4 Mart 2018 Pazar

İtalya’da 4 Mart seçimleri ve Komünist Parti’nin programı - Nükhet Akgün Bordignon / SOL



İtalya'da tek başına seçime giren partiler arasında yer alan Komünist Parti sosyalizme yönelen bir programla seçimlere giriyor.


Son zamanlarda faşizme karşı gerçekleştirilen eylemlerle gündeme gelen İtalya’da seçmenler 4 Mart 2018’de genel seçimler için sandığa gidecekler. Belirsiz bir parlamento sonucu ile karşılaşılabileceği öngörülen seçimlerde, birçok farklı siyasi koalisyon da yer alacak. Tek başına seçime giren partiler arasında yer alan Komünist Parti sosyalizme yönelen bir programla seçimlere giriyor.

Ocak 2018’de Berlusconi’nin partisi Forza Italia (Haydi italya), Fratelli d’Italia (İtalya’nın Kardeşleri), Lega (Lig) ve başka bir sağcı parti olan Noi con l’Italia (Biz İtalya’yla) genel olarak göçmen karşıtlığı üzerinde birleşerek merkez sağ bir koalisyon oluşturmuşlardı.

Merkez solda ise hükümette bulunan Partito Democratico(Demokrat Parti), Emma Bonino’nun liderliğini yaptığı +Europa(+Avrupa) ile birlikte merkezci Halk Sivil Listesi ve Insieme(Birlikte) Partisinin oluşturduğu bir koalisyon yer alıyor.

Seçime tek başına giren en büyük parti ise Movimento 5 Stelle (5 Yıldız Hareketi). Bunun dışında merkez sola yakın başka bir sol parti olan Liberi e Uguali (Özgür ve Eşit), sosyalist bir parti olan Potere al Popolo (Halka Güç), Partito Comunista (Komünist Parti) ve son zamanlarda güçlenen ve popülerleşen faşist parti CasaPound (Pound Evi) seçimlere tek başına katılacak partiler arasında yer alıyor.

SON ANKETLER

Seçim öncesinde yapılan anket çalışmalarının sonucunda ise partilerin tek başlarına ya da kurdukları koalisyonlarla bile hükümet kurmak için gerekli olan yüzde 40’lık oy oranına erişemedikleri görünüyor.

Seçimlere tek başına katılan partilerden biri de Partito Comunista(Komünist Parti). İtalya’da bulunan 20 bölgenin 11’inde seçime girecek olan partinin Genel Sekreteri Marco Rizzo, 4 Mart seçimleri ile ilgili yapılan röportajlarda, Komünist Parti için parlamento seçimlerinden ziyade devrimin kendisinin önemli olduğunu vurguluyor.

‘AMAÇ PARLAMENTOYA GİRMEK DEĞİL, DEVRİMİ GERÇEKLEŞTİRMEK’

Komünist Parti’nin (KP) 4 Mart 2018 seçimleri için hazırladığı program, siyasi bir programdan ziyade her seviyede İtalyan toplumunun nasıl olması gerektiğine dair bir manifestoyu andırıyor. KP’nin programında AB’den ve NATO’dan çıkılması, kapsamlı kamulaştırmalar ve eşitlikçi bir toplumsal yaşam var.
Seçim programında yer alan ve yapılacak olan düzenlemeler şu şekilde belirtiliyor;

İş Alanında
* Saat başı asgari ücretin 10 avro olarak belirlenmesi,
* Ağır işler için saat başı asgari ücretin 11,5 avro olarak belirlenmesi,
* Haftalık çalışma saatlerinin 32 saate düşürülmesi,
* İşçilerin alım gücünün korunması için Değişken Ücret Skalası uygulanması,
* Kooperatif sisteminin tamamıyla reforma tabi tutulması,
* Kadın ve erkekler arasındaki eşitliği sağlayacak maaş düzenlemesi,
* Treu ve Biagi reformlarının tamamen kaldırılması,
* Renzi döneminde uygulanmaya başlayan Jobs Act’in iptal edilmesi ve iş kanununun 18. maddesinin geri getirilmesi.

Vergi Alanında
* Kademeli vergi kriterlerinin evrensel uygulaması,
* Birinci kademede maaşlar üzerindeki vergi alımlarının azaltılması ve ikinci kademede bu vergilerin tamamen kaldırılması,
* Yüzde 20 Web vergisi,
* Küçük işletmeler için gelir vergilerinin azaltılması,
* 3 milyon avroyu aşan varlık ve gelirlerin vergilendirilmesi.

Emeklilik
* Emeklilik yaşının 60 olarak belirlendiği Fornero Kanunu’nu iptal edilmesi ve ağır işlerde çalışan kişilerin emeklilik yaşında indirime gidilmesi.
* Sosyal emeklilik maaşının 1000 avro olarak belirlenmesi
* Kimi siyasetçi ve iş adamlarının orantısız olarak oldukça yüksek emekli maaşlar almalarına neden olan Altın Emeklilik uygulamasının iptal edilmesi.

Toplumsal Refah Düzenlemeleri
* Her kişiye ev hakkı,
* Kilise, banka ve büyük inşaat şirketlerinin gayrimenkullerinin tazminat ödemeden kamulaştırılması,
* Çocukların eğitim hayatlarını da kapsayan uzun bir süreye yayılmış doğum yardımı,
* Aylık olarak verilen engelli ödeneğinin iki katına çıkarılması,
* Anaokulu ve yuvaların daha iyi hizmet verebilmesi için gereken düzenlemelerin yapılması.

Okul, Sağlık ve Kültür Alanında
* Her kişiye her düzeyde sağlık ve bakım hakkı,
* Sağlık ile ilgili kurumların özelleştirilmesi ile ilgili tüm politikaların durdurulması,
* Okul personelleri için maaşların yükseltilmesi,
* Kültür alanında milli bir plan oluşturulması,

Dış Politika Alanında
* İtalya’nın Avrupa Birliği’nden çıkması,
* İtalya toprakları içinde faaliyet gösteren tüm şirketlerin İtalya’da kanuni ve vergisel yükümlülüklerini yerine getirmelerini sağlayacak şube bulundurma zorunluluğu,
* TTIP anlaşmasının reddi,
* İtalya’nın NATO’dan çıkması,
* İtalyan birliklerinin NATO ve Birleşmiş Milletler misyonlarından çekilmesi,
* Filistin Devleti’nin tanınması.

Ekonomi Alanında
* Tek taraflı kamu borçlarının iptali,
* Sigorta şirketlerinin ve bankaların kamulaştırılması,
* İtalya’nın avro bölgesinden çıkması,
* Ekonominin yönetilmesi için Ulusal Ekonomi Planlama Teşkilatı’nın kurulması,
* Üretim faaliyeti gösteren yerel şirketlerin yurtdışında faaliyet göstermelerini engelleyecek düzenlemelerin yapılması (delocalizzazione),
* Hizmet sektöründeki kurumların yeniden kamulaştırılması (Postane, Telekomünikasyon, Demiryolları gibi),
* Temiz ve yenilenebilir enerjilerin geliştirilmesi,
* Ulusal tarımın korunması ve geliştirilmesi için yatırım planlarının yapılması,
* Enerji ve maden çıkarma çalışmaları için ulusal tekel oluşturulması.

Devlet ve Adalet Alanında
* Devlet ve Kilise arasındaki anlaşmaların gözden geçirilmesi
* Ceza, İş ve Sivil hukuk alanlarında reformların yapılması,
* Devletin gelir ve giderlerinin eşit olması zorunluluğunun iptali,
* Parlamenterlerin partilerinin kararları doğrultusunda oy verme zorunluluğunun getirilmesi.

‘GÖÇ, KAPİTALİSTLERİN ELLERİNDE ÜCRETLERİN DÜŞÜRÜLMESİ İÇİN ARAÇ’

Son zamanlar Avrupa ve İtalya’da yükselen göçmen karşıtlığı ve seçime girecek olan aşırı sağ ve merkez sağ partilerin seçim propagandalarını göçmen karşıtlığı üzerine oluşturması ile ilgili olarak Marco Rizzo düşüncelerini şu şekilde açıklıyor:

Göç güzel bir şey değil. Hatta ülkesini terk etme kararını vermiş insanlar için tam anlamıyla bir trajedi. Bazı sol partiler gibi bunun bir zenginlik olduğu konusunda ikna olmuş değilim. Hatta kapitalistlerin elinde emekçilerin ücretlerinin düşürülmesine ve haklarının gasp edilmesine yarayan bir araç haline geldiğini düşünüyorum.
İki seçenek var. İnsanların kendi ülkelerinde rahatça yaşamalarını sağlayacak olan emperyalist savaşların, politikalarının bitirilmesi ve başkalarının zenginliklerinin sömürülmesine son verilmesi. İşçi haklarının erimesine neden olan rekabete son verilerek asgari ücretin garanti edilmesi. Bunun dışındakiler boş laf.Evlerimizi çalan göçmenler değil, daha fazla para kazanmak için uğraşan inşaat sektörü. Kapitalizme karşı mücadele etmek, göçe karşı mücadele etmek demek. Sağcıların yaptığı gibi zaten kurban olan göçmenlere karşı mücadele edilemez. Ayrıca tüm bu tartışmalarda asla söz edilmeyen başka bir husus var. O da dış göç. Yüz binlerce genç İtalyan işsizlik yüzünden ülkesini terk ediyor. İşsizliğe karşı önerilerimiz ve yapmayı planladığımız düzenlemeler bu sorunlara çözüm olacaktır. Mantık hep aynı. Yıkılması gereken adaletsiz sistem.

Rizzo, seçim sonuçları ile ilgili olarak ise Berlusconi’nin belirleyici bir rol üstleneceğini düşünüyor.

Berlusconi Lega ile hükümet kurmazsa Partito Democratico ile büyük bir koalisyon kuracaktır. Sonuç olarak yine NATO’nun askeri desteği ile birlikte Brüksel ve Frankfurt tarafından yönetileceğiz. Yalnızca devrim bu düzeni değiştirebilir.

Nükhet Akgün Bordignon / SOL


Çizme’nin seçimi: Avrupa ya da ‘kaos’ - Nilgün Cerrahoğlu

ROMA - Bugün 46 milyon seçmen İtalya’da sandığa gidiyor. 

Seçmenlerin üçte birinin son dakikaya kadar kararsız olduğu seçimde, “oy kullanmayanlar” ve “boş pusula” atanların, en büyük parti olmasından korkuluyor. 
Beş yıl önce katıldığı ilk seçimde oyların dörtte birini alan “fenomen” “5 Yıldız Hareketi(5*)”nin bu kez, üçte bir civarında oy oranıyla parlamentoya en geniş grubu sokması bekleniyor.

Sistem karşıtı öfke ve protesto oyları üzerinde yükselen ve tamamen internette örgütlenen 5* Hareketi’nin oyları, ne ki tek başına hükümet kurmaya yetmeyecek. 
Sandığın yanıtlayacağı en belli başlı soru, “müesses nizam”a karşı ezber bozan bir “anti politika” gücü olarak gelişen 5*’ın bundan böyle alacağı biçim olacak.

5 Yıldız evcilleşir mi? 
5* Hareketi, kurulu düzeni tehdit eden “devrim partisi profilini” terk edip hükümet kurma arayışında bir “reform partisi” olabilecek mi? Süreçte muhalefetteki hırçınlığını üzerinden atıp evcilleşecek mi? 
5*’ın evcilleşme sürecine girdiğine dair şimdiden işaretler var. 
Partinin gurusu komedyen Beppe Grillo örneğin, seçmenlerin öfke patlamalarıyla özdeşleşen “Vaffanculo/….tir Git” çıkışlarının bundan böyle artık tarih olduğunu söylüyor. 
Ayrıca oluşum, başka hiçbir partinin -pratikte karşılığı olmadığı için- düşünmediği sürpriz bir hamleyle, seçim arifesinde kabine listesini açıkladı. 
Çoğunluğu üniversite profesörlerinden oluşan “sanal hükümet listesinde”, devrimci ateş yakacak isimler dikkat çekmiyor. 
Grillo ilaveten, güdümündeki partinin liderliğine “ılımlı maske” kontenjanından, annelerin ancak yakışıklı damat adayı gözüyle bakabilecekleri 31 yaşındaki genç Luigi Di Maio’yu son dönem içinde göreve getirdi.

Brüksel’i korkutan canavar 
Bunların hiçbirisi ne ki, 5*’ın bundan böyle, düzen partileri içinde yer aldığına dair bir teminat sayılmıyor. Dün “Foglio” gazetesinde yayımlanan bir başyazı örneğin, “4 Mart’ta sakınılması gereken canavar” başlığını taşıyordu. 
Yazı; Di Maio liderliğinde 5*’ın, sağ ittifak içinde giderek en güçlü parti olmaya namzet gösterilen “Birlik/Lega” partisi ile beraber koalisyona gidebileceğini söylüyor ve bu durumda İtalya’nın başına gelebilecek badireleri sıralıyordu. 
Sadece İtalya’daki düzen aktörlerinin değil, Brüksel’in de çok derin kâbusu olan bu olasılığın gerçekleşmesi halinde, belirebilecek senaryolar arasında taş taş üzerinde bırakmayacak bir “Avro referandumu”ndan söz ediliyor. 
“Foglio”ya göre sandıkta bu itibarla iki ana tercih var: “Avrupa’ya, Avro’ya, küreselleşmeye açık olmak ve Trumpçılık, korumacılığa karşı çıkmakla;Avrupa’ya, Avro’ya, küreselleşmeye sırt çevirmek, korumacılığa yönelmekarasındaki bir seçim bu.”


İtalyan usulü koalisyon 
Sandıkta seçmenin önüne fiilen aslında üç tercih konuyor: “Le Pen’in İtalya şubesi olan ırkçı, anti- Avrupacı Salvini, Berlusconinin başı çektiği sağ ittifak ki, bu ittifakın, sağın küçük partileriyle birlikte ilk güç olması bekleniyor. 
Yıldızı sönen Matteo Renzi liderliğinde 2. ya da 3. olması beklenen “merkez sol ittifak”… 
Bir de başta bahsettiğim, parti olarak tek başına en güçlü olan 5* Hareketi.... 
Basit çoğunluk ve nispi temsil karması bir cebir formülü denli karmaşık yeni bir sistemle yapılan seçimlerde sayım çok uzun sürecek. Bu nedenle sonuçlar ancak yarın belli olacak. 

Yarınki tablo için de beri taraftan, “Salvini-5* kâbusu” dışında olası 3 senaryo gündeme geliyor: 
1. Oyların üç siyasi blok arasında, hiçbirine üstünlük sağlamayacak şekilde dağılması. Bu durumda ufukta yeni seçim görünüyor. 
2. Salvini-Berlusconi ve aşırı sağdaki parti “Fratelli d’Italia/ İtalya’nın Biraderleri”nin oluşturduğu bir sağ kesim zaferi... 
3. Cumhurbaşkanı Mattarella’nın “derin tercihi” diye söz edilen olası “Renzi (PD-Partito Democratico) ve Berlusconi (Forza Italia) ittifakı”. 
“İtalyan usulü geniş koalisyon” olarak da adlandırılan bu formül, “istikrar”ın garantisi sayılıyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Abdüller ve hamitleri - Mine G. Kırıkkanat

Türkiye, her alanda yalana dayalı bir zaman dilimini yaşıyor. Sahtecilik, yargıdan eğitime, politikadan medyaya ve hatta edebiyata yayıldı; yalancı gazeteci, yalancı yazarlardan profesör unvanı taşıyan soytarılara kadar, toplumsal yaşamın her katmanını sardı. 

Doğu kültürlerinde ortak bir kanı vardır: Kırk kez söylenen bir yalanın gerçekleşeceğine inanılır. Çünkü oral (sözlü) gelenekte yalan da, gerçek de nasılsa sözden ibarettir, sözün biri uçar, öteki konar… 

Türkiye’ye şaibeli seçimler ve mühürsüz oylarla el koyan zihniyet, işte bu uçucu geleneğe güvenerek tarihi de tahrif ediyor. Osmanlı’nın yenilgisini zafer, Türkiye Cumhuriyeti’nin zaferini yenilgi diye yutturmaya çalışıyor. Ve tabii çapsız, omurgasız son halifeleri; özellikle de Abdülhamit’i kahramanlaştırıyorlar. 

Dine dayalı olduğunu iddia eden ve sonunda iktidar olan siyasal zihniyetin Erbakan’dan beri süren Abdülhamit hayranlığının bir açıklaması var. Abdülhamit, bu zihniyetin sadece fikir babası değil. Aşağıdaki gerçek tarihi okuyunca, yasakçılığından yolsuzluğuna, tüccarlığından ticaniliğine günümüz muktedirlerini bire bir temsil ettiğini göreceksiniz.
 
Abdül, kul demek. Hamit de şükreden. 
Suyun başını tutup hep bana, hep bize ilahileriyle nemalananlar elbette abdüller, elbette hamitler… 
                                                                ***Ama tarihi, ancak yarattıkları ve besledikleri cühelaya pazarlayacak kadar cahiller. Ötesine geçemez, dünyayı ikna edemezlar. Çünkü akla dayalı toplumlar, sözlü değil yazılı gelenekten geliyor. El oğlunun arşivleri var, kanıta dayalı yazıyor tarihi. Tarihi TV dizilerinden öğrenenleri de dış politikadan savaş alanlarına, suya götürüp susuz getiriyor, tabii… Robert Mantran yönetiminde bir grup tarihçinin hazırlayıp yayımladığı Osmanlı Tarihi * kitabında, bakın Abdülhamit nasıl anlatılıyor: 

Abdülhamit, Kadiri tarikatındandı. Saltanat biçimini ‘Tanzimat’ anlayışından ayıran en önemli özellik, İslam dininin devlet politikasının merkezineoturtulması oldu. Kızıl Sultan’ın tahta geçişiyle saraya ‘seyyid’, ‘hoca’ ve ‘molla’lar dolduruldu. Daha çok cami yapımına hız verildi, okul programlarındaki din dersleri arttırıldı. Osmanlı’nın gücünü İslamiyet çerçevesinde pekiştirmek isteyen Abdülhamit; Cezayir, Mısır, Hindistan ve Çin Müslümanlarına özel elçiler gönderdi. Bu elçileri özellikle Rifai ve Kadiri tarikat müritleri arasından seçti. 
Saraydaki tarikatçıların en önemlisi de zaten, Suriye asıllı “Osmanlı Rasputin’i”, Rifai tarikatından Şeyh Ebülhüda idi. 
Sade bir yaşam sürer gibi görünen Abdülhamit, sultanlığı sırasında görkemli bir servet toplamıştı. Bu serveti, Osmanlı topraklarında bırakmak istemedi,saltanatının başında “paralanma” dersleri aldığı Galatalı banker ve sarraf Agop Zarifi aracılığıyla Avrupa’daki bankalara yatırdı. 
Abdülhamit’in topladığı servet öylesine muazzamdı ki, ölümünden sonra paylaşımı için iki yabancı finans şirketinin yıllarca çalışması gerekti! 
Peki Abdülhamit zenginleşirken yurt ekonomisi ne durumdaydı dersiniz? Okuyalım: 
Kızıl Sultan, Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını yapılandırmak için ‘Düyun-u Umumiye’yi kurarak, imparatorluğun Mısır ya da Tunus gibi ‘ödeyemez’duruma; dolayısıyla Avrupa’nın pençesine düşmemesini amaçlıyordu. Ancak kazın ayağı, pençeye karşı koyamadı ve Düyun-u Umumiye, bir süre sonra devlet içinde devlet haline geldi. Ülke sathında 750 şubesi vardı, maliye bakanlığından çok daha fazla personel, tam olarak 5500 kişi çalıştırıyor ve devlet gelirinin yüzde 30’una el koyuyordu. 
Abdülhamit sayesinde Osmanlı İmparatorluğu, yirminci yüzyıla “yarı sömürge” olarak girdi.
Dini bütün Ulu Hakan devletin dizginlerini yabancılara öylesine kaptırmıştı ki; 1907 yılında Japonya, Osmanlı mülkünde büyükelçilik açmak için İngilizler, Fransızlar, Almanlar gibi ‘kapitülasyon’ ayrıcalıkları talep ediyordu!*

***

Ekleyin bu saptamalara Abdülhamit’in baskıcılığını, sansürcülüğünü ve gaddarlığını. 
Günümüz muktedirlerinin kendisine beslediği muhabbetin nedeni ve giriştikleri yıkımda mülkü bekleyen son, apaçık değil mi?

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

* Robert Mantran, Histoire de l’Empire Ottoman/Fayard, 1989

3 Mart 2018 Cumartesi

Fabrikalar, tarlalar…- ORHAN GÖKDEMİR

“Yağmalanmış Fındık Bahçesindeki Bok Böcekleri” başlıklı yazıda Monsanto imalatı  “herbesit”lerle fındık bahçelerinin nasıl tarumar edildiğini anlatmıştık hatırlayacaksınız. O yazının üzerinden iki yıl geçti neredeyse, fındığın ve fındık üreticisinin hali ortada. Saldırı kesintisiz sürüyor.

Monsanto “fındık üreticisi”ni “ısırgan ilacı” ile zehirliyordu. Bugünkü konumuz o fındıkları alıp, işleyip, satan Cargill şirketi. Rastlantı değil bu ilişki. Cargill ile Monsanto iş ortağı. Şekerpancarına el atan ortaklardan Cargill, fındıkta olduğu gibi şekerpancarı tarlalarını zehirlemeye kalkışmadı. Daha kolay bir yolunu buldu; O pancarların işlendiği fabrikaları yağmalamak. İktidarı şeker fabrikalarının 14’ünü satışa çıkarmaya ikna ederek çözdüler sorunu.

Getirisi böyle yüksek olunca üşenmemiş, iktidarın “aydınlanması” için rapor hazırlamış şirket. Adı “Şeker Piyasası, Mevcut Durum ve Değerlendirme Raporu.” Raporda dedikleri şu; Şeker üretiminin kamunun elinde bulunması olabilecek en kötü durum. O halde? Derhal özelleştirilmeli. Bu raporun yayınlanmasının hemen ardından hükümet Şeker Kurulu'nu kapatıp 14 şeker fabrikasını özelleştirme kararı aldı. Hesaplamalara göre bu özelleştirmelerden sonra Cargill 10 yıl içinde Türkiye şeker piyasasının yaklaşık yarısını ele geçirmiş olacak.

Hepimiz biliyoruz ki o şeker fabrikalarının yerinde az zaman sonra yeller esecek. Sadece kötü niyetten değil. O fabrikaların üzerinde durduğu arsalar fabrikalardan daha kârlıysa kaçınılmaz sonuç bu olur. Yık fabrikayı, üzerine yapacağın AVM ile fabrikadan kazanacağının on katını kazan. Kapitalizmin amacı kâr değil mi? Piyasa mekanizmasının mantığı böyle. Fabrikalar yıkılacak, hem fabrikayı alan yerli kompradorlar kazanacak hem de Cargill amacına ulaşmış olacak. Atanmış başbakan Binali Yıldırım’ın deyişiyle “ özelleştirmeden sonra her şey eskisinden güzel olacak.”

                                                                   ***

Peki, nedir bu Cargill? Girin Cargill’in sitesine, şu ibareyle karşılaşacaksınız: “Cargill dünyanın güvenli ve sürdürülebilir bir şekilde beslenmesinde lider olmayı amaçlar.” Devamı da var: “Cargill dünyanın kalkınmasına katkı sağlamak için küresel gıda sistemi kapsamında bağlantılar oluşturmaktadır. Çiftçilerin piyasalarla bağlantıda olmasını, müşterilerimizin sürdürülebilir gıda çözümlerine ulaşmasını sağlıyor ve dünyanın gıda ihtiyacını karşılıyoruz.” Ne kadar ulvi bir amaç değil mi? En hoşu da “çiftçiler ile piyasa arasında bağlantı” kurulmasına aracılık ettikleri iddiası. Piyasa ile bağlantı, çiftçinin yok edilmesi ile sonuçlanıyor her zaman!

ABD menşeli bu şirket 1865 yılında kurulmuş. Çevreyi kirleten fabrikaları, genetiği değiştirilmiş mısır ve nişasta esaslı şeker üretimi ile ün salmış bir kurum. Tarım gıda alanında ABD'nin ilk beş, dünyanın ilk on şirketi arasında yer alıyor. Dünyanın en büyük tahıl şirketi. 70 ülkedeki faaliyetleri ve 150 bini aşkın çalışanı ile 150 milyar dolara yaklaşan yıllık ciroya sahip. Yol açtığı çevre felaketleri dışında şirketin, gelişmiş ülkelerde kabul görmeyen bir takım "deneysel" ürünleri, gelişmekte olan ülkelerde kullanıma sunduğu da iddialar arasında.

Dünya tahıl ticaretinin dörtte birini kontrol eden Cargill, tohum ve ilaç üreticisi Mansonto ile ortaklık kurarak tohumların geliştirilmesinden üretimine, ekiminden hasat sürecine, hasadın işlenmesinden gıda ürünü olarak tüketiciye sunulmasına, hayvan yeminden et pazarlamasına kadar bütün safhalar üzerinde söz hakkına sahip büyük bir tekel oluşturdu.
Bizde Marmara bölgesine konuşlanmış durumda, 1960'lı yıllardan beri iş yapıyor. Yakın zamanda Alemdar Kimya ve Turyağ gibi bazı şirketleri satın alarak genişledi. Ülker ile ortaklık kurdu. Ayrıca Hendek'te bulunan tesisinde işlediği fındıkları yurtdışına satıyor. İktidar üzerindeki etkisi büyük. Birinci sınıf tarım arazilerinin sanayi bölgesi ilan edilmesini istedi, AKP şak yerine getirdi. Şimdi şeker yasası ile getirilen kotadan glikozun çıkarılmasını ve früktoz için kotanın nişasta esaslı şeker üreten 5 fabrikanın tüm kapasitelerini kullanabilecekleri şekilde genişletilmesini istiyor. İsteyenin bir yüzü…

                                                                   ***

Türkiye, dünya pancar şekeri üretiminde dördüncü. Yani bu alanda önemli bir yer tutuyor. Ortadoğu'daki üretimin yüzde 65'ini tek başına yapıyor. Cargill'in şeker piyasasındaki gücü yapay şeker üretiminden. Yapay şeker ise mısırdan üretilmekte. Şekerpancarı üretiminde dünya dördüncüsü olan Türkiye mısır üretiminde ancak kendine yeter halde. Yani “mısırı Türkiye çiftçisinden satın alıyorlar” iddiası bir palavradan ibaret. Ayrıca Cargill'in amacı sadece Türkiye pazarı değil, o yolla bütün Ortadoğu pazarını ele geçirmek.

Bu durumda ülke için şekerpancarı üretimine devam etmek en akıllıcası olur değil mi? Evet de “Şeker Yasası”na göre bunun kararını Şeker Üst Kurulu veriyor. İnanılır gibi değil ama Cargill, Şeker Üst Kurulu'nun da üyesi. Yani, doğal ya da yapay şeker üretim kotalarını yurtiçi talebe göre belirleyen, şeker üretimini ve ticaretini düzenleyen kurulun içinde o da var. Ülke Cargill’in onayını almadan şekerpancarı üretimini arttırmaya karar veremiyor anlayacağınız. Ama şekerpancarına dayalı şeker üretiminden mısıra dayalı yapay şeker üretimine geçilme kararını kolayca verebiliyor. Veriler ortada. Şekerpancarı ekim alanları yüzde 40 daralırken tatlandırıcı üretim kotası önce yüzde 10, sonra yüzde 15, daha sonra da Bakanlar Kurulu kararıyla yüzde 50 arttırılmış. Yakında kotanın bütünüyle kaldırılacağından emin olabilirsiniz.

Türkiye’de çiftçi para etmeyen ürünlerini tarlada gübre olsun diye bırakırken, Cargill ta Amerika’dan GDO’lu mısır getiriyor, işliyor ve Türkiye’de tatlandırıcı olarak satıyor. Türkiye’de tarıma ve çiftçiye işte böyle darbe vurulmaktadır.

                                                                     ***

Cargill ve Monsanto çiftçinin kullanacağı tohumu da tekellerine almış durumda. Çiftçiye satılan tohumlar üzerinde hak iddia ediyorlar ve çiftçilerin tohumluk ayırmasını engellemeye çalışıyorlar. Böylece, kendilerine bağımlı bir çiftçi topluluğu oluşturmaya çalışıyorlar. Cargill bu amaçla, bazı bölgelerdeki tohum faaliyetlerini işbirliği anlaşması imzaladığı Monsanto şirketine bıraktı. Çünkü Monsanto tohumların yeniden kullanılmasını önleyecek kesin bir çözüm bulmuş, tohumlara “terminatör” (yok edici) geni eklemişti. Çeşitli gen teknolojileriyle dönüştürülmüş bu tohumlar verimli ürün alınmasını sağlıyor ama bu ürünlerin tohumları yeniden kullanılamıyordu. Tohum bir kez ürün verdikten sonra intihar ediyordu.

Monsanto firmasının yarattığı o ucube tohumlar ülkemizde yıllardır cirit atıyor. Kimse ses çıkarmasın, çığlık atmasın diye milletvekillerini okyanus ötesi bedava gezilere götürüyor, küçük tatlı rüşvetçikler dağıtıyor, yerli işbirlikçileri ile kârlı ortaklıklar kuruyorlar. Böylece Monsanto ile Cargill’i, Cargill ile Ülker’i, Ülker ile iktidarın prenslerini birleştiren, besleyen müthiş bir mekanizma ortaya çıkmış oluyor.

Köylüye ne oluyor diyorsunuz değil mi? O, ya büyük şehirlere göçüp varoşlarına yerleşerek ucuz iş gücü ordusuna katılmayı kabul ediyor, ya da AKP’nin kapısını çalarak dilenmeye başlıyor. Müthiş bir düşkünleştirme makinasıdır.

                                                                  ***

Karşı karşıya olduğumuz yıkımı Burhan Özalp’in soL’daki “Türkiye’de tarımın çöküş hikâyesi” başlıklı yazısından aktarıyorum. Çiftçilerin yoksullaşması, borçlanması, tarımın itibar kaybetmesi, gittikçe büyüyen hizmet ve inşaat sektörünün tarım arazilerine hücum etmesi tarım alanlarının AKP’li yıllarda hızla daralmasına neden oldu. 1987 ile 2002 yılları arasındaki 15 yılda 1 milyon 348 bin hektar (yüzde 5) azalırken, 2002 ile 2017 yılları arasındaki 15 yılda ise 3 milyon 203 bin hektar (yüzde 12) tarım arazisi yok oldu. Tarım politikalarında 1980 sonrasında başlayan serbestleşme süreci 2000’li yıllarda en üst seviyesine çıktı. Bu sürece Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Avrupa Birliği (AB) Türkiye tarım politikalarının serbestleşmesine toplu katkıda bulundu. Türkiye bu kurum ve kuruluşların kapısını her çaldığında tek bir reçete ile karşılaştı: “Serbest Piyasa.”

Özetle, son 30 yılda yok olan tarım topraklarının yüzde 70’i AKP’li yıllarda gerçekleşti. Geri kalanı da AKP’nin tasallutu altında. Ağaca, ormana, kurda, kuşa tahammülü yok iktidarın. Ayakta kalmak, iktidara tutunmak için sürekli beton üretip, sürekli beton dökmek zorunda. Koşuyor o nedenle, yol yapıyor, yaptığı yolları köprülerle birbirine ekliyor. Köprü yapacak su kalmadıysa kanal açmaya kalkışıyor. O sırada Monsanto fındık bahçesini zehirlemiş, Cargill fabrikayı talan etmiş, şekerpancarı üreticisinin üzerine GDO’lu mısır dökmüş umurunda değil haliyle.

"Petrolü kontrol edersen ülkeyi kontrol edersin; gıdayı kontrol edersen insanları…” Söz Amerikan emperyalizminin has adamı Henry Kissinger’in sanırım. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi ile Suriye içlerinde çıktığımız maceraya yeniden bakmanızı öneririm bu sözden sonra. Emperyalizm bu kadar saldırgan, halkımız bu kadar mazlum ise bilin ki ülkemizi ve insanlarımızı kontrol etmek isteyenlerin işbirlikçileri yüzündendir.
Biz mi? O tarlaları da, o fabrikaları da alacağız ellerinden, mecburuz!

Orhan Gökdemir / SOL

Şeyh Şuca’dan Mısırlıoğlu’na ‘maymunluk’ tarihimiz - ERK ACARER

Hasta yatağında fes takıyor, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından hürmetle ziyaret ediliyor. Daha önce Saray sofralarının baş kösesine oturtulmuşluğu da akıl fikir danışılmışlığı da var. Bu nedenle “Meczup” deyip geçmek kolaycılık. Çünkü Mısırlıoğlu, Türkiye’nin içinde olduğu durumu özetleyen önemli bir sembol. Gericiliğin ikiyüzlülükle, sahtekarlığın menfaatle nasıl uyumlu halde olduğunun, yozluğun, çürümüşlüğün bir çatlak bulduğunda nasıl zehirli metan gazı gibi yayıldığının kısa özeti.

Riyakârlık ve ahlak erozyonu
Atatürk’ün malvarlığına atıp tutuyor; servet makinesi olan bir lokanta işlettiği anlaşılıyor. Ahlak dersi veriyor, oysa Eski Trabzonspor Kulübü Başkanı Ahmet Celal Ataman tarafından geçmişte bir derneğin parasıyla ‘yağ ticareti yaptığı gerekçesi ile’ ihraç edildiği iddia ediliyor. Kadir Mısırlıoğlu işte bu. Onu ziyaret, ona hürmet de ülke içinde bulunduğu çürümüşlükten, sistem erozyonundan azade değil. Adeta kopyalanıp yapıştırılan tarihimizin, ahlak erozyonunun, riyakârlığın bir suretidir o.


Fese de karşı çıkmışlardı
Eyüp Sultan’da ilk işletme İstanbul’un fethinden yıllar sonra açılır. 3 Mart 1829’da Cuma namazı kılmak için bir araya gelenler, Sultan II. Mahmut’u gördüklerinde hayrete düşerler. Yeniçeri Ocağı’nı kaldırarak, ‘hayırlı bir olay’ gerçekleştiren sultan, ilk kıyafet devrimine de imzasını atar. Üzerinde geleneksel saray kıyafetleri değil pantolon başında ise kavuk yerine fes vardır. Ahali yaftayı yapıştırır: “Gâvur Padişah!”

Gâvur padişah
Yeniçeri ocağını kaldıran Sultan Mahmut, geri adım atmaz. Fakat hassas dengelerdir. ‘Gâvur Padişah’ imajını silmek için başka yöntemler bulur. En fazla türbenin yapılması, önüne gelene şeyh mezarı verilmesi onun döneminin icadıdır. Aynı 1832 yılında Eyüp’te kurulan fabrika gibi. Burası bir fes farikasıdır. İşletmeye fese memleketlerinden aşina olan Tunuslu ustalar yerleştirilir. Bu ustalar hem Türk hem de Ermeni işçilere eğitim vermeye başlayınca, personel sayısı 3 bine kadar yükselir.

Kiraz ağacına benzeyen Türkler
Fesin görünümü son derece basit olsa da imalatı bir o kadar karmaşık bir iştir. Fesin kullanım şekli sahibini anlatır. Düz takan efendidendir. Ökçesinin arkasına basan Galata külhanbeyi fesi, yana yatırarak mesajı verir: “Ben püsküllü belayım!” Fesin püskülü ise kendi başına beladır. Çabuk dolaşır, ipleri biririne karışır ve düzensiz görünür. Böylece ortaya yeni bir meslek grubu çıkar: Püskül tarayıcılar. Fesin yaygınlık kazanması, ilginç adetlerin gelişmesine de olanak verir. Kan almak, sülük yapıştırmak ve diş çekmekte hünerli Lütfü Bey’in fesine, o zamanlarda cerrahları tanımlayan ‘kerpeten’ sembolü takma izni verilir.

Bugün büyük bir semte adını veren Feshane, geçmişte İstanbul sokaklarının kırmızı bir deniz gibi boyanmasına neden olur. Fesin kullanımı II. Mahmut dönemine denk gelse de Anadolu’da asırlar önce fes kullanıldığına dair şaşırtıcı kayıtlar vardır. 13. yüzyılda Aslan Yürekli Richard’ın ordularıyla Haçlı seferlerine katılan Fransız şair Ambroise, Türklerin kırmızı başlıklarıyla olgun kiraz ağaçlarına benzediklerini yazar.

Değişmeyen şeyler: El üstünde tutulan menfaatçi meczuplar
Fesle ilgili ilginç bir gelişme de III. Murat döneminde yaşanır. Bu çıkış notamızla ilişkilidir. Tarihçiler bu dönemi, Osmanlıda yozlaşmanın somutlaşmaya başladığı kesit olarak görür. Padişah Murat’la birlikte Manisa’dan gelen Şeyh Şuca, çocuğu olmayan saray kadınlarına muska yazmakla ünlenir. Murat’ın himayesindeki şeyh, adını İstanbul’daki rezaletlere de altın harflerle yazdırır. Şuca, genç oğlanlara düşkün kişilere hizmet veren meyhane ve kahvehaneler zinciri kurarak, büyük bir servet sahibi olur. Kazandıklarından bir yüzdeyi de sultana verir. Tarihçi Peçevi konuyla ilgili olarak şu satırları kaleme alır: “Şeyh Şuca, padişahla her buluştuğunda kazandığı hasılattan birer ikişer kese florin getirirdi.”

Maymuna fetva çıkarttı
Şeyh Şuca’nın önemli icraatlarından biri de maymunlara yönelik bir fetva çıkarmak olur. Maymunlar insana benzediği için başlarına bir şey giydirilmesine karar verir. Böylece Istanbul’daki iki yüz maymuna kırmızı takke takılır. Şeyh Şuca da henüz II. Mahmut’un kıyafet devriminden çok daha önce başına fes takmış biridir. Ahlak yoksunu Şeyh Şuca ilginç bir biçimde ve farkında olmadan Darwin Teorisi’ne de yaklaşmıştır.

Sonuç olarak; menfaatle örülü ikiyüzlülük ve ‘maymunluk’ tarihimizle birlikte fesle olan ilişkilerimiz de eskidir. Bizde derler ki; “Bizim kız bizden kaçar, başını kapar, ‘gözünü’ açar.”


Erk Acarer / BİRGÜN

Yeniden ormana - MUSTAFA K. ERDEMOL

On yılı geçmiştir herhalde bu yazıyı yazalı. Oğul Bush zamanıydı. Şu sıralar yine nükleer silah yarışına girdi dünya. Kapsamlı bir savaş tehlikesi her geçen gün artıyor. Yeniden o yazım geldi aklıma. Yeniden anımsatayım istedim:
“Bunca yıl sonra yeniden böyle bir haberle karşılaşacağım aklıma gelmezdi. Yıllar önce ortaokul öğrencisiyken tarih hocamızdan duymuştuk haberi. Japonya’nın, şimdi neresi olduğunu anımsayamadığım ormanlık bir bölgesinde II. Dünya Savaşı sırasında saklanmış iki Japon askerinin tesadüfen bulunduğunu söylemişti hocamız. Askerler bulundukları sırada savaşın hala sürdüğünü sanıyorlarmış meğer.

O iki askerin dramı, savaş sonrası literatüre “Japon askeri sendromu” denilen bir de sıfat kazandırdı ki, sürekli saklanma halinde olanları tanımlar. Geçip giden bir tarihi zaman diliminin farkında olmamak, güvenliği sadece gizlenmek olarak anlamak gibi hastalıklı halleri bu sıfatla ifade ediyorlar günümüzde. Şöyle böyle bir 30 yıl öncesinden söz ediyorum. Bu iki asker bulunduklarında olsa olsa 50’li yaşlarındaydılar herhalde. Geçen günler içinde Filipinler’in Mindanao Adası’nda bulunan, II. Dünya Savaşı’nın bitmediğini sanan iki Japon askerse 80’li yaşlarını sürdürüyorlar. Yani öncekilerden çok daha fazla yıl sürmüş bir trajedileri var. Bu yazıyı yazdığım sıralarda, bu talihsiz askerlerin Japonya’nın 1945 yılında teslim olduğunu bilip bilmedikleri henüz bilinmiyordu. Bilmedikleri ortaya çıkarsa, boşu boşuna “düşman kuvvetlerden” saklandıkları anlamına gelir ki bu, hüznümü daha da artırır. Çünkü savaşta bedel ödemenin türlerinin ne olduğundan haberimiz var. Ölmek ya da esir düşmek savaşın mantığına en uygun olanı. Peki bunlarınki nasıl bir bedel? Tam 60 yıl boyunca bitmediğini sandıkları bir savaşın hala parçası olduklarını sanmaları, ruhsal dengelerini kim bilir ne hale getirmiştir? Ölümden de, esir düşmekten de korkunç bir bedeldir ödedikleri.

Dünyayı kana, gözyaşına boğan Japonya İmparatorluğu’nun suçunu, hem de fazlasıyla, hem de çok trajik olarak bunlar ödemişler belli ki. “Güneşin oğlu” imparatorun, hala savaş var sanıp ormanın gölgeliklerine tam 60 yıl sığınmış “güneş yoksunu” çocukları bunlar.

Tam 22 milyon Sovyet askerinin canı pahasına kazanılmış II. Dünya Savaşı zaferini, ABD-İngiltere-Fransa zaferi sayan şımarık Batı, bu trajediden, çıkarsa çıkarsa beyaz perdelik melodramlar çıkarır. Benim için ise durum elbette bundan daha vahim derslerle dolu. Her şeyden önce çok insani bir tutum olan “korku” nun tüm duygulardan ne kadar üstün olduğunu bir kez daha öğrenmiş oluyorum. Sadece korktuğu için bir insan, güneşten, diğer insanlarla ilişkilerden (buna esir olup düşmanla diyalog kurmak da dahildir) gördüğü her insana merhaba demekten nasıl vazgeçebilir? 

Asla söyleyemeyeceğim bir cümleyi şimdi kurmak zorundayım: Savaş bile insanlar arası bir diyalogdur ki dilerim insanlık bu diyalogdan dünya durdukça mahrum kalır; ama bu iki Japon askerinin yaşayamadığı bir diyalogdur ne yazık ki. Öldürmek için doğrultulan silahın hedefinde insan vardır, esir almada etkisiz kılınması gereken insandır. İnsan olmasa savaş da olmaz bildiğiniz gibi. Hiçbir silah teknolojisi sadece yapıları, binaları hedef alsın diye oluşturulmuyor. Mutlaka yok edilmesi gereken bir insan topluluğuna gereksinimi var savaşın. Oysa bu iki Japon askeri, boğuşmak için bile iki düşman askerinden yoksun kalmışlar tam 60 yıl boyunca. Kimseyi öldürmemek için ben de; yaşarsam eğer, hem de onlarca yıl kaçmaya çaba gösteririm diye düşünüyorum. Yapabilir miyim gerçekten, kuşkuluyum. Bu kadar yıl, saklandığım yerde görmesem bile var olduğunu bildiğim herkesi düşman sanmak gibi bir ruh hali, beni diyelim ki artık olduğuna inandırıldığım barış zamanında bile katil yapmaz mı?

Ölmemek için kaçmakla, ölümden de, yaralanmaktan da, esir düşmekten de sözüm ona “kurtulan” bu trajik adamlar, kurtulduklarını sandıkları savaşın psikolojik kurbanlarıdırlar gerçekte. Nasıl, üstelik 80’li yaşlarının ortasındalarken rehabilite edilebilecekler şimdi?
Hiçbir insanın bu kadar ağır bir trajediyi kaldıracak gücü yoktur. Bu zavallı ihtiyarların da olmadığını biliyorum. Ülkeyi İkinci Dünya Savaşı’na sokmadığı için, İnönü’yü ülkenin “erkekliğini öldürmek”le suçlayan Nazi sempatizanı kimi Türk politikacılarının önünde bu iki Japon askeri gibi bir örnek yoktu. Yoktu ama; Balkan Savaşı gibi Osmanlının mahvına neden olan savaşta, cepheyi terk edip kaçan binlerce Osmanlı askerinin varlığından haberdardılar oysa. Yani savaşla geldiği sanılan “erkeklik” bir savaşla gitmişti Osmanlı’nın elinden.

Belki 60 yıl sürmemeli ama savaştan, sadece erkeklikten değil, şiddetten, insan öldürmekten de kaçmak için “kaçmalıdır”. Erkekliğe yükledikleri anlam bizimkilerden hiç de farklı olmayan Japonya’da, Japonların o çok övündükleri gururlarına sahip de olan milliyetçiler, bu iki askere mutlaka ama mutlaka önce “erkekliklerini” anımsatacaklardır. Bu çağdaş “samuraylar” savaşta, örneğin II. Dünya Savaşı’nda, Bolşevik askerlerin yanında, üstelik bu uğursuz paylaşım savaşının başlamasında hiçbir rolleri olmayan milyonlarca Sovyet kadının yaşamını yitirdiğini hiç anımsamadan yapacaklar bu “erkeklik” vurgusunu. 
Nereden mi biliyorum? 
Gururları erkeklikleriyle baş başa gittiği için, dünyanın en korkunç intihar türüne, yani harakiriye sahip olanların Japonlar olduğunu biliyorum da ondan. Belki de bu iki eski asker, ölümden olduğu kadar, enselerindeki feodal Japon gururundan da kaçtılar, kim bilir? Belki de inanmadıkları bir savaşta ne işleri olduğunu sorgulayarak da saklanmaya karar vermişlerdir. Öyle ya da böyle, çok belli ki bu zavallı kaçaklar, ciddi bir akıl yanılsamasından mustaripler.

Ama sonuçta 60 yıl çok uzun, çok hüzünlü, çok mantıksız, nihayet, üzüntü duymama yol açsa bile, çok uzun sürmüş bencilce bir saklanış. İnsan öldürmeye hayır; ama içimizdeki insanı öldürmeye de hayır. 
Ne olmalıydı? O iki askerin yerinde olmadığım için bilemem ama oturduğum yerden konuşmanın da rahatlığıyla belki, ben olsam her şeyi göze alıp gidip ya kendi orduma ya da düşman ordusuna teslim olurdum diye düşünüyorum. Savaşın kurbanı olmayayım diye, uzun sürmüş, üstelik insan onurunu da çok inciten bir trajedinin kurbanı da olmak istemezdim.

Bu iki asker için bence trajedi henüz bitmiş değil. Saklandıkları Filipinler’deki ormanda bulunmak onlar için iyi olmadı. Yukarıda yazdıklarımla çelişiyor olacak şu söylediklerim ama bence ilk fırsatta yeniden o ormana kaçmanın yollarını bulmalılar diye düşünüyorum. 

Çünkü istemeden de olsa başını çıkarttıkları o ormanın dışında, bitmediğini sandıkları II. Dünya Savaşı yok, kabul: Ama en az onun kadar trajik savaşlar var. Irak’ından, Afganistan’ına, muhtemelen İran ile Suriye’sine kadar geniş bir bölgede savaş tamtamları susmuş değil. Bir Amerika-Japonya savaşı yok ama Amerika’yla her coğrafyanın bir savaşı var. Akıl yanılsaması, bencillik falan dedim ama hepsini geri alıyorum. O iki asker tekrar ormana sığınmanın yollarını bulsunlar. Her ne kadar Bush’un bombalarının yok edemeyeceği orman yok diye inansam da; eğer bu gidişi durduramazsak bizim de yanlarına geleceğimizden emin olsunlar.

Ya Bush’u durduracağız ya da saklanacak ormanları çoğaltacağız. Başka çare yok”.

Valla bugün de okunabilir bir yazıymış doğrusu.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Salih Müslim terörist mi? - ALİ SİRMEN

PYD-YPG yöneticisi Salih Müslim’in Çekya’da gözaltına alınıp kelepçelenerek mahkemeye çıkarılması ve ardından da serbest bırakılması üzerine yine kıyamet koptu ve Ankara bir kez daha, bu defa Çekya’ya yönelik olarak, terör ile mücadelede tutarlı davranmama suçlamasını yöneltti. Olaylar geliştikçe öğreniyoruz ki terör örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle Ankara’nın talepte bulunmasına karşın, Salih Müslim konusunda Interpol kırmızı bülten çıkarmamıştır. 

Salih Müslim’e Finlandiya ikamet izni vermiş, Belçika topraklarında basın toplantısı düzenlemesini kabul etmiş, Çekya da mahkeme kararıyla serbest bırakmıştır. 
Bütün bunlar Salih Müslim’in Türkiye hariç, hiçbir yerde terörist olarak görülmediği izlenimini yaratıyor. 
Peki, Salih Müslim terörist mi, değil mi? 
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un da belirttiği gibi Salih Müslim PKK’nin 2002’deki 8. Kongresi’ne katılmış, PKK’nin ve KCK’nin yürütme kurulu içinde yer almış, 2003 yılında Öcalan’ın talimatıyla PYD-YPG’nin yönetimini ele almak üzere Kuzey Suriye’ye geçmiş bir kişi.
***
Bu durumda PYD-YPG’nin terör örgütü olduğunu yadsımayan herkes Salih Müslim’in terörist olduğunu da teslim etmek zorundadır. Hadi Washington’ın bile PKK’nin yan örgütü olduğunu yadsımadığı PYD-YPG’yi bırakalım bir yana, Müslim’in salt hemen hemen kimsenin terör örgütü olduğunu yadsıyamadığı PKK’nin yürütme kurulu içinde yer alması onun terör örgütü üyesi sayılmasına yeter. 
Türkiye bu konuda bilgi ve belgeleri, kanıtları bütün dünyaya sunuyor. 
Ama şimdi denilecek ki “terörist olarak kabul etmemiz için yargı kararı gerek”. Pekâlâ o da var. 
Nitekim Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Salih Müslim’in terör örgütü üyesi olduğu yolunda 17 Eylül 2014 tarihli bir kararı var. 
Daha sonra Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin aynı yönde, 21.05.2015 tarihli bir başka kararı daha var. 
Bütün bu veriler, Salim Müslim hakkındaki terörist suçlamalarına dayanak oluşturmaktadır. 
Ama, Türkiye’nin terörist olduğunu ileri sürdüğü PYD-YPG temsilcisi Salih Müslim’e karşı tavrı ne oluyor? 
Hemen söyleyelim, 4 Ekim 2014’te (Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararından sonra) kendisini Ankara’da ağırlıyor ve bu ağırlama sırasında Müslim, hem MİT Başkanı Hakan Fidan ile hem de o zaman Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu ile görüşüyor. Bu görüşmeler sırasında, herhalde MİT Başkanı’nın Başbuğ’un açıkladığı 2002 tarihli PKK’nin 
8. Kongresi’nden haberleri vardı ve herhalde Müslim ile görüşmeden önce Dışişleri Bakanı’na sunulan dosyada Mardin 
2. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki karar yer almaktaydı. 
Türk devlet yetkililerinin, Müslim’in terörist olduğu yönündeki kendi istihbaratlarına ve kendi yargılarının kararlarına itibar etmedikten sonra, başka ülkeleri suçlamalarını ciddiye almak mümkün müdür?
***
Devletler zaman zaman istihbarat örgütleri vasıtasıyla herkes ile temasa geçerler. Ama bunun da belirli kuralları, prosedürleri ve sınırları vardır. Herhalde dışişleri bakanları terör örgütü yöneticilerini makamlarında kabul ederek görüşmezler. 
Türkiye terörist olarak nitelediği, hakkında bu yönde kendi yargısının kararlarının olduğu Salih Müslim’i başkentinde kabul edip bakan düzeyinde görüşmeler yapıyor, sonra başka devletleri, onu yakalayıp kendisine iade etmediği için suçluyor. 
Salih Müslim eğer terörist ise ona terörist gibi davranmak gerekmez mi? 
Türkiye ona geçmişte böyle davranmış mıdır ki şimdi herkesin de öyle davranmasını istiyor ve davranmayanı suçluyor? 
Devletlerin terör ile mücadeleleri ciddi bir iştir, tutarsızlık kaldırmaz. Eğer tutarsızlık olursa, kimse sizi ciddiye alıp, aldırmaz... 
Burada eleştirilen, iktidarın terörle mücadele etmesi değil, bu işi gereken ciddiyetle yapmamasıdır.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Eriyen ittifak - ÖZGÜR MUMCU

Siyasette ittifaklardan bahsedildiğinde, “efendim siyasette iki artı iki dört etmez”  denmeden cümleye başlanmaz. Hakikaten de doğruluk payı vardır. Bazı ittifaklar, müttefiklerin oylarının toplamından daha fazlasını bulabilir. Kimilerindeyse “kimya tutmaz” ittifak oya mal olabilir. 

Buna rağmen, ittifakı oluşturanların ayrı ayrı oylarının toplamı önemli bir göstergedir. 
AKP’nin aslında iktidardan düştüğü 7 Haziran seçimlerinde AKP ve MHP’nin toplam oyu yüzde 57 civarında. 
Hemen ardından yapılan 1 Kasım seçimlerindeyse iki parti 61.5’i yakalamış. Milliyetçi söylemin yükseldiği, güvenlik politikalarının ön plana çıktığı bu dönem, MHP’yi biraz zayıflatsa da iki partinin toplamını önemli ölçüde arttırmış. 

Kurulan “cumhur ittifakı” teorik olarak yüzde 60’larda seyreden bir oy potansiyeline sahip. Hem cumhurbaşkanını ilk turda seçmeye yetecek hem de Meclis’te çoğunluğu rahatlıkla sağlayacak bir potansiyel. Hele buna OHAL koşullarını, giderek yoğunlaşan milliyetçi hamasi atmosferi ve AKP ile MHP’ye özel dikim seçim kurallarını eklersek, bu İslam-Türk sentezi yenilmez bir armada niteliğinde diyebiliriz.
 
Gelgelelim, MHP, haziran seçiminde AKP ve Sayın Erdoğan’a karşı müthiş sert bir söylem tutturmuştu. İş, Sayın Erdoğan’ı vatan hainliğiyle yargılama vaadine kadar gitmişti. MHP’nin, kasımda da aynı dozda olmasa bile muhalif bir tutumu vardı.
 
İki partinin ittifaka en çok yaklaşan işbirliği, başkanlık rejimi için beraber hareket etmeleriydi. Referandumda başını AKP ve MHP’nin çektiği birlikteliğin 
o da ancak şaibelerin gölgesinde yüzde 51’i bulabildiğini gördük. Hakikaten de siyasette iki artı iki dört etmiyormuş anladık. 

Demek ki sistem değişikliğine, başkanlık rejiminin kurulmasına yönelik bir ittifak AKP ve MHP’ye yaklaşık yüzde 10’luk bir kayba mal olmuş. Kasım seçimlerine giden dönemdeki milliyetçi dalga ise iki partinin toplam oylarını artırmış. 

Önümüzdeki seçimlerde iki partinin toplam oyunu düşüren başkanlık projesi ile iki partinin toplam oyunu artıran milliyetçilik ve Kürt meselesinde güvenlikçi politikaların harmanlanması söz konusu.
 
Demek ki 2019’a kadar ikilinin oyunu artıran unsur daha da çok kullanılacak. İkilinin oyunu azaltan unsur olan başkanlığı tartışmaya açabilecek yorumcular, akademisyenler, gazeteciler, sivil toplum örgütleriyse ağır baskı altında tutulmaya devam edecek. Ortalığı bulandırmak amacıyla da bol bol yaşam tarzı tartışması ile muhalif kesim oyalanacak. 

Netice itibarıyla oyları düşen, erimekte olan bir ittifak bu. Tek çaresi de seçim güvenliğini ortadan kaldıran düzenlemelere ve OHAL’in baskıcı siyasi ortamının sağladığı haksız rekabete dayanmak.
 
Eriyen ittifakın neyi, neden yapacağı gayet açık. Muhalefetin neyi, neden yapacağını da görebilsek keşke.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET