31 Mayıs 2018 Perşembe

Yalandan kim ölmüş? - AYŞE YILDIRIM

Kendi kendilerini yalanlamaya devam ediyorlar. 

“Terör gündemden çıktı”“Güneydoğu’ya huzur geldi” diyorlar hep bir ağızdan. Ama HDP’nin yüksek oy aldığı illerde seçim güvenliği bahanesiyle sandıkları taşıyorlar. 
Ne diyor YSK Başkanı Sadi Güven
“Kurulda titiz bir değerlendirmeyle karar verdik. Azami olarak seçmenlerin yürüyebileceği 5 kilometreyi esas aldık. Ama bu tümü için 5 kilometreanlamına gelmesin. Bizim taşıma kararı verdiğimiz sandıkların yarısı 2.5 kilometre mesafede.” 


Yani devlet sandıkların birleştirildiği yerde güvenliği sağlayabiliyor ama 2.5 kilometre ötede güvenliği sağlayamayacağını düşünüyor. Hem de az buz değil tam 19 il için söyleniyor bu.


Ama güvenli değil diye sandık kurmadıkları köylerden seçmenin rahat rahat yürüyebileceğini hesapladıklarını söylüyorlar. 


O kadar kötü niyetli olmayalım değil mi? 


Hadi olmayalım. 
Dün Cumhuriyet’in manşetindeydi Siirt’in Kocaçavuş Köyü’nde sandık birleştirilmesi talebine gerekçe gösterilen güvenlik olayları: “1995’te adamkaçırma, 1997’de silahlı çatışma, 1997’de bir güvenlik görevlisinin şehit olması…” 
Hadi gelin bir de Tosuntarla Köyü için öne sürülen gerekçelere bir göz atalım:  “Siirt Tosuntarla Köyü’nde (8) terör olayı meydana gelmiştir. Bunlardan14.01.1994 - 24.09.1993 tarihlerinde mayına basma, Eylül 1993 tarihinde silahlı çatışma, 12 Eylül 1995 tarihinde sivil halka saldırı, 10 Haziran 2008 tarihinde mayın bulma olayı meydana gelmiştir. 
Sınırlarında (3) terör duyumu, (9) telsiz kestirmesi alınmıştır. Sandık bölgesine ve yol güzergâhlarına BTÖ mensuplarınca EYP döşenebileceği, saldırı ve sabotaj tarzı eylemler yapılabileceği gerekçesi ile seçim güvenliğinin sağlanması açısından sandık birleştirmesinin yapılmasının uygun olacağı..” 



YSK, Kocaçavuş için sandık birleştirmesini kabul etti, Tosuntarla için reddetti.
Ne diyordu yine YSK Başkanı, “Sandıkların taşınma talebi ilk kez gelmiyor, taşıma da ilk kez olmuyor.” 

Oysa aynı YSK’nin üç üyesi şerh yazısında daha önceki seçimlerde hem de AKP dönemi seçimlerinde söz konusu bölgelerin hepsinde seçim sandığı konduğunu açıkça ortaya koyuyor. 

Hadi Diyarbakır’da seçmen sayısı azlığı iddiasıyla sandık birleştirilmesi isteklerinden iki tanesini daha okuyalım… 
“Argün mahallesi sandık bölgesindeki sandığın seçmen sayısının azlığı, 2006-2017 yılları arasında (1) terör olayı meydana gelmesi...” 


Oysa Argün’ün seçmen sayısı az filan değil, tam 320 seçmene sahip. 


1 Kasım 2015 seçimlerinde Argün’den HDP’ye 238 oy çıkmış, AKP’ye ise 43… 
Ne istenmiş peki? “Söz konusu mahalledeki sandıkların 2006-2017 yılları arasında (2) terör olayı meydana gelmesi nedeniyle Üzümlü mahallesi sandık bölgesine taşınmasının uygun olacağı...” 


Başka bir örnek; “Hazro-Dadaşağılı mah. Belirtilen sandık bölgesindeki sandığın seçmen sayısının azlığı.” 
Az denilen seçmen sayısı 774.
Taşınması istenilen yer ise “2006-2017 yılları arasında meydana gelen (1) terör olayı nedeniyle Dadaş mahallesi sandık bölgesine…” 

Bu iki istek de YSK tarafından reddedildi. Ancak bu örneklerin hepsi gösteriyor ki valilikler ya da il seçim kurulları pek bir ince çalışmışlar...

Ama bir şey bulamayınca 20-25 yıl öncesinin olaylarını bahane olarak sıralamışlar. 
Tam 144 bin seçmen.

Az buz değil. Bildiğimiz örnekler bunlar. Ya bilemediklerimiz. Sandıkların taşındıkları köylerdeki durum… 

Herkesin aklındaki kuşkuyu HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen açık açık dile getirdi: 
“HDP’nin yüksek oy aldığı köylerle ilgili taşıma kararı alınmış, sandıkların taşınacağı köylerde AKP’nin oranı ise yüzde 70-80. Tablo çok net ortada. Üstelik taşıma gerekçelerinin inandırıcılığı yok.”

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Peki, yalakalara ne olacak? - SELÇUK EREZ

Diktatörlerin yalakaları, çoğunlukça sevilmeyen, hor görülen, kötü sıfatlarla anılan kimselerdir. 

Yalakalık aslında zor bir iştir, herkes yapamaz. Bu kadar çok yalaka arasından sıyrılıp göze girmek kolay değildir! Birçoğu bu konuda her türlü rezilliği göze aldığı halde topu topu birkaç orta boy ihale kapabilmiştir, o kadar! 

Diktatörün keyfi, bu zavallıların başlarında sürekli dolaşan bir insansız hava aracı gibidir: “Ben kovmuş olmamayım, sen hemen istifa et” denmesi her an olasıdır. Ancak en tehlikelisi, diktatör, ulusça sepetlendiğinde bunların toptan işsiz kalmalarıdır. 

Böyle bir gelişmeye hazırlıksız yakalanmamak, çok sayıda vatandaşımızı acınacak hallerde görmemek için eski yalakalara şimdiden uygun işler düşünmeliyiz. 


Emekliye ayrılacak yalakalar için uygun yeni işler: 


1.Damlarda rüzgâr fırıldağı: Yalakalar, Çin sirklerinde, başını önce sol dizinin, sonra sağ koltuğunun altından geçirip sol ayağının başparmağıyla burnunu kaşıyabilen kemiksiz kızlara benzerler. Patronlarının dün söylediğini alkışladıktan bir gün sonra Beyfendi, öncekinin tam tersini buyurduğunda, hemen yüz seksen derece dönerek “Vallahi böyle de haklıdır!” diyebilmektedirler. Bütün kamu binalarının damlarına bu fırdöndülerden birinin atanması, rüzgârın yönünü doğru göstermeseler bile hiç olmazsa birkaçının aç kalmamasını sağlayabilir. 

2.Kırkpınarda pehlivan yağlayıcı: Yıllarca kendisini milletin, hatta yeryüzünün başpehlivanı sanmış olan bir tipi yağlamış olmak, onlara pehlivanları dilleri yerine natürel sızma zeytinyağı ile yağlamanın gerektirdiği yetenekleri kazandırmış olmalıdır. İşin erbabınca iyi yağlanan pehlivanların başarı şansı artar.
 
3.İskatçı: Birçok memlekette cenazelerde saçını başını yolup ağlaması için parayla tutulan insanlar vardır. Bizde de cenazelerde, ölmüşlerin yakınlarında fazla ağlayarak, bayılarak aileye sevgi ve sadakatını göstermeye çalışan amatörlere rastlanır. İçtenliksiz üzüntü sergileyebilmek, içtenliksiz sevinç sergilemek gibi bir yetenek olup bu özellik, kıdemli yalakaların marifetleri arasında yer alır. 

4.Porno filmlerinde figüran: Diktatörlerin iktidarları boyunca yaptıkları, müstehcen filmlerde izlenenlere benzer: Yalakalar da aslında hangi dümenlerin döndüğünü, hangi rezaletlere vesile olunduğunu bildikleri halde yapılanları methederler: Porno filmlerinde aktörler de, o filmlerde kalabalık edenler de zevk almasalar, hatta canları acısa bile gösteri boyunca keyiften dört köşe olduklarını yansıtan hırıltıların bin çeşidini çıkarmak zorundadırlar. 
Bu işler yalakaların ancak bir bölümünü kurtarır. Gerisi ise “Yahu neymiş meğerse? Vallahi bu kadar kötü ve insafsız olduğunu bilmiyordum!” gibi açıklamalarda bulunup iktidara yeni gelenlerin peşine takılır, kendilerini kurtarmaya çalışırlar. 
Başarı şansları? Demokrasi geliştikçe giderek azalır!

Selçuk Erez / CUMHURİYET

Geziden kalan umut... - ZEYNEP ORAL

1968’in ellinci; Gezi ruhunun beşinci yıldönümü... Tarihsel açılımları ne denli farklı olursa olsun, ikisinin ortak yanları, ortak yöntemleri vardı...


Bir ağaca sarılmakla, bir parkı koruma çabasıyla başlayan direniş, orantısız güçle bastırılmaya çalışıldığında, hepimiz büyüdük, hepimiz çoğaldık, hepimiz bir araya geldik... Birlikte hayal kurduk, birlikte muhteşem bir rüya gördük... 

Hepimiz dediğim, itirazı olan herkes... (Biat edenden, yandaştan, çıkar kollamaktan ya da korkudan boyun eğenden söz etmiyorum.) 

Hepimiz, yani bir araya gelmez, gelemez diye bildiklerimiz: Nişantaşlısıyla Kasımpaşalısı, Edirnelisi, Diyarbakırlısı, sağcısıyla solcusu, ateistle beş vakit namazında olan...Her dilden, her kökenden, her sınıftan, her yaştan, her renkten, her tercihten olan ... 

Taksim parkını, çevreyi korumaktan çok ötelere gitti, kimliğini ve insanlık onurunu korumaya dönüştü Gezi. 

Barikatlar kurulup yıkılırken... TOMA’lı, gazlı, sopalı, coplu, kurşunlu şiddet kafamıza, sırtımıza inerken daha çok büyüdük, daha çok çoğaldık. 

Artık Türkiye’nin her yeri Gezi’ydi.
Günlerden her gün Geziydi.
Ayrımcılığa inat, dayanışmanın adı Geziydi.
Gezi kimliğimiz
Öfke, şiddet, baskı arttıkça Gezi kimliğimiz bilendi.
Gezi kimliğinde tıpkı ’68’deki gibi “başka bir dünya mümkün” inancı vardı. “Genciz, güzeliz, dünyayı ve Türkiye’yi de değiştireceğiz” inancı vardı. 

Bir siyasi partinin, bir liderin başlattığı bir hareket değildi. Doğaçlamaydı. Emir komuta zinciri yoktu. Öfkemiz, haksızlıklaraydı. 

Öfkemiz ayrımcılığaydı. Öfkemiz buyurgan sese, aşağılayan, hakaret eden, yalan söyleyen, aptal yerine koyanaydı. Engellendikçe çoğalıyorduk.
“Çapulcu” aşağılanmalarına karşın “çapularak çoğalıyorduk”. Anamızı alıp da geziye gidiyorduk. Kâh “iki ayyaş”ın hesabını soruyorduk; kâh Hrant Dink’in.... 

Gezi kimliğimizde şiddet yoktu. En çok yaratıcılık vardı. Mizah vardı. Şiiir, müzik, türkü, dans, resim, tüm sanatlar vardı. Tencere tava müzikleri de, kuyruklu piyano da çalıyorduk... Klasik bale de, halay da bizimdi. Türkü de, arya da... Nâzım’dık, Ruhi Su’yduk, Hayyam’dık, Yunus’tuk... 

Çarşı’nın “Sen de sarılacak bir ağaç bul” bildirisiyle coşuyor; “Seccadesini sedye yapan cami imamına, su taşıyan kilise papazına; Kapısını arkadan sürgülemeyen Beşiktaş sakinlerine” otele, kafe ve dükkânlara teşekkür ediyor; “Toma Gitti/ Aşk Bitti” afişine; kimi kanallardaki Penguen filmlerine gülüyorduk...

Aşk olsun size çocuklar!
’68’le simgeleşen özgürlük, devrim, adalet, aşk ve gençlik duygusu ve düşüncesi günümüze dek emperyalizmle, totalitarizmle hep ama hep mücadele etmek zorunda kaldı. Her tür baskı ve sömürüyle de... Dünyanın her yerinde totaliter rejimler 1968 ruhunun esintisini hissettikleri an, onu yok etmek için ellerinden her geleni yaptılar ve yapıyorlar. 

Gezi olaylarından bunca korkulmasının nedeni işte budur.... 

Dün Mücella Yapıcı’nın da dediği gibi, bütün bunlardan geriye kalan, umut iklimidir. Ve bunu kimse yok edemez. 

Doğası, havası, suyu yok edilen; yolsuzluğu, hırsızlığı, talanı aklayan; hem parayı, hem canı, hem de adaleti “sıfırlamayı” iyi bilen ülkelerde bile bu UMUT yok edilemez.
Bu yazı Gezi’de yitirdiklerimiz ve her daim genç kalacak canları düşünerek bitsin. Onları Can Yücel’in ’68 ruhunu da yansıtan “Mare Nostrum” (Latince Bizim Deniz) şiiriyle anıyorum. 

“En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu.En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun!!!”

Zeynep Oral / CUMURİYET

Hindistan neden İran’ın yanında? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Donald Trump’ın “kişisel çabalarıyla” bozduğu anlaşmadan sonra İran’a uygulamaya başladığı, başta müttefikleri olmak üzere İran’la ilişkisi olan ülkelere de uymaları gerektiği konusunda tehditler savurduğu yaptırımlara en sert tepki Hindistan’dan geldi.

Hindistan Dışişleri Bakanı Sushma Swaraj, İran konusunda herhangi bir ülkenin değil BM’nin yaptırımlarını dikkate alacağını bildirerek, ABD’nin İran’a yönelik yaptırım kararını tanımadığını açıkladı. Yıllarca Bağlantısızlar Hareketi’nin liderliğini yapmış bir ülke olarak Hindistan’ın bu tutumu sürpriz değil ancak zaman zaman ABD ile bazı konularda yaptığı anlaşmalarla şaşırtıcı bir görünüm de veren Hindistan bu kez neden ABD’yle bu konuda ters düştü? 

Nedenlerini sıralamaya çalışayım. 

Hindistan başından beri İran’ın ABD ve Batı ile yaptığı nükleer anlaşmayı desteklemiş bir ülke. Öyle ki anlaşma iptal edilmeden önce BM Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan, yayılma karşıtı çerçeve ve uluslararası barış, istikrar ve güvenliğe önemli bir katkı sağlayan Ortak Kapsamlı Eylem Planı’nın (JCPOA) tam ve etkin bir şekilde uygulanması için desteğini birçok kez açıklamıştı. Bu Hindistan’ın Almanya, Fransa ve İngiltere ile aynı tarafta olduğunun ilanıydı.

Hindistan dünyanın en büyük üçüncü petrol tüketicisi. Enerji güvenliği ihtiyaçlarını karşılamak için Irak, Suudi Arabistan ve İran’dan petrol satın alıyor. İran geçen yıl Hindistan’a petrol tedarik eden üçüncü ülke durumuna yükseldi. Suudi Arabistan’ı bile geride bırakarak yani.

ABD/Batı ile yaptığı anlaşmadan sonra İran’a uygulanan yaptırımlar sona erdiğinde Hindistan ile İran, Hint şirketlerinin İran’a doğrudan yatırım yapmalarını sağlayan bir de anlaşma yapmışlardı. Hindistan, Hindistan’da bulunan İran bankalarına lisans vermeyi de düşünüyordu. Uluslararası alanda da İran, Hindistan lehine tavır alan bir ülke oldu hep. 

Bir de şu var tabii; İran-Hindistan ilişkisi sadece enerji üzerinden tanımlanacak bir ilişki değil. Şii İran’ın, Hindistan’ın çoğunluğu Sünni olan komşusu (düşmanı) Pakistan’la ilişkileri iyi değil. İran ile Hindistan’ı yakınlaştıran nedenlerden biri de bu. Hindistan’ın bölgesinde ve Orta Asya’daki nüfuz kazanma politikasında İran’ın önemli bir yeri var. Bölgede bir savaşın patlak vermesi durumunda, Hindistan Pakistan’a uluslararası yardım yollarını kesmek için de İran’la iyi geçinmek zorunda. Hindistan ve İran’ın, iki ülkeyi Pakistan’ı transit geçerek birbirine bağlayan bir gaz boru hattı projesi üzerinde çalıştıklarını da unutmayalım. 

Bir de psikolojik nedenler var ki atlanamaz. Şu yaptırımlar konusunda Hindistan’ın da bir deneyimi var. Yaptırım uygulamalarının ne anlama geldiğini biliyor. 1998’de, Hindistan kendi nükleer silahlarını test ettiğinde, Clinton yönetimi Hindistan’a yaptırım uygulamıştı.

Bu yaptırımların Hindistan ekonomisi üzerinde hiçbir etkisi olmadı, ama Hint yönetiminin ABD’ye olan kızgınlığını biledi. Daha sonraki yıllarda ABD ile ilişkiler öyle iyi bir noktaya geldi ki, oğul Bush zamanında Hindistan ile nükleer anlaşma imzalayabilmek için ABD yasalarını bile değiştirdi. Ama bu, yine de Hindistan’ın yaptırımlar konusunda ABD’nin “ikiyüzlü bir tutum takındığı”na olan inancını değiştirmedi. Hindistan yönetimi ABD’nin, nükleer silahlara sahip olan Pakistan’a hiçbir yaptırımda bulunmadığını anımsatıyor zaman zaman.

Bu nedenlerin de etkisiyle Hindistan, sadece Trump istedi diye İran’a uygulanan yaptırımlara evet diyecek değildi. Demedi işte.

Hindistan’ı zorlayacak olan, ABD’nin şimdi kendisine karşı alacağı tavırdan çok, İsrail’in tutumu. İsrail de Hindistan’ın iyi bir müttefiki aslında. Hindistan’a büyük miktarda askeri teknoloji satan bir ülke aynı zamanda.

Hindistan, İran’a yönelik ABD yaptırımlarına katılmamakla İsrail’den gelecek kızgınlığı “dengeci” politikasıyla çözmeye çalışacak. Bir İngiltere gezisinde Başbakan Modi’nin “İsrail’e de Filistin’e de gideceğim, Suudi Arabistan ile de daha fazla işbirliği yapacağım. Enerji ihtiyaçlarımız için İran’la da ilgiliyim” dediğini anımsatayım.

Dengeci, sakin dış politikasıyla bakalım tüm bu dengeyi tutturacak mı Hindistan. Ama güzel olan Trump’a hak ettiği yanıtı vermiş olması.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Aklımızı kalbimizin olduğu yere taşıyabilmek... Sağ-sol vardır - SELİN SAYEK BÖKE


 24 Haziran ve ötesi. Bir düzeni değiştirme iddiasıyla yeni bir güne başlama fırsatı. Değişecek, elbette değişecek bu düzen.

Bir kez daha ekonominin kırmızılı yeşilli, ekranlarda anlık değişimlerle okunduğu bir dönemden geçiyoruz. Döviz ne oldu? Piyasada faizler kaça yükseldi? Borsa hareketleri ne yönde? Reel ekonomide yaşananlara bir yabancılaşma hali.

Bir bilgisayar oyunundaymışız izlenimi yaratılan kırmızılı yeşilli grafiklere indirgenmiş bir ekonomi anlayışı.Bir bilgisayar oyununda değiliz oysa. O çizgilerin ardında milyonların işi, aşı, bugünü ve gelecek hayalleri yatıyor.

Dövizle satın aldığımız ilaç daha pahalı. Tarlasını süren çiftçinin mazotu, tarladan kopup pazara - markete gelen biber, domates, ıspanak daha pahalı. Krediyle alınan konutların, arabaların yükü daha ağır. Evin temel ihtiyaçlarını karşılayamama endişesi daha yoğun. Milyonların işinden olma endişesi gizli o grafiklerin ardında.

Bütün bu gerçeklere rağmen, iki gündür suni bir heyecanla güya düzelmeyi muştuluyorlar bize! Dolar 4.90’dan 4.60’lara inmiş. Üstelik grafiklerin kendisi bile OHAL’le birlikte TL’nin 3.02’den 4.90’a çıktığını ve hala buralarda gezdiğini saklayamazken hem de…

İşler düzeliyor diyenlerin satmaya çalıştıkları birkaç günlük Londra havası. O Londra havasıydı 3 hafta önce kuru 4.90’a kadar çıkartan. Ama unutulmamalı ki bu günlük esintilerden ziyade Saray’ın OHAL ile kurumsallaştırdığı keyfilik, hukuksuzluk ve kuralsızlık sonucunda pekişen, üreten değil rantla zenginleştiren düzenin oluşturduğu kasırgayla kur önce 3.02’ye, sonra da oradan buralara geldi.
Yıkımın sebebi olan AKP’nin saray rejiminin sağ siyaseti, elbette bu durumu düzeltecek yeni bir düzeni kuramaz. Bu yeni düzeni halkçı bir siyasetle ancak bizler kurabiliriz.

İşte esas konuşulması gereken, siyasi mücadelenin merkezine alınması gereken gerçeklik bu. Milyonların etnik kimliğinden, inancından, yaşam tarzından, coğrafyasından bağımsız, emekçi olmaktan, üretici güç olmaktan kaynaklı bir toplumsal ittifak demokrasi talebinde somutlaşıyor bugün. İşte siyasete taşınması gereken de bu ortaklaşma. Emeğin, mavi yakalının, beyaz yakalının, girişimcinin, üretici güçlerin düzen tarafından yok edilen haklarını almak için ortaklaşacakları bir siyaseti kurmak... Bu yeni siyaset, “tarafsızlık” adı altında var olan hegemonyanın diline teslim olan bugünün siyasetini de yenilemiş olacak.
Öyle bir siyaset ki, büyüme fetişizmine kapılmış değil kalkınma odaklı, rantçı değil halkçı, kapsayıcılık adı altında kendi özünden utanan değil herkesi kapsayacak olanın kendi öz değerleri olduğunun özgüveniyle inşa edilecek bir gelecek iddiasında...

Eşitlik... Bugünün sağ değerlere dayanan ekonomik düzeni eşitlik, adalet gözetmiyor. Toplumun en zengin yüzde 1’inin servetin yüzde 56’sına sahip olmasının politikalarını üretiyor. Vergiyi kazanca göre değil, tüketimden toplamayı tercih ediyor. Parası olanın özel okullara, imkanı olmayanın resmi tarifiyle ‘‘niteliksiz’’ okullara mahkum edildiği düzen sağın değerleri üzerine kurulu.

Oysa evrensel sol değerler üzerine kurulacak bir gelecek, kazanca göre vergi düzeniyle, eğitimi sosyal devletin sağladığı en temel kamu hizmeti arasında görerek kapsayacak milyonları. Bugünün rantçı sermayeden yana sağ siyasetinin ezdiği milyonlara talep ettikleri adaletin bir sol değer olduğunu hatırlatacak, bunu ücret ve vergi reformları, sosyal devlet atılımıyla somutlaştıracak bir siyasetle atılacak ilk adım.

Özgürlük... Maddi yoksunlukları ortadan kaldıracak, faiz-döviz sarmalına yurttaşını hapseden borç düzenini bitirecek olan, çağın gerekleriyle uyumlu bir üretim dönüşümü. Bugünün sağ siyasetinin betonlaşmış düzeninin yerine aklıyla özgür düşünenlerin yaptığı yenilikler ve üretimin sağladığı gelirle büyümenin reçetesidir bu üretim dönüşümü. Ve bunun için özgürlük şart.

Barış... Ekonominin olmazsa olmazı, birlikte iş yapma kültürünü besleyecek olanın birlikte yaşama kültürü olduğu gerçeğine dayanan bir siyaset… Emekçinin, KOBİ’nin, çiftçinin, esnafın ortaklaşarak tekelci güçlere karşı korunacağı bir düzeni kurmamız gerekiyor. Ayrıştırarak kendine güç elde eden bir sağ siyasetten, birleştirerek hepimizi güçlü kılacak bir sol siyasete ve onun ekonomi politiğine ihtiyaç var.

Laiklik... Dini inançları suiistimal eden bir parti devleti ile kendi iktidarını perçinleyen sağ siyaset yerine, hak temelli, inanca, kimliğe, yaşam tarzına kör ama insanlığıyla ortaklaşan bir sol, halkçı ekonomi kurmamız gerekiyor.

Bu değerlerin adını koymaya çekinmeden verilecek bir demokrasi mücadelesi ile kapsayıcı, bu ülkenin her yurttaşını içine alan, birlikte bir gelecek hayalinde buluşturarak barıştıran, büyüten ve onu hakça bölüştüren bir düzen kurulabilir ancak. Bu değerlerin evrensel sol değerler olduğunu, Cumhuriyet’in değerleri olduğunu çekinmeden hatırlatarak…

Bu köşeden bu kapsayıcı, halkçı kalkınma programını tartışacak olmanın heyecanıyla, bu programın gerçekleştirilmesi için verilecek siyasi mücadelenin bu köşenin dışına taşan bir halkçı hareketle gerçekleşeceğinin bilinciyle...

Sağ-sol vardır. Bugünün rantçı düzeni sağa dayanırken, yarının halkçı düzeni ancak sol değerler üzerine kurulacaktır. Bunu cesaretle ve özgüvenle söyleyebilen siyaset de halkın ortaklaşacağı geleceğin siyaseti olacaktır. İşte bu özgüvenle, bu cesaretle, hoş bulduk!

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

Türkiye ekonomisinin yapısal bozuklukları - HAYRİ KOZANOĞLU

İstatistikler, Türkiye’nin 1 dolara sattığı bir üründen Japonya’nın 2.81, Almanya’nın 2.69 dolar kazandığını gösteriyor. Aydınlanmayı küçümseyen bir zihniyetle, ‘yenilikçilik, yaratıcılık’ gelişmeyeceğini bilmek gerekiyor.

Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları deyince faturayı kapitalizme yıkmak aslında yanlış olmaz. Çünkü kapitalizm gerçekten krizlere davetiye çıkaran, kâr ve sömürü odaklı bir sistemdir. Ne var ki kapitalizmin eleştirisine kitlenen, ayrıntıları ıskalayan bir yaklaşım bugünkü Türkiye’yi açıklamakta yetersiz kalır. Düzenli kapitalizme karşı neoliberalizm eksenli bir eleştiri de; özelleştirme, kuralsızlaştırma, liberalleşme uygulamalarını teşhir edebilmek, küresel kapitalizmin ulusal ekonomilere dayattığı acımasız kuralları yansıtmak açısından önemli ve gereklidir. Gelgelelim AKP rejiminin kollamacı, kayırmacı, liyakati kale almayan, yolsuzluk ve usulsüzlüklere batmış zihniyetini içermeyen bir analiz de sanki ekonomiyi Kemal Derviş yönetiyormuş gibi yanlış bir izlenim verir.
1 Neoliberalizmin yapıtaşlarından birisi “bağımsız Merkez Bankası” dır. Böylece ekonomi ve siyaseti ayırmak, para politikalarını halkın, sendikaların, emeklilerin “yerli yersiz” taleplerinden arındırmak amaçlanır. Bu kuralı tanımayanlar, en hafifinden zor durumda bırakılır. Tam da “malûm şahsiyetin” son bir haftada başına gelenler gibi… Uzatmadan Merkez Bankası’nın dünkü operasyonunu hatırlatalım.

Geçen haftaki yüzde 3 faiz artışının ardından, Şimşek ve Çetinkaya’nın Londra çıkarması öncesi manevra örtük bir faiz artışıdır. Sadeleştirme değildir, çünkü bu model çok kompleks bulunduğu için başta IMF çeşitli kesimlerce eleştiriliyordu. Anlaşılan, ilan etmeden faizleri biraz daha yukarı çekmek için yine de en müsait tasarım gibi göründü. Sonunda 1 haftalık repoya uygulanan “politika faizi” yüzde 8’den yüzde 16.50’ye yükseltilmiş oldu. Piyasaya yüzde 16.50’den fonlama yapılırken, koridor marifetiyle bunu yüzde 1.50 daha artırma, hatta darda kalınırsa “geç likidite penceresinden” yüzde 3 sıkılaştırmanın önü açılmış oldu. Piyasa tanrıları bir kurban daha aldı.

2 Türkiye tasarruflarının yetersizliği karşısında yabancıların tasarruflarına dayalı bir büyüme modeli izliyor. 1989’da 32 Sayılı Kararname’yle sermaye akışlarının serbest bırakılmasından bu yana, sadece banka kredilerine değil, “sıcak para” akışlarına, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına da davetiye çıkaran bir tasarım söz konusu. 2001 krizinden sonra, kemer sıkma önlemleriyle, özelleştirmelerle kamu açıkları daraltıldı. Yabancı kaynaklar daha çok, özel sektörün tasarruf açığını kapatmaya yöneldi. Kaba taslak 2006-2008 net doğrudan yatırımların; 2007-2010 yabancıların hisse senedi alımlarının; 2010-2014 ise gerek DİBS, gerek eurobond borç senetlerinin yoğunlaştığı dönem oldu. 2014’ten sonra da küresel konjonktürün değişmesiyle Türkiye dış açıkların finansmanında zorlanmaya başladı.

3 Giderek belli bir büyümeyi sağlamak için daha fazla cari açık vermek gerekiyor. Örneğin, 2014-2016 aralığında ortalama yüzde 4.8 büyüme, ancak 109 milyar dolarlık cari açıkla sağlanabildi. Sürekli yüksek teknolojili, yüksek katma değerli ihracattan söz ediliyor. İstatistikler Türkiye’nin 1 dolara sattığı bir üründen Japonya’nın 2.81, Almanya’nın 2.69 dolar kazandığını gösteriyor. İhracatta yüksek teknolojili malların payı yüzde 3-3.5 eşiğini aşamıyor. Önemli bir sorun da, Türkiye’nin sanayileşme hedefini terk etmesi, sanayinin payının yüzde 20’lerden yüzde 16’ya kadar gerilemesi. Hepsinden ötesi, liyakati ayaklar altına alan; Aydınlanma’yı küçümseyen bir zihniyetle, “yenilikçilik, yaratıcılık” gelişmeyeceğini bilmek gerekiyor.

4 İnşaat sektörünün GSMH’deki payı yüzde 7.5. 2017’deki büyüme hızı ise yüzde 8.9’la ortalamanın çok üzerinde. Sektörün ileri-geri bağlantılarını göz önüne alırsak; öncesinde demir-çimento, sonrasında mobilya, beyaz eşya talebini tetikleyişini hesaba katarsak sektördeki yavaşlamanın tüm ekonomiyi nasıl etkileyeceğini öngörebiliriz. Son istatistikler, başta İstanbul-Ankara konut fiyatlarının gerilediğini, ağırlıklı ipotekli satışlar olmak üzere satışların düştüğünü gösteriyor. 2017 yılındaki, 10.8 milyar dolarlık doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının 4.6 milyar doları, yani yüzde 43 yabancıların konut alımından kaynaklanıyordu. Özetle beton ağırlıklı bir büyüme stratejisinin artık sonuna gelindiği görülüyor.

5 Türkiye’de işsizlik 2017’de %10.9’la çift haneli oranların altına inemedi. AKP’li yıllarda 2012’deki %8.4 istisnası bir yana, yüzde 9’un altı görülemedi. İşgücüne katılma oranı biraz yükselse de, çalışabilecek yaştaki her 100 kişiden ancak 47’sinin üretim sürecinde yer bulabildiği görülüyor. Çalışacak nüfusunun yarısına bile iş yaratamayan başarılı bir kalkınma örneği ise bulunmuyor. İşgücüne katılma oranları çok daha yüksek ABD ve Çin’de işsizlik yüzde 3.9 düzeyindeyken, istihdam özürlü Avro Bölgesi’nde bile yüzde 8.5’e inmiş durumda.

AKP hükümetlerinin, uluslararası sermayeye karşı tek tutamak noktası “mali disiplin”di. 2001 krizindeki ünlü yüzde 6.5 faiz dışı fazla verme hedefiyle sembolize edilen kemer sıkma döneminde, kamu çalışanları, emekliler gelirlerinin enflasyonun altında kalmaması vaadiyle avutuldular. Büyüme dönemlerinde “refah payından” yararlanamadılar, ancak böylelikle bütçe açıkları sınırlandırılabildi. Vergi gelirleri de büyük ölçüde mal ve hizmet üzerinden alınan vergilere, dolayısıyla sade yurttaşın sırtına yıkıldı. Şimdi bu yolun sonuna da gelindi. 2018 Bütçe açığı IMF raporunda yüzde 1.9 öngörülüyordu. Emeklilere bayramlarda 1000TL’lik ödeme bile bu açığı yüzde 0.7 tırmandırma potansiyeli taşıyor. Elbette sosyal nitelikli bu uygulamaya bir itirazımız olmaz. Ne var ki kamunun KGF’den bankalara verdiği garantiler; kamuoyunda en bilinen örnekleri Avrasya Tüneli, Osmangazi Köprü geçişlerinin dolar cinsinden gelir garantisi vermesi olan YİD sözleşmeleri; reeskont kredisi dolar kurunun 4.20 TL’ye sabitlenmesi gibi “durumsal yükümlülükler” önümüzdeki aylarda bütçe dengelerini iyice bozacak gibi görünüyor.

Tarım sektöründeki gerileme son dönemlerde kamuoyunun gündeminde yoğun yer alıyor. Tarım konusu hem tarım üreticilerinin emeklerinin karşılığını alamamaları, hem de kentlerdeki yurttaşların ucuz ve sağlıklı gıda temin edememeleri nedeniyle önemlidir. Daha 2009’da GSMH’da tarımın payı inşaatın yüzde 150’si iken, bugün yüzde 82’sine düşmüştür. Bu 10 yıllık gerileme bile çok çarpıcıdır. 2017’de tarım ürünleri ithalatı 5.2 milyar dolara sıçrarken, ülkenin giderek net tarım ithalatçısı konumuna sürüklendiği, ihracatla ithalat arasındaki makasın kapandığı görülüyor.

Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında Meksika’nın ardından en bozuk gelir ve servet dağılımına sahip ülke olduğu biliniyor. 2002 yılında yani AKP iktidara gelirken toplumun yüzde 1’i servetin yüzde 38’ine sahipken, bugün yüzde 58’ini elinde tutuyor. Ülkedeki gelir ve servet adaletsizliği kendini en belirgin bankada mevduatı bulunan milyoner sayısında gösteriyor. Nisan 2018’de hesabında 1 milyonun üzerinde para bulunan mudi sayısı 141 bini aşmıştı. Bu kesim 943 milyar TL ile toplam mevduatların tam yarısını elinde bulunduruyor.

Türkiye’de borçluluk da ağırlaşan bir sorun olarak kendini hissettiriyor. Finansallaşma, “emekçiler kazandığını yer” anlayışını ortadan kaldırdı. Şimdi sade yurttaş da, kredi kartı, ihtiyaç kredisi, konut ve taşıt kredileriyle giderek borç batağına saplanıyor. Türkiye’de bugün 30 milyonu aşkın kişi bankalara borçlu. 2017 Eylül itibariyle hane halkının toplam borçları 542 milyar TL civarında bulunuyordu. Tüketici kredilerine yönelik sınırlamaların Eylül 2016’da gevşetilmesiyle, özellikle dar gelirlilerin kullandığı ihtiyaç kredilerinin artışı önemli bir sorun alanı olarak görünüyor. İhtiyaç kredilerinin en son faiz oranı yüzde 20.2 iken, ticari kredilerin yüzde 17.5’ti. Aradaki makas, sınıfsal boyutu da bulunan önemli bir adaletsizlik göstergesi olarak dikkat çekiyor.

10 Kanun hakimiyetinin, hukukun üstünlüğünün, sermaye açısından mülkiyet güvencesinin ortadan kalkması, ekonomide yukarıda tartıştığımız tüm olgulardan daha da önemli bir yapısal sorundur. Mülkiyet güvencesinin mutlak bir savunucusu değiliz. Ne var ki, Doğan Medya Grubu’na el değiştirilmesi tarzı dayatmaların karşısında yer almak sorumluluğu hissederiz. Vergilendirme, kamulaştırma benzeri uygulamaların da açık, şeffaf olmasını, siyası cezalandırma niteliği taşımaması gerektiğini savunuruz. 

Ekonomi bürokrasisinde “liyakat” kriterlerinin yerini cemaat, tarikat, Saray’a yakınlık ölçülerinin alması çok sakıncalıdır. Merkez Bankası, Hazine benzeri köklü kuruluşlarda da kurumsal yapılar çöktüğü, giderek parti devletinin egemenliğine girdiği gözleniyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

"Dünyanın en önemli siyasi projesi!" - Arslan BULUT

The Independent gazetesinin 29 Temmuz 2008 tarihli sayısında, yani Anayasa Mahkemesi'nin AKP ile ilgili kapatma davasında kararını açıklamasından bir gün önce Daniel Howden, Türkiye'nin AKP dönemindeki AB macerasını "Dünyanın en önemli siyasi projesi" olarak nitelendirmiş, AKP'yi övmüş Türk generallerini suçlamıştı.

Howden'in ifadesi şöyleydi:
"Müslüman, demokratik, laik, mali açıdan istikrarlı ve Avrupa Birliği'ni Orta Doğu'ya bağlayan bir ülke yaratma projesi, Türkiye'yi muhtemelen bugün dünyadaki en önemli siyasi deney haline getiriyor. Ve bu proje çökmenin eşiğinde...
Demokratik olarak seçilmiş, kökenleri siyasi İslâma dayanan bir hükümetin, nüfusunun yüzde 99'u Müslüman olan bir ülkede ortaya çıkması, muazzam bir siyasi toplumsal ve ekonomik ilerlemeye rast geldi.
Bu ilerlemenin motoru AB üyeliği ihtimali oldu. Zengin ülkelerin oluşturduğu bloğun tarihi mantığı, Türkiye'yi reform yapmaya itti."
                                                                         ***
Neymiş dünyanın en önemli siyasi projesi?
AKP iktidarının Avrupa Birliği macerası, dünyanın en önemli siyasi projesi imiş...
Neden acaba?
Çünkü Türkiye üzerinden İslâm dünyasını ele geçirmeyi planlıyorlar. Bunu da açık açık yazıyorlar.
Financial Times gazetesinde 7 Aralık 2006 tarihinde, Vincent Boland ve Paul Betts, "Türk Lokumu" başlıklı ortak yorumlarında "Geçtiğimiz dört yıl içerisinde AB ve IMF'nin teşvik ettiği reformlar, Türkiye ekonomisinin AB'ye entegrasyonunu pekiştirdi. Bu da Dexia, Fortis, Citigroup ve BNP Paribas gibi yabancı yatırımcıların, ekonomik dönüşümden en fazla faydalanan sektör olan bankacılık sektörüne girmelerini sağladı. Öte yandan yatırım bankaları, İstanbul'da çok ciddi miktarlarda işlem yapıyor" diye yazmışlardı. 
İngiliz gazeteciler, ABD-İngiltere merkezli dev şirketlerin, "Aman AB sürecini kesmeyin, 'Ankara'nın şerrinden Brüksel'in şefaaatine sığınan' bir iktidar sayesinde bakın Türkiye'de ne kadar kârlı bankalar satın aldık. Bu bankalar üzerinden İstanbul'da çok ciddi alımlar yapıyoruz. Ellerindeki bütün serveti alana kadar Türkleri oyalayın" görüşünü seslendiriyordu.

                                                                           ***

İngiliz gazetecilerin ifadelerinden AKP'nin aslında nasıl bir proje olduğunu bütün çıplaklığıyla anlamayanlar için dönemin Hürriyet yazarı Cüneyt Ülsever devreye giriyor ve "Şimdi tekrar ilan ediyorum ki, mahkeme kararı, ölümü gösterip sıtmaya razı etme formülü ile, kurucu unsurunun Türkler olmadığı yeni bir Türkiye'nin formatlanmasında en büyük merhalenin aşılmasına vesile olmuştur." diyordu.
Independent gazetesinden Adrian Hamilton ise 29 Temmuz tarihli yazısında "İslâm ve Batı münakaşasını atın bir kenara. Türk Hükümeti kaybederse hepimiz mağdur olacağız" diyordu.
***
AKP'nin kapatılmamasının anlamı neymiş?
"Kurucu unsurunun Türkler olmadığı yeni bir Türkiye projesi" imiş!
Bunu nasıl sağlıyorlar?
Ülkenin bankalarını yabancılara satarak; ülkenin parasını yabancılara kontrol ettirerek...
Demek ki AKP'ye verilen her oy, ülkenin satış senetlerinden biri anlamına geliyordu.
AKP kaybederse kim kaybedermiş?
Zengin ülkelerin dev şirketleri değil mi?
                                                                         ***

İşte bu tespitleri yaptığımız 4 Ağustos 2008'de, FETÖ, Abdullah Gül'ün "Bir savcı bulun, delillendirin" dediği uydurma Ergenekon şeması üzerinde operasyonlar başlamış, küresel sermayeye direnecek güçler zayıflatılmaya başlanmıştı.
Sonrasını hep beraber yaşadık.
AKP demek, Türk Milleti'ni ekonomik, kültürel, askeri ve siyasi olarak yok etmek demektir. Çünkü hedefleri "Türk olmaktan kurtulmak"tır! Kendileri açıkladı zaten. Mesele şu ki aynı proje, şayet AKP düşerse diye ve alternatif olarak uzun zamandır muhalefet üzerinden de sürdürülüyor. Halk, bunu hissettiği için her yerde "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" diye slogan atıyor.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

30 Mayıs 2018 Çarşamba

24 Haziran’a giderken senaryolar, olasılıklar - FATİH YAŞLI

Eğer son dakikada bir “sürpriz” olmazsa, yaklaşık üç hafta sonra Türkiye tarihinin en kritik seçimlerinden birine şahitlik edeceğiz. Ancak, ortada bir gariplik var. İktidar partisi, sanki inşa ettikleri rejimin anayasal statüye kavuşması için değil de, muhtarlık seçimleri için sandığa gidiliyormuş havasında. Ya gerçekten bizzat “Reis”in sözünü ettiği o “metal yorgunluğu” söz konusu, yani partinin kadrolarında ve tabanında bir yorgunluk, bıkkınlık var ya da bizim bilmediğimiz bir şeyin rahatlığı bu.

Sandığa günler kala şapkadan tavşan mı çıkarılması planlanıyor yoksa o tavşan seçim günü bir şekilde sandıklardan mı çıkartılacak onu bilemiyoruz ama iktidarın geçmiş seçimlerden farklı olarak bir seçim havası, bir teyakkuz hali yaratamadığı ya da isteyerek yaratmadığı açık. Bunun seçim sonuçlarını nasıl belirleyeceğini ise göreceğiz. 

Gelelim senaryo ve olasılıklara. İlk senaryoda, iktidarın hem başkanlık seçimlerini kazanması hem de parlamentoda çoğunluğu sağlaması var. Böyle bir durumda yeni rejim anayasal olarak da yerleşmiş olacak, ülke cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yönetilecek, muhalefet Meclis’te çoğunluğa sahip olmadığı için bunları hükümsüz kılan kanunlar çıkaramayacak, Anayasa Mahkemesi de yetkisi olduğu halde, ister sadakatten deyin ister korkudan bu kararnameleri denetlemeyecektir. Böylece iktidarın Saray’da merkezileşmesi ve tek adamlık anayasal bir nitelik alacak, Meclis varlık nedenini yitirecek, güçler ayrılığı da kesin olarak ortadan kalkmış olacaktır.

Ancak bunun sürdürülebilirliği tartışmalıdır ve bunu tartışmalı kılacak olan Türkiye’nin düzenidir. İktidarın sürdürdüğü ekonomi modelinde deniz bitmiştir ve bu Türkiye’nin sermaye sınıfına, sermaye düzenine ve iktidarın küresel merkezlerle olan ilişkilerine zarar verici niteliktedir. Dolayısıyla iktidarın kaderini kapitalizmin bekası adına içeride ve dışarıda atacağı adımlar ve emperyalizmle yeni bir anlaşma zemini bulup bulmayacağı belirleyecektir ki, bu o kadar kolay görünmemektedir.

Ayrıca fiilen ya da resmen uygulanacak kemer sıkma programları geniş halk kitlelerinde de ciddi huzursuzluklar yaratacaktır. İktidarın şimdiye kadar izlediği popülist politikaları izlemesinin giderek zorlaşacağı, toplumdan fedakârlık isteyeceği, pastanın giderek küçüleceği bir zaman diliminde, güç tek bir merkezde toplanmış olsa da, ülkenin yönetilmesi o kadar kolay olmayacaktır. İktidar partisi, ülkeyi getirdiği yerin neresi olduğunu ve kötüye gidişatı gördüğü için seçim sloganını “Yaparsak yine biz yaparız” şeklinde belirlemiştir. Seçmene “Biz bozduk evet ama yine biz düzeltiriz” denmektedir ama o “düzeltme”nin en çok zarar vereceği kesimler, iktidarın oy deposu olan en alt sınıflar olacaktır.

İkinci senaryo, muhalefetin parlamentoda çoğunluğu ele geçirmesi, başkanlığı ise Erdoğan’ın almasıdır. Böyle bir durumda “iki başlılık bitsin” argümanıyla kamuoyunun önüne getirilen Türk tipi cumhurbaşkanlığı sistemi mutlak bir iki başlılığa sürüklenecek ve ölü doğmuş olacaktır. Bir yanda sınırsız yetkilere sahip ve ülkeyi Meclis dışından atayacağı bakanlarla yönetecek bir cumhurbaşkanı, öte yanda ise cumhurbaşkanı kararnamelerini geçersiz kılabilecek kanuni düzenlemeler yapma ve sistemi kilitleme gücüne en azından matematiksel olarak sahip bir Meclis’in bulunacağı böyle bir manzara da herhangi bir istikrar ve kalıcılık taşımayacaktır.

Gerçekleşme ihtimali en yüksek görünen bu senaryonun neticesi, ülkenin yakın bir zamanda erken bir seçime götürülmesi olacaktır ki, bunu iki tarafın da istemesi kaçınılmazdır. İktidar da muhalefet de “istikrarsızlık” kozunu oynayarak, seçmene hem başkanlığın hem parlamentonun aynı ittifakın elinde olması söylemiyle seslenerek ülkeyi seçime götürmeye mecbur kalacaktır.

Üçüncü senaryo, parlamentoda çoğunluğu muhalefetin sağlaması, başkanlığı da yine muhalefetin adaylarından birinin almasıdır, bu adaylar arasında en yüksek şans ise Muharrem İnce’nindir. Böyle bir durumda, yani hükümeti İnce’nin kurduğu, Meclis’te de muhalefetin 300’ün üstünde vekil çıkarması durumunda, devletleşmiş ve rejim inşa eden bir partinin bunu kabullenip kabullenmeyeceği gibi bir soru öncelikli olarak karşımızda durmaktadır. Sanıyorum ki bu o kadar kolay olmayacaktır.

İktidar partisinin ve “Reis”in çöken ekonomiyi yeni iktidara bırakıp bir süre sonra “kurtarıcı” olarak geri dönmesi senaryoları ise pek gerçekçi değildir; çünkü karşımızda sıradan bir parti değil, sermayesiyle, medyasıyla, bürokrasisiyle, düştüğü anda çökmeye yazgılı bir “network” vardır. Yeni iktidar ise kaçınılmaz olarak bir “devri sabık” yaratmak, devlet aygıtını “AKP’den arındırma” operasyonuna tabi tutmak zorundadır ve bunun çok ciddi sonuçları olacaktır.

“Reis”in yenilgiyi kabul ettiği ve onurlu bir geri çekilmenin arayışı içinde olduğu iddiaları da akla pek uygun düşmemektedir, seçim sonuçlarını tanımayıp “Ben gidersem Türkiye de gider” tarzı bir mücadele içerisine girmesi ise daha yüksek bir ihtimaldir. Dolayısıyla böyle bir senaryo, sonuçları en kestirilemez, en öngörülemez olana işaret etmektedir. 

Velhasıl, her üç senaryoda da bir istikrarsızlık ve yönetememe krizi yaşanacak, memleketin iki yakası öyle kolay kolay bir araya gelmeyecektir. O günlere hazırlanan bir siyasal strateji ise solun kaçınılmaz gündemi ve kaçamayacağı görevidir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

SYRIZA’dan PODEMOS’a gerçeküstü siyaset öyküleri - ZAFER ANAYURT

Avrupa’da kitleler son birkaç yılda hayali projelerin peşinde hüsrana uğradı. Yunanistan’da SYRIZA hayal kırıklığının en şiddetlisini yaşatırken son örnek de İtalya’daki Beş-Yıldız Hareketi oldu. Yeni bir sol söylem iddiasıyla yola çıkan ya da bu iddia yakıştırılan yeni popülist hareketlerin istisnasız hepsi çok hızlı bir şekilde düzen tarafından kapsandı. 24 Haziran seçimlerine giden Türkiye'de "kötünün iyileri"nde umut görmeyi vaat edenler için Avrupa'daki örnekleri kısaca hatırlatmak istedik.

Politikada emeğe dair uzlaşmaz çelişkileri uzlaşırmış gibi gösterme sanatına sol-popülizm denir. Sol-popülizmin en temel belirtisi karşıt siyasi tarafları yanlış ve mesnetsiz ortak paydalarda ayırmaktır. Geleneksel solun sınıfsal yaklaşımına konulan mesafe, “emekçi” kelimesini sol-popülizmin sözlüğünden çıkarmıştır. Bunun yerine “sıradan halk”, “ezilenler” gibi esnek kavramlar konulmuştur. Bunların karşısında ise “kast”, “elitler” ya da “ayrıcalıklılar” bulunmaktadır. Sol-popülizm, mevcut sosyal gerilimlere bakarak parlamenter sistemde en çok oya karşılık gelecek kitlesel kapsayıcılıktaki söylemleri bulmanın siyaset mühendisliğidir.

“Biz ezilenler” söylemin belkemiğini oluşturur. Toplumsal sorunların dolaylı sorumlularına yalancı pehlivan usulü peşrev çekilerek en belirleyici ve yakın sınıfsal gerçeklikler savuşturulur. Örneğin IMF, bu el ense çekmeye dayalı siyasi temaşa sanatı için ideal bir rakiptir. Oysa (gerçek) solun gerçek görevi, ülkeleri IMF kapısına taşıyan sınıfsal dinamiklerin ortaya konulmasıdır. Sol-popülizm tarafından en sevilen siyasi pratik, geniş kesimlerin umutlarını besleyecek şekilde dilek-ağacına çaput bağlamaktır. Dilek ağacı, iyi bir parti logosu olabilir. 

İdeal siyasi imaj, kastlaraveya ayrıcalıklılara karşı savaşım veren sıradan halk ve onun önüne geçmiş ama “aralarından biri” olan karizmatik bir liderdir. Parlamenter demokrasisinin çözümsüzlüklerini görüp umudunu kesmiş olan toplumun öfkesinin kanalize edileceği yepyeni bir seçenek söz konusudur. 

‘SOL POPÜLİZM’İN YÜKSELİŞİ
Avrupa siyaseti, geçtiğimiz yıllarda çok sayıda sol-kanat popülist çıkışa sahne oldu. Neoliberal saldırıdan bunalmış Avrupa halkları bu sayede sonu hüsranla bitse de umut dolu günler yaşadılar. Latin Amerika ülkelerinde yükselen ve bazı ülkelerde kısmi kazanımları olan popülist siyasetin Avrupa yorumu tümü ile hayal kırıklığı olarak kaldı. Yunanistan’da SYRIZA,  İspanya’da PODEMOS, Almanya’da “Die Linke”, İtalya’da Beş Yıldız Hareketi bu konuda ilk akla gelenler.   

Görünen o ki sol-popülist hareketler iktidardan uzaklıkları ölçüsünde söylemde radikalleşiyorlar. Dinamizmin ve yenilikçiliğin sembolü haline gelen karizmatik liderlerle ortaya çıkıyorlar. 21. yüzyılın popülist lider klişelerini artık kanıksadık. Motosikletle, bisikletle ya da belediye otobüsü ile işe giden liderlerin, kutu gibi evlerinden saraylara geçmediklerini bilmemiz sağlanıyor. Biçilmiş senaryonun dışına çıkıp da hasım ayrıcalıklılar gibi yaşamaya özenen popülist liderler (PODEMOS lideri Pablo Iglesias gibi) tepki görüyor. Siyasi performansın değerlendirilmesinin ölçütü olarak semboller, gerçek duruşları ve siyasi farkları aşmış.  

Atış-serbest ruh halinde, bunalmış sıradan halkın hayır diyemeyeceği ancak iktidarda nasıl yerine getirilebileceği belli olmayan sözler veriliyor. Siyasi bunalım popülistleri ezkaza iktidara taşırsa vaatlerini yerine getirme yetisinden de, niyetinden de yoksunlar. Düzen siyasetinin yeniden tasarlanmış truva atı şimdilerde budur. SYRIZA, bu eğilimlerin net şekilde gözlenebildiği çok değerli bir tarihsel örnektir.

Siyasi geleneği gerçekçilik olan Almanya gibi dengeli ülkelerde “rasyonel” seçmen kitlesi popülist hareketleri parlemontada belirleyici olamayacakları ancak yine de siyaseten anlam ifade edebilecekleri bir alana kısıtlayarak mevcut düzendeki yol kazalarını engelliyor.  Yanlış anlaşılmasın, bu bahsettiğim gerçekçilik 1. Dünya Savaşı’nda savaştan refah uman etik özürlü bir sol geleneğin şimdiki devamıdır. 

Sol-popülizmin parlamenter demokrasiye en faydalısı, uzun yıllar iktidardan uzak kalıp foyasını meydana çıkarmayan ve sahte bir seçenek olarak uzunca bir süre sahnenin bir köşesinde durabilendir. Koalisyonlar ise, “ama yaptırmadılar” söylemi için biçilmiş kaftandır.

Tarihte saray soytarısının rolü, istenildiğinde ciddiye alınıp geri kalan zamanda gülünüp geçilecek bir düşünce akışını dillendirmektir. Egemenin ezberinden kaçan noktalarda sufle vermektir görev. Kimi zaman ana düşüncenin bir girdisi olur, kimi zaman duymazdan gelinir, yeri gelir siyasi gösterinin temel odağı olur. Soytarı bazen bir tekme ile huzurdan kovulur. İncinmez, ekiptedir. Kemer sıkma politikalarından hiçbir şekilde sorumlu olmadığı halde acı çeken bir halkın siyasi temsiline ancak bu biçimi layık görmek parlamenter demokrasinin geldiği noktada ibretlik bir durumdur.

GERÇEKÜSTÜ SİYASET ÖYKÜLERİ: İLK ÖRNEK SYRIZA

Avrupa’nın yeterince yaşlanıp da gereğince “rasyonelleşememiş” halklarında yol kazaları olabiliyor. Komşumuz Yunanistan sol-popülizmin en rafine örneğini verdi: SYRIZA. SYRIZA’nın yükselme günlerinde sonucun nereye gideceğini öngörebilenler geleneksel solun katı kalıplarına sıkışmakla suçlanmaktaydı. SYRIZA, IMF’ye rest çekecek, 300 bin yeni istihdam yaratacak, bir o kadar aileye hane yardımında bulunacaktı. Vatandaşların ödeyemeyeceği banka borçları silinecekti. Asgari ücretin ülke ekonomik olarak batarken 751 avroya çıkarılması vaat ediliyordu. Tek sorun bunların hangi güç dengelerinde, hangi kaynaklardan yapılabileceğine ilişkin tek bir ölçme-biçmenin ortada olmamasıydı. Halka yalan söylemek suçtur.

Dünya düzeni nasıl işliyor? Ocak 2018 tarihli bir Sputnik haberiFransa’nın 19. yüzyıldan kalma Çarlık Rusyası Hükümeti güvencesindeki tahviller için tazminat talebinde bulunduğunu, Rus Hükümetinin de 1997 anlaşmasına dayanarak 330 milyon avroluk bir iyi-niyet ödemesini kabul ettiğini yazıyor. Böyle bir dünyada IMF’ye çekilen sahte peşreve  kanmamak ancak gerçekçiliktir. İnsanlığa karşı her suçu işleyebilirsiniz; yeter ki sermayeye ve paraya kastetmesin. 

PODEMOS: RETORİKLE GELEN RETORİKLE GİDER
PODEMOS, iç savaşı ve Franco diktatörlüğünü yaşamış İspanya’da solun 21. yüzyılda eriştiği acıklı durumu ifade eden bir sol-popülist oluşumdur. 2011 yılından itibaren varlığını sürdüren Indignados (Öfkeliler) hareketinin akademik çevrelerde dönüştürülmesi ile 2014 yılında hayata geçti. Yerleşik düzene öfke, toplumsal mühendisliği yapılmış popülizmden çok daha kabul edilebilir bir duruş bizim için. PODEMOS’un entellektüel temelleriyse Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe tarafından işlenmiş olan Radikal Demokrasi tasarımına dayanıyor.

Popülizm kavramının bu yazıdaki gibi olumsuz günlük kullanımlarından açık seçik rahatsızlık duyan Laclau, koca bir eser yazarak bu kavramın tanımı-muğlak, olumsuz kullanımını mahkum etmiş; sonra da popülizme itibarını iade etmiştir. Ona göre tarihsel dönüşümün itici gücü söylemdir. “Söylem, bizatihi nesnelliğin inşasının birincil alanıdır.” Popülizm, kitleye erişmenin siyaseten geçerli yoludur. Popüliste göre belki de tek anlamlı siyasi eylem, geniş kitlelerce benimsenecek söylem üretmektir. Bu söylemin mevcut gerçekliği doğru kavraması gerekmez ve geleceğe ilişkin gerçekçi yol planları oluşturulmasını sağlayacak bir teoriye, bir dünya görüşüne  ihtiyacı yoktur. Teorinin ifadesi yerine söylemin teorisi. 

PODEMOS, tüm Avrupa sol-popülizmleri arasında akademik olarak en ince şekilde biçimlendirilmiş olanıdır. 2015 seçimlerinde yüzde 20 oyla üçüncü parti olduğu için SYRIZA gibi iktidarla sınanmak şanssızlığını henüz yaşamadan düşüşe geçti. İspanya’da yeni merkez-sağ Ciudadanos (Yurttaşlar) hareketi kendi ahlakçı söylemlerindeki sembollere takılıp tökezleyen PODEMOS’un tahtını şimdilik ele geçirmiş gözüküyor. Retorikle gelen destek retoriğe gider. 

Post-Marksist, felsefi görünümlü demagoji ile teçhiz edilmiş sol-popülizm devrimci geleneksel solun en sinsi hasımıdır.

‘ORTAYA KARIŞIK’ BEŞ-YILDIZ HAREKETİ
İtalyan Beş-Yıldız Hareketi (BYH), düzen-karşıtı, çevreci, Avrupa konusunda karşıt ve kuşkucu, kendisini geleneksel sağ-sol ayrımının üstünde tanımlayan bir harekettir. E-demokrasi ve doğrudan-demokrasi temaları önemli bir yere sahiptir. İtalya’da sınıfların varlığını reddeden BYH popülizmin alışılmış kalıplarına sığınarak ayrıcalıklı kast’ın karşısına ezilenleri koyuyor.  Evlere şenlik ayrım çizgisinde emekliler, yaşlılar, memurlar ayrıcalıklı nitelenirken, “bağımsız çalışanlar?”ve KOBİ’lerin ezilen tarafta yer alması solun Avrupa’da uğradığı akılsal gerilemeyi sergilemesi açısından ilginçtir. 

Komedyen Grillo’nun tek kişilik performansının da büyük payı olmakla birlikte yüzeysel bir “her şeye karşı olma” haliyle BP son seçimlerden birinci olarak çıktı. Buna rağmen tek başına iktidar olamayan BYH’nin çok da zorlanmadan faşist-merkez sağ ittifakı Lig ile koalisyon hükümeti kurmayı “başarması” soldan hayırhah bakanlar için hüzünlü bir final oldu. 

EKLEKTİK DIE LINKE
Almanya’da 2007 yılında kurulmuş olan die Linke’nin (Sol Parti) kökü Doğu Almanya’nın birleşmeden önce yönetiminde olan SED’e (Sosyalist Birlik Partisi) dayanıyor. Şu ana kadar ele alınan sol-popülist partiler gibi yeni kurulup hızla gelişen bir parti değil.  Sosyalist bir geçmişten mevcut düzene adaptasyon ile şimdiki haline gelmiş die Linke. Farklı kanallardan partiye giren farklı kesimler nedeniyle, parti ve siyasi söylemi eklektik bir yapıda. Parlamenter düzende yer alan partilerden en soldaki olarak tanımlanıyor. 1875’den bu yana siyaset hayatında bulunarak mevcut düzene bağlılığı konusunda kendini kanıtlamış SPD’nin aksine aşırı uçlar barındırabileceği kaygısı ile devlet gözetimi altında. Gözetim, iç heterojenlik ve koalisyon kaygıları gibi üç farklı siyasi vektör altında yol almaya çalışan die Linke’nin parlamenter oy kaygıları söz konusu olduğunda popülizmden kaçarak tutarlı bir söylem geliştirmesi ne derece mümkün olabilir?   

Latin Amerika’da sol-popülizm bu yazıda kısaca ele alınamayacak karmaşıklıkta farklar içeriyor. Mevcut dünya düzeni bakış açısından Latin Amerika sol hareketlerini inceleyen bir raporda Venezuela, Bolivya, Ecuador ve Nikaragua dışındaki sol-popülist hareketlerin bir tehlike olarak görülmediği belirtiliyor. Tehlikenin ölçütü Amerikan tarzı demokrasiden uzaklaşabilme potansiyeli. Yukarıda sayılan dört tehlikeli ülkenin anayasal değişiklikler yapmak suretiyle özgürlükçü demokrasiye karşı potansiyel oluşturdukları ifade ediliyor. Brezilya örneği geniş olarak ele alınması gereken özel bir sol-popülizm’dir. Latin Amerika solu başka bir yazının konusu olabilir.

TEMEL SORUN NEREDE?
Sosyalist bakış açısı gerçekliğin çözümlenmesine maddi dünyadan başlar. Teori, gerçekliği anlamanın temel aracıdır. Sorun anlamakla bitmez; teori gereken dönüşümün hedefinin ve yol haritasının belirlenmesinde merkezi bir yerdedir. Kitlelerle iletişimin temel işlevi teori ile incelikle işlenmiş politik fikirleri anlaşılabilir mesaj ve önerilere indirgeyerek paylaşmaktır. “Fikirler ancak geniş kitlelerce benimsendiğinde maddi güç haline gelir” denilmiştir; bu bakış açısı geleneğimizin parçasıdır. Bu da yetmez, fikirleri kavrayanları da ortada bırakmamak, siyaseten kavramak gerekir.

Söylem kelimesinin geçirdiği evrim üzerinden, düzen siyasetinin son yüzyılda ne şekilde değiştiği (geliştiği değil!) kavranılabilir.  Söylemin mevcut düzendeki kullanımı, ideolojik yanılsamalar üzerine kurulu ve teorik bir tutarlılık, dayanak ve bütünlük arz etmeyen fikirlerin toplumsal mühendisliğidir. Söylem, popülist bakış açısının temel siyasal aracıdır. İşte bu nedenledir ki popülizmin, sembollere, karizmatik liderlere ihtiyacı vardır. Yine bu nedenle kitleden hiç kimse, liderliğin neden  bir isme, moral sembollere bağlı olduğunu ve “aranızdan biri” olmaktan fazla bilgi ve bakışa ihtiyaç göstermediğini sorgulayamamaktadır. Radikal demokrasinin şampiyonlarının bu kadar baskın karizmatik liderler olması gerçek bir ironidir.

ZAFER ANAYURT / SOL