaratabileceğini 15 Temmuz sürecinde gördük.

Biz sorgularız, gerekirse tek başımıza kalsak da bedeli ne olursa olsun doğrularımızı savunuruz, eleştirimizi yaparız. Yanılırsak özeleştiri de yaparız. Eğer savunduğumuz bir parti varsa da cesaretle gider üye oluruz. Takiye yapıp, farklı görünüp, yurttaşları kandırarak siyasi yapıları ve devleti ele geçirmek şimdi en çok bu saldırıları yapanların işidir.

CHP İstanbul İl Başkanı’na ve muhalif birçok kişiye yapılan saldırılar tam da budur; devlete, iktidara ve hatta tek adama göre beyin formatlama dayatmasıdır.

İyi de arkadaş size yetişmek mümkün değil ki! İktidarın ve koalisyon ortaklarının sosyal medyada yüzlerce yanılma, aldatılma videosu var. Bu kadar çok yanılan, aldatılan adamlar şimdi kendileri gibi düşünmeyene yaftayı yapıştırıyorlar. 
Düşünsenize Erdoğan’a uyup Bahçeli’ye ettiği küfürleri biz etseydik, ya da Bahçeli’ ye uyup Erdoğan’a ettiği küfürleri biz etseydik ne olurdu! 
Tam anne nasihati: Onlar barışır olan sana olur!

Güncel bir iki hainlik suçlamaları ve format kodlarıyla ilgili şunları hatırlatmak isterim;
Erdoğan 2014 yılında Ermenilerden özür dilediğinde şimdi saldıran AKP’liler alkış tutmuştu. Davutoğlu yanılmıyorsam “soykırım” sözcüğünü de kullanarak sorumlu “İttihat Terakki’dir” demişti. Ermeni Cemaati ve AKP milletvekilleri Erdoğan’a Nobel verilmeli demiş, liberallerden ve AKP’lilerden ardı ardına özürler dilenmişti. Şu satırlar da bir Star yazarından: “Binlerce veya on binlerce veya yüz binlerce masum Ermeni’nin hangi sebepten olursa olsun Müslümanlar tarafından hunharca katledilmiş olmasını katiyen mazur göremeyiz ve içimize sindiremeyiz. Mazur görememeliyiz ve içimize sindirememeliyiz.”

Hükümet Barış sürecinde PKK ile masaya oturup pazarlıklar yapmıştı. Öcalan bizzat AKP’li bakanlar tarafından dahi ilan edilmiş, PKK bayrağı açmanın ve eyalet sistemi özerkliği savunmanın suç olmadığı müjdesi bizzat Bülent Arınç tarafından verilmişti. Milliyetçilik ayaklar altına alınmış, şehitlik bizzat AKP’li vekillerce “niyazilik” seviyesine indirilmişti. Habur’u hatırlamak yeter.

Fethullah Gülen ve cemaatine yapılan sevgi gösterilerinin ve açılan alanın detaylarına girmeye bile gerek yok ama adeta peygamber postuna oturtmuştu iktidar kadroları. Başına muhterem sonuna hocaefendi eklemeden konuşmak suç sayılıyordu. Fotoğraflara hiç girmiyorum.

Vesayetle mücadele adı altında ordu ve yargı adeta iç düşman ilan edilmişti. Atatürk, şimdi saldıranlar tarafından, heykelleri yıkılası bir diktatör sayılıyordu bir ara. ABD yakın dost, stratejik ortak, emperyalizmi eleştirenler köhnemiş solculardı.
Çok zaman geçmedi; içeride ve dışarıda sıkışan şimdinin koalisyon ortakları yukarıdakine benzer, çevreden eğitim politikalarına, sağlıktan mali politikalara kadar onlarca başlıkta keskin dönüşler yaptılar. İktidardan beslenen basın, bilim adamları ve gazeteciler de onlarla birlikte.

Adeta uzaktan beyinlere format atılmış gibi. Sorun dinamikleri ve yasalar aynı olduğu halde, hiçbir tutarlılık ve mantık kaygısı gütmeden tersini savunmaya üstelik baştan beri aynı yerde duranları hainlikle yaftalayarak. Yahu “insan hakları” diyemez oldu bir millet!
İstiyorlar ki onlar dost olduğunda herkes dost olsun, onlar düşman olduğunda da düşman. Onların yanlış dediğine yanlış doğru dediklerine doğru diyelim.
Oysa saraya karşı Kuvayı Milliyeyi, 6.Filo’ya karşı Denizleri, Fethullahçılara karşı hukuku, betona karşı yeşili savunmanın haklılığını yaşıyorsak, düşüncelerimizi herhangi bir kişiye ipotek etmediğimizdendir.

Hâlâ devlet ve hükümet ayrımına göre düşünüp beynimizi devlete göre formatlamamızı bekleyenler için de şunu söyleyeyim; hangi devlette bu kadar faili meçhul cinayet vardır? İktidarlar değişse bile tek birini bile kamuoyunu ikna edecek şekilde aydınlatmayan hatta bazılarını doğrudan kendi memurları aracılığı ile katleden ama ceza vermeyen devleti eleştirmeyecek miyiz?

Hiç kimse kusura bakmasın bu kadar oynak, değişken, pusulasız, kandırılan bir iktidara ve devlete göre beynimizi formatlayamayız, formatlamayalım.

Tabii ki eleştirilecek şeyler de yapılabilir, söylenebilir ama eleştiri, linç ve hedef gösterme arasındaki fark ortadan kalkarsa, iktidar elitlerinin şirretliği ve soruşturma açma/açtırma kabiliyeti düşünce özgürlüğünü ortadan kaldırır. 

Bize düşen ise tarihsel olarak haklı çıktığımız bu kavşakta umutsuzluğa kapılmadan bu ilkesiz ve saldırgan güruha direnmektir.

İlhan Cihaner / BİRGÜN

Diyanet nasıl güç oldu? (I-II) - TURAN ESER

Diyanet nasıl güç oldu? (I)

Diyanet’e önce “kamu kurumu” dediler. Kamuculuk yerle yaksan edildi. Çok kimlikli Türkiye’de tekçiliğin ve mezhepçiliğin inşasındaki devasa bir kurum haline getirildi. “Bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi” sağlayacağı iddia edildi, başta Aleviler olmak üzere, tüm farklı inançlara ve inanmayan insanlara karşı hasmanece tutum aldı. Bir tür asimilasyon merkezi haline geldi. “Laikliklik doğrultusundan hizmet” vereceği iddia edildi. Ama ilk kez AKP ile kamu görevlisi memur cübbesiyle, sarığıyla dolaşmaya başladı. Madem “Allah’ın emri yasaklanamaz” diyerek, türbana serbestlik verildi. Devlet adına dinin ve imametin makamındaki zatta cübbesini giymeli ve sarığını takmalıydı. Özgürlük bu ya, TBMM Genel Kurulu’na kravatsız vekil sokulamazken, cübbelisi ve sarıklısı girmeliydi! Bu “laik kurum Diyanet” laikliği itibarsızlaştırma ve laikliğe karşı en güçlü odak haline getirildi.
Diyanet İşleri Başkanlığı, cumhuriyet rejiminin bir “kamu kurumu” olsa da, zihniyet olarak, 1453 sonrasında kurulan‘Müftil Enam’lara ve daha sonra kurulan ‘Şeyhülislamlık’ makamına dayanır. Bugün memur statüsünde ‘din görevlisi’ olan imamlara ve müftülere Osmanlı’da “Reisül-ulema”, “Müftil-enam” ve “Şeyhul-İslam”denilirdi. Osmanlı’da fetva verme, din ve kimi zaman da yargı işlerini üstlenen bu sınıf, dinin değil, sultanların lehine çalışmıştır. Şeyhülislamın adı ve zihniyeti Diyanet İşleri Başkanlığı’na dönüşünce, kurum laikleşmiyor, aksine siyasi iktidarların lehine çalışırken, siyasal İslamcılığın kurumsallaşmasını eş zamanlı inşa ediyor. Böylece dinin ve din bürokrasinin devletleştirilmesiyle teokrasi soslu melez bir cumhuriyet inşa edilmiş oluyor. Şeyhülislamlığın devamı olan Diyanet’te, Cumhuriyet döneminde farklı davranmamış, benzer görev ve yetkileri zamanla artırarak sürdürmüştür. Osmanlı döneminde 127 Şeyhülislam görevdeydi. Şeyhülislamlık kurumunun emir kulu olduğunu göstergesi ise, Osmanlı döneminde ikisi idam edilirken, yaklaşık yüz kadar şeyhülislam ise görevine son verilmiş. Cumhuriyet döneminde ise şu ana kadar 18 Diyanet İşleri Başkanı görev almıştır. Fakat özellikle son 15 yılda bu durum daha da ayyuka çıkmıştır. AKP iktidarı tam da bu saikle, Diyanet’i, Osmanlı’daki eski kurumsal işlevi ve gücüne kavuşturmak istiyor. Osmanlı’da nasıl ki, din işleri, yargı ve eğitim şeyhülislamlık kurumuna bağlanmıştı, bugün gücü, yetkisi ve etki alanı güçlendirilen Diyanet yeniden bu güce kavuşturulmak isteniyor. Diyanet; bugün yargıdan, eğitime, gündelik hayattan siyasete müdahil olması bu nedenledir. DİB’nın bu dönem daha sert müdahalelerde bulunması ve siyasal İslamcılığın merkezi haline gelmiş olması, özellikle 1950’li yıllardan itibaren biriktirdiği güç ile artık vesayetini açıkça ilan etme konumuna erişmiştir.


Diyanet’in kronolojisi
Şeyhülislamlık kurumuna bağlı olan yargı, eğitim ve din işleri, 1907’deki Islahat Fermanı ile değişime uğramış ve yargı adliyeye, eğitim işleri Maarif Dairesi’ne bağlanmıştı. Şeyhülislam makamı ise din işleri ve vakıf hizmetleri sorumlu tutulmaya başlanmıştır. 3 Mayıs 1920’de Şeyhülislamlık kurumu ‘Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’ye devredilir. 3 Mart 1924’te ise ‘Diyanet İşleri Nezareti’ kurulur.
1930’lu yıllara gelindiğinde, din devlet ilişkilerindeki “laiklik” eksenli politikalar ve dinin sınırlandırılması sonucu, Diyanet’in 5 bin civarında din görevlisi Evkâf Umum Müdürlüğü’ne (vakıflara) bağlanınca, Diyanet kısmen işlevsiz hale getirildi. Öyle ki, Diyanet’in başkan yardımcısı da kalmadı. Diyanet’in 5 bin kişilik kadrosu, 10 kişiye düşürüldü. Diyanet’in yeniden canlanması, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle başlar. Menderes döneminde ezan yeniden Arapça okutulmaya başlandı. Diyanet İşleri Reisliği’nin adı “Diyanet İşleri Başkanlığı” olarak değiştirildi. 1935’te EvkâfUmum Müdürlüğü’ne devredilen 5 bin imam kadrosu tekrar DİB’e alındı. DP dönemi, 1930-1947 arasındaki din ve devlet ilişkilerinin aksine, din ve dindarları devletin ve siyasetin merkezine taşıdı. Siyasal İslamcı cemaatlerin ve tarikatların yeniden kamusal alanda güç olması, laiklik ve demokratikleşmeye karşı, dinin güçlendirilmesi stratejisi benimsendi. 1950 -1970 dönemi, 1971, 1980 askeri darbeleri, Özal ve AKP döneminde, Diyanete dair gelişmeleri bir sonraki yazımıza bırakalım.
                                                           ***
Diyanet nasıl güç oldu-II

Diyanet; Türklük ve Sünnilik çimento karışımıyla elde edileni “makbul vatandaş”saydı. Müslüman olmayanları dışladı. Lozan Antlaşması; azınlık hakları kapsamında Ermeni, Rum ve Yahudiler’e “hak” tanınsa da, DİB azınlıkları da dışarda bıraktı. Aleviler, Süryaniler, Ezidiler, ateistler ve diğer farklı dini gruplar ise daha baştan yok sayılmıştı. Türk İslam Sentezi’nde dayalı ideolojiler tam da bu “din, devlet ve siyaset ilişkisi” ürünüdür. DİB ise bu “makbul vatandaş” üretimin merkezlerindendir. Devasa güce erişen DİB’in kronolojisi, bu mezhepçi rejimin katalizatör yapısının vardığı aşamayı tartışmayı zorunlu kılıyor.

Diyanetin Beş Dönemi
»Birinci dönem (1924-1945)
DİB bu dönem “Din denetimi ve koordinasyonu” görevleri üstlenen, etki ve yaptırım gücü “yok” denecek kadar zayıf yapıydı. Genel bütçedeki payı yüzde 0.10-0.20 arasındaydı. Önceki yazımızda zaten detaylı şekilde ele almıştık.

»İkinci Dönem (1945-1960)
DİB’in, iktidarın emrinde ve gölgesinde hegemonya kurma hedefini başlattığı milattır. Dolaysıyla bu miladın 1950 seçiminde dile getirilen “imanlı ile imansızın ayrılacağı büyük bir imtihan günü” başladığını söyleyebiliriz. Bu “ilahi imtihan” kazanılınca, Arapça ezan yasağı kaldırıldı. Devlet Radyosu, Kuran yayınına başladı. Din derslerine hız verildi. 7 yıllık imam hatip okulları ve bir Yüksek İslam Enstitüsü açıldı. Cemaatler ve tarikatlar yeniden sahaya davet edildi.
Bu dönem, asli görevi “sola ve laikliğe karşı dini yayma ve halkı dindarlaştırma” olan DİB’in genel bütçedeki payı yüzde 0.40 ile 0.50 bandına yükselmiştir. Adı Diyanet İşleri Başkanlığı olarak değiştirildi. Kurumun kadro yapısı ve görev alanları yeniden tanımlandı. Evkâf Umum Müdürlüğü’nden 5 bin kadro tekrar DİB’e devredildi.

»Üçüncü dönem (1960 ile 1980)
DİB bu dönemde “Genel idare içinde anayasal kurum” olarak, bütçedeki payı yüzde 0.80 ile 1.10’a ve kadrosu kadar yükseltildi. “Milliyetçi, sağcı ve devletin imam hatiplilerin eline verilmesi” için DİB, dincilik ve sağcılık iktidarlarca açıktan desteklendi.
1970’li yıllarda, birinci ve ikinci MC hükümetleri döneminde, DİB’in gücüne güç kattı. Diyanet’e konulan hac kotalarının kaldırıldığı, kadrolarının on kat arttığı dönemdir. “Her köye bir cami projesi” bu dönemin ürünüdür. Etnik ve dine dayalı milliyetçilik daha da yoğun ve yaygın şekilde beslenir. 12 Eylül Darbesi’ne giden yolda Maraş ve Çorum katliamları yapılır. DİB bu dönemde camilerde cihat çağrısı yapan bazı imamlarına sessiz kalır. Karanlık dönemin günahlarına ortak olur. Darbeler lehine açıklamalardan tutun, “futbol milli bir ibadettir” fetvası verecek kadar ileri gider.

»Dördüncü dönem (1980-2002)
Devletin dine, dinin de devlete, siyasete ve ekonomiye müdahalesine zemin sağlanan dönemdir. DİB, Türk İslam Sentezi ekseninde, devlete bağlı din inşasında yer alırken, siyaset ve devlet dine kulak vermeyi benimsemiştir. DİB, 12 Eylül’cüdür. En önemli büyümeyi ve güç kazanmayı aslında 12 Eylül darbecilerine borçludur. Zorunlu din dersleri, sola karşı din adamı yetiştirme stratejisi, kamuoyunda Diyanet’i daha da meşrulaştırmış ve güçlü kılmıştır. Turgut Özal dönemi de, tıpkı Menderes dönemi gibi Diyanet’in güç ve yetkilerini artırmakla kalmayıp, Avrupa ve Türki Cumhuriyetlerine açılmasını teşvik ederek, DİB’in ülke sınırlarının ötesine çıkmasını sağladı. Diyanet bu kez Avrupa’da örgütlenerek, küresel bir güç olmaya başladı. Örneğin Almanya’da Süleymancı, Nurcu ve Milli Görüşçülerle ilişkiler kuruldu.

»Beşinci dönemi (2002-2017)
DİB’in en zirve noktaya ulaştığı dönemdir. İslamcılara göre “Müslüman halka din hizmeti vermesi gereken DİB’i 78 yıl boyunca engellemiş, ancak AKP ile geçmişin trajedilerden kurtularak öze dönüş yaptığı” ifadesi ne kadar sorunlu olsa da, son cümlesi bir gerçeğe vurgu yapıyor.

2002’de 74 bin 114 imam sayısı, 2017’de 123 bine, 75 bin 941 olan cami sayısını 90 bine yükselir. DİB bütçesi ise son 10 yılda 10 kat arttı. 2002’de genel bütçe içinde 0,54 olan payı, 2017’de yüzde 1.24’e yükselir. İlahiyat fakültelerinin sayısı 22’den 82’ye ve eğitim gören öğrenci sayısı da 100 bine yükselir.

DİB Kanunu, 2010’da kapsamlı olarak değiştirildi. Genel müdürlük iken müsteşarlık düzeyine yükseltildi. 9’u genel müdürlük ve 14 yeni hizmet birimi ile fetva kurumu olmanın ötesinde din bürokrasini kurumsallaştıran bir ulema sınıfı yarattı. Bu güç şimdi caminin dışında, özel hayat, siyaset, medya, eğitim, sağlık, güvenlik, sosyal hizmet ve ekonomi dâhil daha birçok alana nüfuz etmiştir. DİB, cemaatlere ve tarikatlara kapıları açıp kaynaşırken, laik kesimlere karşı hasmanece tutum ve söylemler geliştirir.

Camiden siyasete Diyanet
DİB, AKP ile “Yeni Osmanlıcılık” temelinde ümmetin geleceği için dindar ve kindar nesil yetiştirme misyonu üstlenmiştir. Son 10 yıllık stratejisiyle, yeni rejimin taşıyıcı kurumu oldu. 
Özetle; 1935 yılında kadrosu 8 kişiye kadar düşürülen DİB, bugün itibariyle Türkiye’de 81 İl, 957 İlçe Müftülüğü, 125 Bin İmamı, 90 Bin Camisi, 18 Bin 355 Kuran Kursu, 11 Milyon 700 bin kişinin kullandığı Din Eğitimi Portalı EBA, itibariyle 80 ülkede ve 120 merkezde küresel bir güç haline gelmişti.

Turan Eser / BİRGÜN

Daha o zaman söylemiştik - Ali Sirmen

Gerçeklerin er veya geç ortaya çıkmak gibi bir özellikleri vardır. 

İstanbul 13. ve 26. Ağır Ceza Mahkemeleri’nin, Şahin Alpay ve Mehmet Altan’ın kişisel başvuruları sonucunda haklarında verilen tutukluluk kararlarının hak ihlali olduğu yolundaki Anayasa Mahkemesi kararını tanımamaları, bir gerçeğin yedi buçuk yıl sonra ortaya çıkmasına neden oldu. 
2010 12 Eylül’üne doğru giden günleri anımsayalım. Türkiye’de yeni bir anayasa değişikliğinin referandum kampanyası sürmekteydi.
AKP’nin kampanyadaki sloganı müthişti: 
- 12 Eylül Anayasası’ndan kurtuluyoruz! Askeri vesayeti tasfiye ediyoruz! 
Bir kısım siyasetçi, aydın ve yazar herkesi uyarmak için yırtınıyorlardı: 
- Bunlar kandırmacadır! Kulak asmayın! Amaçları yargıyı ele geçirmektir. 
Bu arada, özgürlüklerin sınırlarını genişletme savıyla Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınmasını öngören bir değişiklik hükmü getirirken, onun yanı sıra da zaten var olan kimi hakların yeniden tekrarından başka anlam taşımayan, güya kadın haklarının alanını genişleten yeniliklikler de öneriliyordu iktidar tarafından.

***

Bıkmadan usanmadan uyarmaya çalışıyorduk: 
- Kandırılıyorsunuz! Askeri vesayeti tasfiye ediyoruz derken ondan bin beter bir sivil vesayet getirmeye çalışıyorlar! 
O sırada olaya şaşı bakan sözde liberaller ve de kimi solcular da desteklerini haykırıyorlardı: 
- Askeri vesayetten, Evren Anayasası’ndan kurtuluyoruz; “yetmez ama evet!” 
Onları da uyarmaya çalışıyorduk: 
- Aldanmayın! Halkın aldatılmasına da vesile olmayın! Bu değişiklikler olursa, iktidarın eline geçen yargı sizin de defterinizi dürer! (Nitekim sonradan öyle de oldu.) 
Bütün bu hayhuydan sonra 12 Eylül 2010 günü sandıktan anayasada AKP’nin önerdiği değişikliklere “evet” çıktı. 
AKP kendi isteği doğrultusunda olan sonuçları saygıyla karşıladı. 
Kim demiş AKP milli iradeye ve yargıya saygılı değildir diye? O her zaman istediği doğrultudaki kararlara ve oylama sonuçlarına saygı göstermiştir! 
Aradan yedi buçuk yıla yakın bir süre geçti. AYM’ye kişisel başvuru hakkının tanınmasının nasıl bir boş hüküm olduğu ortaya çıktı. 
Gerçi kişisel başvuru hakkı tanınmıştı. Ama zerre kadar kıymeti yoktu. İktidar ve onun güdümündeki yargı, hak ihlallerinin giderilmesini isteyen AYM kararlarını tanımıyordu. Kararların tanınmaması halinde, kişisel başvurunun ne önemi kalıyordu ki? 
Şimdi o günleri anımsatmak “biz size dememiş miydik” diye böbürlenmek değil, ama bedeli çok yüksek olan yeni aldanışlara düşülmesini önlemek amacına yöneliktir. 
Şimdi bir kez daha uyarıyoruz: 
- AYM’nin hak ihlali kararı doğrultusunda Şahin Alpay ve Mehmet Altan bir an önce tahliye edilmelidirler. Aksi, Türkiye’ye de, iktidara da yarardan çok zarar getirir. 
Gerçekten de öyle olacak. Anayasanın 153. maddesinin açık hükmüne rağmen Şahin Alpay ve Mehmet Altan tahliye edilmezlerse, bu kez kuşkunuz olmasın ki AİHM hak ihlaline karar verecek. 

Anayasanın 90. madde hükmü gereği bu karara Türkiye uymak zorunda olduğundan ilgililerin tahliyeleri şart olacak. Bu durumda, tazminat ödeyerek kararı uygulamamak uyanıklığı da mümkün olmayacak. Çünkü sürmekte olan ihlalin giderilmesi yolunu tutmak zorunludur. 

İktidar, bu gerçeklere de kulaklarını tıkar, bildiğini okumaya devam ederse, içinde debelendiği yalnızlık çukurunun daha da derinleştiğini görecek, Türkiye Avrupa Konseyi’nden de dışlanacak. 

Böyle bir durum, FETÖ ile gerçekten mücadele etmek isteyenler varsa, onların da işine yaramayacak, çünkü ortada görünen, yalnız FETÖ ile mücadele adı altında sürdürülen hukuksuzluklar, haksızlıklar ve zulüm olurken Fethullah Gülen sütten çıkmış ak kaşık misali Pensilvanya’daki köşesinde masum masum oturan bir piri fani olarak algılanacak. 

Korkarım, gerçeğin böyle olmadığını anlatmaya çalışmak da yine bizlere düşecek.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Başakşehir, konut sertifikası, futbol vesaire - ÇİĞDEM TOKER

İki gündür gazetecilik merakı içindeydim. 
Barcelona futbol kulübü Başkan Yardımcısı Jordi Mestre, “Türk kulübü tüm maaşı üstlenecek” dediğinden bu yana. Açıklamanın yer aldığı tüm haberlerde, Arda Turan’ın Barcelona’da yıllık 8 milyon Avro ücret kazandığı yazıyordu. 
Başakşehir’in bugünkü kurla, yıllık 36 milyon TL’ye karşılık gelen maaşı yaratma kapasite ve kaynaklarını araştırmayı düşünüyordum ki, bir cevap kendiliğinden geldi. 
Makro İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Ercan Uyan, Arda Turan’ı Başakşehir’e kendilerinin kazandırdığını açıkladı. Sık sık “milli değer” vurgusu yaparak. 
Kulüp Başkanı Gümüşdağ da kiralama maliyetiyle ilgili spekülasyon yapıldığını söyledi ve “Bunu yapmak zorunda değiliz ama özellikle şeffaflıkadına yapmak istiyorum” diyerek güncel veriler paylaştı. 
Şöyle: 
Arda Turan yarım sezon için 2 milyon Euro artı bonus, önümüzdeki sezon için de 4 milyon Euro artı bonus olarak sözleşmesini imzalamıştır. Ayrıca oyuncuyu satın alma opsiyonu ilk olarak bizde. Barcelona’ya hiçbir ödeme yapmadan aslında Arda’nın borservisinin yüzde 25’ine ortak olduk.” 
Futbol camiası ile iş dünyasının sektörel/politik birlikteliği, ne yepyeni bir gelişme, ne de Türkiye’ye özgü bir durum. Özellikle 90’lardan bu yana futbol kulüpleri ile sermaye gruplarının iç içeliği siyasi iktidarların gözetimi dahilinde birbirini etkileyen, dönüştüren bir ilişki biçimi olarak ilerliyor.

Makro, Sayıştay raporunda 
Makro İnşaat, Başakşehir’deki konut projeleriyle öne çıkan bir şirket. 
Başkanının, Arda’yı Başakşehir’e “kazandırdık” dediği Makro İnşaat da AKP’nin kazandırdığı şirketlerden. Makro İnşaat, yeni değil. Yıllar içinde “büyüdü”. 
Popülerliği Borsa İstanbul’da ihraç edilen ilk gayrimenkul sertifikası dolayısıyla arttı. Park Mavera 3 adlı projenin yüklenicisi olan Makro İnşaat, TOKİ’nin uzun yıllardır çalıştığı bir konut şirketi. 

Şirketin en büyük başarısı Park Mavera 3 değil şüphesiz.
Arda’yı Başakşehir’e kazandıran Makro İnşaat’ın Ankara’nın en değerli arazilerinden birini, gerçek değerinin altında TOKİ-Emlak Konut Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı (GYO) üzerinden satın almışlığı da var. Bu konu örtbas edilmek istenen Sayıştay raporlarına konu olmuştu. Sayıştay, 2015 Yılı TOKİ denetim raporunda milyonlarca metrekarelik değerli kamu taşınmazlarının Emlak Konut GYO’ya çok düşük bedelle satıldığını eleştiri konusu yapmıştı. Uyarıya konu olarak listelenen satışlardan biri de sonra Makro’nun sahip olacağı Mühye ve Çayyolu’ndaki arazilerdi. Mühye ve Çayyolu’ndaki araziler önce 328 milyon 314 bin 175 TL’ye Emlak Konut GYO’ya satıldı, sadece üç ay sonra da Emlak Konut GYO tarafından pazarlık-açık artırmayla 2 milyar 600 milyon TL karşılığı Makro İnşaat’a verildi. 

Bundan yaklaşık üç yıl önce Ensar Vakfı Küçükçekmece Şubesi Gençlik Kolları’nca düzenlenen “Tecrübe Konuşuyor” etkinliğinde yer alan Ercan Uyan’ın, AKP Küçükçekmece Gençlik Kolları Kurucu Başkanı olduğunu da Ensar’ın sitesinden aktarmış olalım. 

Milli değerler” kolay yetişmiyor gördüğünüz gibi.

Çiğdem Toker/CUMHURİYET

‘Değerli yalnızlık’tan 'tehlikeli yalnızlık'a... Suriye'de nereden nereye gelindi?- DUYGU GÜVENÇ

Türkiye, IŞİD karşıtı koalisyondan resmen dışlandı. ABD’nin Suriye’de ‘sınır güvenliği ordusu’ kurma kararını, Ankara’ya danışmadığı ortaya çıktı.


Ankara, ABD’nin IŞİD ile Mücadele Koalisyonu’nun 30 bin kişilik Suriye Sınır Güvenliği Gücü oluşturma kararına, kendisine danışılmadan alındığı için tepki göstermeye devam ediyor. Geçen hafta ABD maslahatgüzârının bakanlığa çağrılmasıyla verilen ilk tepkinin ardından, Dışişleri Bakanlığı ikinci tepkisini ise önceki gün yazılı olarak göstermiş ve “Söz konusu kararının koalisyonun hangi üyelerinin onayıyla alındığı da bilinmemektedir. Tek taraflı atılan adımları koalisyona mal ederek açıklamak, DAEŞ’la mücadeleye de zarar verebilecek son derece yanlış bir harekettir” demişti.

‘Kabul edilemez’
Dışişleri’nin açıklamasında ayrıca “Türkiye, DAEŞ’la sahada mücadelenin ve DAEŞ’tan kurtarılan alanlardaki istikrarlaştırma faaliyetlerinin bir başka terör örgütü olan PYD/ YPG’yle işbirliği yapılarak yürütülmesinin yanlış ve sakıncalı olduğunu her düzeyde ve platformda müteaddit kereler bildirmiştir. ABD’nin taahhütleriyle ve beyanatlarıyla çelişen şekilde PYD/YPG’yle işbirliğinin sürdürülmesi suretiyle ulusal güvenliğimizi ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehlikeye atan bu tür girişimler asla kabul edilemez. Bu hatalı yaklaşımda ısrar edilmesini kınıyor ve Türkiye’nin ülkesine yönelecek her türlü tehdidi bertaraf etmeye kararlı ve muktedir olduğunu bir kez daha hatırlatıyoruz” ifadeleri kullanılmıştı.

Herkes var Türkiye yok
“Suriye Sınır Güvenliği Gücü” adıyla 30 bin kişilik ordu oluşturma kararı ise geçen hafta ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın girişimiyle yapılan ve ABD’nin yanı sıra İngiltere, Fransa, Ürdün ve Mısır’ın katıldığı toplantının ardından açıklanmıştı. Türkiye’nin koalisyon ile arası, Rakka operasyonunun YPG/PYD güçleri ile düzenlenmesi ve Rusya ve İran ile başlattığı Astana süreci nedeniyle açılmıştı. Bu toplantının önümüzdeki günlerde Paris’te daha geniş katılımla sürmesi beklenirken, Ankara aynı hafta içerisinde ABD’den üst düzeyde yetkilileri de ağırlayacak. ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan üst düzey bir heyetin de önümüzdeki hafta Ankara’ya gelmesi ve iki ülke arasında yargı nedeniyle yaşanan kriz başta olmak üzere ikili sorunları ele alması bekleniyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Afrin ve Minbiç için operasyon sinyallerini üst perdeden tekrarlarken, gözler bugün Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile ABD’li mevkidaşı Tillorson, Vancouver’da yapması beklenen görüşmeye çevrildi.

Kritik görüşme bugün
Bakan Çavuşoğlu, bugün ve yarın Kanada’da Tillerson’ın ev sahipliğinde düzenlenen “Kore Yarımadası’nda Güvenlik ve İstikrar Konulu Dışişleri Bakanları Toplantısı”na katılacak. Çavuşoğlu’nun burada Tillerson ile ikili bir görüşme yapması ve başta Kuzey Ordusu’nun oluşumuyla ilgili rahatsızlarını da iletmesi bekleniyor. Güvenilir bir kaynak ise operasyona yönelik hazırlıklarının olduğunu ancak diplomasi sürecinin devam ettiğine işaret etti.

Duygu Güvenç / CUMHURİYET

15 Ocak 2018 Pazartesi

‘Daha ne bekliyoruz!’ - ERGİN YILDIZOĞLU

Tunus’ta 1984 ekmek isyanlarının 34.; Arap isyanlarını başlatan 2011 “devrimin” 7. yılında, Feş Nesttannev, (isyan etmek için... “Daha ne bekliyoruz!”) sloganıyla yeni bir kitlesel protesto dalgası yükseldi.

Ekonomik manzara 
L’Economist Maghrebin’de yayımlanan bir yoruma göre, “Özgürlükler alanındaelde edilenleri, ekonomik alandaki başarılar izleyemedi. Tam aksine bugün ekonomi 2011’den daha kötü bir durumda”. Kitlesel gösterilerin düzenleyicilerinden Halk Cephesi’nin (Front Populaire) sözcüsü, Hamma Hamami de “Hayat daha pahalı, insanların alım gücü düştü, orta sınıf yoksullaştı”... “hükümettekiler durumun farkında değil” diyor.
 
Gerçekten de ekonomik büyüme 2016 yılında yüzde 1 oldu, 2017 yılında da yüzde 2 dolayında kalması bekleniyor (OECD). Tunus’un dış borçları ve cari açık sırasıyla GSMH’nin, yüzde 70 ve yüzde 10.2 düzeyine ulaşmış. Bankaların batık alacaklarının da toplam kredilere oranı yüzde 15.4. Enflasyon yüzde 5.6. Dinar 2011’den bu yana sürekli değer kaybediyor. Resmi verilere göre yüzde 15 dolayında olan işsizlik, Radio France International’in aktardığına göre üniversite mezunları arasında yüzde 30 düzeyinde. 
İktidarda, 2011’de devrilen Bin Ali yönetiminin devamı sayılabilecek  NidaaTounis   partisi ile, seçimleri kazandıktan sonra dinci (totaliter, bağnaz) politikalara yönelince, kadınların ve sendikaların protestolarının baskısıyla hükümeti bırakmak zorunda kalan, Müslüman Kardeşler’in Tunus kanadı Ennahda partisi arasında zar zor kurulmuş bir koalisyon var. Bu koalisyon IMF’nin dayattığı neoliberal Finans Paketini, halk sınıflarının üzerindeki olası etkilerine aldırmadan kabul etmiş. Son protestolar bu paketi, 2018 FinansYasasını hedef alıyor. 

Protestolar kendiliğinden hareketler olarak başlamadı. 2011 devriminden gelen deneyimli gençler, internet blogcuları, sol eğilimli Halk Cephesi temsilcileri, öğrenci sendikalarından kadrolar, “Feş Nesttannev” başlığı altında, bir koordinasyon yapılanması kurdular. Yatay bir örgütlenmeye sahip bu koordinasyon ülkenin birçok kentine yayılmış bir kampanya örgütü olarak çalışmaya başladı. 

Bu kampanya, Tunus’un proletarya mücadeleleri tarihinde çok önemli bir yeri olan 1984 Ekmek İsyanı’nın yıldönümü 3 Ocak gecesinde birçok kentin sokaklarının duvarlarını “Feş Nesttannev” sloganıyla donattı. Ertesi gün de işçi ve yoksul halkın yaşadığı mahallelerde düzenlenen yaygın bildiri dağıtma eylemleri, işçi sınıfının yeni orta sınıf proletarya” olarak tanımlanan kesiminin, işçi sınıfın geleneksel kesimiyle buluşmaya başladığını gösteriyordu.. Tunus Sendikalar Konfederasyonu da bu protestolara destek veriyordu. 

Feş Nesttannev’in sözcüsü, Henda Çennavi“Ben bu hareketi 2011 devrimin devamı olarak görüyorum. Genel seçimlerin özgürce yapılmasına olanak veren bir siyasi dönüşüm oldu. Şimdi, başından beri talep ettiğimiz ekonomik dönüşümleri... Devrimin toplumsal adalet talebinin artık gerçekleşmesini bekliyoruz”. İktidardakilere “baskı yaparak güçler dengesini tersine çevirmeliyiz” diyor. 

Nidaa Tounis - Ennahda koalisyonu, bu talepleri dinlemek yerine, polis - asker şiddetiyle cevap veriyor. Eylemcileri, Bin Ali rejiminin 2011’deki diliyle, suç örgütleri, serseriler (çapulcu), anarşistler olarak niteliyor, yüzlercesini tutukluyor. Ennahda, geceleri polisle çatışan varoş gençliğinin eylemlerini bahane ederek, tüm hareketi kaos istemekle suçluyor. Henda, “Şiddet uygulamalarını teşvik etmiyorum. Ancak bu gece eylemlerinin de, hiçbir gelecek umdu olmadan mahallerinde adeta tutsak kalmış yoksul gençlerin kendilerini ifade etmesinin bir biçimi olduğunu da görmek gerekiyor” diyor... 

Protestolar iktidardakileri etkilemiş görünüyor. “Ulusal birlik” hükümetinin kurulmasına olanak veren Kartaca Anlaşması’nın imzacıları hafta sonunda bir araya geldiler, en yoksullara yönelik 170 milyon dinarlık bir yardım paketi üzerinde anlaştılar. Henda’nın deyişiyle 2011’de başlayan Tunus “devrimi”, ileri geri adımlarla devam ediyor...

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Aman Tanrım, Meltem’le Haluk nasıl boşanır! - TAYFUN ATAY

Okuyunca “simülatif” bir hüzün kapladı içimi: Meltem’le Haluk boşanıyor!.. 
İlk kez 2002’de seyrimize sunulup bunca yıldır bizimle olan “ÇocuklarDuymasın”ın efsane çifti, Pınar Altuğ ve Tamer Karadağlı tarafından canlandırılan “Meltem”le “Taşfırın Haluk”tan bahsediyorum. 

Birol Güven yaratısı bu aile sitkomu unutulmaz karakterler kazıdı hafızalarımıza: Artık “Taşfırın” babasının kollayıcı kanatlarından sıyrılıp “Survivor’un yolları taştan” türküsü tutturmuş “Havuç” (Furkan Kızılay) mesela... Sonra “Taşfırın Haluk”la zıtlık temelinde biçimlendirilmiş “LightSelami” (Özgür Ozan). Ve Selami’nin eşi, Meltem’in hem yakın arkadaşı, hem de daha “eli maşalı” hali, “light” kocasını tir tir titreten “Dominant Teyze” Gönül (Zeyno Günenç). 

Bir dönem “Siyaset Meydanı”na da konu(k) olmuş dizinin bugün kurgusal akışında “boşanma” temasına gelip oturması çarpıcı, anlamlı ve tartışılmaya değer. Çünkü başlangıçta, bırakın “kurgu”da boşanmayı, kurguya can katanlar gerçek hayatta bile buna yeltenemezdi! Unutmak mümkün mü mesela 2003 yılında “Meltem” yüzünden Pınar Altuğ’un başına gelenleri?! 

Kocası askerdeyken bir sevgilisi zuhur etmiş Altuğ’un bu “yasak” ilişkisi, dizideki “rol”le irtibatlı tepkilere yol açtı! Hiç kimse dizide “Haluk’un gül gibi eşi”, iki çocuk annesi “Meltem”e böyle bir ilişki yakıştıramıyordu!.. 
Yapımcı derhal devreye girdi. 

Birol Güven, kurgudaki anne rolüyle uyarlı şekilde gerçek hayattaki ilişkilerini düzene koymazsa Altuğ’un dizi yaşamının sona ereceğini duyurdu. 
Durum açıktı: Kurgu tabii ki gerçek hayattan çıkmaktaydı. Ama sonrasında gerçek hayatın gidişatını da kurgu belirlemekteydi!..

Biçare Pınar, hem “Bugüne kadar Meltem karakterine yakışmayacak hiçbir şey yapmadım” dedi, hem de “dizinin namusu”na hiç mi hiç halel getirmeyeceği güvencesi verdi. 

Meltem, Pınar’ı yutmuştu! 

Peki, bir simgesel (ve imgesel) karşılığı “Meltem” olan bu yapıt bize ne mesaj vermekteydi? 

Türkiye’nin eski ama eskimeyen kültür ikiliğini; Doğu-Batı, gelenekmodernlik, şehirlilik-kırsallık, “özgürleşmiş- modern kadın” ve “gelenekselmaço erkek” ikiliklerini, uçlarda değil ortalarda karşıtlığa sokan bir komediydi “Çocuklar Duymasın”... 
Çalışan, özgür bir kadın ve o kadına bağlı ama aynı zamanda “kodu muoturtan” cinsten, öte yandan modernlik formatının da içinde komik gelgitlerle dolu bir koca... 
Maçoluğun da karikatürize edilişi (“Taşfırın Haluk”), feminen yanlarını bastırmayan, anlayışlı, “yumuşak” erkekliğin de karikatürize edilişi (“Light Selami”)... 
Ancak “Taşfırın”ı aslileştirip merkezileştirirken “Light Selami”yi ikincilleştirerek ustaca verilen “Heyt be, son tahlilde Taşfırın” mesajı!.. 
Yani inceden inceye, kadının toplumsal yükselişine itiraz etmiyormuş, hatta destekliyormuş görünerek yine de “eril iktidar”ın; geleneksellikten modernliğe (kapitalizme) geçiş halindeki ataerkilliğin onanması... 
“Çocuklar Duymasın” buydu. Birol Güven de budur. 

Fakat bir zamanlar ne aldatma, ne de boşanma, dizinin tematiğinde mizahi olarak dahi yer almazken neden şimdi alıyor? 

Çünkü aradan 15 yıl geçti ve 2000’ler başında boşanmalar, şehirli orta ve üst tabakalarda artış içindeyse de tümden bizim “yeni normal”imiz haline gelmemişti. Şimdi ise dindarmuhafazakâr şehirli kesimlerde bile boşanmalar olağandışılıktan uzaklaştı, yadırganmaz oldu. 

“Çocuklar Duymasın”da bugün boşanma “ana tema” haline gelmişse, bu altyapı üzerinden anlaşılıp okunabilir. 

Doğru, Birol Güven muhafazakârdır. Ama bir diziyi, kurguyu, öyküyü ayakta tutanın da hayatın “dinamiği”ne (değişme/sorun/çatışmalara) dayanmak olduğunu biliyor. Hayata değmeyen kurgu, alıcı bulmaz. 

O yüzden hayatımızın içindeki boşanma gerçeğine kayıtsız kalınamıyor “Çocuklar Duymasın”da. Dün ekrana gelen bölüm de Haluk ile Meltem’in boşanma için hâkim karşısına çıkışlarıyla şekillendi. 

Siz bu yazıyı okurken Meltem’in “Boşanmak istiyorum Hâkim Bey” sözünü Haluk’un tamamına erdirip erdirmediğini öğrenmiş olacaksınız, ama ben yazarken bunu bilmiyorum. 
Bilmiyorum, ama ihtimal de vermiyorum. 

Dediğim gibi Birol Güven, iyi bir muhafazakâr arkadaşımız ama işini de iyi bilir ve yapar. Bir dönem “evliliğe rehabilitasyon ünitesi” nev’inden dizi yapmışlığı da var. (Malûm, dinbaz- statüko hanidir boşanmalara dur deme yolunda evliliği sağaltım niyetli dizi projelerine de destek vermekte.) 

Ben, Güven statükoyu sarsmaz diye düşünüyorum. 
Belki kâğıt üstünde ve kısa vadede Haluk’la Meltem’i boşandırsa bile fiilen bağı kopartmaz, zamanla da evliliği “rehabilite” cihetine gider diye tahmin ediyorum. 
Er ya da geç “Taşfırın”ı “Tutku”nun kancasından da kurtarır sanıyorum. (“Tutku” [Gülin İyigün] tebriki gerektiren isimlendirmeyle, Haluk’a kafayı takmış genç, “taze” kadının adı!) 

Bakalım haklı mıyım, yoksa Birol Güven beni yanlışlayıp mahcup mu edecek?.. 
Bilemiyorum, ama ederse bu, benim için “mutlu bir mahcubiyet” olur!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Repliklerimiz fısıldaşır dururlar - Ayşe Emel Mesci

1969’da Dormen Tiyatrosu’ndaydım, ama Şehir Tiyatrosu’na geçmem söz konusuydu. O arada Çetin İpekkaya, Münir Özkul’u efsaneleştiren “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”nı LCC salonunda sahneye koyacaktı, Satenik rolünü de bana önerdi. İlk provalara gidişimi, gencecik bir oyuncu olarak Münir Özkul ve Suna Selen ile karşılaşmamı hiç unutamam. Daha sonra Şehir Tiyatrosu kadro başvurumu kabul etti, Satenik rolünü de bu yüzden oynayamadım. Ama hemen ertesi yıl iki filmde yolum Münir Özkul ile kesişti: “Yavrum” ve “Dikkat Kan Aranıyor”.

‘Karar 71’ 
Büyük oyunculuğunun yanı sıra, çok sağlam insandı Münir Ağabey. Sözünün eriydi. İBŞT’deki yerinden yönetim döneminde, sevgili Hayati Asılyazıcı genel sanat yönetmeni iken, ben de Fatih Şehir Tiyatrosu ekibindeydim. Başımızda da Münir Özkul vardı. Hem bir ağabeydi, hem de bir usta. 1980’e doğru giderek hızlanan o sıcak ve kanlı günlerde, Burçin Oraloğlu, Cengiz Gündoğdu’nun yazdığı bir oyunu sahneye koydu: “Karar 71”. Oyun, 1971 darbesine giden süreci, Mahir’leri, Deniz’leri sahneye çıkararak anlatıyordu; herhalde Darülbedayi’nin tarihinde gördüğü en politik oyunlardan biriydi. O günün siyasi ortamı içinde kapalı gişe oynamaya başladık; salon her gece miting alanına dönüyordu. Bu durum haliyle bazı çevreleri rahatsız etti. Oyuncular birer ikişer rapor alıp ayrılmaya başladılar. Münir Ağabey ise biletleri hemen satılan oyunu kaldırmaya hiç yanaşmadı, baskılara pabuç bırakmadı. Rapor alanların yerine başka oyuncular ellerinde tekstle sahneye çıktılar. Sonunda bir gün geldi, 7. oyuncu da rapor aldı. Cengiz Gündoğdu’nun canına tak etmiş olmalı ki, “Oyun artık bu halde oynanamaz” dedi. Münir Ağabey’in cevabını hiç unutmayacağım: “Senin yüreğin zayıflamış Cengiz; bilet satılmış, seyirciniz gelmiş, perde kapanmaz.” 

Perde kapanmadı gerçekten de, çıktı sahneye Münir Ağabey. Tıklım tıklım dolu salona kısa bir konuşma yaptı, birçok arkadaşın ellerinde tekstle oynayacaklarını söyledi. Bir anda sloganlar patladı: “Devrimci Münir Özkul!”

‘Bu sahne benim yatak odam’ 
Yürekli adamdı Münir Özkul. 12 Eylül darbesinden sonra, bu tarz dönemlerde hep olduğu üzere, tiyatronun başına Vasfi Rıza Zobu gelmiş, sıkıyönetimden gönderilen subaylar da prova izlemeye başlamışlardı. Önlerini Münir Ağabey’in çıkışı kesti: “Bu sahne benim yatak odam. Hiç başkasının yatak odasına girilir mi? Lütfen çıkın” dedi, görevliler çıkıp gittiler. Geleneksel ve dramatik tiyatroyu; komediyi ve karakter oyunculuğunu bütünleştirmeyi başarmış, emsalsiz bir sanatçıydı. Bildiğim kadarıyla, en çok oynamak istediği eser “Sahne Işıkları”ydı. Bir gün Fatih Tiyatrosu’nun çayhanesinde oturuyorduk. “Gel senle bir oyun oynayalım” dedi. “Nedir Münir Ağabey” diye sordum. “Bilmem seyrettin mi? Sahne Işıkları” dedi. Kalktık, Sinematek’e gittik. 23 yıl önce kalleş bir saldırıda yitirdiğimiz ve yeri bir türlü dolmayan sevgili Onat Kutlar’ın kurduğu; o sırada da Ahmet Sezerel’in işlettiği Sinematek, Sıraselviler’deydi. Ahmet bize özel bir gösterim düzenledi, ikimiz de salondan ağlayarak çıktık. Sonra araya darbe girdi, ne oyun kaldı ne Sinematek... 

51 yıllık sanat yaşamımda pek çok sanatçıyla karşılıklı oynadım. Ama bunların içinde ikisinin yeri bende ayrıdır: Münir Özkul ve Tuncel Kurtiz. Onlar ustalıklarını karşılarındakini yok etmek için değil, yumuşacık bir dokunuşla kendi yanlarında var etmek için kullanan dev aktörlerdir. 

“Artık kendimiz yoğuz... Seyircilerimiz de kalmadı... Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar...” Hep fısıldaşacaklar Münir Ağabey...

Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

Bi (!) daha yazalım, Akbilspor mu değil mi? - Arif Kızılyalın

2014 yerel seçilerine 10 gün kala dönemin CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mustafa Sarıgül, basının karşısına çıktı; konu spordu. 
Daha doğrusu AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin spora olan gayrı-adil yaklaşımıydı. Sarıgül, sosyal belediyeciliğin önemine değinip önceliğinin halka spor yaptırmak olduğuna ilişkin klasik bir giriş taksimi sonrası sıra, o dönemin Büyükşehir Belediyespor adlı profesyonel futbol takımına geldi; Süper Lig’’e oynuyorlardı, iyi de bir kadroları vardı. 

Elindeki metne baktı, “İstanbul’da 1600...” dedi, durdu. Sayıya inanmamış olmalı ki danışmanlarına döndü, ‘okey’ aldıktan sonra devam etti: “İstanbul’daki spor kulübü sayısı 1611, kentimizde bin altıyüz küsur kulüp var. CHP iktidarında Süleymaniye Sirkeci’den Altınmızrak’a, Erok’tan Yücespor’a kadar 1600 takımın başkanı olacağım, sadeceBelediyespor’un değil... Sizleri birer şort, iki takım formayla kandırıp öte yandan tüm imkânları Büşükşehir Belediyespor için seferber etmeyeceğim” dedi. 
Konu ilginçti, eleştiri ağırdı... Medya ilgisiz kaldı (her zamanki gibi)... 
Ama AKP; daha doğrusu dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ilgisiz kalmadı, CHP topu 90’a takmıştı çünkü. Tayyip Bey, 1611 kulübün etrafındaki - çoğu muhafazakar - kesimi kaybetmeme telaşıyla “Bir formül bulun” dedi ve seçimin ertesinde takımın ismi masa başındaki bir kongreyle İBB Spor ‘BaşakşehirFK’ oldu. 
Peki niçin Başakşehir’di kulübün adı ve 39 ilçe varken takım niye Başakşehir’e gidiyordu? 
Neden mi? 
Çünkü AKP’nin ‘imar-rant’ cenneti ilçenin ‘kamuya açık spor alanında’ bir spor tesisi inşa edilmiş, Monaco 2. Luis Stadı’nın küçük ölçeklisi bir yapı, yerleşim merkezinin göbeğine tek taş pırlanta gibi oturtulmuş, anahtar teslim Başakşehir FK’ya hediye edilmişti. 
Ne güzel değil mi? 
O güne kadar ekmek elden su gölden yaşadıkları için borçları yok, üstüne bir de hediye stat! Elbet statü değişikliğiyle AŞ modeline geçilip İBB Başkanvekili Göksel Gümüşdağ’ın patronluğa getirilişi de işin daniskası!.. Yıllarca iştiraklerden (İSPARK, İSFALT, KİPTAŞ) sınırsız destek gören hatta sosyal medyada adı ‘Akbilspor’a çıkan İBB Spor, şahıs malı oluvermişti bir anda. Şahıs dediysek Göksel Bey, aynı zamanda Tayyip Bey’in aile yakını ‘önemli’ bir şahıs! Görüldüğü üzere bir AKP projesiyle karşı karşıyayız!.. Gaziosmanpaşa Stadı’nı yıkan, Yıldıztabya Stadı’nı ranta açan, Pendik’teki sahalara villa diken zihniyetin futboldaki elit yatırımıdır BaşakşehirFK!.. 
Bu bilgilere yabancı değil Cumhuriyet okurları... Geçenlerde yazmıştık... 
Bir kez daha yazmak zorunda kaldık çünkü İstanbul’da onlarca, yüzlerce kulübün kapısına ecrimisil borcu, elektrik parası, su faturası yüzünden kilit vurulurken BaşakşehirsporFK, Barcelonalı Arda Turan’a 1.5 yıl için 10 milyon Avro’ya yakın para ödedi. 
Peki nasıl? 
Edebiyat eğitimim vardır, matematik bilgim sınırlıdır!.. Ancak bakkal hesabıyla araştırdım, Başakşehir’in bu yılki TV geliri 1.8 milyon, geçen yılki başarısından dolayı TFF’den 104 milyon katılım ücreti almış. Transfer gelirleri Romalı Cengiz Ünder dolayısıyla 11 milyon Avro civarında, 4 milyon Avro da UEFA’dan katılım bedeli gelecek sezon bitiminde... Bu rakamlara bakılırsa Arda, Barcelona’dan alınabilir! Ama aynı anda kadrodaki eski Arsenalli Adebayor’a 3.9 milyon Avro, ünlü sol bek Clichy’ye 2 milyon Avro, kadrodaki oyunculara ortalama 1 milyon Avro ödendiği düşünülürse söz konusu gelir kalemleri Arda’nın maç başı parasına bile yetmez! 

Çünkü bu takımın ortalama 2 bin seyircisi var; gişe geliri yok, maç biletleri Başakşehir’deki hayırsever (!) iş adamları ve belediyece Passolig kartlarına aktarılıyor. Forma satışı deseniz 500-1000, bilemediniz 2000 civarında,. Maç günü geliri çevredeki tavuk dönercilerle çiğ köftecilere endeksli yani kulübün maç günü kazandığı para ‘sıfır’!.. 

Öyleyse? 
Öyleyse Arda’nın transferi galiba 15 günde bir Başakşehir’e 1500, 2000 kişiyi taşıyan eski adıyla İETT, yeni ismiyle Ulaşım AŞ’ye yani ‘Akbil gelirlerine’ bağlı! Üzülerek söylüyorum, Akbilspor yakıştırması sosyal medya geyiği değil! 

Bu bağlamda Başakşehir; söz konusu yapılanmasıyla İstanbul’un 1611 takımının ekmeğiyle,Türk futboluna markalarıyla hizmet veren Galatasaray’ın, Fenerbahçe’nin, Beşiktaş’ın, Bursa’nın, Trabzon’un emeğine - haksız biçimde - ortak olmuştur! 


Konu sandığım kadarıyla ükenin yegane muhalefet partisi CHP’nin gündeminde. Hatta genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun önünde ciddi bir İBBOsmanlıspor dosyası var ama o da bu siyasi hareketlilikte BaşakşehirFK konusunu gündeme getirir mi bilinmez. 
Malum ülke - her alanda - elden giderken spora sıra gelmeyebilir...

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

Gönüllü askerlikten savaş karşıtlığına: Unutulan bir yazar: John Dos Passos - MUSTAFA K. ERDEMOL

Nelere tanık olmuşsa, o güne kadar savunduğu, herhalde savaşı da kutsayan, ne kadar görüşü varsa hepsini terk etmesi askerliği sırasında olur. Koca bir düş kırıklığıdır yaşadığı. Herkesin düş kırıklığı keşke Passos’unki gibi olsa. Bu düş kırıklığı çok değil iki yıl sonra, 1919’da, “One Man’s Initiation”, dört yıl sonra da  “Three Soldiers” adlı harika kitaplar yazdırır ona.

Onun için Birinci Dünya Savaşı sonrası “kayıp kuşağın en iyi yazarlarından”dır dendi ama o sonraki dönemlerin “kayıp yazarlarından” biri oldu aslında. Oysa yazdıklarıyla bir zamanlar gerçekten çok ama çok ses getirmiş bir yazardı. Bugün anımsayanı çok azdır.

1896’da bugün, yani 14 Ocak’ta doğmuştu Portekiz asıllı ABD’li yazar John Dos Passos. Zengin bir ailenin çocuğu olmanın tüm nimetlerini yaşadığı söylenir. 1907 yılında üniversiteye başlamadan önce Ortadoğu’yu da kapsayan altı aylık bir mini dünya turu yaptığına göre herhalde doğrudur söylenen. 25 yaşındayken İstanbul’a da gelmişliği vardır. Yaşadığı zenginlik kafasında nasıl fırtınalar estirmişse, ABD’li olmak nasıl bir “kendine güven kazandırmışsa”, kafasında kavak yellerinin estiği zamanlardır da tabii, gönüllü olarak kalkar Birinci Dünya Savaşı’na katılır 1917’de.

Savaş bu, çatapat oyunu değil. Nelere tanık olmuşsa, o güne kadar savunduğu, herhalde savaşı da kutsayan, ne kadar görüşü varsa hepsini terk etmesi askerliği sırasında olur. Koca bir düş kırıklığıdır yaşadığı. Herkesin düş kırıklığı keşke Passos’unki gibi olsa. Bu düş kırıklığı çok değil iki yıl sonra, 1919’da, “One Man’s Initiation”, dört yıl sonra da “Three Soldiers” adlı harika kitaplar yazdırır ona. Savaş anılarından oluşan bu kitaplarda savaş karşıtı görüşleri yer alır bol bol. Muhteşem kitaplardır gerçekten.

Bir burjuva çocuğu olarak savaşta aslında eline silah alıp savaştığı söylenemez. Sağlıkçıdır askerde. Ambulans şoförüdür. Ama bu görevde gördükleri bile savaştan nefret etmesine yetmiştir. Savaşa gönüllü katılmasına yol açacak “savaşkanlığa” aslında hiç sahip olmadığını anlamasına da…

Savaş sonrası durum da bu önemli yazar için sorgulanması gereken olgularla doludur. Önceleri “fildişi kule”de yaşarken asla fark etmediği yoksulluk, eşitsizlik, ırkçılık, artık nereye baksa gördüğü olumsuzluklardır. Koca bir toplumu kemirdiğine inanır bunların. Kendi toplumunu incelemeye başlaması bunları fark etmesiyledir. Marksizm’le buluşması tabii ki kaçınılmazdır.

Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti, Amerika Massachusetts’te yaşayan iki İtalyan’dı. Cinayetten, gasptan suçlanmış, önce 7 yıla mahkûm edilmiş, sonra da 23 Ağustos 1927’de, aslında anarşistlere gözdağı vermek için, idam edilmişlerdi. Hâlâ suçlu olup olmadıkları net değildir. ABD adaletinin en utanç verici davalarından biriydi Sacco ve Vanzetti Davası. Dönemin büyük ‘insanseverleri’ bu iki talihsiz göçmene destek verdiler, idamlarını durdurmak için çok uğraştılar. Dönemin Papası XI. Pius bile affedilmelerini istemişti. Albert Einstein, H. G. Wells, George Bernard Shaw’ın yanı sıra hayatlarının bağışlanması için çırpınanların arasında John Dos Passos da vardı. Buna benzer onca adaletsizlik Passos’un ele aldığı konulardı.

Manhattan Transfer adlı romanındaki tekniği dönemine göre benzersizdir. “Kamera gözü” tekniği derler eleştirmenler. Koca bir kente adeta kuş bakışı bakar, kenti öyle tasvir eder. Herhalde bu nedenledir hiçbir ayrıntıyı atlamaz oluşu. Eskilerin “velut” dedikleri çok üretken bir yazardı. Ne demek kırk iki roman yazmak? Öyküler, şiirler, biyografiler bu rakama dahil değildir.

Talihi mi yoksa talihsizliği mi bilemem ama iki savaşı da gördüğü için iki savaş arasındaki ABD toplumunu çok iyi gözlemleme şansı oldu John Dos Passos’un. Romanlarının hemen hepsinde “Amerikan Rüyası”nın hiç de insanca olmadığına vurgu yaptı, toplumsal adaletsizliğe meydan okudu. Düşünceleri en çok “The 42nd Parallel (1930)”, Nineteen Nineteen (1932)”, “The Big Money (1936)” adlı roman üçlemesinde görülebilir. 

Büyük ama gerçekten büyük yazardı. Jean Paul Sartre onun için “Çağdaş en büyük yazar” derken haklıdır elbette. Yine Sartre’a göre “ölümü de en iyi anlatan yazar Passos’tur.”

Ölümü gerçekten iyi anlatmış mıdır bilemem ama “kendisini en iyi öldüren yazar” bence odur. Geniş kitlelerce sevilmesine yol açan muhalifliğinden, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra vazgeçmesi, Amerikan milliyetçiliğine savrulması “siyasi ölümü”dür.


Fiziki ölümü ise daha sonra, 28 Eylül 1970’dir.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Tarım, hayvancılık, ekonomi: Ne yerli ne de milli! - FATİH YAŞLI

Türkiye bankacılık sisteminin yüzde 47’si, borsanın yüzde 65’i yabancıların elinde, 2002’de 129 milyar dolar olan dış borç stoku yüzde 239 artışla 2017 Eylül’ü itibariyle 438 milyara yükselmiş durumda, toplam ithalat ise 2017 yılında bir önceki seneye göre yüzde 17,9 artarak 210 milyar dolara ulaşmış.

Cumhuriyet’ten Emre Deveci’nin haberinde sadece bunlar değil başka rakamlar da var. Türkiye’nin dış yükümlülükleri 2002’de 147 milyar dolarken bugün 666 milyar dolar civarında. Dış varlıklar aynı dönemde 226 milyar dolara, net uluslararası yatırım açığı ise 440 milyara dolara yükselmiş. Türkiye’nin dış yükümlülüklerinin milli gelire oranı 2002’de yüzde 62 civarındayken bugün ise yüzde 83’ler civarında.

Buradan vardığımız sonuç ne peki? Çok basit, “yerli ve milli iktidar” döneminde Türkiye’nin borcu rekor düzeyde artmış, iktisadi varlıklarının kontrolü yabancılara geçmiş, ithalatı rekor kırmış, velhasıl Türkiye ekonomisinin bağımlılığı artmış, emperyalizm Türkiye ekonomisi üzerindeki kontrolünü muazzam derecede artırmış, derinleştirmiş.

•••

Türkiye’de buğday üretim alanı 2002’de 9.300 bin hektardı, 2016’da ise bu alan 7.780 bin hektara geriledi, 1,5 milyon hektar arazide artık buğday ekilmiyor ve Türkiye buğday ithal ediyor. 2002-2016 arası izlenen yanlış fiyat politikaları nedeniyle 1 milyon hektar arazide artık arpa ekimi yapılmıyor ve Türkiye yem ithal ediyor. Üretim son on beş yılda baklagiller, nohut ve kırmızı mercimekte üçte bir, yeşil mercimekte üçte iki oranında azaldı. Türkiye artık baklagiller, nohut ve kırmızı mercimeği ithal ediyor.

2002’de 7 milyon 210 bin 770 dekar alanda pamuk üretebiliyorken, 2016’ya geldiğimizde bu 4 milyon 800 bin dekara düştü. 2002’de dekarda 113 kg fındık alınırken, 2016’da fındık verimliliğinde dekarda 66 kg’a kadar gerilendi. 2005’te 113 milyon zeytin ağacı varken bu sayı 2016’da 171 milyon ağaca yükseldi ama zeytincilik adım adım bitiriliyor, Tunus’tan zeytinyağı ithal etmekten bahsediliyor. Tütün sektöründe 2002 yılında 405 bin olan üretici sayısı bugün 56 bine düşmüş durumda, üretim ise 159 bin tondan, 62 bin tona geriledi, tütün üretimi ve tütüncülük bitme noktasına geldi.

Bu rakamlar, Çiftçi-Sen’in rakamları. Hemen bir ek yapalım: 2 Aralık 2017’de Resmi Gazete’de yayımlanan “İthalat Rejimine Ek Karar” ile kuru fasulye, barbunya, börülce ve nohutta gümrük vergisi sıfıra indirildi, yani bu ürünlerin ithalatı kolaylaştırıldı ve yerli tarıma bir darbe daha indirildi, tarımda ithalata bağımlılığın derinleşerek devam edeceği bu uygulamayla bir kez daha görüldü.

Peki hayvancılıkta durum ne? 2010 yılına kadar Türkiye hayvancılığı kendine yeterli düzeyde olduğu için et ithalatı yok denecek düzeyde. Ancak 2010’da et ithalatı 22 milyon dolardan 518 milyon dolara fırlamış, 2011’de ise 2010 rakamları ikiye katlanmış ve 1 milyar 249 milyon dolarlık ithalat yapılmış. Yani sadece iki yılda 50 kattan fazla bir artış söz konusu. 2012’de 785 milyon dolarlık ithalat gerçekleşmiş. Sonraki üç yılda nispeten bir düşüş yaşanmış ama 2016’da et ve canlı hayvan ithalatı tekrar 477 milyon dolara yükselmiş. 2017 yılının ilk sekiz ayında ise 2016 rakamları geçilerek 568 milyon dolara ulaşılmış.

Peki tüm bunlar bize ne söylüyor? Cevap yine çok basit: “Yerli ve milli iktidar”, yerli ve milli tarımı da yerli ve milli hayvancılığı da bitirmiş. Küresel sermayenin, uluslararası tekellerin, IMF’nin ve neo-liberalizmin arzu ettiği istikamette izlenen politikalarla Türkiye tarım ve hayvancılıkta da ithalata bağımlı bir ülkeye dönüşmüş, köylü ve çiftçi açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilmiş.

•••

Bahçeli’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde aday göstermeyeceklerine ve Erdoğan’ı destekleyeceklerine dair açıklamasıyla, ittifak ve uyum yasaları için görüşmelerinin başlamasıyla, Gül ve Babacan isimlerinin giderek daha fazla zikredilmesiyle, Türkiye’nin 2019 ya da bu sene içerisinde yapılacak bir seçimin sathı mailine girdiği, Türkiye siyasetinin merkezine cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarının yerleşeceği görülebiliyor.

AKP-MHP ittifakına BBP’nin de eklenmesiyle ortaya yeni bir Milliyetçi Cephe çıkacak ve bu cephe söylemini yerlilik ve millilik üzerine oturtacak, “biz ve onlar”, “milli ve gayri milli”, “yerli ve yabancı” ikilikleri üzerinden dost-düşman siyasetine ivme kazandırılacak. Yapılması gereken en önemli işlerden biri, tarımın, hayvancılığın ve Türkiye ekonomisinin gösterdiği üzere, bu cephenin ne yerli ne de milli olduğunu topluma doğru bir şekilde anlatabilmek, bu söylemi toplumsallaştırabilmek, bunu toplumsal muhalefeti etkili kılmanın bir aracı haline getirebilmek. Bir işçinin “Geçinemiyorum” diyerek Meclis önünde kendini yaktığı şu günlerde, ekonomi meselesine yerlilik ve millilik iddiasını da deşifre edecek bir şekilde, çok daha net, çok daha keskin bir şekilde odaklanmak gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN