28 Mayıs 2018 Pazartesi

Acı reçeteye Hayır - BURCU CANSU

Haziran Hareketi, ekonomik krize dair 10 çözüm önerisi sundu ve “Türkiye’nin sürüklendiği krizden emekçiler lehine çıkışın tek yolu, halkın örgütlü ve birleşik mücadelesidir” dedi.




Birleşik Haziran Hareketi, Türkiye’nin ana gündemini oluşturan ekonomik kriz ve bu krizin çıkışına ilişkin önerileri de içeren bir forum düzenledi. “Acı Reçeteye Hayır” başlıklı ekonomi forumunda, Prof. Korkut Boratav, Prof. Hayri Kozanoğlu, CHP PM üyesi Selin Sayek Böke, Prof. Gamze Yücesan Özdemir, Prof. Aziz Konukman, Doç. Dr. Serdal Bahçe ekonomiye ilişkin analizlerini sundu. Foruma Haziran Hareketi’nden Aslı Aydın ve Kansu Yıldırım’ın çözüm önerileri sunumu ile başlandı.

Haziran Hareketi’nin krizden çıkış için emeğin 10 çözümü şu şekilde:
Çıkış yolu, demokratik planlama temelinde öz kaynaklara dayalı üretim ekonomisinde aranacaktır.
Bu çıkmaz sokaktan dönmenin yolu, ne parasal adımlar, ne de mali disiplin adı altında sıkılan kemer politikalarıdır. Tek çözüm, öz kaynaklara dayalı demokratik planlama temelinde üretim ekonomisidir. Borsa vurguncularına ve sıcak para hareketlerine karşı kamunun denetimi arttırılmalıdır. Cumhuriyetin onca yıllık kurumlarını ve halkın değerlerini Türkiye Varlık Fonu A.Ş gibi finans piyasalarına yem eden aracı kurumlar kapatılmalıdır. İşsizlik ve emeklilik fonunu “zor günlerde arpalık” gibi gören anlayış terk edilerek, bu fonlar bir yurttaşlık hakkı olarak düzenlenmelidir.

Gelir ve servet dağılımı adaletsizliklerine son vereceğiz.
Türkiye ekonomisinin bugünkü sorunları, finansal sorunlardan ziyade, yapısal sorunlardır. Yapısal sorunlardan biri, Türkiye’yi devasa bir şantiyeye dönüştüren inşaat ve betonlaşma faaliyetleridir. Yandaş şirketleri palazlandıran rant-talan ekonomisi artık limitlerine dayanmıştır. Konut rant aracı olmaktan çıkarılmalıdır. Konutlar, ihtiyaca dönük, kentin kültürel ve ekolojik yapısı gözetilerek inşa edilmelidir. Borçlar, faturayı emekçi kesime ödetmeyecek şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Bu kapsama, tüketici kredileri, ihtiyaç kredileri sokularak, kamu bütçesinden şirketler kurtarılmamalıdır. Emekçilere sağlıklı bir barınma imkânı sağlayan lojman hakkı sağlanmalıdır. Lojman satışlarına son verilmeli, lojman ve sosyal tesis sayıları attırılmalıdır.

Dijital teknolojiyi de yakalayarak sanayileşeceğiz.
Sanayisizleşen Türkiye, daha fazla ithalat ve dışa bağımlılığın derinleşmesi demektir. AKP iktidarında sermayenin biriktiği alanlar, sanayiden ziyade rant alanlarıdır. Sanayinin milli gelir içindeki payı düşmektedir. Enerjinin ve ara girdilerin dışa bağımlı elde edildiği “taşeron sanayi”, yani ithalata dayalı üretim biçimi hâkim kılınmaktadır. Türkiye, uygulanan rant politikaları nedeniyle sanayiden uzaklaşmakta, “teknoloji üreten” değil, “teknoloji tüketen” ülkeler arasında sayılmaktadır. Dijital teknolojiler, bugün olduğu gibi eşitsizlik ve sömürünün kaynağı olarak değil, herkesin erişebildiği kamusal niteliğiyle birlikte topluma sunulmalıdır.

Türkiye tarımına kooperatifleşmeye ağırlık veren bir anlayışla sahip çıkacağız.
“Acele kamulaştırma” kararlarıyla toprak gaspı, şirketler adına bizzat devlet tarafından yapılmaktadır. Gıdanın şirketlerin kontrolüne son vermek, gıda egemenliğimizi ve tarım arazilerimizi korumak, küçük aile tarımını geliştirebilmek için:

»Üreticileri tükenme noktasına getiren neoliberal tarım politikalarına son verilmelidir.
»Kamucu ve planlı bir tarım ekonomisi yürürlüğe koyulmalıdır.
»Çiftçinin köylünün emeğinin karşılığı verilmelidir. Taban fiyatı uygulamasında tekeller değil, üreticiler gözetilmelidir.
»Tekellere karşı üretenlerin dayanışmasını ön plana çıkaran kooperatifleşmeye ağırlık verilmelidir.

Toprağı suyu havasıyla ekolojik bir memleket hedefliyoruz.
Ormanlar, dereler, kıyılar, yeşil alanlar can çekişmektedir. Kişi başına düşen yeşil alan herhangi bir Avrupa kentinde 60 metrekare iken, İstanbul’da 7,5 metrekareye düşmüş durumdadır. Ülkenin toprağı, suyu, havası ve denizleri üzerindeki yağma ve talan projeleri bir an önce kaldırılmalıdır. Bu değerler yasal koruma altına alınmalı, imara açılması engellenmelidir. Temiz, sürekli ve ulaşılabilir bir enerji kaynağı yaratmanın yolları aranmalıdır.
İşsizlik “kader” değildir. İstihdam her yurttaşın hakkıdır.
İşsizlik, içinde yaşadığımız düzenin bir sonucudur. İşsizlik ancak kamucu ve istihdam yaratıcı sektörlere teşvik eden politikalarla azaltılabilir. Düşük ücret politikasına son verilmelidir. Asgari ücret enflasyon oranı dikkate alınarak, toplam milli gelir artışından emekçilere pay verilerek ve geçmişten gelen ücret kayıpları telafi edilerek yeniden belirlenmelidir. Esnek istihdamın, taşeron çalışmanın, kiralık işçiliğin hâkim kılındığı bu sömürü düzeni artık son bulmalı, güvenceli istihdamı sağlayan politikalar yürürlüğe koyulmalıdır. İstihdamda kamunun rolü arttırılmalıdır.

Sendikalaşma ve grev yasakları dâhil emekçilerin önündeki tüm engelleri kaldıracağız.
Emekçilerin hayatları sömürü koşulları derinleştikçe hiçe sayılmaktadır. Kar hırsı ve patronları koruyan politikalar, güvencesiz istihdama yol açmakta ve iş cinayetlerine davetiye çıkarmaktadır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği için kamunun denetimi arttırılmalıdır.

Eğitim ve sağlık olmak üzere temel kamu hizmetleri bir haktır ve ücretsiz olacaktır.
Rant amaçlı, keyfi kamu harcamalarına son verilmelidir. Eğitim ve sağlık gibi temel kamu hizmetleri ücretsiz olmalı, katkı-katılım payı ve GSS prim uygulamasına son verilmelidir. Dolaylı vergiler minimum düzeye indirilmelidir. Vergi, adaletsizliğin değil, adaleti tesis etmenin bir aracı olmalıdır. Kamu harcamaları, kamu yararı ilkesi doğrultusunda rasyonelleştirilmelidir. Kamunun toplum yararını amaçlayan üretici yönü geri kazandırılmalıdır. Sosyal yardım rejimini siyasi bir silah gibi kullanan iktidar yurttaşları dilenci gibi görmektedir. Bu çürümüş anlayışa Hayır diyoruz. Yoksulluğu sürdürülebilir kılmayı amaçlayan sosyal yardım modeli terk edilerek, yurttaşlık gelirini temel alan eşitlikçi ve nitelikli bir model geliştirilmelidir.

Özelleştirmelere son verilecek, özelleştirilen kuruluşlar koşulların izin verildiği ölçüde kamuya kazandırılacaktır.
AKP iktidarda olduğu süre zarfında 60 milyar dolardan fazla özelleştirme gerçekleştirmiş, kamusal varlıkları satmıştır. Özelleştirmeler, ülkenin yoksullaşması ve yağmalanması, emperyalizme ve dışa bağımlılığın artması demektir. Özelleştirmeler, kamunun tasfiye edilmesi ve emekçilerin güvencesizliğe itilmesi demektir. Özelleştirmelere son verilmelidir. Özelleştirilen kurumlar teknik koşulların olanak verdiği ölçüde kamulaştırılmalıdır. Üretken bir ekonomi için KİT’ler planlı, verimli, kamu yararı için açılmalı ve harekete geçirilmelidir. Kamu mülkiyetini korumaya yönelik yasal düzenlemeler gereklidir. Özelleştirmeleri kolaylaştıran ulusal ve uluslararası anlaşmaların tümü iptal edilmelidir.

Çözüm, üretenlerin yönettiği bir ekonomidir.
Bu sistem çözüm üretemez durumdadır. Sistem içi çözüm arayışları nafiledir. Türkiye’nin içine sürüklendiği krizden emekçiler lehine çıkışın tek yolu, halkın örgütlü ve birleşik mücadelesidir. AKP iktidarının ülkemizi içine sürüklediği krizden emekçiler lehine çıkış, sadece seçimlerde ortaya çıkacak sonuçlarda aranmamalıdır. Türkiye’yi krize sürükleyen, emekçileri yoksullaştıran AKP iktidarına HAYIR diyoruz. Emekçiler kendi örgütlülüklerini mahallelerde, işyerlerinde geliştirdiği ölçüde çözüme yaklaşacaktır. Bunun için tüm emekçileri, işçileri mahallelerde, iş yerlerinde birleşmeye, Meclisleşmeye çağırıyoruz. Haziran Hareketi, Meclisleriyle birlikte bu çarpık düzene HAYIR diyor. Çözüm, merkezine halk iktidarını alan, emeğin kamucu programıdır. Üretenlerin yönettiği bir ekonomik model inşa etmekten başka çözüm yoktur. 

“Acı Reçeteye HAYIR diyoruz.”
***
‘Bu sistem içerisinde tam bir mutluluk kimse için yok’
Prof. Dr. Korkut Boratav: “Dünyaya hâkim olan 4 finans kuralı var. Türkiye bundan 1989’da vazgeçti. Serbest bıraktı. İkincisi döviz kurunu kontrol edebilirsiniz. Türkiye bundan da Kemal Derviş döneminde 2001’de vazgeçti. 2002 sonunda iktidara gelen AKP de aynı kuralları kabul etti. Şimdi buna ya uyacaksınız ya da cezalandırılacaksınız. Nedir cezalandırma? Fon girişleri durur. Krediler pahalılaşır ya da ana parayı tahsil etmeye başlar bankalar. Bu da döviz krizine sürükler. Sonuç, kurallara uymaya razı olursanız, teslim olursanız IMF’ye gidersiniz. İşte Türkiye bu noktada.”

Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu: “Bu sistem içerisinde tam bir mutluluk kimse için yok. Artık faiz dilediği gibi oynayabilse bile döviz kurunu gördüğünüz gibi tutamıyor. Kredi kartları bir borçlanma aracı değil bir ödeme aracı olarak kullanılmalıdır. Bu konuyu bir direniş zemini olarak değerlendiren, taleplerini katılımcı süreçlerle kendi belirleyen bir borçlular hareketi Haziran Hareketi'ni yanında bulacaktır.”

Prof. Dr. Aziz Konukman: “Krizde Erdoğan’ın rolü büyük. Türkiye esnek kur, sermaye hareketlerinin serbest olduğu ve bağımsız para politikalarının izlendiği bir model uyguluyor. Sistem böyle devam ettiği müddetçe Erdoğan gitse de çözüm olmaz. Radikal bir çözüm arayışına girilmeli. Nedir bu çözüm önerileri derseniz de, Haziran Hareketi’nin açıkladığı 10 madde. Bu çözüm önerileri dikkate alınmalı ve uygulanmalıdır.”

CHP PM Üyesi Selin Sayek Böke: “Bugün bir iktidar söylemi oluşturmalıyız. Yeni siyaseti kuracaksak sınıfsal bir yerden kurmalıyız. Ekonomiye dair reçetenin acı olmasının önüne geçecek, emek mücadelesinin demokrasi mücadelesi ile el ele gitmesidir. Ekmek, aş, iş için verilecek mücadele, demokrasi mücadelesinden bağımsız değildir.”

Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir: “Haziran Hareketi’nin açıkladığı emeğin 10 çözümü bütüncül bir ufuk sunuyor. Burada emek politikalarını da bütüncül bakmak gerekiyor. İktidar uzunca bir süredir ve OHAL’de iktisadi, ideolojik ve siyasi ayakları olan bir emek rejimi tesis edilmeye çalışıyor.”

Doç Dr. Serdal Bahçe: Artık müdahale araçları kalmadı; özelleştirmeler, dış ticaret rejiminin serbestleştirilmesi, tarımsal kitlerin tasfiye edilmesi derken devletin müdahale edecek araçları kalmadı. Bunun karşısında muhalefetin geliştirdiği söylem hayal kırıklığı yaratıyor. Merkez Bankası bağımsızlığı artık muhalefetin savunacağı bir şey değildir. Başka bir hat tutturmak durumundayız. 

Haziran’ın açıkladığı 10 Madde ciddi bir kapı aralıyor, direniş mevzii sağlıyor.

Burcu Cansu / BİRGÜN

Sola, yıldızlara ve yarına dair - Gamze Yücesan Özdemir - Prof. Dr.

Burjuva siyasal alanının içindeki stratejik hesapları sol seçmen görebilmekte ve değerlendirebilmektedir. Elbette sol seçmen bu aritmetiği bozarak AKP-MHP ittifakını geriletecek aday(lar)a ve partiye/partilere oyunu verecektir. Bizim için söz konusu olan ise seçim aritmetiği içinde ve bu toz duman içinde geri planda kalan tam bağımsız, laik ve emekten yana bir Türkiye’nin mümkün olduğunu söylemektir.


Sosyalist solun, bu topraklarda laik, tam bağımsız ve emekten yana mücadelesi yıldızlara doğru ve yıldızlarla birlikte bir mücadele olmuştur. Kızıl yıldız, beş köşesi ile beş kıtaya başka bir dünya kurma çağrısıdır. Karanlıkta yolunu kaybedenlere gideceği yönü gösterir. Che’nin yıldızlı beresi, başka bir dünyayı kurma iradesinin simgesidir. Ve birçok genci mücadeleye taşıyan ise, gözlerini açtıklarında duvarlarda gördükleri yıldız yumruk olmuştur.
Karanlık gecelerde yıldız olmak başka bir dünyanın üzerinde yükseleceği ahlakı, değerleri ve ilkeleri imler. Peki, sosyalist sol, bugün, 24 Haziran’da ve sonrasında memleketin içinde bulunduğu karanlık gecede yıldız mıdır? Dünden devraldığı ve yarına taşıyacağı tarihsel sorumlulukları nelerdir?

Memleketin içinden geçtiği dönemde, en önemli tarihsel sorumluluk, solun vazgeçilmez değerleri (anti-emperyalizm, laiklik ve emekten yana olmak) üzerinde yükselen asgari bir kurucu program ve bu programın taşıyıcısı bir cumhurbaşkanı adayı çıkarmaktı. Bu gerçekleşemedi. Bağımsız sol aday ve kurucu bir sol programın yokluğu meselesinde solun uzun dönemli ve çok boyutlu bunalımının günümüzdeki toplumsal sonuçları etkilidir. Bu sonuçların bir boyutu toplumsal muhalefet örgütlerinin dağınıklığı ve bir araya gelmesi önündeki kimi engeller ise, diğer boyutu solun, siyasal alanda toplum için gerçek bir alternatif olamamasıdır. Bu bileşik etki sonucu, siyasal iktidara yönelik hamlelerde “geniş bir biçimsel demokrasi cephesi” çağrısı ve sol liberal/radikal demokrat bir hatta konumlanım belirgin olmuştur.

Bu gerçekliğin ışığında, çok daha büyük bir tarihsel sorumluluk omuzlarımızdadır: Bağımsız solu var etmek! Yeni bir ülkenin ancak solun kurucu ilkeleri üzerinde yükselebileceğini vazgeçmeden, usanmadan ve yorulmadan söylemek.

Seçim aritmetiği içinde, günlük ittifaklar içinde, müzakereler içinde yitip gidenlerin, yitip gitmemesi için çaba sarf etmek!

Tek adam yerine halk egemenliğini, piyasacılığa karşı kamuculuğu, gericiliğe karşı bilimin aydınlığını, emperyalizme karşı tam bağımsızlığı, bireyciliğe karşı dayanışmayı her yerde, herkesle ve herkesin parçası olarak paylaşmak!

Herkesin, “olağanüstü bir dönemden geçiyoruz” diyerek, neoliberal siyasal alanının içine sıkışıp kaldığı ve kötünün görece iyisine razı olmaya başladığı anda, bu fikri, ufku ve iradeyi var etmek! Bunun mücadele adımları neler olabilir?

Bağımsız sol bir siyaseti sahiplenenler için ilk adım, kuşkusuz başka bir dünyayı talep eden laik, emekten yana ve anti-emperyalist bir cephenin örülmesidir. Bu ise, seçimin ve sandığın da içinde olduğu geniş bir mücadele alanına işaret eder. Seçim sürecinde, AKP-MHP ittifakının geriletilmesi için gereken seçim taktiğini değerlendirmek ve seçim aritmetiğini yapmak zor değildir. Burjuva siyasal alanının içindeki stratejik hesapları sol seçmen görebilmekte ve değerlendirebilmektedir. Elbette sol seçmen bu aritmetiği bozarak AKP-MHP ittifakını geriletecek aday(lar)a ve partiye/partilere oyunu verecektir. Bizim için söz konusu olan ise seçim aritmetiği içinde ve bu toz duman içinde geri planda kalan tam bağımsız, laik ve emekten yana bir Türkiye’nin mümkün olduğunu söylemektir.


21. yüzyılda sosyalizmi tartışan Lebowitz’in sözleri ile; “Aslında insani gelişimi hedefleyen bir sosyalizm gökten inmeyecektir, insanların kendilerini dönüştürdükleri bir sürecin ya da pek çok sürecin bir sonucu olacaktır.” Memleketin her yerinde birlikte söz söyleme, eyleme ve çözüm üretme pratikleri çoğaltılmalıdır öyleyse.


Laik, emekten yana ve anti-emperyalist bir siyasetin örüleceği alan halk sınıflarının egemenlerle girdiği uzlaşmaz çelişkiler alanıdır. Bu alanın üreteceği çözümler değil ama kurucu unsurları müzakereye açık değildir. Dolayısıyla, kendi siyasetimizi önermek ve önererek kurmak zorunluluğunu erteleyemeyiz.

Bağımsız sol için ikinci adım, hayatın her alanına ve her anına kurucu ve dayanışmacı bir siyaseti taşımaktır.

“Yoksulluğun ve gericiliğin yerini halk sınıflarının hizmetinde bir ekonomi ve toplum almalıdır” düşüncesini dillendirmektir. Diğer bir deyişle, sermayenin ihtiyaçlarına karşı insanın ve toplumun ihtiyaçlarını öne alan bir yaklaşımı sahiplenmektir.

Emekçilerin kötü sağlık, yetersiz beslenme ve gerici eğitim koşulları, işsizlik, yok edilen çevre ve derin yoksulluk, ancak örgütlü siyasi taleplere çevrildiğinde piyasalara emekçiler lehine müdahale edecek programlara konu olur. Son yıllarda iç ve dış politikadaki gelişmelere paralel, tüm iktisadi göstergelerin alt üst olması, emekçi sınıfların gündelik yaşamlarını mahvetmektedir. Kanser hastaları, tedavi masraflarını karşılayamadığı için yaşamını yitirmektedir. Uzun dönemli işsizlik ve borçluluk nedeniyle çıkış yolu bulamayan işçiler, kendilerini yakarak yaşamlarını sona erdirmeyi göze almaktadır. Toplumdan yükselen “Geçinemiyoruz” sesleri, hayat pahalılığının, geçim sıkıntısının ve işsizliğin sınıfsal ve toplumsal görünümleridir.

Anılan sıkıntıların çözümü, toplumun ihtiyaçlarını piyasaların ihtiyaçları karşısına koyabilecek bir talepler dizisini, bu taleplerin sahiplerinin katılımıyla harekete geçirebilecek siyasettedir. Dolayısıyla, çözüm, sermayenin mantığı karşısına halkın/yaşamın mantığını koyan bir üretim, dağıtım, bölüşüm ve tüketim pratikleri dizgisinin inşasında yatmaktadır. Söz konusu inşai faaliyet kurucu, kurucu olduğu ölçüde anti-emperyalist, yurtsever ve kalkınmacıdır.

Bağımsız sol için üçüncü adım ise, doğrudan demokrasi ile söz, karar ve yetkinin halka ait olduğunu yüksek sesle söylemektir. Halkın benimsemediği bir önerinin vekaleten ve halkın üzerinden diretilemeyeceğini kabul etmektir.
Unutmayalım ki, halkın kendi sözünü söylediği anlar, bu memlekette hayatın filizlendiği anlardır. HES direnişleri, tarım tekellerine karşı fındık ve üzüm eylemleri, OHAL koşullarında greve çıkan ve hak talep eden işçiler, gerici eğitime karşı çocuklarının geleceğini sahiplenen veliler, balkonlardan sallanan “Hayır” bayrakları, mahallelerden yükselen “Tamam” sesleri...

Başka bir deyişle gelecek ufkumuzu, parçası olduğumuz, sıkıntıları birlikte göğüslediğimiz, birlikte ağlayıp birlikte güldüğümüz halkın içinden seslendirelim, kabul edilmesini, herkesin talebine dönüşmesini hedefleyelim!

21. yüzyılda sosyalizmi tartışan Lebowitz’in sözleri ile; “Aslında insani gelişimi hedefleyen bir sosyalizm gökten inmeyecektir, insanların kendilerini dönüştürdükleri bir sürecin ya da pek çok sürecin bir sonucu olacaktır.” Memleketin her yerinde birlikte söz söyleme, eyleme ve çözüm üretme pratikleri çoğaltılmalıdır öyleyse.

Doğrudan demokrasi için aslolan okur-yazarlık ve duyar-anlarlıktır. Okur-yazar, duyar-anlar olmak, harfleri yan yana getirerek teknik olarak sözcükleri okumak ya da yazmak, kulağınıza çarpan sesleri kelime karşıtlarına çevirmek değildir. Halkın çığlığını okumak, duymak ve anlamak; eleştirel bilinçlenme yoluyla, siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel koşulları tarihsel olarak ele alıp sorgulayabilmektir. Okur-yazar ve duyar-anlar olmak, dünyayı deneyimleme ve değiştirme yaşantısına sahip olmaktır.


Çözümü bu ülkenin kuşatılmış ve yıpranmış insanları bulabilir, ancak onlar bunu yapabilir. Bu ülkenin kuşatılmış ve yıpranmış insanları çığlık atıyor! Gelir eşitsizliğine, gericiliğe, çocukların yiten eğitimine, gençlerin kayıp yarınlarına ve kadınların yok edilen haklarına karşı çığlık atıyor! Bu insanların solunda olan bizler, orada mıyız? Okuyor, yazıyor, duyuyor ve anlıyor muyuz?

Sözün kısası, bugün, bağımsız sosyalist siyaset, dünden devraldığı devrimci mirasın “olağanüstü koşullar” ya da “seçim aritmetiği” içinde solgunlaşmasına, silikleşmesine izin vermemelidir. Sol değerleri, ilkeleri ve ahlakı kurucu bir program etrafında kıskançlıkla korumalı, dillendirmeli ve devrimci mirası yarına aktarmalıyız. Tüm mücadelemiz, bu memleketin çocukları için. Onlara sözümüz var: Karanlık bir gecede gözlerini her açtıklarında mutlaka ama mutlaka gökyüzünde ve yeryüzünde yıldızları görecekler. Mutlaka ve daima...

Gamze Yücesan Özdemir - Prof. Dr. / BİRGÜN

Hayvancılıkta başka bir politika mümkün - ORHAN SARIBAL

İktidar 8 yılda 5.7 milyar dolarlık canlı hayvan ve karkas ithalatı yapmasına rağmen kişi başına kırmızı et üretimini düşürdü. Üreticiler piyasaların insafına terk edilmemelidir.

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı yetkilileri, 2003-2017 yılları arasında hayvancılığa yaklaşık 24,5 milyar TL hibe desteği sağlandığını, uygulamanın başladığı 2010 Ağustos ayından 2017 Eylül ayına kadar toplam 10,5 milyar lira faizsiz kredi kullandırıldığını belirterek bu sayede elde ettikleri kazanımları sıralamaktadırlar.

Bunlar içerisinde ilk sıraya da “2002 yılında 4.300 olan 50 baş ve üzeri büyükbaş hayvan bulunduran işletme sayısının 31.500’e çıkarılmasını” koymaktadırlar. Hemen her Bakan, 2002 yılında 420 bin ton olan kırmızı et üretimini 1 milyon tonun üzerine çıkardıklarını ifade ederek bu başarılarıyla (!) övünmektedir. Ancak aynı Bakanlar 2002 yılında 421 bin ton olan üretimin 2009’da niçin 413 bin tona düştüğünü; 2010 yılında ise nasıl 781 bin tona çıkarıldığına hiç değinmemektedirler.

Bir başka ifade ile zaten eksik ve yanlış olan istatistikleri işlerine geldiği gibi kullanarak hem kamuoyuna hem de başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere sorumlu oldukları makamlara yalan söyletmeyi sürdürmektedirler.

Üretim artıyorsa ithalat neden?
Bu arada 2010 yılına kadar uzunca bir süre et ve et üretimi amaçlı canlı sığır ithal etmeyen Türkiye’nin, kırmızı et üretiminin neredeyse iki kat artırıldığı söylenen 2010 yılından itibaren ciddi bir ithalatçı olmasını gözlerden kaçırmaya çalışmaktadırlar. Gerçekten üretim bu kadar arttıysa neden ithalat yapıldığını açıklamak gerekmez mi?

‘Kişi başı üretimi artırdık’ yalanı
Hatta “2002 yılında kişi başına 6 kg olan kırmızı et üretimini 14 kg’a çıkardık” diyerek, bu yalanı ayrıntı vererek sürdürmek bir siyasetçi için akıllıca ve doğru bir iş midir? Bu siyasetçi aynı ifadeleri Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda da tekrarlayarak, yanlış bilgiye en azından söz konusu komisyonu da ortak etmiş sayılmaz mı? Konuya yabancı olan bu bakanlar konuşmalarını hazırlayan, kamuoyu önüne bu açık yanlış bilgilerle çıkmalarına sebep olan bürokrasiyi sorgulamazlar mı? Faruk Çelik ve Eşref Fakıbaba tarafından da yapılan bu açıklamaların geçmişi Mehdi Eker’e kadar uzanmaktadır.

AKP iktidarı da geçmiş birçok iktidar gibi, hayvancılıktan sadece sığırcılığı, sığırcılıktan da büyük işletmeleri önceleyen, koruyan, kollayan destekleme sisteminin sürdürüldüğü ve bununla da övünüldüğü bir iktidar olmaktan kurtulamamıştır. Hatta bu dönemin tek kusuru bu yanlışın görülememesi değil, bilerek bu yanlışta ısrar etmek ve bazı kesimlere bu yolla
kazanç sağlamak olmuştur.

Küçük işletmeler gözden çıkarıldı
Bu anlayışı benimseyenlerin küçük ölçekli işletmeleri gözden çıkarmaları beklenen bir durumdur. Nitekim Türkiye’de yıllardır küçük ve orta ölçekli işletmeleri akıllıca desteklemek, korumak ve geliştirmek yerine, destekler ve krediler, özellikle hayvancılıkta büyük işletmelerin kurulması ve geliştirilmesine ayrılmakta, yani sermaye tarımı (şirket tarımı) teşvik edilmektedir.

Türkiye’nin kırmızı et üretimi düşüktür. Çünkü hem kesilecek hayvan sayısının üretimi yetersiz, hem de karkas ağırlığı istenen düzeyde değildir. Kesilecek hayvan sayısını artıracak uygulamalardan biri doğuracak hayvan sayısını, dolayısıyla da toplam hayvan sayısını artıracak önlemlerin alınmasıdır. Türkiye bu işi, şimdi yapmakta olduğu gibi, büyük ölçekli işletmelerin kurulmasını teşvik ederek gerçekleştiremez. Çünkü, büyük ölçekli işletme kurdurmak hayvan sayısını artırmanın değil, öncelikle işletme sayısını azaltmanın bir yoludur.

Uygulanan model başarısız
İşletme sayılarının azalması, çoğu kez, otlak ve meradan yararlanma düzeyini düşürür. Hele ki hemen her türde entansif üretim tarzı ve büyük ölçekli işletmeler teşvik edilince mera-hayvan bağlantısının kopması kaçınılmaz hale gelir. Bunun doğal sonucu da hemen her zaman hayvan sayısının azalması, et üretimin düşmesi, fiyatların yükselmesidir.

Uygulanan bu sistemin son 8 yılda yapılan yaklaşık 5 milyar 750 milyon dolarlık canlı hayvan ve karkas ithalatına (ki bunun 1,3 milyar dolarlık bölümü 2017 yılında gerçekleştirilmiştir) rağmen 2017 yılında kişi başına kırmızı et üretiminin düşmesidir.

hayvancilikta-baska-bir-politika-mumkun-468348-1.


Dışa bağımlılıktan nasıl kurtulabiliriz?
»Çiftçilerin hükümetlerin güdümünde değil demokratik temelde ve kendi çıkarlarını koruyacak biçimde örgütlenmeleri teşvik edilmeli ve desteklenmelidir.
»Et ve Süt Kurumu (ESK) ithalat ofisi değil, piyasaya müdahale edebilecek bir kurum haline getirilmelidir.
»Yemi tarlada yetiştirip ahıra veya ağıla taşıyan büyük ölçekli işletmeler yerine, yemin ve otun uygun olduğu her yerde üretim biçimleri desteklenmelidir. Ancak bu durum meraların sermayeye tahsisi ya da devri gibi bir sonuç yaratmamalıdır.
»Meralardan etkin bir şekilde yararlanabilecek düşük ve orta seviyede süt verimine sahip sürüler desteklenerek inek sayısı artırılmalı.
»Meralar ve tarım arazilerinin amaç dışı kullanımına asla izin verilmemeli.
»Destekler üretim artışı ve maliyetin düşmesine hizmet edecek biçimde ve şeffaflık içerisinde verilmelidir.
»Hem süt sığırcılığı hem de sığır besiciliğinde sözleşmeli üretim dayatılmamalı, sözleşme yapılacak ise alıcının gerçek üretici örgütleri ile muhatap olması sağlanmalıdır. Sözleşmeli üretimi özendirecek destekler alıcılar üzerinden değil, bu örgütler vasıtasıyla doğrudan üreticiye verilmelidir.
»Hayvan üreticilerinin korunması ve üretici ailelerin refah seviyelerini artırmak için her türlü çalışma yapılmalıdır.
»Destekler büyük işletmelerin kurulmasına değil, şartları uygun olan küçük ve orta ölçekli işletmelerin desteklenmesine yönlendirilmelidir.
»Kırsal alanda yaşayan çiftçilerin-üreticilerin çocuklarına eğitimin her alanında (üniversiteye giriş puanı, yurt temini, burs gibi) pozitif ayrımcılık sağlanmalıdır.

Sonuç olarak; hayvansal üretimde gıda güvencesinin sağlanabilmesi için ithalattan vazgeçilmeli; hayvancılık destekleri büyük (endüstriyel) işletmeler yerine küçük aile işletmelerine yönlendirilmeli; süt ve et gibi hassas ürünlerde piyasa doğru şekilde izlenmeli, üretici örgütleri güçlendirilmeli, üreticiler iç ve dış piyasaların insafına terk edilmemelidir.

ORHAN SARIBAL - CHP Bursa Mv.
BİRGÜN

Yoksulu aç bırakan şatafattan hesap sorulacak mı?.. - Mehmet FARAÇ

"Yağma Hasan'ın böreği" sözü var ya, tarihçiler son 500 yılın siyaset ve devlet şatafatını araştırsalar, herhalde AKP döneminde yaşanan dehşet verici savurganlığın Kilimanjaro'nun görkemini bile geride bıraktığını çok kolay tespit edebilirler...

Osmanlı'nın harem-şatafat hattında, "değmeyin keyfime" dediği "Lale Devri" bile kıskanırdı sonradan görmeciliğin, son yıllarda iyice utandıran siyaset ve zenginlik piyesini...
İşte Türkiye'de son yıllarda, tuhaf, şaşırtıcı ve şok edici bir değişim yaşıyor siyasetle birlikte insan profili de...

Yokluktan zenginliğe, ezilmişlikten sonradan görmeciliğe uzanan bir değişim parmak ısırtırcasına şımartıyor AKP güruhundan beslenen "ne oldum delisi" kesimleri!..

"Dinci"lerin Teşvikiye'yi, iktidar borazanı karı-koca televizyon tetikçilerinin ise "yalı"ları keşfetmesi gibi, kendilerini "dindar, muhafazakâr" diye niteleyen; çember sakallısından, kara çarşaflısına, tesettürlü sosyetesinden tarikat müridine kadar Lale Devri'nin şatafatını bile kıskandıracak müthiş bir debdebe yaşıyor iktidardan beslenenler...

Kadın-erkek, genç-yaşlı fark etmiyor; AKP tabanının bir kesimi gecekondulardan lüks sitelere, şeyh dergahından kafelere, halk otobüsünden lüks ciplere uzanan öylesine şaşırtıcı bir sosyo-ekonomik değişim-dönüşüm sergiliyor ki, görenlerin ağzı açık kalıyor...

Ve insanlar, siyasetin kendi zenginlerini yaratma konusunda mide bulandırıcı rekorlar kırdığı son yıllardaki talancı zihniyete bakınca, "İyi ki Hz. Ömer bu dönemde yaşamıyor" demekten de kendilerini alamıyor...


Mide bulandıran şovlar!..
Kuşkulu zenginlik, sonradan görmecilik, kendini bilmezlik, siyasetten beslenenlerin sözde sosyal "statü" atladığı ve geçmişini de hızla unuttuğu çok vahim bir dönemin "yuh" denilecek savurganlığını da gösteriyor topluma...


Hiç kuşkusuz ne ANAP ne DYP ne de REFAHYOL döneminde görüldü böylesine zıvanadan çıkmış bir zenginlik, böylesine bir saltanat süreci...

Baksanıza; tarikat dergahlarında, yıllar boyu "bir lokma-bir hırka" şiarına sarılarak, mütevazi iftar yemeklerini gösterişe kaçmadan yiyen bir kesim vardı ki, artık beş yıldızlı otellerin lüks restoranlarında, kuş sütünün bile eksik olmadığı gösterişli sofralarda adeta "şov" yapıyorlar... Üstelik kimseyi umursamadan ve de mide bulandırırcasına!..

Devletin sözde "aile bakanı" olacak bir hanım ise devletin parasıyla lüks otellerde iftar programları düzenleyerek savurganlığa öncülük etmeye devam ediyor ki, en vahimi de bu olsa gerek...

Ve İslam'ı anlatmakla görevli sözde "din" adamlarının, ekranlarda, harem-selamlıklı lüks otellerde ve camilerin bulunduğu meydanlarda, televizyonlardan aldıkları milyonlarca lira karşılığında adeta "temaşa" sergilemesi de var ki, "takiye" denilen ikiyüzlü tutarsızlığa "rayting" yaptırmaya devam ediyor!..

                                                                          ***
Manzaranın açlık şavkı!..
Yaşamın dünya kurulduğundan bu yana süregelen devinimi içinde hiç şüphesiz her şeyin, her olayın, her eylemin ve her hareketin bir karşılığı vardır ya, işte bu pencereden AKP döneminin lüksünü sorgulamak da kaçınılmaz oluyor...

"Zıt" kutuplar, yaşamın şaşırtıcı hareketleri içinde bazen şatafatçı zihniyetin suratına şamar indirircesine çarpıklıkları yansıtmaya devam etse de, "aç-tok" dengesizliği açısından gidişat hiç değişmiyor işte...

Bu sosyal çarpıklığı, AKP'nin kimilerini iyice zengin eden, çoğunluğu da ne yazık ki iyice yoksullaştıran haksız-adaletsiz-ikiyüzlü icraatları içinde çok net görebilirsiniz...
Varsılla yoksul arasındaki mesafenin kapanmaz bir uçuruma dönüştüğü son 16 yıllık dönemde, sosyo-ekonomik zıtlık ve gelir dağılımı dengesizliği yaşamın her alanında sırıtmaya, isyan etmeye devam ediyor;

Çarpık manzaranın açlık şavkıdır, pazar yerlerinden, çöp kutularından gıda toplamaya çalışan, aşevlerinin önünde yüzlerini kapatarak bir tabak yemek almaya çalışan mazlum, yoksul, garip ve sahipsiz insanların yürek burkan çaresizlikleri...

"Zıtlık" dedik ya; cumhurbaşkanının oturduğu ve yapıldığından bu yana büyük tepki çeken saraya ayda yüz milyonlarca lira harcama yapılırken (en çok fakir-fukara edebiyatı AKP döneminde "arz-ı endam" ederken) zenginlik ve yoksulluk, açlarla tokların sofralarında "zehir-zıkkım olsun" dercesine çatışmaya devam ediyor!..

Haksız bir düzeni tarif de eden bu sosyal çatışma; yalnızca siyasetin iktidar koltuklarında, makam ve bina israfının utanç verici boyutlara ulaştığı- devletin iliklerine kadar sömürüldüğü yandaş bürokraside değil, yukarıda sıraladığımız, siyasetten beslenen kesimler üzerinden de vuruyor halkı!..


Yeşil Kart, "hamili kart!.."
Yukarıdaki tablo en az 8 milyon Yeşil Kartlı'nın devletten beslendiği ve siyasete hizmet etmeye zorlandığı bir Türkiye tablosudur aynı zamanda...

Yani; yoksullaştır-köleleştir siyasetinin sömürü hattında, Yeşil Kart'lılarla, siyaset zengini "hamili kart" taşıyan AKP zenginlerinin çatışması devam ediyor bu ülkede...

Muharrem İnce'nin eşi ile birlikte mütevazı çarşı-pazar alışverişinin fotoğrafları ile Meral Akşener'in devletteki israfa isyan eden dünkü açıklamaları da akla getirdi yukarıdaki tüm satırları...
O halde dün de bu köşede vurgulandığı gibi, olası bir iktidar değişiminde, öncelikli yapılacakların listesinde en başta müdahale edilecek çarpıklık da bellidir;
Devlette araç gereç, bina ve harcama savurganlığı sona erdirilmeli, saray şatafatının muslukları kesilmeli, adaletsiz gelir dağılımı engellenmeli, talan eden değil emek veren kazanmalı, "yoksullaştır-köleleştir" planı çöpe atılmalı ve yoksulun, işsizin, emeklinin, emekçinin "insan gibi" yaşayabileceği sosyo-ekonomik önlemler hızla devreye sokulmalı...

Ve de hiç çekinmeden, "nereden buldun" sorularıyla son 16 yılın hesabı da sorulmalıdır şu sonradan görme iktidar zenginleriyle onlardan beslenen pervasız güruhtan... Milletin yüreği soğumaz aksine...


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

En pahalı tıraş! - REMZİ ÖZDEMİR

Tarih: 2 Aralık 2016.
Dolar kuru 3.59 ile tarihi zirveyi gördü. Cumhurbaşkanı Erdoğan halka çağrı yaptı:
-Dolarınızı satın!
Cumhurbaşkanı'nın bu çağrısıyla çok sayıda vatandaş harekete geçti ve dolarını satmaya başladı. Hatta Cumhurbaşkanı'nın bu çağrısı bir çok şirket ve esnaf tarafından da desteklendi.
Bir otobüs şirketi açıklama yaptı. 500 dolar bozdurup makbuzunu getirene otobüs bileti bedava.
250 dolar bozdurup getirene yemek bedava! Nihayetinde bu iş berberlere kadar yayıldı. 500 dolar bozdurana bedava tıraş kampanyası açıldı.
Kampanyalar büyük ilgi gördü. Gerçekten 500 dolar bozduranlar 50 liralık otobüs biletini bedava aldı. 30 liralık tıraşa para vermedi ve en az 3 kaplık 25 lira tutarındaki yemeği lokantada yiyip bir kuruş bile ödemedi.

Aradan 1 yıl 4 ay geçti.
Dolar kuru 4.900 TL'yi gördü. Vatandaşın 500 dolarını bozdurarak o gün olduğu bedava tıraş ona oldukça pahalıya patladı. Basit bir hesap yaptığımızda vatandaş 500 dolarını o günkü en yüksek kurdan yani 3.59 TL'den bile bozdurmuş olsa kaybı 1.310, yani 500 dolarda 655 lira. O gün için dolar bozdurarak bedavaya getirdiği tıraş için bugünkü hesapla 655 lira ödemiş oldu! Yani oldukça pahalı bir tıraş.
Bunun için söylenecek tek bir şey var o da "Hayırlı tıraşlar!"


Yine bir çağrı var!
Aradan geçen bu süreden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan bir kez daha döviz bozdurun çağrısı yaptı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın döviz satın çağrısına şu ana kadar ne ciddi ne de ufak bir katılım gözüküyor. Hele o 2 Aralık 2016'daki çağrısı gibi kampanyalar hiç düzenlenmiyor. Çünkü Cumhurbaşkanı ve diğer bakanların döviz alanın eli yanacak söylemlerinin tam tersi çıktı.
O gün tam tersi hükümetin ekonomi kurmaylarının söyledikleri değil de ekonomistlerin söyledikleri gibi yapıp dövizlerini satmasalardı bugün müthiş bir kazanç sağlamış olacaklardı. Aslında buna kazanç olarak da bakmak yanlış bir şey. Dövizdeki artışı kâr olarak görmek doğru değil. O sadece paranın değerini korumak.

Bunu şöyle bir örnek ile izah edebiliriz:
2 Aralık'ta 100 dolar karşılığı olan 359 TL ile ne kadar benzin alabiliyorduk. O gün için 1 litre kurşunsuz benzin İstanbul'da 4 lira 92 kuruştan satılıyordu. O para ile yaklaşık olarak 72 litre kurşunsuz benzin alınıyordu. Bugün 95 oktan kurşunsuz benzinin litresi, devlet destekli 6.26 lira. 72 litre benzin için 452 lira ödemek zorundayız. O gün dolarını satmayıp bugün satanlar 73 litre benzin alabiliyorlar. Özetle dolarını satmayanlar parasının değerini korumuş oldu. Hükümetin çağrısı ile satanlar ise sadece 57 litre benzin alabiliyorlar.

Cumhurbaşkanı Erdoğan şimdi yine dolarınızı satın diyor.

Bu çağrıya kulak vermeden önce hesabınızı kitabınızı çok iyi yapmanızı tavsiye ederim. Kesinlikle kimseye döviz alın ya da bozdurmayın demiyorum. Sadece finansal okur yazar olun. Siyasetçilerin ağzından çıkan sözleri ekonomik gerçekçilik süzgecinden geçirin. Ne kadarı mantıklı ne kadarı mantıksız buna siz karar verin. Çünkü o gün siz tertemiz millî duygularla dolarınızı satarken, maalesef birileri düşük fiyattan aldı ve kendisini korudu.

Siyasetçiler susmalı
Türkiye'nin dış ticaret açığı ve en önemlisi çok ciddi borcu var. Bu borç özellikle parayı üretime değil de toprağa yani inşaata gömdüğümüz için finans sektörü dışındaki şirketlerde çok fazla. 300 milyar dolara yakın özel sektörün borcu var. Dolardaki her kuruş bu şirketlerin biraz daha zarar etmesine neden oluyor.

Dövizdeki son yükselişler siyasetçilerin gereksiz konuşmaları ile oldu.  Artık iş dünyası siyasetçilerin konuşmalarından korkar oldular. Çünkü bir bakan çıkıyor "dolar kuru gerçekçi değil" diyor. Biri çıkıyor "alanın eli yanacak" diyor. Sonunda olan da bu hükümetin ekonomi öngörüsüne kanıp borçlanan özel sektöre oluyor.
Özel sektörün kâbusu devam ediyor.
Hükümet erken seçim kararı ile kendini kurtarmaya çalışırken, yüzbinlerce kişiye iş ve aş veren özel sektörü de ateşe attı.
Bugün itibariyle lütfen görün bakın! Cumhurbaşkanı'nın döviz bozdurun çağrısına yanıt gelecek mi gelmeyecek mi? Vitrininde 'dolar bozdurana bedava tıraş' yazıları görecek misiniz görmeyecek misiniz?


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

27 Mayıs 2018 Pazar

Caligula ve Pompei’nin son günleri - ORHAN GÖKDEMİR

Milattan Sonra 12’de doğdu. Rheine lejyonlarında bulunduğu sıralarda askerler gibi çizme giymesi nedeniyle “çizmecik” anlamına gelen Caligula takma adıyla tanınmıştı. Babası Germanicus’un ölümü üzerine İmparator Tiberius tarafından evlatlık alındı. O ölünce imparator oldu. Saltanatının ilk yedi ayında vergileri indirdi, valilerin yetkilerini sınırlayan yasaları kaldırttı. Tiberius’un sürgüne gönderdiği suçluları bağışladı. Artık çok seviliyordu. Onunla aynı çağda yaşamış Gaius Suetonius Tranqullus’un “Oniki Caesar’ın Yaşamı” adlı kitabında, birkaç günlüğüne Campania kıyısındaki adalara gidince, halkın sağ salim dönmesi için adaklar adadığını not ediyor.

Fakat belki de fazla sevgiden, akıl hastalığına yakalandı. Yatağını paylaştığı kız kardeşi Drusilla’nın ölümü üzerine iyice zıvanadan çıktı. Artık kendinden önceki sezarlar hakkında konuşulmasına tahammül edemiyordu. Saygılarını sunmak üzere Roma’ya gelen kralların akşam yemeğinde atalarının soyluluğu üzerinde konuştuklarına duyunca “Bırakın da tek bir efendi, tek bir kral olsun” diye bağırdı. Cumhuriyeti yıkmıştı, Senatoyu her fırsatta aşağılıyordu. Görünüşe göre başına taç takmak ve krallığını ilan etmek istiyor, buna hazırlanıyordu.
İtiraz eden olmayınca tanrısal güçleri olduğunu vehmetmeye başladı. Ülkenin çeşitli yerlerindeki tanrı heykellerini sarayına taşıttı. Kafalarını koparıp, yerine kendi kafasının kopyalarını koydurttu. Sarayını birkaç kat büyüttü. Bazı dalkavuklar artık ona tanrı diye sesleniyorlardı. Bundan güç alarak özel rahipleri bulunan büyük bir tapınak yaptırdı. Girişine de heykelini diktirdi. Sanki canlıymış gibi bu heykele her gün başka bir giysi giydiriliyordu.

Yeni dönemin ilk işlerinden biri Roma’nın “milli” bayramlarını yasaklamak oldu. Devlet mülküydü artık. Hoşlanmadıklarını öldürttü, yan baktığını düşündüklerini sürgüne gönderdi. Tranqullus’un aktardığına göre, gördüğü her kadınla ve hoşlandığı her erkekle yatardı. Öylesine arsızlaşmıştı ki kalabalık bir şölende karısının yanında kız kardeşi ile ilişkiye girmişti. İşkence, eziyet, zulüm, cinayet, kuralsızlık onun zamanında kural oldu. Çizmecik, çok dindar fakat az ahlaklıydı. İşkence ve eziyetten derin bir haz alıyordu. “Öyle bir vur ki öldüğünü hissetsin” diyerek dolaşıyordu civarda. Bunu bazen emrederek yapıyor, bazen de bizzat elini kana buluyordu. Tranqullus şöyle anlatıyor: “Çoğu kez, öğle yemeği yerken ya da akşam yemeği ve sonrası eğlenceler sırasında, suçlulara onun gözü önünde işkence edilirdi, kafa kesmede usta bir asker hapishaneden kim getirilirse getirilsin kafasını kesiyordu.” Ne kendisinin ne de başkasının namusuna saygı gösterirdi. Önüne gelenle “doğa dışı cinsel ilişkiye girmesi” ile meşhurdu. Sağa sola para saçıyordu. Hazine tam takır olunca tuhaf vergiler koydu, vermeyenlerin mallarına el koydurdu. Davalara bizzat bakıyor, sıkılınca bütün davaları birleştirip toplu mahkûmiyetlere hükmediyordu. Bazen davalara almak istediği miktarı belirledikten sonra bakmaya başlıyor, istediği miktara ulaşınca oturumu kapatıyordu. “Paran kadar adalet” onun zamanında icat edilmişti.

Sonra orduya da el attı. Beğenmediği subayları terhis etti, çoğunu yaşı ileri diye kovdu. Ordunun başına geçip düzmece seferler yaptı. Buralarda büyük zaferler elde ettiğini propaganda etti. Ölçüsüzlük ölçü olmuştu. Çılgınlıkları atını konsül ilan edecek dereceye vardı. Saralıydı Çizmecik. Belki de bu yüzden onda kendine aşırı güven ve aşırı korkaklık iç içe, yan yana yaşıyordu. Bir gün tanrılara kafa tutuyor, ertesi gün gök gürültüsünden korkup yatağın altına saklanıyordu.

Böyle böyle öyle bir nefret biriktirdi ki etrafındaki dalkavuklar endişelenmeye başladı. Onların bu endişesini fark edince şöyle diyordu: “Korktukları sürece nefret etsinler.”

                                                                 ***

Birgün, nefret edenler korkularını yendiler. Caligula, 41 yılı başında tiyatrodan sarayına dönerken bıçak darbeleriyle can verdi. Vuranlar vurmaya doyamamıştı, birbirlerini vurmaya devam etmeleri için teşvik ediyorlardı. Bir asker onunla birlikte karısı Caesonia ve kızını da duvara çarpa çarpa öldürdü. İzleri o gün orada silinmişti.
Denildiğine göre dört yıla yaklaşan saltanatı Roma İmparatorluğu’nun hem içte hem dışta en parlak dönemlerinden biriydi. Hatta dönemini hatırlatacak bir afet olmadığından, sık sık olması için dua ederdi.

Çizmecik’in aşırılıklarına alışmış olan halk öldüğüne inanmadı. Çok dindar ve az ahlaklı bu dönem az zamanda kendi tiplerini yaratmayı başarmıştı. İşler yolundaydı nasıl olsa, hatta aralarından bazıları onun bir tanrı olduğuna inanmaya bile başlamıştı.

                                                                ***

Caligula’nın ölümünden 38 yıl sonra Pompei şehri Caligula’nın ektiklerini biçmekle meşguldü. Şehir zengin, denize yakın güzel bir yerdi. Eğlence ve kumara gömülmüştü sakinleri. Geceleri dövüşler düzenleniyordu, şarabın kızılı ile kan kırmızısı hâkim oluyordu geceye. Sokaklarda Caligula ahlakı hüküm sürüyordu. Kural yoktu, fuhuş kural haline gelmişti. Dolayısıyla zevk ve sefaya dalmış kendinden geçmiş şehir ahalisinin ufak tefek yer sarsıntılarını fark edecek hali yoktu.

Bir Eylül günü, kafalarının üzerindeki dağ gümbürtüyle patlamaya hazırlanırken şehir hiç ölmeyecekmiş, bu zevk-ü sefa hep sürecekmiş gibi hayatlarına devam ediyordu. Büyük bir ateş ve kül dalgası bir anda üzerlerine geldi. Şehrin muktedirleri yanında köleleriyle ve pahalı mücevherleriyle, meyve yerken, geneleve giderken ve paralarını sayarken yakalandılar fırtınaya. Kıpırdamaya, kaçmaya, korkmaya fırsat bulamadan bir anda taşa dönüştüler.
                                                                ***

Karakterler, olaylar, devlet işleri, eziyet ve işkenceler, azgın sömürü, vurdumduymazlık, adaletsizlik, eşitsizlik, ölçüsüzlük ve kuralsızlık, zıvanadan çıkmış bir dindarlık ve ahlaksızlık, görgüsüzlük, savurganlık, şaşaa, uçsuz bucaksız saraylar, sapkınlıklar çok fazla bugüne benziyor, biliyorum. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de muktedirlerin gerçeklikle bağı bütünüyle kopmuş durumda. Üstelik kölelerin çoğunu da alet ettiler suçlarına. Pompei kendinden geçmiş, her sabaha akşamdan kalmanın tanıdık tatlı ağrısıyla uyanacağını sanıyor. Ufak tefek sarsıntılar da hissedilmiyor değil ama çok şükür bizde patlayacak bir yanardağ yok.

Karışık duygular içindeyiz o yüzden. Düzenin işbirlikçileri “ilk birkaç yıl çok iyiydi her şey ama sonra sapıttılar” diye yakınıyor. Düzenin parçası olmuş olanlar, artık ışığı sönmekte olan parlak dönemin sonsuza kadar süreceği iddiasında. Sarsıntıları barbarların bir oyunu sanan ahmaklar da var aralarında.

Hâlbuki her şey düzenin çarpıklığına, sonunun yaklaştığına işaret. Tanrısı, iktidarı, inancı, refahı, hukuku, gücü, neyi varsa hepsi koca bir yalandan ibaret. Duyuyor musunuz küçük sarsıntıları? Yaklaşan korkunç bir fırtınanın ayak sesleridir onlar.

Ve Caligula işte orada, hiç ölmemiş gibi bize bakıyor. Nefretimize bakıp gülümsüyor. Çünkü biliyor, nefret etmek yetmez, korkuyu da yenmemiz gerekir.

Korkmayacağız öyleyse. Birbirimize cesaret bulaştıracağız. Taş olmayalım diyorsak ayağa kalkacağız.

Caligula mı? Ondan kurtulmak kolay. Zor olan arkasında bıraktığı düzenden kurtulmak…

Orhan Gökdemir / SOL

RTE, İÜ Rektörü’nü görevden alacak, veya..- ORHAN BURSALI

Kaç gram artış yapacaksınız demokraside, hukukta, adalette, özgürlüklerde?
RTE, eminim İstanbul Üniversitesi Rektörü’nü görevden almaya hazırlanıyor. Bugün yarın rektöre, tıpkı belediye başkanlarına olduğu gibi, birer mesaj gider koltuğu boşaltması için; dahası Cumhurbaşkanı bizzat, bu ne kepazelik, o koltukta nasıl oturabilirsin, diyecektir. 

Artık bu kadar kör kör parmağım gözüne böyle bir rezalete yol açabilir mi bir rektör? 
Hayır RTE buna izin veremez ve göz yumamaz. Mutlaka kulağından tutup bir kenara koyacaktır! 

Neden böyle diyorum? Daha önceki gün açıkladığı manifestosunda ve seçim bildirgesinde, bu ülkeye daha fazla demokrasi, daha fazla hukuk, daha fazla özgürlük vaat eden bizzat Cumhurbaşkanı değil miydi? 

Şimdi aynı Cumhurbaşkanı bizzat o koltuğa oturttuğu, üniversitenin seçmediği bir rektörün kalkıp da cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin tıp fakültesine sokulmaması için dekana talimat vermesine, üstelik YÖK’ün de alet edilerek tüm yardımcılarıyla birlikte görevden alınmasına nasıl göz yumar?

İÜ Rektörü, Cumhurbaşkanı’na YÖK ile birlikte kumpas mı kurdu yoksa?

‘Sen hangi dünyada yaşıyorsun?’
Evet eminim okurken böyle diyorsunuzdur bana.
Üstelik izah da ediyorsunuzdur: İÜ’nün seçtiği rektörü atamayıp siyasi mezhebinden seçip atadığı rektör, orada siyasi bir figür olarak durmuyor mu, üstelik Cumhurbaşkanı’nı da temsilen? Cumhurbaşkanı atamasaydı, o koca dünyanın başına geçeceğini rüyasında görse inanır mıydı? 

Diyorsunuz ki: Ne amaçla o koltuğa oturtulduğunu bilir. Saray’dan bir işaret almasına gerek yoktur. Önemli anlarda görevini yerine getirir, tıpkı İnce olayında olduğu gibi... 
Rektörün kendi mi inisiyatif kullanarak harekete geçti, yoksa Saray YÖK ile birlikte rektörü mü harekete geçirdi.. bütün bunlar önemsiz ayrıntılar.

Bu süreçte tek önemli bir nokta var: Cumhurbaşkanı’nın ne tutum aldığı. 
Bunca zaman geçtiği halde bu rezalete susulduğuna göre, Saray yönetiminde “rektörün görevini tıkır tıkır yerine getirdiği” konusunda bir fikir birliği var. 

Tamamen siyaseten atanmış rektörlerin görevlerini çok iyi yerine getirdiğine şüphe mi var?

‘Emrinize hazır ve nazırız efendim’ 
Mesela Ege Üniversitesi Rektörü, bakın sosyal medya hesabından neler yazdı: 
Ege Üniversitesi Ailesini temsilen 382 kişilik akademik ve idari kadromuz ile Cumhurbaşkanımız Sn. Recep Tayyip Erdoğan’ı karşıladık. Kentimize hoş geldiniz Sn. Cumhurbaşkanımız @ RT_Erdogan onur verdiniz. https://twitter.com/ProfNecdetBudak/status/ 990215964150173696/photo/1pic.twitter.com/6nwWMOSWDO ” 

Olay bir ay önce gerçekleşti, yani 26 Nisan’da. Rektör bey, öğretim üyelerine çağrı yaptı, haydi Cumhurbaşkanı’nı karşılamaya geliyorsunuz diye. 382 kişi toplanmış. Kimi rektör istedi diye, kimi gitmezsek başıma ne gelir endişesiyle, kimi zaten RTE- iktidar hayranı olduğu için, kimi kendisine rektör tarafından kadro açılması minnettarlığıyla vb.. 
Sadece bu saydığım nedenler bile üniversitelerin ne hale sokulduğunu, akademik ve siyasi özgürlüklerin sıfırı tükettiğini gösterir. 

Şüphesiz çağrıya uymayan ve gitmeyen yüzlerce akademisyenin varlığını da anımsatalım.

Nesine inanacağız? 
Cumhurbaşkanı seçim manifestosunda adalet, özgürlük, hukuk, yargı konusunda vaatlerde bulunuyor. 

Hayır ucuz polemik yapmayacağım: Yahu 16 yıldır iktidardasınız, bu ülkedeadaletsizliği de, özgürlüksüzlüğü de, hukuksuzluğu da, yargı bağımlılığını dabugüne kadar görülmemiş bir ölçüde peydah eden sizlersiniz, demeyeceğim. 
“Şimdi 16 yıllık iktidarınızdan şikâyetçi olmak da neyin nesi? Yoksa onlar sizler değil miydiniz” cümlesini de kurmak istemiyorum. 

Sadece tek soru soracağım: Osman Kavala’yı hangi hukuki gerekçeyle, iddiasız ispatsız hâlâ hapiste tutuyorsunuz? 

Hangi vicdanla?

Kaç gram demokrasi ve hukuk? 
Seçim bildirgenizde demokrasi, hukuk, adalet, bağımsız yargı vaadinizi ciddiye alalım, peki? 

Bu kavramları gündeme getirirken, düşüncenizde bu kavramların evrensel içerikleri, ağırlıkları, değerleri mi var? 

Yoksa bugüne kadar hep söylediğiniz “hukuk devletiyiz, yargı bağımsız, demokrasi tüm kurallarıyla yürürlükte” gibi, gerçekle ilişkisiz söylemlerinizin özgül ağırlığında birkaç gram değişiklik mi yapmayı düşünüyorsunuz? 

Kaç gram? 

Veya kaç miligram?

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Parmak kaldı! - Mine G. Kırıkkanat

Yeni doğmuş bebeklerin gözlerindeki süt buğusu açılır açılmaz gördükleri ilk uzuvları, elleridir. Tabii eski usulde küçükken kıpırdamasın, büyüdükçe ana baba, erişkin olunca da otorite karşısında hazır ola geçsin diye mumya gibi kundaklanan biçarelerden söz etmiyorum!

Kolları bacakları serbest, dolayısıyla beyinleri de özgür bırakılan bebekler, yumuk ellerini büyük bir merakla seyreder önce. Kendilerine aidiyetini hemen değil, zamanla keşfederler. Parmaklarının açılış kapanışını hayretle izler, ağızlarına götürüp emer, tadına bakarlar. Ellerini dış dünyayı tutmak için kullanmayı, yavaş yavaş öğrenirler. 
Sizin evde de öyle miydi, ben küçükken bizim evde bir ‘sol el’ sendromu vardı. Boyum henüz lavabo düzeyine erişirken, elimi yüzümü yıkamamı denetleyen babam: “Sol el” diye uyarırdı. “Burnunu sol elinle sümkür!” Annem ise taharet eğitiminde soldan yana ısrarlıydı. Ama her ikisi de sofra adabında aynı kefeye koyuyorlardı ağırlıklarını. Mama kaşığı illa ki sağ elle tutulacaktı. Biraz daha büyüyünce bıçak sağ elin otoritesi altına giriyor, sol ele daha az tehlikeli bir aletin, çatalın sorumluluğu veriliyordu ancak. Bütün bu zorlamalara çok kızdığımı, ancak açıktan karşı çıkamadığımı iyi anımsıyorum. Baskıya karşı çocuk aklımla üstü kapalı bir mücadele verdim ve anne babamın görmediği her yerde sol yerine sağ elimi kullandım; solak olamadığım için sağda da sağ elime abandım.
***

Bugün bile sol bileğim daha ince, sol elim daha atıldır ve sessiz zafiyeti, Orhan Veli’nin müthiş dizesini anımsatır: “Sol elim/Acemi elim/Zavallı elim!” 

Böyle bir sol elle büyüdükten sonra, 1968’li yılların Türkiye’sinde sol yumruklarını sıkıp havaya kaldırarak yürüyen gençliğe hem şaşırdım, hem de hayran kaldım. 
Şaşırdım, çünkü güçsüz ellerini yumruk yapmakla bu gençliğin kimseyi etkili biçimde dövemeyeceği kesindi! 

Hayran kaldım, çünkü ezilmişleri savunmakta hakkı yenen sol eli bile unutmamışlardı… 
Oysa sonradan gördüm ki, dünya solcuları sağ ellerini yumruk yapıp sallıyorlardı! 
Sonuç olarak sağ yumruğunu sıkan dünya solu, zaman içinde önemli haklar edindi. Sol elin ezilmişliğini savunan bizim solcular ise, hava almakla kalmayıp epeyce dayak yediler. 

Günümüz politikacıları, sağ ya da sol yumruk sıkmak yerine parmak işaretleri yapmayı tercih ediyorlar. Çeneleri yeterince düşük olmasına karşın, ellerine sağır dilsizlerin de anlayacağı dili konuşturuyorlar.
***

Sesli sohbette olduğu gibi bu sessiz sohbette de laf lafı açıyor, ama herkes her işaretten aynı şeyi anlamıyor! 

Muktedirin rabia işaretini gören seçmen, yandaş ise orta parmağıyla baş parmağını birbirine sürtüp para beklediği mesajıyla yanıt veriyor. 

Muhalif seçmen aynı rabiadan Amerikan Doları’nın fiyatını anlıyor ve muktedirin yanlışını düzeltmek üzere beş parmak gösteriyor. 

İktidarın küçük ortağı bozkurt işareti yapınca coşanların birbiriyle toslaşarak selamlaştığına bakılırsa, bozkurttan kurt mu yoksa keçi mi anladıkları biraz karışık… 
Yaklaşan erken seçimlerde iktidara rakip ve aday liderler, ya medya sansürlü ya da hapisanede oldukları için parmakla yetinmek lüksüne sahip değil. Onlar iki kollarını birden havaya kaldırarak görünmeye çalışıyor ve seçmeni imdada çağırıyorlar. 
Türkiye’nin siyasal arenasında kullanılmayan tek el işareti kaldı: sağ ya da sol, tüm eli yumruk yapıp orta parmağı havaya dikmek. 

Bir elini kalbine koyup öteki eliyle gözümüzü, cebimizi, dibimizi oyanlara; bakalım sandıklar nasıl bir el hareketiyle yanıt verecek. Alkış mı tutacak, avuç mu gösterecek, parmak mı dikecek… Pek yakında göreceğiz.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Otokratın akıllısı - Ayşenur Arslan

Küresel sistemin en önemli kaynaklarından biri, Financial Times gazetesi birkaç gün önce -son zamanlarda sıklaşan - Türkiye analizlerinden birine yer verdi. Konu, Türk lirasının hal-i pür melali ve dolayısıyla iktidarın akıbetiydi. Yazıda, Erdoğan’ın faiz konusundaki inadı anlatıldıktan sonra şu yorum yapılıyordu: “Akıllı bir otokrat neyi kontrol edemeyeceğini bilir.”
Yazıdan hemen sonra Merkez Bankası faizi üç puan artırınca “Erdoğan akıllandı galiba” (!) diye düşündüm.

Oysa, hazret daha ertesi gün, yeniden seçilirse faizin canına okuyacağını müjdelemez mi!!

Öte yandan, bu sözlerin yankısı dinmeden “dalgalı kur sisteminden ve piyasa kurallarından vazgeçmeyeceğiz” demez mi!

Elin gazetecisi haklı azizim!

Memleket, otokratın bile akıllısına hasret!

•••

Sadece dolar, avro konusunda falan mı yanlışlar ve en önemlisi yanlışlarda inatlaşmalar.

Sizce akıllı bir otokrat İÇERDEKİ Selahattin Demirtaş’ın DIŞARDAKİ Demirtaş’tan daha güçlü, kendisi açısından daha tehlikeli olduğunu anlamaz mı!

Ya da, akıllı bir otokrat Muharrem İnce’nin ziyaret ettiği Cerrahpaşa dekanını görevden almasının gençleri.. Yani -o çok korktuğu- YENİ SEÇMENİ nasıl etkileyeceğini görmez mi!

Eğer sarayına kapanıp toplumla ve gerçeklikle bağlarını kopartmışsa.. Eğer güç zehirlenmesi yüzünden bu ülkenin insanlarını hiçe saymaya başlamışsa.. “Medya nasılsa kontrolüm altında. Kimsenin haberi bile olmaz” deyip DİJİTAL HABERLEŞMENİN önemini fark etmiyorsa..

Evet! Görmez / anlamaz / fark etmez!

Amaaaaaa.. Kusura bakmasın.. Gerçekler er ya da geç kendisini gösterir.
Baksanıza TÜSİAD, yani Patronlar Kulübü bile artık “hukuk yoksa, yargıya güven kalmamışsa ekonomide de güven olmaz” diyor.

Krizin kapıya dayandığını, bu sözcüklerle olmasa bile, net biçimde söylüyor. 

Uyarıyor.

İşsizler ordusu.. Çalışan ama emeğinin karşılığını alamayan, zaten maaşı Türk parasıyla birlikte giderek eriyen milyonlar.. Hele hele GELECEĞİNDEN UMUTSUZ, yakında işsizler ordusuna katılacağını bilen gençler..

Akıllıya da akılsız; Otokrasi ile.. Tek adam saltanatı ile ancak uçurumdan aşağı gidilebileceği ortada değil mi!
•••

Üniversiteleri bölme yasası ve en son Cerrahpaşa Dekanı Prof. Alaattin Duran’ın “Muharrem İnce’nin ziyaretini önlemedi” diye görevden alınması aslında iktidarın uçuruma koştuğunu gösteriyor.

Bu adımlarla, uzun zamandır ilk kez her inançtan öğrenciyle her görüşten hocaları sokakta bir araya geldi. Birlikte aynı sloganı attı.

Dahasını söyleyeyim mi.. Aklınıza gelmeyecek sağ eğilimli insanlar, OYUNU HDP’YE VERECEĞİNİ söylemekten çekinmiyor. Sırf DEMİRTAŞ İÇERDEN ÇIKARTILMIYOR diye.. İlginçtir, sağdan ya da soldan, HDP’YE oy verenlerin bile cumhurbaşkanlığı seçiminde Muharrem İnce’ye yöneldiği görülüyor.
Zira seçmen / halk AKILLI..

Erdoğan’ın fark edemediğini ya da muhalefet blokunun yapamadığını TABANDA İTTİFAK ile yapıyor.

Erdoğan’a da “korkunun ecele faydası yok” mesajını gönderiyor..

Dedim ya: SEÇMEN AKILLI azizim!

                                                         •••

DEKAN’IN BU SÖZLERİNİ BİR KENARA YAZIN!
“Cerrahpaşa ailesi olarak bölünmeye karşı birlikte mücadele ettik. Siz bu süreçte harikalar yarattınız. Sizlerle gurur duyuyorum. Buna uğraşsaydık yapabilir miydik bilmiyorum ama ONLAR BİZİ BİRLEŞTİRDİLER. Her gruptan, her görüşten insan Cerrahpaşa için bir araya geldi. Bu birliktelikle biz çok daha iyi yerlere geleceğiz.”

Ayşenur Arslan / BİRGÜN