27 Mayıs 2018 Pazar

Beyanname değil, ‘Yalanname’ - ERK ACARER

AKP; yöneticisiyle, tabanıyla, gerçekten de sosyolojik ve psikolojik bir vaka olduğunu her seferinde kanıtlıyor. Seçim beyannamesi sanki bunun sağlaması. Siyasi iktidar, ‘yapmadığı-yapamadığı’ ne kadar şey varsa topluma seçenek olarak sunuyor. Tıpkı ‘yaptıklarını’ kendisine karşı konumlananların eylemleri şeklinde göstermeye çalıştığı gibi.

Yapamadıkları…
Karşımızda, Ankara Yüksel Caddesi’nde İnsan Hakları Anıtı’nı 1 yıldır polis barikatında, ‘tutuklu’ bırakan bir iktidar var. Ancak 16 yılın acı tortusunun üzerine ‘daha çok demokrasi’ diyor.
Yaptıkları…
Seçim dönemlerinde patlayan bombalar, toplumun kutuplara bölünmesi, çetelerin halkı aleni olarak tehdidine yol verilmesi, görmezden gelinmesi. Neredeyse artık AKP dışındaki tüm seçmenlerin suçlu ilan edimesi… Yaratılan bu terörize ve terör ortamında; algıyı alttan alta veriyor: “Teröristler…”
Gerçekte ‘demokrasinin sağlanması’, ‘terör’ mücadelesi verenler halk ve AKP’nin karşısında yer alanlardır. Yeterince açıksa; geçelim.

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Seçim Beyannamesi ve Milletvekili Aday Tanıtım Toplantısı’nda açıkladığı vaatler listesini daha çok “Yalandan kim ölmüş’ bildirisi olarak değerlendirmek mümkün. Beyanname toplantısında konuşan Erdoğan, İktidara gelirken verdikleri ‘3 Y’ sözünü anımsatıyor. Bunun hâlâ en önemli kriterleri olduğunu söylüyor. O ‘3 Y’ yasaklar, yolsuzluk ve yoksulluk.

Rakamlara, istatistiklerde boğulmak yerine, somut yansımalar ve hikâyelerden çelişkileri ortaya koyabilmek mümkün. 

Soralım:Erdoğan konuşurken; diğer partilerin yayınını kesip ‘derhal’ AKP grubuna bağlanan yüzde 96’sı Saray’ın borazanı olmuş medya bu yasakların kaldırılmasının hangi kısmında?

Amerika’da yargılanması devam eden, önce ‘yerli milli-tosunumuz’ ilan edilip, ardından satılan zavallı Reza ve 4 maskeli sabık bakan bu yolsuzlukla mücadele çekmecesinde saklanan kutuların neresinde?

Bu vaatlerin açıklanmasından 2 gün önce Malatya’nın Doğanşehir ilçesinde tütününü satamadığı ve borçlarını ödeyemediği için Ziraat Bankası önünde kendini yakmaya kalkan çiftçi Metin Çelik, yoksullukla mücadele paketine dahil mi?

Bu bir şaka olmalı
360 sayfalık 16 başlıklı AKP seçim beyannamesinde; ‘sıvayıp’ batırdıkları her şey mevcut. Özgürlüklerden insan haklarına, doların düşmesinden halkın refahına, yeşil alanların korumasından kadın haklarına, mezhepçiliğin önlenmesinden yerli üretime yok yok.

İster istemez ünlü komedyen Cem Yılmaz’ın bir repliği düşüyor insanın aklına:
“Şaka mı bu!”

Hikâyeler üzerinden, hikâyesi bitmiş bir partidir AKP.

Bilinen anekdottur. 1932-1938 yılları arasında Portekiz’i diktatörlükle yöneten Antonio de Oliveira Salazar’a ülkeyi 41 yıl tek başına nasıl yönettiğini sorduklarında; gülümser. “Tres F” der. “3 F” ile kastettiği şey, Latin arabeski ‘Fado’, din yani ‘Fatima’ ve ‘Futbol’ dur.

HDP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Selahattin Demirtaş’ın dayanaksız cezaevinde tutulduğu, CHP’li aday Muharrem İnce’nin ziyaretinin ardından Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Alaattin Duran’ın YÖK’ün talimatıyla görevden alındığı bir Türkiye’den söz ediyoruz.

‘Devletin bölünmez bütünlüğünü’ düstur edinmiş İYİ Partili Meral Akşener’in PKK, ‘din kardeşi’ SP’li Temel Karamollaoğlu’nun DHKP-C’ye yardım ve yataklıktan yargılanmasına ramak var!

AKP beyannamesi, henüz Hitlerin propaganda bakanı Dr. Paul Joseph Goebbels’in “Yalan ne kadar büyük olursa, halkın inanması o kadar kolaylaşır” sözlerine uygun bir çizgide duruyor.

24 Haziran, bu çizginin ‘3F’ pişkinliğine varıp varmayacağının oylamasıdır bir nevi.
Seçimi kazanmış Erdoğan’ın, çıkıp ben bu ülkeyi ‘3 D’ ile yönetiyorum, ‘Din’, ‘Darbe’, ‘Dayatma’ demesine kim karşı çıkabilir?

Ancak hikayeler üzerinden, hikayesi bitmiş bir parti liderinin bu noktaya yolculuğu artık zor görünüyor. Yalan, hile, manipülasyonla ektikleri rüzgâr, fırtınaya dönmedi ve muhalefete yaradı. Değişim havasını herkes görüyor. 

Erdoğan tarafından açıklanan beyanname olsa olsa bu rüzgara katkı yapar.
Fındığını, tütününü, samanını, çayını dışardan alan üretim cenneti Türkiye’de, topraklar, fabrikalar, Suudilere, sermayeye peşkeş çekilirken, beyannamede müjdeli, dikkat çekici bir ayrıntı: “Sudan’da kiralanan 780 bin hektar tarım arazisi yatırım yapmaları için girişimcilere açılacak.”

Hey ki hey!

Erk Acarer / BİRGÜN

İptalin sonuçları - MUSTAFA K. ERDEMOL

Son haftalarda işaretleri verilmiş olmasına rağmen ben yine de Trump-Kim Zirvesi’nin ertelenmeyeceğini düşünenlerdendim. Hatta bunu Ece ile (Zereycan) her hafta BirGün TV’de yaptığımız programda söylemiştim de.
Çünkü İran’la yapılan anlaşmayı bozduktan sonra Kuzey Kore ile yumuşamaya giderek bir denge tutturmaya çalışır diye düşünmüştüm Trump için. Bir de o kadar “söz” düellosuna ragmen Kuzey Kore’nin daha önce verdiği sözde durararak nükleer test yaptığı platformları imha etmesini Zirve’nin yapılacağının işareti saymıştım.

Ama o kadar şaşırtıcı ki gelişmeler, Donald Trump üstelik bu kez tweet mesajıyla değil, yazdığı bir mektupla Kim’e kendisiyle görüşemeyeceğini iletti. Üzgün olduğunu söylemeyi de ihmal etmeden tabii. Gerekçe malum, Trump’a göre Kim “öfkeli sözler” ediyor, “düşmanca tutum” alıyordu.
Kim’e “sonun Kaddafi gibi olur” diyen Trump’ın “öfkeli söz”den anladığı nedir bilemem ama, Kim’den Trump’ınkine eş ya da en azından yakın “öfkeli bir söz” örneği duymadık.

Singapur’da 12 Haziran’da gerçekleşmesi beklenen Zirve için hazırlıklar aslında neredeyse tamamlanmış durumdaydı. Beyaz Saray Zirve anısına her iki liderin portresinin yer aldığı madalyonlar bile hazırlatmıştı. Ama beklenen bu “büyük buluşma” suya düştü. Oysa Zirve’nin yapılacağı haberi bile Kore adasında olumlu bir hava yaratmıştı. Kore savaşından bu yana var olan düşmanca duyguları “resmi” olarak sona erdiren Koreler görüşmesi sonrası bir de ABD ile Kuzey Kore’nin başkanlar düzeyinde görüşecek olmaları tabii ki heyecana yol açmıştı.

Peki neden iptal edildi?
İlk neden, “nükleer silahları bırakmaktan” Trump ile Kim’in aynı şeyi anlamamaları. Kuzey kore, çok haklı olarak nükleer programından tek taraflı olarak vazgeçmeyeceğini her zaman hissettirdi. Ama buna ragmen “nükleersizleşme” konusunda ciddi adımlar da attı. Ancak ABD’nin Güney Kore ile hem de Kuzey Kore’nin, deyim yerindeyse, “burnunun dibinde” ortak askeri tatbikat düzenlemesini “iyi niyetli bir girişim” olarak değerlendirmedi  Pyongyang. Kuzey Kore açısından, eğer gerçekleşseydi, Singapur Zirvesi  eşitler arasında bir görüşme olacaktı. Ayrıca Kuzey Kore bu zireveyi kendisinin “teftiş edileceği” bir toplantı gibi görmedi. Bu nedenle nükleersizleştirmeden Trump’ın anladığı ile Kim’in anladığı aynı şey değil diyorum.


İkinci iptal nedeni, ABD’ye de başından beri Zirve’yle Kim’in uluslararası meşriyet kazanacağı eleştirisi yapılmış oluşudur. Trump’ın bu eleştirilere de dayanamadığı ortaya çıktı. Bu zirve her zaman yüksek risk taşıyan bir kumardı bir yanıyla.

Gerçekleşseydi ne olurdu?
Gerçekleşseydi, en azından aşamalı ya da kısmi silahsızlanma anlaşması için uygun bir zemin yaratılmasına katkısı olabilirdi zirvenin. Bana sorarsanız asla meşruiyet ihtiyacı yok Kuzey Kore’nin ama nükleer silaha sahip olma konusunda Güney Kore ile dünya kamuoyunun gözünde eşit görünmesi önemliydi. Bu açıdan Zirve, Kuzey Kore’nin dışa açılmasına da katkı yapabilirdi.

Trump’ın iptal kararının bir takım “hasarları” olacak elbette. Her şeyden önce bu gelişme Kuzey Doğu Asya için iyi olmadı. Ama en açık zararı ABD-Güney Kore ittifakıgörecek. Kısa bir süre önce ABD’de bulunan Güney Kore Devlet Başkanı Moon Jae-in, iptal kararı hem de gece yarısı kendisine ulaştırıldığında “şaşkın ve çok üzgün”olduğunu açıklamıştı. Moon, zirve için çok çalışmıştı. Şimdi tüm dünyaya iptalden Pyongyang’ın değil Washington’un sorumlu olduğunu göstermek zorunda kalacak. Çünkü böyle olduğunun birinci elden tanığı o. Sol eğilimli bir politikacı olan Moon, Trump’ın Kuzey Kore’ye baskı politikasına destek verecek gibi görünmüyor.

ABD şimdi Kuzey Doğu Asya’daki müttefiklerinden de destek almak zorunda. Japonya iptalden memnun olduğunu açıkladı. Ama Çin’i de ikna etmesi gerekecek Trump’ın.

Çünkü zirvenin iptalinin ardından Çin, Kuzey Kore ile daha yakın ilişkiler kurmaya, ona yönelik yaptırımları etkisizleştirmeye devam edecek.

İptalin en önemli sonucu da Kuzey Kore’nin çok haklı olarak yeniden nükleer programını sürdürmeye devam edecek oluşudur. İptal ABD’nin güvenilirliğini olumsuz olarak etkiledi, buna kuşku yok.

İptal sayesinde kazananların Kuzey Kore ile Çin olduğunu söylemeye herhalde gerek yok.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

"Görünmez Holding" görünüyor... - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Yandaş, yanaşma ve küresel sermaye diye tanımlamıştım...
2007 yılıydı... AKP'yi iktidara taşıyan, iktidarını sürdürmesini sağlayan sermaye gruplarıydı...

Yandaşlar; AKP'nin kurucu ekibinin tanıdıkları, akrabaları, yakınlarından oluşan, eskinin küçük esnafı/tüccarı/müteahhidi iken bugünün dev holdinglerine dönüşen sermaye grubu...
MÜSİAD ile FETÖ soruşturmalarına kadar TUSKON çatısı altında yer alan şirketlerin büyük bölümü yandaşların içinde...

Yanaşmalar; TÜSİAD çatısı altında birleşen, gelen her iktidarı alkışlayan, "işimiz yürüsün gerisi önemli değil" diyen eskinin büyük sermaye grupları... Yanaşma kalarak gemiyi yüzdüreceklerini düşünenler... ( Doğan Grubu'nun başına gelecekleri o yıllarda yazmıştım )

Küresel Sermaye; Ulus ötesi şirketler ve sıcak para sahiplerinden oluşuyor... AKP'ye ilk günden buyana destek veriyorlar...
Cumhuriyet tarihinin en büyük borçlanması sonucu milyarlarca doları bulan haftalık faizler bu grupların cebine aktı... Cargill gibi bazı dev şirketler için özel yasalar çıkarıldı!

                                                                          *

AKP'nin Türkiye'yi bir holding gibi gördüğünü, yönetiminin patron ve ceo'ları gibi hareket ettiğini uzun süredir yazıyorum... AKP genel başkanı Erdoğan da "Ben ülkemi pazarlamakla yükümlüyüm" diyerek, ülke yönetimini şirket yönetimine benzeterek bu tespitimde beni haklı çıkarmıştı...

2007 yılıydı... "Görünmez Holding" adı ile yazdığım kitapta yağma ekonomisini, bu holdinge; enerji, altyapı, yol, inşaat, özelleştirme, imar rantı, TOKİ, TMSF üzerinden aktarılan milyarlarca dolarlık kaynak ve servet transferini anlattım.

Birbirine rakip görünen şirketlerin ihale paylaştığını, bazı ihalelere ortak, bazılarına rakip girdiklerini, ancak hepsinin Görünmez Holding'e bağlı çalıştığını yazdım...

Dün "bomba haber" olarak sitelerde yer alan; "Kamu ihaleleri ile devleştiler" başlıklı haberleri okuyunca şimdi piyasada olmayan, yazdıklarım nedeni ile uzun süre yargılandığım bu kitabım aklıma geldi...

Görünmez Holding, görünür olmaya başlamıştı...

                                                                           *

Son 15 yılda kamu ihalelerinden önemli paylar alan; Limak, Kolin, Cengiz, MNG Holding'in bünyesindeki Mapa ve Kalyon şirketleri, Türkiye'yi en çok altyapı yatırımı yapan ülkeler ligine taşımış!

Bu 5 şirket, dünyada en çok altyapı yatırımı gerçekleştiren şirketler listesinde yer almış.
Raporu Dünya Bankası hazırlamış;
Türkiye 136 milyar 20 milyon dolarlık yatırımla dünya liginde yer alırken, bu yatırımları gerçekleştirenlere baktığımızda, saydığım 5 şirket başını çekiyor.

Dünyada devasa cirolar yapan başka şirketler de var. Ancak onları bizim 5'liden ayıran fark, o şirketlerin yatırımlarını tüm dünya ölçeğine yayıyor olmaları... Yani dünyanın dört bir yanında ihale alarak, yatırım yaparak listeye girebilmişler.

Ancak söz konusu Türk şirketlerin yatırım alanları; Türkiye ağırlıklı, Avrupa ve Ortadoğu...

Türkiye'de kamunun yani devletin verdiği enerji, yol, havaalanı, inşaat gibi bir dizi milyar dolarlık projelerle zenginleşen şirketler...

Bu dev ihaleleri alabilmek, dünya zenginler listesine adınızı yazdırabilmek için gereken "özellikleri" sanıyorum burada yazmama gerek yok...

Türkiye'nin yeni Burjuvazisi böyle oluştu... Yandaşların servetleri TÜSİAD'ı katladı... Ancak geçmişten bugüne değişmeyen gerçek, sermayenin devletten zenginleştiği gerçeğiydi...

AKP, yeni rant alanları yaratmak ve bunu dağıtmakta önceki iktidarlara göre açık ara öndeydi...

Türkiye'nin büyük değeri Prof. Korkut Boratav son yazısında, devletin daha önce rant dağıtımını ayrıcalıklı bireylere ve şirketlere göre değil, planlama önceliklerinin belirlediği sektörlere tahsis etme kuralları geliştirdiğini, müdahaleci olduğunu yazıyor. Bu kuralları uygulama görevi, güvenilir, seçkin bir ekonomi bürokrasisine emanet edilmişti diyor;
"... Ancak Özal'la başlayan devleti küçültme reçeteleri bu bürokrasiyi çökertti, etkisiz kıldı. Neoliberal dönüşümün yarattığı kapkaçların ayrıcalıklı şirketlere, kişilere aktarma yöntemleri bulundu, geliştirildi."

Korkut Hoca'nın özetlediği vahşi kapitalist düzenin en simge isimlerinden birisidir Recep Tayyip Erdoğan... Neoliberal politikaları tıpkı Arjantin'de Menem yönetiminde olduğu gibi harfiyen uyguladı...

"Bürokratik oligarşiyi yıkacağız" diyerek iktidara gelen Erdoğan'ın daha iki gün önce " ...yeni sistemle bürokratik oligarşi tamamen son bulacak..." demesi tesadüf değil...

Bu sözün anlamı; sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılmasıdır;
yani hukuk, yasalar, ihale mevzuatları, rekabet, teftiş ve denetim gibi bir takım engeller!

Yeni dönemi Görünmez Holding de sabırsızlıkla bekliyor...
Atatürk Türkiyesi ile sorunu olan sermaye ile küresel sermaye ellerini ovuşturuyor...

Tabi seçmen tamam demezse...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ

Atatürk'e topyekün saldırmak bu olsa gerek!..- Mehmet FARAÇ

Hep diyoruz ya; yalnızca laik rejim, huzur, gelecek, Aydınlanma ve milletin varlıklarıyla devletin hazinesi vurulmuyor bu ülkede, direkt insan da, nefes yolları kesilerek- yaşam alanları darbelenerek vuruluyor bu ülkede... Hem de acımasızca!.. Hem de rant uğruna!..

İstanbul "Gezi Parkı"nda büyük olaylara da yol açan ağaç kıyımı, daha sonra Taksim'in çimento tarlasına dönüştürülmesi, otoban ve 3. havalimanı için yüzbinlerce ağacın kesilmesi, "Kanal İstanbul" adlı gereksiz projenin doğaya yaşatacağı tahribat, en önemlisi de İstanbul gibi bir kentin AKP'li belediyeler eliyle, tüm ilçelerde beton cehennemine dönüştürülmesi...


İşte Erdoğan'ın "Bugüne kadar diktiğimiz milyarlarca ağaçla nam salmış bir iktidarız" şeklindeki tuhaf açıklamasını duyunca tüm bu doğa ve çevre rezaletleri de geldi aklıma...
Pes dedim doğrusu, pesssss!..

Yol, köprü, Melen projesinde olduğu gibi su hattı geçirmek, çarpık apartmanlar, mezarlığı andıran ucube siteler ve rant AVM'leri yapmak uğruna doğanın yıllardır pervasızca ve acımasızca katledildiği bir ülkenin cumhurbaşkanı söylüyor, vahim icraatlar karşısında adeta sırıtan bu "nam"lı sözleri!..
İşte Erdoğan'ın bizzat kendisiyle de çelişen bir yeni tahribat projesi, yine bizzat kendisi tarafından daha önceki gün imzalandı ki, AKP'nin doğa ve çevre düşmanlığı da bir kez daha tescillenmiş oldu...
AKP'nin iktidara gelmesinden bu yana sürekli saldırı altında olan ve devasa arazisinin yarısından fazlası ne yazık ki işgal edilen Ankara'daki Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ), rant çevreleri ile onlara durmadan olanak tanıyan AKP iktidarının gazabından bir türlü kurtulamıyor...

Stadlarda yapıldığı gibi; o muhteşem çiftliğin adında da "Atatürk" var ya, spor sahasıymış, ormanmış hiç fark etmiyor; talan, yağma ve doğa katliamı açısından AOÇ da sürekli hedefte...
Velhasıl Gazi'nin yalnızca sağlam temeller üzerine kurduğu laik rejimi, Aydınlanma'yı işaret eden ilke ve devrimleri değil, çevreciliğiyle doğaya düşkünlüğünü kanıtlayan eserleri de son 16 yıldır sürekli saldırı altında... Velhasıl, "topkeyün Atatürk düşmanlığı" dedikleri bu olsa gerek?..

                                                                         ***
Gazi'nin çiftliğinde talan!..
İşte Erdoğan'ın "Atatürk Havalimanı'nın yerine millet parkı yapacağız" şeklindeki açıklamasından ne yazık ki bir gün sonra imzaladığı kanuna göre, AOÇ'un belirli bir bölümü Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne tahsis edildi... Yani Gazi'nin çiftliğini daha önce de işgal eden AKP'li belediyeye...
Kanunda yapılan değişikliğe göre, çiftlik arazisinde "konut, ticaret ve sanayi amaçlı yapılaşma yapılamaz" hükmü de geçersiz sayılacakmış... Yani, "buyrun katliama ve yağmaya" demektir bu!!! Ve de buyrun devlet eliyle, Atatürk'ün diktirdiği ağaçlara insafsızca balta vurmaya!!!

Sözde "hayvanat bahçesi, tema park, rekreasyon alanları ile buralara gelecek ziyaretçilerin günübirlik ihtiyaçlarını karşılayacak yapılar" için AOÇ arazisi 29 yıllığına ve bedelsiz olarak belediye tahsis edilmiş...

Çok yakında AOÇ'un tahribata açılacak alanlarında da "büfe" adı altında yandaşlara peşkeş çekilecek devasa tesisler ve beton yığınları görürüz ki, Atatürk'ün kemikler bir kez daha sızlamış olur...
Zaten tahsis edilen alanın, Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından tespit edilecek şartlarla, 29 yıla kadar "üçüncü kişilere" kiraya veya işletmeye verilebileceği de şartnameye yazılmış ki, bu durum Gazi'nin ulusa bağışladığı çiftliğinin kimlerce, hangi şartlarda işgal edileceğinin de vahim bir itirafı gibi!..

Ne yazık ki Ankara'da bir kaç dirayetli avukatla bazı çevre derneklerinin kısıtlı mücadeleleri dışında kimse çıkıp da AKP'lilere, "Kimin malını kime verirsiniz?.. Millete bağışlanan bir çiftlik kimin babasının malıdır da, böylesine pervasızca yağmalanıyor" diyemiyor...

Muharrem İnce ya da Meral Akşener, 24 Haziran'da hangisi cumhurbakanı seçilirse seçilsin; Atatürk'ün yalnızca millete emanet ettiği laik rejimi, ilke ve devrimleriyle "özelleştirme" adı altında yağmalanan cumhuriyetin sanayi tesislerini değil, Gazi'nin halka armağan ettiği AOÇ gibi çiftlikleri de talandan ve işgalden kurtarmalıdır...

Gaziye yönelik "topyekün saldırı"yı durdurmak, onun koltuğuna oturacak bir Aydınlanma devrimcisinin kuşkusuz ilk icraatı olmalıdır... Özlemle, heyecanla bekliyoruz...

                                                                        ***
Pusudaki kara akrepler!..
Konu madem Atatürk'e, rejime ve muhaliflere yönelik topyekün sürdürülen saldırılar o halde devam edelim de, bu ülkede siyasal pervasızlıktan cesaret alan kimi zavallıların meydanı nasıl boş bulduğu da, bir kez daha anlaşılmış olsun...

Farkındadır herkes; sahte solcusundan liboşuna, yandaşından rantiyesine, profesöründen sahte tarihçisine, Meclis başkanından cahil siyasetçisine, tarikatından müridine kadar Gazi'ye ve onu savunanlara saldırmayan zavallı kalmadı bu ülkede...

İşte son rezalet de bu günlerde milletin midesini iyice bulandırıverdi!.. Televizyonlarda "ot" pazarlayan sözde bir bilim adamının iktidar yağdanlığında nasıl da kontrolden ve zıvanadan çıktığına ve ağaç altına gizlediği "şey"lerle milleti nasıl tehdit ettiğine bile tanık oldu ya Türkiye... Vah ki vahhh!..

Neyin sonucudur bu zavallılık biliyor musunuz?.. İktidardan cesaret alan mafya babalarının, muhalifleri kanda boğacağı yolunda tehditler savurmasına ve bireysel silahlanmanın ülkenin geleceğini tehdit etmesine müdahele edilmemesinin sonuçlarından biridir "ot" tücarlarının ağaç altındaki eşkiyalıkları!..

Yalnızca ağaç altında değil; karanlık hücrelerinde, kirli klavyelerinin ardına gizlenerek bu ülkenin kurucusuna "ataist" diyebilecek kadar zıvanadan çıkan yandaş tetikçilerin devletin savcılarına meydan okurcasına, ortalıkta cirit atması da ülkenin huzuru ve birliği açısından büyük bir vahamettir...

Şu 24 Haziran milletin ittifakını zafere ulaştırdığında hiç kuşkunuz olmasın, ulusumuz rejime yönelik saldırı ve işgalden de kurtulacaktır, yandaşlaşmanın yağlı kazanında debelenen klavye farelerinden de, ağaç altında debelenen kara akreplerden de!

Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

26 Mayıs 2018 Cumartesi

Ülke, anonim şirket gibi yönetilemiyormuş.. - ŞÜKRAN SONER

Şirket yönetimlerinde çok başarılı olabilen iş dünyası liderlerinin, kişisel başarılarının sarhoşluğuyla, gönlünde yatanın, ülkeleri de anonim şirket gibi yönetmek olduğuna tanıklığımız çok.. Bizim yakın tarihimizden unutamadığım örneklerin başında 15-16 Haziran olaylarının ardından, MESS önderliğinde TİSK içinde, Tekstil işverenleri başını çekenler arasında.. İşverenlerden gelen acımasız tepkilerdi.. DİSK’in kapatılması siyaset oyununda, Türk-İş üyesi sendikalı işçilerin çoğunluğunun direnişlere katılmalarına tepki vermişler, kara listeler yaparak, işten atılmaları eylemlerine girişmişlerdi..

Çömez gazeteci, alanın habercisi olarak, imzalı bile olmayan Cumhuriyet gazetesinde haftada bir yayımlanan işçi sayfamızda kara listelerle işten atılan işçilerin haberlerine de yer veriyordum. İşveren örgütleri özünde sendika içi demokrasiyi kullanamayan işçilerin, sendika çokluğu içinde hakların gelişmesinde kazandıkları reflekslere asıl tepki duyuyorlardı.. Kabaca özel sektörde örgütlenme alanı yakalayan DİSK üyesi sendikaların zorlu grevlerle yakaladıkları kazanımlardan, kamuda garantili, işveren sendikaları örgütlenmeleri içinde de güvenceli, Türk-İş’e bağlı sendikalar da yararlanmanın kolay yolunu bulmuşlardı. Sözleşmelere diğer sendikalara verilen hakların da uygulanacağı maddesinin konulması kurtarıcı oluyordu.
 
Doğal olarak sermayenin baskısı ile siyasetin bir gece yarısı yasası ile DİSK’e bağlı sendikaların kapatılması, nefeslerinin kesilmesi operasyonu karşısında yaşanan büyük işçi direnişinde, 15-16 Haziran olaylarında, fabrikaları boşaltarak sokaklara dökülen işçilerin çok büyük çoğunluğu Türk-İş’in örgütlendiği fabrikalardan çıkan işçilerdi.. Aynı bölgelerin Eyüp, Pendik.. büyük fabrika alanlarında, aynı kahvede buluşan, aynı ailelerden, komşu evlerde yaşayan işçilerin kenetlenmeleri söz konusuydu..

***

MESS’den Cumhuriyet gazetesini hedef alan ilan boykotu 12 Mart’tan önceydi.. 12 Mart darbesiyle, Cumhuriyet ailesi içinden gelen darbe, Nadir Nadi’nin istifa etmek zorunda kalması, yazarlarının atılmaları.. Soluksuz, İlhanSelçuk ile başlayan tutuklamalar, yargılamalar, dönemin aydınlarını, gazetecilerini, meslek örgütlenmeleri ağırlıklı darbecilik suçlamaları ile toplayan, Selçuk kardeşlerin işkenceden geçirildikleri süreçlerin yaşanması.. 

12 Mart’ın, en ağırlıklı Deniz Gezmiş’lerin idamları ile gençliği, kara listelerin çok ötesinde işçi sınıfını, sendikaları teslim alma, kazanılmış hakları geri çekme operasyonlarının bu köşeye sığdırılamayacak bedellerine karşın, ülkenin sanıldığı kadar kolay bir anonim şirket gibi yönetilemeyeceğinin dersleri de vardı. Yine de sermaye örgütlülüklerinin, gelişmiş kapitalist düzenlerin birikimlerinin olgunluğuna varamadan, 27 Mayıs Anayasası, özgürlüklerinde çağdaş kapitalizme varma desteğinden kolayca sapma güdülerini beslemeye yetmişti. 12 Mart süreci ile, Türkiye’nin istenen ölçeklerde demokrasiden saptırılmasının sağlanamadığı yargısı baskın güdü olarak sonrası süreçlerdeki arayışlarda birbirinden çarpıcı örneklerle yaşandı. 

Özal’lı MESS süreci 12 Eylül’e damgasını vurdu. Kanlı 1 Mayıs provokasyonu simge, 12 Eylül sürecine kapı açan, “24 Ocak kararları yetmez, artı askeri darbe”, 12 Eylül darbesi ile yaşananlar, yaşatılanlar gündeme girdi. Özal’ın 12 Eylül ekonomi yönetimine transferi ile at başı, DİSK, Türkiye’deki sol siyasal-sosyal meslek örgütlenmelerinin tümü içinde, on binlere cezaevlerinde yaşatılan ağır işkenceli yargılamalar süreçleri.. 

Türkiye’yi bir ülkenin yaşamında rekor 17 yıl gibi kısa bir süreçte, 1961 Anayasası, 73 yasaları ile elde edilen güçlü demokratik, sosyal devlet, sol, gelir dağılımı adaleti kazanımlarından geri çekmede işlevsel sonuçlar getirdi. Yine de 12 Eylül’ün büyük katkıları ile Özalizmin liberal proje uygulamalarının ömrü on yılı geçemedi. Dünyanın altüst oluşunda bugünlere gelinen noktalarda, tek kutuplu dünya projesinin yıkılmasıyla çok daha karmaşık sorunlarla yüz yüzeyiz.. 

Ülkemizdeki Cumhuriyet’in kazanımları, Anadolu uygarlıkları aydınlanmacılığının yüzyıllar geçmişinden günümüze uzanan toplumsal değerler birikimleriyle ters, 2002 dış odak dayatmalı projeler yumağında, içindeki ortaklık çelişkilerinde sivil diktatoryal gidişler, siyasal kirlenmeler, terörün dehşet boyutları, biat kültürü içinde, kaçınılmaz ekonomik krizini, çöküşünü de üretti.. Çaresiz sil baştan hak-hukuk, demokrasi arayışlarını, öncelikli gündeme getirdi.. 

Saray’dan, tek adamla, ülkeyi anonim şirket gibi yönetme sivil diktatoryal dayatmasının hiç ama hiç şansı olabilir mi?

Şükran Soner / CUMHURİYET

Nedir bu ‘senaryo’? - ÖZGÜR MUMCU

Devlet Bahçeli, 2001 krizinde hedefin Ecevit bugünkü krizdeyse Erdoğan olduğunu söyledi. “Senaryo aynı” dedikten sonra Erdoğan’a desteğini yineledi. Ancak ortada bir senaryo ve hedefe konan siyasetçiler varsa, neden bu senaryonun 2001 versiyonunda Ecevit’i desteklemediğini açıklamadı. 

2001, dış mihrakların Türkiye üzerine bir oyunuysa, neden erken seçim çağrısı yaparak Ecevit hükümetinin düşürülmesine yol açtığını da anlatmadı. O erken seçimin Erdoğan’ı iktidara getirmesinin, şikâyet ettiği senaryonun bir parçası olup olmadığını da aydınlatmadı.


Neden “erken seçim-kriz-Devlet Bahçeli” anahtar kelimelerini kendi deyimiyle her senaryo döneminde duyduğumuzu da henüz anlayabilmiş değiliz. Bahçeli’nin bir “devlet bilgisiyle” mi hareket ettiğine yoksa kaotik ve dağınık bir siyasi akıl yürütmeden mustarip biri mi olduğuna tarih karar verecek. 

Komplo teorileri, popülist otoriter rejimlerin ana besin kaynaklarından biridir. Öncelikle iktidarlara sorumluluklarını üstlenmeme imkânı verir. İktidardayken kendini sürekli bir şekilde mağdur göstermenin de yoludur. Komplo teorilerine başvurmanın bir başka amacı daha vardır. Mesela bir ekonomik krizden etkilenen sosyo-ekonomik kesimlerin tepkilerini, krizin asıl sebepleri yerine başka hedeflere yönlendirmelerini sağlamak. 
Komplo teorilerini yanlışlayamazsınız. Rasyonel düşünceye, neden-sonuç ilişkisine dayanmaz. Kendi içinde kapalı bir sistem oluşturur. Çürütmek için getireceğiniz her maddi delili de dönüştürerek, komplo teorisi anlatısının bir parçası yapabilir. 

Kapalı toplumlar şeffaf değildir. Demokratik kamusal tartışma alanları kapalı ya da kısıtlıdır. Dolayısıyla kamuoyu siyasi gelişmeler hakkında yeterli bilgiye ulaşamaz. Yeterli bilgiye ulaşılamayınca boşluklar spekülasyonla doldurulur. İktidar eline geçirdiği medya eliyle manipülatif haber ve yorumları yayarak, bu spekülasyonları kendi istediği istikamete yöneltir. 

Bu sebeple demokrasinin her alanda geriletilmesi, popülist otoriter iktidarlar için iktidarda kalmanın en güçlü araçlarındandır.

Demokrasi geleneği güçlü ülkelerdeyse, otoriter popülist siyasi akımlar sosyal medyanın getirdiği kakafoni ve geleneksel medyanın güç kaybetmesinden faydalanarak benzer bir durumu zorlamakta. 

Bizde ve her yerde, önemli olan kriz mağdurlarına krizin asıl sebeplerini basit ve etkili bir şekilde anlatmaya çalışmaktır. Artık sürdürülemeyen neoliberal ekonomi politikaları ve buna dayanan balon büyümenin sorumluları bellidir. İdeolojik saplantıyla, ekonomi yönetimini dahi dinlemeyerek bugünkü tabloyu oluşturanlarda. 

Herhalde panik içinde bir kararla seçimi kriz tam anlamıyla patlamadan halletmek isteyenlerin de bu tablodaki payı açıktır. 

Ortada bir senaryo var. Ancak senaryonun ardındakiler bilemediğimiz karanlık ve soyut güçler değil. Yanlış ekonomik tercihlerinin suçunu başkalarının üzerine atmaya çalışan, her gün ekranlarda gördüğümüz gayet bilinen ve somut kişilerdir. 


Seçim dönemi, bütün bu baskı ortamına rağmen, halka kendilerini fakirleştirenlerin kim olduğunu anlatmak için bir fırsat. Bu fırsatı iyi kullanan, sorumluları iktidardan uzaklaştırabilir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Türkiye’de futbol siyasi bir oyundur - MÜSLÜM GÜLHAN


Bu yazıyı okurken yapılması gereken önemli şey takım taraftarlığını bir süreliğine askıya almak gerekir.

Çünkü futbol için bir sorunu tartışacağız. Sporun siyaset üstü kavram olması gerektiğini bir kenara koyarak tartışmayı sürdüreceğiz.

Bu bir sorun ve sorunun içindeki tüm takımların zaman zaman istedikleri sonuçların, skor ya da maddi anlamda kazanımlarının takımlar için uzun vadede hiçbir önemi yoktur. Başarı diye sunulan aslında, kısa vadede başkan, yöneticiler ve siyasilerin kazanımlarının yanında bonustan başka bir şey değildir.

Az gelişmişlik sendromu yaşayan feodal toplumlarda, ki biz oralardayız, futbol özellikle yöresel kalması istenilen bir oyundur. Amaç kontrol mekanizmasını, rantı ve sosyal nemaları hiçbir şekilde kaybetmemektir. Kontrolün UEFA başta olmak üzere başkalarının eline geçmesi bir facia olarak algılanır.

İçinde barındırdığı ‘rant’ kurgusu ve toplumu de-politize etme kurgusu, onu aynı zamanda sıkışan toplumsal muhalif birikimi bir topraklama alanı haline getirmektedir. Siyasiler için her ikisi de çok önemli birer argümandır.

İlk golü Kenan Evren Ankaragücü için verdiği anti- demokratik bir kararla attı. O zaman alınan kararın bugünlere gelecek olan bir öncü karar olduğu belki bu kadar ön görülmemişti.

Sonra Mehmet Ağar’ın, Fatih Terim-Milli Takım ve Fatih Terim-Galatasaray ilişkisi başladı ve şampiyonluk posterine korumaları ile birlikte girme cesaretini göstermeye kadar gitti. Şampiyonlukları, sonuçları, hakemleri tartışmak asıl olanı gizlemek anlamına gelir ki, buraları geçmek gerek.

Tudor’un kurduğu iyi takımın kişisel kaprisleri yüzünden kötü neticeler alması, yönetimin Terim için ısrarının ortaya çıkması ile beraber Ankara’ya takılma ihtimali yüksekti. Arda ile Terim arasında yaşananların Ankara taraf bakımından Terim’e cephe alması onun Galatasaray’a dönmesini engelleyecek bir içeriğe sahipti. Ağar’ın 15 Temmuz öncesi ve sonrası ilişkileri, Soylu ve Ala’nın etkin konumları Ankara’da Ağar’ın elinin kuvvetli olduğunu gösteriyordu ki; şu an her ikisinin liste başı olması ile oğlunun aday gösterilmesi, süreci haklı kılmaktadır.

Özbek’in, Aysal gibi yapmayıp Riva ve Florya’yı ihaleye açması, Ada’nın yıkılması ile zaten Anakara ile ilişkilerini mükemmel yapmıştı. Dünyanın aksine, ekonomisini inşaat üzerine kurgulayan (esnaf politikası) ülke için bu büyük jestti.

Hele hele Lucescu tavizi onu ve Galatasaray’ı her şeyin ön planına (!) taşıyordu.

Terim büyük ihtimal Ağar’ın sorunu çözmesi sonucunda Galatasaray’a gelmiştir.

Beşiktaş ve Fikret Orman açısından en önemli kazanç ve kayıp! Gezi eylemleri sonucunda, eylemlerin İnönü Stadı’na taşınmasını önlemek için bir gecede stadın yıkılması ile ilişkilerin üst seviyede kabul görmesiydi.

Olimpiyat Stadı’ndaki 1453 operasyonu ile Çarşı Grubu ve diğer muhalif gurupların tasfiyesi gerçekleştirilmişti. Bu hamle aynı zamanda taraftarın pasifize edilmesini de sağlamıştı. Beşiktaş’ın tüm maçlarını deplasmanda oynaması, onu mazlum kılma ve takdir edilmesi üzerine algı yaratılması bir beklentiydi. Bu kazan-kazan oyununun sonucuydu. Tüm bu takdir ilişkileri neticesinde alınan şampiyonluğu tartışmıyorum bile!

Sadece ilişkileri tartıştığınız zaman; Türkiye Kupası maçında, yönetmelikler önünde Beşiktaş haklıyken, neden Fenerbahçe lehine karar verildiğini tartışmak da gerekir. Ankara’nın Beşiktaş taraftarı ile ilgili kaygısı olmayıp (!), Fenerbahçe taraftarını karşısına almama stratejisi sonucunda bu kararın alınması gerçek bir karşılık buldu. Çünkü bu bir siyasi karardır. Kararın altında kimin imzası olursa olsun.

Fikret Orman’ın Ankara ile güdümlü ilişkileri ve taraftarının pasifleştirilmesi onu ve Beşiktaş’ı bağımlı hale getirerek, masadan kalkmasına ve bekleme odasına gitmesine neden olmuştur. Bu da haliyle itaati zorunlu kılar. O yüzden Beşiktaş’a telefon açılıp maça çıkması dikte edilmektedir.

Fenerbahçe’nin konumu daha farklı.

Cemaatin şike operasyonu kisvesi altında, futbol üzerinden siyasi kurgusunu test etmeye çalışması ve bir güç göstergesi haline gelen iktidar savaşı neticesinde, Fenerbahçe farklı bir konum içine sokulmuştu.

AKP-Cemaat iktidarının Cumhuriyet kurumları üzerindeki tasfiye sürecinde, futbol da bundan nasibini aldı. Cemaatin bu kadar kuvvetlenmesi iktidara ortaklığı sayesinde olmuştu.

Bu oyunu bozan Fenerbahçe taraftarı olmuştur.

Azizi Yıldırım da bu gücü arkasına alarak, Fikret Orman’ın ve Beşiktaş’ın aksine, pazarlık masasında kalmasını sağladı ve kendi adına (Fenerbahçe Kulübüne değil) tavizler alarak Ankara ile bir işbirliğine girdi. Bu işbirliği Fenerbahçe’nin seçim sürecinde hâlâ devam ettiği açık ve nettir.

Aziz Yıldırım’ın Cemaat-hükümet ilişkilerindeki, hükümetten yana tavrı ve onlarla kurduğu ilişkiler, Fenerbahçe’nin başarılarını ve bu konudaki beklentileri ikinci plana iterek, Başkanın beklentilerini ilk sıraya yerleştirmiştir. Sonuçlar, başarılar, tutum ve davranışlar ortadadır.

Türkiye’de futbol yöresel oyundur. Haliyle bunu yönetenler ve teknik adamlar da buna uygun olarak birer yöresel figürlerdir. Bu yüzden kendimiz oynuyor kendimiz eğleniyoruz.

Kulüplerin borç batağında olmaları ve vergi ödeyemeyecek durumları, siyasi yapı için bir kaygı değil aksine bir kazanç olarak algılanır. Bu bir kozdur ve yaptırım gücüdür. Maalesef başkanlar ve yöneticiler bu tavizi vermektedirler.

Bu konuları tartışıp çözüm bulmak gerekir. Aksi halde hepimiz bu sürecin figürleri haline geliriz.

Devletin bu kadar stat yapması futbol adına değildir. Onlar için buralar birer uyku tulumudur.

Müslüm Gülhan / BİRGÜN

Kendini tüketen devleti kim kurtaracak?.. - Mehmet FARAÇ

Uğruna halen küresel savaşların sürdüğü Dicle ile Fırat...
Urfa'dan Mardin'in ötesindeki kentlere kadar uzanan, tarihin "Bereketli Hilal" diye tanımladığı ve "insan eksen filiz verir" denilen Mezopotamya ovaları...
Milyonlarca hektar verimli arazi suya kavuşsun, "yılda dört ürün" alınsın diye 26 kilometre uzaklıktaki Fırat Nehri'nin sularını bağrına akıttığımız o muhteşem Harran Ovası...
Urfa, Mardin, Ceylanpınar ovaları "cennet" olsun diye devletin 1983 yılından bu yana en az 40 milyar dolar harcadığı Güneydoğu Anadolu Projesi'nin (GAP) tüm dünyayı kıskandıran devasalığı...
Bitmedi bizi biz yapan, bizi ne pahasına olursa olsun hep ayakta tutmaya çalışan o müthiş dayanaklarımız;
Bağrından incirin balı, zeytinin yağı akan, İzmir'den Denizli'ye, Aydın'dan Muğla'ya kadar dünyayı kıskandıran renk deryası Ege ovaları...
Devletleri doyuracak kapasitede verimli arazileriyle uçsuz bucaksız Konya Ovası ve diğerleri...
Her santiminden "bereket" fışkıran Trakya toprakları...
Ve Antep'ten Hatay'a; Mersin'den Amik Ovası'na kadar uzanan, her başağından "beyaz altın" savrulan Çukurova'nın sarsıcı görkemi...
Doğanın tüm haşmetiyle Anadolu'ya bahşettiği bu ovalar Türkiye'nin tüm dünyaya asırlar boyu diklenmesinin, ekonomik ambargolar karşında gururla direnmesinin sarsılmaz kaleleri gibiydi...
Yani en çok 20 yıl önce...

                                                                            ***

Samana muhtaç Anadolu!..
Yukarıda sıralanan muhteşem coğrafi tablo yalnızca bir ulusu ayakta tutmuyordu, onlarca devleti de besliyordu daha çok kısa süre önce...
Ne güzel gururlanmaydı o, "kendi kendine yeten 7 ülkeden biri" saptaması... Ve "tok" karnına ne güzel bir meydan okumaydı "tarıma dayalı" ekonomik bağımsızlığımız?..
Ne lezzetliydi mercimeği Kanada'dan değil de Harran Ovası'ndan aldığımız o bereketli ve akılcı zamanlar...
Dünya ülkelerine buğday ihraç ettiğimiz, yedi düvele pamuk sattığımız dönemler ne kadar da gurur vericiydi değil mi?..
Arpa, pirinç, et ve ne şaşırtıcıdır ki "saman" ithal etmediğimiz o şaşaalı dönemler ne de güzeldi?..
Oysa ne de çabuk unuttuk zengin ve namerde muhtaç bırakılmadığımız o varlıklı zamanları?..
Çünkü bir sinsi tuzak altın yumurtlayan tavuğu boğazlarcasına, toprağı kirletircesine, suyu zehirlercesine el koydu ya ekmeğimize-soframıza, işte o zaman yabancı pençeler boğazımıza sarılıverdi... Hasret kaldık işte çocuk neşesiyle kutladığımız "yerli malı"na...
Meyveden sebzeye, sütten peynire, zeytinden yağa kadar; ne yazık ki verimli, ancak atıl durumdaki Anadolu topraklarına girmeyen "ithal" ürün kalmadı...
Çünkü meyve ağaçları kahredici tarım politikaları nedeniyle yerle bir edildi, asırlık zeytin ağaçları yapılaşma uğruna hedefe konuldu, tarım alanları kaderine terk edildi, giderlerdeki fahiş zamlar nedeniyle üretemez hale getirilen köylüler ise dışa bağımlılığın kurbanı oluverdi...


                                                                         ***
Sofrasına zehir akan ülke!..
Memleketin toprağından suyuna, şekerinden ekmeğine kadar her şeyi bozuldu vesselam...
Tükendi toprak, kirlendi hava, yıkıldı ağaçlar, katledildi doğa ve bir ihanet betonunun devasa setlerini andıran ucubelerin arasına sıkışıp kalıverdik ulusça...
Doğa ve tarım bozuldu ya; sağlıklı ürünler üretilemez oldu ya, gıda kirlendi ya, artık toprağından-suyundan kanser akıyor "varlık içinde yokluk" çeken kocaman ülkenin!..
Uzmanlar diyor ki; ekmeği de suyu da zehirliyor, şeker tuzağındaki suni gıdalar... Ve geleceğimiz olan çocuklarımızı bile vuruyor ithal ucubeler!..
Velhasıl üretime, çiftçiye ve toprağa-tarıma ihanetin yalnızca ekonomik çıkmazlarında debelenmiyor bu ülke, "ithalat"la pompalanan, genetiğiyle oynanmış zehirli gıdalar nedeniyle toplum sağlığı yıllardır sırtından hançerlendikçe hançerleniyor!..

                                                                        ***
Toprakla değişen kader...
Ve bizim için artık "Çin malı" bir paslı beşikte, robotlaşmış çakma bir ninnidir, "kendi kendine yeten 7 devletten biri" teranesi...
"Emperyalizm, dış güçler, CIA, karanlık çevreler" ve dört yanımızı saran ezeli düşmanlara hiç gerek yok aslında!..
Varsın olmasın Orta Doğu'da, sınırımızın dibine kadar dayanan savaşlar, yürütülmesin rantiye güçlerinin ve çokuluslu şirketlerin yıkım politikaları, bitmesin sinsi kuşatmalar ve de durmasın "BOP" içindeki acımasız küresel taarruzlar...
İçimizdeki düşman, bağrımızdaki hasım yetiyor artık bize!..
İçimizden; üstelik kaynaklarımız tüketilerek, tarım dışa bağımlı hale getirilerek vuruluyoruz yıllardır...

Üretenler tükensin, başka üretenlerin bize "ihraç" ettikleriyle "yandaş"lar zengin olsun yeter ki!!!
İşte bu amaçla da "dış güçler" ihanet de pompalıyor soframıza... İşte bu yüzden kendi elimizle, bizi bizden başka vuran da yok artık!.. Düşmana gerek yok velhasıl...
Meselenin özeti bellidir; Son 16 yılda ekmekten suya, meyveden sebzeye, kentlerden tarım alanlarına, eğitimden sağlığa kadar hem kendimize yetmedik hem dışa bağımlı olduk ve hem de kendi paramızla tüm dünya karşısında aciz ve sefil olduk, çaresiz kaldık!..
Türkiye her açıdan, her köşeden, her fırsatta kendi ayağına kurşun sıktı ki; bugün kendimize yetmemek bir tarafa, hayvanların yediği samanı bile ithal ederek kainat karşısında gülünç duruma düştük...
Evet; madem yukarıdaki acı ve zehirli tablo direkt yaşamı yani insanı ilgilendiriyor, sormak lazım "var mıdır ki bundan daha önemlisi?.."
Sebebi bellidir yukarıdaki vahim tablonun... Son 16 yıldaki skandal tarım politikaları ve beceriksizliğin yol açtığı yıkımlardır tükenişlerimizin asıl sebebi...
İşte bu yüzden de bizler, 24 Haziran'da yalnızca vekil falan seçmeyeceğiz aslında... Geleceğimize; yani, yeniden "kendi kendine yeten 7 devletten biri" olup olmayacağımıza da karar vereceğiz...
Bırakın diğer kangrenleşmiş sosyal-siyasal sorunları; "kader"ine terk edilen "bereketli topraklar"ın kaderi bir değişiverse, hiç kuşkunuz olmasın bu ülkenin de topyekûn kaderi değişecektir elbet...

Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

25 Mayıs 2018 Cuma

Kayırma ekonomisi - KORKUT BORATAV

Esra Çeviker Gürakar, AKP iktidarının bölüşüm bilançosunun kirli bir boyutuna ışık tutan bir kitabın yazarıdır: Kayırma Ekonomisi: AKP Döneminde Kamu İhaleleri (İletişim, 2018). 

Kitap, aslında, kapitalist dünya sistemini kırk küsur yıl boyunca  biçimlendirmiş olan sarsıcı dönüşümün Türkiye bölümüne giriyor ve bu bölümün güncel, önem taşıyan bir sayfasına odaklanıyor: 2001 sonrasında kamu ihalelerinde yolsuzluk… 

Bu sayfaya giden güzergâhı kısaca hatırlatalım. 

Neoliberal reçete iflas ederse… 
Sözünü ettiğim kapsamlı dönüşüme neoliberalizm yaftası yakıştırıldı. Başlangıcı, Batı dünyasına ve Thatcher-Reagan iktidarlarına bakılarak genellikle 1980 olarak  bilinir. Aslında neoklasik ve ultra-liberal iktisatçılar tarafından hazırlanan ilk “deneyler” daha eskiye ve “Güney” coğrafyasına gider: 1970’li yıllarda askerî faşizmler tarafından Latin Amerika’da uygulanan sert, ağır, “piyasacı reformlar”…  

Türkiye’de ise neoliberal dönüşümün başlangıcı, Batı uygulamalarıyla eş-zamanlıdır. 24 Ocak 1980 tarihini taşıyan ilk programı, eksiksiz olarak   12 Eylül askerî  rejimi hayata geçirir. 

Parlamenter demokrasiye dönüş sonrasında ise, IMF ve Dünya Bankası’nın gözetimi belirleyici olur. Her aşamada neoliberal programın kapsamı genişletilecek; Kayırma Ekonomisi’nin odaklandığı dönemde (2001 ve sonrasında) IMF ve Dünya Bankası kredileri, yeni reformların uygulanmasına bağlanacaktır. 

Ancak, bu arada, yani 1980’i izleyen yirmi yıl boyunca, Bretton Woods kurumlarının “Güney” coğrafyasına dönük  “reform” anlayışlarında revizyonlar gerçekleşmişti. 
Başlangıçtaki yol haritası, “devlet küçülsün; piyasa genişlesin”  sloganı ile özetlenebilir.  Kaynak tahsisine ve bölüşüme ilişkin  iki neoklasik  gerekçe etkili olmaktaydı. Birincisine göre kamu işletmeciliği ve müdahaleleri, kaynak tahsisinde israfa, etkinlik kayıplarına yol açar. Çözüm, “piyasa dostu reformlarla” devletin ekonomik müdahale alanlarının, daraltılması içinde aranır. Özelleştirme, kamu hizmetlerinin ticarileşmesi, piyasaların tam serbestleşmesi gibi…

Bölüşüm bağlantılı gerekçeye göre de devlet, çeşitli müdahaleler, örneğin  gümrük tarifeleri, kotalar, kredi tahsisleri, sübvansiyonlar yoluyla  rantlar yaratır ve bunları ayrıcalıklı gruplara tahsis ederek gelir dağılımını bozar…  Çözüm, bir kez daha, bölüşüm ilişkilerini etkileyen her alanda devlet müdahalesine son veren “serbest” piyasalar içinde aranacaktır. 

Ne var ki, bu neoliberal reformlar Üçüncü Dünya’da hayal kırıklıklarına yol açtı. Devletin küçülmesinin, “Güney” coğrafyasında sert finansal krizlere katkı yaptığı anlaşıldı. Makro-ekonomik reçete bir nebze yumuşatıldı. 

“Koruma, müdahale rantları”na saldıran “reformcular” da, programlarının “Güney” coğrafyasındaki sonuçları karşısında şaşkınlığa uğradı. Üçüncü Dünya ülkelerinde devletler küçüldükçe yepyeni vurgun alanları oluşmaktaydı. Eski rantlar, yeni giysiler içinde (üstelik daha da şişerek) devam etmekte;  yenileri ise şaşılacak boyutlara ulaşmaktaydı.

Esra Çeviker Gürkaynak’ın Kayırma Ekonomisi içinde incelediği “AKP döneminde  kamu ihaleleri”, bu iki türün karışımıdır.

Dünya Bankası, IMF yolsuzluğu keşfediyor
Neoliberalizmin rantları yok edeceği öngörüsü niçin gerçekleşmiyordu? 
IMF ve Dünya Bankası’nın baş iktisatçıları, tarih nosyonundan yoksun oldukları için, yolsuzluğun, kayırmacılığın   kapitalizme içkin olduğunu; bu sistemin gelişiminde  burjuvazinin devlet aygıtından sonuna kadar  yararlandığını algılamadılar. Burjuvazi, doğası gereği, devletten beslenmeyi bir hayat tarzı olarak içselleştirmiştir. Sermaye grupları arasında rant rekabeti yıkıcı hale gelince, düzenleme/rekabet kuralları (örneğin ihale kanunları) oluşturulur. 

Yine de kapitalizm fırsat buldukça öz doğasına döner. 2008-2009 krizinin ortaya koyduğu finansal skandallar örnektir. 

Türkiye’de müdahaleci, planlamacı  dönem, benzer yozlaşma eğilimlerine karşı etkin savunma yöntemleri oluşturmuştu. Rant dağıtımını, ayrıcalıklı bireylere, şirketlere değil, planlama önceliklerinin belirlediği sektörlere, faaliyet kollarına, işlevlere tahsis etme kurallarını geliştirmişti.  Bu kuralları oluşturmak ve uygulamak da güvenceli,  seçkin bir ekonomi bürokrasisine emanet edilmişti. 1980 sonrasında Özal’la başlayan   devleti küçültme  reçeteleri, bu bürokrasiyi çökertti; etkisiz kıldı. Neoliberal dönüşümün yarattığı kapkaçların (örneğin özelleştirmelerin) ayrıcalıklı şirketlere, kişilere aktarma yöntemleri bulundu; geliştirildi. 

Neoliberal modeli Güney coğrafyasına taşıyan IMF ve Dünya Bankası iktisatçıları, beklemedikleri, olumsuz bölüşüm sonuçlarıyla karşılaşınca, Marksist izler taşıyan, “devleti ele geçiren oligarklar”, “yarenler kapitalizmi” gibi söylemler, yapay kavramlar icat ettiler. Neoliberalizme özgü kapkaç biçimleri tuhaf bir yolsuzluk söylemine   yol açtı. “Yolsuzlukla mücadele” 2000 sonrasında Üçüncü Dünya’daki neoliberal  programların kalıcı bir öğesi oldu.

“Kayırma Ekonomisi”nin özgünlükleri
İşte, Esra Çeviker Gürakar’ın, Kayırma Ekonomisi, bu yeni gündemin Türkiye’ye taşınması aşamasından hareket ediyor. 1998 sonrasında Türkiye ekonomisinin yönetimini üstlenen Dünya Bankası / IMF ikilisi, neoliberal dönemde yaygınlaşan kapkaç, vurgun, rant örneklerini yeterince algılamıştı. 2001 bunalımı, bu alanda yeni bir reformun hayata geçirilme fırsatı yaratıyordu.  


Hedef tanımlandı: Devlet politikalarından, harcamalarından, özelleştirmelerden türeyen gelir akımları, rantlar ve servet transferleri, sermayenin farklı öğeleri arasında nesnel ölçütlere paylaşılmalıdır… 

Çözüm de belirlendi:  Bu alanlar, siyasî iktidardan bağımsız, özerk kurumlara devredilmelidir.  

Bu çerçeveyi oluşturan kurumsal düzenleme  AKP’nin iktidara gelmesinden birkaç ay önce yasalaşıyor. Gürakar’ın incelediği ve Dünya Bankası / IMF öncülüğünde hazırlanan Kamu İhale Kurumu bunlardan biridir. Kayırma Ekonomisi de, kamu ihalelerinde süregelen yolsuzlukların önlenmesi için Türkiye’de oluşturulan yasal ve kurumsal çerçeveden hareket ediyor; bunun bozulmasını inceliyor; sonuçlarını çözümlüyor. 

Bu inceleme, AKP iktidarı altında bu çerçevenin tırpanlanmasını anlatan hazin bir öyküdür.  İhale sistemini rekabete, bu arada uluslararası sermayeye de açarak tarafsızlaştırmanın, yolsuzluğu frenleyeceği  umuluyordu. Gürakar bu projenin kesin iflasını betimlemektedir. 

AKP iktidarı, ilk gününden itibaren bu düzenlemeden tedirgin oldu. İnşaatçi, müteahhit, emlakçi özellikleri  ağır basan; kendisine bağımlı; karşılıklı rant ve kaynak akımları içinde palazlanan bir  “alt-burjuvazi” oluşturmak istiyordu. İktidar, iş çevreleri saflarında kayırma/dışlama yöntemleri uyguladığında denetimle, engellerle karşılaşmamalıydı. Bu nedenle, her fırsatta özerk kurumların yetki alanını, özerklik derecesini kısıtladı. 

Sonuçta, ihale sistemine getirilen reform, kapsamlı bir kayırmacılığa dönüşecektir. Reformun mimarları da (Dünya Bankası / IMF ikilisi), projelerinin iflasını sineye çekecek; AKP hükümetleriyle imzalanmış anlaşmaları sürdürecektir.

Esra Çeviker Gürakar ihale sisteminin 2003 sonrasında yozlaşmasını incelerken  siyasî iktidarın sınıfsal içeriğinde gerçekleşen dönüşüme de ışık tutmaktadır. 

Gürakar’ın kitabı bu  alandaki araştırmaların ilki değildir. Hızlı bir hatırlatma yapalım:  Mustafa Sönmez, AK Faşizmin İnşaat İskelesi…  Tuncay Mollaveisoğlu,  Görünmez Holding ve Ayşe Buğra ile Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm: Siyaset, Din ve İş Dünyası… Çiğdem Toker’in Cumhuriyet’teki köşe yazılarını da ekleyelim. 

Kayırma Ekonomisi, bu araştırmaları izliyor; bilgilerimizi zenginleştiriyor; önemli katkılar getiriyor.  Bu önemli katkılardan biri dikkat çekicidir: Gürakar,  Kamu İhale Kurumu’ndan elli bin ihaleye yakın bir veri tabanını incelemiş; ihaleleri kazanan şirketlerin Ticaret Sicili’nden ortaklarını saptamış; her birinin  AKP iktidarıyla bağlantılarını titiz ölçütlerle tanımlamış ve ihale yolsuzluklarının, kayırmacılığın adreslerini ve nicel boyutunu ortaya koymuştur. Bu iktidarın  “yarenler çevresi”ne aktardığı kamu kaynakları da böylece belirlenmiştir. 

Kendisinden bu doğrultudaki çalışmalarını sürdürmesini; günümüz Türkiye’sini kavramamıza getireceği yeni katkıları sabırsızlıkla bekleyeceğiz.

Korkut Boratav / SOL

İşsizlik Sigortası Fonu nasıl yağmalanıyor? - KADİR SEV

İşsizlik Sigortası Fonu’nda 120 milyar lira var. Fon’da bugüne kadar toplanan para 184 milyardı, 64 milyar lirası harcandı. Harcanan tutarın sadece üçte biri emekçilere gitti, üçte ikilik bölüm doğrudan sermayeye aktarıldı. 


Ülke, seçime kilitlendi. Herkes panik içinde ve parlamenter sistemi geri getirecek bir lider arıyor. Adayların söylemlerine bakılıyor, seçilme olasılıklarına kafa yoruluyor, “gerçekçi ittifaklar”ın nasıl kurulabileceği konusunda beyin fırtınaları estiriliyor, Mecliste oluşacak bileşimin önemine değiniliyor, dünya liderlerinin tavırlarından sonuçlar çıkarılmaya çalışılıyor.

Öyle bir hava oluşturuldu ki: “Ya Tayyip gidecek ya Ülke bitecek!”

Tayyip Erdoğan’dan kurtulmanın bir yolunu bulmalıyız: Doğru. Parlamenter sistemden de vazgeçemeyiz: Bu da doğru. Siyasetin toplum yaşamından kazınıp çıkarılmasına izin vermemeliyiz.

Ama kurtulmak uğruna yapılanlar doğru değil.

Meydanlarda bolca, parlamenter sisteme dönüş, yeniden yargı bağımsızlığı, sarayın okul yapılması ve benzeri sözler veriliyor.

Oysa ülke bu duruma getirilirken parlamenter sistem geçerliydi. Kurtarmaya soyunanların hepsi iktidar ve muhalefet temsilcileri olarak Meclisteydi.

Şimdiye kadar yapamadıkları neyi başaracaklar? Önce bu sorunun yanıtını vermek zorundalar.

Üstelik adaylardan, işçilerin emekçilerin çıkarlarını gözeten gerçekçi bir söz işitemiyoruz.
AKP İktidarlarında çıkarılan patron dostu yasalarla işçi hakları alabildiğince budandı. Arabuluculuk yasasıyla iş hukuku neredeyse yok edildi. İşçilere patronuyla pazarlığa oturup anlaşması öğütlendi. Geçici iş ilişkisi kurumlaştırıldı ve kuralsızlık yasalaştırıldı. İş güvenliği umursanmıyor. İşsizlik Fonu’nun gelirleri patronlara yağmalatılıyor.
Adaylardan hiçbiri bu yasaları kaldıracağım demiyor. 
Diyemez de!
Uluslararası tekellerin; Dünya Bankası - IMF gibi örgütlerinin ve metropol ülkelerin, desteğini arayan iktidarlar böyle sözler veremez. TOBB, TÜSİAD gibi patron örgütlerinin isteklerine yanıt veremediklerinde başlarına ne geleceğini iyi bilirler.
Bu sözleri ancak işçilerin, emekçilerin ve bütün çalışanların desteğini alarak iktidar olanlar söyleyebilir.

24 Haziran’da yapılacak seçim ve sonuçları önemsizdir denemez elbette. Ancak ne her şey bitecek ne çok şey kazanacağız.

Her iki durumda da bize, daha çok çalışmamız gerektiği mesajı verilmiş olacak.
Aşağıda çok kısa özetleyeceğim, geniş halini haftalık soL Dergi’de okuyabileceğiniz “İşsizlik Sigortası” adlı çalışma bu amaçla yapıldı. İşçilerin çıkarını gözetmek için yürürlüğe konulan bir yasanın, sahip çıkılamadığında, nasıl da patronların yağmasına sunulabildiğinin öyküsü anlatılıyor. 
Ve hedefin doğru seçilmesinin önemine dikkat çekiliyor.
“Benim için laiklik ön planda… İşçi haklarına sonra sıra gelsin… Çok daha acil görevlerimiz var...” gibi sözlerin gerçekliğinin olmadığını bilelim: Din, kapitalizmin uysal beyinler gereksinmesini karşıladığı süre boyunca pazarda yer bulur. Din sevgisi öyle bir şey.
İşsizlik Sigortası Fonu, kendi istek, kusur ve iradeleri dışındaki nedenlerle işlerinden ayrılmak zorunda kalan sigortalılara destek vermek amacıyla, 1999 yılında 4447 sayılı Yasayla kurulmuştur.

Yasa, 1999 yılı Temmuz ayında Meclis Başkanlığı’na verilen Sosyal Güvenlik Reform yasa tasarısına karşı emek örgütlerinin oluşturdukları platformun verdiği etkili mücadelelerin önemli bir ürünüdür.

Yasanın çıkarılmasında etkili olan emek örgütleri, ne yazık ki, daha sonraki yıllarda sahip çıkamamışlardır. Böyle olunca da ne işçi yararına geliştirilmesi sağlanabilmiş ne de amaç dışı kullanılması önlenebilmiştir.

Kuruluşundan bugüne Fon’a 9 milyon 400 bin kişi başvurmuş, 6 milyonuna destek verilmiştir. Başvuranların yüzde 40 dolayındaki bir kesiminin hak etmediği yanıtını almış olmasının, yalnızca işçilerin bilgisizliğiyle açıklanamayacağı açıktır. Bu olgu, bir şeylerin ters gittiğini gösterir.
Verilen destek tutarları ise açlık sınırının bile altındadır.
Fon, işsizlere karşı çok cimridir. Bu nedenle patronlarca talan edilmesine karşın hesaplarında, Mart 2018 itibariyle yaklaşık 120 milyar lira birikmiştir.
Patronların gözü bu paranın üzerindedir.

Maliye Bakanı, işverenlerden de yüzde 2 prim kesildiğini, bu parada onların da hakkı olduğunu öne sürmektedir.

Bu anlayışla yönetildiği için, harcamaların yaklaşık dörtte üçü patronlara aktarılmakta; bütçe ödenekleriyle karşılanması gereken giderler, Fon bütçesine yüklenmektedir.
Dahası, Fon bütçesinden kurum ya da kişilere borç verildiği örneklere bile rastlanabilmektedir: GAP’a 2009-2012 yılları arasında toplam 11,5 milyar lira, Soma’daki işçi cinayetinin sorumlusu şirkete 2013 yılında 53 milyon lira borç verilmiştir. 
İşsizlik sigortası primlerini tahsil etmek ve Fon hesabına aktarmak, SGK’nın sorumluluğundadır. Bu sorumluluğunu özenle yerine getirip getirmediği bilinememektedir. Çünkü 2006 yılından bu yana, işverenler adına tahakkuk ve tahsil edilen primlerin ayrıntılı dökümleri ne İŞKUR yönetimine ne de Sayıştay’a verilmektedir.
Fon iki şekilde patronların emrine sunulmaktadır. İlki “işveren payı”nın tahsilinde SGK denetim yokluğunu da kullanarak “ısrarcı” olmamaktadır. İkincisi de yukarıda örneklenen GAP ve Soma madenini işleten şirkete aktarımlar gibi doğrudan aktarımlardır. Fon kurulduğundan bu yana 184 milyar TL toplanmış, bu tutarın 64 milyar TL’si kullanılmıştır. 64 milyar TL’nin sadece üçte biri işçilere, işsizlik ödeneği ve diğer şekillerde aktarılmış, üçte ikilik bölümünden sermaye yararlandırılmıştır. 

Önümüzdeki dönem için de sermaye borçlarının yeniden yapılandırılmasında kullanmak üzere göz dikilen en önemli kamu kaynaklarından biri İşsizlik Sigortası Fonu’dur. Milyonlarca işçinin birikimiyle oluşturulan Fon’un ülkeyi yıkıma taşıyan sermayeye teslim edilmemesi gerekmektedir.

Kadir Sev / SOL