10 Haziran 2018 Pazar

Afrin olmadı Kandil verelim - FATİH YAŞLI

Henüz ayrıntılarına vakıf olamadığımız bir diplomatik süreç ve birtakım pazarlıklar neticesinde YPG’nin kentten çekilmesiyle Afrin operasyonu 18 Mart 2018’de -ne tesadüftür ki Çanakkale Zaferi’nin yıldönümüne denk ge(tiri)lerek- sona ermişti. O günden bugüne Afrin’de ciddi ölçekli neredeyse hiçbir çatışma yaşanmadı ama ne hikmetse “Reis” eline mikrofonu her aldığında “Afrin’de öldürülen terörist sayısı şu kadar oldu” diyor ve sayıya beş on kişi daha ekliyor.


Oysa Afrin’in 24 Haziran seçimleri üzerinde herhangi bir etkisinin olması, bunun bir propaganda malzemesi olarak kullanılması artık mümkün değil. Türkiye toplumu Afrin’i çoktan unuttu bile, oradan yeniden bir kahramanlık destanı, yeniden bir seferberlik hali çıkmaz, imkânsız. Oradan çıkmaz ama seçimlere giden Türkiye’de, işler iktidar partisi için pek de yolunda gitmiyor gibi görünürken şapkadan yeni tavşanların çıkarılmasına ihtiyaç var. Bunun için ise şüphesiz emperyalizmle yeni anlaşma zeminleri bulmak gerekiyor.

Bu arayışlardan ilki, hatırlayacaksınız, İngiltere’de Kraliçe ve Başbakan May üzerinden İngiliz devletiyle ve İngiliz sermaye çevreleri üzerinden uluslararası mali sermayeyle birtakım görüşme ve pazarlıkları beraberinde getirmiş, “Londra Mutabakatı” olarak adlandırılan süreç ortaya çıkmıştı. O mutabakatın devam ettiğinin en önemli göstergesi, Londra’da verilen “Enflasyon yüksek çıkarsa, faizleri artırırız” sözünün tutulması oldu. Merkez Bankası’nın Perşembe günkü faiz artırımıyla Türkiye dünyanın en yüksek faiz oranına sahip ülkelerinden biri artık.

İkinci arayış ise Suriye’de ABD ile olandı ve Menbic için bir müzakere süreci başlatılmıştı. Bu köşede 28 Mart 2018’de yayımlanan “‘Metal Yorgunluğu’ndan ‘diriliş’e, Afrin’den nereye” adlı yazımızda şöyle demiştik:

“Afrin’de ABD yoktu ama Menbic’de var. Afrin için herhangi bir müzakere heyeti kurulmamıştı ama Menbic için kurulmuş durumda. Belki birtakım blöf niteliğinde girişimlerde bulunulabilir ama ABD ile herhangi bir sıcak çatışmayı göze alma ihtimali pek mümkün görünmüyor. Dolayısıyla YPG güçlerinin Fırat’ın doğusuna kaydırılmasıyla ve ABD ordusu ile TSK’nin bir tür ‘güvenli bölge’ oluşturmasıyla burada bir uzlaşıya gidilebilir, bu nedenle burada da bir operasyon ihtimali son derece zayıftır.”

Hafta içi yapılan açıklamalara bakılırsa, ABD ile yürütülen pazarlıklarda bu konuda hayli mesafe alınmışa benziyor. YPG güçlerinin Menbic’den çıkarak Fırat’ın doğusuna geçmesi, kentte ABD ve Türk askerinin denetimi birlikte sağlaması, Türkiye’nin ise Fırat’ın doğusuna yönelik tehditlerinden vazgeçmesi konuşulanlar arasında. Böylece en başından beri dile getirdiğimiz “İktidar, ABD’ye Suriye’de Fırat’ın batısında birlikte çalışalım mesajı veriyor, Zeytin Dalı aslında ABD’ye uzatılıyor” tezimiz de doğrulanmış oluyor. İktidar partisi Suriye üzerinden ABD’yle yeni bir denge düzleminde buluşmanın pazarlıklarına devam ediyor.

Bu pazarlığın yansıdığı alanlardan biri ise işte az önce “şapkadan çıkartılacak tavşan” diye nitelendirdiğimiz Kandil Operasyonu. ABD ile Suriye için yapılan anlaşmanın bir boyutunda Kandil’e yönelik bir operasyona cevaz verilmesi olduğu görülebiliyor. Kandil’de artık pek kimse kalmamışsa da, “Kandil’e bayrak diktik” söyleminin seçim sonuçları üzerinde ciddi etkiler yaratabileceği ve gidişatı değiştirebileceği beklentisi üzerinden iktidar yeni bir operasyona hazırlanıyor.

Peki böylesi bir operasyonla hedeflenen ne, ne yapılmak isteniyor?

Birincisi, olası bir Kandil operasyonuna HDP’nin vereceği tepki üzerinden kamuoyundaki “HDP eşittir PKK” kanaatinin güçlendirilmesi ve böylelikle barajı geçmesi için HDP’ye verilecek “emanet” oyların önünün kesilerek HDP’nin baraj altında bırakılması amaçlanıyor. İkincisi, CHP yönetiminin bu operasyona vereceği destekle HDP tabanının özellikle ikinci turda Muharrem İnce’ye oy vermesinin engellenebileceği düşünülüyor. Ve son olarak, üçüncüsü de, İYİ Parti’ye kaymakta olan milliyetçi oyların durması ve böylelikle Cumhur İttifakı’nın oylarının artırılarak Meclis çoğunluğunun elde edilmesi planlanıyor.

Peki seçime çok az bir zaman kala, şapkadan çıkarılacak Kandil tavşanı işe yarayacak mı? Muhalefet tam da moral üstünlüğünü ele geçirmiş gibi görünüyorken, CHP ile HDP arasında gözle görülebilir bir yakınlaşma varken, Kürt sorununun siyasi yöntemlerle çözülebileceği İYİ Parti ve Saadet’in de söyleminin bir parçası olmuşken bu hedeflere ulaşılabilir mi?

Eskisine nazaran daha zor olsa da, milliyetçiliğin ve hamasetin bu topraklarda hayli alıcısı olduğunu biliyoruz. Bu sefer de benzer bir süreç yaşanabilir, “vatan millet Sakarya” demagojisi bu sefer de işe yarayabilir. Eğer bunun olmaması ve bu sefer işe yaramaması isteniyorsa, toplum bu demagojiyi teşhir etmeli, kurulacak tuzağa düşmeyeceğini, sandıktaki tavrını da buna göre belirleyeceğini net bir şekilde ortaya koymalıdır.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Pal Sokağı Çocukları’nın yazarının akrabaları Kuzey Kıbrıs’ta: Uzağımızda değilsin Ferench Molnar - MUSTAFA K. ERDEMOL

Molnar’ın yeğeni İlonka Molnar “Serap” adıyla yıllarca Kuzey Kıbrıs’ta yaşadı. Sinemamızın iyi bilinen oyuncularındandı.


Bir kitabı bu kadar çok seveceksiniz, her fırsatta yeniden yeniden okuyacaksınız, çocuklarına okutsunlar diye arkadaşlarınıza önereceksiniz, günün birinde de yine bu kitapla bağlantılı çok ama çok hoş bir rastlantı gelip sizi bulacak. Bunu yaşadım ben.

Çok mutlu olduğum bu rastlantı beni Kuzey Kıbrıs’ta buldu. Hayranı olduğum Pal Sokağı Çocukları kitabının yazarıyla aramızda böylesine zayıf da olsa bir bağ bulunacağı hiç mi hiç aklıma gelmezdi. Sadece benim değil herhalde kimsenin aklına gelmezdi. Çünkü daha önce hiç duymamıştım bunu. Macarlarla Türklerin akraba uluslar olduğu iddialarını bilir, en tanınmış Macar şairi Attila Jozsef’in Türk olabileceği söylentilerini işitirdim. Ama çocuk klasikleri arasında bir başyapıt olarak değerlendirilen Pal Sokağı Çocukları’nın yazarı Ferench Molnar’la “evlilik yoluyla” akraba olabileceğimizi hiç tahmin etmezdim. Meğer Molnar’ın yeğeni Kuzey Kıbrıs’ta yaşıyormuş, hem de yıllardır.

Tatil için bulunduğum Kuzey Kıbrıs’ta, elimde satın aldığım kitaplarımla arkadaşımın görevli olduğu bir siyasi partinin merkezine gitmeseydim, orada basın bürosunda görevli olan gazeteci Oya Gürel ile tanışmasaydım, söz elimdeki kitaplardan açılmayacak, Pal Sokağı Çocukları’ndan da söz edilmeyecekti. Herkes gibi Oya’ya da beni en çok etkileyen kitabın bu kitap olduğunu söyledim. Oya, benim önce inanmadığım fakat kendisi için çok doğal olan bu akrabalık bağından söz ediverdi hemen: “Biliyor musunuz, annem Molnar’ın yeğenidir.” Henüz tanıştığım Oya’ya, elimde olmadan, kabaca “hadi canım” deyişim onun bu cümlelerinden hemen sonra çıktı ağzımdan. Tabii ki yaşamda bu tür rastlantılar var, bu da onlardan biri olabilirdi pekala. Eğer doğruysa, yakınlık derecesinin ne olduğu bir yana, karşımda Molnar’ın kanını taşıyan, belki huyunu da, yazarlık yeteneğini de ondan almış olabilme olasılığı bulunan biri duruyordu. Şaşırmam doğaldı. Oya, beni kabalığımdan utandıracak kadar sakin bir kibarlıkla “isterseniz annemle konuşabilirsiniz” dedi.

Kabalığımı gizleyememiştim ama sevincimi bastırabilmiştim. Sadece Molnar’ın yeğeni oluşuyla değil, anlattığı yaşam öyküsüyle de ilgimi, hayranlığımı çeken “Serap” Hanım’la, yani Molnar’ın yeğeniyle tanışmam böyle oldu benim.

Oya’nın annesi “Serap” Hanım’ın hafif aksanlı Türkçesiyle anlattıkları nedense Bedriye ile Todori’nin aşklarını anımsatmıştı bana. Osmanlı’nın son dönemlerinde Müslüman Bedriye ile Rum Todori’nin birbirlerine olan aşkı, yörede çalkantılara, çatışmalara yol açmıştır. Yüzlerce örneği vardır bunun elbette. Todori’nin talihsizliğini yaşamamıştır belki ama “Serap” Hanım da benzeri sıkıntıları çekmiş meğer. Büyük bir aşkla sevdiği Kıbrıslı Türk Cahit Bey’le tanıştığında İlonka Molnar’dır adı. Eşine yapılan “Macar gavuruyla mı evleneceksin?” tacizleri adını Serap’a çevirmesine yol açar. Öyle ki Oya ancak on sekiz yaşına geldiğinde öğrenebilir annesinin gerçek kimliğini, rastlantıyla hem de. Şöyle anlatmıştı Oya: “Bir gece televizyonda Bulgaristan’daki Noel kutlamaları gösteriliyordu, ne ilgisi varsa. Tırnova şehrinden de görüntüler sunuldu. O sırada annemin ağladığını farkettim. Ne olduğunu sorduğumda bir şey söylemedi. Yanımızda babam vardı, belki de o yüzden. O güne kadar yapmadığım bir şeyi yaptım. Annemin odasına koşup ne kadar belge, kimlik, pasaport varsa bulup çıkardım. Annemin gerçek kimliğini o zaman öğrenebildim. Arkadaşlarım küçükken ‘sen Macarmışsın’ dediklerinde kızardım. Çünkü annemin babasının adı Hidayet Çoşkun’du. Anneminki Serap. Oysa arkadaşlarım haklıymış. Dedem de adını değiştirmiş. Babama bağırıp çağırdım, neden annemin kimliğini bizlerden sakladın diye!”
Serap Hanım’ın babası Macar, annesi Bulgar. Annesiyle babasının birbirlerini tanıdıkları dönemi “Atatürk zamanında” diye tanımlıyordu. “Babam Bulgaristan’a geldi Macaristan’dan. Annem Bulgaristan’da öğretmenlik yapıyordu. Tanışıp evleniyorlar. Sonra da İstanbul’a gidiyorlar” diye anlatmıştı bana buluştuğumuzda.

Bulgarca, Rusçanın yanı sıra diğer Slav dillerini de konuşabiliyordu Serap Hanım. Anne gitar çalıyor, dayı Sofya Operası’nda sanatçı, akrabalardan biri İstanbul’da dönemin en ünlü kültür merkezlerinden biri olan Ses Tiyatrosu’nda çalışıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda okulu kapanınca Serap Hanım da kendisini sanat dünyasının içinde buluyor. “Meraklıydım” dediği dans, bale gösterilerini girdiği Ses Tiyatrosu’nda gerçekleştiriyor. Evleninceye kadar elbette. Bu arada filmlerde de rol alıyor: “Arakon kardeşlerin yapımcılığını üstlendikleri Ankara Ekspresi filminde casus rolündeydim. Başrolde Turan Seyfioğlu vardı. Ses’te Ali ve Celal Sururi kardeşlerle çalıştım. Dönemin en parlak yıldızlarından Nevin Aypar çok yakın arkadaşımdı, nikâhımda da bulundu” diye anlatmıştı bunu.

O zamanlar gencecik bir tıp öğrencisi olan Cahit Bey’le evleninceye değin, başka filmlerde de ufak tefek roller almaya devam etmiş Serap hanım.

Ferench Molnar’ın babasının amcası olduğuna ilişkin bilgileri annesinden duyan Serap Hanım, bunları annesine babasının söylediğini de belirtmişti, “Annemle biz pek inanmazdık” demeyi de ihmal etmeden: “Babam sonradan bana da anlatmaya başladı. Büyük amcam Molnar çapkın biriymiş.

Budapeşte’nin gece yaşamına çok düşkünmüş. Hatta bir müzikal yıldızıyla birlikte de olmuş. Dedim ya biz babama inanmaz, dinler geçerdik. 1952 yılında eşimle evlendiğim gün gazetelerde bir haber gördük. Molnar’ın ölüm haberiydi. Resim babama çok benziyordu. Sonradan iyice araştırdık, emin olduk. Molnar, dedemin küçük kardeşiymiş.”

Molnar’ın benim okuyabildiğim biyografilerinde yer almayan kimi bilgilere de sahipti Serap Hanım. Pal Sokağı Çocukları’nı 19 yaşında yazdığını, Birinci Dünya Savaşı’nda savaş muhabirliği yaptığını, hiç evlenmediğini ondan öğrendim. Macarca’da soyadların önden okunduğunu, bu nedenle büyük amcasının adının Ferench Molnar olarak değil, Molnar Ferench olarak yazılması gerektiğini, (Pal Sokağı Çocukları’nın babamın bana aldığı Macarca’dan çevrilmiş Türkçe baskısında Molnar Ferenc olarak yazılıydı gerçekten de), bu yüzden kendi babasının değiştirmeden önceki adını Molnar Yanoş olarak yazdığını da. Büyük yazarın dünyaca ünlü Waldorf Astoria’da hisseleri bulunduğunu da söylemişti Serap Hanım.

Bilmelerine, emin olmalarına karşın Molnar’ın akrabaları olduğunu kanıtlayamamış Serap Hanım’ın babası. Molnar ABD vatandaşı olduğu için ABD Büyükelçiliği’ne başvurmuşlar. Benzeri bir araştırmanın Macaristan’da da yapılması gerekmiş. Ancak Macaristan’a gitme olanakları hiç olmayınca yasal olarak Molnar’ın akrabası olduklarını onaylatma şansları olmamış.

Sadece döneminde değil, günümüzde de en çok okunan, çocukların dünyasında (bana göre) erişilmez bir yer edinen Ferench Molnar’ın bizimle böyle bir bağı bulunmasından mutlu olmuştum. Kişisel olarak zaten hiç uzağımda olmayan bu büyük yazarın, bu kadar “yakınımda” olmuş olmasından hâlâ mutluluk duyarım. Pal Sokağı Çocukları gerçekten bir başyapıttır.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Gerçek, Erdoğan’ın en büyük rakibidir - Mustafa Hoş

“Yeterince büyük bir yalan söylerseniz ve tekrar ederseniz bu yalanı sürekli, insanlar sonunda buna inanmaya başlayacaktır. Yalan, halkın yalanın siyasi, ekonomik ve / veya askeri sonuçlarından devlet tarafından korunabilmesi için muhafaza edilebilir. Dolayısıyla Devlet, muhalefeti bastırmak için tüm güçlerini kullanması açısından, yalan hayati bir önem taşımaktadır; çünkü gerçek doğru yoldur ve bu da devletin en büyük düşmanıdır” Joseph Goebbels
16 yıllık  AKP iktidarındaki yalanları sıralamaya başlasam dünyanın en kalın kitabını yazmış olurum. O yüzden sadece bu kısa seçim dönemine bakalım.

Recep Tayyip Erdoğan ne dedi, gerçek neydi?

28 Nisan 2018
İzmir Mitingi “Yahu bundan 15 sene önce şu koskoca İzmir’in doğru dürüst bir havalimanı var mıydı?” diye sordu ve kendi yanıtladı: “Ya biz geldik, Adnan Menderes Havalimanı’nı yaptık ya.”

Gerçek: İzmir Adnan Menderes Havalimanı 1987 yılında Özal tarafından açıldı.

1 Haziran 2018
Adıyaman Mitingi “Adıyaman’da havalimanı var mıydı? Biz yaptık biz.”

Gerçek: Adıyaman Havalimanı 1998 yılında hizmete girdi. 2001 yılına kadar da düzenli seferler devam etti. Ancak Türk Hava Yolları tarafından düzenlenen tarifeli seferler 2001-2005 arasında durduruldu. 2005’ten sonra yeniden başladı.

7 Haziran 2018
Mersin Mitingi “Adana-Mersin demiryolunu yeniledik, seyahat süresini düşürdük. Mersin-Silifke arasını hızlı tren hattına bağlamayı planlıyoruz.”

Gerçek: Silifke-Mersin arasında demiryolu hattı bile yok

7 Haziran 2018
Tarsus’ta Turizm Bölgesi ve 600 Yataklı Devlet Hastanesinin Temel Atma Töreni “Cumhuriyet Halk Partisi, biz gelince yıkacağız diyor. Öbürü biz satacağız diyor. Hatırlayın birinci köprüyü Süleyman Demirel yapmıştı. O zaman ki komünistler ne diyordu: Biz köprüyü satacağız diyordu. Rahmetli Özal da satamazsınız diyordu. Ne oldu? Neyi satıyorsun? Bu millet sizi mezara gömer.”

Gerçek: 1983 seçimleri sırasında, televizyondaki bir tartışmada Özal’ın, Boğaz Köprüsü’nü satma vaadine karşı, Halkçı Parti Lideri Necdet Calp, yumruğunu masaya vurup “Satamazsınız beyefendi, sattırmayız” demişti.

8 Haziran 2018
Muhtarlar Toplantısı “Ben 75 öğrencili sınıflarda okuduğum zaman, tek partili dönemdi, yani CHP’nin iktidarda olduğu dönemdi.”

Gerçek: Erdoğan, 1954’te, yani çok partili hayata geçildikten 4 yıl sonra doğdu. İlk ve ortaöğretim yaşamı boyunca CHP hiç tek başına iktidar olmadı.

Sadece son birkaç güne baktığımızda ve yalanları alt alta koyduğumuzda ürpermemek mümkün değil. Nasıl oluyor da bu kadar kolay yalan söyleniyor. Bunun birçok parametresi elbet var. Toplum bilimciler, sosyologlar, Psikiyatristlerin de söyleyecek çok şeyi olmalı. Ama bu yalanların bu kadar kolay söylenmesinin en önemli etkeni medyanın bütünüyle biat etmesidir. Erdoğan’ın hitabet, belagat hatiplik illüzyonunun ana kaynağının prompter olduğu da bir gerçektir. Erdoğan’ın metinlerini yazanların yalan yazma rahatlığı Erdoğan’ın söylediği yalanlar kadar düşündürücüdür. Erdoğan da metinlerini yazanlar da çok rahat. Çünkü o kadar eminler ki yalanları yüzlerine vurulamayacak. Medya, Erdoğan ve AKP’den daha çok Goebbels’in büyük yalanlar teorisini, meslek ilkelerine tercih etmiş durumda. Artık medyanın bu halini, “çürüme”, “yandaş” “mesleğe ihanet” gibi kavramlarla açıklamak da doğru değil. Bu bir suç ortaklığıdır.

Gazetecinin görevi hakikattir. Hakikate ulaşmanın en kestirme yolu soru sormaktır. Milan Kundera “Soru, dekor bezini yırtıp sahnenin arkasında gizli olanı gösteren bıçak gibidir” der. Erdoğan’ın katıldığı televizyon programı ve basın toplantılarında sorular var mı? Yok. Olan ne? Erdoğan’ın propaganda sözlerine uygun sorular uydurmak.

Erdoğan’ın katıldığı en son Kanal D’deki programda Mehmet Soysal’ın “FETÖ’nün sizin zamanınızda büyüdüğü iddialarına ne yanıt verirsiniz” sorusuna Erdoğan, “FETÖ bizim zamanımızda büyüdüğü iddiasını reddetmem, doğrudur.

Bizim zamanımızda böyle bir ihanet içerisinde olacaklarını düşünmedik. Aldatıldık” dediği anda Soysal araya girerek “Ama sadece sizin döneminizde değil. 40 yıllık geçmişi var” dedi. Erdoğan da hemen “Bülent Ecevit, Erdal İnönü bunların en yakın dostuydu. Bunların yurtdışındaki okullarını Erdal İnönü’nün ziyaret ettiğini iyi bilirim. Ecevit’in aynı şekilde bilirim. Davetlerine katıldıklarını iyi bilirim. Kimse kimseyi aldatmasın. Gelsinler konuşalım. Samimi değiller.

Yanıldık bunlara çok inandık” diye ekledi. Mehmet Soysal, Erdoğan’ın sözünü kesecek kadar cevvalleşti. Nedeni şuydu.

“Buradan bir gol yer, ben düzelteyim” Bunun gazetecilikle uzaktan yakından ilgisi yok. Bir kez sözünü kesmeye cüret ediyor o da Erdoğan’ın sözlerinin ona zarar vermesi kaygısı. Sadece Mehmet Soysal değil Erdoğan’la gezen, ekrana çıkan herkes aynı konumda. Onlar soruyu dekor bezini yırtan bıçak olarak kullanmıyorlar. Onların durumu kasabın bıçağını yalayan koyun olmalarıdır.

Kısaca özetlemek gerekirse Türkiye büyük yalanlar ülkesidir ve suç ortağı medyadır. Gerçek ise Erdoğan ve AKP’nin en büyük rakibidir.

O yüzden 24 Haziran, bu büyük yalanlar ve suç ortaklığına T A M A M deme günüdür.

Mustafa Hoş - Gazeteci, yazar
BİRGÜN

Reis bizi Alaska’ya götür! - OSMAN ÖZTÜRK

Kamu Özel Ortaklığıyla yapılacak Şehir Hastaneleri.
Arsa devletten, hastane şirketten…
Riskler devlete, kârlar şirkete.
Öncelikle devlet garantisi…
Hastaneye hasta gelmese bile hastane yüzde yetmiş doluymuş gibi tahsilat.
İlaveten altı üstü kızarmış tel kadayıfı…
Hem devletten kira geliri hem de hastanenin “ticari alanları”nın bilumum kârı.
Dahası kapitülasyon kafası…
Hastane icarlarının yirmi beş yıllık imtiyazı.
Üstelik Düyun-u Umumiye kumpası…
Anlaşmazlık durumunda Türk mahkemeleri değil, Uluslararası Tahkim Divanı.
Tam bir rant düzeni, tam bir soygun mekanizması!..

•••

TTB daha şehir hastanelerinin ilk hukuki düzenlemeleri yapılırken olayın öneminin farkına varmış, süreci yakından takibe almıştı.
Bir yandan ihaleleri mahkemelere taşıdı, bir yandan da basın açıklamaları, raporlar, kitaplar, sempozyumlarla konu hakkında ciddi bir birikimin oluşmasını sağladı.
Bunlarla da yetinmedi, geçtiğimiz yıl TTB Şehir Hastaneleri İzleme Grubu kurdu.
İzleme Grubu’ndan Kayıhan Pala’nın derlediği “Türkiye’de Sağlıkta Kamu-Özel Ortaklığı/Şehir Hastaneleri” kitabı da geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan çıktı.
Kitapta TTB tarafından yayınlanan kitaplar, Toplum ve Hekim dergisinde çıkan yazılara ek olarak konuyu ekonomi politik ve sağlık hizmetleri boyutlarıyla ele alan makaleler yer alıyor.

•••

Sabri Öncü’nün “Talan Yoluyla Sermaye Birikim Aracı Olarak Kamu-Özel Ortaklığı: Verimsiz ve pahalı Bir Finansman Modeli”…
Sedat Çal’ın “Kamu-Özel Ortaklığı ve Kamu Hizmetlerinin Metalaştırılması”…
Mustafa Sönmez’in “Sermaye Birikimi, ‘kamu-özel İşbirliği’ ve Şehir Hastaneleri”…
Uğur Emek’in “Şehir Hastanelerinde Paranın Değeri Yaklaşımı”…
Kayıhan Pala’nın “Sağlık Alanında Kamu-Özel Ortaklığı: Birleşik Krallık Deneyimi”…
Çiğdem Toker’in “Bütçeyi Hasta Eden Bir Sağlık Modeli: Şehir Hastaneleri”…
Halis Yerlikaya’nın “Şehir Hastaneleri: Yozgat Deneyimi”…
Bayazıt İlhan’ın “Ankara’da Şehir Hastaneleri: Sağlık Çalışanlarını ve Hastaları Neler Bekliyor?”…
Kitapta yer alan hepsi birbirinden değerli yazılardan bazıları.

•••

Tesadüf, tam da bizimkilerin Şehir Hastaneleri kitabının raflara çıktığı günlerde Tayyip Erdoğan gene bir televizyon programında sözü Şehir Hastaneleri meselesine getirip “Bu hastanelerin müşterisi inşallah çok daha artacak!” demiş…

Sonra da şöyle devam etmiş…

“Şu an bile vatandaşlarımız buraya geldiğinde o kadar mutlu oluyor ki. Gidiyorum, gözleri doluyor. ‘Ey Tayyibim diyor, sen bu hastaneleri yaptın. Ben ne davarımı, ne ineğimi sattım... Buraya para ödemeden yattım’ diyor.”
Bir insan bir hizmeti parasız olarak alıyorsa nasıl oluyor da müşteri oluyor, ayrı mesele de…

Bir insan nasıl olur da hasta bir insanı, lösemili bir çocuğu, mesela, müşteri olarak görür...Bir siyasetçi nasıl olur da hasta sayısının artması, hastanelerin dolup taşması için Allah’a dua eder. Allah sonumuzu hayreyle, yarabbim!..

•••

Konuşmanın en hoşuma giden bölümü ise şurası oldu…
“Biz gelmeden önce MR mı vardı, tomografi mi vardı? Geldiğimizde birkaç tane kırık dökük ambulans vardı. Eskiden köpeklerin çektiği ambulans ile götürülürdü!..”
Atlı kızak dese Kars’tan, Sivas’tan söz etmek istedi de yanlış ifade etti…
Okumayı seven biri olsa, bencileyin Jack London’ın Yukon Vadisi’nde, Mackenzie Irmağı’nda geçen öykülerinin hayranıdır, deyip geçicem de…
Köpeklerin çektiği ambulans ne oluyor, ya!..
Hayır, bu saatten sonra ne derse desin, sıkıntı değil de…
Bir an için, televizyonlarının başında kendisini izleyen kefenlerine sarılı Çarşıbaşı AKP Gençlik Teşkilatı’nı gözümün önüne getirdim.
İster misiniz, gaza gelip hep birlikte slogan atmaya başlasınlar…

Reis bizi Alaska’ya götür!..

OSMAN ÖZTÜRK / BİRGÜN


Not: Dört aydır Sincan Cezaevi’nde özgürlüğünden alıkonan Profesör Doktor Onur Hamzaoğlu için, İstanbul Tabib Odası ve Barış Akademisyenlerinin hazırladığı “Hamzaoğlu” okuma tiyatrosu 12 Haziran Salı saat 20.00’de Şişli Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi’nde. giriş serbest. Bütün dostları bekliyoruz.

Dip dalga yok he mi! - MURAT İDE

En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim;
-Eğer bir dip dalga yaklaşıyor olmasaydı, 16 yıllık iktidarın tüm afişlerinde yine "YERLİ UÇAK GÖKLERDE" anonsunu duyardık..
Öyle alıştı ki Erdoğan ve partisi, her seçimde yerli uçağı göklere salıp uçuşa geçiyorlar ve ilginçtir sonuç da alıyorlardı..
Bu kez dikkatinizi çekiyor mu, bir Bakanın iki kelamı dışında,  bir türlü havalanamayan, bırakın havalanmayı daha fabrikadan hangardan çıkamayan yerli uçaktan tıs yok..
Çünkü en iyi onlar biliyor artık uçup kaçmanın işe yaramayacağını..

                                                                          **

Türkiye'nin mütedeyyin insanları, tertemiz inançlarının ışığında, mücahid sanıp kredi açtıklarının, aslında birer müteahhitlik projesi olduğunu anladı.. Ve dip dalga, Türkiye'nin muhafazakar insanlarından geliyor..
Rahmetli Demirel'in dediği gibi, "Siyasette 24 saat bile uzun bir süre"
Siz bakmayın o anket tezgahlarına, milliyetçi-muhafazakar seçmenin, 16 yıldır kredi kullandırdığı Ak Parti iktidarını ağır itham ve tespitlerle sorguladığı bir gerçek..

                                                                          **

Bu sorgulamanın en çok farkında olan da yine iktidarın kendisi..
Mesela sorayım size;
-Ak Parti "Büyük Ankara Mitingi" dediği bir toplantıyı, önceki yıllarda 20 bin kişilik bir stadyuma sıkıştırır mıydı?



Hatırlayın meydanlar yetmiyordu.. Taşıma-maşıma doluyordu alanlar.. Gerçekle ilk kez Yenikapı'daki Gazze Mitingi ile karşılaştı Ak Parti.. Ve Erdoğan ya da Yıldırım, yaptıkları her mitingde muhtemel ki içlerinden şöyle diyor "Hey gidi günler hey"

                                                                          **

Siyasetin duayenleri der ki "Meydanlar her zaman doğru ölçü değil"
Doğrudur.. Ama 16 yıldır meydanlardan verdikleri fotoğrafla övünen, algılardaki etkisiyle de beslenen bir iktidar, bugün Ankara gibi, 200 bin kişilik miting yapabildiği bir kentte 'Büyük Miting'ini 20 bin kişilik 19 Mayıs Stadyumu'na şıkıştırıyorsa, bunun bir anlamı vardır..
İşin ilginç ve belki de tevafuk diyebileceğimiz yanı da, yıkılıp yenisi yapılacak olan 19 Mayıs Stadyumu'nun 'SON ETKİNLİĞİ' bu miting..

                                                                           **

Şu bir gerçek; Ak Parti'yi "Yerli uçak göklerde" oyalamacasından, somut siyasi söylemlere yönelten bir şeyler oldu.. 16 yıl geriye baktığınızda, bu yeni duruma sebep olan yeni bir şeyler olmalı.. Var.. Siyasette artık İYİ Parti var..Bunu, görevimden ve tercihimden bağımsız söylüyorum.. Bilenler bilir, gerçekten samimiyetle söylüyorum..

Değilse, 16 yıldır havalanamayan yerli uçağı göklerde gösterip seçim kazanan bir parti bu seçimde neden İYİ Parti'nin tüm vaatlerini bir bir yerine getirmeye söz versin..
Bakınız 3600 ek gösterge meselesi.. Bakınız Taşeron işçilere kadro meselesi.. Bakınız Emeklilerin haklarındaki iyileştirme hazırlıkları.. Bakınız emeklilere bayram ikramiyesi.. Bakınız askerlik mevzuu.

Yine seçimden önce söz verecek ve yine seçimden sonra inşaata boğulup unutacak..
Ama Ak Parti artık daha somut bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyor.. Çünkü artık siyasette 'Hayatımıza dokunan' söylemleri ile yeni bir parti var..

                                                                          **

Bu gerçek ortada dururken, Ak Parti'nin tek çaresi siyaseti yine AKP-CHP arasındaki bir maça çevirmek..
İşte seçmenin izin vermemesi gereken de bu..
Herkes kendine o soruyu sormalı;
-Tayyip Erdoğan, söylediği, önerdiği her şeyin gereğini yapacağını söylerken, neden Meral Akşener demiyor?
Çünkü ikinci turda rakip Meral Akşener olursa, milletin kendisini dinlendireceğini biliyor..

                                                                          **

Çılgın projeler uydurup yine baş aktör olmaya çalışan bir Ak Parti var karşımızda.. Ama kimya bozulunca, çılgın proje dedikleri de saçma sapan şeyler oluyor..
Son örnek kıraathaneler.. Söyler misiniz; Sana iş bulacağım diyen bir iktidar, neden vakit öldür diye kıraathane vadeder ki?
Oldu olacak, köprüye araç, hastaneye hasta garantisi verenler, kahvehaneye de iki sade bir orta garantisi versin..
Hâlâ yollar yaptık, köprüler yaptık diye bağırıyor her yerde.. Ama millet köprünün ya da otoyolun yenebilir bir şey olmadığını biliyor..
Ve hatırlayın lütfen, eskiden vergi ile ilgili bir slogan vardı;
-Ödediğiniz her kuruş vergi size yol-su-elektrik olarak geri dönecek..
Peki şimdi tablo ne?
Biz vergiyi yine ödüyoruz ama yola da, suya da, elektriğe de daha fazla ödüyoruz.. Ne anladım bu işten?
Şunu anladım;
-Eskiden ödediğimiz vergiler yol-su-elektrik olarak geri dönerdi.. Şimdi, yapılan yollar-köprüler-santraller bize EK VERGİ OLARAK geri dönüyor..
Sizce de bir gariplik yok mu?
                                                                         **

İşte bu gerçeklerin acıttığı hayatlardır dip dalganın kaynağı..
Millet ya o dalgayı yaratacak ya da 16 yıldır masal anlatan bir iktidarın sebep olacağı ekonomik dalganın hasarıyla yeni yaralar açılacak..

                                                                         **

Önüne gelene "EYT" diye bağıran bir siyaset taktiği, son günlerde içeriden yeni hedefini belirledi.. 16 yıllık oyun tekrarlanıyor.. Bu kez özne "Bay Muharrem"
Mesele ne biliyor musunuz?
Onlar bu sanal "EYT"leri ile birbirlerine yürüyüp, bunu da bize pazarlarken, her "EYT" denildiğinde benim aklıma EYT'in sosyal gerçekliği, "Emeklilikte Yaşa Takılanlar" geliyor..
24 Haziran'da karar vereceğimiz de işte bu..
Ya, birbirleriyle kavga ediyor-muş gibi yapıp, mevcut düzeni korumalarına seyirci kalacağız..
Ya da hayatın gerçeklerine dönüp, "YETER, OYUN BİTTİ" diyeceğiz..
Memleketin sağcısına da  solcusuna da muhafazakarına da sekülerine de düşen sorumluluk bu..
Biz esaslı bir "EYT" demezsek, beyler yine mutlu, bizim içinse, yandı gülüm keten helva..


MURAT İDE / YENİÇAĞ

İstanbul'un yasak ve yasakçıları. - Burhan AYERİ

Dersaadet'in bazı güzellik ve özelliklerini tanıyan kaç kişi kaldı? Aslında nesilleri tükendi. Aramızda kalsın bunlardan biri yani son kalıntılarındanım. Şöyle bir geçmişime bakınca, neler hatırlıyorum neler.

Hani "Yağcılarda inecek var ödülü"nü ihdas edişimi anımsayın. Bu, Eminönü-Unkapanı arasındaki yolun genişletilmesini izlemiş birisinin buluşudur. Yani benim. Mahmutpaşa ve Sultanhamam'daki sırtçı hamalların hakimiyeti yıkılalı neredeyse yarım asır oldu.

Oysa Eminönü'ndeki Yağcılar iskelesinin "sırıkçı"ları epey ilginçti. Bunlar ikili çalışırlardı. Ellerindeki esnek ve sağlam uzun ağaçlara taktıkları fıçıları iskeleden alıp, ardiyelere götürürlerdi. Eğer o daracık yolda bunlara takılırsanız yanardınız. Salına salına gidişlerinin son bulmasını beklerdiniz. Hele bir otobüsün içindeyseniz ya sabır çekmekten başka yapacak şeyiniz olmazdı.

Çok sonraları buna geçici bir çözüm bulundu. Taşıma işleri gece yarısından sonra ile sabah namazı arasına alındı. Bu defa da motorlu araçlar çoğaldı ve yine her şey kilitlendi.

Dönem değişti
Şimdi öyle mi? Tabii ki değil. Ayçiçeği, mısır, fındık, kolza ve zeytinyağı her boyda pet ve teneke kaplara aktarılmakta. İhtiyacınıza göre satın alma imkanınıza sahipsiniz. Paranız varsa hiç bir sorun yok. Bas telefonu, ya da bilmem ne kom'a gir her şey kapınıza teslim.


Olan, Niğdelilerin liderliğini yaptığı sırıklılara oldu. Semt pazarlarında bile yaşlılara ve özelliklere bayanlara yardımcı olan sırtçı çocuklara bile rastlanmaz hale geldik. Ne diyelim "marketler sağ olsun". Bu defa da bulduğunuza ve yediğiniz kazığa razı olacaksınız.

Ya yasaklar
İstanbul'la başladık, devam edelim. Bu şehir yıllar yılı mantıklı mantıksız bir sürü yasakla yönetildi. Örf, adet, gelenek, din, ahlak ve hukuk kuralları bu yasakların sebebi olmuştur.

İsterseniz Osmanlı'dan başlayalım. En çok gadre uğrayanlar hep kadınlar olmuştur. Mesela tek başlarına "gece fenerle sokağa çıkmaları" ve "paytona binmeleri" zinhar yasaktı. Eyüp Sultan'a özel bir yasak ise bölgenin ünlü kaymakçılarına girememeleriydi.

Böylesi engellemeler Cumhuriyetin ilk yıllarında da sürdü. Mesela Mikap yasağı -yasak kitaplar- en bilinenlerindendir. Bundan epey ünlü yazarımız nasibini almıştır.

Ülkedeki yönetim değişiklikleri ve askeri müdahaleler her zaman yasak kapsamını genişletmiştir. Melih Cevdet Anday'ın Yanyana'sı, Şükran Kurdakul'un Giderayak'ı, Metin Eloğlu'nun Sultan Palamut'u gibi kitaplar bir türlü vitrine çıkamadılar. Hatta bugün en önemli klasikler arasında sayılan Sait Faik Abasıyanık'ın Medarı Maişet Motoru uzun yıllar tezgah altından satılabildi.

Güvercin bile!
27 Mayıs İhtilali'nin getirdiklerine birlikte bakalım:
*Adnan Menderes'in yurt dışında basılan resimleri.
*Üzerinde güvercin -barış sembolü- bulunan kartpostallar.
Hâlâ çözemediğim ise disk atan atlet figürü bulunan mavi zeminli rozet.
Şimdi sıkı durun; yasaklanan dualar bile vardı. Bunlar görüldüğü an yapıştırıldıkları yerden sökülürdü. Bu konuda özel bekçi kadrosu ihdas edildi. Peki bunlar hangi dualardı?
*Karınca duası
*Enamı şerif
*Mevlidi nebevi
Birisi bugün çıksın da bunları yasaklayan zihniyeti savunsun.
Her dönemde birtakım kısıtlamalar eksik olmadı. Saçmasapan da olsalar.

Fahrettin Kerim dönemi
Öğrencilik yıllarımda epey tanınmış hocam oldu. Bunların arasında en popüleri Ordinaryüs Profesör Doktor Fahrettin Kerim Gökay'dı. Boyunun çok kısa oluşundan dolayı vatandaş; küçük, ortası tombul rakı şişelerine "Fahrettin Kerim" ismini takmıştı.

İstanbul vali ve belediye başkanlığını birlikte yürüten Gökay, sarhoşlardan, hele yalpalayarak yürüyenlerden nefret ederdi. Hatta bir keresinde bunları "belinizden su alırım" diye tehdit etti. Aslında söylediği mantıklı gerekçeye dayanıyordu. O zamanlar şimdiki alkolmetreler yani alkol ölçücüler yoktu. Sarhoşluğun derecesi kan alma yoluyla belirleniyordu. Küçük Vali, durumu biraz da abartarak ayyaşlara gözdağı vermek istemişti.

Tükürene ceza
Daha yakın dönemden hatırladığım isim Mümtaz Tarhan'dı. Onun da takıntısı "yerlere tükürenlere" idi. Bu işi en aza indirmenin yolunu gerçekten buldu. Yollara tükürenler, anında başlarında zabıta memurlarını buluyorlardı. Kesilen ceza da o zamana göre hiç de fena değildi; 150 lira.

Tarhan'ın paralı kontrollerinde hocam Gökay'dan daha başarılı olduğunu söyleyebilirim...


Burhan Ayeri / YENİÇAĞ

Erdoğan'dan önce Müslüman değil miydik? - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Cuma günü saat 22:00'den itibaren Bağdat Caddesi eline Türk Bayrağını alıp gelenlerin akınına uğradı...
Her yaş grubundan insan vardı...
Çocuklar babalarının omuzları üzerinde, yaşlılar gençlerin koluna girmiş...
CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce'nin sosyal medyadan yaptığı çağrı ile onbinler Suadiye'den Göztepe'ye kadar Bağdat Caddesi'ni doldurmuştu.
Uzun süredir görmeye hasret kaldığımız bir heyecan dalgası kalabalağın arasında dolaşıyordu...
Değerli dostum Hüseyin Sağ ile karşılaştık, kol kola yürüyerek mitinge eşlik ettik.
Hüseyin Sağ, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde AKP'ye kök söktüren bir isim. Ben ona "kent şövalyesi" diyorum... Hüseyin Sağ ile; yolsuzluklarla mücadele eden bir gazeteci olarak birlikte çok mesaimiz oldu...
Gece saat 01:00'e yaklaşıyordu. İki saattir alanda bulunan kimse ayrılmayı düşünmemişti... İnce gelecek ve Kadıköy ona desteğini gösterecekti.
Yürüyüş sırasında Kartal Belediye Başkanı Dr. Altınok Öz'ü gördüm, Kartal'da halk ile iftar yapıp Cadde'ye gelmiş, gülümseyerek insanları selamlıyordu... Kalabalık bir ekip de kendisine eşlik ediyordu...
Hüseyin Sağ; "Bu kez iktidara çok yakınız" dedi... İnce'nin hemen her mitingindeki coşku Kadıköy'de de yaşanıyordu...
Saat 01:00'de otobüsün üzerinde yine enerji dolu bir konuşma yaptı Muharrem İnce... Erdoğan'ın aynı gün yaptığı eleştirilere hemen yanıt verdi;
Erdoğan'ın "Kazanamazsan siyaseti bırakacak mısın?" sorusuna İnce; " Evet kazanamazsam siyaseti bırakacağım ama bir şartım var; senin seçtiğin bir kanalda benimle canlı yayına çıkacaksın..." diyerek yanıt verdi...

İnce'nin din sömürüsü ile ilgili şu cümlesi ise duvara asılacak türden;
"Camiler babasının malı sanki, Bolu'da Cuma namazı kıldık, Müslümanlığı ondan mı öğreneceğiz? Erdoğan Cumhurbaşkanı olmadan önce Müslüman değil miydik?!"

Erdoğan'a karne vererek protesto eden liseli gençler (çocuklar demek lazım ) polis otobüsünde ciddi şekilde darp edilmişlerdi. İnce o çocuklara da sahip çıktı; "Ben de burada Erdoğan'a karne veriyorum, beni de mi döveceksiniz?!" diyerek tepki gösterdi...

Gecenin ilerleyen saatlerinde CHP Trabzon Milletvekili Haluk Pekşen aradı. İnce'nin en son Karabük ve Kastamonu mitingine katılan Pekşen, Kadıköy'den yansıyan fotoğrafı değerlendirdi;
"Hep Türkiye büyük bir dip dalgasına hazır olsun diyordum. Büyük bir değişim geliyor... Muharrem İnce önce kendisi ve sonra kadrosu ile bu dip dalgasının üzerinde yükseliyor. İnce geleceğin siyasi tarihini yazmak üzere, bunu görüyorum..."

Muharrem İnce ilk günden bu yana şaşırtıcı bir performansla çıtayı hep daha yükseğe taşıdı... Pekşen; "... espri, zeka, akıl, gençlik, umut, gelecek, bilim, vizyon... Türkiye'de geleneksel siyasetçiler bunu bilmez... gençlik heyecanını, kucaklaşmayı, aşkı bilmezler... onların bilmediği bir dil bu.. İnce bu dili çok iyi kullandı ve Türk siyasetini bu kulvara çekti. Bu alanda İnce çok başarılı..." diyor.

Yalnızca geleneksel siyasetin dili değişmiyor, İnce'nin enerjisi ile CHP'nin de iktidar yürüyüşü hızlanıyor...
Cumhurbaşkanı Erdoğan uzun süredir ilk kez; Meral Akşener, Temel Karamollaoğlu ve Muharrem İnce ile gerçek bir yarışın içinde kendisine çıkış yolu arıyor...

                                                                          ***

Ece neden tutuklandı?

Çağdaş Ses Gazetesi yazarı Ece Sevim Öztürk geçen gün, gece 02:30 da göz altına alınıp tutuklandı...
ODA TV de yer alan bilgiye göre Ece, 15 Temmuz'a dair hazırladığı bir belgesel ile ilgili olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nın yaptığı suç duyurusu üzerine tutuklanmış.


Ben belgeseli izlemedim ancak iddiaya göre darbeye direnmiş görünen iki denizci komutan aslında darbeyi önceden biliyormuş... Ece bunları tutuklu FETÖ'cülerin iddialarına dayandırmış...

Bana sorarsanız tutuklu FETÖ'cüler intikam amacı ile de birilerini suçlayabilir yani bu tip açıklamalara büyük şüpheyle yaklaşılmalı... Ancak Ece bu iddiaları belgeseline konu etmiş... Ece'nin sırf bu iddiaları aktardığı için tutuklanması ağır olmadı mı?

İddiaya konu olan kişiler kendi doğrularını kamuoyuna açıklayıp olayı kapatabilirlerdi... Şimdi iftira ve karalama olarak nitelenen mesele daha da büyüdü...

Deniz Kuvetleri Komutanlığı, Ece'nin belgeselde yer verdiği iddialarla ilgili olarak darbe girişimi davasını ve yargılama sürecini yıprattığı ve terör örgütü lehine yargıyı etkilediği iddiası ile hakkında savcılığa başvurmuş...

Yayınlanmayan bir belgesel ile ilgili olarak Ece tutuklanmış. Dün sosyal medyada bu belgeseli arayan insanlar olduğunu gördüm. Yani bu tutuklama, sakıncalı görülen bu belgeselin "popüler" olmasına neden oldu.

Oysa iddiaların yalan olduğu, tutuklu FETÖ'cülere ait olduğu şeklinde bir yalanlama yapılıp kamuoyu aydınlatılabilirdi...

Ece'ye gelince; Kanaltürk'ü kurduğumuz dönemde gazetecilik merakı ile haber merkezini sürekli ziyaret ederdi...  Daha çocuk sayılacak bir yaşta Cumhuriyet mitinglerinin neredeyse tamamına katıldı... Atatürkçü genç bir hanımdı...

FETÖ'cü olacağına asla ihtimal vermiyorum...

Benim gördüğüm Ece'nin 15 Temmuz sorgulamalarının sinsi örgütün "işine geldiği" onun gazetecilik merakını FETÖ'cülerin kendilerini aklamak için kullanmaya çalıştıkları yönünde...

Ece'nin her sorusunu terör örgütünün sosyal medya hesapları yaygınlaştırdı. Bu kirli örgütün pası, Ece'nin gazetecilik merakının üzerine bulaştı...

Umarım yargı kısa zamanda bu gerçeği görür ve Ece özgürlüğüne kavuşur...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ

9 Haziran 2018 Cumartesi

Ekonomik seçenekler daralıyor - KORKUT BORATAV

Türkiye’de ekonomik bir bunalımın eşiğindeyiz. Finans kapitale kalıcı teslimiyete son vermenin ilk adımı radikal bir program önermektir. Güçlüklerini açıklamak da görevimizdir.


Belirtiler Türkiye’nin bir krize sürüklendiğini gösteriyor. Durgunlaşmayı izleyen ılımlı bir daralma ile geçiştirilebilir mi?

Finansal kriz ve kapsamlı bir bunalım mı? 

İyimser senaryo: Durgunlaşma ⇒ Ilımlı daralma ⇒ İstikrar… 

Türkiye için iyimser bir senaryonun işlerliği öncelikle dış dünyaya bağlıdır: FED’in parasal daralma / faiz artırma temposu hızlanmamalı; ABD 10 yıllık tahvil faizleri yüzde 3’lük eşiğin altına yerleşmeli; finans kapitalin “risk iştahı” aniden coşmalı ve “yükselen piyasalar”dan fon çıkışları son bulmalı… 

Dış ortamdaki “olumlu” koşulların Türkiye ayağı da var: TCMB, politika faiz oranını son enflasyon verilerinin üst eşiğine (yüzde 20’lik ÜFE artışına) çeker. Batılı finans çevreleri, “Türkiye’de fiyatlar yeterince düştü; girme zamanıdır…” teşhisinde birleşir. Sıcak para akımları döviz kurlarına ve faizlere istikrar getirir. 

Ancak dikkat: Bu yeni istikrar ciddi kayıpları izleyecektir. Döviz fiyatlarının geçen yıl sonundaki 1 dolar = 3,77 TL düzeyine dönmesi olası değildir. Döviz borçlusu şirketlerden başlayan zincirleme etkiler, tüm ekonomiye, bankalara yansıyacaktır. Borçlu şirketleri ve bireyleri zorlayacak olan bir diğer zinciri de hatırlatalım: TCMB politika faizi ⇒ mevduat faizleri ⇒ tırmanan kredi faizleri… 

Tek telafi edici etken, hükümetin Nisan ve Mayıs 2018’de artan kamu harcamalarını içeren seçim paketidir. Ancak, döviz kuru ile faiz artışlarının daraltıcı etkileri yıl boyu sürecek; “seçim paketi” yılın ikinci yarısında son bulacaktır. 

Bu iki karşıt akım, şu anda ekonominin durgunlaşmasına yol açmaktadır. İlerleyen aylarda olumsuz finansal etkenler ağır basacaktır.

En iyimser senaryo, ekonominin 2019’a ılımlı bir daralmayla girmesi ve giderek istikrar bulmasıdır. 

Kriz niçin gündemdedir? 
Bu iyimser senaryonun gerçekleşmesi, mümkündür; ama muhtemel değildir.

FED’den kaynaklanan finansal daralma yavaşlamayacak; belki de hızlanacaktır. Finans kapitalin “yükselen ekonomilerin kırılgan halkaları”na (öncelikle Arjantin, Türkiye, Brezilya’ya) dönük risk iştahı yok olmuş; fon çıkışları yaygınlaşmıştır. 
Batılı bir bankerin ifadesiyle, Cumhurbaşkanı’nın Londra’da “TCMB’nin itibarını ciddi boyutta zedeleyen; inanılmayacak derecede zarar veren söylemlerinin etkisi” süregelmektedir. Mehmet Şimşek’in telafi çabalarının etkisiz kaldığı anlaşılmaktadır. “Faiz lobisi” ile savaşa tutuşan Cumhurbaşkanı’nın olası seçim zaferi dahi, geçmiş örneklerin aksine, finans çevrelerinin tedirginliğini gidermeyecektir. (Bk. Financial Times, 23 Mayıs, 4 Haziran; Economist, 2 Haziran.) 

Olumsuz algılamaların yansımaları ortadadır. Mart’ta sermaye hareketleri tersine dönmüştür ve dış kredilerde 3 milyarı aşkın ana para ödemesi yapılmıştır. Döviz piyasaları, bu eğilimin üç aydır hızlandığını göstermiştir. Kredileri yapılandırılan büyük şirketlerin sayısı artmaktadır. Moody’s 14 T.C. bankasının kredi notunu düşürmüştür. 

Finansal bir krizin ön göstergelerini günü gününe izliyoruz. 

Krizde IMF seçeneği
Kriz patlak verdiğinde (Haziran 2018 verilerine göre) âcil soru şu olacaktır: 12 ay içinde vadesi gelecek olan 182 milyar dolarlık dış borcun ve 55 milyar dolar civarında seyreden cari işlem açığının finansmanı nasıl sağlanacak? 

Gündemde sadece iki seçenek vardır: Bir IMF programı veya dış borç ödemelerini askıya almakla başlayan radikal program…

İktidara aday olan iki ittifakın, krizde IMF seçeneğini yeğlemesi beklenir. Bu programın ipuçlarını Nisan’da yayımlanan (ve bu köşede tartıştığım) IMF’nin Türkiye raporu vermekteydi. 

Yukarıdaki soruya IMF’nin yanıtı basittir: Ekonomi küçülür; cari dış finansman gereksinimi de aşağı çekilir. IMF kredileri de dış borç taksitlerini öder. 

Ekonominin küçülmesini, maliye ve para politikalarında ağır kemer sıkma önlemleri sağlar. IMF’nin Nisan Raporu, kamu harcamalarının 2018’den 2019’a milli gelirin yüzde 2’si oranında kısılmasını öneriyor. Bu, millî gelirdeki daralmanın en alt sınırıdır; malî çoğaltanın ve kredilerdeki düşmenin etkileri buna eklenmelidir. 

Kemer sıkma öncelikle emekçilere yansıyacaktır. Emekli aylıklarında, memur maaşlarında, asgari ücretlerde enflasyona endeksleme son bulacaktır. Kıdem tazminatının tasfiyesi, geçici istihdam biçimlerinin yaygınlaştırılması gündemdedir. Sosyal güvenlik sisteminden özel sigortalara geçiş hızlanacaktır. 

Döviz kuru dalgalanmaya bırakılacak; emek gelirleri, döviz fiyatlarını (dolayısıyla enflasyonu) geriden izleyecektir. 

Bir-iki yıllık bir küçülme sonrasında ekonominin yeni bir dengeye oturması umulur. Bu reçetenin en katı türüne muhatap tutulan Yunanistan ekonomisinin küçülmesi çok daha uzun sürdü. 

Benzer bir programın 2002 sonunda AKP iktidarı ile sonuçlandığını da hatırlatalım.

Radikal bir anti-kriz programı: Nasıl?
IMF seçeneğini reddeden “radikal” bir anti-kriz programının yanıtlaması gereken âcil soruyu tekrarlayalım: 12 ay içinde vadesi gelecek olan 182 milyar dolarlık dış borcun ve 55 milyar dolar civarında seyreden cari işlem açığının finansmanı nasıl sağlanacak? 

Yanlış anlaşılmasın. Finansal kriz, Türkiye ekonomisinin dış finansman kanallarını tamamen tıkamaz. Portföy yatırımlarından çıkışlar kısmen telafi edilebilir. Gayri menkul, şirket alımları biçiminde gerçekleşen yatırım türleri son bulmaz. Vadesi gelen kredilerin tümü tahsil edilmez; bir bölümü (kredi faizleri yükseltilerek) yenilenebilir. 

Belirleyici olan, toplam dış kaynak girişlerinin anlamlı boyutlarda düşmeye başlamasıdır. Bu sürecin uzaması kriz ortamına girişi kesinleştirir. 

IMF anlaşmalarının avantajı, “program uygulanırken ödenen kredi dilimlerinin” sağladığı dış finansmandır. Radikal bir programda bu kaynak gündem dışıdır. Dış borç ödemelerinin askıya alınması bu nedenle zorunludur. Borçların “yeniden yapılandırılması” müzakere konusudur; sonuçları öngörülemez.

Sermayeye ve IMF’ye teslimiyeti reddeden radikal bir seçeneğin hareket noktasının “dış borçların yapılandırılması, konsolidasyonu, reddedilmesi” olduğunu Sungur Savran ve Oğuz Oyan BirGün Pazar (3 haziran 2018) ve soL Haber (5 Haziran) yazılarında belirttiler. Yukarıdaki âcil soru yanıtlandıktan sonra izlenebilecek ilerici bir güzergâh ise, Birleşik Haziran Hareketi tarafından Emeğin On Çözümü başlığı altında ifade edildi. Bu yazıda, “âcil soru” gündemi içinde kalıyorum. 

Türkiye’nin 453 milyar dolarlık dış borç stokunun sadece yüzde 30’u (136 milyarı) kamuya aittir. Siyasî iktidarın ‘acil bir borç yapılandırma” talebi de sadece kamu borçlarıyla ilgili olabilir. Özel şirket ve bankaların dış borçları, özel hukukun borçlu-alacaklı düzenlemeleriyle ilgilidir. Türkiye hükümeti 2001 krizinin arifesinde bankaların dış borçlarını üstlenmişti; bu yüz kızartıcı hatanın tekrarı söz konusu olamaz. 

Döviz kısıtı yüzünden aksayan özel sektör borç taksitleri için TL ile ödeme; borç / hisse senedi takasları müzakere konularıdır. İflas halinde uygulanacak icra yöntemleri, genel hukuk kuralları içinde yer alır. 

Ancak, özel sektörün veya kamunun döviz yükümlülükleri karşılanamadığı ölçüde sermaye hareketleri sınırlanmalıdır. Yöntemler farklı olabilir: Ülke dışına döviz transferleri izne bağlanabilir; yabancıların portföy çıkışları vergilendirilebilir; kredi ödemelerine döviz tahsisi sıraya konabilir; döviz hesaplarından günlük çekişler sınırlandırılabilir…

Dahası da var: Cari işlem açığını sürdürme güçlükleri, ithalatın kısıtlanmasını da zorunlu kılar. Burada AKP dönemine özgü bir dış bağımlılık olgusu ile karşı karşıyayız: Ekonominin küçüldüğü yıllarda dahi ortadan kalkmayan cari işlem açığı… Millî gelirin toplam olarak yüzde 4 düştüğü 2008-2009 yıllarında Türkiye ekonomisi toplam 51 milyar dolar cari açık vermişti. Daha önceki yirmi beş yılın ödemeler dengesi tablolarına bakınız: Ekonominin durgunlaştığı veya küçüldüğü her yıl (1988, 1989, 1991, 1994, 1998, 2001) cari işlem dengesi fazla vermişti… Tarihe karışmış olan “normal” bir ekonominin olağan göstergeleri…

Kriz ortamında iç talebin daralması, dövizin pahalılaşması, ithalatı kendiliğinden aşağı çekecektir. Geleneksel korumacı önlemler de (gümrük tarifeleri, ithal kotaları) ayrıca gerekir: Dünya Ticaret Örgütü’nün “istisnaî önlemeleri” kullanılacak; AB ile Gümrük Birliği kuralları ihlal edilecektir.

Sınıfsal ittifak gereği
AKP’nin kitle tabanını ve seçmen desteğini ayakta tutmuş olan bölüşüm bilançosunu hatırlatmak gerekir: Kişi başına hesaplanırsa on beş yıl boyunca ortalama işçi, köylü gelirleri, milli gelirin gerisinde seyretmiştir; ancak emekçilerin tüketimleri, gelirlerinden daha hızlı artmıştır. 

Bu “refah artışı” nasıl gerçekleşti? Emekçiler açısından borç tuzağı ile… Toplam tüketici kredilerinin milli gelirdeki payında gerçekleşen (%2’den ⇒ %20’ye) tırmanma ile… Makro-ekonomik düzlemde, özel ve kamusal tüketimin milli gelirdeki oranının yirmi yılda beş puan artması (%80 ⇒ %85) ile… Bu artış, cari işlem açığının millî gelirdeki ortalama payına eşittir. 

Dış borç ödemelerini askıya alarak başlayan, ithalatın kısıtlanmasını da içeren radikal programdan Haziran Hareketi’nin önerdiği emek-yanlısı ve dinamik bir ekonomiye geçiş sancılı olacaktır. Ortalama hayat standartlarını zorlayan önlemler, halk sınıfları gözetilerek uygulanacaksa burjuvazinin vergilenmesi gerekecektir. “Sermayenin grevleri” patlak verirse, kamulaştırmalar gündeme gelir. 

Sungur Savran yazısında, dünya çapında sınıf mücadelelerinin seyrinde “2011-2013’te devrim için tarihi koşulların var [olduğunu]” hatırlatıyor. Sonraki beş yılda ise Yunanistan’dan Orta Doğu’ya, Latin Amerika’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada sermayenin tahakkümü yeniden pekiştirildi.

Türkiye’de de ekonomik bunalımın eşiğindeyiz. Finans kapitale kalıcı teslimiyete son vermenin ilk adımı radikal bir program önermektir. Güçlüklerini açıklamak da görevimizdir. 

Böyle bir programı hayata geçirebilecek mavi ve beyaz yakalı işçi sınıfı ile köylülüğün ittifakına dayalı bir iktidar yapısı, yakın geleceğin gündeminde değildir. 

Bu tür bir ittifakı oluşturma görevi ise Türkiye’nin sosyalistlerine düşüyor.

Korkut Boratav / BİRGÜN

Üçüncü gol geldi - HAYRİ KOZANOĞLU

Bu faiz düzeyiyle yatırımlar şak diye durur, kredilere ilgi olmaz, talep çok yavaşlar, muhtemelen yılın üçüncü çeyreğinde büyüme eksiye geçer. Döviz rezervlerinin hızla tükenmesi ise insanın aklına Dünya Bankası’nın ikiz kardeşi bir finansal kuruluşun adını getiriyor.

Merkez Bankası’nın (MB) 15 gün içerisindeki ardı ardına faiz artırma kararıyla birlikte politika faizi yüzde 16.50’den yüzde 17.75’e yükseldi. Böylelikle daha seçim sürecinin ilk yarısı sürerken 3. gol gelmiş oldu. Golü yiyenin ismini telaffuz etmeye gerek yok, siz bilirsiniz… Golü atan, futbol terminolojisiyle “hat trick”e imza atan ise “faiz lobisi” haliyle…

Hatırlarsanız MB, faiz lobisinin sıklaşan ataklarını durdurmak için defansa çekildi. 7 Mayıs’ta rezerv opsiyon mekanizması kapsamında katsayıları düzenleyerek 2.2 milyar doları bankaların kullanımına sundu. Ardından döviz depo ihalesi tutarını 1.25 milyar dolardan 1.5 milyar dolara yükseltti. 9 Mayıs’ta döviz depo ihaleleri yoluyla oluşacak satım tutarını 5.3 milyar dolardan 7.1 milyar dolara çekti. 16 Mayıs’ta sağlıksız fiyat oluşumlarının izlendiğini, gerekli adımların atılacağını açıkladı.

İlk gol 23 Mayıs’ta
Topu taca atma, faule başvurma, adam adama markaj, sahada dışından dövize itibar edenlere tekme sallama hamleleri bu defansif önlemlerin hiçbiri sonuç vermedi ve 23 Mayıs’ta ilk gol geldi. MB 23 Mayıs’ta dolar kurunun 4.92 TL’ye dayanması karşısında Geç Likidite Penceresi (GLP) borç verme faiz oranını 300 baz puan artırarak yüzde 16.50’ye yükseltti.

Örtük faiz artışı
Faiz lobisi tek golle yetinmeyip ataklarını sıklaştırdı. MB, 24 Mayıs’ta uzlaşmalı döviz satım ihaleleri miktarını bir kez daha artırarak, 25 Mayıs’ta ihracat reeskont kredilerinde kur sabitlemesine giderek kalesini savunmaya çalıştı. Ancak 1 Haziran’da ikinci golü kalesinde gördü. Her ne kadar pozisyonu faiz artışında “sadeleştirme” etiketiyle savuşturmaya çalışsa da, politika faizi adı verilen bir hafta vadeli repo ihale oranını yüzde 16.50’ye yükseltmesi; faiz koridorunun üst bandının bunun 150 baz puan, GLP’nin de 300 baz puan daha yukarısında bulunması, aslında “örtük” faiz artışıydı.

Tahvil faizleri yeni artışın habercisiydi
Çok geçmeden 7 Haziran’daki tüm beklentilerin de ötesinde bütün faiz türlerindeki 125 baz puan artış, ne yazık ki yeni bir gol demek. Zaten gösterge faiz kabul edilen, iki yıl vadeli tahvillerin faiz oranının yüzde 18’in üzerine sıçraması (bu yazı kaleme alınırken yüzde 18,37’ydi ) yeni bir faiz artışının habercisiydi.

Spekülatörlerin yüzü gülüyor
Faiz artışıyla döviz kurlarında şimdilik bir geri çekilme gözleniyorsa da, 24 Haziran seçimlerine yaklaşırken hem döviz spekülatörlerinin hem de faiz avcılarının yüzünü güldüren bir noktada bulunuyoruz.

Geçtiğimiz yıl kapasitesinin ötesinde bir hızla arabayı zorlayarak yüzde 7.4 büyüme ile böbürleneyim derken motora su kaynattıran, balataları yakan şoför, şimdi de sürekli faiz artışlarıyla frene basmaktan başka çare bulamıyor. Bu faiz düzeyiyle yatırımlar şak diye durur, kredilere ilgi olmaz, talep çok yavaşlar, muhtemelen yılın üçüncü çeyreğinde büyüme eksiye geçer. Yani araba takla atar.

Faiz kararıyla aynı saatlerde açıklanan bir veri de brüt döviz rezervlerinin 25 Mayıs ile biten haftada 83,8 milyar dolardan 82.2 milyar dolara gerileyerek 1.6 milyar dolar daha kan kaybetmesiydi. Rezervlerdeki bu cephaneliğin hızla tükenmesi, ister istemez insanın aklına üç harfli, Washington 19. Cadde’de bulunan, Dünya Bankası’nın ikiz kardeşi bir finansal kuruluşun adını getiriyor.
Bizden ipucu bu kadar…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN