11 Nisan 2018 Çarşamba

Pando'nun elleri... - MELTEM GÜRLE *

Üniversitedeki birinci yılımın sonunda bir bahar sabahı yataktan kalkamadım. Bir süre sonra yurt odası boşaldı. Herkes çıkıp derse gitti. Bense etrafımda olanları hayalle karışık izledim. O kadar çok ateşim vardı ki, pencereden giren rüzgarla hareket eden perdeyi canlı zannedip ona seslendim. Galiba su istedim ondan. Perde ruhsuz biriydi. Yanıma gelmedi.

Böyle kaç saat geçirdiğimi bilmiyorum. Bir zaman sonra beni yukarıdan çağırdıklarını duydum. Herhalde sıram geldi gidiyorum diye düşünürken, birden anladım ki kapıdan ismimi anons ediyorlardı. Bunun iki anlamı olabilirdi. Ya annem telefon ediyordu. Ya da birisi beni görmeye gelmişti. Nasıl başardıysam kalkıp merdivenleri tırmandım ve titreye titreye ana kapıya çıktım. Kapıda bir arkadaşım vardı. Derse gelmediğimi görünce merak etmiş, bir uğrayıp yoklamak istemişti.

Aynı arkadaşım beni önce revire, oradan da Beşiktaş’taki evine götürdü. Eve giderken taksi tuttuk. Bir Murat 131 geldi. Bu bile olayların ciddi olduğunun işareti gibi göründü bana. Beşiktaş’taki evde bir iki gün baygın bir halde yattım. Yataktan kalkacak hale geldiğimde, bizimkilerin tabiriyle, iğne yutmuş ite dönmüştüm. O kadar zayıf düşmüştüm ki, yürümekte bile zorlanıyordum.
İyileşir gibi olduğum günün sabahında, arkadaşım beni koluna takıp çarşıya götürdü. “Aslan gibi olacaksın,” dedi giderken, “Bulgar’ın kaymağı ölüyü bile diriltir.” “Sağol be,” diye terslendim, “İçimi rahatlattın.” Minnetimi ifade edemeyecek kadar gençtim. Ama arkadaşım bunun bir tür teşekkür olduğunu anladı. Elini omzuma attı.

O güzel bahar sabahında ağır aksak yürüyerek kaymakçıya kadar gittik. İçeri girene kadar ne kadar aç olduğumu fark etmemiştim. Dükkanın içinde süt teknesinin buharı vardı. Pando bal-kaymağını önümüze atınca, hepsini hop diye yuttum. Bir de peynir isteyecektim ama arkadaşım beni kaş göz hareketleri ile durdurdu. Doğma büyüme Beşiktaşlıydı. Pando’nun huyunu suyunu iyi biliyordu. Bu yaşlı adamın kendince bir düzeni vardı. Öyle elinizi kaldırıp bir şey isteyemezdiniz. Sırası gelince, o size yanaşıp soracaktı. Biz de bekledik. Sabrımızın ödülü olarak hem peynir hem de yumurta kazandık sonunda.

Sonraları müdavimi olduğum bu dükkanın adabını böylece öğrenmiş oldum. Pando acele edenleri sevmiyordu. Bir şeyler ısmarlamak istiyorsanız, sıranızı beklemeniz gerekiyordu. Dükkanın eskileri bunu bilip ona göre davranıyorlardı. Yeni yetmeler de eskilere bakarak öğreniyordu. Arada bir densizin biri çıkıp da parmak şaklatırsa ya da, Allah korusun, “Nerede kaldı benim yumurta?” diye bağırırsa, Pando’nun tepesi atardı. O zaman da mesela bir daha o adamdan tarafa hiç bakmazdı. Adam sonunda kendi kendine bağırıp çağırıp giderdi. Pando ise hınzırca güler ve işini bildiği gibi yapmaya devam ederdi.

Bir iki sene önce, üç kardeş yine Pando’ya kahvaltıya gittik. Biz uslu uslu tabaklarımızı beklerken, yakınlardaki plazalardan birinde çalıştığı belli olan çıtı pıtı bir kız dükkana girdi. Kaymak tezgahının önüne geçip durdu. Yolu kapattığının farkında değildi. Aslında galiba kendisinden başka hiçbir şeyin farkında değildi. Yüksek topuklarının üzerinde bir süre sallandıktan sonra sıkıldığına dair işaretler vermeye başladı. Erkek kardeşim koluyla beni dürttü ve “Seyret şimdi,” dedi. “Pardon, bakar mısınız?” diye öttü kız. Üçümüz de nefesimizi tuttuk. Pando hiç oralı olmadı. “Peynir istiyorum,” diye üsteledi kız. Sonunda bizimki yavaş yavaş döndü ve “Bu peynir var,” dedi. Elinde hayatımda gördüğüm en büyük kalıbı tutuyordu. Kız bir kalıba bir de Pando’ya baktı. “Kaç para bu?” diye sordu. Pando ona acayip bir rakam söyledi. Muhtemelen salladı. Kız önce, başka yerde daha ucuz diyecek oldu ama bir şey onu durdurdu. “Yarısını verin bari” diye karar verdi sonra. “Kesmiyoruz,” dedi Pando. “Yarısını verin, alacağım,” dedi kız. “Satmıyoruz,” dedi Pando. “Adama bak ya!” dedi kız. Ardından beyefendili efendimli birtakım cümleler kurdu. Ama bizimkinin onunla işi bitmişti. Arkasını dönüp bal-kaymak tabaklarını hazırlamaya girişti. Kız bir süre daha söylendikten sonra topuklarını vurarak çıkıp gitti. Pando yine kıs kıs güldü. Sonra da bize dönüp eliyle “Deli mi ne?” işareti yaptı. Biz de tedbirli bir şekilde sırıttık. Ne olur ne olmaz. İşin ucunda bal-kaymaktan olmak vardı.

Bu yaz hep uzaktaydık. İstanbul’a geri dönünce Beşiktaş’ta bir kahvaltı etmek istedik. Hem arkadaşlar da gelmişti. Hep birlikte güzel olurdu. Pando’yu dükkanın önünde gözü yaşlı bir şekilde otururken bulduk. “Biraz temizlik yapıyoruz. Dükkan şimdi kapalı,” dedi bize. Beşiktaş’ın en eski esnaflarından biri olan Pando’nun tahliye edilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu duymuş ama inanmak istememiştik. Dükkanın içine şöyle bir göz atınca, masalarla sandalyelerin kaldırılmış olduğunu gördük. Süt teknesinden de buhar çıkmıyordu artık.

“Bizi göndermek istiyorlar,” dedi Pando. Sonra titreyen eli ile uzanıp elimi tuttu. Her şey çok garipti. Senelerce önünde çekinerek durduğum bu yaşlı adam ile bir süre aşıklar gibi el ele oturduk. “Doksan yaşına geldim,” dedi bana. “Ama karım bana iyi bakıyor. Herhalde daha yaşayacağım.” Burnuyla ileride bir noktayı işaret etti sonra. “Şu arkadaki sokakta doğdum ben.” Diğer elinde bir deste para tutuyordu. Muhtemelen son hasılatıydı. “Şimdi gideceksin diyorlar. Nereye gideyim?”

Pando’nun lekelerle kaplı kırış kırış olmuş ellerine baktım. Bu elleri kaymak koyarken, süt doldururken, peynir keserken ne kadar çok seyrettiğimi düşündüm. Hastalıktan kalktığım o günün sabahında dükkana ilk girişim geldi gözümün önüne. Aynı ellerin önüme bıraktığı o ilk tabağı görür gibi oldum. Boğazıma bir şey oturdu. Halimi sezmiş gibi, ayrılırken elimi okşadı, Pando. “Dükkan şimdi kapalı. Bir dahaki sefere gelir yersiniz,” dedi. “Bir dahaki sefere,” dedim ben de. Belki de başka bir sefer olmayacağını bile bile.
Uzun süre uzak kaldıktan sonra eve döndüm diye seviniyordum. 

Sonra düşündüm de, eve dönmek benim için Beşiktaş’a dönmek demek. Kambur’da çay içemeyince, Pando’da kahvaltı edemeyince, sevdiklerini bıraktığı yerde bulamayınca, evine dönmüş sayılır mı ki insan?

MELTEM GÜRLE / BİRGÜN

* Bu yazı, Eylül 2014'te BirGün Pazar ekinde yayımlanmıştır

Guta falı: Hedef Rusya - CEYDA KARAN

“Ortadoğu’yu daha rahat sömürmek için arzulanan, biatkâr, gerici ve gelenekçi kodların hâkimiyeti. Azıcık ‘ıslah’ olmaları kâfi. Şuursuz değiller yani. Bu yüzden siyasal İslamcılarla rahat rahat koalisyon yapabiliyorlar. Direniş damarına yenik düştükleri için bu savaşın bitmesini istemiyorlar. Doğu Guta olmazsa yeni bir kimyasal silah yalanı bulurlar, olur biter.” 

Bu satırlar, Suriye ordusunun Doğu Guta operasyonuna başladığı günlerde, ABD öncülüğündeki Batılı emperyalist güçlerin kimilerine tuhaf gelen El Kaide bağlantılı İslamcılara desteğini özetleyen, 28 Şubat’taki yazımın son paragrafından... Daha Suudi veliahtı, “Vahhabizmi Sovyetler’e karşı Batı’nın arzusuyla yaydık” demeden önce. Eh dün Sovyetler vardı, bugün nüfuz kazanmış Rusya Federasyonu. İdeolojik zemin bulunmasa bile...
***

Normal koşullarda ‘fal açmıyoruz’ demeliyim. Ancak ABD Başkanı ‘çılgın’ Donald Trump işbaşına geldiğinden beri bir nevi ‘papatya falı’ açar olduk. Trump ne vakit ‘Suriye’den çekilmekten’ bahsetse aynı terane. Geçen sene İdlib’e ‘kimyasal silah kullanımı’ gerekçeli saldırıyı görmüştük. Hani Pentagon şefi James Mattis’in daha iki ay önce “Elimizde kanıt yoktu” dediğini... 

Velhasıl yukarıdaki ‘falı’ da Trump 23 Şubat’ta “IŞİD’den kurtulup eve döneceğiz” dediğinde ‘açmışım’. Bunu mart sonunda Trump’ın “Yakında çekiliyoruz” ve birkaç gün sonra “Kalacaksak Suudiler parasını versin” temalı beyanatları izledi. Açmayıp da ne yapalım!
***

Haftayı geçmedi ki, Şam Doğu Guta’nın yüzde 90’ını cihatçı gruplardan temizlemişken, ‘Duma ile ilgili kimyasal saldırı’ haberi geldi. Diğer cihatçılar anlaşmayla çekilmiş, ortalık kurtulan sivillerin sevinç videolarından geçilmezken, Suudi bağlantılı İslam Ordusu sıkışmışken, Şam, ABD saldırısını tetikleyecek şekilde ‘intihar etmeye’ karar vermiş! ABD, kanıtı olmasa da cezalandıracak. 

Trump geçen sene kızı ‘gözyaşlarına boğulunca’ Şayrat Üssü’nü vurmuş, ‘adalet yerini bulmuştu’. Bu sefer Rusya ve İran’ı sorumlu tuttu, Suriye liderine ‘hayvan’ dedi. Büyük bedel ödeneceğini söyledi. Harekete geçmese ABD’de ‘Rus ajanı’ ilan edilir zaten! 
Gelişmeler üzerine yazıyı yenilemek durumunda kaldığım akşam vakitlerinde tek başına değil, Britanya, Fransa, İsrail ve Körfez’le koalisyon içinde saldıracağının işaretleri artmıştı. Sırf bu bile meselenin kimyasal silahla, kanıtla filan alakası olmadığını gösteriyor. Suriye savaşı ‘yitirilmekteyken’ bölgede nüfuzunu artıran Rusya ve tabii İran hedef. Rusya koalisyon saldırısıyla ‘rezil edilirse’ ne âlâ. Yok geri teperse alın size dünya savaşı riski. Kimin neyi göze aldığını göreceğiz.

***

Elbette Türkiye’nin tutumu önemli. Özellikle geçen hafta Rusya ve İran liderleriyle ‘Ankara zirvesinde’ sergilenen görüntüden sonra. Geçen yazıyı ‘Telaşa mahal yok’ diye bitirmiştik. Kanımca yok. Zira Rusya’nın ABD ile bilek güreşinde Suriye’nin kuzeyinde ‘alan açtığı’ Ankara derhal safını seçer.
 
Zirvede üç ülke ‘iç savaşı bitirme ve Suriye’yi inşa etme misyonu’ üstlenmiş görünse de görüş ayrılıkları bakiydi. İran’ın ve Rusya’nın ABD’nin bölgedeki varlığına itirazı ‘ilkeselken’, Ankara’nınki ‘kullanılan vekil güçlerden’ kaynaklı. Washington’la daha geniş bir stratejik perspektiften çözüme kavuşturulabilir, yani. Nitekim Ankara’nın Suriye’nin toprak bütünlüğüne dair nakaratının anlamı olmadığının en son ıspatı Afrin üzerinden ‘alınan yerlerin ne zaman ve kim istenilirse ona verileceği’ beyanatı oldu.

***

Koalisyon savaş açarsa, Ankara’nın tercihi liberal müdahalecilik cephesi olur. S-400 pazarlıkları, nükleer ve enerji yatırımları; boğuştuğumuz derin ekonomik kriz ve Batı’ya göbekten bağlı olduğumuz hesaba katılırsa, ‘önemsizleşir’. O vakit Ankara’nın kontrol ettiği topraklarda hamilik ettiği militanlar ‘başka bir güce’ kolaylıkla dönüşebilir. 
Şunu unutmamalı. Suriye’de arzu ettiği sonucu elde edemeyen ABD, çok yönlü çatışmaları kışkırtarak ilerledi. Liberal müdahaleciliğin aygıtı artık ‘kanıtlar’ bile değil medya üzerinden ‘şeytanlar yaratarak’ yürümek. Bölgede daha ilan edilecek çok ‘şeytan’ var.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Muhtar bile olamamak - MİNE SÖĞÜT


Devlet tarafından kendilerine verilen gri renkli hizmet pasaportlarını havada sallayarak kameralara neşeyle bakan... 
Sponsorlar desteğiyle Endülüs’e doğru bir yolculuğa çıktıkları için sevinçten ayakları yere değmeyen... 
Bu arada devlet katında gördükleri ilgiden de başları göğe eren muhtarların havaalanında çekilen görüntülerine iyice bakın. 
Ve sorun: 
Muhtarların bu sevinçlerinin kaynağı ne? 
Neden bu kadar sevilip kollanıyorlar? 
Bu halleriyle neyi temsil ediyorlar? 
Bu özel ilgiyi hak etmek için ne yaptılar veya yapacaklar? 
Muhtarlar bu ülkede nihayetinde nasıl bir işe imza atacaklar? 
Bu soruların cevaplarını çok derinde değil, ülkenin yakın tarihinde, hemen yüzeyde, kolayca bulabilirsiniz. 
Yapılan ilk muhtarlar toplantısını anımsayın. 
2015 yılında ocak ayında... 
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden tam beş ay sonra... 
Kendi küçük muhtarlıklarından belki de ilk kez çıkan... 
Dev Cumhurbaşkanlığı sarayında krallar gibi ağırlanan... 
Ve ülkenin en yüksek makamındaki liderden, yaptıkları işin değerine dair o güne kadar hiç duymadıkları kadar güzel sözler duyan muhtarların... 
O gün orada dinledikleri o dramatik hikâyeyi hatırlayın. 
Hikâyenin iki kahramanından biri Cumhurbaşkanı’nın kendisi, diğeri zamanın en çok satan gazetesi Hürriyet’ti. 
1998 yılında henüz genç bir politikacı olan ve o sırada İstanbul Büyük Şehir Başkanlığı yapan Erdoğan, Siirt’te okuduğu bir şiirdeki dizeler yüzünden DGM’de yargılandığında... 
Ve hakkında “Halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik ettiği” gerekçesiyle açılan davanın sonunda 10 ay hapis cezası aldığında gazete şu manşeti atmıştı: 
“Artık muhtar bile olamaz”. 
O gün Erdoğan muhtarlara bu hikâyeyi anlattı. 
Sonra onlara uzun uzun ülkenin kibrinden bahsetti. 
Muhtarları küçümseyen anlayıştan girdi, kendi politik yolculuğunda maruz kaldığı hakaretten çıktı. 
Muhtarların aklını aldı. 
Muhtarlar toplantısı orada kalmadı. 
Aradan geçen üç yılda tam 46 kez topluca Cumhurbaşkanı’nın karşısına çıktılar. 
Ve politik bir liderin kişisel bir travmadan yola çıkarak muhtarlara yüklediği büyük ilginin şanslı odağı oldular. 
Bu süreçte... 
Muhtar akademisi adı altında verilen seminerlere katılan birtakım muhtarlara sanki üniversiteden mezun oluyorlarmış gibi cüppe ve kep giydirildi; 
Bir başka muhtar grubu, ellerine kalaşnikoflar, tabancalar verilip atış poligonlarında talimlere davet edildi. 
Şimdi de iktidara sadakati tescilli olanlar ödüllendiriliyor ve Avrupa seyahatine gönderiliyorlar. 
Zamanında Erdoğan için “Muhtar bile olamaz” manşetini atan gazetenin ipinin resmen çekildiği günlerle; 
Muhtarların ödüllendirildiği günlerin aynı zamanlara denk gelmesi tesadüf değil. 
Bu ülkede Cumhurbaşkanı’nın yaptığı ilk kişisel devrimlerden biri, makamının olmazsa olmazı olan tarafsızlık ilkesini kale almamasıydı. 
Diğeri de mahallenin muhtarlarını bizzat baş tacı yapması.
Ülkeyi her bakımdan yeniden şekillendiren ve bugünkü haline getiren iktidar, nihayetinde medyayı tekeline; muhtarları da avcuna aldı. 
Muhtemelen, devletin imkânlarıyla Endülüs’e gönderdiği muhtarlar sayesinde önümüzdeki seçimlerde yeni bir destan yazmayı hayal ediyor. 
Ve destanın adını da “Zil, şal ve muhtar” koymaya hazırlanıyor.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

10 Nisan 2018 Salı

Devlet kuşu - ORHAN GÖKDEMİR

1987’de Diyarbakır valisiydi. Bu görevi yürütürken Olağanüstü Hal Bölge Valiliğine atandı. 1991’de İstanbul Valiliğine atanana kadar o görevde kaldı. Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden birinde çok önemli bir görevi marifetle yürüttü.


OHAL Bölge Valiliği, bölgede uzun yıllardır yürürlükte olan sıkıyönetimin yerine getirilen bir uygulamaydı. Sivilliğe pek meraklı Turgut Özal bu hokus fokusla bölge vitrinine asker yerine bir sivili koymuş oldu. O arada asker bildiğini okumaya devam ediyordu tabii. Vitrinde oturan vali aracılığıyla halka karşı işlenen suçları perdelemekti zaten amaç. Hâlbuki her şey eskisinden daha bir askerileşmişti. “Sivil” yönetimin Kolordu Komutanlığı’nın içine taşınmasıyla altı daha kalın bir çimde çizilmişti üstelik. Valiliğe ancak askeri nizamiyeden geçilerek ulaşılabiliyor, Özal’ın sivillik iddiası askeriyenin kapısında son buluyordu.

Köy boşaltmalar, yakmalar, köylülere bok yedirmeler, faili meçhuller onun OHAL valiliğini sırasında olağanlaştı. Ama o soğukkanlılığını her durumda koruyor, basının karşısına çıktığında bölgede olağan bir hal varmış gibi davranabiliyordu. Bu görüntüyü vermekte sıkışınca “sansür-sürgün kararnameleri” imdada yetişti. “EsEs kararnameleri”ydi basındaki kod adı ki gerçekten bu ada layıktılar. O kararnameler sayesinde bölgede sakıncalı görülenler yargısız-hukuksuz sürgüne gönderildi. Bölge dışındaki yansıması da yabana atılır şeyler değildi. Dergiler, gazeteler matbaada daha baskıya girmeden polis tarafından basılıyordu. Polislerin elinde Devlet Güvenlik Mahkemesi’nden “baskı” izni vardı. Sonunda işi pazarlığa bile döktüler. Dediklerine göre işaret ettikleri bazı haberler o haliyle basılırsa dava açılacağı kesindi. Boş basıldı o sayfalar. Basılmamış yayına matbaada sansür o dönemin icadıdır. JİTEM adı da onun zamanında duyulmaya başlanmıştı. İnanılmaz işkencelerden ve fütursuz insan kaçırıp kaybetmelerden söz ediliyordu.

Fakat o korkunç sınırsız şiddet ve zulüm yıllarından anlının akıyla çıkmayı başardı basın. Basın dediğim, bir avuç sol-sosyalist gazete ve dergiden ibaretti tıpkı bugünkü gibi. “Ana akım basın” o zaman da bugünkü havasındaydı. Yaptığı tek iş iktidara ve hukuksuz uygulamalarına övgü düzmekten ibaretti.

Kısa süre sonra sansür-sürgün uygulaması gibi OHAL Valisinin de sonu geldi zaten. İstanbul Valiliği koltuğunda oturduğu sırada OHAL Bölge Valiliği hesaplarından 2 milyar lirayı kendi adına açılan hesaplara geçirdiği ileri sürüldü. Aynı soğukkanlılıkla çıktı, parayı Bakanın onayıyla hesabına geçirdiğini ve sonra da iade ettiğini söyledi. Ancak dönemin bakanı olaydan haberi olmadığını iddia ediyordu. Sonunda imdadına dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yetişti. Şöyle açıklık getirdi iddiaya: “Paralar örtülü ödenekten teröre karşı mücadele için verilmiştir. Ancak ne için harcandığı açıklanırsa devlet sıkıntıya düşer…”

Çok şükür, devlet sıkıntıya düşmedi. OHAL Bölge Valisi de öyle. Valilikten Meclis’e atladı, devlete hizmetini vekil olarak sürdürdü.

***

Fakat bu başarı hikâyesi beş sene önce trajik bir biçimde sona erdi. O gün Sarıyerde’ki lüks villasında eşiyle birlikte gece yarısına kadar oturdu. Sonra yatmak üzere odasına geçti. Gerisi koca bir soru işareti. Eşi, sabah uyandırmak üzere yattığı odaya gitti ve odanın kilitli olduğunu gördü. Oğluna haber verdi. Oğlu yanına çilingir alarak eve geldi. Çilingir yardımıyla odanın kapısı açılınca, kahramanımız yerde, kanlar içinde yüz üstü yatarken bulundu. Polis incelemesinde, sol göğsüne, yakın mesafeden ateş edildiği tespit edildi. Adı Hayri Kocakçıoğlu’dur. Devletin “Sırlar Valisi”dir.

Arada rejim değişti. Öyle sırlı valilerimiz yok artık. Eskiler devletin militanıydı, şimdikiler iktidar partisinin. Hoş başbakanı bile devlet memuru derecesine düşürdükten sonra valinin ne hükmü olacak ki? Ama Kozakçıoğlu’nun devlet tarlasına ektiği o fideler yeşerdi, büyüdü, dal budak saldı. Zulümde eskisinden hiçbir eksiği yok yenisinin de…


***
Tayyip Erdoğan geçen gün “Biz geldiğimizde OHAL vardı, gelir gelmez kaldırdık” diye övünüyordu. Hâlbuki sözünü ettiği OHAL bölgeseldi, sadece Kürt illeri ile sınırlıydı. Geldi Kürt illerinden OHAL’i kaldırdı. Kısa bir süre sonra bütün ülkeyi OHAL bölgesi ilan etti. Bölgesel OHAL’i kaldırdı ulusal OHAL’e geçti.
Bundan ilerisi sıkıyönetimdir. Mevcut yasalara göre Olağanüstü halin kamu düzenini sağlamada yeterli olmadığı hallerde ya da savaş veya yakın savaş tehlikesi halinde ilan edilebilen bir uygulama sıkıyönetim. Olağanüstü hal ile sıkıyönetim arasındaki temel fark, olağanüstü halde yetkinin mülki erkânda, sıkıyönetimde askerde olması. Bir de sıkıyönetimde kişi hak ve özgürlüklerinin tümü ya da bir bölümü askıya alınabilir, vatandaşlar için para, mal, çalışma yükümlülükleri getirilebilir, bazı suçlar için yargılama “özel mahkemelerde” yapılabilir. Bakın ülkeye, o sınırı çoktan aşmış bulunuyoruz. Peki, “savaş nerede” diye soruyorsanız, Damat Berat Paşa geçen gün verdi müjdeyi, “Türkiye resmen savaşta” dedi. Yani AKP Genelcumhurbaşkanımız yarın sıkıyönetim ilan etse eder. Anayasa askıda, yasalar sizlere ömür, yargı çayı içti derin uykuda, kim ne diyecek?
Hem kanıksadık zaten. Temmuz 2016’da başlayan OHAL uygulaması birkaç ay sonra ikinci yılını dolduracak. 12 Eylül cuntasının iktidarından beri sopa hep fukara halkın sırtına inip kalkıyor, vuran el değişiyor sadece. Dünküler Atatürkçülük için vurduğunu iddia ediyordu, bunlar Muhammed aşkına yapıştırıyor sırtımıza. Haklarını teslim etmeli vururken daha bir şevkliler eskilere göre!

***

O günden bu güne değişen hiçbir şey yok mu? Var. Sosyal medya mesela. Cebimize sığdırdığımız minyatür bilgisayarlarla faşizmin ormanında “cik”leme özgürlüğümüz oldu arada. Ama onun da vaat ettiği sınırsız özgürlüğün sonuna geldik az zamanda. Gezi ile başladı kuşun boğazını sıkma uygulaması, sonra adet oldu. Önün gelen sıkıyor boğazını. Olmadı tüylerini yoluyor. Bakıyorsunuz özgürlükten elde kalan bildiğiniz kuş!
Cumhurbaşkanına hakaret iddiasıyla başladı. Sonra Kürt ve Kürtçe ile ilgili paylaşımlar dâhil edildi kapsamına. Son adım “Afrin Operasyonu” oldu. Bu konularda fikir beyan eden, iktidarın tutumunu ve açıklamalarını eleştiren hemen herkes devletin hedefinde. Size hakaret edecekler, aşağılayacaklar ama siz cevap vermeyeceksiniz. Onların size küfretmesi serbest ama bu küfürlere cevap vermeniz yasak. Artık suçu ispat zorunluluğu yok, masumiyeti ispat zorunluluğu var. Sosyal medyada paylaşım yapamaz, otobüste konuşamaz, okulda ve işte eleştiremez, Meclis kürsüsünde dahi bahsi geçirilemez hale getirildi iyi saatlerde olsunlar! Hayri Kozakçıoğlu görse inanmazdı bunların yapılabileceğine…

***

Dün sabaha yine evlere operasyon haberleriyle açtık gözümüzü. Gerekçe “sosyal medya” paylaşımları. Paylaşacağını paylaşmış insanlar zaten, suç varsa çağırsana. Yok, illa evini basacak, bilgisayarına el koyacak, günlerce gözaltında tutacak. Öylesine parmağım kör gözüne bir uygulama ki, sanırsın paylaşıma hazır zulalanmış “cik” avındalar.
İnternet denilen fenomen sınırsız özgürlük iddiasıyla gelip girdi hayatımıza. Hâlbuki nefes alacak bir klavye boyu yer bırakmadılar hiçbirimize.  Hukuksuzluk hâlâ hukuksuzluk, OHAL hâlâ OHAL, yasak hâlâ yasak, sopa hâlâ sopa. Görevleri arasına bir iş daha eklendi yalnız; kuş boğazlamak. Daha siz cik’lemeden devlet kuşu konuyor başınıza. “Ciktatör”e dönüştüler bilgi ve iletişim devrimi sayesinde ki az şey değildir!
Hayri Kozakçıoğlu’nu hasretle anıyoruz bu arada. Sonları benzemesin!

Orhan Gökdemir / SOL

Borç öteleme, seçim önceleme… - L. DOĞAN TILIÇ

İktidar, “Zamanında” diye sürekli yineleyip duruyor ama bana sorarsanız seçimleri mümkün olan en erken zamanda yapacaklar.

AKP ve Erdoğan’ın en önemli dayanağı dışarısı; SuriyeAfrin, gidilebilirse daha ilerisi… Bütün dünyanın bizi yok etmeye azmetmiş olması, işte son zamanlarda Yunanistan’ın sarf ettiği sözler…

İlla da Suriye, illa da Afrin! “Baktın Afrin hoş değil, Münbiç’i dolaş da gel. Yaylalar, yaylalar!

Dış çatışma/çelişki her zaman iç bütünlüğe hizmet etmiştir, bu da çelişkinin işlevlerindendir.

İyi de, nereye kadar?

Şubat ayında, Arap dünyasının en önemli gazetelerinden El Ahram’ın haftalık versiyonu bir analiz yayımlamış ve ben de “Mısır’ın şom ağızlı gazetesi” diye alıntı yapmıştım. O yazıda, Al AhramAfrin için şimdi var olan kamuoyu desteğinin savaşa akıtılan milyonların ekonomide yarattığı sıkıntılar iyice hissedilir olunca azalacağını iddia ediyor; “TL’nin değerinin düşeceğini, döviz rezervlerinin eriyeceğini, zaten yüksek olan işsizlik ve enflasyonun daha da yükseleceğini ileri sürüyor”du.

Suriye’de Türkiye’nin en önemli desteği olan Rusya, dün, Türkiye’nin operasyon tamamlanınca Afrin’den çekilip orayı Suriye hükümetine bırakması gerektiğini söyledi. Aynısını, Ankara’daki üçlü zirve sırasında İran Cumhurbaşkanı Ruhani de söylemişti.

Bunlar Afrin ve Suriye üzerinden devşirilebilecek destek açısından iyiye işaretler değil!

Ya ekonomi?

Bir yandan resmi ağızların ifade ettiği rakamlar var; dünyanın en hızlı büyüyeniyiz, döviz rezervlerimiz maaşallah, herkesin kıskandığı bir ekonomimiz var, işte turistler de akın akın gelmeye başladı…

Öte yandan yüz binlerce işletmenin kapandığı haberleri, doların avronun rekor üstüne rekor kırışları, yani Lira’nın dibe vuruşu var…

Kapitalizmin doğası bu; rekabet edemiyor, beceremiyorsanız kapanırsınız zaten! O yüzden hadi bu haberleri boş verelim.

Ancak, Doğuş Grubu’nun borç yapılandırma, daha Türkçesi borcunu erteleme talebine boş vermek mümkün değil. “Doğuş Holding 23.5 milyar liralık borcu için bankalarla görüşme talep edip, borç yapılandırması istedi!

Anımsarsınız, aynısını daha önce 6 milyar dolarlık borcu için Yıldız Holding, nam-ı diğer Ülker Grubu, talep etmiş ve almıştı. Bankalara mektup gönderip; borçlarımı “3 yıl anapara ve faiz ödemesiz… 4. yıl sadece faiz ödemeli… 5. yıldan itibaren de anapara borcunun % 50 oranında indirilmesine kadar ana para+faiz ödemeli… Kredi seviyesinin amaçlanan % 50 düzeyine indirilmesinden sonra da Grup bünyesinde kullandırılmaya devam edilmesi…” şeklinde bir yapılandırmanız zorunlu hale geldi demişti.

O zaman, görüşünü aldığım uzman; “O veya bu şekilde bu olay örnek teşkil edebilir. Bankacılık sektöründe birkaç tane bu büyüklükte olay olması bankacılık sistemini felakete götürebilir. Başta banka bilançoları bozulur, uluslararası reyting kuruluşları son derece düşük not değerlendirmesi yaparlar ve Türk bankalarının en azından ciddi bölümünün yurtdışı kredi temini imkânları kapanır” değerlendirmesini yapmıştı.

Doğuş Holding’in talebi, “yol olur” değerlendirmesini doğruluyor.
Borcunu ödeyemeyenler, bu iktidar döneminde en büyük desteği görenler.
İktidar onlar için daha ne yapsın; ballı ihaleleri verdi, olmadı; OHAL ilan etti, grev yasakladı, olmadı; medya verdi, yetmedi; dışarıdaki maceralar yüzünden içeriye bakmayan bir kamuoyu yaratıldı, kesmedi; satılacak ne varsa satıldı, işte şeker fabrikaları da satılıyor, anlaşılan yetmiyor! Dün açıklanan “süper teşvik” şifa olur mu, göreceğiz.

Ekonomi çevrelerinden medyaya yansıyan söylentilere bakılırsa, memleketin böyle çok büyük holdinglerinden en az beşi daha benzer durumda ve ödeme sıkıntısı içindeymiş. “KOBİ’lerden dev holdinglere kadar tüm iş dünyasını pençesine alan bir kredi darboğazı sözkonusu”ymuş, “İnşaat, enerji dağıtım ve perakendede birçok kredinin ödenmez hâle geldiği” tahmin ediliyormuş!
Büyüklerin borcunu ötelemek kolay da, halk için bunu yapamıyorsanız tek çare, halkın iktidarınıza açtığı krediyi yapılandırmak için bir an önce seçime gitmektir!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Lula neden hapsedildi? - İBRAHİM VARLI

Alman Frankfurter Rundschau gazetesi 6 Nisan tarihli yorumunda Brezilya Yüksek Mahkemesi’nin eski devlet başkanı Lula Da Silva’nın tutuklanmasına karar vermesinin Güney Amerika’nın en büyük ülkesini siyasi istikrarsızlığa sürükleyeceğini belirtiyordu. İki gün sonra düzmece iddialarla başlatılan ‘yolsuzluk’ davasında cezası onaylanan Lula olası bir iç savaşın önüne geçmek için teslim oldu, Curitiba’daki cezaevine gönderildi.


Brezilya oligarşisinin ABD’nin desteğiyle tezgâhladığı darbe süreci, Lula’nın cezaevine gönderilmesiyle tamamlanmış oldu. Öncesinde de eski gerilla komutanıDilma Rousseff benzer kumpaslarla başkanlıktan azledilmişti.

Sonbaharda yapılacak başkanlık seçimlerinin en büyük favorisi Lula’nın ekarte edilmesiyle ülke belirsizlik iklimine mahkûm edildi.

Bu belirsizlik ve istikrarsızlık tam da ülkedeki egemenleri yanına alan ABD emperyalizminin istediği şeydi. Venezuela gibi Brezilya’yı da iç çalkantılarla içe çökertmek isteyen ABD, uzun bir süredir bu kaos stratejisini uygulamaya çalışıyordu.

Neden mi?

Nedenleri Lula ile başlayan Rousseff’le devam eden İşçi Partisi iktidarları dönemindeki uygulamalarda saklı.On altı yıldan beri iktidarda olan İşçi Partisi, ABD emperyalizminin bölgesel ve küresel çıkarlarının önünde önemli bir engeldi.

Ekonomik nedenler
The Economist dergisi 2009 tarihli kapağında “Brezilya kalkışa geçti” başlığıyla ülkenin güçlü, dinamik ve hızla büyüyen ekonomisine dikkat çektiğinde Brezilya artık büyüyen ekonomiden halka daha fazla pay vermeye başlayan, kamucu, sosyal politikalar uygulayan, kuralsız neo liberal reçeteleri reddeden bir ülkeye dönüşmüştü. ABD’nin “Arka Bahçe”sindeki halkçı, kamucu politikalar, Washington’da rahatsızlık nedeniydi.

İşçi Partisi’nin Petrobras aracılığıyla Exxon ve Chevron’un Brezilya’daki faaliyetlerini kösteklemesi, IMF’ye olan bağımlılığa son verilmesi,  

ABD’nin neo liberal tahakkümünün önünde bir sorundu. Lula’nın temelini attığı ‘başarılı’ politikalar sayesinde dünyanın onuncu büyük ekonomisi olan Brezilya, ABD ve Avrupa’dan sonra üçüncü en büyük tarım ihracatçısı konumuna yükseldi.

Bu süreçte bir ABD projesi olan Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (FTAA) projesi Arjantin ve Venezuela desteği ile bertaraf edilerek Güney Amerika Ortak Pazarı’nın (Mercosur) güçlendirilmesi, Güney Amerika ve Karayipler’deki diğer ülkelere el uzatılması iyice göze batmaya başladı.

Politik nedenler
Ekonomik gücü arkasına alan Brezilya bu süreçte küresel güç olma hedefi taşıyan bir Latin Amerika ülkesine dönüştü. Bölgesel nüfuz çabalarıyla yetinmeyen Brezilya, Çin, Rusya, Hindistan ve Güney Afrika ile stratejik ilişkiler kurdu. BRICS’in kurucularından oldu.

Bölge ülkeleri ile derinleşen ilişkileri, yükselen yeni aktörlerle temasları, Irak Savaşı ve Küba ambargosuna duyduğu tepki, Kolombiya’daki Amerikan askeri varlığına yönelik tavrı ABD nezdinde kara listeye alınmasının gerekçeleriydi.
Çin’in Güney Amerika’ya açılan kapısıydı Brezilya. Çin bu dönemde ABD’yi geçerek Brezilya’nın en büyük ticaret ortağı oldu. BM Güvenlik Konseyi’nin yeniden yapılandırılmasının bayraktarlığını yaptı, Almanya, Hindistan, Japonya ile birlikte BM’ye daimi üye olmak için bastırdı.

Mayıs 2010’da Türkiye’yi de yanına alarak İran’ın nükleer programının çözümü için arabuluculuk rolü üstlendi. Barışçıl amaçlarla uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttü, İran’ın da nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla kullanma konusunda diğer ülkelerle aynı haklara sahip olduğunu savundu.

İsrail’in 1967 öncesi sınırları bağlamında bir Filistin Devleti’ni resmi olarak tanıdığını beyan etti. Ramallah’ta daimi diplomatik temsilcilik açtı. Gelişmekte olan ülkelerde elliye yakın yeni elçilikler açtı.

Paraguay’danBrezilya’ya sivil darbeler
Lula-Rousseff Brezilyası’nın günahları bunlarla sınırlı değildi. İşçi Partisi iktidarı tüm eksik ve yanlışlığına rağmen Latin Amerika solu için önemli bir motivasyondu. Güney Amerika ülkelerini bir araya getiren Unasur ve Mercosur’un liderliğini üstlendi, başta Venezuela olmak üzere diğer sol iktidarlarla dayanışmaya öncelik verdi. Güney Amerika Savunma Konseyi üzerinden bölge ülkelerini bir yapı altında birleştirmeye çalıştı. Orta Amerika ve Karayip ülkeleri ile yakın ilişkiler geliştirdi.

Özetle, gerek ekonomik, gerek askeri, gerekse diplomatik gücüyle yeni bir güç olarak uluslararası arenadaki yerini almaya başlayan Brezilya, çok kutuplu düzenin önemli aktörlerinden biri olmaya soyunurken ABD’nin hışmını üzerine çekti. Tıpkı diğer Latin Amerika’daki sol iktidarlar gibi.

ABD emperyalizmi 2002’de Chavez’e karşı darbe girişimini tezgahladı. 2009’da Honduras’ta Zelaya askeri bir darbeyle devrildi ülke dışına sürüldü. Ekvator’un solcu Başkanı Correa’ya karşı 2010’da darbeye kalkışıldı. 2012’de Paraguay’da “kızıl piskopos” Fernando Lugo görevden azledildi. 2015’te Brezilya’da Dilma Rousseff koltuğundan alındı. Ve şimdi de Lula hapsedildi.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Dertlerden kurtulursun gezsen Anadolu’yu! - İRFAN DEĞİRMENCİ

Bene bak, benim aklıma işittiklerim gelip duru. Bi yol yazıverem de okuyuverin gari. Denizli Kitap Fuarı’ndaydım hafta sonu. O güzelim şivenin etkisini üzerimden atamadım. Kusura bakmayıverin gari.


Aslında bir haftadır yeni romanım Herlanda için o fuar senin bu fuar benim dolaşıyorum. Önce Orta Karadeniz’le İç Anadolu’nun geçiş güzergahı Merzifon’a gittik. Güzel bir Pazar günüydü. Merzifon’un meşhur saat kulesinin gölgesinde sade kahvemizi söyledik. Civar illerden gelmiş bir grup yerli turist de o sırada otobüslerinden indi, merakla Çelebi Mehmet Medresesi’nin giriş kapısının üzerindeki kuleye yöneldiler. Samsun’dan gelmiş emekli öğretmenler, medreseye girip görmek istedi. Kapı kilitliydi. Kahvede oturan gençlerden en deli fişeği bağırdı emeklilere: ‘Kapalı orası kapalı. Reis’in talebelerinden başkasını almıyorlar’!

Bu tarihi mekan, Vakıflar Genel Müdürlüğü eliyle bir yurda tahsis edilmiş. Merzifonlu gencin söz ettiği talebeler bu yurdun talebeleriymiş. Sıcakkanlı delikanlı, bir de kahkaha patlattı ardından, ‘Sadrazam yetiştiriliyor herhalde içeride’ dedi. Emekliler, elleriyle gence ‘sus’ işareti yapıp kendilerine başka tarihi yapı aramaya koyuldular. İki gün sonra rotamızı Trakya’ya çevirdik. Kırklareli’nde şehir merkezinde soluklanmak için oturduğumuz dükkanın önünde kulağımıza Trakya insanının tanıdık şivesinden çok Bulgarca çarptı. Çarşı günübirlik alışverişe gelmiş Bulgar vatandaşlarıyla doluydu. Peynirden zeytine, iğneden ipliğe bütün ihtiyaçlarını gidermek için otobüslere doluşup Kırklareli’ne geliyor Bulgarlar. Hardaliyesini yudumlamakta olan yaşlıca bir Kırklarelili vatandaş, ‘ne vakit bizim para pul olsa buralar epten komşunun bedavacısıylan dolar be ya’ deyiverdi.

Türk Lirası son 15 yılın en büyük değer kaybını yaşamaktaydı ve oturduğumuz dükkanda masanın üzerinde duran gazetenin ekonomi sayfasında Reis’in, ‘ben yurtdışındayken Merkez Bankası faiz artırdı. Bir de tek adamlık derler, bu nasıl tek adamlıksa, karar alıyoruz uygulamıyorlar. Benim arkamdan iş çevirdiler’ diye şikayetçi olduğu yazıyordu. Hardaliyesini bitiren vatandaş, ‘Bu saatten sonra te bu memleketin epsi O’nun. Süyletmen beni be ya. Attıracaksınız içeri şu yaştan sonra’ diyerek uzaklaştı.

Trakya’dan rotamızı Ege’ye kırdık. Bu Cumartesi de Denizli Kitap Fuarı’ndaydık. Fuarı Akp’li belediye düzenliyordu ve bize de girişte bir yer ayrılmıştı. Bu durum hoşumuza da gitti doğrusu. Sonradan öğrendik Belediye Başkanı’nın fuardan farklı ve çok daha büyük bir telaşı varmış. Akşama kızını evlendirecekmiş Başkan. Nikah şahidi olarak da Reis davetliymiş. Nikah Kitap Fuarı’nın hemen yanındaki salonda kıyıldı. Önce turizm meslek okulundan öğrenciler sıraya dizildi, GBT’leri yapıldı, ikramlarla ilgili talimatlar verildi sonra çevre illerden takviye polis ekipleri yerlerini aldı.
‘Hoş Geldin Milletin Adamı’ pankartları asıldı. Meraklı kalabalık, yolun kenarında durup geçişi 15 dakika süren konvoyda kaç araba olduğunu saydı.

Reis’in içeride genç çifte ‘evet’ demelerinin değil ‘kabul ettim’ demelerinin daha isabetli olacağını söylediğini öğrendim. Kitap Fuarı’ndan ayrılmadan, ‘bene bak’ diye seslenip beni yanına çağıran kişinin bir sosyal medya fenomeni olduğunu öğrendim.

Fuarın kapısında emekli ikramiyesiyle bastırdığı kitabını dağıtmaya çalışan Yaşar Kayrakçı, bir yerel televizyona verdiği röportajla fenomen olmuş. İzleyeni çok olmuş da kimse yazdığı kitabı para verip almamış. İki üniversite bitirmiş Kayrakçı, kendi hayatını yazdığı kitaba da ‘Çifte Diplomalı Manyak’ adını vermiş. Kayrakçı, bana bunları anlatırken çevreden uyarıverdiler kendisini. ‘Diploma miploma karıştırıverme gari Yaşar. Bugün o gün değil. Sonra konuşuverin gari’ dediler. 

Anadolu’dan notlarım şimdilik bu kadar. Daha bu ay bitmeden Adana, Eskişehir, İzmir ve Antakya’ya da gideceğiz. Ankara, Van ve Diyarbakır’a da sözümüz var. Yani sizin oğlan gezip duru. Varsa bir diyeceğiniz ünleyiverin gari, gari de gari…

İRFAN DEĞİRMENCİ / BİRGÜN

ABD Suriye ve Irak’tan kesinlikle çekilmez - EROL MANİSALI

Böyle düşünenler, “ya örtülü Amerikancıdır” ya da küresel dengeleri göremeyen ve “günlük haberlerden” ileriye geçemeyen kişilerdir. Amerika’nın askeri, siyasi ve iktisadi olarak Suriye ve Irak’ı bırakmamasını gerektiren bölgesel ve küresel öğeler şunlardır: 

1) Amerika’nın terk etmesi demek Körfez, Türk boğazları (İstanbul-Çanakkale) ve Süveyş üçgenini en büyük rakipleri (ve düşmanları) Rusya ve Çin’e bırakması demektir. Özellikle Çin karşısında küresel boyutta gerileme içinde olan ABD’nin bunu göze alması intihar anlamına gelir. Ayrıca, diğer düşmanı İran da bölgede etkinliğini artırır. 
Zaten ABD Kuzey Suriye’de kurmakta olduğu dev askeri üs ile, Fransa ve İngiltere’ye de “bayrak göstererek”, bölgede İsrail ile birlikte kendi egemenliğini derinleştirmek istiyor. 
2) ABD (ve AB’nin) koçbaşı projesi, kendisinin ve İsrail’in emrinde bir büyük Kürdistan’ı gerçekleştirmek için Suriye ve Irak’ta “sürekli” kalması gerekir. Aksi halde Ankara, Tahran ve Şam buna izin vermez. Bu nedenle YPG (ve PYD’yi), Fransa ve İngiltere’yi de yanına alarak, askeri ve siyasi olarak destekliyor. Türkiye, İran ve Araplara karşı “gelecekteki en büyük kozu olarak görüyor”, tabii İsrail ile birlikte. 
3) Yarın İran’ı vurabilmesi ve parçalayabilmesi için Suriye ve Irak’ta güçlü bir askeri varlığının bulunması gerekir. Yalnız İran’a karşı değil, Türkiye’ye karşı da özellikle Kürdistan projesi için düşünebilecektir. FETÖ ile yapamadığını, YPG ve PKK ile birlikte yapma fırsatını kollayacaktır. 

AKP’nin Sünni boyutlu bölgesel dış politikalarını, “mezhep çatışmaları için kullanma olanaklarını” değerlendirmeye çalışacaktır. Suriye konusunda Ankara-Şam kavgası ile bunu başardı. 

ABD bundan sonra da, Suriye ve Irak’ta askeri ve siyasi varlığını, artırarak sürdürecektir.

Ankara, ABD ve Batı’yı gözden çıkarabilir mi? 
Bugün Erdoğan vitrinde kavga görüntüsü verse de mutfakta işler farklı yürümektedir; 
Ankara (ve Erdoğan) ABD (ve Batı) ile köprüleri tamamen atma olanaklarına kesinlikle sahip değildir. Buna neden olan, Ankara’yı (ve Erdoğan’ı) engelleyen koşullara gelince; 
1) Ekonomik olarak yaşadığımız çok olumsuz koşullar, dış ticaret açığı, dış borçlar ve dışarıdan sermaye gereği, Ankara, ABD (ve Batı) ile olan derin ve köklü ticari, mali, sınai ilişkiler tamamen daraltılamaz. Büyük ölçüde tek yanlı işlese de, “Batı ile iktisadi boyutta doğal bir entegrasyon oluşmuştur”. 
2) Batı ile yapılmış olan siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel “kurumsal anlaşmalar”, TSK’den üniversitelere ve iktisadi kurumlarımıza her alanda “bağlılık ve bağımlılık getirmiştir”. 
Ankara’daki ve Washington’daki siyasilerin günlük tribüne söyledikleri sözlerle, “fiili olarak 40’lı ve 50’li yıllardan beri derinleşerek oluşmuş yapılanmaları yokvarsayamazsınız”. 
3) Türkiye’nin,ABD tarafından PKK, YPG ve PYD’yi kullanarak ürettiği teröre” karşı girişmek zorunda bırakıldığımız askeri operasyonla yüz yüzeyiz. Karşımızda terör örgütlerini askeri ve siyasi olarak destekleyen ABD, Fransa ve İngiltere var. İran bile Suriye operasyonuna karşı, Putin YPG ile flörtünü sürdürüyor. Yunanistan, bunları fırsat bilip Ege adalarımızı işgale başlamış, askerlerini yığıyor. ABD Suriye sınırımızda Kürdistan için dev bir üs kuruyor. 

Bütün bu koşullar altında Ankara’nın ABD ve AB ile köprüleri atmaya ne lüksü ne de olanağı var. 

İçerde siyasal İslam üzerine oturtulmak istenen iktidarı, bu olumsuzlukların üstesinden gelme olanağına sahip değildir. Dış politikadan ekonomiye, fiilen yaşanmakta olan sonuçlar bunun kanıtıdır.

ABD Türkiye’yi ‘bırakır mı’? 
Üniter bir Türkiye’yi, ABD’nin dışlama olanağı yoktur. En başta belirttiğim, “ABD’nin bölgedeki kalış nedenlerini”, Türkiye’yi dışlayarak yürütemez. 

O zaman ABD için esas sorun, “nasıl bir Türkiye ile” için verilecek yanıtta yatıyor. 
Elinde Ankara’ya karşı sahip olduğu “kozları” kullanıp sıkıştırarak mı? Yoksa AKP (ve Erdoğan) ile işbirliği yaparak mı? Amerika’dan yükselen farklı seslerin bir nedeni de bu cevap arayışındaki kafa karışıklığından kaynaklanıyor.

Erol Manisalı / CUMHURİYET

9 Nisan 2018 Pazartesi

Korku militerleştirdi - TAYFUN ATAY

“Korkan insan korkutur. Korkutulan insan, korkutanın da korktuğunu kendi korkusundan ötürü fark edemez.” Psikiyatr Dr. Engin Geçtan (1932-2018)

Tayyip Erdoğan’ın yakın zaman önce sarf edip şimdi 180 derece karşıt bir söylem ve pratikle önümüze çıktığı o kadar çok sözü var ki... Diyeceksiniz ki siyaset zaten bu değil mi; Demirel’in ruhu şâd olsun: Dün dündür, bugün de bugün!.. 

Fakat böyle olduğu için dünkü siyasi, ideolojik, manevi, ahlaki ve vicdani duruştan nasıl hayret verici ölçüde tornistan edilip onu değilleyen bir noktaya gelindiyse yarın da bu noktadan vazgeçilmeyeceği garantisinin olmadığını biliyoruz. 

O yüzden dünün “anti-faşist” ve milliyetçi söyleme reddiyeci Erdoğan’ı nasıl gelip geçici olduysa bugünün Türkçü milliyetçiliği kimseye bırakmayan militarist mi militarist kamuflajlı Erdoğan’ı da gelip geçici olacaktır, şüpheniz olmasın!.. 

O dehşetengiz karizmadan geriye ne dindarlık, ne İslamlık, ne muhafazakârlık, ne milliyetçilik, ne de vatan, millet, devlet, bayrak retoriği, ama saf ve katışıksız bir arzu olarak “iktidar”, iktidara tutku ve aşk kalacak geriye. 

Elbette bir de korku. Yaşadığımız, maruz kaldığımız irili-ufaklı, büyüklü küçüklü, kendi coğrafyamızda, komşu coğrafyada yaşanan, ürpererek ve kaygıyla tanık olduğumuz bütün çatışmaların altında yatan, onları emziren bir korku. 

İktidar ve korku, daha doğrusu iktidardan düşme korkusu, dün ideolojik olarak kara dediğini bugün aklamaya, püripak saymaya götürebiliyor insanı. 


Şimdi bakın mesela, bugün 2019 “obsesyonu” ile can ciğer kuzu sarması olunan Devlet Bahçeli için 2010 yılında başbakanken ne diyormuş Tayyip Erdoğan:
“Evet, Sayın Bahçeli, biz faşizmi sizin kadar iyi bilmeyiz! Çünkü siz, hem teorisyenisiniz, hem bu işin pratisyenisiniz.” 

Sizce Erdoğan “İtalyan milliyetçiliği” anlamında bir faşizm mi kastediyordur burada?! Bilen bilir, 1970’lerde kendilerini “faşist” diye etiketleyen sol karşısında ülkücü cenahın tepkilerinden biri idi bu: “Faşizm, İtalyan milliyetçiliğidir; biz Türk milliyetçisiyiz.” 
Ha Ali Veli, ha Veli Ali diyenler olacaktır, ama uzatmak gereksiz. Tayyip Erdoğan, 2010 yılında Meclis’te bir kavga sonrası, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile girdiği polemik sürecinde sarf etti bu sözleri. 
O zamanki Erdoğan, “anti-nasyonalist” yani milliyetçilik-karşıtı idi. O zamanki Erdoğan, “askeri”liğin değil, “sivil”liğin temsilciliğine soyunmuş bir “pasifist” idi ve partisinin başında, “Kürt savaşı” karşısında, “Barış Süreci”ne giden yolda Bahçeli ile sarmaş dolaş değil kanlı bıçaklı idi. MHP lideri ona göre kendisi ile ittifak yapılacak “yunmuş yıkanmış” bir milliyetçi karakter değil, Güneydoğu’da akan kanla yıkanıp siyaset yapan bir “faşist” figürdü. 

Öyle ya, “Faşizmi sizin kadar iyi bilmeyiz; siz hem teorisyeni, hem pratisyenisiniz bu işin” lafzı, “faşist”lik atfından başka yere çekilebilecek anlama sahip mi?! 
O zamanki Erdoğan, “liberal” ve (kendi uyarısı ile) “Müslüman- demokrat” bile değil, “muhafazakâr-demokrat”, “anti-militarist” kamuflajlı bir liderdi. 
Şimdi ise militer-milliyetçi kamuflajlı bir lider. 

Hâlbuki milliyetçilik mevzubahis olduğunda Tayyip Erdoğan’ın içerisinden süzülüp çıktığı “İslamcılık cereyanı”nın ölçüsü bellidir: Milliyetçilik, “kavmiyet davası” denilerek dibe vurdurulur. 

Bunun en uç noktada veciz mi veciz, ağır mı ağır bir ifadesi, 20’nci yüzyıl başında İngiliz sömürgeciliğinden kurtulma mücadelesi veren Hindistan’da, olası bağımsızlık-sonrası Hindu çoğunluk içinde erimeme derdindeki Hint Müslümanlarının birinin ağzından çıkmıştır. Anadolu’da İstiklal Savaşı vermiş Mustafa Kemal’in Hilafet’i de üstlenip kendileri için bir kimliksel “istinatgâh” olması beklentisindeki Hint Hilafet Hareketi’nin önde gelen ismi, Muhammed Ali’den... 

Burada hemen şu notu düşelim: Bizim dinbaz iktidar destekli “Payitaht Abdülhamid” dizisinde Hamid döneminde bu Hint Müslümanlarına nasıl İngilizlere karşı yardımda bulunulduğuna ilişkin, tabii ki gerçekliği alabildiğine aşan, İslamcı motivasyonu en uca taşımış “fantastik” (hayali) bir kurgu da kotarılmıştır. 

Ama bakın, o Hint Müslümanlarından biri, içlerinden en önde geleni, Türk milli kimliği temelinde inşa edilmiş ulus-devlette Hilafet’in bir “dinselevrensel” kurum olduğu için (yani “tabiatı” itibarıyla) kaldırıldığını öğrendiğinde yıkılıp ne demiş: 
“Allah, insanı yarattı; Şeytan da milleti.” 

İşte İslami ve İslamcı zaviyeden (etnik anlamda) millete ve milliyetçiliğe bakış budur.
O yüzden biz hoşlanalım hoşlanmayalım o ayrı da siz İslam’ı ölçü alarak siyaset yapma iddiasındaysanız eğer, kavimden, milletten, Türklükten, milliyetçilikten dem vurmayacaksınız. 

Yok, ölçünüz İslam değil iktidarsa, eh o zaman faşizmi sizden çok daha iyi bilenlerin çayında demlenebilirsiniz tabii istediğiniz kadar...

Tayfun Atay / CUMHURİYET