5 Temmuz 2018 Perşembe

Yeni dönemde gazetecilik - NAZIM ALPMAN

Türkiye 24 Haziran 2018 Genel ve Cumhurbaşkanlığı Seçimleriyle birlikte yepyeni bir döneme girdi.
Yasama, Yürütme, Yargı ve dördüncü kuvvet olarak da basın genel bir toplamla tek elde toplanmış bulunuyor.
Yeni Cumhuriyet’in eski Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tek başına ayrı bir parlamento hatta onun da ötesinde bir güce sahip oldu.
Kanun Hükmünde Kararname yayımlama hakkına sahip bulunuyor. Eğer uygun görürse, TBMM yani parlamentoyu feshetme yetkisi de onun sahip olduğu haklar arasında yer alıyor.
Bunların hepsini biliyoruz, bilmediklerimizi de başımıza geldikçe öğreneceğiz.

•••
Bu koşullarda gazetecilik daha zor hale geliyor.
Eğeri oturup doğru konuşalım.
Hangi gazetecilik daha zor?
Bizim gibi her dönem iktidarların karşısında yer alan, yürütmenin “yürütme gücünü” abartıp ne var ne yok hepsine kalk gidelim, diyen bakanlara başbakanlara karşı duran müzmin muhalif gazeteciler açısından o kadar zor bir dönem olmayacak. Zaten yapmakta olduğumuz şeylere devam edeceğiz.
Esas zorluk AKP iktidarının her yaptığının “doğru” olduğunu yüz seksen derecelik sapmalarla düz bir çizgide savunmak hiç de kolay olmayacak.
Onlar -yani iktidar uyumlu gazeteciler- çok dikkatli olmak zorundalar. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaları lazım… Cumhurbaşkanı’nın, hükümetin, AKP’nin ileri gelenlerinin gün içinde açıkladıkları yeni hedefler konusunda uyanık olmaları gerekiyor. Bir sonradan gelen övgülerin, ‘çok doğru bir karar’ olduğunun tespitindeki yarım günlük gecikmeler, onların hayat damarlarını kurutabilir.
Ben böyle “hayat damarı” falan diye yazıyorum ama siz onu doğrudan havuzdan cüzdanlara doğru döşenmiş hortumlar olarak anlayabilirsiniz. Ortaöğretimde öğrencilerin baş belası olan “havuz problemleri” 2000’li yıllarda son derece kolay biçimde çözülür hale gelmiştir:
“Havuz boşalana kadar sizin yanınızdayım!”
Yeter ki siz iktidar gücünüzü yetirmeyin. Bizim ilkemiz tek bir ilkemiz vardır:
“Daima iktidarın yanındayız!”

•••

Yeni dönemde muhalefete muhalif medya mensuplarının işleri daha zorlaşıyor. Bütün barutlarını seçim döneminde tükettiler. “Erdoğan düşmanlığı” üzerine yazdıkları ciltler dolusu arşiv dokümanı oluşturdu.
Eğer Erdoğan kaybederse, Türkiye de kaybeder!
Bu dahiyane tespit ve üzerinde paten yapılan düzlem bitti. Erdoğan kesin olarak beş yıl tartışılmaz biçimde iktidarda…
Ne yazacaklar?
CHP’nin iç çekişmeleri...?
Geçiniz eski heyecanı kalmadı.
Hükümetin başarılı gelişme çizgisini baltalayan grevler, direnişler?
Onlara da bir KHK çıkarır Cumhurbaşkanı halleder.
Eskilerin medyacıların seçkin yaşam tarzı hikayelerini yazsalar, muhafazakar kitleye fazla “ciks” gelir. Yaşayabilirler ama yazamazlar.
Peki gazeteciliğin böylesine zor günler kulvarına girdiği dönemde sistemin sigortası kim veya ne olacak?

Onu da Mehmet Barlas ustamız 3 Temmuz 2018 Salı günü Sabah gazetesindeki köşesinde yazdı. Uzun uzun yeni dönemin uyumundan söz etti. Çok fazla bilinmezin bir araya geldiğini vurguladı. Sonunda da demokratik sistem için güvencesini açıkladı:
“Allah Cumhurbaşkanı’mıza güç versin!”

Mehmet Barlas gibi laik bir gazeteci demokrasinin geleceğini Allah’a havale ederek başyazısını bitirdi.

Yazının girişinde söylediğim yere dönüyorum:
“Muhalif gazetecilik kolay, esas zor olan hükümetin yanında ve onun temposunda koşabilmek!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

4 Temmuz 2018 Çarşamba

Tarihin eşiğinde devrim düşü - ORHAN GÖKDEMİR

Geri sayma işlemini tamamladık. Artık 1908’in de çok gerisindeyiz. 1877’de olabiliriz. Tahta oturtulmasının hatırına anayasayı ilan eden Abdülhamit, bir yıl sonra patlak veren Osmanlı Rus savaşını bahane ederek yeniden rafa kaldırmıştı. 
Yenisi 15 Temmuz’u bahane ederek yaptı bunu. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de Meclis var, vekiller yerli yerinde ama artık yürürlükte olan bir Anayasa yok. 
Peki, ne var? 
Sınırsız yetkilerle donatılmış nevzuhur bir Abdülhamit ve onun 1100 odalı sarayı. Ogün olduğu gibi bugün de uzun istibdattayız ve adına “olağanüstü hal” diyoruz. 


Sistem dağılmış, sultanı sınırlandıran hiçbir kuvvet kalmamıştır; istibdattır. Ne yargı, ne yasama, ne yürütme ayakta kalmıştır, hepsi yıkılmıştır. Nevzuhur sultan sarayında tek başınadır ve yıkılışından 110 yıl sonra “tek adam” yönetimi yeniden yürürlüktedir.

Biz ise 1878 ila 1908 arasında sıkıştık kaldık. Bazılarımız bir yeni Mithat Paşa arayışında, Kemal Kılıçdar, Ekmeleddin Ekmek ve Muharrem İnce arasında gidip geliyor. Abdullah Gül’ün koşup kurtarmasını umanlarımız bile var. 
Hesap kitap fayda etmiyor. 
Ara sıra umutlanıyoruz ama sonra umudumuz Abdülhamit ve hafiye teşkilatı tarafından kırılıyor. “Padişahım çok yaşa” çığlıklarıyla uyanıyoruz derin uykudan. Çığlıkları duyan Mithat Paşa adayları kendilerinden umutlananları meydanda bırakıp kaçıyor.

Seçilmişi yok ama çok şükür atanmışı var. 
Kim dönemimizin atanmış Mithat Paşası? 

Binali Yıldırım!



                                                                      ***

1878 yılının karakışında padişah yaverlerinden biri, Mithat Paşa'ya "Tekliflerini görüşmek için sultanın kendisini saraya çağırdığını" bildirdi. Paşa saraya vardı ancak sultan onu huzuruna kabul etmedi. Bunun anlamını biliyordu. Az sonra Mabeyn Feriki Sait Paşa, üzgün Mithat Paşa'ya sultanın kendisini azlettiğini bildirdi. Mithat Paşa nedenini sordu. Anayasanın 113. Maddesine göre, kötü halleri Zaptiye Nezaretinin tahkikatıyla tespit edilenlerin yurt dışına sürgünü padişahın yetkisindeydi. Bu maddenin metne konulmasını Abdülhamit istemiş, Mithat Paşa da anayasa bir an önce yürürlüğe girsin diye kabul etmişti. Sadaret mührü Mithat Paşa'nın elinden alındı, odada hazır bulunan yeni Başbakan İbrahim Ethem Paşa'ya verildi. Yüreği meşrutiyet için atan paşa yenilmişti.

Abdülhamit her şey olup bittikten sonra durumu şöyle anlatacaktı; "Mehmet Rüştü Paşa'nın yerine Mithat Paşa'yı sadaret makamına getirdim ama göreve geldiği ilk günden başlayarak bana bir amir, vasi kesildi. Üstelik tutumu da meşrutiyetten çok despotluğa yakındı. Amcam Abdülaziz'in, kardeşim V. Murat'ın tahttan indirilmesinde onun da rolü olduğundan şüpheleniyordum. Giderek Mithat Paşa'nın durumu güven vermemeye başladı. Bana gönderdiği bir mektupta Kanuni Esasi’nin ilanından maksat sarayın istibdadına son vermek, zat-ı şahanelerine vazifelerini öğretmektir diyordu. Artık duramazdım, Kanuni Esasinin bana verdiği hakka dayanarak kendisini sadrazamlıktan uzaklaştırdım ve sınır dışı ettim." 

Doğrusu, tam tersidir. Mithat Paşa’yı sadaret koltuğuna oturtan o değil, onu saltanat koltuğuna oturtan Mithat Paşadır. Paşa bu yolla Anayasanın ilanını garanti altına alacağını düşünmüştü. Görevi ise “zat-ı şahanelerine” vazifelerini öğretmek, hatta haddini bildirmekti. 
Meşrutiyet diyoruz buna! 
Abdülhamit onun sürgününü ve yargılanmasını “yeni rejimi”ni kurmak için bir basamak olarak kullandı. Uyduruk bir takım ithamlarla paşayı yargıladı. Ardından da idamına ferman verdi. Adım adım ilerlemiş, paşanın arkasının boş olduğunu görmüştü. Anılarında durumu şöyle not edecekti: "Mithat Paşa, bilgisi ve olgunluğuyla halk üzerinde daha etkili olduğu halde onu Avrupa’ya sürdüğüm zaman kaç adam sesini çıkardı?” 

Tarihte olaylar iki kere tekrar eder. 
Talihsizlik, bizim payımıza komedisi kaldı. Binali Yıldırım’dan söz ediyorum, gönüllü düşüktür. Ses çıkaracak halimiz yok. Hatta bu düşüşü milletçe alkışlıyoruz!

Geri saymayı tamamladık, cumhuriyet, laiklik ve hürriyet tepelendi. Yeniden uzun istibdat döneminde, azaptayız. Olayların bir parça mizahi tarzda ilerlemesi ise tarihin mantığına uygundur. Mithat Paşa’nın yerine Malta Fatihi Binali Paşa, Abdülhamit’in yerine eşraf Ahmet Bey’in mahdumlarından Nevzuhur Tayyar Sultan! Sahne tamam, oyuncular yerli yerinde. Biraz karikatür gibi görünüyor her şey ama olacak o kadar. İşte böylesine pespaye bir oyundur sürmesi umulan. 

                                                               ***

1908’de bu karanlık birden bire dağılmış görünüyordu. Temmuzun son günlerinde sıkışan sultan 30 yıl önce rafa kaldırdığı anayasayı yeniden yürürlüğe koyacağını ilan etti. 

Ansızın hürriyet geldi!

Fakat bu iyileşme beklentisi 10 yıl içinde bütünüyle dağılacak, ülke parçalanmanın eşiğine gelecekti. 1908 ile 1918 arasındaki 10 yıl ülkenin uzun iç savaşına sahne oldu. Bu uzun on yılda Balkanları kaybetmekle kalmamış bir de kendimizi büyük bir dünya savaşının içinde bulmuştuk. Yavaşça yıkılmakta olan devletin son kurtarıcıları, İttihatçılar, ellerindeki her şeyi büyük güçlerin insafına bırakarak kaçıp gitmişlerdi. O sahipsizlikte kıyamet kapıya dayanmış, Anadolu’daki halklar geri dönülmez bir boğazlaşmanın tam ortasına yuvarlanmıştı. 
1908’deki o büyük iyimserlik nasıl olmuştu da 10 yıl sonra bir tablonun yaratılmasına neden olmuştu?

1905’deki iyimserlik 1917’deki büyük devrime hangi saikle neden olmuşsa aynı nedenle. Üstelik Rusya’da her şey Osmanlıya göre daha parlak görünüyordu. Çar II. Nikolay üzerinde durduğu toprağın sağlam olduğundan adı gibi emindi. Yeryüzünün altıda birine hükmediyordu. Doğal kaynakları uçsuz bucaksızdı, ülke hızla endüstrileşiyordu. Ama bütün bunların altında köhne rejim ile o rejimin kendine biçtiği dar kıyafeti yırtıp atmak için yanıp tutuşan dinamik bir toplum arasındaki gerilim geri dönülmez bir noktaya sürüklüyordu dokunduğu her şeyi. 

Osmanlı ve Rus imparatorlukları birbirlerine tutunarak neredeyse aynı zaman aralığında ve şaşırtıcı bir hızla çöktüler. Bu çöküntünün kalıntıları arasından Ekim Devrimi ve Türkiye Cumhuriyet çıktı.  

1980’li yıllarda her ikisinin de dramatik çöküşüne tanıklık ettik. Sovyetlerin çöküşü daha açık, Cumhuriyetin çöküşü daha örtük olmuştur. Nevzuhur sultana ve nevzuhur çara bakıyoruz,  Puzzle’ı şimdi tamamlıyoruz. Aslında iki değil tek bir resme baktığımızı hayretle görüyoruz. 

                                                                 ***

Sovyetlerin ve Türkiye Cumhuriyet’inin çıkışında bir ortaklık var. Sembiyotik iki devrimden söz ediyoruz. Rusya’da sosyalizm tutunamamışsa, Türkiye’de de cumhuriyetin tutunması imkânsızdır. Cumhuriyetsiz bir Türkiye ise geçen yüzyılın başına itilmiş olur. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de Meclis var, vekiller yerli yerinde ama artık yürürlükte olan bir Anayasa yok. Peki, ne var? 
Sınırsız yetkilerle donatılmış nevzuhur bir Abdülhamit. 

“Sosyalizme karşı duvar olsun diye” yolu açılan İslamizm bir Osmanlı karikatürü yaratarak misyonunu tamamlamıştır. Uzun istibdadın son günlerine doğru ilerliyoruz. Yeniden, her şeyin şaşırtıcı bir hızla çökeceği tuhaf ve devrimci bir dönemin eşiğindeyiz. 1878’in karanlığı dağıldı dağılacak. 

Yakındır hürriyet ilan edeceğiz…

Orhan Gökdemir / SOL

Said skandalı - AYDEMİR GÜLER

Bugün de seçimden devam edecektim; yazmıştım hatta. Ama bir skandal yaşandı ve seçim bağlantılı yazıyı öteledim...

HDP 29 Haziran’da Şeyh Said ve arkadaşları hakkında Kürtçe bir mesaj yayınlayarak Said ve 47 arkadaşının infazını “tekrar tekrar” mahkûm etti. Üç gün sonra aynı parti Sivas katliamında “yitirdiğimiz canlarımızı saygıyla anacak”, hesap sormanın yolu olarak “ortak bir demokrasi ve özgürlük mücadelesini büyütmek” gereğine işaret edecekti.

Bu, “bir” değil “çok” skandaldır.

Kürt milliyetçiliği Şeyh Said isyanını kendi tarihinin bir parçası olarak görüyor. Gerçekten öyle midir, yoksa Kürt milliyetçiliği ve Said olayı arasında izi sürülen bağlantı ağırlıklı olarak yapıntı, uydurma mıdır?

Bu soruya Kürt milliyetçileri ortak bir yanıt vermediler. Temsil gücü hayli yüksek bir örneği hatırlatmam gerekirse, Abdullah Öcalan çeşitli yorumlarında Kürt isyanlarının gerici niteliğine işaret etmiştir.

Haklıdır ve yalnızca Said değil, Dersim’e kadar bütün isyanlar modern bir olgu olan ulusun ve modern bir siyasi-ideolojik-kültürel akım olan milliyetçiliğin öncesine aittirler. 

İsyanlarda milliyetçilik değil İslamcılık veya (Aleviler söz konusu olduğunda) bölgecilik ön plandadır. Bu özellikler, hareketin sınıf kimliğini ele verir. “İsyanlar” dönemi feodal karakterdedir.

Milliyetçilik bilimsel ve sınıfsal bakışa rahmet okutalı beri, bu analize ne tepki verildiğini biliyoruz. “Ama, denir, binlerce yoksul köylü öldürüldü! Sen kalkmış feodal karakter diyorsun!” Genellikle burada da durulmaz ve tepki “Kürt düşmanı” suçlamalarıyla demagojiye devam eder. 
Ne olacaktı peki? 
Feodaller, kendi ordularını kendileri mi kuracaktı? 
Tarihin hangi uğrağında egemenler kitleleri cepheye sürmemiş? 
Milliyetçilik aptallaştırır ve abuk sabuk tezler üretir. 

Bu da onlardan biri. 

Geçiniz.

Said isyanı 1919-23 atılımına karşı gerici ve feodal bir dirençtir. Çıkarları Türkiye toplumunu modernize eden Kemalist devrime karşıttır. Kapitalist cumhuriyet bir tarihsel ilerlemeydi ve merkezileşme olmadan yaşanamazdı. Kemalist hareket iktidara yürürken feodalite altında ezilen yoksul köylüleri değil Kürt egemenlerini muhatap almıştı. 

Feodalitenin dinci gericiliğin baskılanmasına, laisizm eğilimine ve modernleşmeye tepki vermemesi imkansızdı. Kemalist ve kapitalist cumhuriyet ile yerel feodalite arasındaki pazarlıkların tıkandığı her noktada, ikincisi, kendi iktidar alanını korumak ve genişletmek için ayaklanmıştır.

Feodal direncin emperyalizm arasındaki somut işbirliği bir yana, çıkarlarının ortak olduğu su götürmez. Britanya emperyalizminin planlarını alt üst eden Ankara’nın zayıf düşmesinde kimlerin yarar gördüğü aşikardır. İsyanların hem emperyalistler hem de burjuva liberal muhalefette yankı bulma olasılığı, Kemalist iktidarın “askeri çözümü” tercih etmesinde bir diğer önemli faktördür.

Kürt milliyetçiliği 1950’lerden başlayarak kapitalizmin çerçevesi içinde modern bir olgu haline geldiğinde, bütün milliyetçiliklerin izlediği yola sık sık başvuracaktı. Milliyetçilik, kendini ulus olarak sunmayan, mezhepler ve feodal egemenlik alanları arasındaki çelişkiler nedeniyle yaygınlık ve bütünlük kazanamayan, kısaca dinci ve bölgeci sınırlara mahkûm olan hareketlerde kendi köklerini aramıştır. Her milliyetçilik kendi milletini öncesiz ve sonrasız, tarih üstü bir varlık olarak resmeder.
Bugün olan da bundan ibarettir.

Atlamayayım, Öcalan’ın “bilimselliği”, Kürt milliyetçiliği ile Türkiye kapitalizmi arasında kurulacak olası müzakere masasının Kemalist referanslarının baskın olduğu döneme aittir. Bu beklenti ortadan kalktıktan ve somut olarak AKP - HDP masası kurulduktan sonra, ülke tarihindeki tüm ilerlemeler topa tutulacaktı. Zaten huruç harekâtına hız veren de, şeriatçı bir karşı-devrim örgütü olarak AKP’nin ta kendisiydi. Saidcilik burada ortak paydadır.

Geçerken, HDP’de sosyalistlik icra edeceğini sananlara, hâlâ halkların kardeşliğinden dem vuranlara bir not düşmem gerekmiyor. Düşecekleri kadar düşmüş durumdalar. Sadece Said karışığı kafalarını ve kalemlerini Marksizme bulaştırmasınlar, yeter.
Saidciler, Sivas’ta oteldeki ilericiler değil sokaktaki karşıdevrimcilerdi.

1993 Sivas katliamı, 1925 Şeyh Said’inden bir başka açıdan daha ayrılır. Sivas katliamı Türkiye kapitalizminin karşıtı değil sürdürücüsüydü. Modern kapitalizm, modernlik öncesi bir dincilikle yönetilmeyi 12 Eylül 1980’de seçti. 1990’ların devlet terörü toplumun kalıba sokulması için alan temizliğidir. Kontrgerilla, Demirel-Çiller-Ağar-Akşener bloku, Hizbullah, Refah Partisi yükselişi bir yandadır. Öte yanda ise üç dinamik biçildi.

Birinci olarak, Kürt siyasi hareketi, içinden çıkmak istediği silahlı mücadele kanalına hapsedilmek istenmiştir. Bunun içinde devletin ağır kitle kıyımları, Hizbullah'ın (veya Hizbulkontra'nın) cinayetleri, köy yakma ve boşaltmalar vb. yer alır.

İkincisi laikliği savunmanın ölümle cezalandırılmasını sıradanlaştıran ve modern toplum kesimlerine korku salmayı amaçlayan aydın cinayetleridir. Sivas katliamı buraya yerleşir.

Üçüncüsü de 80’lerin sonunda kafayı kaldıran sendikal hareketin, hem baskılanması hem de sosyal demokratlar eliyle denetlenmesidir. Dönemin SHP’sini “aslında demokrat” bir beceriksizlik abidesi saymak hakikaten alıklıktır. Kimileri safça demokrat, çoğu da bayağı beceriksiz olsa bile, sosyal demokrasi 90’larda bir işlev yerine getirmiştir.

Özetle Said taziyesinin içinde gerçekten çok skandal var.

İlki başta değindiğim durum. Said yaşasaydı kıyama liderlik edebilirdi. Avukatlarını da biliyoruz…

Skandal iki: Türkiye’de küçümsenmeyecek ölçüde bir modern-laik seçmen kitlesi HDP’ye oy verdi. HDP Said mesajını Kürtçe yayınlayarak bunların hassasiyetini gözetmeyi düşünmüş olabilir mi? Öyleyse işin içinde bir de aptal yerine konmak var demektir.

Skandal üç: Sivas’ta ve her yerde Sünni şeriat tarafından yok edilmeye çalışılmış Alevi hareketinin bir dizi kesimi de HDP’cidir. Şimdi şeriatçı ayaklanmacılar için gözyaşı döküyorlar mı?

Dördüncü skandal HDP ile ilişkisini sosyalizm, devrim ve kardeşlik kavramlarıyla açıklayan solcuları ilgilendirir.

Skandal beş: Bir siyasi hareket aynı anda hem Said’le başını dikleştirdiğini ve Sivas’ta mağdur olduğunu düşünemez.

Aydemir Güler / SOL

Yüksek enflasyonda dolarlı ihale - ÇİĞDEM TOKER

TL, son üç ayda yüzde 20 değer kaybetti. 
Enflasyon, yıllık bazda yüzde 15.39’a yükseldi. 
TÜİK’in haziran ayı enflasyonunu açıklamasının ardından dolar 4.68 TL’ye fırladı. 
Manzara bu kadar açık ve geleceğimiz için ürkütücüyken, bu iktidar 20 gün sonra dolar üzerinden kamu ihalesi yapacak. 

20 gün sonra ve dolar üzerinden, evet. 

Son bir ay içinde üzerine dört yazı yazdığım “Beş Kalem Tıbbi Cihaz Tedarikine İlişkin Sanayi İşbirliği Projesi”nden söz ediyorum. 

Hani Bakanlığın ihaleye dair İdari Şartnamesi’nin 10.4 maddesinde “İs tekliler, teklifini gösteren fiyatlar ve bunların toplam tutarlarını ABD Doları olarak vereceklerdir”  dediği ihaleden.

 
Hani, Türkiye’de üretim yapabilen “Yerli Malı” belgeli firmalar olduğu halde, dijital röntgen ve hastabaşı monitör cihazını da ancak MR cihazı üretebilen yabancı (ve çok büyük) firmalardan almak anlamına gelen “kısmi teklife kapalılık” koşulu içeren ihaleden. 

Bunları yazdım diye Sağlık Bakanlığı “Basında, ihalenin beklenen maliyetlerinin çok üzerinde gerçekleştirileceğine dair yer alan iddialar tamamen asılsız ve gerçek dışıdır. Yapılan bu tür haber ve yorumların, ülkemizin, sağlık sanayiinde söz sahibi ülkeler arasına girmesini engel lemeye yönelik olduğu değerlendirilmek tedir” açıklamasını yaptı. 

Doların üç ayda yüzde 20 değer kaybettiği bir ülkede, dolar üzerinden kamu ihalesi yapmakta ısrar eden benmişim gibi. 
 
Tekelleşme ve kapanma kapıda 
Bakanlık Müsteşarı Eyüp Gümüş, dün Sabah gazetesinde yayımlanan açıklamasında tıbbi cihaz ihalesinin en önemli koşulunun yerelleşme olduğunu belirtmiş. 
Dijital röntgen ve monitör alanında yerel firmalar olduğunu, MR, ultrason ve tomografi cihazlarının ise yerli üretimle yerelleşmesini amaçladıklarını söylemiş.
 
Daha önce Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın OSTİM ziyaretini ve sonrasındaki gelişmeleri yazdım. Bakın orada da sonrasında da bu sektörde üretim yapan işletmeler uyarıyor:

***

- Hazırlanan şartnamenin “milli ve yerli” söylemiyle hiçbir ilgisi olmadığını, yerelleştirme adı altında binlerce görüntüleme cihazının hazır alım ve montaj yoluyla 2020 yılına dek ithal edileceğini, yerli üretim kısmında bugün sözleşme imzalansa dahi üretimin ancak 2020 sonunda başlayacağını anlatıyorlar. 
- İhale sonunda alımı yapılacak 350 adet MR cihazının 143’ünün ithal edileceğini, kalan 207 adetin yerli üretim koşullarına tabi olacağını, kalan 7 yıla bölündüğünde yıl başına 29 MR cihazının düştüğünü, böyle bir “tasarım”ın “Sanayi İşbirliği Projesi” amacıyla nasıl örtüştüğünü sorguluyorlar. 
- İhaleye konu toplam 3236 adet dijital röntgen cihazının 1818 adedinin ithal edileceğini, kalan 1418’in yerli üretim koşullarına tabi olacağını, bu sayının 7 yıla bölündüğünde sene başına ancak 202 dijital röntgen cihazı düştüğünü belirtiyorlar. 
-Dijital röntgen ve monitör Türkiye’de üretilirken bu ihalenin “kısmi teklife kapalı”  yapılmasının, fabrikaların kapanması anlamına geleceğini vurgulayıp soruyorlar: 

Zaten mevcut ve halihazırda son teknoloji ile üretilmekte olan bu cihazların hangi teknolojisi transfer edilecek? 

Sonuç: 24 Temmuz’da teklifleri dolar üzerinden verilecek olan tıbbi görüntüleme cihaz ihalesinin tekelleşme ve orta vadede sağlık yönetiminde “muhtaçlık”a yol açacağı uyarıları bizzat sektör içinden dile getiriliyor. 

Daralma, işsizlik falan konuşulurken paylaşalım dedik.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Matbaa kapitalizmi ya da ‘Gutenberg Galaksisi’nin sonu - TAYFUN ATAY

Türkiye’de devlet marifetiyle şekillenmiş kapitalizmin cismani karşılığı Vehbi Koç  üzerinden kurguladığı tatlı romanında Erol Toy“Çokzade Fehmi”nin yükselişini anlatırken “gazete ve kapitalizm” ilişkisi açısından çarpıcı şu satırlara da yer verir: 
“Gazeteler, ancak reklamların gelişmesiyle sanayileşirler. Sanayileştikleri anda da reklam; kâğıt, makine ve öteki araçlar öneminde yer alır. Çünkü gazeteciyi de besleyen ana madde haline gelir. Bordrolar ona göre düzenlenir. Borçlanmalar hep buna dayanır. Öyle olduğunda, reklamın kesilmesi korkusu, her şeyin üstüne çıkar. Kendini tümüyle reklama dayamış bir basın, reklam verenin tüm isteklerini yerine getirmek durumunda kalır. Yoksa yaşayamaz” (E. Toy, “İmparator”, 1974 
[17. Baskı], s. 132). 

1950’li yıllar Türkiye’sinin gerçekliğine karşılık gelen bu kurgusal izlenimden, bugüne ait taze bir izlenime sıçrayalım. Yayın faaliyetine yarın nokta koyacak Gazete HaberTürk’ün sahibi Ciner Holding adına yazılı açıklama yapan yönetim kurulu başkanı Mehmet Kenan Tekdağ, şunları kaydetti iki gün önce: 
“20. yüzyılın büyük çoğunluğunda en önemli kitle iletişim aracı gazetelerdi. Bununla birlikte kitle iletişim araçları teknolojisinde meydana gelen olağanüstü gelişmeler (televizyon, internet, mobil iletişim teknolojisi) gazetelerin yazılı baskısının 21. yüzyılda sürdürülebilir bir geleceği olup olmadığı konusunu gündeme getirdi.Önlenemez tiraj düşüşleri, diğer taraftan medya ekosisteminde yazılı basının aldığı reklam payının düzenli kayba uğraması gibi sebepler [dünyada] yüzlerce gazeteyi yazılı baskılarını sonlandırmak mecburiyetinde bıraktı. Son beş yılda ülkemizde de gazetelerin yazılı baskılarının tirajı düzenli olarak düşmekte, reklamdan aldığı pay düzenli olarak azalmakta, buna mukabil baskı maliyetleri sürekli artmakta iken televizyon ve internet mecralarının erişim ve reklam payı düzenli olarak yükselmektedir. Bu gelişmelere paralel olarak yazılı basın faaliyetlerimizi 5 Temmuz 2018 itibarıyla sonlandırmaya karar verdik”.

***

Türkiye demek ki “gazete sanayii”ni hepi topu 70 yılda tüketti. “Çokzade Fehmi”den “Cinzade Turgay”a kadar, reklam diye diye 1950’lerden itibaren şişti de şişti bu sanayi ve şimdi yine reklam diye diye sönmekte… 
Elbette bir bakıma hepimiz dönülmez akşamın ufkundayız!..

***

İnsanın haber-bilgi-düşünce ihtiyacının endüstriyelleşmesinde geldiğimiz nokta bu… “Matbaa kapitalizmi” bitti, “dijital kapitalizm”le yola devam ediyoruz;  Gutenberg galaksisi” tarihe karıştı, Bill-Gates galaksisi”nde gün tüketiyoruz.

İnsan dünyasını iletişim deneyimi açısından tarihsel olarak 3 “galaktik” aşamaya ayırmak mümkün: “Homeros Galaksisi”, “Gutenberg Galaksisi”, “Bill-Gates Galaksisi”. İletişimin “çıplak söz”, yani mitos, destan, deyişe (sözlü kültüre); yazılı basılı materyal, yani kitap, dergi, gazeteye (yazılı kültüre); ve ister söz, ister yazı, ister hareket olarak elektronik görüntüye (görsel kültüre) dayandığı tarihsel aşamalar… 


Yazılı kültürün insan yaşamına hâkim olmaya başladığı 15’inci yüzyıl ortasından bunun “sonunun başlangıcı”nı işaret eden 20’nci yüzyıl ortasına (televizyonun kitleselleşmesine) dek, iletişimin öznesi kitap, dergi ve en önemlisi gazete idi. 
Gazete, “Gutenberg Galaksisi”nin iletişim şahikasıydı. Şimdi ise, en son HaberTürk hadisesinde de olduğu üzere, “Galaksi”nin yıkımına şahitlik ettiğimiz mecra…

***

Aslına bakılırsa gazeteler, televizyon endüstrisinin hayatımıza hâkim olduğu dönemden başlayarak zaten geri plâna düşmüş, “yazılı kültür”ün bağrından ziyade “görsel kültür terkisinde” yol almaya koşulmuş ve koyulmuşlardı. Yaklaşık 30 yıldır gazetelerde yazıya görsel (resim, illüstrasyon, fotoğraf) değil, görsele göre yazı “oturtmak” âdetten değil mi?! 

Böyle böyle, yazıyı “tüketecek” takatin her yeni nesilde daha da düştüğü bir insanlık hali çıktı ortaya. Hele ki artık 140 karakterle yazılıp çizilen bir dünyada gazete sayfalarında  “makale” niteliğinde yazma çabasının da karşılık bulmadığı noktadayız. Ancak kısa, kestirme, satır-başlı ve “spot”lama ile yazarak okunabilme imkânı olan bir dünyada gazete, “kâğıttan TV” ve şimdilerde “kâğıttan WEB” olmaktan öteye gitmez oldu. 

Eh, bir dönem mangalda kül bırakmayan matbuat erbabının şimdi iktidar zoru karşısında “kâğıttan kaplan” olduğu da çıktı mı ortaya!.. 

Gidiş bu gidiş... 

Yakında “yandaşlık” doğrultusunda sun’i, gerçek-dışı tiraj tabloları ile herkesi aldatan ve aslında iktidar gücü ile ayakta duran “tezvirat”a da aynısı olacak. Sıradan holdingler için şimdi durum ne ise “holdinglerin holdingi” bu iktidar için de aynı şekilde,   “rantabl”  olmadıkları gerekçesiyle “zevait”ten ibaret sayılacakları günler onlara da çok yakın… Hürriyet’te, HaberTürk’te yaşanan “final”ler, onlara da “kader”dir.
 
Bunu bilerek yapsınlar ne yandaşlık yapacaklarsa!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Meksika’dan deneyi - CEYDA KARAN

“Yalan söylemeyeceğiz, çalmayacağız, halka ihanet etmeyeceğiz. Çok yaşa Meksika!” Bu sözler Meksika’da  geçen p azar günkü seçimlerden zaferle çıkan solcu lidere ait. Andrés Manuel López Obrador, ismi yerine kullanılan yaygın kısaltmasıyla AMLO’ya…


AMLO, 1910-20’lerdeki Meksika devriminden beri ülkenin dümeninde kalmış Kurumsal Devrimci Parti (PRI) ile 60 senelik sağcı Ulusal Eylem Partisi’ni (PAN) sandığa gömdü. AMLO’nun kendisi PRI’den Jose Meada ile PAN’dan Ricardo Anaya’ya 30-40 puan fark attı. Yüzde 63’lük katılım oranına ulaşılan seçimde yüzde 53.8 ile başkan oldu. Yetmedi henüz dört sene önce 43 öğrencinin ‘buhar olduğu’ Ayotzinapa kriziyle PRI’den koparak şekillenmiş Ulusal Yenilenme Hareketi’nin (MORENA) başını çektiği ‘Birlikte Tarih Yapacağız’ (Juntos haremos historia) sol ittifakıyla Kongre’nin iki kanadının yanı sıra eyalet valiliklerinin yarısı ve başkent belediye başkanlığında ipi göğüsledi.

AMLO ve MORENA’nın zaferleri Meksika için bir ilk. Dolayısıyla kurumsal nizama atılan ‘solcu’ çalımı neoliberal dünyanın dikkatine mazhar oldu. AMLU’nun iddialarının altını dolduracak duruşu olup olmadığı bir yana kaşlar havalandı. ‘Popülizm ve otoriterlik’ söylemleri ‘Chavez ve Latin solu’ benzetmeleri zuhur etti.
Türkiye ile kıyas…
ABD’nin güney komşusunu son dönemde Trump’ın sınıra çekeceği duvar, eski lideri PRI’dan Enrique Pena Nieto’yu aşağılamaları ile biliyoruz. Tabii Türkiye’deki başkanlık seçiminin oransal sonucu ve pek moda ‘popülizm’ etiketinden hareketle iki ülkeyi aynı safa koyan aklıevveller çıkıyor. Hiçbirisi değil. Meksika, belki tam tersinden Obrador’un girişteki vaa tlerine yansıyacak denli bize yakın. Ve ille bir kıyas yapılacaksa CHP deneyimi ile olabilir.
Amerika’nın kapısı ve kurumsal nizam
Meksika; Aztek imparatorluğuna uzanan, MezoAmerika ve Hispanik kültürle harmanlanmış 130 milyonluk bir nüfusu barındırıyor. Petrol üreticisi önemli bir ekonomi. ABD’nin Orta Amerika’ya açılan kapısı. 20’nci yüzyılda Pancho Villa ve Zapata’da sembolleşen köylü isyanlarıyla sömürgecilerin püskürtüldüğü çalkantılı tarihiyle kuzey komşusundan ayrı bakılamayacak bir ülke. Dün de öyleydi, bugün de… 1920’den itibaren sönümlenmiş Meksika devriminin taşıyıcısı olmaktan çıkmış, sözde ‘ortanın solu’ diye anılan PRI ve son dönemlerde iktidarı al-ver ettiği sağcı-liberal PAN kurumsal nizamın siyasi hareketleri. Dolayısıyla Meksika’nın bütün sorunları da onlarla bağlantı.
Üç kilit sebep
AMLU/MORENA’nın ‘umuda’ dönüşmesinin birbiriyle bağlantılı üç kilit sebebi var: Yolsuzluk, yoksulluk, uyuşturucuyla savaş/şiddet.
PRI yönetimleri çeyrek asırdan fazladır neoliberal/küreselleşmeci kalkınma modelinin icabını yaptı. Sonuç bir yanda büyük zenginlik ,  bir yanda derin yoksulluk, katlanan eşitsizlikler. Bugün nüfusun yarısı yoksul, yoksulluk sınırının altında yaşayan 9 milyondan fazla insan var. Meksika Orta Amerika’dan ABD’ye ekonomik göçün odağı. Üçüncü meselede, yani uyuşturucuyla savaşta ABD modeli uygulandı. Uyuşturucu kartelleriyle ordu öncülüğünde savaş, ABD’den alınan 3 milyarlık eğitim ve teçhizat yardımları. Sonuç facia. Ülkede sadece geçen yıl 26 bin insan organize suç çetelerinin savaşında öldü, 35 binden fazlası kayıp. Seçim sürecinde de 120’den fazla aday ve yerel parti çalışanı öldürüldü.
AMLU’nun üçüncü denemesi
AMLU’nun yükselişi üçlü denklemin tezahürü. Kendisi 1980’lerde siyasete PRI’den atılıp yolsuzluk ve kötü yönetimden soğuyarak ayrılmış, bu süreçte Demokratik Devrim Partisi’ne dönüşecek hareketten (PRD) 2000’de Meksiko City’nin belediye başkanlığına seçilmişti. Başkanlık hedefine üçüncü denemede ulaştı. 2006’da kıl payı farkla yenildiğinde hile iddialarıyla başlattığı protesto hareketi işe yaramadı. 2012’de PRI adayı Nieto’ya daha büyük farkla yenildi.
‘Mafya iktidarına’ karşı vaatler ve gerçekler
Bu kez kurumsal yapıyı ‘mafya iktidarı’ diye nitelendirmekten kaçınmadığı seçimde MORENA eşliğinde sandıktan çok güçlü çıktı. “Yolsuzluk Meksika’nın kültürel markası değil, siyasi karar meselesi. İdeallerim ve ilkelerimin arkasındayım” diyor. Ücretleri artırma, gençler için burslar, yaşlılar için sosyal refah projeleri, enerji ve gıda fiyatlarını sabitleme, tarımda sübvansiyonlar vaa t  ediyor. Tüm Meksikalıların başkanı olacağını söylerken, “göçmenler, inanan l ar inanmayanlar, her felsefeden ve cinsel tercihten olanlar…” diye eklemesi liberal âlem tarafından artı hanesine yazılıyor.
Ancak iş bu hedefler için hangi ekonomik/siyasi modeli tutturacağında düğümleniyor. Geçmiş sözlerinin aksine kamulaştırma yapmamaktan, vergileri artırmamaktan söz ediyor. Merkez Bankası’nın özerkliğine saygı duyacağını belirtiyor. Devlete ait petrol şirketi Pemex’in yabancı şirketlerle kontratlarını tek tek gözden geçireceğini söyleyince kaşlar kalkıyor. İktidar arzulaması ve kitleleri harekete geçiren tutkulu liderliği adet olduğu üzere ‘popülist’ yakıştırmalarına yetiyor. Anayasa gereği bir dönem olan görev süresini uzatmayacağını söylese de hemen ‘Chavez’ akla düşüyor.
ABD ile derin meseleler
Uyuşturucu kartelleriyle ordu kanalıyla savaş yerine eğitime ve ekonomik fırsatlara vurgu yapması, alt ve orta çete üyelerini aflarla kazandırmak, güney sınırını askersizleştirmekten ve göçmenlerle ilgilenmekten söz etmesi ABD’ye meydan okumak anlamına geliyor. Trump ile zaferi sonrası olumlu mesajlaşmaları oldu. Ancak evdeki hesabın çarşıya uymayacağı ayan beyan ortada. ABD Başkanı’nın yeniden müzakereye yöneldiği NAFTA da diğer başlık. ABD’nin tarımda korumacı tedbirleri Meksika tarımını bitirmekteyken AMLU ülkesinin çıkarını nasıl savunabilecek?
Latin soluna benzemesin de…
AMLU Brezilya’nın Lula’sı, Britanya’nın Corbyn’ine benzetiliyor. WSJ için o ‘öngörülemez lider’, FT ‘popülist solculuğa yöneleceğinden’ kaygı ifade ediyor. NY Times ‘atipik solcu, ılımlı yolu tutturursa…’ notu düşüyor. İşin garibi hepsi Meksikalıların sorunları ve değişim arzusunu anlıyorlar. Fakat insanlığı yapısal krizler, yoksulluk, işsizlik, milliyetçilik, nefret eşliğinde faşizme taşıyanların biteviye akıl hocalığı ve en ufak ‘sol’ kıpırdanmaya surat ekşitmekten vazgeçmiyorlar. Günahları eğip bükülen kavramlara yüklerken burundan kıl aldırmamak daha kolay.
Kıssadan hisse… ABD neoliberal nizamının son yıllarda Latin solunu pusuya düşürmesi düşünüldüğünde AMLU’nun seçilmesi önemli. Ancak AMLU, muhtemelen sözünü ettiği “köklü ve hatta radikal ama düzenli barışçı dönüşümün” bir hayalden ibaret olduğunu yaşayarak görecek. Meksika ile ulu piyasa tanrısının vahiyleri arasında sıkışıp kalacak.

Türkiye benzetmelerine gelince…

Meksika’dan Türkiye’de bunlarla hiç derdi olmayan iktidara değil ancak muhalefete dersler çıkar.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Halkların patates tarihi - Erinç Yeldan

Arkeolojik buluntular patatesin günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce, Peru’da kullanılmakta olduğunu gösteriyor. Patatesin Avrupa kıtasına taşınışı ise İspanyol askerlerinin 1532 yılında Peru’ya ulaşmaları sayesinde. İspanyol akıncılar bölgede altın istilasını sürdürürken, İnkalı madencilerin chuñu adını verdikleri patates meyvesini yediklerini görmüşler. 

Tarihçilerin yorumlarına göre İspanyollar patates ile tanıştıklarında aslında “altından daha değerli” bir ürün ile karşı karşıya olduklarının ayırdında değillerdi. Nitekim, patates ucuz ve protein bakımından zengin bir besin maddesi olarak Avrupa kıtasına hızla yayılacak, nüfus artışını hızlandıracak ve ucuz bir ücret malı olarak emekçilerin hızla yeni kapitalist birikim rejiminin “yedek işsizler ordusu” saflarına katılmalarına öncülük edecekti. 

Ancak, patates İspanya’ya 1570’lerde ulaştığında ilk önceleri bir gıda maddesi olarak değil, daha çok hayvan besini ve ısınma malzemesi olarak kullanıldı. Gene tarihçilerden öğrendiğimiz bilgilere göre, patatesin insan besini olarak ilk kullanımı 1573’te, Sevilya’daki bir hastanede gerçekleştirilmiş. Bu arada İspanya kralı II. Philip, Peru’dan elde edilen patates yumrularını Vatikan’a, dönemin Papa’sına göndermiş. Papa da yumruları, o sıralarda doğrudan doğruya sağlık sorunları ile boğuşan Norveç elçisine iletmiş. Elçi Clusius, patatesi Viyana, Frankfurt ve Leyden’de ekilmesine öncülük ederek, bu değerli besinin Avrupa’da yayılmasına olanak sağlamış. 

Her yeni fikir gibi, insanoğlunun patatese de “kuşkuyla” yaklaşmış olduğunu görüyoruz. Dönemin Avrupalıları patatesin “yeraltından çıkan bir meyve” olduğunu görünce uzun süre “zehirli” bir çiçek olduğuna inanmışlar; üstelik bir de “şeytan elması” olarak adlandırarak bahçelerine sokmamışlar. Ancak 1750’den sonradır ki Fransa ve Almanya’da önce soyluların, sonra da askerlerin mutfaklarına giren patates, nihayet halkın ucuz besin kaynağına dönüştürülebilmiş. Dönemin verileri, Fransa’da patates üretiminin 1815’te 2 milyar litreye ulaştığını, 1840’ta ise 11.7 milyar litreyi aştığını belirtiyor. İktisat tarihçileri, böylelikle patatesin Avrupa’da Malthus sınırlarını aşmak için çok önemli bir rol oynadığını yazıyorlar. Sanayi devrimi kuşkusuz sadece bir “mühendislik” meselesi değildi.

Sanayi üretiminin katlanarak büyümesi için giderek yoğunlaşan ve “iyi beslenen” bir işçi sınıfına gereksinim duyulmaktaydı. Patates hızla Kuzey İngiltere’nin kömür madenlerinde çalışan işçilerin bahçelerine değin ulaşacak ve ucuz işgücünün besin kaynağı haline gelecekti. Nitekim, bu gözlemlere dayanan Friedrich Engels de patatesin bu denli yaygınlaşmasını “tarihtedemirin icadına eşdeğer” bir olgu olarak değerlendirmekteydi. İtalyan düşünür ve yazar Umberto Eco’ya göre de “patates, insanlığın ortaçağdan kurtuluşunu sağlayan en önemli buluşlarından”  birisiydi. 

Patatesin iktisadi yaşamdaki bu anahtar rolüne ilişkin en derin olaylar zinciri ise İrlanda’da 1845 – 1849 yılları arasında patlak veren Büyük Açlık (Gorta Mór) felaketiydi. Patates yumrularında 1840’larda baş gösteren salgın hastalık sonucu bütün Avrupa’da üretimi neredeyse durma noktasına gelmişti. Ancak, patates üretimindeki daralma birçok tarihsel nedenden dolayı en şiddetli İrlanda’yı etkilemiş ve yaklaşık 1 milyon insanın ölümüne neden olmuş; yüz binlerce İrlandalının da göçe zorlanmasına yol açmıştı. Tarihçiler arasında patatese dayalı kıtlığın niye en şiddetli olarak İrlanda’yı etkilemiş olduğu bugüne değin süren bir tartışma konusu. Bu nedenler arasında İrlanda’nın o dönemde çoğunlukla patates tüketimine dayalı bir ekonomi olması; serbest ticareti özendiren Hububat Yasaları aracılığıyla kuralsızlaştırılan piyasa sisteminin denetimsiz ve spekülasyona açık kâr hırsıyla birleşmesi sonucu yaşanan aşırı dalgalı üretim yapısı; büyük toprak sahiplerinin işlevsiz bıraktığı verimsizleştirilmiş devasa tarımsal araziler, vb. sayılmaktadır.

***

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 2017 yılında 4.8 milyon ton patates üretildi. Bu miktarın yaklaşık yüzde 5’i ihraç edilmektedir. Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (TSKB) Ekonomik Araştırmalar Müdürlüğü yayın organı Yeni Ay’ın temmuz sayısında Burcu Ünüvar’ın bizlere ilettiği bilgilere göre Türkiye’de kişi başı patates tüketimimiz yıllık 47.9 kg. Türkiye tahıl sektöründe kendine yeterlik oranında ise patates yüzde 108’lik payla başı çekiyor. Medyada geçen haberlere göre, Gürcistan’ın ‘patates hastalığı’ sebebiyle mart ayından itibaren geçici olarak Türkiye’den patates ithalatını askıya alması, depolarda ürün birikmesine ve bu ürünlerin bir kısmının da ekonomik değerinin zamanla yok olmasına yol açtı. 

Gördüğümüz üzere, halkların patates tarihi dikkate alınmaya değer, son derece ilginç bir öykü. Türkiye’de de derinleşmekte olan ekonomik durgunluğun ve yaklaşan krizin enflasyon, cari açık, dış borç yükü, işsizlik, vb. gibi bir dizi göstergesinin yanında, patates fiyatlarının da halkın gündelik yaşamını en yakından etkileyen bir olgu olarak medyanın ve siyasetin merkezinde yer alması çok doğal.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Yeter ki siyasette stagflasyon olmasın - SELİN SAYEK BÖKE

Artan ne? 

Azalan ne? 

Kazanan kim? 

Kaybeden kim?

Seçim sonuçlarından değil, artan fiyatlardan, seçim sonrası gelen zamlardan, dün açıklanan enflasyon verisinden bahsediyorum.

Avrasya tünelinden geçiş ücretleri, yüzde 21.4 zamla 23.30 TL’ye yükseltildi. Değişen vergilendirme sistemiyle sigara fiyatlarına yaklaşık 1 TL zam geliyor. Kredi kartı faizleri arttı. Aylık azami kredi kartı faiz oranları TL için yüzde 1.84’den 2.02’ye çıkarıldı. Siyasi zorlamayla düşürülmüş olan konut kredi faizlerindeki artışın da haberleri geliyor. Faizler zirvelerde dolaşıyor. Ortalama ihtiyaç kredi faiz oranı da ticari kredi faiz oranı da neredeyse 5’er puan artarak yüzde 25’lere dayandı. Seçime giden süreçte oluşan bu faiz oranları, son 9.5 yılın zirvesinde…

Zamlar ardı ardına sıralandı, daha ertelenenler var. Bu zamlar seçim sonrasına ötelenmiş olan mali tablonun dayattığı artışlar. Üstelik makroekonomik tablo bize fiyatların artmaya, hayatın pahalanmaya devam edeceğini söylüyor.

Yıllık enflasyon yüzde 15.39’a zıpladı! Artmadı, resmen zıpladı. 2003 bazlı tüketici fiyat endeksine dayalı enflasyon rakamlarının tarihsel olarak en yüksek düzeyi yaşanıyor. Bir önceki zirveyi Kasım 2017’de yüzde 12,98 ile görmüştük. Resmileşen Başkanlık rejimiyle bu zirvelerin sürekli kılınacağı ve her zirvenin bir öncekini aşacağı açık.

Başkanlık rejiminin enflasyon yaratacağını uluslararası deneyimlerden öğrenmeye açık olan her göz görüyor, biliyordu. Veriler konuşuyor. Otoriter rejimlerde enflasyon oranları demokrasilerdeki ortalamanın neredeyse 20 katı. Demokrasilerde enflasyon yüzde 3 iken otoriter rejimlerde yüzde 57! Ne yazık ki, tek adam rejiminin artık resmileştiği bu yeni dönemde Türkiye de, bu uluslararası deneyimin örneklerinden biri olacak.

Geçici fiyat etkilerinden arındırılmış enflasyonu gösteren çekirdek enflasyon da neredeyse yapışkan hale geldiği yüzde 12 düzeyinden yüzde 14’lere zıpladı. Bu durum, hayat pahalılığındaki artış eğiliminin kalıcı olacağına işaret ediyor.
Yılbaşından bu yana TL’deki sürekli değer kaybının bu enflasyonda etkisi olduğu, üstelik bu etkinin devam edeceği de bir gerçek. TL sadece 2018’in başından bugüne yüzde 23’ün üzerinde değer kaybetti. Biliyoruz ki her yüzde 10’luk değer kaybı enflasyonu 1.5 puan artırıyor. Ve yine biliyoruz ki ekonomi politikası artık çaresizliğe dönüşen bir etkisizlik gösterdikçe de bu enflasyonist etki artıyor. Benzin, ilaç, kağıt, artık patates ve soğan dahil her şey daha da pahalı…

Nitekim gıda enflasyonu yüzde 18.9’a yükseldi! Aynı dönemde dünyada gıda fiyatları, FAO’nun gıda fiyat endeksine göre yüzde 2 arttı. Rekoru sadece kendi tarihimiz içerisinde kırmıyoruz. Başkanlık rejimiyle dünyada da rekorlara imza atıyoruz.

İstikrar arayanlara da pek müjdeli haberler barındırmıyor bu gelişmeler. Bugün tüketici açısından yüzde 15’lere zıplayan enflasyon, üreticinin üretim maliyetlerinde çok daha yüksek bir oranla kendisini hissettiriyor. Yıllık üretici fiyatlarındaki artış yüzde 20.16’dan yüzde 23.71’e yükseldi. Artan maliyetlerin üretici tarafından tüketiciye yansıtılacağına şüphe yok. Pahalanacak. Hem de her şey. Zorlaşacak. Hem de herkes için. Üretici için de tüketici için de… Beyaz yakalı çalışana da üretim bandındaki işçiye de…

Artık Türkiye bu iktidar eliyle kur - faiz - enflasyon sarmalına sokulmuş durumda. Faiz artarken, kur da artıyor, enflasyon da. Öyle bir sarmal ki, korkulan yaklaşıyor. Söylegeldiğimiz hep buydu. Ekonomik yavaşlama ve reel sektörde durgunluk içinde artan enflasyon… Stagflasyon sadece kitaplarda yazan bir kavram değil, işte korkulanın, zorlaşan hayatlarımızın ta kendisi…
Çok olmadı, henüz 10 gün önce bitti seçim. Fiili başkanlıktan, resmi Başkanlık rejimine geçiş sağlandı. Seçim sonucunun özeti fiilen yaşıyor olduğumuz Başkanlık rejiminin kurumsal yapısının resmileşmesi. Bu açıdan seçimin sonucunun daha çok baskı, daha çok ötekileştirme, daha çok talan, daha çok sömürü olacağını öngörmek mümkün.

Öte yandan, Türkiye’nin bu sarmaldan çıkışını sağlayacak olan siyaseti doğru kurabilmek için bugün ihtiyacımız olan, bu özetin ötesine geçecek bir değerlendirme… Maalesef bir kez daha toplumsal dinamikleri farklı bir siyasete taşımaya imkan verecek bir değerlendirme yerine, yine ‘‘şimdi birlik beraberlik zamanı’’ söylemine sığınarak, toplumun birlikte büyüttüğü, birlik ve beraberliği sürekli kılacak olan siyasetin yıkımı tercih ediliyor.

Oysa şimdi, tam da bugün, seçim öncesi gelişmiş olan umudu yıkacak adımlar yerine güven verecek, yapıcı eleştirinin gücünü değişime yansıtmaya hazır, özgüvenli bir siyasete ihtiyaç var. Gerçeklerle cesaret ve özgüvenle yüzleşmeye, yeniyi bu özgüven üzerine kurmaya ihtiyacımız var.

Her şey çözülür. Stagflasyon da, enflasyon da, her şey… Mesele, tercih, irade, istek, hedef ve kararlılık meselesidir. Ekonomide her sorunun çözüm yolu vardır. Mesele, yeter ki siyasette stagflasyon olmasın..!

Maalesef şu ana kadar muhalefet yakasında seçim sonucu ve yeni dönem değerlendirmeleri çok mekanik bir matematiksel analizle sınırlandırıldı. Üstelik o matematiksel değerlendirme de tek gözü kapalı yapılıyor. 

Azalan neydi? 

Artan neydi?

İşte enflasyon rakamları açıklandı. Artanı, azalanı, kazananı, kaybedeni gördük.

Peki ya seçim sonuçlarında? İşte şimdi bunları konuşma zamanı…

SELİN SAYEK BÖKE  / BİRGÜN

Leyla... - Selcan Taşçı Hamşioğlu

Eylül'e kahırla yazarken bile bir umut vardı içimde;
Sanki Leyla nefes alıp veriyordu bir yerlerde.
Kendimi kandırıyormuşum.
En çok ihtiyacım olan şeyi yapıp, kendimi kandırıp kolaya kaçıyormuş; gerçeklerden kaçıyormuşum.
İnsan kılıklı canavarlar toplumunda yaşıyor olduğumuz gerçeğiyle -bunu bin kere tecrübe ettiğimiz halde- yüzleşmekten kaçıyormuşum.
Leyla da öldü.

"Melek" olmadı... Bu kötü, berbat, rezil, kirli dünyadan "kurtulmadı"... "Acıları son" bulmadı. Bunlar, en çok ihtiyacımız olan şeyi, yani kendimizi kandırabilmeyi sağlama teknikleri; lakin değiştirmiyor olup biteni.
Leyla öldü, öldürüldü!
Buz gibi, kan dondurucu gerçek bu.

***

Resmi açıklamaya göre;
Tecavüz yokmuş...
İstismar yokmuş..
Darp yokmuş...
Şiddet yokmuş...
İşkence yokmuş...
Leyla'yı koruyamamanın "teselli ikramiyesi" her biri;
Tenezzül edecek miyiz!
Bir çocuğun öldürülme şekline şükredecek miyiz?
"Çocuğun olduğu yerde katledilme ihtimali vardır"ı hazmedip, kabullenip; katlin biçimini "normalleştirmek" için mi olacak mücadelemiz?
Bu, bu demek çünkü!
"Çocukları koruyamıyoruz, elimizden kayıp gidişlerini izliyoruz, taş üstünde taş bırakmama imkanlarına sahip olduğumuz halde bulamıyoruz, kurtaramıyoruz ama öyle büyük cezaları çıkaracakmış gibi yapıp korku salıyoruz ki faillere, 'en az hasarla(!)' ölmelerini sağlayabiliyoruz" demek!
Lanet olsun böyle acziyete!

***

"Resmi açıklama"yı doğru kabul edelim. Bir infial korkusuyla, pedofilinin "bulaşıcı" olduğunun kavranması üzerine  başka sapıklarda teşvik edici etki göstermesin diye bir tür tedbir olarak yapılmış bir açıklama olmadığını, sahiden "korkulan(!)" manada bir zulme maruz kalmadığını farz edelim...
Kaçırmışlar.
Aç bırakmışlar.
Dili damağı kurumuş.
Midesi kazınmış; ama öyle mecazından değil içini delercesine.
Ağlamış belki.
Tek başına belki bir karanlık izbede.
Çaresizce ağlamış günlerce. Korkmuş. Titremiş. Acı çekmiş. Kıvranmış. İnleyerek belki... Belki kendinden geçerek, sızdığı yerde can vermiş işte!
İşkence değil mi bu da?
İnsanlığa sığar mı?

***

Neden bilmiyorum ama "pis kokular" geliyor benim burnuma; "hal"in rezilliğini pekiştirecek bir hikayesi var sanki bu ölümün.
Sadece bir his, içimi kemiren laftan anlamaz bir kurt, yüreğimi ele geçiren bir sinsi şüphe;
Sanki en iyi ailesi biliyor bu hikayeyi...
Ki açıkçası işin "polisiye" boyutu gram umrumda değil, Leyla'yı geri getirmeye yaramayacak her şey havanda su dövmek bana göre.

***

Daha çok tecrübesizim, çok yeniyim bu konuda ama "anne" olmak çok acayip bir şey -eminim baba olmak da öyledir-; doğru bir tarif mi bilmiyorum, zaten tarif verecek halde de değilim ama her çocuk biraz da sizin çocuğunuz oluyor "anne" olunca... Eylül'le birlikte, Leyla'yla birlikte sizin içinizde de bir damar ölüyor mesela... O gün sizin de cenazeniz oluyor. Sizin de yasınız... Siz de dükkanı kapatmak istiyorsunuz; "yalan dünyanın yalan işleri"ne dair her şeyin canı cehenneme diye!

***

Ya da bunlar benim naif varsayımlarım!
Baba olduklarını sandığım ve böyle yapmayan adamlar da var çünkü. Çıkıyor ve "Avrupa'da her bir dakikada, ABD'de 40 saniyede bir çocuk kayboluyor" diye istatistikler verip günaşırı çocuk kaybolan bir ülkede yaşadığımız için kendimizi şanslı hissetmemizi filan bekliyorlar!
Çocuklar ölüyor ve onlar çocukların ölmesiyle değil, bu ölümün kendi koltuklarına etkisiyle ilgileniyorlar!

***

Midem bulanıyor.

***

Bizim mahalle için siyasetten kaçma "fırsatı"; çocuklar ölüyor ve evet yanlış okumadınız birileri bu ölümleri fırsata çeviriyor;
Yaşasın, siyasetten kaçma, iktidarın hışmına uğrama ihtimalinden yırtma vakti!
Eğitim sistemlerinin -adlı adınca söyleyeyim- içine edilirkenden başlayarak Türkiye'deki çocukları hedef haline getiren her nevi cinsiyetçi, gerici politikaya sustuk, sustuk, sustuktan sonra bol bol konuşalım şimdi;
Nasıl koruyacağız çocuklarımızı?
Ben söyleyeyim "vatanın neşesi"nin hiç öyle Diyanet'in yaz Kuran Kursu ilanlarındaki gibi "camideki çocuk sesi"nden geçmediğini anlayarak her şeyden önce! Dindarlaştırmak için bile yaşatmanız, yaşatabilmeniz gerekiyor çocukları çünkü!
Ayrıca sağır mısınız;
Ülkenin dört bir yanında "çocuk" değil, çocukların ardından yükselen ağıt sesleri yükseliyor camilerde!


Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ