22 Mayıs 2018 Salı

Türkiye’nin Selikoff’u - AYÇA SÖYLEMEZ

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, aklımda, annesinin cenazesine kelepçeli getirildiği fotoğrafıyla kaldı. Elleri çözülmedi, son sözlerini söyleyemedi çünkü jandarma konuşmasına izin vermedi. Ama yine de tüm inceliğiyle kendisiyle selamlaşan gazetecilere, “Emeğinize sağlık” demeyi ihmal etmedi.


Bugün itibariyle 102 gündür özgürlüğünden mahrum. Hayatı boyunca güçlünün değil, haklının yanında duran birçok muhalif gibi tutuklu.

Ordudan da okuldan da uzaklaştırıldı
1961 yılında Ordu’da öğretmen bir anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya geldi*, Gülhane Askeri Tıp Fakültesi’nde tıp diplomasını aldıktan sonra halk sağlığı alanında uzman oldu. Ardından Hacettepe Üniversitesi’nde epidemiyoloji alanında yan dal uzmanlığını tamamladı, GATA’da epidemiyoloji yardımcı doçentliğini ve halk sağlığı doçentliğini aldı.

1996’da bir şikâyet üzerine Gülhane’deki bir grup general ve albayla birlikte soruşturuldu. “Bunlar solcu” yaftasının ardından İstanbul’a sürüldü**. Açtığı davayı kazandı ama 1998’deki YAŞ kararıyla emekli edildi.

2002-2016 yılları arasında Kocaeli Üniversitesi’nde halk sağlığı profesörü olarak görev yaptı.

1 Eylül 2016’da yayınlanan 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle (KHK) üniversitelerden 2 bin 346 öğretim elemanı ihraç edildi. Kocaeli Üniversitesi’nden “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzaladıktan sonra ihraç edilen 19 akademisyenin arasında Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Hamzaoğlu da vardı.

İhraç sonrası açıklamalarında Kocaeli’ni terk etmeyeceklerini söylediler. Kocaeli Dayanışma Akademisi’ni (KODA) kurdular.

Hamzaoğlu, KODA’da verdiği dersle, Dilovası’ndaki araştırmasını anlattı. Ordudan atılmasının ardından devletle ikinci ‘ters düşüşü’, bu araştırmasını kamuoyuna açmasının ardından olmuştu.

Hamzaoğlu açık dersine, “Bilimsel bilginin sahibi toplumun kendisidir ve biz ‘Bu işler bizimle başladı’ demedik hiçbir zaman. Durumu önce kamuoyu ile ardından akademi ile paylaştık” diye başladı.

Dilovası ile organize sanayi bölgelerinin iç içe geçmiş durumda olduğunu söyledi: “Bölgede 1995-2004 yılları arasında 493 ölüm gerçekleşmiş. Bunun yüzde 32’si kanser vakası. Türkiye ve Dünya ortalamalarının çok çok üstünde. Bizlerin bu verileri paylaşması kimileri tarafından ‘Bu olayı neden bu kadar büyütüyorsunuz’ tepkisiyle karşılandı. Ama biz araştırmalarımıza devam ettik. İkinci araştırmamızda 100 ölümden 33’ünün kanser nedeniyle olduğu anlaşıldı. Ama sorun Dilovası ile sınırlı değil.”

O dönem Meclis Dilovası Araştırma Komisyonu da kuruldu ama Hamzaoğlu, komisyonun raporlarının da dikkate alınmadığını, fabrikaların daha da büyüdüğünü anlattı: “Komisyon; kapasite artışı engellenmeli, arıtma tesisi kurulmalı, izlem ve denetim düzenlenmeli dedi ama yeni fabrikalar kuruldu, kapasiteler arttırıldı. Doğaya ve insana rağmen sanayileşme yapıldı. Bunu paylaşmamak büyük bir sorumluluktu. Biz de paylaştık.”

Bebeklerin anne sütünden zehirlendiğini tespit edip paylaştığı için de soruşturmaya maruz kaldı.

Halkların Demokratik Kongresi’nin 2017’de eş sözcülük görevini üstlenen barış akademisyeni Hamzaoğlu, halen halk sağlığını düşünmenin bedelini ödüyor.

AYÇA SÖYLEMEZ / BİRGÜN

*Kaynak: onurhamzaoglunaozgurluk.org
**http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/597737/Prof._Dr._Onur_Hamzaoglu__Direnip_universiteye_donecegiz.html
• Hamzaoğlu, asbest yasaklamalarının kurucusu Doktor Irving Selikoff’a atıfla “Türkiye’nin Selikoff’u” olarak adlandırılıyor.

Kendini bulamayan parti: CHP - TURAN ESER

“İlkelerine bir kez olsun
ihanet eden insan, 
hayat ile olan saf ilişkisini yitirir.”
Andrei Tarkovski

Siyasette ilkeler, değerler, ahlak, erdem ve dava insanı olmak önemsizleşiyor.  “Devir eski devir değil” diyorlar, oysa ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen ilişkilerinde “eski devir” devam ediyor. Meclis siyaseti için dişe diş mücadele edenler yerine dirsek teması edenler, dik duranlar değil boyun eğenler, toplumsal karşılığı olanlar değil sanal karşılığı olan “ünlüler”makbul sayılıyor. 

Partiler ciddi siyasal kimlik krizi yaşıyor. Siyaset halkın davası yerine, parti merkezlerinin “sonuç alma siyaseti”üzerine kuruluyor. Emek, demokrasi, laiklik, barış mücadelesi için elbette vekil olma zorunluluğu yok. Zira milletvekilliğin ne bir hükmü ne de bir yaptırım gücü kaldı.

Yani TBMM nihai çözüm değil. TBMM’de olmayı, sokağın muhalefetine, halkın sözünü doğrundan söylemesine tercih etmek eksik olur. Hepimiz şunu biliyoruz; siyaset tutsaktır. Siyasetin sokakta demokratikleştirilmesi sağlanmadan, Meclis zemini etkisiz, vekillik hükümsüz kalır.

Çizildik ey halkım
CHP’ye başvuran 2 bin 319 vekil adayı arasından 600 milletvekili adayı belli oldu. Listenin mesajı net; “Solculara, Alevilere ve sol siyasete yer yok!”

CHP milletvekili adayları arasında kimler var?
Sağcılar.
Muhafazakârlar..
Konya’da Abdüllatif Şener.
“Şeriat isterim” diyen Altan Tan.
İyi Partililer.
Tüccarlar..
Yalakalar.
Yerini korumak için, sus pus kalarak her haltı edenler.
80 yaşında bedeni can derdinde olan Deniz Baykal’ın ruhu aday.

Kimler yok?
Solcular.
Sosyalistler.
Aleviler
Engelliler.
Gençler
Kadınlar.
Adalet isteyenler..
Laiklik isteyenler yok!
Mağdurların sesi olanlar yok.
Adliye saraylarında mağdurların, laiklik, demokrasi ve adalet için meydanlarda, cezaevlerindeki aydınların, gazetecilerin, akademisyenlerin ve siyasi tutukluların yanlarında olan İlhan Cihaner’ler, Melda Onur’lar yoklar.
Sivas Katliamı’nda yakılarak katledilenlerin çocuklarından Zeynep Altıok ve davanın avukatlarından Şenal Sarıhan ve Necati Yılmaz yok. Ama Sivas Katliamı’nda “Gazanız mübarek olsun” diyen Temel Karamollaoğlu kontenjanları var.

Yoklar neden yok?
Yoklar, yani çizilenler, gerek CHP içinde, gerekse Meclis çalışmaları sırasında yan yan gelmeyi başaramadılar. Her biri kendi statüsünü korumaya ve bireysel var olmayı tercih ettiler. CHP içinde ve Meclis içinde sol bir platform kurmadılar. Şimdi “ah vah” etmenin de kimseye faydası yok. Artık üzülmeye gerek de yok. Sokaktaki muhalefetin “çizilenlere” ihtiyacı var.

CHP neden krizde?
CHP, “sosyal demokrat parti” olmak, kendisini bulmak, ilkeli ve siyasal programı hedefi yerine, sağın, milliyetçiliğin, muhafazakârlığın, dinciliğin ideolojik ve fiziksel döküntüleriyle iktidara yürüme rüyasından uyanmadığı için krizdedir. 

CHP kurmayı, solcuları ve Alevileri “yok” sayıp, yerine sağcıları, muhafazakârları ve “şeriat isterim” diyenlerle “var” olma stratejisiyle, AKP-MHP blokunu, bu blokun çakmasıyla birlikte aşacağını sanmaktan kurtulamadığı için krizdedir. CHP’nin AKP’ye yönelik “tek adam” eleştirisi, inandırıcılığını yitirmiştir. 

Çünkü CHP halkın iradesini çizmiştir! CHP listelerinde çizilenler, ön seçimlerde halkın iradesiyle seçilmiş adaylardı. Halkla doğrudan ilişki ve muhabbet içinde olanlar yerine, CHP seçmenleriyle zerre ilişkisi olmayan adayların tercih edilmesi, krizin başka nedenidir. 

CHP’nin diğer bir sorunu, parti içindeki sağcı ve mezhepçi kliğin yaptırım gücüne sahip olmasıdır. Sağcı klik solcuları, mezhepçi klik de “CHP’yi Aleviler ele geçiriyor” algısıyla, Alevileri budadılar. Dolaysıyla halkın ön seçim iradesini yok saydılar.

CHP siyaset ve dava insanı üretemiyor. Siyaseti, hikâyesi ve dava hareketi olmayınca, kendisi olanların hikayesine figüran olmayı siyaset sanıyor.
İyi Parti kendi yüzde 8’i, Saadet Partisi kendi yüzde 3’ü üzerinde kendi sosyolojisinin siyasal hikâyesini inşa ederken, CHP kendi yüzde 25’i üzerinde siyaset zemini yaratamıyor. Kendi sol hikâyesini oluşturacak ideolojik kimliğini inşa edemiyor. 

CHP, önemli bir süreçte umut olma fırsatını elinin tersiyle bir kenara atmıştır. Gezi, 7 Haziran, HAYIR, Adalet sürecinde açığa çıkan tüm toplumsal muhalefet dinamiklerini kucaklayan siyaseti halka açmayı beceremiyor. Koltuklarını korumak için, halk yerine krizle yaşamayı tercih eden siyaseti tercih ediyorlar.

Özetle;
CHP listesi, hem halkın beklentilerini karşılamaktan hem de iktidar bloku karşısında mevzi kazanmaktan uzaktır. CHP değişimin adresi olma iddasını kaybetmiştir.

25 Haziran sonrasına yeni bir sol kitle partisine duyulan ihtiyacı açığa çıkarmıştır. Önümüzdeki süreç “yeni arayışları” ve siyasal “ birleşmeleri” ve hatta yeni bir SHP neden olmasın sorularını gündeme alabilecek gibi görünüyor.

Yani seçimler sonrası süreç, siyasal alanda yeni yapılanma, tartışma ve birleşme ve arayışlara kapı aralıyor. Bakalım kapıları kimler açacak?
Sonuç ortada ve üzülmeye gerek yok. 

CHP’de birleşemeyenler için, parlamento dışı mücadele zeminleri birleşik mücadeleye imkân veriyor.

Turan Eser / BİRGÜN

Denklem yine değişecek - ÇİĞDEM TOKER

OHAL rejimi altında alınan dayatma erken seçime dönük hazırlıkları, çok sıkışık bir takvim altında sürüyor. 

34 gün kala listeler açıklandı. Bunun en önemli yararı, listeler ve etrafında yükselen tartışmalar sayesinde, 24 Haziran’da yalnızca Cumhurbaşkanı değil, parlamento seçimlerinin de yapılacağının altı çizilmiş oldu. 

CHP’nin milletvekili aday listeleri büyük tartışma doğurdu. Geceden bu yana anamuhalefet partisi aday listelerinin yol açtığı hayal kırıklığı konuşuluyor. 
Bu tartışmada, yani hayal kırıklığı denildiğinde gelen tepkilerden biri de “Ne yani milletvekilliği ömür boyu sürecek meslek mi? Biraz da başkaları yapmasın mı” oluyor. Şüphesiz öyle. Milletvekilliği bir meslek değil, başı sonu belli, süreli bir temsil görevi. 
Fakat milletvekilliğini hayat boyu sürdürülecek konforlu bir pozisyon olarak görenlerin ve tüm yaşam enerjilerini, varoluşlarını buna adayan kişilerin sayısı hiç az değil.

***
CHP aday listelerinin başlattığı tartışma, yaşadığımız baskı dönemi dolayısıyla, tek tek bireysel hayal kırıklıklarının ötesine geçen bir toplumsal kırılmaya karşılık gelecek gibi görünüyor. 

Yargıdan eğitime, ekonomiden halk sağlığına, çevreden kamu bürokrasisine toplumsal yaşamın her alanında sistem bozulmuş, nepotizm (akraba, eş dost kayırmacılığı) doğallaşmış, bunca sorun ve yıkım üretirken, ana muhalefet partisinin 600 milletvekili için belirlediği aday listeleri, heyecan ve umut vermediği gibi, haksızlık duygusunu yeniden üretiyor.

Özellikle baskının, adaletsizliğin, sömürünün daha görünür olduğu alanlarda; adliyelerde, hastanelerde, madenlerde, aktif bir tutum sergileyen, bir anlamda sokağın sesi olan milletvekillerinin liste dışı kalması, işte bu genel fotoğraf nedeniyle sorunlu. 
(Gündelik hayatının neredeyse tamamını, adeta zorunlu bir mesai gibi adliyelerde gazetecilerin davalarını izleyerek ve seslerini duyurarak geçiren Barış Yarkadaş’ın liste dışı kalması, bizler açısından gür bir sesin azalması anlamına geliyor.) 

Kadın adayların, gençlerin sayıca azlığı, seçilme şansı yüksek yerlere konulmamaları ise kadınlara ve gençlere değer söyleminin lafta kaldığını kanıtlıyor.

***
CHP’nin bu listeler ile iktidara güçlü bir alternatif olduğu mesajını vermiyor. Yılgınlığı umuda dönüştürecek güçlü bir çıkış yerine, birinci öncelik buymuş gibi kadro dengesinin gözetildiği bir tercih kullandığı görülüyor. 

CHP’nin İYİ Parti’ye hayat öpücüğü sayılabilecek 15 milletvekili desteği sadece olumlu karşılanmakta kalmayıp, siyasal ve toplumsal gelecek açısından kritik bir hamleydi. 
Ne var ki ana muhalefet partisi, demokratik kültürün bütünü için yaydığı bu umudu, kendi seçmen tabanı açısından verememiş görünüyor. 

Bu tercihin toplumsal beklentilerin gerçekten uzağına düşüp düşmediğini, nasıl bir cevapla karşılanacağını görmek için fazla bir zaman kalmadı. 
Görünen, neredeyse her hafta farklı bir dinamikle değişen siyasi denklemin, daha çok gelişmelere açık olduğudur.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Venizelos - Atatürk - Nobel! - ÖZGEN ACAR

Yunanistan’da “megalo idea (büyük ülkü)” siyasasının savunucusu Eleftherios Kyriakou Venizelos, 1915’te İzmir’i işgal ettirdi. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Osmanlı ile 1920  Sevr Antlaşması’nı imzalayanlar arasında Venizelos da vardı. 

9 Eylül’de Mustafa Kemal’in ordusu Yunanları İzmir’den kovaladı. Venizelos, 24 Temmuz 1923’te İsmet İnönü ile Lozan Antlaşmas’ını imzalamak zorunda kaldı. Venizelos 1930’da geldiği Ankara’da Atatürk’ün konuğu olurken  “Dostluk Antlaşması’nı”  imzaladı.

Atina’da “Venizelos Vakfı’nın” arşivinde, 12 Ocak 1934’te Fransızca yazılmış bir belge buldum. Belgede Venizelos, Atatürk’ün “Nobel Barış Ödülü’ne” adaylığını öneriyordu. Atina’daki Norveç Büyükelçiliği aracılığı ile belgenin doğruluğunu da saptadım.   “Atatürk’ün 100. doğum yıldönümünde” açıkladığım mektup şöyle (*):
“Sayın Başkan,
Yedi yüzyıla yakın bir süre boyunca tüm Yakındoğu ve Orta Avrupa’nın büyük bir bölümü, yankıları çok daha geniş olan savaşlara sahne olmuştur. Osmanlıİmparatorluğu ve sultanlarının mutlakiyetçi rejimi, bunun başlıca nedenini teşkil etmiştir.
Hıristiyan halklarının dayanılmaz bir baskı boyunduruğuna tabi kılınması, bunun doğal sonucu olarak haç’ı ay’a karşı çıkaran dini savaşlar, özgürlüklerini isteyen bütün bu halkların ardı ardına gelen ayaklanmaları, sultanların Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki etkilerinin devam ettiği sürece, aralıksız birtehlike kaynağı olarak ortaya çıkan bu durumu yaratmıştır.
Mustafa Kemal Paşa’nın ulusal hareketinin hasımlarına karşı 1922 yılındaki zaferinden sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, gelecekte barış için yeni ve vahim tehlikeler ortaya çıkaracak bu hoşgörüden yoksun ve istikrarsız bu duruma kesin biçimde son vermiştir.
Gerçekten, bir ulusun yaşamında bu kadar kısa bir süre içinde bu derece köklü bir değişim ender gerçekleştirilmiştir.
Hukuk ve din kavramlarının karıştırıldığı teokratik (dinsel) bir rejim altında, çökmekte olan bir imparatorluğun yerini ulusal, modern canlılık ve hayatla dolu bir devlet almıştır.
Büyük reformcu Mustafa Kemal Paşa’nın itici gücüyle sultanların mutlakiyetçi rejimi kaldırılmış ve devlet açıkça laik olmuştur. Ulus, tümüyle ve haklı olarak ihtiraslı biçimde uygar ulusların öncüleri arasında yer almak üzere gelişmeye doğru atılımda bulunmuştur.
Ayrıca, barışın güçlendirilmesi hareketi, belirgin biçimde etnik, modern Türk devletine bugünkü görünümünü sağlayan iç reformlarla birlikte sürdürülmüştür.
Gerçekten, etnik ve siyasal sınırlarından açıkça memnun Türkiye, komşularıyla tüm toprak sorunlarını çözümlemiş ve böylece Yakındoğu’da barışın temel direği olmuştur.
Husumet içinde geçen uzun yüzyıllar boyunca Türkiye ile kanlı savaşlarısürdürmüş biz Yunanlar, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini alan bu ülkedeki köklü değişikliğim etkilerini ilk olarak duyabilme fırsatını elde ettik.
Küçük Asya Felaketinin hemen ertesinde, savaştan bir ulusal devlet olarak çıkmış ve yeniden sağlığına kavuşmuş Türkiye ile anlaşma olanağını görerek, ona elimizi uzattık ve o da bunu içtenlikle kabul etti ve sıktı.
Barış arzusunu besledikleri takdirde, en tehlikeli anlaşmazlıkların ayırdığı halklar arasında anlaşma olanağı için bir örnek oluşturacak bu yakınlaşmadan ilgili iki ülke için olduğu kadar Yakındoğu’da barış düzeninin korunması içinde yalnızca olumlu sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
İşte! Barış sorununa bu değerli katkıyı sağlayan kişi Türkiye Cumhuriyeti Başkanı Mustafa Kemal Paşa’dır.
Yakındoğu’da, barış yolunda yeni bir çağ açan Yunan - Türk anlaşmasının imzalandığı dönemde, 1930 yılındaki Yunan hükümetinin başkanı kimliğiyle, şimdi Nobel Barış Ödülü Komitesi’nin seçkin üyeleri önünde Mustafa Kemal Paşa’nın adaylığını bu onur ödülüne layık olarak önermekten şeref duymaktayım.
En derin saygılarımın kabulünü rica ederim Sayın Başkan.
Saygılarımla, 
Eleftherios Kyriakou Venizelos”


***

Bu olayların simgelerinden biri de, 1956’da mezun olduğum İzmir Atatürk Lisesi’dir. Ne var ki AKP Reis’i Umumisi’nin oğlunun Türkiye Gençlik Vakfı (TÜKVA), “Medeniyet ve Değerler Protokolü” kapsamında “dini eğitim yapması” için görevlendirildi! (**)
Son olarak da haddini bilmez Müdür, “mezuniyet balosunda”    öğrencilerin  “Onuncu Yıl” ve “İzmir” marşlarını söylemelerini engelledi, görevden alındı!

***

AKP Reis-i Umumisi, Venizelos’un 84. yıl önceki şu sözlerini makam odasına asmalıdır:
“Hukuk ve din kavramlarının karıştırıldığı dinsel bir rejim altında, çökmekte olan bir imparatorluğun yerini ulusal, modern canlılık ve hayatla dolu bir devlet almıştır!” 
(*) 20 Mayıs 1981 Milliyet - (**) 8 Ağustos 2017 Cumhuriyet

Özgen Acar / CUMHURİYET

Ankara'yı b..k götürüyor beyler!.. - Ahmet TAKAN

Türkiye'nin fiziki coğrafya haritalarına bakarsanız, Ankara'da deniz yok. Ancak biz Angaralılar için sıkıntı değil!.. Şöyle dolu dolu 15 dakika yağması yetiyor. Başkent sahil şehri oluveriyor. Botlarla gezmeye çıkanları mı ararsınız... Dip balıkçılığı yapan dalgıçları mı... Tek tek alt geçit koylarının dolaşılıp yüzme molalarının verildiği o şarkılı türkülü göbek atmalı tekne turları var ya... Tadını doyum olmuyor!..

Kafayı yemedim be birader!.. AKP'li Melih Gökçek'in Ankara'ya getirip miras bıraktığı denizden haberiniz yok mu?.. O zaman, önceki gün (Pazar) başkentte yapılan plaj voleybolu turnuvasının görüntülerine internetten bir zahmet bakıverin... O görüntülerden size koku gelmiyor değil mi ?.. Pis lağım kokusu... Pazar günü, yağmur dindikten sonra bürodan çıkıp aracımla giderken geçtiğim her sokakta, her caddede rögar kapaklarından fışkıran sulardan ağır bir lağım kokusu tüm şehri sarmıştı. Adeta mezbelelik olmuştu başkent Ankara. AKP zihniyetinin dinozorlara, maket kapılara, uyduruk parklara yatırım  yaptığı başkentin alt yapısı "artık ben iflas ettim. Canını seven kaçsın bu şehirden" diye feryat ediyordu!..


Abartmıyorum... Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan'dan teknik bilgi istedim. Bakın neler anlattı;
"Her yer betonlaştı. Kentsel politikalarda Ankara'nın çok önemli bir alt yapı sorunu var. Ankara'da kanalizasyon sistemi alt yapısı ayrık sistem değil bir çok bölgede. Yani temiz su ile kanalizasyon ayrı ayrı toplanmıyor, yani yağmur suyu ile kar suyu da kanalizasyona katılıyor bir çok yerde. Dolayısıyla alt yapı buna uygun olarak şekillenmediği için de zaten betonlaşmış su gidecek yer bulamıyor ve dolayısıyla sistem de ayrık değil. Özellikle kent merkezlerinin olduğu noktalarda bir anda kanalizasyonla birleşerek aslında olay patlıyor merkezlerde.

Ankara'da 'sarı su' diyorlar Akay Kavşağı'nın olduğu yerde. O sarı suyun muhtemelen kanalizasyon suyu olduğu herkes tarafından biliniyor. Bu ilerleyen süreçlerde bir de yoğun kentleşme, yoğun nüfus artışı bunların hepsi plansız oluyor. Bu plansızlıkla birlikte aslında altyapı bunu kaldıramıyor. Biz bunu defalarca kez söyledik. Etlik Şehir Hastanesi, Bilkent Şehir Hastanesi ile birlikte tamamıyla bütün sistemi, hastane sistemini Bilkent'e topladılar. Orasının altyapısı kanalizasyon sistemi kaldırmayacak diyoruz. Çünkü biliyorsunuz kanalizasyon patladı orasının çok büyük sorunu var. Şimdi siz, 1 buçuk milyon metrekarelik bir alan sürekli sirküle olan Ankara'nın bütün hasta yoğunluğunun büyük bir bölümünü oraya taşıyan bir sistem kurduğunuzda altyapı kaldırmayacak orayı da ve orası da betonlaştığı için kanalizasyon basacak Ankara'yı diyoruz. Ve bunların hepsi aslında kentleşme politikalarının bilimsel planlama ve şehircilik esaslarına aykırı uygulanmasından kaynaklı. Bütün o yağmurda, bütün yolların, alanların su basmasının nedeni sonuçta dere yatağında yol bulmaya çalışıyor su kendisine. Birlik Mahallesi'nde Büyükesat Vadisini tamamen yapılaşmaya açtılar, dolgu alanlarını ve vadinin tabanına yol yaptılar. Önceki gün, vadinin tabanındaki yol, dere yatağı gitti bütün çakılları taşları toplamış yolun tam ortasına koymuş ve yol kapalıydı, kullanılamıyordu.

DSİ'nin yerini AVM aldı...
Tunalı Hilmi'de, Kavaklıdere'de baktığınızda bütün derelerin aslında coğrafyanın kendi doğallığını bozdular. Topoğrafyayı değiştirdiler. Ankara'nın topoğrafyasını bilemiyorsunuz. İmar yönetmelikleriyle kanunlarla birlikte doğal bir şehri de göremediğiniz için İmrahor Vadisi'nde Simpaş gibi büyük bir heyüla yaptılar. Tam heyelan bölgesinde ki ve İmrahor Vadisi aslında 1957'li yıllardan bu yana çok büyük sel felaketlerinin olduğu bir kent. Ankara ve İmrahor Vadisi de taşkın önleme bölgesi olarak belirlenmiş hatta tam Türközü'nün çıktığı yerde DSİ'nin kapanları var. Buralarda sel felaketlerinin önlenmesi için. En son DSİ'nin binasının olduğu, aslında tam da o sel afet durumlarında müdahale edilebilecek alanın olduğu yerde şu anda DSİ taşınmış durumda Söğüt İnşaat orada alışveriş merkezi yapıyor bir anda. En önemli müdahale edilebilecek sel durumlarında hem Mamak, hem Seyranbağları hem Türközü ve İmrahor Vadisi ile bağlantılı çok stratejik noktada bulunan DSİ'nin taşkın önleme binasının alanı Söğüt İnşaat'a verilmiş durumda ve AVM yapıyor.

Bütün bunlara baktığınızda rant ekonomisi üzerinden yürüyen bir kentleşme ve kamu kaynaklarının da Ankapark gibi israf parkı, Gökkuşağı gibi Demir Kafes gibi Giriş Kapıları gibi gerçekten israf edilen projelere harcanması ile birlikte fantezi projeleri alt yapıya herhangi bir şey ayrılamamış. Bu bir miktar akıl dışı, bilim dışı bir uygulama olarak görülüyor..

Her yağmurdan sonra bütün alt geçitlerin hepsi su doluyor. Dalgıçlar gidiyor, insanlar çıkamıyor. Bu alt geçit-üst geçit mevzularının hepsi de Gökçek'in ürünü. Gökçek'in bu kente verdiği zararı peyderpey çekiyoruz ve daha da çekeceğiz. Mesela trafik kilitlenecek, yürüyemez duruma geleceğiz, nefes alamayacağız. Ankara'nın hava kirliliği artacak. Bunların hepsi aslında uygulanan kentsel politikaların zamana yayılı sonuçları olarak karşımıza çıkacak. Ama kendisi hâlâ yargılanmadı köşesinde rahat rahat oturuyor."

Tezcan Karakuş Candan, zararları olan insanlar için büyükşehir belediyesine tazminat davası açabileceklerini de sözlerine ekledi.


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

21 Mayıs 2018 Pazartesi

İnsan insan - Ayşe Şule Süzük

İnsan olarak yaşamımızda anımsanacak bazı günler var. Yaşantılarımıza dönüp baktığımızda pek de çok olmadıklarını görüyoruz değil mi? Hani bazen bir film şeridi gibi geçti denen cinsinden bazı ışıltılı anlar kimi kez de kara bulutlarla çevrili karanlık günler. Böyle böyle geçen günler, böyle böyle akan ömür.
  
Bir dost hatırlattı. 9 yıl olmuş. Az zaman değil. Türkân Saylan’ın cenazesine katıldığımız. Detayları düşündükçe açığa çıkan, bugüne gelen, acı veren. Katmanlı, pek çok anlamlı, hüzünlü, öfkeli. Söylenmemiş sözlerin içimizi doldurduğu. Bir uzun yürüyüşle son yolculuğuna eşlik etmenin ağırlığı. Simgesel. Omuzlarda taşınan, toprağa verilecek olan…
Neydi hakikaten o gün yüreklerimizden söküp çıkararak toprağa emanet ettiğimiz? Cumhuriyet mi? Aydınlanma düşü mü yarım kalmış? Kız çocuklarının okuması ve hayatlarında seçenekleri olan bireylere dönüşme ihtimali mi? Eğitimin Türkiye tarihinde olmadığı kadar dinselleştirilmesinin önündeki tüm bariyerlerin son hızla kaldırılması mı? Bilim düşmanlığından kadın düşmanlığına uzanan yolda “kullaştırma” operasyonunun dizginlerinden boşanmış gibi dört bir koldan yapılması mı? Lepranın, nam-ı diğer yoksulluğun ve perişanlığın kâbus hastalığı cüzzamın, üstüne üstüne gitmesi mi korkmadan?  Ama korkuttu. Birilerini fena halde korkuttu. Korkutur. Çünkü tıpkı Aziz Nesin’in ve pek çok yüz akı aydınımızın dediğini dedi Türkân Saylan.

Ne diyor?  Aziz Nesin’in dediğini… Evet, bir borçtan söz ediyor. Sorumluluktan. “Bu ülkede üniversite bitirip meslek sahibi olan her kadının Cumhuriyet’e borcu var.”diyor. Aziz Nesin de derdi. Darüşşafaka’da parasız yatılı okumasının yükünü hep taşıdı. Hayatının sonuna kadar, bu halka borcunu ödeme telaşındaydı Nesin, Saylan gibi. “Borç ödenmesi”ne alışık değillerdir ülkemizin her şeye alacaklı olan tayfası. Talancıdırlar, yalancı dolancıdırlar. Korkarlar böyle aydından. Rahatsız olurlar. Bin bir kara çalarlar.
“Anadolu’da cüzzam hastalarının perişan durumda olan çocuklarını okutmaya, onlara okul, burs bulmaya çalışıyordum. Çoğu Kürt kökenli, kırsal alan kökenliydiler. O zaman bazı insanlar bana, ‘Hoca Hanım bu çocukları neden okutuyorsunuz, bunlar büyüyüp bize silah çekecek’ derlerdi. ‘Hayır, onlar okuyup öğretmen olacak, doktor olacak, bu bölgelere hizmet götürecek, bu insanları aydınlatacak. Asıl okumadıkları, bilmedikleri için terörist oluyorlar.” diye yanıtlar, bu önyargılara üzülürdüm…”

Dedim ya, Türkân Saylan’ı uğurlayalı tam 9 yıl olmuş. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve yoksul kız çocukları öksüz kaldı. Öksüzlükleri devam ediyor. Kız çocuklarının okuma oranları gün geçtikçe düşüyor. Çocuk evliliklerinin önü açılıyor. Cehalet alkışlandıkça kıvamlanıyor, coşuyor, taşıyor.

Günler günleri kovalıyor. Anımsanacak günlerle olaylarla yol alıyor ömürler. Yazımı yazarken 18 Mayıs 2009’a Türkân Saylan’ın ölümüne dair o günün basınına bakarken “dostun attığı gül” dehşetli yaralıyor, öfkelendiriyor beni. Yazarı değil ama, yazının çıktığı gazete mideme kramplar salıyor. Melih Altınok’un Birgün Gazetesi’ndeki 19 Mayıs 2009 tarihli yazısı. Dediğim gibi yazarı şaşırtmıyor, sonra Taraf’a geçecektir. Şimdilerde nerededir diye merak edenler bakabilir önemli de değil. Ancak yazı ve yazıya yer verilen platform o günlerin havasını anlamak açısından tarihsel bir belge niteliği taşıyor. Cehenneme giden yolların nasıl nasıl nasıl döşendiğini ibretlik gösteriyor.

Melih Altınok (Amman Metin Altıok’la zinhar karıştırmayın) “Her vesileyi Ergenekon sanıklarının savunmasında kullananların, Türkân Saylan’ın ölümünü ve de cenazesini çeşitli provokasyonlara zemin hazırlayacak bir propaganda malzemesi olarak kullanabileceklerini” söylüyor.  “ Türkan Saylan altın da biz tunç muyuz” diye soruyor.
Devam ediyor:
“Kaldı ki ulusalcılar, toplumun bir kesimdeki Ergenekon körlüğünü yaygınlaştırmak için ölüleri de dirileri de fütursuzca kullanıyorlar. Türkan Saylan’ın Ergenekon soruşturması kapsamında yasalara uygun olarak evinin aranması üzerine koparılan fırtınayı anımsayın.”
Cenaze konvoyu, devasa kalabalık üzgün, yorgun, mutsuz ama alabildiğine öfkeli adımlarla Lütfi Kırdar’dan Teşvikiye Camisi’ne oradan da Zincirlikuyu Mezarlığı’na ağır ağır akıyor. Tam 9 yıl önce. 19 Mayıs 2009’da…


Hamiş:  Aşağıdaki bağlantılara göz atmayı unutmayınız. Pek ibretliktir. Biri Türkan Saylan’ın 1999’da Siyaset Meydanı’nda yaptığı Fetö’nün örgütlenme yollarına dair çok önemli konuşma diğeri ise malum köşe yazısı…

 Ayşe Şule Süzük / SOL

‘Allah ruhumu diğer bedene koymuş Hocam!’ - TAYFUN ATAY

Nihat Hatipoğlu Hoca ile bir hukukumuz var. Nazik ve “medeni” bir insandır. 

Karşımıza “televaiz” olarak ilk çıkmaya başladığı yıllarda ben kendisini “bir seküler İslam figürü” olarak nitelendirmiştim. Yazım için arayıp teşekkür etmiştir. 

Kendisinin bu seneki Ramazan “ödeme”sini bilmiyoruz. Önceki yıllarda etrafta dolaşan 600 bin rakamı, dövizdeki tırmanma sonucu ne olmuştur meçhul. Tabii “Allah bilir” de diyemiyoruz; Allah değil “Sektör” bilir!.. 


Büyük harfle yazdım “Sektör”ü, çünkü hep zikrediyoruz ya Marx’ın sözünü; kapitalizmde mabet, “pazar”dır. Öyle olduğu içindir ki Allah da “Sektör”le yer değiştirir. Bütün bunların olup bittiği yer ve zamanda da “dinsel duyu”nun veya dini duyumsamanın alabildiğine dünyevileştiği, yani sekülerleştiği bir iklim kaçınılmazdır. Sanki alabildiğine dindarlaşılıyor  gibi bir görüntü olsa da aslında alabildiğine dünyevileşilmektedir. 
Bu bakımdan “insan evreninin en ‘seküler’ yaratığı” olan televizyon dolayımıyla dinin bir popüler kültür metaı haline gelişine yaptığı katkı ile Nihat Hatipoğlu hocamızın oynadığı rol de yabana atılamaz. 

En son Sultanahmet Meydanı’nda canlı yayınlanan Ramazan programında hayli zor bir soruya muhatap oldu o... Eline mikrofonu alan kadın damardan girdi: “Doğuştan bayan olarak gelmişim Hocam, ama kendimi erkek görüyorumda bunu nasıl yapıcam yani, erkek hissediyorum, bunun tedavisi var mı, bayanlardan hoşlanıyorum...” 


Bu türden sorulara standart İslâmî yaklaşım, homurtular eşliğinde “Lût Kavmi”  hatırlatması ve onun lânetlenmiş olmasıdır. Ama yıllardır da bu ülkede yaşananlar; özellikle LGBTİ kültürün mücadelesi ve toplumda kendisine çırpına çırpına açtığı alan, artık bu lafzı o kadar kolayından üretmeye el vermiyor. Hatipoğlu Hoca da karşısında lezbiyen yönelimli (belki ileride kadından erkeğe trans operasyon seçeneğini de değerlendirebilecek) aynı zamanda belli ki inançlı bir Müslüman olarak duran kadına bunları söylemiyor. “Bak, Lût Kavmi helâk oldu” yerine “Biz sizi kınamıyoruz”   diyor.  “Lânetlisin” demek yerine “Biz sizi anlıyoruz” da diyor. Meydandakilerin yükselen tepkisini de “Arkadaşlar bu tür sorular olacak, hepimiz bu toplumun bir parçasıyız, her türlü insanımız olabilir, biz hepsini anlayışla karşılayacağız” diyerek göğüslüyor.
 
Dahası işi dinin, yani teolojinin alanından çıkarıp bilimin yani “psikoloji”nin alanına devrediyor; “Bu psikolojik bir olaydır” diyerek. (Eşcinsel yönelimin psikolojiye havalesi de ayrı bir sorun olmakla birlikte burada bunun üzerinde durmayalım şimdilik!) 
Böyle yapınca, yani din-dışı bir insan pratiğinin (psikoloji) bu konuda daha etkin ve de yetkin olduğunu belirttiği noktada İslam adına “din her şeydir”, “din hayattır” lafzı üzerinden yaygın, kuşatıcı ve “totalleştirici” tavrın dışına çıkıyor; göreli olarak (kendisi farkında ya da değil) “seküler” bir pozisyon alıyor. 

Ama tabii onun da bir “haddi” var. Sonrasında dedikleri, çok ama çok sorunlu!..  “Duygularınıza hâkim olmanız gerekir; bazı duygular insana rağmen gelişir;bazı duygular bir imtihan gereği olabilir, onun için mücadele etmen gerekir; nefsine değil, inancına ve aklına teslim olman daha doğru olur” diyor kadına... Israrla gelen “Ama Hocam, biri bana bayan derken çok zoruma gidiyor; çokilgim var bayanlara” sözleri karşısında da son noktayı “Size dua edeceğiz inşallah” diye koyuyor. 

Kendisiyle hukukumuza sığınarak söyleyelim: Valla Hocam, kusura bakma da bu kadın, “nefsine teslim olmama” hususunda sen dua ederken ya da ezan okunurken o meydanda cep telefonlarıyla ağızları kulaklarında selfi yapanları cebinden çıkarır! 


Ayrıca bak, birkaç yıl önce samimi bir dindar Müslüman da olan trans bir kadınla söyleşi yaptığımda anlatmıştı, ekmek parası için seks işçiliği yaptığı dönemde kendisiyle gizli gizli ilişki kuran nice dindar muhafazakâr, hatta bir de cami hocası olduğunu... Hem de gayet “empati” yüklü, “Neden olmasın, cami hocası da insan değil mi; erkek değil mi; onun da istek ve arzuları yok mu” diyerek... 

İşte Hocam, bu trans kadın da, meydanda senin karşına çıkan da hem nefse hâkimiyet, hem de inanca ve akla teslimiyet hususunda ortalıkta Müslüman diye dolaşan nicelerini cebinden çıkarırlar, emin ol!.. 

Niyazım o ki gün gelir “Allah bedensel olarak öyle ruhsal olarak böyle; fizikselolarak öyle duygusal olarak böyle yaratmış; biz de böyle kabul edelim, sevelim ve birlikte yaşayalım” deme noktasına gelmeye de din adına sen öncülük yaparsın! Âmin!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Sular çekilince... - Ergin Yıldızoğlu

Günümüzün en deneyimli spekülatörlerinden W. Buffet’in deyimiyle “Sular çekilince denize kimin donsuz girdiği ortaya çıkar”. Şimdi sular çekiliyor ve AKP rejiminin ülkeyi derin bir resesyonun, borç krizinin eşiğine getirdiği görülüyor. 

Geçen 10 yıl içinde, çevre ülkeleri, merkez ülkelerin küresel finans sisteminin çöküşünü engellemek için başlattıkları düşük faiz, 12-13 trilyon dolar parasal genişleme politikalarının yarattığı ucuz ve bol kredi dalgasından yararlandılar. 

O Merkez Bankaları, şimdi bu genişleme politikasını terk ediyor. ABD’nin, yükselen güçlerin basıncına, hegemonyasının gerileme sürecine uyum sağlama zorluğunun uluslararası alanda yarattığı riskler artıyor. Bu iki etkene bağlı olarak, dolar değerleniyor, ticaret savaşları başlıyor, petrol fiyatları yükseliyor.

Ortaya çıkanlar 
“Yükselen piyasaların” 
yararlandığı dalga geri çekilirken, bu “denize” kimlerin donsuz girdiği ortaya çıkıyor. Listenin başında Arjantin ve AKP Türkiye’si var. Arjantin önlem almaya başladı. AKP rejimi yine realiteden kaçma çabasında! 

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın rejimi altında Türkiye ekonomisinin, borçlanarak büyüme sarmalı ivme kazandı. Devlet, daha önemlisi özel sektör borçları hızla arttı, cari açık büyüdü. Şimdi ucuz, bol kredi dalgası geri çekilirken, siyasal İslamın “ahbap çavuş kapitalizmi” (borçlan, rant yarat, yandaşlarla paylaş, kimi projeleri gelirlerinin kapasitesinin çok üstünden garanti et, faizleri ve piyasa sinyallerini bastır) modelinin gerçeği de ortaya döküldü. 

Türk Lirası’nın kaybı ocak başından bu yana yüzde 20’yi geçti. Ocak sonundan bu yana borsa yaklaşık yüzde 15 geriledi. Enflasyon hızlanıyor. The Economist bu hafta yorumunda Türkiye’yi “reytingi çöp derecesine düşen yükselen piyasa” olarak niteliyordu.
 
AKP rejimi ise bu kritik durumun realitesini kavramaktan çok uzak. Geçenlerde Londra’da, rejimin liderini dinlemeye gelen uluslararası yatırımcılar, kendilerine verilen “faiz-enflasyon ilişkisi” dersindeReuters’in aktardığına göre “kulaklarına inanamadılar, şok geçirdiler”Financial Times, YatırımcılarErdoğan’la yemeğe oturdular, iştahları kaçtı” diyordu.

Seçimden sonra... 
AKP’de temsil edilen siyasal İslamın egemen sınıfının, onun liderliğinde şekillenmiş iktidar blokunun destek sınıflarının çıkarlarının, Türkiye kapitalizminin genel çıkarlarıyla çatıştığına daha önce dikkat çekmiştim. Kendini enflasyon-yüksek faiz ilişkisi üzerinden ileri sürülen saçmalıklarla gösteren bu çatışma artık sürdürülemez bir noktaya ulaştı. 

AKP liderinin, danışmanlarının, yandaş “ekonomistlerin” ekonomik duruma ilişkin saptamaları, Türkiye’yi, kaçınılması son derecede zor bir depresyonun, döviz krizinin beklediğini gösteriyor.

Türkiye kapitalizminde, “ekonomik büyüme” dış kaynağa/krediye bağımlıdır. Bu kaynağı getirenlerin Türkiye ekonomisinin borç ödeme kapasitesine güvenleri hızla dağılıyor. Bu sırada, TL ve borsa değer kaybederken, AKP’yi destek sınıfları, ranta dayalı ekonomik çıkarlar ayakta kalabilmek için düşük faizde, devlet kaynaklarından beslenmekte ısrar ediyorlar: Kriz giderek derinleşiyor. 

Seçimlerden sonra Türkiye’yi yönetecek olanlar, borçların çevrilmesi, ihracat malları üretimi için gerekli ithalatın finansmanı, ülkenin enerji gereksiniminin karşılanması için gerekli dış kaynak girişini canlandırmak (uluslararası piyasalara güven vermek) için faizleri hızla olağanüstü düzeylere yükseltmek zorunda kalacaklar: Özel sektörde iflaslar, buna bağlı olarak işsizlik hızla artacak, toplam talep gerileyecek, ekonomik büyüme negatif alana, hatta depresyon düzeyine düşecek. 

Ya da Türkiye’yi yönetenler, düşük faiz politikasında ısrar edecekler. O zaman önlerinde TL’nin değerini korumak, borsanın çöküşünü önlemek için konvertibiliteyi, sermaye hesaplarındaki serbestliği kaldırmaktan, kimi servetlere el koymaktan başka çare kalmayacak. O zaman da dış kaynak akışı tamamen duracak, borçlar çevrilemeyecek, üretimde, ihracat kapasitesinde, tüketimde şiddetli bir depresyon gündeme gelecek. 

Tehlikenin farkında mısınız?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

‘Köylüyüz diye bizi cahil sanıyorlar’ - Melis Alphan

İnşası planlanan Çerkezköy Termik Santralı’na 1 kilometre mesafede, Pınarça köyünün kahvesinde Tema Vakfı temsilcileri ile birlikte köydeki kadınlarla konuşuyoruz.


Aylardır burada termik santrala karşı mücadele veren kadınlardan İlknur  Bozkaya, içeri alınmadıkları termik santralın ‘halkı bilgilendirme’ toplantısını anlatıyor:

“Bizi içeri almadılar. Yangın merdiveninden bir boşluk bulduk da girdik. Gerisin geri çıkardılar. Biz de sakladığımız düdüklerimizi çaldık, bağırdık ettik ve o toplantıyı yaptırmadık. Arkamızdan ‘Bilgi almadılar’ demişler. Ne yapsaydık? Oldubittiye getirselerdi de, şimdi Eskişehir’dekiler gibi mahkeme mahkeme koştursa mıydık? Köylüyüz diye bizi hepten cahil sanıyorlar.”

Kapaklı Belediyesi, Pınarça’da yaşayan köylüleri Zonguldak Çatalağzı’na götürmüş ki orada yapılan termik santralın yaşama etkisini görsünler.

“Balkona çamaşır bile asılamıyor” diyor Maide Coşar: “O evlerin duvarları sanki ağlıyor. Yerdeki toprak simsiyah. Yalvardılar ‘Sakın termik santralı yaptırmayın’ diye. Son nefesimize kadar doğamızı kurtarmaya çalışacağız. Köyümüz kirlensin, ormanlarımız yok olsun istemiyoruz. Biz burada yetiştirdiğimizi yiyoruz. Bazı insanlar köyü sevmez, şehirde yaşamak ister. Ama biz köyümüzden memnunuz. Termik santrala karşıyız.”

Hediye Oban, artık bir adet domatesin bile yetişmediği Çatalağzı’nda kanserin had safhada olduğunu söylüyor. “Diyorlar ki: Çoluğumuz çocuğumuz grip diye doktora götürüyoruz, kanser çıkıyor. 1-2 yıla da ölüyor. Haftada 5-6 ölü verebiliyoruz. Ölün, bu santralı yaptırmayın.”
Santrala yakıt sağlayacak kömür çevredeki maden sahalarından karşılanacak. Yani, termikle ve kömür madenciliğiyle Trakya’nın altı üstüne getirilecek.

Oysa Türkiye’nin buğday üretiminin yüzde 12’sinin, ayçiçeği üretiminin yüzde 46’sının karşılandığı Trakya’nın toprakları çok kıymetli. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 2009 tarihli çevre düzeni planında, bu alanda yasakladığı sanayi türleri arasında ‘kömüre dayalı termik santral’ da vardı. Bakanlık, 2017’de çevre düzeni planında değişiklik yaparak termik santral planlanan Çerkezköy ve Vize için bu ifadeyi kaldırdı. Oysa aynı bakanlık, bu bölgedeki orman alanlarını, su havzalarını ve tarım alanlarını ‘kesin korunması gereken mutlak korunma alanları’ olarak da belirlemiş, buradaki kömürü işletmenin bölge için çok kritik sorunlar yaratacağını ifade etmişti!

Santral nedeniyle 250 bin civarında ağacın kesileceği konuşuluyor.

Naide Candan, ormanı gösteriyor ve kendi elleriyle diktikleri ağaçları anlatıyor: “Devlet işletmesi bizi aldı götürdü. Fidanlarımızı diktik, aylarca peşlerinde gezdik. Bu ağaçları kesip oksijenimizi nasıl yok ederler? Biz o ağaçlarla yaşıyoruz. İstanbul’un her köşesinden piknik alanımıza geliyorlar. Nefes almak için haftanın bir gününü bekliyor, sırf temiz hava solumak için saatlerce yolda işkence çekiyorlar. Burası hiç yok edilebilir mi?”

Fevziye Buğa soruyor: “Güneş enerjisi kursunlar, gelsinler rüzgâr gülü koysunlar. Biz bahçemizi ekip dikemedikten sonra, temiz havamız zehirlendikten sonra o santraldan gelecek elektriğin ne anlamı var?”
Bozkaya’nın sözünün üstüne de insan söz söyleyemiyor: “Biz köyümüzde ağacımızla, ormanımızla, böceğimizle, çiçeğimizle yaşamak istiyoruz. Bizler üreten toplum olmak istiyoruz. Tüketen toplum olmak istemiyoruz! Biz çalışarak kazanıyoruz, memnunuz halimizden. Yazımız ayrı güzel, kışımız ayrı güzel. Herkes nasıl istiyorsa yaşasın, bizim Trakyamıza dokunmasınlar.”

Melis Alphan /CUMHURİYET

TED konuşmaları ve şifacılık kültürü - ANIL ABA

Bir Victoria’s Secret modelinin gençken ne kadar çirkin olduğu gelir dağılımı adaletsizliğinden daha mı önemli? Yüzyıllardır çözülemeyen dünya meseleleri 18 dakikalık ilham verici bir videoya sıkıştırılacak kadar basit mi? İşsizliğin ve yoksulluğun kaynağı motivasyon eksikliği mi? TED fikirlerini yeteri kadar yayamadığımız (Ideas Worth Spreading) için mi savaşlar çıkıyor?

TED Konuşmaları son on yılın en dikkat çeken internet fenomenlerinden biri. İnternette aktif olup da bugüne kadar herhangi bir TED videosuna denk gelmemiş insan yok denecek kadar azdır. Hatta bütün TED videolarını izlemeyi kendine görev edinmiş, her gün üç dört TED videosu izleyerek bir yılda bütün videoları bitirme hedefi olan insanlar tanıyorum. Müthiş bir furya ve acayip bir abartı hali…


Her ne kadar 1984 yılında kurulmuş olsa da aktivitelerinin hızlanması TED’in 1996 yılında Chris Anderson’un kurduğu Sapling Foundation tarafından alınmasından sonra oluyor. Vakfın en “güzel” zamanlarını sosyal medya çağında yaşadığı aşikâr.

Geniş açıdan bakıldığında her türlü konuya değiniliyormuş gibi gözükse de daha dikkatli inceleyince en çok izlenen videoların hep motivasyon, özgüven, beynini kontrol et, hayatını organize et bilmem ne gibi, daha ziyade kişisel gelişim kitaplarında işlenen, konular etrafında döndükleri görülüyor. Çoğu konuşmacı sahnede hayat hikâyesini anlatıp klasik bir “I have a dream” (bir hayalim var) konuşması veriyor.

Salonda öyle bir atmosfer yaratılıyor ki sanırsınız TED’e çıkan herkes fikir lideri (thought leader). Kapitalizm refah, zenginlik, demokrasi, gelişmişlik, sağlık ve mutluluk vaat eder. Oysa gerçekte olan insanların dişlerini sıkarak mesaisini tamamladığı b.ktan işler, saçma sapan tüketim zımbırtıları, petrol savaşlarında ölen çocuklar ve arkası psikolojik travmalarla dolu ekonomik krizlerdir. İstisnaları olsa da TED konuşmalarına bir bakıyorsunuz, adamlar/kadınlar dünyanın binde birine dokunmayan fikirler üzerinden böyle sanki metafiziksel bir âlemden bahsediyorlar. Resmen paralel evren… Lego Movie gibi, her şey ya çok mükemmel ya da konuşmacının müthiş vizyonu sayesinde mükemmel hale getirilebilir!

Terapötik söylem ve motivasyon konuşmacılığı
Kadri nedense az bilinen sosyologlardan olan Eva Illouz araştırmalarında (mesela “Saving the Modern Soul”), özellikle kişisel gelişim ortamlarında, kullanılan terapötik (yani şifa verici, “therapeutic”) söyleme dikkat çeker. Sistem, çaresizleştirdiği insanları şifa kültürü ile yatıştırır. Büyük sorunlar; bunları tek başına çözemeyen insanlar ve her derde deva bir Oprah Winfrey, Mehmet Öz, Serap Ezgü, Müge Anlı, Barış Muslu, Mümin Sekman, Metin Hara, Aret Vartanyan ya da Anthony Robbins… Hepsinin hedef kitlesi “kaybeden” insanlar. Hepsinin önerisi bireycilik, bencillik ve kişisel gelişim.

Illouz’un penceresinden bakıldığında TED konuşmacılarının mega kiliselerden yayın yapan televanjelik pastorlardan, kişisel gelişim uzmanlarından ya da cemaat hocalarından pek farkları olmadıklarını söyleyebiliriz. Motivasyon konuşmacılığı yapan Zig Ziglar, Tony Robbins, Uri Geller, Benny Hinn ve benzeri kişisel gelişim şarlatanlarında olduğu gibi TED konuşmacıları da genelde yüksek hitabet becerileri olan kişiler. Yeri geldiğinde konuşma esnasında ağlayarak dramatik roller kesenleri bile var. Aynı taktikleri dergâh sohbetlerinde de görebilirsiniz.

Cemaatlerin “sohbet” diye pazarladıkları pilavlı ritüel aslında çok feyizli bir abimizin monoloğundan ibarettir. Öyle sanıldığı gibi karşılıklı diyaloglar yoktur. Feyizli abimizin engin bilgi birikimini zorlayacak sorular sormak uygun kaçmaz. Geveze abimiz monoloğunu güzel ve çarpıcı örneklerle bitirir; yenilen maklubelerin ardından eda edilen yatsı namazıyla da birlikte ayak kokulu sohbetimiz sona erer. Tartışma kesinlikle olmaz, şüpheye hiç yer yoktur. Dikkat edin, bütün TED monologları cemaat sohbetlerine benzer seküler birer vaaz havasında sunuluyor (pilavsız, ama lüks kokteyl ve ‘after-party’li). Hiçbir TED videosunda eleştiri ya da soru-cevap olmuyor. Tüm videolarda içerikten ziyade biçim ön plana çıkıyor. 

Dahası, Nassim Taleb’in dediği gibi, TED sahneye çıkardığı “bilim insanlarını ve düşünürleri adeta sirk performansçıları gibi düşük seviyeli animatörlere dönüştürüyor.” Yani öncelikli amaç çok izlenmek olduğu için Nobel almış fizikçiler bile içerik kalitesinden yüksek tavizler verip reyting aldıracak kısa sunumlar yapmak durumunda kalıyorlar.

Siyaset, ideoloji ve sansür
TED konuşmaları, tıpkı kişisel gelişim saçmalıkları gibi, hem içerik hem biçim olarak liberal ideolojinin bir uzantısı. Özetle, kişisel başarı öyküleri üzerinden insanlara geçici aydınlanmalar veren ama herhangi bir kalıcı etki yaratmayan kısa videolar yığını…

Kendi sınıflandırmalarına göre en çok izlenen 36 videonun 25’i “ilham verici” kategorisinde. Zaten böyle bir fetiş var. İzledikleri her filmin, okudukları her yazının, baktıkları her resmin illâ “ilham verici” olmasını bekleyen bir güruh ortaya çıktı. İçerik zayıf olsa da sunumun ilham veriyor olması bu güruhu çok etkiliyor. Malcolm Gladwell ve Alain de Botton kitapları gibi işte.

Şu örneğe bakalım. Nick Hanauer’in gelir dağılımı adaletsizliği ve ekonomi üzerine yaptığı sunum benim de beğendiğim kalburüstü konuşmalardan biridir. Kapitalizme dair, aslında radikal bile olmayan, Keynesyen bir eksik talep eleştirisi getiriyor. Fakat TED, Hanauer’in konuşmasını yasaklamış. Sonra da “aslında yasaklamadık, sadece iyi bir konuşma olmadığı için yayınlamadık” demiş. Video YouTube’de viral olup normal TED konuşmalarından daha fazla izlenince “aslında iyi olmadığından değil de politik olarak tartışmalı bir konu olduğu için yayınlamadık” açıklaması yapılmış. Çevirin “gazı” yanmasın…

Kafamda deli sorular…
Hangi TED konuşmasında emperyalizmden, işsizlikten, servet adaletsizliğinden ya da emek sömürüsünden bahsediliyor? Bahsedilenler neden sansürleniyor? Bir Victoria’s Secret modelinin gençken ne kadar çirkin olduğu gelir dağılımı adaletsizliğinden daha mı önemli?

Yüzyıllardır çözülemeyen dünya meseleleri 18 dakikalık ilham verici bir videoya sıkıştırılacak kadar basit mi? İşsizliğin ve yoksulluğun kaynağı motivasyon eksikliği mi? TED fikirlerini yeteri kadar yayamadığımız (Ideas Worth Spreading) için mi savaşlar çıkıyor?

Ben bu videolarla niçin motive olamıyorum? Bende bir sorun mu var? Olsam ne olacak, dünya değişecek mi? Neden “bağzı” öğrencilerim bile bu güzelce ambalajlanmış kozmetik videolara bayılıyorlar? Derslerde neyi yanlış yapıyorum?

Eğer TED, beyan edildiği gibi kâr amacı gütmeyen bir kurumsa, neden bir TED konuşmasının standart bileti 10.000 dolara (yazıyla on bin dolar) satılıyor? Özel üyelik neden 25.000 dolar? 
Beş yıllık TED Patron üyeliği neden 250.000 dolar? 
Hazırlanan bu sunumların maliyeti ne ki? 

İnternet sitesinde 250.000 dolarlık TED biletinin 237.500 dolarının vergiden düşürülebildiği neden özellikle vurgulanıyor?
TED konuşmacılarının şişirme lojistik masrafları nasıl faturalanıyor? 
Ne kadarı vergiden düşülüyor ve ne kadarı indragandi ediliyor? 
TED’in ihalelerini kimler alıyor? Harcamalar kime yapılıyor? 
Sizce de TED’in iş modelinde bir gariplik yok mu? 
TED ile Uçan Spagetti Canavarı Kilisesi arasında yedi fark var mıdır? 
Eğer yoksa, acaba TED etkileyici konuşmalar kisvesi altında tepedeki yüzde 1’in çılgınlar gibi vergi kaçırmasına vesile olan paravan bir şirket midir?

Anıl Aba / BİRGÜN