2 Mart 2018 Cuma

Kötülük mü dinde, din mi kötülerin elinde? - ÜNAL ÖZMEN

Genellikle solcuların başına gelen, bir yanlışa kurban gitmemişse sağcıların pek başına gelmeyen, onların duymadığı bir dramdır gözaltında kaybolmak, ölmek, gözaltında ölenin ailesi olmak.15 Temmuz (2016) bahanesiyle ilan edilen olağanüstü hal, mağdurlar arasına dindar, sağcı muhafazakârı katarak tabanını genişletti. Gökhan Açıkkollu ve ailesi de bu dönemin ilk mağdurlarından biri oldu.

Gökhan Açıkkollu, Türk Eğitim Sen üyesi dindar bir öğretmen. Bir ihbar üzerine 23 Temmuz 2016’da gözaltına alınıyor. Gözaltının 14. günü, henüz ifadesi alınmadan kalp krizinden ölüyor. İfadesi alınmadan öldüğü için dava dosyası yok ve Gökhan Açıkkollu’nun, ihbarcının “bu da FETÖ’cü” iddiası dışındaki suçunu bilen yok. Ailesi, delil bulunamayınca işkenceyle itirafa zorlandığını, kalp krizini işkencenin tetiklediğini iddia ediyor.

İşkence iddiaları ciddi delillere dayanıyor: Ailenin elinde “kişi her ne kadar kalp krizi geçirmiş görünse de kalp krizini tetikleyen sebeplerin işkenceye (kaburga kemiğinde kırıklar, morartılar ve kanamalar) bağlı olduğu”nu belirten otopsi raporu var. Aile, işkence yapıldığına dair görgü tanıkları ve otopsi raporlarını delil göstererek İstanbul Terörle Mücadele Şubesi’nden davacı oluyor. Savcılık yapması gerekeni yapıyor; görevli kusuru yok diyerek ailenin şikâyetine takipsizlik kararı veriyor. Sulh ceza mahkemesi, ailenin takipsizlik kararına yaptığı itirazı kabul ediyor. Fakat sulh ceza, Temmuz 2017’de yapılan itirazı hâlâ incelemeye almadığı için dava açılmış değil.

Adli işlemler başlamadan idari işlem sonuçlanıyor. Gökhan Hocayı, gözaltına alındığı gün görevinden uzaklaştıran MEB, hocaya görevine iade yazısı yolluyor! Ölüm gibi dramatik bir olay birden mizah konusu oluyor; bu ne iş diye sorulunca MEB göreve çağırdığı öğretmenin ölmüş olduğunu anlıyor. Müsteşar, bakanlığının alay konusu olmasına dayanamayarak, adı geçen öğretmenin suçlu olduğunu gösteren delillere sahip olduklarını, suçsuz olduğu için değil öldüğü için görevine iade edildiğini tivitleyerek gülünç bir durumdan kurtulayım derken kendini gülünç duruma düşürüyor! 
Hakkında herhangi bir idari soruşturma bulunmayan, ifadesi alınmamış, savunmasını yapamamış ölmüş bir kişiyi hangi hukuk suçlu sayabilir?

Hikâyenin buraya kadar olan kısmı bildik devlet refleksi; yaşadığınız dönem, düzen ve rejimle birlikte değerlendirdiğinizde yadırgayamazsınız. Fakat hikâyenin sonraki bölümüne “yaratılanı yaratandan ötürü” sevenler dahil oluyor ve olay daha dramatik bir hal alıyor. 

Hikâyenin utanç verici kısmı burası; Gökhan Açıkkollu’nun ölümünden sonra başına gelenler: Aile cenazeyi İstanbul’da defnetmek istiyor. Fakat Adli Tıp Kurumu, İstanbul’a defnedecekseniz cenazeyi size veremeyiz, ısrar ederseniz herhangi bir dini vecibeyi yerine getirmeden Pendik’teki (açılışını “FETÖ” ilişkisi nedeniyle görevinden alındığı söylenen Kadir Topbaş’ın yaptığı!) “hainler mezarlığı”na biz defnederiz, emir böyle diyor. Aile cenazeyi İstanbul’a defnetmekte ısrar edince Adli Tıp, cenazeyi teslim edebilmeleri için savcılıktan izin yazısı getirmelerini istiyor. Savcılık, Adli Tıp’ın isteğini saçma buluyor ama yazı da vermiyor. Aile bu kez Terörle Mücadele Bürosuna yönlendiriliyor; Terörle Mücadele Bürosu ise aileyi Mezarlıklar Müdürlüğüne… Mezarlıklar Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şubesine sakınca yok diye yazı gönderecek onlar da onaylayacak!

Haftanın son birkaç saatinde gerçekleştirilmesi olanaksız bir işlem peşinde koşması istenen acılı aile sonunda pes edip cenazeyi memleketleri olan Konya’ya götürmeye karar veriyor. Ailenin bütün çabası, cenazenin dini tören yapılmadan gömülmesini engellemek, ölülerine karşı dini görevlerini yerine getirmek. Fakat devlet ve tüm resmi dini otorite, birlik olup onların bu son arzusunu engellemeye çalışıyor.  Belediyeler, mezar kazmak için istenen kutsal iş makinelerini vermiyor. Kaymakam, ailenin bulduğu özel bir iş makinesinin sahibini bize neden haber vermedin diye sorguya çekiyor. İmamlar, Diyanet İşleri Başkanlığının talimatına uyarak cenaze töreninin hiçbir aşamasına dahil olmuyor. Gökhan Hoca eşi, iki çocuğu, annesi, babası ve birkaç köylünün katılımıyla köyünün mezarlığına defnediliyor. 15. yılını geride bırakan İslamcı iktidar, gündeminin birinci maddesinin (altı bakandan oluşan komisyon bu soruna sözde çare arıyor) taciz ve tecavüz olmasına da bakarak haklı olarak soruyoruz kötülük mü dinde, din mi kötülerin elinde?

Ünal Özmen / BİRGÜN

Şeker Fabrikaları.. Kooperatifçilikten ihanete... - ÖZLEM YÜZAK

Tabana dayalı eşitlikçi kalkınma modelinin en yaygın örneklerinden biri kooperatifler ve kooperatifçilik. İnsanlar tek başlarına yapamayacakları işleri “birlikten kuvvet doğar” sözünü dikkate alarak birlikte yapabilmenin yollarını aradılar ve neticede kooperatifler kurdular. Gelişmiş toplumların özellikle de Avrupa ülkelerinde ekonominin hâlâ en önemli itici gücü. Avrupa ülkeleri, ABD, Kanada gibi gelişmiş ülkeler kooperatifçilik hareketini geliştirerek özellikle dar gelirlilerin yaşam düzeylerinin iyileştirilmesinde ve ülke ekonomilerinin kalkınmasında büyük yararlar sağladılar ve sağlıyorlar. 

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kooperatifçilik aynı gerekçelerle Türkiye için de kalkınmanın itici gücü oldu. 1935’te bizzat Atatürk’ün desteği ve himayesi ile çıkarılan 2834 ve 2836 sayılı Tarım Satış ve Tarım Kredi Kooperatifleri kanunları kırsal alanda kooperatiflerin gelişip yayılmasında öncü oldu. Hatta Atatürk, Silifke Taşucu’ndaki Tekir Çiftliği Tarım Kredi Kooperatifi’nin kuruluşunu 36 üretici ile birlikte gerçekleştirdi ve 1 no’lu kurucu üye oldu. 

Gelelim bugüne... Özelleştirilmesi için düğmeye basılan 14 şeker fabrikası... 1575 köyden pancar alımı yapıyor... Bu fabrikalar için 47 bin 758 çiftçi toplam 1.25 milyon dekar alanda pancar ekimi yapıyor.. Yine bu 14 fabrikada, 4 binin üzerinde çalışanla, 7 milyon ton şeker pancarı işleniyor, 947 bin ton şeker, 322 bin melas, 2 milyon 74 bin ton yaş küspe üretiliyor. Bugüne kadar ağırlıklı olarak kooperatifçilik modeli ile süregeldi. Gösterilen gerekçe TürkŞeker’in zarar etmesi. Daha geçen seneden Orta Vadeli Program açıklanırken 2019-2020 yılları için 10 milyar liralık özelliştirme hedeflendiği ve TürkŞeker’e bağlı fabrikaların öncelikler arasında olduğu belirtilmişti. Kooperatifçiliğin yıllar boyu çıkar ve politika malzemesi olarak kullanıldığı bilinen bir gerçek. Tüm bunlar yüzünden kooperatifçiliğe karşı bir tepki oluşmuşluğu da malum. Ancak Kooperatif çatısı altında çok başarılı şekilde işleyen ve örnek modeller arasında gösterilen şeker fabrikaları da var. TürkŞeker’in neden ve nasıl zarar ettiğini sorgulamak gerekiyordu. Bunun yerine özelleştirme kararı alındı. 

Yine dönelim dünya kooperatifçiliğine... 1995 yılında İngiltere’nin Manchester kentinde 7 ilke kooperatifçiliğin evrensel ilkeleri olarak bütün ülkelerce kabul edildi. 
Bu maddeler: 1- Gönüllü ve Açık Ortaklık (Serbest Giriş), 2- Demokratik Ortak Kontrolü, 3- 0rtağın Ekonomik Katılımı, 4- Özerklik ve Bağımsızlık, 5- Eğitim Öğretim ve Bilgi, 6- Kooperatifler Arasında İşbirliği, 7- Toplumsal Sorumluluk. Bu ilkeleri hakkıyla yerine getiren kooperatifler büyüdü, üyelerini de zenginleştirdi. Hatta içlerinden bazıları dünyada önde gelen markalar haline geldi. Örneğin Migros, Groupama, Raiffeisen, Rabobank, Eureko... 2013 yılında bir yazımda İspanya’daki Mondragon Kooperatifleri’ni yazmıştım. Hatırlayıp bir göz attım: Her çalışanın ortak olduğu, ömür boyu istihdam garantisi, tüm kayıt ve raporlara eksiksiz erişim, tüm kararlarda eşit ve tek oy, yıllık kârdan eşit pay, sağlık ve emeklilik hakları, yanına bir de ekip biçebileceği küçük bir toprak parçası veren bir kooperatif. 

İspanya’nın Bask bölgesinde Mondragon isimli kasabada 1956 yılında küçük bir soba üretim atölyesi ve 24 işçinin katılımı ile başlar süreç. 2 yıl sonra sayı 158’e yükselir. 1959’a önce kendi bankası olan Caja Laboral Popular’ı, sonra da 1969’da hükümetin kooperatifleri sağlık sigortası kapsamı dışında bırakması ile kendi sağlık sigortası kooperatifi Lagun Aro’yu kurarlar. 1982’ye gelindiğinde, Mondragon, 20.000 çalışan- ortak, 85 sınai, 6 tarımsal, 3 hizmet kooperatifi, 45 kooperatif teknik okulu, bir banka, bir araştırma merkezi, bir politeknik, 14 yapı kooperatifinden oluşur hale gelmiştir. Günümüzde ise Mondragon Kooperatifleri’ne bağlı şirketlerde 85 bin işçi çalışıyor. Yıl sonunda elde edilen kârın yüzde 45’i Ar-Ge, yeni iş yaratma ve ilgili yatırım rezervleri olarak saklanırken, yüzde 45’i de işçi-üyelerin hesaplarına dağıtılıyor. Yüzde 10 oranında bir fon ise Mondragon’un idare ettiği sağlık, eğitim, konut ve diğer toplumsal faydaya ayrılıyor.
 
Bize dönelim... 
TEKEL kapandı, 300 bin çiftçi olumsuz etkilendi, fabrikalar yok oldu. 
Sümerbank kapandı, tekstilde dışa bağımlılık arttı. 
SEKA kapandı, Türkiye’de kâğıt üretilmez oldu. Köyler boşalıyor. Tarım ve hayvancılık bitiyor. 
Şimdi sıra şeker fabrikalarına geldi... 
Kapatın bakalım...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

‘26 Şubat’ (2) - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, başlığı oluşturan günün sabahında, kimi yurtlardaki minilere, bir “video” izletmişler; boyunlarında Erdoğan’ın resmi olan atkılar bulunan minikler, “Mazlumların umudu”, “Müslümanların sesi”, “Ümmetin gururu” diye haykırtılıyormuş!.. (Cumhuriyet, 26.2.2018) 

Erdoğan’ın doğum günlerini, kamusal, toplumsal, dahası miniklerle kutlamak için iyi bir başlangıç; ardından, “Arabesk” ustalarının ziyareti, görsel olarak tarihe not düşürecek toplu fotoğraf... 

İyi olmuş, “hoş” olmuş da, “Müslümanların sesi” olan böyle birinin, doğum gününde özyaşam öyküsüne, yine de, değinmek gerekmez miydi? 

Bu köşede, iki yıl önce, “26 Şubat” başlığıyla yer alan yazıda dile getirmiştim bu “yaşam öyküsü”nün kimi dönemlerini; dolaysiyle o yazıdan -izninizle- birkaç alıntı yapayım diyorum; bugünkü varsıllığına (zenginliğine) nasıl ulaştığına ya da ülkemizin ve adının karıştırıldığı kimi “uluslararası yolsuzluk” söylemlerine, davalara değinmeden.
 
İlk “26 Şubat” yazısı, “1985” yılından başlamıştı; Erdoğan bu tarihde “Refah Partisi”nin (RF) İstanbul İl Başkanı’dır; Türkiye’ye davet ettikleri kökten İslamcı bir “terör örgütü” olduğu da bilinen, “Hizbi İslam”ın lideri “Gulbettin Hikmetyar”ın ayaklarının dibine çökerek oturup çektirdiği resim ve böyle bir ilişki, gençliğinde ne tür bir eğitimden geçtiğinin de ortaya konuşudur. 

Bugün, “TC Devleti”nin başında olan bir kişi olarak Erdoğan, Anayasa’da yer alan, “demokratik hukuk devleti” belirlemesini, yalnızca, “hukuk devleti” diyerek kullanır, söz konusu edildiğinde de hep geçiştirir, “...öyle, böyle yok, ‘hukuk devleti” diyerek kapatır konuyu. 

Haklı... “Demokrasi”, kendisine göre “istediği durakta inip binilen bir ‘tramvay’ ” olduğuna göre ne demesi gerek? 

“Demokrasi” konusunda bu “ciddiyetten” uzaklaşma, ne yazık ki, “terör” konusuna da bulaşacaktır; pek söz edilmez, AKP iktidarının Diyarbakır’da düzenlediği (Ağustos 2014), “Yeni Türkiye’nin Açılan Kilidi” adlı çalıştayından. 

Uzun bir konuşma yapan, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay,“açılan bu kilitle”, Türkiye’ye neler sunulduğunu (!) şöyle anlatıyor: “Yeni bir yol haritası üzerindeyiz. Yeni yol haritası, sonuca götürücü olacaktır. Yasal düzenlemeler yapılacak. Biz kararlıyız (...) Çözüme en yakınız. Biz başaracağız!” Ve şunu da ekleyerek: “Güvenlik birimlerimiz, çözüm sürecinin hassasiyeti nedeniyle çok temkinli, çok dikkatli. Çünkü, bizim talimatımızdır bu!” 

Türkiye’nin tüm güvenlik güçlerinin, “çok temkinli, çok dikkatli oluşuyla”, iyice rahatlayan terör örgütü, vurucu saldırılarını başlatabilmek için, gereken düzenlemeleri yapmaya girişir; “kentlerde hendekler kazar, evlerde birinden diğerine geçen tüneller kazar; silahları depolar, siperler oluşturur; patlayıcı yapmak için tonlarca kimyasal maddeyi kırsal alana gömer; bir iç savaş hazırlığı gibi...” Gizlilik yok; apaçıkça; “TC Devleti”ni yönetenlerin gözleri önünde... 

Ve Erdoğan, bu “Çözüm Süreci”nde, örgütün de “onurlu-gururlu” olmasından söz ediyordu... (*) 

Ve değerli dostlar, “demokrasi”ye “tramvay” dediğinde, yalnızca dilimize dolamıştık... Yığınla “tramvaylar” üretti!.. 

Bu durumu, Sayın Erdal Atabek, köşesi “2000’li Yıllar”da, “Kırık Camlar Kuramı” ile nasıl açıklandığını, “26 Şubat” günkü “İktidar Cinayetleri” başlıklı yazısında, bilimsel bağlamda dile getirdi: “Bir mahallede bir ev. Evin bir penceresinin camı kırılır. Yerine takılmayınca, bir camı daha kırılır. Ev serserilerin mekânı olmaya başlar. Sonra orası, suçluların barındığı bir mahalle olur, ‘Kırık Camlar’ kuramı bu. Kırılan ilk cam.” 
Evet böyle; “ilk tramvay!”...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET
 
(*) M. Velidedeoğlu, “26 Şubat 2018” (Cumhuriyet)

1 Mart 2018 Perşembe

İnternet hızında tüketim - ASLI AYDIN

Türkiye, kredi kartları kullanımında Avrupa’nın birincisi. Ajans Press tarafından Bankalararası Kart Merkezi (BKM) verilerinden derlenen incelemeye göre 62,7 milyon kredi kartı, 133,3 milyon da banka kartı ile Türkiye Avrupa ülkeleri içinde en fazla karta sahip ülke.

Neden bu kadar çok kart kullanıyoruz? Çünkü az kazanıyoruz, çok harcıyoruz.
Düşük-orta gelir bandında yaşayanlar Türkiye’nin gelirinin yarısını aralarında paylaşmak durumunda kalıyorlar. Kalan yarısı sadece yüzde 20’lik kesim tarafından paylaşılıyor. Gelir dağılımının bu kadar adaletsiz, küçük bir azınlık dışında tüm nüfusun dar bir gelirle yaşamak zorunda kaldığı bu memleket, dünya ülkeleri içinde en hızlı tüketime sahip ülkelerden biri. Bu nasıl oluyor?
İyi bir şey mi yapıyoruz? Hele ki en son yüzde 10.35 olan ve çift hanelerden bir türlü inmeyen enflasyon oranına rağmen…

Öncelikle, ne çok tüketmek ne de az tüketmek iyi bir şey. İktisadi anlamda, tüketim olması gerekenden düşük olduğunda, o ülkede gereğinden fazla tasarruf yapılıyor demektir. Bu denli tasarrufun yatırıma dönüşme imkânı olsa da, tüketimin çok düşük olması şirket kârlarını düşürür, ücretler düşer ve toplum yoksullaşır. Japonya uzun yıllardır deflasyonun yaşandığı, bu duruma örnek bir ülke. Tam tersi, haddinden fazla tüketim yapılıyorsa, ülkede bu kez de tasarruf olmaz, dolayısıyla yatırım ve ona bağlı olarak istihdam da haddinden fazla düşük olur. Peki, tüketimin borçla yapılmış hali sürekli artıyorsa? Bu durum en fenasıdır işte. Keza hem bugünkü refahtan hem de gelecek refahtan çalınmış olunur. Tüketim ve yatırım harcamaları dışında önemli bir gelir faiz ödemelerine buhar olup gider.

İyi bir noktada değiliz. Tüketimi bu kadar kamçılayan etmenleri bir kez daha tartışmamız lazım. Bu etmenlerden iki tanesinin etkisi kuvvetli. Biri borçlanma imkânlarının artıyor oluşu, diğeri ise internet üzerindeki tüketim ortamı. Aslında ikisi birbirine bağlı. Gelir sahibi değilseniz bile borçlanabildiğiniz bu ülkede, bu borçlanmayı bulunduğunuz yerden anında internet üzerindeki bir alışverişe dönüştürebiliyorsunuz. Özellikle boş vakitlerinin çoğunu TV veya internette geçiren bir toplum olma özelliğiyle, internet ve kredi kartlarının bugünkü ekonomi açısından oldukça kullanışlı bir ikili olduğunu söylemek lazım.

“Bir tuşla yaşam” “Bir tuşla tüket”
Birkaç veriye göz atalım,
Ülkemizde internet alışverişlerinin yüzde 93’ü kredi kartlarıyla yapılıyor.
Özellikle, geçtiğimiz 10 yılda Internet üzerinden satış yapan firmaların sayısında da buna bağlı olarak hızlı artış yaşanıyor. Hatta satıcı olmak için firma olmak da gerekmiyor, internet üzerinde özellikle sosyal medya aracılığıyla akla gelebilecek her şey, aslen birey ama sanal ortamda dükkân olan her hesap üzerinden satılabiliyor.

Diğer bir taraftan TÜİK verilerine göre internet erişim imkânına sahip hane oranı yüzde 76. Bu hanelerdeki bireylerin yüzde 52’si ise satın alma faaliyeti (alışveriş ve bilgi edinme) amacıyla interneti kullanıyorlar. Yüzde 43’ü doğrudan alışveriş yapanlardan oluşuyor. Bu da yaklaşık 30 milyon kişinin internet üzerinden alışveriş yaptığını gösteriyor. Ciddi bir rakam.
BKM verilerine göre geçtiğimiz seneye göre kredi kartlarıyla gerçekleştirilen işlem tutarı yüzde 12 artmış. İnternetten yapılan kredi kartı işlemlerindeki artış ise yüzde 45. Toplam kredi kartları işlemlerindeki artışının yarısının sadece internet alışverişlerinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.

E-ticaret sektöründe yer alan PayU’nun yaptığı bir araştırmaya göre, internet alışverişlerinde en çok giyim ve ayakkabıya harcama yapıyoruz. Elektronik alışverişi de ikinci sırada geliyor. Araştırmada işlem başına tutarlar incelenmiş, yemek ve hediyelik eşya kategorisi hariç ortalama işlem tutarlarının en az 100 TL’den başladığı yer alıyor. Raporun sunduğu en çarpıcı veri ise ülke genelinde her 10 kişiden birinin en az iki ayda bir internet üzerinden alışveriş yapması.
Evet, “bir tuşla yaşam” sloganıyla kitlelere ulaşan dijital ortamın ve onun merkezi haline gelen internetin her bireye yerinden tüm ihtiyaçlarını karşılama olanağı sunması yadsınamaz bir avantaj. Fakat diğer bir taraftan sosyal medyayı da arkasına alan bu dijital ortamın bir bütün olarak baştan başa bir tüketici davranışı yarattığı, ihtiyaçları bizatihi belirlediği ve tüketimi adeta yeni bir eğlence ve yaşam tarzına dönüştürdüğü de diğer bir gerçek. Bu tehlikeli kısmına dikkat etmek gerekiyor.

Özellikle yeni teknoloji transformasyonlarının konuşulduğu günümüz ortamında, teknolojinin nasıl ve ne alanda kullanıldığına da dikkat etmek gerekiyor. Tüketimi kamçılamak için mi kullanacağız, yoksa yeni üretim teknikleri mi geliştireceğiz. Yani diğer bir ifadeyle yeni teknolojileri üretmeye aday mı olacağız, yoksa başkaları tarafından üretilmişleri hazır paket olarak tüketerek bununla yetinecek miyiz?

Bu soruların elbette yanıtı belli. Fakat altını çizmek gerekiyor ki, Türkiye ekonomisinin nitelikli bir üretim hamlesine, nitelikli yatırımlara ihtiyacı var. Nitelikli bireyler yetiştirmek, ona uygun ‘yeni işler’ yaratmak zorunda. Bunu yapmaz ise zamanında kaçırdığı sanayileşme hamlesini bugün de kaçıracak, daha karanlık bir çağa mahkûm olmaktan kaçamayacaktır.

Aslı Aydın / BİRGÜN

İttifak oyunları - İLKER BELEK

AKP başkanlığı kapmak, MHP ise barajı aşmak için ittifaka girdiler. Oysa birbirleri hakkında daha düne kadar neler demiyorlardı?
Garip mi? Değil. Düzen siyaseti diye boşuna demiyoruz. İlke aranmayacak. Herkes kendi derdinde.
Ama yine de bu ikisi açısından bir ilke var: “Türkiye’yi terörden temizlemek” dedikleri şey.
Artık bu noktada, “çözüm” süreçlerinde AKP’yi yerden yere vuran MHP’nin mi dediği oldu, yoksa MHP mi PKK’yi aynı süreçte iyice yumuşattıktan sonra şimdi son darbeleri indirdiği iddiasında bulunan AKP’nin dediğine geldi, ayrı konu.

İsteyen bunu diline sarabilir, kesin olan ise AKP ve MHP’nin bundan başka söyleyebilecek hiçbir sözlerinin olmamasıdır. Bu konuda yapılanlar ise Türkiye’yi giderek daha fazla derecede emperyalizmin bölgesel oyunlarına bağlamaktadır.

İnanmayan Kürt sorununun Suriye üzerinden nasıl uluslararasılaştığına, emperyalistler tarafından nasıl kullanıldığına ve Salih Müslim’in AKP’nin bütün ısrarlarına rağmen Çek Cumhuriyeti tarafından nasıl salıverildiğine dikkat gösterebilir.

Kılıçdaroğlu baktı ki şimdilerde ittifak demokratlığın ve esnek siyasetin göstergesi, bir soru üzerine HDP ve Saadet Partisi ile ittifak için “neden olmasın” deyiverdi. Gerçekten çok haklı, neden olmasın ve hatta olmalı.

Artık ittifak işlerine el atmayanın siyaset yapmıyor diye değerlendirildiği bir aşamadayız.
Saadet’in başkanı, aydınlarımız Sivas’ta gericiler tarafından yakılırken O ilin belediye başkanıymış, Madımak önündeki saldırgan güruh tarafından “mücahit Temel” sloganlarıyla karşılanmış, hemen o anda “şunların ruhuna el Fatiha okuyalım” çağrısında bulunmuş, yıllar sonra katledilenler için “cayır cayır yanarak ölmediler, dumandan hayatlarını kaybettiler” demiş; bunların hiçbir önemi yok.
Partilerimiz ülkemizin yüksek çıkarları gereği yüksek siyaset üretiyorlar. Bu türden ayrıntılara takılmamak gerekiyor.
Kanımca hepsine her tür ittifak yakışır. Hatta en iyisi lafı uzatmadan AKP ile CHP’nin ittifak yapmasıdır. Böylesi demokrasinin en derin biçimde tezahür etmiş hali olur. Yüksek siyaset için en başta en yüksektekiler ittifaklaşmalı.

Bütün bu gelişmeler düzen partileri arasında gerçekten hiçbir fark kalmadığını gösteriyor. Öyle ki Ecevit’in partisi DSP’den AKP’ye yakınlaşma sinyalleri gidiyor. Aynılaşmayı görmek için daha ne olsun.

Nedeni Türkiye’nin sorunlarının büyüklüğü karşısında bunların iyice küçülmüş olmalarıdır. Küçülünce tek başlarına cesaret edemiyor, çaresiz kalıyorlar. Hesabı tutturmak için birbirlerine yapışmaları mecbur hale geliyor, bu noktadan sonra artık ayrı kalmak anlamını yitiriyor.

Sonra ileride, ne olur ne olmaz açıklamak icap ederse hesabıyla, “beni o kandırdı” diyebilecekleri birilerinin yanlarında olmasını da istiyorlar.

Türkiye’yi böyle büyük sorunlarla yüklü hale kapitalist düzen getirdi. Kaçınılmaz bir sondu bu. Yakın tarihi alırsak, Türkiye aslında 12 Eylül darbesiyle bitirilmişti. İhracata yönelik kalkınma diyerek emekçi halkı baskılamışlar, ülkemizi emperyalistlerin ucuz montaj hattı haline getirmişlerdi. Çin bu işe bizden sonra bulaştı.

Sonra o zeminde dinselleştirme operasyonu başlatıldı. Türkiye Yeşil Kuşak projesine dahil ediliyor, Mumcu, Üçok… katlediliyor, Kürt sorunu karşısındaki çaresizlikle kontrgerilla operasyonlarına hız veriliyor, güneydoğuda Hizbullah devreye sokuluyor, gericilik karşısında telaşa düşen ordu 28 Şubat’ta dinci gericiliğin eline arayıp da bulamadığı bir atılım fırsatı sunuyor, Erbakan’ın son partisi kapatılıyordu ve emperyalist merkezler Türkiye’de zaten batıyla uyumlu bir dinci parti arayışı içerisindeydi.

AKP o atılımın sonucu olarak iktidara taşındı. İşte ülkenin hali budur: Boğazına kadar borçlu, hayvan yemi, kırmızı et, limon… ithal ediliyor.

Hiç birisi bu sorunların altından kalkamaz. Çünkü bu sorunları bu düzen, kapitalizm yarattı ve bunların hepsi bu sorunların bu düzen, kapitalizm içinde çözülebileceği yalanını atıyor ve/veya yanılsamasına sahip.

Aynılaşmalarının ve seçim ittifakına sarmalarının nedeni budur. Sanki seçim seçimmiş, sanki sandık sandıkmış, sanki gelir dağılımının bu denli bozulduğu ve tekellerin ekonomiye bu denli hakim olduğu bir ortamda karar mekanizmalarını tabana yaymak olanaklıymış gibi, hepsi bir oyunun içindeler. Sadece oynamalarının görünür gerekçesi farklı: İktidar yönetiyormuş, muhalefet de muhalefet ediyormuş gibi oynamak zorunda.
İttifaklar ve bunun üzerine yapılan tartışmalar program pazarlayan tv kanallarına para kazandırır sadece, onun ötesinde de hiçbir şeye yaramaz.

Sistem tıkandı. Yalnızca Türkiye’de değil, bütün dünyada. Türkiye’de eczaneye başvuran bir emeklinin gözüne sokulan muayene ve reçete farklarının da, genç işsizliğimizdeki tırmanışın da nedeni kapitalist düzenin tükenişidir. Çok benzer sorunlar Avrupa’nın göbeğindeki zengin ülkelerde de, Çin’de de, dünyanın her noktasında aynı şekilde yaşanmaktadır.

Her şey her zamankinden daha fazla derecede birbirine ve daha doğrudan biçimde kapitalist üretim ilişkilerine bağlı. Düzen siyaseti bu nedenle aynılaşıyor, düzen aynılaştırıyor ve bunlar demokrasi oyununa dalıyorlar.

Mide bulandırıcı mı? Evet.

Umutsuzluk verici mi? Hayır.

Umut bütün bu iğrençliğin, düzenin çaresiz hallerinin, halk sınıflarının dağınıklığının içinde.
Başka nasıl olacaktı? Yıkılan düzen iflasını mı ilan edecek, burjuvazi de kendi elleriyle iktidarı işçi sınıfına mı teslim edecekti?
Hep böyle oldu. Eşitlik mücadelesi hep böyle dönemlerde gelişti. Kaos ve toparlanış. Diyalektik.
Nereden mi biliyoruz? Tarihin kendisinden.
Çözüm kapitalizmi yıkmak, sosyalizmi kurmak, bunun için güçlenmek, örgütlenmek, bu fikri yaymak, bu düzenin emekçilerin üzerine yıktığı sorunlara karşı her yerde mücadele kanalları yaratmak.

Bu yönde hareketlenenlerin sayısı giderek artıyor, artacak.

İlker Belek / SOL

CHP’nin tüzük kurultayı - ALİ SİRMEN

AKP kongrelerini birbiri ardından toplayarak, Cumhurbaşkanı Genel Başkanı’nın önderliğinde var gücüyle 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlanır, bir yandan da TBMM’den bu oylama ile ilgili yasal düzenlemeyi geçirmeye çalışırken CHP de 9-10 Mart’ta toplanacak tüzük kurultayının son hazırlıklarını tamamlıyor. 2019 seçimlerinde CHP’nin kendisine düşeni yerine getirebilmesi için tüzük kurultayının kuruluşun yeni örgütlenme modelini yaşama geçirecek bir yapının önünü açma başarısını göstermesi şart.

Yeni tüzük ve yeni örgütlenme modeli konularına, yeri geldiğinde tekrar değineceğim. Bu konular, yaşamsal öneme sahip, 2019 seçimlerini de aşıp daha geniş sorunları kapsıyor ama aynı zamanda partinin gelecek seçimlerde kendine düşeni yerine getirebilmesini sağlayacak yapının önkoşulunu da oluşturuyor. Çünkü CHP’nin işlevini sürdürebilmesi artık yeni bir örgütlenme modelini zorunlu kılıyor. Bakalım yeni tüzük bu gelişmenin önünü açabilecek mi?
***

Ama dilerseniz önce öne alınmaması halinde, 2019’da yapılacak seçimde CHP’ye düşen rolün ne olduğuna bakalım.
AKP’nin MHP ile Cumhuriyet’e karşı oluşturdukları Cumhur ittifakı ile girecekleri seçimlerin, demokrasinin yolunu açması ancak son referandumda oyların hemen hemen yarısını almış olan “tek adam rejimine hayır” cephesinin yüzde elli artı bir ile “demokrasiye evet” cephesine dönüşmesiyle mümkün olabilecektir. 
Tek adam rejimine evet cephesinin bir arada durması, birlikte yürümesi mümkün bir cephe oluşturmasına karşılık, tek adam rejimine hayır cephesinin uzun süre bir arada gitmesinin mümkün olmaması uzun soluklu bir ittifakın önünü tıkıyor. İyi Parti ile HDP ve CHP’nin, AKP- MHP’nin karşısında blok oluşturmaları gerçekçi olmadığı gibi seçmen üzerindeki etkileri açısından fazla yararlı da görünmüyor. 
Ama tek adam rejimine hayır blokunun da önemli bir ortak noktası var: Demokrasi. 
“Tek adama hayır” cephesinin demokrasi asgari müştereğinde birleşebilmesi mümkündür. Bu da ancak seçimin ikinci turunda gerçekleşebilir. 
Bu gerçeğin farkında olan AKP bütün gücünü seçimi birinci turda almaya yöneltmektedir. Tek adama hayır cephesinin daha ilk turdan ortak bir aday çıkarması mümkün olmadığından, başlangıçta her parti kendi adayıyla yarışacak, son turda tek adamın karşısına çıkacak adayda birleşilmesi amaçlanacaktır. 
Eğer gerçekleşirse ikinci turun ilk adayı birinci oylamada en yüksek sonucu alacağı kesin olan Tayyip Erdoğan’dır. 
CHP işte burada devreye girecektir. Çünkü bugünden seçime kadar beklenmedik bir değişiklik olmadığı takdirde, ikinci sırayı CHP’nin adayı alacaktır.

***
İşte bu noktada CHP’nin kendisine düşen tarihi misyonu yerine getirebilmesi, kendi adayını belirlemedeki ustalığına bağlı olacaktır. 
Kesinlikle yeni bir Ekmeleddin skandalına düşmemesi gereken CHP, hem seçimin ikinci tura sarkması hem de ikinci turda adayının tek adama hayır cephesini çevresinde birleştirebilmesi için, kararlı ilkelilik ile faydacı uzlaştırıcılığı bir arada yürütebilecek bir adayı seçme ve bu amaca uygun, çok fazla olacağından kimsenin kuşkusu bulunmaması gereken, kışkırtmalara kapılmayan, bir kampanyayı yürütme konusunda başarı göstermesi gerekmektedir. 
Hem CHP’nin temel ilkelerini temsil eden, hem de bütün tek adam karşıtı cephenin üstünde birleşeceği bir adamı CHP’nin kendi kadroları içinden de bulması imkânsız değildir. Bu konuda daha şimdiden birden fazla isim saymak mümkün ise de şu an için gerekli ve de yararlı değildir. 
Önümüzdeki hafta toplanacak tüzük kurultayının işlevini layıkıyla yerine getirebilmesi partiyi bu usta işi politikayı oluşturacak örgütlenme modeline kavuşturmasıyla mümkün olacaktır. 
Kimse alınmasın ama doğrusunu söylemek gerekirse, şimdiye kadar yaşananlar, henüz bu modele erişilememiş olduğunu gösteriyor.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

İtalya’da ‘Y-kuşağı’nın seçimi - Nilgün Cerrahoğlu

ROMA Yakın tarihin en sıkıcı seçimleri gibi görünmesine karşın, İtalya’nın pazar günkü sandık buluşması önemli. 

Yalnız “Millennial/Y-nesli” diye adlandırılan 2000 (1999!) doğumlu 21. yüzyıl kuşağının oy kullanacağı ilk seçim olması açısından değil, Avrupa’nın geleceği açısından da bu sınav kilit önem taşıyor. 

“Şok, şok, şok” Brexit depremi ardından Eski Kıta, geçen yılki Hollanda, Fransa, Almanya seçimlerini bir popülizm kasırgası altında nefes tutarak izlemişti. 
Martta yapılan Hollanda seçimlerinde ırkçı ve faşist Geert Wilderskâbusundan kıl payı dönülebildi. Wilders, iddia ettiği üzere ilk parti olamadıysa da ne ki 2. sıraya yerleşti. 
Fransa’da sonra Cumhurbaşkanlığı yarışında, merkez sağı tamamıyla oyun dışına iten ırkçıların Jeanne d’Arc’ı Le Pen, ancak şapkadan tavşan gibi çıkarılan Macron  mucizesiyle geri püskürtüldü. 

Güz başındaki Almanya seçimlerinde de, Alman neo-faşizminin yükselen son markası “AfD”nin sahne alışını izledik. 

“Almanya’yı yabancılardan geri alacağız” düsturuyla seçime giren ve 2. parti olmasından ürkülen AfD, 2. değilse de gene 3. parti olmayı başardı. 

Merkel’in Hıristiyan demokratları ile Alman sosyal demokratları arasında halen sürmekte olan “Grosse Koalition/ büyük koalisyon” görüşmeleri öngörüldüğü üzere eğer mutlu sonla biterse, AfD ana muhalefete el koyacak. Alman neo-faşistleri nereden baksanız, siyaseti şartlayacak.

Sosyalizmin krizi 
“Siyasetin unuttuğu adamlar/forgetten men” iddiasına sözde sahip çıkan bu aşırı sağ popülist partilerin iktidara gelmesi -şimdilik- önlendiyse de radardan çıkmaları özetle sağlanamadı. 
Avrupa’yı Avrupa yapan bütün -demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, refah devleti- değerlerine sırt çeviren bu partiler her halükârda, “haklar uygarlığını”oluşturan sosyal demokratlara büyük zarar verdiler. 
2008-2013 krizi, solun tabanında çalışan kesim ve küçük burjuvazinin belini büktü. 
Kural tanımayan küreselleşme, düzen aktörlerinin ve yerleşik kurumlarının inandırıcılığını yok etti. 
Bu başdöndürücü değişimin yarattığı tedirginlik, korku ve öfke ise her yerde   “tepki”  oylarını alan popülist partileri kanatlandırdı. Demagogların önünü açtı. 
Kaygı verici dönüşümü “3. yol”la savuşturmaya çalışan merkez sol oluşumlar ise gümledi. Referanslarını, projelerini ve kimliklerini yitirdiler. 
Elyssee’nin örneğin Macron’dan önceki sahipleri olan Fransız sosyalistleri bugün yüzde 10 bandı altında, dökülüyor. O kadar ki sonunda Paris’teki tarihi merkez binalarını dahi satmak zorunda dahi kaldılar. 

Sadece kendi ülkelerinde değil, Avrupa sosyal demokrasisinin gelişmesinde büyük katkıları bulunan Alman sosyal demokratları ise son kamuoyu yoklamalarına göre artık sadece yüzde 16-17 sınırında seyrediyorlar...

Sürprizlere açık 
Pazar günkü İtalya seçimlerinde, Eski Kıta’nın bu önde gelen ülkelerinde olduğu gibi sosyal demokratlar işte, kuvvetle muhtemel bir hezimetle yüzleşecek. 
Son yoklamalarda merkez sol “Demokrat Parti/Partito Democratico (PD)” her şeye rağmen hâlâ yüzde 28 oy oranıyla ilk parti olması beklenen 5 Yıldız’ın hemen arkasında, yüzde 22 ile 2. parti görünümünde... 

Bu, bundan beş yıl önceki seçimlere göre 3.5 puanlık bir düşüş demek. 2014’teki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde alınan yüzde 41’lik oy oranı ise artık uzak bir anı. 
Seçime günler kala PD’deki düşüşün aslında daha da sert olacağı ve partinin, yüzde 20’nin altına inmesinin büyük risk olduğu söyleniyor. 

4 Mart, sandıkta son dönemde sürekli gerileyen sosyalistlerin bu içler acısı tablosunu bir kez daha göz önüne sermesi açısından önemli. 

“Popülist partilerin” -ki ilk parti 5 Yıldız da bunlar arasında bulunuyorönlenemeyen yükselişini teşhir etmesi açısından da ayrıca dikkat çekici bir kilometre taşı olacak.
Bir de “yönetilebilirlik sorunu” var... 

İtalya’da 4 Mart’tan kimse istikrarlı bir hükümet çıkmasını beklemiyor. 
Seçmenin yüzde 30’unun kararsız olması, “basit çoğunluk - nispi temsilkarması” yeni ve karmaşık bir seçim sistemiyle sandığa gidilmesi de, olası hükümet formülleri üzerinde her türlü öngörüyü geçersiz kılıyor. 

Popülizmin yelkenlerini şişirmesi ve istikrar garantisi addedilen merkez solun gerileme eğilimi dışında, pazar günkü sınav tüm sürprizlere açık olacak.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

28 Şubat 2018 Çarşamba

Sarı öfke yükseliyor... - KAAN SEZYUM

Birkaç haftadır bir takım vekiller çıkıp taksilerin mağdur olduğunu anlatıp duruyor. Nedenmiş? 
Çünkü her anı takip edilen, denetlenebilen bir uygulama iç pazara girmiş ve taksicileri eve ekmek götüremez hale getirmiş. Bence taksici kardeşlerimizin bazıları eve ekmeği “Kısa mesafe” olduğu için götüremiyordur ya neyse… Şimdi eğri oturup doğru konuşalım, İstanbul’da taksi işi kıllı bir iş. İşini doğru, kibar ve insani bir şekilde yapan şoför bulduğumuzda neredeyse seviniyoruz ama maalesef durum böyle. Denetleme, düzenleme ve kontrol olmayınca saldım mevlam çayıra stilindeler. Ülkenin genel derdi de bu zaten. Denetimsizlik, kimsenin hiçbir konuda hesap vermemesi. Neyse, Külünk vekilim bu konudan rahatsız olmuş ki, şöyle bir açıklama yaptı:
“UBER, kamu düzeni ve iç güvenlik için tehdittir. Yasa tanımaz bir küresel organizasyonla karşı karşıyayız. Yargıyı bu konuda göreve davet ediyorum.”
Ardından da tivitine devam ediyor vekilim: “Bireysel hatalar topyekün insanımıza hizmet eden değerli bir mesleğe asla mal edilemez. Arabasında unutulan değerli eşyaları teslim eden TAKSİCİ kardeşlerimiz üzerinden bakmayı da unutmayınız…” E tamam da arabada unutulan eşyaya çökmek mi normaldir, yoksa sahibine ulaştırmak mı? 
Nedir yani? 
Doğru olan şeyi yaptığı için mi alkış bekleniyor? 
Neyse vekilime hemen internetten cevaplar geliyor. Vekilim de onları kopyala yapıştır cevaplıyor.

Mesela bir kullanıcı: “Kısa yol diye yolcu almayan, yağmurda mırın kırın eden, güzergahı beğenmeyen, trafiğe girmek istemeyen vb. Daha neler neler. Hepsinin bir bahanesi var. İstiyorlar ki Büyükçekmece’den binelim Tuzla’da inelim. İşlerini düzgün yapsalardı kimse bir şey demezdi!” yazıyor.
Vekilim boş durur mu?
“Taksici kardeşlerimiz sizin bu haklı eleştirileriniz ile kendilerini yenileyecekler, hatalarını düzeltecekler. Asla kamuoyuna yansıyan yanlış imaja teslim olmayacaklar. Eleştirileriniz haklı ve değerli” diyor.

Vekilime hemen başka bir vatandaş bir anısını anlatıyor. Mesele imaj ya!
“Hiçbir şeyi değiştirdikleri yok. Annemin ayağı kırıldı. Koltuk değneğiyle yürüyor. Normalde yakın olan ve asla taksiye binmeyeceğimiz bi mesafe için binmemiz gerekti. Hastaneden çıkmıştık. Taksiye bindik. Duraklardan yürüyemeyeceğimiz kadar uzaklaşıp trafik var bugün zaten kazanamadım. İndireyim sizi burda deyip bizi alakasız bi yerde indirdi. Trafiğe girmemek için. Bu insanlar mı kendilerini düzeltecek?”… Bu noktada vekilim mavi ekrana yaklaşıyor olmalı… Cevap yok.

Vekilim diğer vatandaşlara da az önce okuduğunuz tiviti diyor ama sanki kendisi için değerli değil de vatandaş için değerli gibi. Çünkü herkese aynı cevap geliyor. Neyse Külünk vekilim tam bunları söylerken aynı hafta şöyle bir olay oluyor
Kadıköy’den Sabiha Gökçen Havalimanı’na gitmek isteyen turistin, yolları bilmemesinden faydalanarak yolu uzatan ve uçağını kaçırmasına neden olan taksici hakkında “nitelikli dolandırıcılık” suçundan 3 yıldan 10 yıla kadar hapis istemiyle iddianame düzenlendi. İddianamede, şüphelinin müştekinin turist olması nedeniyle İstanbul’u ve havalimanı yolunu bilmemesinden faydalanarak daha uzun mesafe gitmek ve böylece daha fazla taksi ücreti alabilme amacıyla kasıtlı olarak Yavuz Sultan Selim Köprüsü yolundan Avrupa Yakası’na geçtiği kaydedildi… Dön baba dönelim. Olumsuz imaj ha! Adam şov yapmış ya. Kazık şov!

Tam o sırada muhalefetten de tuhaf bir çığlık geliyor. Yine nedense taksicilerin yanındalar. Sanki oy gelecek yerden tavuk esirgenmez gibi bir şey. Ama maalesef gelecek potansiyel iki oy için, büyük boy vizyonsuzluk içine düşüyor Hamzaçebi vekilim de.

İstanbul Milletvekili M. Akif Hamzaçebi İstanbul Taksiciler Esnaf Odası’nı ziyaret ederek taksicilerin sorunlarını dinledi. Hamzaçebi “ İstanbul’dan Uber’i kovarak İBB’nin başlatmış olduğu İTaksi uygulamasını da İstanbul Taksiciler Esnaf Odası’na vereceğiz” dedi.

Ya bir de eskilerden 2013’den bir haberle yazıya son veriyorum.
19 Şubat 2013’te Külünk vekilim TRT Haber’de yayınlanan Meclis Taksi programında da şoför koltuğuna oturmuş. Haberin metninde aynen şöyle yazıyor: İstanbul caddelerinde müşteri arayan Külünk, taksi müşterilerinin sık sık duyduğu “Karşının taksisiyim” sözünü söylemeden, mesafe ayırt etmeden yolcu taşıdı... Haber metni bile olayın gerçeklikten uzaklığını anlamış.
Mevzu vekillerimizin siyasi görüşleri birbirinden ne kadar alakasız olsa da taksicileri tüketiciden daha çok korumaya çalışması. Böyle birkaç vekil daha var, boş boş konuşuyorlar. Yazık, bu vekillerden bizi kim koruyacak? Keşke vekilleri de, bakanları da başganları da denetleyebildiğimiz bir sistem olsaydı. Denetleme olmayınca her şey böyle cacığa dönüyor. 
Şimdi kendimizi doğrayabiliriz.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

Suriye’ye rağmen, Suriye’nin toprak bütünlüğü? - FATİH YAŞLI

Bir önceki başbakan Ahmet Davutoğlu, 23 Şubat 2016’da El Cezire televizyonuna konuk olmuş, Türkiye’nin Suriye’de “muhaliflere” yeterince destek verip vermediği ve kınama yayınlanmaktan başka ne yaptığı sorusuna övünerek şöyle yanıt vermişti:
Eğer bugün rejim ülkenin tüm topraklarını kontrol edemiyorsa, Türkiye’nin ve diğer bazı devletlerin desteği sayesindedir. Eğer geçen hafta Rusya’nın DAEŞ’i hedef almadan Tel Rıfat, Halep ve Azez’e 500 uçuşla yaptığı ağır bombardımana rağmen Suriye halkı hâlâ oradaysa ve topraklarını savunuyorsa, bizim desteğimiz sayesindedir. Biz bu desteğe devam edeceğiz. Yani sadece kınamıyoruz, onları destekliyoruz.”

Bu, “yeni-Osmanlıcılık” adı altında komşu bir ülkeye yönelik olarak izlenen yıkım siyasetinin, o ülkenin egemenliğini ihlal etmenin, rejimini değiştirmeye çalışmanın ve bunun için silahlı grupları desteklemenin en yetkili ağızlardan biri tarafından ve en açık bir şekilde itiraf edilmesiydi.


Sahiden de, -bundan birkaç yıl öncesine nazaran biraz daha toparlanmış olmakla birlikte- bugün Suriye parçalı ve toprak bütünlüğünü yitirmiş bir görünüm arz ediyorsa, bunda ABD ve petrol şeyhlikleriyle birlikte en büyük sorumluluğun yeni-Osmanlıcı dış politika olduğunu belirtmek durumundayız. Kamplarda yetiştirilen cihatçılar, açılan sınırlar, verilen lojistik destek, milyonlarca dolar, tonlarca silah, cihatçılar Suriye şehirlerini birer birer düşürdüğünde İstanbul camilerinde dağıtılan lokumlar… Koca bir ülke böyle paramparça edildi, milyonlar yaşamını yitirdi, milyonlar mülteci oldu, evini barkını terk etti, bitimsiz bir sefaletin içine sürüklendi.

Davutoğlu’nun gidişiyle birlikte Suriye’ye yönelik bu yıkım siyasetinin değişeceği yönünde, katılmanın hiçbir şekilde mümkün olmadığı bir beklenti içerisine girilmişti. Katılmak mümkün değildi, çünkü bu beklenti yeni-Osmanlıcılığın Davutoğlu’nun şahsi projesi olduğu iddiasından kaynaklanıyordu. Oysa Suriye’nin yeni-Osmanlı’nın “lebensraum”u, yani “yaşam alanı” olduğuna, Osmanlı’nın Suriye’nin fethiyle yeniden kurulacağına ve hilafetin yeniden tesis edilebileceğine en az Davutoğlu kadar Erdoğan da inanıyordu.

Üstelik bu öyle bir inançtı ki, Batı’yla ara bozuldukça jeopolitik düzlemde giderek Suriye’nin müttefikleri Rusya’ya ve İran’a yanaşılmasına rağmen, Suriye siyasetinde hiçbir şekilde köklü bir değişiklik meydana gelmedi; bilakis “katil Esed” söylemi ve emperyal ihtiraslar devam ettirildi. Öyle ki, IŞİD bahanesiyle “Fırat Kalkanı” adı altında Suriye topraklarına girildi ve Cerablus’ta yeni-Osmanlı’nın korumasına tabi fiili bir ÖSO devletçiği kuruldu.

Bugün örneğin ABD’ye gayet haklı olarak “Suriye’ye IŞİD’le mücadele için geldiyseniz, IŞİD bitirildiğine göre neden Suriye topraklarından çıkmıyorsunuz” sorusu sorulabiliyorsa, aynı soru yeni-Osmanlıcılara da sorulabilir: “Eğer Fırat Kalkanı’nı IŞİD’i temizlemek için yaptıysanız ve bunu başardıysanız, Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunduğunuzu da iddia ediyorsanız, neden kontrol ettiğiniz toprakları Suriye devletine bırakıp çıkmıyorsunuz?”
Bu soru cevapsız kalacaktır, çünkü yeni-Osmanlıcılık açısından Suriye’nin toprak bütünlüğü bir demagojiden ibarettir ve öncelikli hedef hâlâ Suriye’de rejimin değiştirilmesi, bunun için de ülke topraklarının bir bölümünün ÖSO adlı başıbozuklarla birlikte kontrol altında tutulmasıdır. Tam da bu nedenle Zeytin Dalı’nın Suriye’nin toprak bütünlüğü için yapıldığı iddiası bir safsatadan ibarettir, hedef parçalanmış bir Suriye’de, yeni-Osmanlı’nın kontrolünde İslami bir devlet kurmak ve bunun sınırlarını Şam yönetimini devirene kadar genişletmektir.

Zaten tam da bu nedenle iş bilmez muhalefetin “Suriye’yle görüşün” çağrılarının hiçbir karşılığı yoktur ve Suriye de bu farkındalıkla hareket etmektedir. Yapılan anlaşma neticesinde Afrin’e milislerin sokulması da Şam yönetiminin kendi toprak bütünlüğüne yönelik öncelikli tehdidin yeni-Osmanlıcılıktan geldiğini bilmesinden kaynaklanmaktadır. Suriye, yeni-Osmanlıcılığın Suriye’de kontrol ettiği toprakları genişleterek ABD’yle yeni bir pazarlık düzleminde buluşmayı ve kendisine yönelik saldırganlığı devam ettirmeyi amaçladığının farkındadır. Son Tillerson ziyareti ve Doğu Guta’da yaşananlara dair yürütülen kara propaganda ise bu farkındalığın haklı olduğunu göstermektedir.

Netice itibariyle, kendi bağımsızlığını savunmak, başka ülkelerin de bağımsızlığını savunmaktan geçer. Emperyalizme karşı durmak, emperyalizmin başka ülkelere müdahalesine de karşı durmaktan, onlarla ortaklık kurmamaktan geçer. Kendi toprak bütünlüğüne halel gelmemesini talep etmek, başka ülkelerin toprak bütünlüğüne de müdahale etmemeyi gerektirir. 
Durum budur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Bu bir skandal. Sizce de değil mi? - MUSTAFA K. ERDEMOL

İngiltere Savunma Bakanı Gavin Williamson bir süre önce muhalefetteki İşçi Partisi’nin lideri Jeremy Corbyn hakkında “vatana ihanet ediyor” iddiasında bulunmuştu. Bizim gibi ülkelerde dileyen dilediği herkes için bu tür cümleleri rahatlıkla sarf edebilir malum, ama İngiltere gibi ülkelerde bu tür bir iddia ortaya atarsanız kanıtlamak durumundasınız.

Sonra tartışma nasıl gelişti, nasıl sonuçlandı izleyemedim pek. Ama dün konuyla ilgili BBC’de ünlü sunucu Andrew Neil’in programına rastladım. Sosyal medyada paylaşılmış, dolayısıyla ne zaman yayınlandığını bilmiyorum. Ama erken ya da geç fark etmez. Neil’in, BBC gibi bir devlet kanalında, iktidar partisi milletvekili Steve Baker’i bu konuda nasıl sıkıştırdığını seyrettim. Neil’de ne işten atılırım, ne cemküçükvari bir tetikçinin saldırısına uğrarım korkusu yoktu hiç.

Andrew Neil İşçi Partisi’ni destekleyen bir gazeteci değil bu arada. Bildiğim kadarıyla Corbyn’e özel bir sempatisi de yok. Aşağıda aktaracağım tartışmayı bu gözle okumanızı rica edeceğim.

Andrew Neil: Savunma Bakanı Sayın Corbyn’nin “ülkeye ihanet ettiğini” söyledi. Bunu nasıl yaptı sizce?
Steve Baker: Şey, Savunma Bakanı kullanacağı kelimeleri elbette kendi seçer, ancak benim açımdan da…
AN: Ülkeye ihanet etti mi, onu soruyorum…
B: Şey…Jeremy Corbyn, bence ülke için çok büyük bir tehlike çünkü..
N: Ülkeye ihanet etti mi?
B: Çünkü savundukları açısından bakarsak…
N: Bakın, insanlar sizin gibi düşünebilirler. Ama Savunma Bakanı ya da hükümet Majestelerinin muhalefetini vatana ihanetle suçluyor. Bu önemli. Soruyorum. Nasıl? Bunu anlatın.
B: Şey bakın..bu soru aslında Williamson’a sorulmalı…
N: Öyleyse aynı fikirde değilsiniz, öyle mi?
B: Ben gerçekten yorum yapmak…
N: Ülkeye ihanet ettiğine inanıyor musunuz?
B: Corbyn’in bu ülke için tehlike olduğuna inanıyorum.
N: Bakın bu politik bir yorum. Görüşünüz böyle olabilir. Bu hakkınız. Herkes parti içinde böyle düşünebilir. Ama ihanet bütünüyle farklı bir kavram. Bu çok ciddi bir suçlama. Çek arşivleri yöneticisi Corbyn ile ilgili herhangi bir kayıt olmadığını açıkladı. Alman arşivleri sorumluları Stasi belgelerinde Corbyn’nin adının geçmediğini belirttiler. Tekrar soruyorum. Jeremy Corbyn bu ülkeye nasıl ihanet etti. Söyler misiniz?
Bu gerçek bir skandal sayın Baker. Corbyn ne yaptı etti ayrı mesele ama bu gerçekten bir bilgi kirliliği. Ve sizin partili, arkadaşlarınız da bu kirli bilgiyi yayınlamakta bir sakınca görmüyor. Bu gerçek bir skandal. Sizce de öyle değil mi?”

Steve Baker’in yerinde olmak istemezdim doğrusu. İktidar milletvekili olmasına rağmen, doğru sorularla karşılaştığında nasıl afalladığını görmenizi isterdim.
Milletvekilliği, yandaşlık, tetikçi gazetecilik bizim memlekette kolay sadece.
Küçüklü büyüklü tadını çıkarıyorlar Türkiye’nin.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Alarm ve sağırlık - ÇİĞDEM TOKER

Ekranda televizyoncuya benzeyen kravatlı biri. Haber sunuyor, sabah yayını yapıyor. Afrin harekâtında sivillerin yaşamını yitirdiği iddialarına öfkelenmiş. “Sivil öldürecek olsak” diyor. “Sivil öldürecek olsak Cihangir’den başlarız, Nişantaşı, Etiler di mi yani, bir sürü hain var. Türkiye Büyük Millet Meclisi var” ifadelerini kullanıyor. 
Kullandığı şahıs kipi, birinci çoğul şahıs. Gramer önemli. 
“Biz” diyor. Sivil öldürecek olsakOlsam değil. Başlarız diyor. Başlarım değil. Öldürmek fiiliyle birlikte kullandığı kim o “biz”? Hangi aidiyeti temsil ediyor? 
Bağlı bulunduğu, alenen insanları hedef göstermesiyle, gazetemize katliam tehdidiyle de maruf grup mu, yoksa Türk Silahlı Kuvvetleri adına mı? 
Had bildiren bir ton, posta koyan sinirli jestler. Sanırsınız elinde suç işleme özgürlüğüne sahip olduğuna dair bir sertifika vardır. Semt isimleri, ölüm tehditleri canlı yayında arka arkaya. Bir hışım ki, TBMM bile nasibini alıyor.

Nişantaşı Cihangir obsesyonu 
Nişantaşı ve Cihangir semtlerine yönelik bir obsesyon var belli ki. Süleymancıların yurdunda yanarak ölen kız çocuklarını “o senin sarıldığın Cumhuriyet yaktı. Nişantaşı’nda, Cihangir’de oturan beyaz Türkler yaktı” demişliği de var çünkü. 
İstanbul milletvekili Barış Yarkadaş RTÜK’e şikâyette bulunuyor. Eren Erdem TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ı göreve davet ediyor. Eren Erdem, Mersin milletvekili  Aytuğ Atıcı, AKP milletvekillerine “Hanginiz ‘sivil öldürecek olsak, Cihangir, Etiler Nişantaşı’ndan başlarız’ demesini onaylıyorsunuz” diye soruyor. Bu satırlar yazılırken henüz iktidar partisinden, suç unsuru taşıyan sözlerle ilgili herhangi bir açıklama ya da girişim gelmiş değil.
***

Adının başında profesör unvanı var. İlahiyat alanında hoca. Canının derdine düşmüş, ölümle yaşamın kıyısında gidip gelen hastaların kadın ve erkek bir arada tutulmasından rahatsız. “Ayrı odalarda tutmak mümkün değil mi diye soruyor.” Devamında bir soru daha. “Kadına kadın, erkeğe erkek doktor bakamaz mı?” 

Profesör, devlet hastanelerinin tamamında, vatandaşların doktor seçme olanağı bulunduğunu düşünüyor olmalı. Hem doktor hem de oda seçilebildiğini, akciğerin, kalbin görevini gören medikal cihazlarla donatılmış yoğun bakım ünitelerinde bile yapılabildiğini. Hiçbir şey, kolundan, bacağından kablolar, borular sarkan, gözleri kapalı, burnu makineye bağlı bir hastanın bir diğerini tahrik etme ihtimalinden daha önemli değil. 

İlahiyatçı profesör bu soruları Sağlık Bakanlığı’na sormuş. Şehir hastaneleri için milyarlarca TL kirayı şirketlere ödemeye başlayan bakanlığa. Milletten hiçbir fedakârlığı esirgemeyen şehir hastaneleri belki böyle bir hizmet de verir, belli mi olur. Nasıl olsa efektif ölçülerin çok ötesinde büyüklüklerde yapılıyor bu hastaneler. Kadına ayrı erkeğe ayrı yoğun bakım üniteleri açarlar. Bir de ona gelir getirici hizmet eklerler olur biter. 

Toplumsal kutuplaşma, hayatın her alanında alarm veriyor. Karşılaştığı yaygın sağırlık vahim.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET