29 Temmuz 2018 Pazar

Barbarlar ulurken… - Işıl Özgentürk

Yunanistan’da görülmemiş,duyulmamış bir yangında çocuklar, kadınlar, erkekler, binlerce ağaç, binlerce hayvan, binlerce börtü böcek cayır cayır yanarken “Oh olsun” diyenlere söylenecek bir çift sözüm var. İnsanoğlunun en değerli özelliği merhametli olmak sizleri terk etmiş. Yanan ağaçlar, soluksuz kalan çocuklar sizlere sadece dayanılmaz bir keyif veriyor.

Oysa biz merhametli bir ülkeydik, ne oldu bize? Yıllardır sağ iktidarlar ruhumuzdan merhameti çaldı. Bizleri birer tüketim robotuna çevirdiler, asıl ölüm bu; merhametini yitirmiş bir ülke! Kendimizi yeniden hatırlamamız gerek, şimdi size bir belgesel filmden söz edeceğim. Tahsin İşbilen’in yaptığı “Asya Minör Yeniden” adlı belgesel. Şöyle; İkinci Dünya Savaşı zamanları Almanlar, Yunanistan’ı işgal etmiş, adalar birer birer Almanların eline geçiyor ve her türlü zulüm başlıyor. Kim itiraz ediyor kurşunu yiyor, çocuklar ve kadınlar aç, öylece bekliyorlar. Adalardan Samos Adası, en direnişçi ada, partizanı en çok ada ve çare yok partizanlar, çocuklar ve kadınlar derme çatma teknelerle kendilerini Türkiye’nin karasularına atıyorlar. Kimileri Karaburun’a çıkıyor, kimileri Aliağa’ya, kimileri Kuşadası’na. Geldikleri ülke savaşa girmese de savaş nedeniyle yiyeceği içeceği kıt bir ülke ama gelenler komşudan gelmiş, buyursun gelsinler. Son ekmekler kardeşçe paylaşılıyor, evler açılıyor, yataklar seriliyor ve yaklaşık 3 bin Yunan mültecisi yaşama şansına kavuşuyor. Belgeselde konuşanlar çok güzel hikâyeler anlatıyorlar. Birini anlatmadan geçemeyeceğim. Gece vakti su alan bir sandalla yirmi partizan denize açılmış; ay yok, deniz karanlık ama partizanlar Türkiye kıyılarına yaklaştıklarını hissediyorlar ve hep bir ağızdan Enternasyonal’i söylemeye başlıyorlar. Deneyimli bir partizan onları uyarıyor: “Yapmayın arkadaşlar, tedbiri elden bırakmamamız gerek.” Partizanlar seslerini daha da yükseltip yanıt veriyorlar: “Yapma bre Yorgo artık özgür topraklardayız! Özgür!” Sonra onları karşılayan Türk balıkçılara da şarkıyı öğretiveriyorlar. 

Bir hikâye daha var ki, bu beni ağlatıyor. Komşudan gelenlere evini açan bir ev sahibi, evde ne varsa sofraya koyuyor ama açlıktan titreyen hiçbir Yunanlı yemeğe geçmiyor. Lanet olsun uydurulan hikâyelere, ev sahibi bir süre sonra onların yemekler belki zehirlidir diye uzak durduğunu anlıyor, bunun üstüne ev ahalisine “haydi yemeğe başlayın!” diye adeta emir veriyor. Yunanlılar biraz mahcup yemeğe uzanıyorlar. 
Bir de “bitlerimiz birbirine karıştı” diye bir söz var. O zamanlar hem Anadolu hem de gelen mülteciler bit içinde, misafirlere en güzel yataklar yapılıyor ama bitler birer ikişer bembeyaz çarşafların, yastıkların üstünde dolaşmaya başlıyor. O zaman Yunanlı bir direnişçi gülerek Türk dostuna sarılıyor ve “artık bitlerimiz birbirine karıştı biz kardeş olduk” diyor. Ve ikisi de gülerek bir şarkıya başlıyorlar. 

Bir zamanların merhametli ülkesini düşünürken birden aklıma Suriye’den savaştan kaçıp ülkemize sığınan mültecilerden yoğun bir nefret duymamıza neden olan ne diye düşündüm. Bu böyle çok kez tanık oldum. Bence bu nefreti körükleyen, bizim merhametimizi en çok çalan AKP iktidarı oldu. Çünkü ironik bir biçimde her Suriyeliyi gördüğümüzde, farkında olmadan Tayyip Erdoğan’ın savaş politikası aklımıza geliyor ve en kolay Suriyeli mülteciyi suçluyoruz. Kaç kez, onlara şöyle bağırıldığını duydum:  “Git Tayyip sana baksın!” 

Öfkemiz başka bir yöne kaydı, merhametimiz kilitlendi. Şimdi yeniden merhametimizi geri almak zorundayız. Bir kız çocuğuna uzattığınız bir bebek bile önemli. Şimdi organize olup komşuya en azından bir geçmiş olsun mesajı iletmeliyiz. Çünkü 1999 depreminde onlar bizim yanımızdaydı. Bunu ne çabuk unuttuk, ne çabuk içimizdeki ırkçılık şaha kalktı. Barbarlar gibi sadece kötülük haykırıyoruz! 
Unutmayın bizi dünya Asya Minor olarak bilir yani Türkçesi biz Anadolu’yuz! 

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET


Not: “Asya Minor Yeniden” filmini YouTube’dan izleyebilirsiniz.

28 Temmuz 2018 Cumartesi

Tasfiye - ORHAN GÖKDEMİR

Başlıktaki Arapça kelimenin birkaç anlamı var. Bunlardan biri “arıtma, ayıklama, temizleme”dir. Ticaret Hukuku terimidir aynı zamanda. Bir ticaret kuruluşunun batması, kapanması gibi nedenlerle hesapların kesilmesi, alacaklılara, ortada kalan mal ve paradan paylarına düşen miktarın verilmesi, likidasyona uğratılmasıdır. Haliyle türlü nedenlerle birçok kimsenin görevine son verme gibi bir anlamı daha var. Demek ki birilerini atmak, görevine son vermek, arıtma-ayıklama-temizleme işlemini haber veriyor bize. Tasfiyedir.
Bütününden çıkan anlam daha hoş; demek ki tasfiye varsa, bir batma veya bir kapanma da söz konusudur. 

Yoksa neden “tasfiye”ye başvurulsun ki? 

İşler yolunda giderken tasfiye olmaz.

Kim yapar tasfiyeyi? Tasfiye memuru. İcra-iflâs dairelerince atanan, işi alacak ve borçların tasfiyesi olan bir görevliden söz ediyoruz. Böylece içinden geçtiğimiz dönemi anlamak için iki çok faydalı terime ulaşmış oluyoruz. Düzen, iflas ettiğinden tasfiye halindedir ve ortalıkta iktidar sahibi olarak gördüklerinizin hepsi birer tasfiye memurundan ibarettir. Eski rejimin görevlilerini atıyorlar, kurumlarını satıyorlar ve idari aygıtını dağıtarak hızlı bir arıtma-ayıklama-temizleme işi yapıyorlar. Meclisi, hükümeti, yargıyı, orduyu arıtıp, ayıklayıp, temizlediler. Tasfiyeye uğramışlardır. Geride sadece Beştepe’deki sarayı bırakarak yeni bir sistem oluşturdular. Artık devlet aygıtı ayıklana ayıklana çok küçüldüğünden her şey daha temiz görünmektedir.

                                                                  ***

Devlet bu kadar temizlenmiş ise, geride kalanların, örneğin basının veya siyasi partilerin de arıtılması, temizlenmesi, ayıklanması bir gerekliliktir. Olup bitenin bir kısmı budur. 
Partilerden başlayalım. MHP kendi kendini tasfiye etti. Ona alternatif olduğu söylenen İYİP tasfiye halinde. Ana muhalefet CHP kongreye gidecek ama bunun için gereken imzanın sayısında anlaşamıyor. Altı yüze kadar sayamayan bir siyasi parti olur mu? Bizde var. Cumhuriyetin kurucusu olduğu söylenen bu parti durduğu yerde, bir eski emekli bürokrat gözetiminde tasfiye oldu. Kemal Kılıçdaroğlu ve yerine oturursa partiyi ataletten kurtaracağı iddia edilen Muharrem İnce birer tasfiye memurudur.


AKP birkaç kez tasfiyeye uğradı. Sonuncusunda başına Binali adında bir tasfiye memuru atandı. Yetmedi, içinden çıkan bakanlar kurulu başına atanan tasfiye memuru ile birlikte tasfiye edilip, parti saraya bağlandı. Başında her şeye kadir bir “başkan” olmasına rağmen son seçimde oy kaybına uğrayınca kapısına yine tasfiye memurları dayandı.

Tayyip Erdoğan ancak tasfiyelerle ilerleyebilmektedir. Başbakanlığı, bakanlığı, partisini, partisinin belediye başkanlarını, hatta bir bütün olarak hükümeti tasfiye etti, her şeyi üzerine aldı, kendine bağladı. Orduyu tasfiye etti, işlem sürüyor. “Bedelli”, cumhuriyetin ordusunun tasfiyesidir. Polisi tasfiye etti, bekçilerle takviye ederek ayakta tutmaya çalışıyor. Yetmedi tabii. Son haberlere göre 18 Ağustos'taki parti kongresine sunacağı MKYK listesiyle, parti içinde büyük bir tasfiyeye girişeceği belirtiliyor.

Basını tasfiye ettiler. Tasfiye memuru olarak Demirörenleri ve Aydın Doğan’ı atadılar. Olmayınca Doğan’ı da tasfiye ettiler. Gazeteleri, televizyonları, radyoları üç otuz paraya tüpçülere devredildi. Onlar da alıp, eski çalışanları atıp temizleyerek yollarına devam etti. Basındaki son tasfiye memurudur Yıldırım Demirören. Futbolun tasfiyesindeki tecrübelerini burada da başarıyla sürdürmektedir. Basından geriye “yetişin, ulusalcılar kızlı erkekli tatil yapıyor” diye feryat eden yobaz Akit ile Attiki’deki yangın faciasını “Yananistan” başlığıyla duyuran pespaye Takvim gazetesi kalmıştır. Mutlak tasfiyedir.
Düzenin çalışan tek organı tasfiye memurlarıdır. Eski rejimin görevlilerini atıyorlar, kurumlarını satıyorlar ve idari aygıtını dağıtarak hızlı bir arıtma-ayıklama-temizleme işi yapıyorlar. Düzen yüklerinden kurtulmuş, temel işlevine indirgenerek tamamen temizlenmiştir.
                                                                 ***

Temizlik o kadar belirgin ki kapitalizmin kutsalı olan mülkiyet hakkını bile kaldırıp attılar. Kayyım diye müthiş bir icadı var yeni sistemin. El koydum diyorsun, alıp, mahkeme safahatını beklemeden başkasına devrediyorsun. Mülkiyetin bu kadar kolay el değiştirdiğine daha önce hiç tanık olunmamıştır. Geçen gün OHAL’i kaldırdıklarını açıklarken geldi hukukun temizlendiğinin müjdesi. Her şeyin başkanı, "Bu sistemde her an her şey olabilir, hiçbir şeyin garantisi yoktur. Atanmış olanlar da görevden alınabilir" dedi. Her an her şeyin olabileceği bir düzen mutlak bir tasfiyedir.

Neden buraya geldik? 

Çünkü kuralsızlığın kural olduğu tuhaf, karanlık, derin bir krizin başındayız. Düzen her şeyi mümkün kılarak olabilecek her şeye karşı kendini korumak için hazırlık yapıyor. Nedir yeni rejimin-sistemin alamet-i farikası? Her an her şeyi mümkün kılan bir hukuksuzluk. Demek ki artık hukuk yoktur, kanun yoktur, iş güvencesi, çalışma hakkı kalkmıştır. Her an, her şey muktedirin iki dudağının arasındadır. Tek yol düzene biat etmektir.

Yalnız sorun şu ki böyle bir düzende akıl sağlığı yerinde tek insan kalmaz. Bu düzen bozar insanı. Bozulmuş insanın omurgası yıkıma uğrar, çöker. Büyük çöküntüdeyiz. Omurgası yıkıma uğramış insanı canlı göstermenin tek yolu içine din pompalamak, tarikat aşılamaktır. Her an her şey olabilecekse dinselleşme bir gerekliliktir.

                                                                  ***

Tasfiye halinde bir devlet ve tasfiye halinde bir düzen ile karşı karşıyayız. Battı, kapatılıyor. Haliyle düzenin çalışan tek organı tasfiye memurlarıdır. Eski rejimin görevlilerini atıyorlar, kurumlarını satıyorlar ve idari aygıtını dağıtarak hızlı bir arıtma-ayıklama-temizleme işi yapıyorlar.

Ama bu arada devleti tasfiye ederek, güçlerini tek elde toplayarak kendi tasfiyeleri için de zemini hazırlıyor. Büyük tasfiye büyük çözülüşün habercisidir. Dedikleri gibi artık her an her şey olabilir. Buna yeni bir cumhuriyet de dahildir…

Orhan Gökdemir / SOL

Adnan Hoca tarikatının düzen, IŞİD'in ABD'nin ta kendisi olduğu anlaşıldı! - ERHAN NALÇACI

Adnan Hoca operasyonu öncesi sayfalarında izlenme sayısını arttırmak için “Kedicik”lere sürekli yer veren sermaye basınında şimdi her gün yeni bir haberle karşılaşıyoruz.
“Mason olabilmek için 1 milyon avro rüşvet verdiği anlaşıldı.”
“Adnan Oktar’ın servetini duysanız dudağınız uçuklar.”
1990’ların başında gerici bir uluslararası fonun bütün dünyada Evrim Kuramı karşıtlarını desteklediğini ve Adnan Hocacıların düzene buradan giriş yaptığını tahmin ediyoruz.


Yıllarca bu tarikat tarafından üniversitelere dağıtılan, Evrim Kuramı karşıtı tamamen uydurulmuş kitaplarıyla, okullarda açtıkları sahte fosil sergileriyle uğraşmak zorunda kaldık.

Şimdi anlıyoruz ki düzenin tepelemeye çalıştığı bu tarikat bütün çürümüşlüğü ile düzenin ta kendisiymiş.

Emekçilerin düşünme yeteneklerini çalmak için evrim ve bilim karşıtıydılar, tıpkı düzen gibi.

Düzen gibi, insanların dini duygularını istismar ederek zenginleştiler.
Bir yandan dindar, bir yandan masondular.
Bir yandan silahlı çete, bir yandan şirkettiler.
Bir yandan nitelikli dolandırıcı, bir yandan kadınları fuhuş öznesi olarak gören erkekler dünyasıydılar.
Düzenin bir cerahat odağı değil, ta kendisiydiler.

                                                                ***

Diğer bir sahtekârlığın ise IŞİD ile ilgili olduğunu yazıp durduk. IŞİD bir şekilde ABD ve diğer batılı emperyalist ülkelerce besleniyor, yönlendiriliyordu.

Eğer IŞİD olmasaydı (ve yerli işbirlikçiler), ABD Suriye’ye yerleşemezdi, NATO Irak’a konuşlanamazdı.

Irak ve Suriye ordularının başarılı askeri operasyonları ile IŞİD birçok bölgesini kaybetti ve bir cephe savaşını yürütemeyecek hale geldi.

Bundan iki yıl kadar önce CIA direktörü kendileri karar vermiş değil de, haber almış gibi “IŞİD”in gerilla taktiklerine başvuracaklarını” söylemişti.

Şimdi ABD’nin çıkarları nerede zedelense orada bombalar patlıyor. Suriye ordusunun güney Suriye’nin hemen birçok bölgesini kurtarmasından sonra Süveyda kentinde patlayan bombalar 215 kişinin ölümüne yol açtı. ABD’nin Çin’e kaybetmek üzere olduğu Pakistan’da seçimlere IŞİD saldırdı, çok sayıda insanı katletti.

Belki gözünüzden kaçmıştır, gazeteci Robert Fisk geçenlerde önemli bir habere imza attı: Cihatçılardan ele geçirilen füzelerin ABD’ye ait bir üsten yola çıktığını kanıtlayan belgelere ulaştığını yazdı. Bir yandan ABD hâlâ Suriye devletini kimyasal silah kullanımı ile ilgili suçluyor ve çeşitli kurumlara yaptırım uyguluyor.

Düzenin sahtekârlığı bir tarikata değil, tümüne ait.

                                                                 ***

Emperyalist düzendeki üretim anarşisi ve kâr hırsının dünyada iklim değişikliğine yol açtığına birçok kez değindik. İsveç gibi bir kuzey ülkesi kuraklıktan kırılıyor. Dört aydır yağış alamayan İsveç’in Müslümanları yağmur duasına çıkmışlar.

Artık ne sonuç aldılar bilemiyorum.

Ama bu düzeni ortadan kaldıracak sosyalizmin duayla gelmeyeceğini çok iyi biliyoruz.

Erhan Nalçacı / SOL

Yapalım yargıda şeyini... - ÖZGÜR MUMCU

Bir ülkenin Rusya’yla kanlı bıçaklı olmasından birkaç sene sonra ABD’yle büyük kriz yaşaması pek de normal karşılanmasa gerek. Dünyanın bir türbülanstan geçtiği açık. Haliyle, güç dengelerinin yeniden değiştiği bu dönemde Türkiye de kendini konumlandırmaya çalışıyor. 

Bir yanda NATO üyesi ve kâğıt üzerinde kalsa da AB adayı bir ülke. Diğer yandan ara ara Şangay İşbirliği Örgütü’ne girmekten bahseden, Rusya’yla ilişkilerini geliştiren bir ülke. 

Batı bloku ve Rusya arasındaki ilişkiler de kesin çizgilerle tespit edilecek gibi değil. ABD başkanı Donald Trump’ın Putin’e hayranlık derecesinde yakınlığı ortada. Rusya’nın ABD seçimlerini manipüle ettiği iddiaları ABD’de hâlâ soruşturma konusu. Avrupa’nın aşırı sağ ve popülist hareketlerinin de Rusya tarafından desteklendiği görülüyor. 
Ekonomik gelişmeyle beraber orta sınıfın demokrasi talebinin artacağı ve Çin’in demokratikleşeceği öngörüsü de suya düşmüş halde. Henüz hâlâ büyük oranda bölgesel bir güç olan Çin’in uluslararası büyük bir aktöre dönüşme yolunda hızlı adımlar attığı da. 

Velhasıl, eski dünyanın yıkıldığı, ancak ne şekilde ve nereden yıkılacağının hâlâ belirsiz olduğu bir zaman diliminden geçiyoruz. Haliyle, kurulacak yeni dünyanın neye benzeyeceği de bir o kadar belirsiz. Bu durumda ortalığın toza dumana boğulması da anlaşılır. 

Türkiye bu kritik döneme bir rejim değişikliğiyle giriyor. İktidar yanlıları, güçlü tek adam idaresinin tarihin böyle bir anında iyi bir çözüm getireceği fikrinde. Oysa bu rejim değişikliği, devletin Osmanlı’nın son dönemlerinden beri gelen kurumlarını ortadan kaldırmakta ve böylelikle güçsüzleştirmekte.

Kurumların nasıl çökertildiği dışarıdan da gözlemlenebiliyor. Hukuk devleti ve dolayısıyla yargı bağımsızlığının rafa kaldırıldığının bilincinde olan ABD, vatandaşı din adamı Andrew Brunson’ın serbest bırakılması için doğrudan Cumhurbaşkanı  Erdoğan’la pazarlığa oturuyor. Pazarlık koşullarına uyulmadıklarını düşündüklerindeyse yaptırıma kadar gidebilecek sert tedbirlerden bahsediyorlar. Bunda elbette kendini dünyanın en iyi müzakerecisi zanneden, bu konuda kitaplar yazmış Donald Trump’ın üslubu da rol oynamakta. 

Gelgelelim, Türkiye’nin Brunson’ın akıbetine bağımsız yargının karar vereceğine ve Türkiye’de hukuk devleti bulunduğuna yönelik açıklamalarının hiçbir etkisi yok. Ülkemizde yargının bağımsız olduğunu ileri süren kimsenin ciddiye alınmayacağı bir hukuki cehennem yaşanıyor. 

Bunun haricinde bizzat Erdoğan, Brunson-Gülen takasını ima ederek “ver papazı, al papazı” açıklamasıyla yargı bağımsızlığının bulunmadığını ikrar etmiştir. O meşhur konuşmasında verin bize papazı dedikten sonra “yapalım yargıda şeyini, size verelim” de demektedir. 

Siz, “yargıda şeyini” yapacağınızı söyledikten sonra, yargı bağımsızlığını ileri sürerek, ABD’nin tehditlerine güçlü bir itirazda bulunamazsınız. 

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya, Osmanlı’yı Osmanlı değil Enverland olarak değerlendiriyordu. Bugün de Türkiye, Türkiye diye değil Erdoğanistan olarak değerlendirilmekte. 

Tek adam rejimiyle devletin güçlenmeyeceğini aksine zayıflayacağını görmekteyiz. 

Kurtuluş Savaşı’nı bile Meclis’le yürüten bir siyasi geleneğin vardığı yer acıklı.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Arafta bir hayal pazarı - ALEV KARAKARTAL

Saha özgür oldukları yegane yer. Ama aynı saha, maphusluk sınırlarını da çiziyor...


‘Adım Henry. Nijeryalıyım. Bu sezon Feriköy Spor’da oynadım. Her sezon farklı bir ligde oynuyorum, bir yerde sabit kalmıyorum. Bu sezon bitince Irak ligine geçeceğim. İlk oynadığım Belarus ligiydi, sonra Hindistan, Endonezya, Tunus... Gezinip duruyorum. Benim annem ilkokul öğretmeni; beni çok özler. Babam tüccar; alıp satar.”  

Böyle tanıtıyor kendini, aralarında en utangaç görüneni ama konuştukça söyleyecek çok şeyi olduğu belli olanı. Sonrasında anlıyorsunuz: “Evimizde sadece ‘yetenekli’ birer çocuğuz. Gidip kendimizi dışarıda kanıtlamak istiyoruz. Futbol, sadece bizim dünyamız değil, futbolun kendisi bir dünya. Bu dünyada en iyi yaptığımız şeyi yaparak, futbol oynayarak bir değer yaratmak, değerimizi kanıtlamak istiyoruz.”

Fransa, bu yılki Dünya Kupası’nı kazandığında Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Madura’nın söyledikleri  geliyor aklıma: “Kupayı Fransa değil, Afrika kazandı.” Fransız Milli Takımı’nı oluşturan 23 oyuncunun 21’inin göçmen oluşuna dikkat çekerken, uyarı yapmayı da ihmal etmemişti Maduro: “Onlar Fransa’ya ulaşmayı başaran Afrikalı göçmenlerin çocukları. Umarım Avrupa mesajı almıştır. Avrupa’da Afrikalılara karşı ırkçılık, göçmenlere karşı ayrımcılık artık bitmeli” Ne çok konuşuldu üzerine bu cümlelerin, ne çok yazıldı, alıntılandı. Şampiyon takımın siyah oyuncularının neşeli ve gururlu suretleri üzerinden nasıl da  derin tespitler yapıldı!

Şimdi benzerleriyle birlikteyiz. Gurur biraz uzaklardaki bir düş henüz, ama neşe ve en çok da umutla parıldayan gözler epey tanıdık. Fotoğraf sanatçısı Stella Schwendner ve siyaset bilimci, araştırmacı Helen MacKreath’ın 9 aylık çalışmasının ürünü olarak REM Artspace’te açtığı fotoğraf sergisinde, birazdan tanışacağımız genç futbolcuları beklerken, insan hakları, göç ve göçmenlik üzerine çalışan ve serginin metin yazarı Helen’le konuşuyoruz biraz.

Oyuncularla ilk olarak Feriköy’deki futbol sahasında tanıştıklarını ve ardından onlarla ortak mekanlarında uzun zaman geçirdiklerini anlatıyor. Hepsi de kendi ülkelerinde profesyonel/yarı profesyonel futbolcu olan bu gençlerin hemen hepsinin kalbinde yatan önce ‘görülme’ sonra ‘bilinme’ hayallerini: “Futbol, hayalleri önce yaratan ardından yok eden bir şey. Bu haliyle son derece acımasız. Dev bir sektör oluşu biraz da buna bağlı ve ‘pazar’ sürekli bu durumu istismar ediyor. Talep edenin çok olması, sistemi sürekli kılar ve büyütürken, bu kişileri de anonimleştiriyor, kimliksizleştiriyor.” Bu nedenle de fotoğrafların altındaki cümlelerin kime ait olduğu belli değil. Havada uçuşan kelimeler, incecik bir ağla, incitmeden yakalanmış ve denk gelen fotoğrafın altına iliştiverilmiş gibi: Anonimin şiddeti...

Stella katılıyor sohbete. Afrika kıtasının dört bir yanından; Nijerya, Güney Afrika , Kamerun, Mali, Gana, Gambiya, Senegal, Sierra Leone, Kongo, Yeni Gine, Burkina Faso, Somali ve daha bir çok ülkeden kalkıp futbol oynamak üzere Türkiye’ye gelen gencecik insanların hikayesine biraz daha vakıf oluyoruz böylece. Nadiren gerçekten bu işi yapan ama çoğunlukla kendilerini menajer olarak tanıtan bir takım insanların, ülkemizde ve/veya Avrupa’da büyük bir takımda oynatma vaadi ve büyük paralar karşılığında getirip bıraktığı kıyılarda yaşattıkları ‘hayal kıyıcılığı’nı öğreniyoruz misal. “Hikayelerini öğrenince büyülendim” diyor Stella, “Bu bir yanıyla bir kandırma/aldatma  ama öte yandan o kadar ‘pozitif’ bir göç hikayesi ki. Bu genç adamlar, her şeye rağmen asla bırakmıyor, hiç pes etmiyorlar.”

Afrika ülkelerinde futbola yapılan yatırım çok düşük olduğu ve genç oyuncular oynayacak takım bulamadıkları için dev bir sektör oluşmuş çoktan. Bir çok futbolcu başka coğrafyalarda bir takımda oynama, başarma, kendini kanıtlama uğruna, çoğu kez ailelerinin aldığı banka kredisini bu sahte manejerlere kaptırıyor.  4-5 bin dolara kadar çıkan bu meblağın geri ödenmesi, onlar için büyük bir yük. “Bir annenin ya da babanın sevecenliği ya da gaddarlığı onları buraya taşıyan. Kanatları o kucağa sığamayacak kadar büyük. Aşırı inanç, kendi ağırlığını da beraber getirir” derken Helen, biraz da buna vurgu yapıyor.

Sonrasını da Bay Timothy diye çağırdıkları, bir zamanlar benzer umutlarla Türkiye’ye gelmiş ancak artık bütün mesaisini kurduğu Türkiye Afrika Takımı’nda, kayıp genç oyuncuları, olası takımları için ‘hazır tutmaya’ adayan Segun Timothy Alede anlatıyor: “Birkaç Nijeryalı oyuncu ve ülkelerinin birinci liginde oynayan Ganalı tanıyorum. Bunlardan bazıları Dünya Kupası’nda, 17 yaş altı ulusal takımda oynadı. Dünya Kupası’nda oynayan başka bir Ganalı daha vardı. Bir yönetici mi ne, onları Fenerbahçe’ye, Galatasaray’a, Beşiktaş’a aldırma sözü vererek Türkiye’ye getirdi. 

Buraya geldiklerinde oyunun şekli değişti. Sokaklara düştüler; hayatta kalmaya, karınlarını doyurmaya, kalacak yer bulmaya çalışmak zorunda kaldılar”. Türkiye’nin genç Afrikalı oyuncular için iyi bir yer olmadığını anlatan Aleda, çoğunun memleketlerine dönmek gibi bir seçenekleri olmadığını da vurguluyor. Zira, ebeveynleri yatırdıkları para karşılığında onlardan bir şeyler bekliyor. Bu yüzden de bazıları çareyi, botlarla Yunanistan’a geçmekte buluyormuş.

Tıpkı biz konuşurken, tepesini sarıya boyadığı kısacık saçlarıyla yerinde bir türlü duramayan 20 yaşındaki Prince Nbuku’nun hikayesi gibi. Geçen yıl Nijerya’da tanıştığı birinin Antalyaspor’la anlaşma yapacağını söyleyerek Türkiye’ye getirdiğini anlatıyor parlak gülümsemesine hiç ara vermeden. Verdiği para karşığında oturma iznini de almışlar, ama takımın ondan haberi bile olmadığını kısa sürede anlamış. Kendi başına geldiği İstanbul’da bulduğu Bay Timothy’nin sayesinde Team Africa Turkiye takımında şimdilerde. Aynı zamanda hem bir diş hekiminin yanında çalışıyor hem de başka gündelik işlerde. Ne yapmayı planladığını sorduğumuzda, “Bekliyorum” diyor. “Bir kulübün beni keşfetmesini bekliyorum. Futbol benim mesleğim. Görülmek istiyorum. Beklerken de kendimi hazır tutuyorum.” Hayali Türkiye’de Beşiktaş, dünyada ise Barselona’da oynamak.  

Altını çizmekten, vurgulamaktan özenle kaçınsalar da, Türkiye’de karşılaştıkları ırkçılık, ayrımcılık ve  saldırganlıktan kurtulma konusunda belki çok yaratıcı olmayan ama işe yarayan bir yöntem geliştirmişler: İçe kapanmışlar. Türkiye toplumuyla sıkı bir etkileşim içinde olmadıklarını anlıyoruz verdikleri yanıtlardan. Hayatları spor salonu, saha ve işleri arasında geçiyor ve kendi aralarındaki dayanışma, destek ve saygı da hemen fark ediliyor.

Son 10-15 yıldır giderek artan biçimde, renkleri rengimizden, dilleri dilimizden, dinleri dinimizden farklı genç insanlar, hayatta en iyi yaptıkları işi yapabilmek için düşlerinin peşinde koşarken ‘yakalandıkları’ tacirlerin onlara biçtiğini yaşıyor; hayallerinin yanısıra birbirlerine de tutunarak, çakılıp kaldıkları muğlaklık içinde hayatlar inşa ediyor bu ülkede. Helen “Saha özgür oldukları yegane yer. futbolcu kimlikleri herşeyi unuttukları sınırlardan azade alanları. Ama aynı saha, mahpusluk sınırlarını da çiziyor”  derken, Feriköy’de, Gayrettepe’de , Çapa’da, Erzurum, Muğla, Antalya, Bursa ve kimbilir başka nerelerde her sabah, her akşam ve her gece, umutla, aşkla, şevkle ve kısıldıkları kapana aldırmadan oynamaya devam edenlere selam çakıyor: “Ülkelerinde profesyonel futbolcu olan bu gençler, bir kiliseden diğerine, bir ülkeden bir başkasına, bir kulüpten öbürüne kutsal bir oyunu oynamaktan vaz geçmeden, gerçeklikle rüya, sorularla yanıtları arasındaki boşlukta salınıp giderek, kariyerlerine devam edecek yer olarak Türkiye üzerine bir bahis oynadılar. Bahis halen devam ediyor...”

İSTANBUL AFRİKA TURNUVASI
İstanbul’daki profesyonel Afrikalı oyuncuların her yıl düzenlenen bir de turnuvası var. Fatih Belediyesi’nin girişimiyle beş yıldır gerçekleştirilen turnuvaya, her biri kendi ülkesinin formasıyla, 2000’e yakın Afrikalı futbolcunun katıldığı belirtiliyor. Amaç, yetenekli futbolcuların, onları izlemeye gelen takımların menajerleri tarafından fark edilip transferlerinin sağlanması. Şimdiye dek, Fransa 1. Lig takımı Nantes, Türkiye Süper Lig takımlarından Osmanlıspor ve Anadolu’daki çeşitli takımlara 84 futbolcu transfer edilmiş. Afrika’daki herhangi bir kulüpte kazanılan bir kaç yüz dolara karşılık, Türkiye’de dördüncü ligteki bir oyuncunun yılda ortalama 8500 dolar kazandığı düşünüldüğünde, bir takıma seçilen oyuncu sayısı çok olmasa da, turnuvaya ilginin her yıl daha da artması kolaylıkla anlaşılıyor.

‘Herşeyi mümkün kılanlarla beraberim’
“Yuva, geri döndüğünüz ve mutluluğu bulduğunuz yerdir. Yuva, etrafınızda sizi sevenler olduğunda yuvadır. Şimdi İstanbul’un benim yuvam olduğunu söyleyebilirim, çünkü her şeyi mümkün kılan insanlarla beraberim” diyor, 20’li yaşlarının başında, Nijerya’lı bir futbolcuolan Joshua. Ülkesinde Spor Akademisi’ni bitirdikten sonra profesyonel olarak futbol oynamaya başlamış. Futbolu, bir parçası, en büyük tutkusu olarak tanımlıyor: “5 yaşından beri futbol oynuyorum. Sokak futbolu. Çocukken sokakta başlarsınız. Sokak sokağa, şehir şehre karşı oynarsınız. Ben Güneybatı Nijerya’da Ibadan’da büyüdüm. Yaşadığınız bölgede şampiyonsanız, geri kalan oyunculardan daha iyi olup olmadığınızı görmek için başka yerlere gitmek istersiniz. Topa vurmadığım tek bir zamanı bile hatırlayamıyorum. Çünkü futbol doğuştan içinizdedir, öğrendiğiniz bir şey değildir.”  Geçen yıl, bir sahte manejerin kendisini Göztepe’de oynamak üzere Türkiye’ye getirdiğini anlatan Joshua, bir süre de Erzurumspor’da idmanlara çıkmış. Takımla ilgili anıları iyi ama “Çok soğuktu” diye anlatıyor. “İnamayacağınız kadar çok soğuktu!” Joshua inançlı biri olarak, yaşadığı tüm olumsuzluklara rağmen umutlu. “Tanrı bana futbolumu oynamak için şans tanıyacak. Bunu biliyorum” diye konuşuyor.

Alev Karakartal / CUMHURİYET


Sibirya’nın kanlı elmasları - UĞUR KUTAY

Keanu Reeves’in Ruslarla bir sorunu olduğunu sanıyorum. Genel olarak Hollywood sinemasının Soğuk Savaş’tan bu yana Ruslara bakışı belli, ama mütevazi karakteriyle bilinen Reeves’inki, neredeyse ‘80lerin Amerikan milliyetçisi Chuck Norris’le yarışacak bir düzeye çıkıyor. ABD’ye yerleşmekle kalmayıp bir de Amerikan değerlerini aşağılama gafletinde bulunan Rus mafyasına kan kusturduğu John Wickserisinden (2014-2017) sonra, bu sefer hem başrolünü hem de yapımcılığını üstlendiği Siberia/Sibirya’da doğrudan Rusya’nın kalbine gidip Ruslara Amerikan erkekliğini, ağırbaşlılığını, ticaret ahlakını vs. öğretiyor.

Elmas tüccarı Lucas, onlarca milyon dolarlık bir alışveriş için St. Petersburg’a gider. İlk darbe Rusya’daki aracısı Piyotr’un elmasları alıp kaçmasıyla gelir. Bunun üzerine Lucas Rus elmas madenlerinin merkezine, Sibirya’nın Mirny şehrine gider. İkinci darbe buradaki sürekli sarhoş ve serseri Ruslardan gelir. İlgili sahnelerdeki Rus erkeklerinin hiçbirinin layık olamayacağı Katya’yı hızla tavlar. Üçüncü darbe, rezil ve acımasız Rus mafyasından gelir. Film boyunca Rusların kibar görünüşlerinin ardında yatan kaba, vahşi ve hileci yanlarını izleriz. Ve film ilginç biçimde Amerikalının yenilgisiyle biter; Rusların ulaşamayacağı derecede ahlak dolu bir katharsis…

Oysa Sibirya ve elmas dendiğinde akla ilk gelen filmin anlatısı çok farklıdır: Sovyet ajit-prop sinemasının en büyük ustası Mikhail Kalatozov’un 1960’da yaptığı Neotpravlennoe Pismo/Gönderilmemiş Mektup, ülkelerini bir adım daha ilerletecek bir elmas damarı bulabilmek için Sibirya’nın ıssız taygalarında aylarca çalışan bir grup genç jeologun hikayesini anlatır.

Açılış sahnesinden -sularla kaplanmış vahşi bir coğrafyada yapayalnız kalmış dört insanın uzaklaşmakta olan bir helikopterden yapılan uzun çekimi- itibaren filme gerilimli bir müzik eşlik eder. Kalatozov seyirciyi sürekli diken üstünde tutar; coğrafi koşulların zorluğu yetmezmiş gibi rahatsız edici bir aşk üçgeni ve genç bilim insanlarının devrim ruhuna karşı hissettikleri sorumluluğun yarattığı sıkıntı ve gerilim filmin her anında hissedilir.

Nihayet uzun ve zorlu bir çalışma sonunda bir elmas damarı bulurlar. Şimdi Moskova’ya dönüp bölge haritalarını yöneticilere teslim etmeleri gerekmektedir. Ama önce devasa bir orman yangını çıkar, Sergei ölür. Sonra ayağı sakatlanan Andrei ölür. Kurtarma ekiplerinin bir türlü ulaşamadığı Konstantin ve Tanya yola devam ederken Sibirya kışı başlar, açlık ve soğuğa dayanamayan Tanya ölür. Filmin finalinde ölüm döşeğindeki Konstantin’i hayatta tutan, buldukları elmas damarının yaratacağı yeni sovyet sanayi gücünün hayalleri olur.

Soğuk Savaş’ın zirve noktalarından birinde -Küba Devrimi, Domuzlar Körfezi karmaşası, nükleer savaş korkusu- Stalin ya da ABD gibi isimlerden tekini bile anmadan, insan-doğa çatışması ve toplum yararı gibi temel modernizm kavramları üzerine kurulan bu anlatının bence en güzel sahnesinde bu dört öncü bilim insanı, elmas bulduklarında nasıl zengin olacaklarından değil, büyük bir coşkuyla adlarına dikilecek anıttan söz ederler. O anıtta şöyle yazacaktır: “Bunlar, ülkemizi elmas konusunda dış güçlere bağımlı olmaktan kurtaran, endüstriyel ilerlemeyi hızlandıran, uzay uçuşlarını gerçeğe dönüştüren kahramanlardır.”

Bunlar olmadı. Bunların yerine, en güzel kültürel ifadesini postmodernizmde bulan bir kavramsal çöküş dönemi yaşandı; Sergei, Andrei, Tanya ve Konstantin’in kendini feda ederek bulduğu elmas damarı 58 yıl sonra Amerikalı Lucas’ın ticaret alanı oldu...

Ama neyse ki seçenekler tükenmiş değil; bir yanda Sibirya, diğer yanda  Gönderilmemiş Mektup duruyor. Bunların hangisini hangi duygu ve düşüncelerle izleyeceğimiz hem bugünü hem de geleceği yeniden biçimlendirme konusundaki zorluk ve olanaklarımızı da görünür kılacak.

Uğur Kutay / BİRGÜN

İşi zor - MUSTAFA K. ERDEMOL

Müthiş bir sabır, kararlılık, umut verme becerisi İmran Han’a iktidarı getirdi.


Buraya kadar gelebilmesi de kolay olmadı kuşkusuz ama bundan sonra onu da partisi Tehreek e Insaf ‘ı da (Adalet Hareketi) çok daha büyük zorluklar bekliyor. Dolayısıyla devasa sorunlarla boğuşan bu güzel ülkede Han başarılı olabilecek mi, verdiği reform vaadini tutabilecek mi diye sorulması doğal.
Han, şimdi siyasetten men edilen, on yıl hapis cezalı Nawaz Şerif gibi güçlü bir figüre meydan okudu. Yolsuzlukları, halkın kendisine yönelik sokak gösterileri, orduyla sürtüşmesi gibi nedenler Şerif’in gücünü gerileten, nihayet politikadan uzaklaştırılmasına yol açan etkenlerdi, Han biraz da bu atmosferi değerlendirerek seçim kazandı.

İmran Han’ın “tam demokrasi” konusunda iyi niyetli olmadığına inanmamız için bir neden yok. Zor zamanlarda, bu konudaki kararlılığını sergilemiş biri çünkü. Örneğin darbe lideri Pervez Müşerref’e karşı 2008’de başlatılan “demokrasi hareketi”nde etkili olmuştu bir hayli.

Pakistan hep “şiddet”le anılır ama daha büyük sorunlarla karşı karşıya olan bir ülke. Uluslararası mali kurumlara çok borcu var, enerji açığı yaşıyor, kurumları zayıf, bunların üstüne “terör” le de boğuşuyor. Dünyanın en karanlık istihbarat örgütüne de sahip olan Pakistan sık sık, özellikle Afganistan’daki şiddet olaylarını desteklemekle de suçlanıyor.

Sisteme karşı harekete geçti, seçim kazandı ama ülkedeki önemli “güç merkezleri” karşısında rahat hareket edebilme olanağı bulması zor İmran Han’ın. Orduya, istihbarat örgütüne, feodal yapılara, bunların hepsinden çıkar sağlayanlara karşı mücadele vermesi gerekecek. Seçimin galibi olmasına ragmen parlamentoda hiç de azımsanmayacak sayıya sahip olan muhalefetin engellemeleriyle de karşılaşacak.

Partisini yönetme deneyimi var. Ülkenin en önemli eyaletlerinden Hayber Peştunhawa’da 2013 yılında iktidara geldi partisi. “Fazla uzun sürmez” diyenleri şaşırttı bu eyaletteki yönetim başarısı. Oysa Afganistan sınırına yakın olan bu eyalette Pakistan aşiretlerinin en etkilileri bulunuyor. Dolayısıyla ciddi bir güvenlik sorunu var. Han’ın partisi bu eyalette kamu hastanelerini iyileştirdi, sağlık sigortasının kapsamını bir hayli geliştirdi, polis teşkilatını düzene soktu. Ama bazı konularda planlarını hayata geçiremedi. 36 milyar Rupi (526 milyon dolar) harcanmasına ragmen eyalette elektrik olmayan köy okulları var.
Şimdi, bir eyaleti değil, devasa bir ülkeyi yönetecek İmran Han. Demokrasi, ilerleme, reform gibi iddiaları var elbette ama ülkede çok önemsenen bazı alt yapı yatırımları için geliştirici projeleri yok. Hep söylediği “Yeni Pakistan” için önemli bir plan sunamadı halka. Pencap’taki transit otobüs sistemine ya da Lahor metrosu gibi projelere ilişkin ne önerdiği bilinmiyor. Peki ne yapmalı? Öncelikle öfkeli siyaset yapma tarzını kalkınmacı bir tarza dönüştürmek zorunda. Tutumlarında bağımsız davranan bir lider Han. Ordu, istihbarat örgütü, hantal bürokrasi onun bu “bağımsız” davranışlarına göz yummayacak.
Pakistan siyasi figürlerin sık sık suikasta uğradığı bir ülke. Eski Başbakan  Benazir Butto’nun bir suikast sonucu öldüğünü biliyoruz. Bir Başbakan ordunun gözünden düştüğünde işi çok zor. Bu nedenle Han hem orduya yaklaşmak, hem de siyasi istikrar için ordu- sivil dengesini gözetmek zorunda kalacak. Bu denge ordunun her şeye hakim olduğu ülkede çok çok önemli.

Han da uzun zaman ordu- sivil dengesi kurulamadığı için kendisinden önceki iktidarları kıyasıya eleştirmişti. Ordunun onayı olmadan bir reform girişiminde bulunursa orduyla elbette kapışacak. Reform girişimlerinin başarısız olması durumunda da şeriatçıların güçlenmesine yol açacak.

Pakistan kuşkusuz yönetilmesi zor bir ülke. Ülkeyi kuran ordu, siyasette çok etkili. Aşiretler arası dengeyi sağlamak da aşiret taleplerinin, diğer aşiretlerin aleyhine olup olmamasına dikkat etmek de bir hükümet için çok zor.
Han, kuşkusuz kendisinden öncekilerden çok farklı bir siyasetçi. Sufi bir dini yaşamı var ama din üzerine kurulu bir siyaseti olmadı hiç. Kendisi gibi Batılı eğitim almış olan Benazir Butto’nun yaptığını, yani dini hassasiyetler üzerine siyaset inşa etmeyi yapmadı.

Ama, şimdi ülkede güçlü olan dini medreselerin de, girişeceği reformlarda onay alamazsa ordunun da, Yeni Pakistan’ı oluşturamaması halinde ilerici, seküler çevrelerin de hedefi haline gelebilir.

Umarım siyasi ömrü uzun olur.

Dilerim ömrü de uzun olur. Ki bu temenniye hepsinden daha çok ihtiyacı var.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Mahalle yanarken… - ERK ACARER

İnce mi; Kılıçdaroğlu mu?

Memleketin kabataslak görüntüsüdür…

» İstanbul’da ekmek fiyatına halka duyurulmadan ‘güncelleme’ yapıldı. İstanbul Ticaret Odası’na bağlı fırınlar, ekmek fiyatlarını yüzde 15 oranında yükseltti. Tepkiler gelince zam konusunda geri adım atıldı. Aslında zam yapılmamış!
»19 Temmuz’da, İstanbul’un Sarıyer ilçesinde, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’ne (PSAKD) bağlı Armutlu Cemevi’ni uzun namlulu silahlarla polis bastı; kapılar kırıldı. Duvarlara yazılama yapıldı, içerde bulunan eşyalara zarar verildi, koridorlara, baskını yapan polisler tarafından idrar yapıldığı ileri sürüldü. PSAKD İstanbul Sarıyer Şube ve Armutlu Cemevi Başkanı Zeynep Yıldırım, bu iddiaları dile getirdikten sonra gözaltına alınıp, tutuklandı. Meclis önünde, Cemevi’nki saldırıyı protesto etmek isteyen milletvekillerini polis tartakladı.
» Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından süreli olarak yayınlanan ‘Aile dergisinin’, temmuz sayısındaki çocuk eğitimine yönelik, “Çocuklara Melekleri Nasıl Anlatalım?” başlıklı yazıda; “Dünya, melekler tarafından döndürülüyor” dendi. Böylece çocuk eğitiminde gelinen yer ve gericileşme bir kez daha gözler önüne serildi. Yazıda, melekler ayrıca elektriğe benzetildi.
» İstanbul, Karagümrük’te tekerlekli sandalyesinden inen gerici şahıs, bir kadına mini etek giydiği için hakaretler etti. İstismara maruz kalan kadın en doğru soruyu sordu: “Bu cüreti kimden alıyorsunuz?”
» Rahip Andrew Brunson’un cezaevinden şartlı tahliye edilerek ev hapsine alınması ile ABD ile yaşanan gerilim tırmandı. ABD, gelişmenin tatmin edici olmadığı belirtti, Türkiye’yi tehdit etti. Cumhuriyetçi ve Demokrat Partili 6 senatörün misilleme niteliğinde sunduğu, Türkiye’ye kredi verilmesini kısıtlayan tasarı, ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi'nden geçti. Dolar yükseldi. ‘Brunson gelişmeleri’, Türkiye’nin akılla izah edilemez dış politika anlayışını anlattı. Bunun yanı sıra ülke yargısının, evrensel hukuk sisteminden pazarlık ya da tehdit aşamasına gelmiş olduğunu bir kez daha gösterdi. ‘Al gülüm ver gülüm tarzı’ dış politika, yeni bir model olarak kurumsallaştı.
»Bu, gelişmeler yaşanırken; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yurtdışı gezisinde Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin’le fotoğraf verdi; “Bizi kıskanıyorlar” dedi. Putin ise ‘aşk’ı ticari ilişkiler düzeyinde yaşıyordu. Hayvancılık cennetinden ithalat sefilliğine dönüştürülen Türkiye’ye pahalı eti, sütü nasıl kaklarım derdindeydi.
» İstanbul, Maltepe’de küçük yaşta bir çocuğu kaçırdığı iddia edilen şahıs, çevredeki vatandaşlar tarafından linç edildi. Çocuğu kaçıran zanlıyı, polisler linçten kurtardı. Şahıs hastanede tedavi olmayı reddetti ve karakolda öldü! Bir görgü tanığı zanlının kapkaççı olduğunu da iddia etti. Dış politikada uygulanan ‘al gülüm ver gülüm hukuk sistemi’ içerde artık linç kültürüydü!
» Yunanistan’ın Doğu Attika bölgesinde, Atina’ya 40 km uzaklıktaki Mati’de başlayan ölümcül orman yangında ölü sayısı 85’e yükseldi. Hastanelerde aralarında 11’i ağır olmak üzere 46 yaralının bulunduğu açıklandı. Yandaş Takvim gazetesi; felaket için “Yananistan” başlığını atıp, ahlaksızca “Adeta cehennem ateşi” ifadelerini kullanmakta bir tereddüt görmedi.
» Nevşehir’in Acıgöl ilçesinde, belediye işçilerinin köpekleri, çöp kamyonuna atıp presleyerek öldürdükleri iddia edildi. Hayvan Hakları Savunucuları Platformu’nun ilçeye giderek yaşananları protesto edeceği haberi üzerine bir grup kadın, belediye binasının önünde toplandı. Kadınların; “Gusül abdest bilmeyenler bize hayvan sevgisini öğretemez” , “Bu vatan şehit verirken siz neredeydiniz” dövizlerini taşıdıkları dahası bunları çocuklarına taşıttıkları görüldü.
» Muğlanın Fethiye ilçesinde, bir kişi aracının arkasına bağladığı köpeği sürükleyerek öldürdü. Dost Derneği ise Giresun’da Ahmet Alvan isimli şahısın bir köpeği dişleri ve burun kemiği kırılana kadar dövdüğünü duyurdu.

Türkiye yangında ana muhalefet kurultay derdinde
Sadece geçtiğimiz 10 günde bu sıra dışı şeyler yaşandı. Ülke, ekonomiden yargıya, ticaretten eğitime, dış politikadan insan haklarına tel tel dökülüyor. Hızla çürüyor. Bunların üstüne toplumsal çöküş biniyor. Merhametsizlik sınırı, barbarlık çıtasına yükseldi. Gericilik dönüşümü okulda, sokakta, Diyanet eliyle daha hızlı tamamlanır hale geldi.

Son 10 günde yaşananları alt alta koyunca Türkiye’nin normal bir ülke olmadığı ortaya çıkıyor.

Ancak bunlara ilave başka gelişmeler de var; CHP’de ‘tatlı bir kurultay heyecanı’ yaşanıyor. Biz bunu daha çok, mahalle yanarken saçların yandan ayrılması olarak tanımlıyoruz. Türkiye, her konuda hasta, normal değil ama ana muhalefet partisi her şey normal(miş) gibi yapıyor. Beğenirsiniz beğenmezseniz Türkiye’nin kurucu partisidir. Bu kadarı yakışmıyor. Ülkede bunca yapısal sorun varken; CHP, ‘dönüşüyor’, 'değişiyor', önüne bakıp, parti içi tartışmalarla, ‘yerel seçimlere’ hazırlanıyor!!!

AKP’ni oyları düşüyor, istanbul’u alan Türkiye’yi alır!!!
Son ‘bin seçimde’ olduğu gibi yine AKP’deki ‘endişeler’ dile getiriliyor! Oysa bu koşullarda; AKP’de endişe filan olması mümkün değil. Seve seve olmasa bile ittifak yasalarıyla, zorla, hileyle, akmilislerine silah gösterte gösterte seçim kazanıyorlar. “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” 1990’larda kalan eski bir hikaye şimdi. Sandık eşiğini geçeli çok oldu. Kaldı ki; ‘belediyelerin ölümü Allahın emri, ya kayyum olmayaydı!’

Kılıçdaroğlu mu İnce mi?
Bu bir teslimiyet değil; tam tersine kabullenmek ve bu kabullenmelerden yeni vazifeler çıkarmak. Üstelik veriler, sayılar, ruh hali tam da muhalefet yapılacak duruma uygun. Yüzde ellinin teyakkuzda olduğu, öfkesini biriktirdiği bir ortamda AKP ve Erdoğan iktidarı da defterin kapanmadığını biliyor. Artarak süren baskı, bocalama bundan.

“Ne olacak, buradan nasıl çıkılacak?” sorusu önemli. 
Ancak bunu cevaplamak için önce “Ne olmayacak?’ kısmından başlamak lazım. Boşa kürek çekmek, hayal görmek, umut edip, bir kere daha tükenmek zaman kaybından başka bir şey değil. Her şeye rağmen pes etmeyen, büyük bir toplumsal muhalefet var. Umutlu, kaygılı ve sadece yaşanabilir ülke aşkı taşıyan milyonlar; ‘ard arda 9 seçim kaybetmiş Kemal Kılıçdaroğlu’ ve ‘gözünün içine bakanları yüz üstü bırakmış Cumhurbaşkanı adayı olan Muharrem İnce’ arasına sıkışamayacak kadar değerli.

Erk Acarer / BİRGÜN

Değişim varsa, umut da var! Umut varsa iktidar da var! - GAYE USLUER

Cumhuriyet Halk Partisi’nin emekçileri; Kurultay delegelerimiz, saygı değer üyelerimiz, ülkemizin aydınlığa hasret kalmış yurttaşları...


Size bir mektubumuz var!

Şimdi okuyacaklarınız bizim umutla, dirençle ve cesaretle söylediklerimiz, size verdiğimiz sözlerdir. Biz umudu ve cesareti gömlek yapıp her birinize dağıtmaya gönüllüyüz... Liderin değil CHP’nin, ülkenin umudu olmaktan uzaklaşan partimizin değişip yeniden umut olmasıdır talebimiz.

24 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye’de OHAL’i sürekli hale getiren ‘olağandışı bir rejim’ inşa edilmiştir. Bunda en az iktidar kadar, bizim de sorumluluğumuz var. Çünkü iktidarın ötekileştirici, saldırgan, kendinden olmayanı yok sayan politikalarının karşısında dik durup ne hakkımızı ne de halkımızı savunabildik.

Yola çıktığımızdan bu yana parti içi yönetim biçimimiz konusunda ciddi kaygılarımız olduğunu her fırsatta dile getirdik. Kurultay talebimiz sebep değil sonuçtur.

Meselenin genel başkanlık meselesi olmadığını her fırsatta vurguladık. Yönetim anlayışının değişmesi şart. Bugün yaşanan bir sonuçtur. Tüzük kurultayında neye karşı çıktıysak hepsini bir bir demokrasi ve çoğulcu yönetim anlayışı ile yerine getireceğimizi taahhüt ediyoruz. Üstelik bunu ülkede demokrasi adına mücadele veren tüm kesimlerle beraber yapacağız. Söz!
Burada derdimiz tek başına liderlik sorunu değil, bütünüyle yönetme sorunudur. Parti, tüm organlarıyla yönetime doğrudan katılıp bütün enerjisini iktidar olmaya harcamalı.

Partimiz sol ideolojiye dayalı siyasetten ödün vermeden, neoliberalizmin ve siyasal İslam’ın cenderesinde kalmış; tarikatların, cemaatlerin devletin her kademesinde olduğu ülkemizi cesaretle savunacak, halkın hakları için mücadele verecek bir anlayışla hareket edecektir.

Cesaret yoksa iktidar da yok!
Cumhuriyet değerlerini her ne koşulda olursa olsun savunacak; cumhuriyetin geleceğini, cumhuriyetin kurucu değerleriyle sağlamlaştıracağız.
Cumhuriyet değerleri olmazsa olmazımızdır!

Olağanüstü şartlarda o şartları meşru kılmak yerine direnci artırarak iktidarın dayattıklarına başkaldıran söylemlerden çekinmeyen bir parti olacağız. İktidarın sunduğu ve yanlış olduğunu bildiğimiz hiçbir teklifi kabul etmeyeceğiz!

Başkaldırı yoksa iktidar da yok!

Gezi’de öğrendiğimiz örgütlenme kültürünü benimseyeceğiz! Tarlada, sokakta, fabrikada, okulda toplanıp vatandaşa derdimizi anlatacağız!
Kapı eşiklerinde de, ev içlerinde de oturacağız.
“Neden yoksullaşıyoruz Emine teyze?” diyeceğiz. Emine teyze anlatacak biz dinleyeceğiz. Geleceği inşa edeceksek her yerde örgütleneceğiz.

Örgütlenme yoksa iktidar da yok!

Biz Cumhuriyet Halk Partisi’nin uzun zamandır hasret kaldığı eşitlik ilkesini tüm gerekleri ile yerine getireceğiz. Cinsiyet ayrımına dayanan kadın kotası derdini ortadan kaldırıp yönetimde eşit temsiliyet ilkesini benimseyeceğiz. Kadın yoksa iktidar da yok!

Bugün onurlu bir yaşam ve gelecek için AKP karanlığına karşı direniş odağı gençlerdir. Gençlerin aktif rol almadığı bir parti yenilgiye mahkûmdur. Gençlerimiz tüm yönetim kadrolarımızda yer alacak ve söz sahibi olacaktır. Gençler söz sahibi olmak için büyüklerinin lütuf edip kenara çekilmelerini beklemek zorunda kalmayacaklar. Gençler yoksa iktidar da yok!

Partinin yönetimi bir zümreden oluşmayacak. Çünkü biz küçük hesaplar uğruna eşitlik, demokrasi, laiklik ve özgürlük ilkesinden asla ödün vermeyeceğiz. Şeffaf, hesap sorulduğunda karşısında muhatap gören ve sorumluluk üstlenen bir anlayışla kuracağız yönetimimizi. Partimizi, partinin ortak aklı yönetecek. Birlik yoksa iktidar da yok!

Türkiye’nin 81 vilayetindeki sandık güvenliğini tam olarak sağlayamayan, bunun için seferber olmuş insanları organize edemeyen, teknik altyapıyı oluşturamayan bir parti iktidar olamaz. Nitelikli ve akılcı organizasyon yoksa iktidar da yok!

Grevleri yasaklanan işçiler, işten atılan emekçiler, taşeron sömürüsüne paspas edilmiş işçiler her dertlerinde önce partimizin kapısını çalacak ve partimiz de işçilerin kapısında yatacak. İşçiler yoksa iktidar da yok!

Partimizin adı delege pazarlıklarına konu olmaktan çıkacak. Hiçbir irade, delegemizin iradesini tutsaklaştıramayacak. CHP’nin adını dağlara taşlara, sokaklara ve meydanlara emeğiyle yazacak özgür delegelerin dönemi başlayacak. Adil yönetim yoksa iktidar da yok!

Umut varsa iktidar da var. Kadın eşitliği, yönetimde adalet, halkla bütünleşmiş bir program varsa iktidar var. Gençlerin enerjisi varsa; işçinin, memurun emeği varsa iktidar da var! Eğer sen varsan, eğer biz varsak mücadele de var, iktidar da!

CHP değişirse Türkiye değişir! Bu söylediklerimiz sizlerin fikirleri, önerileri ile daha da güçlü bir söyleme dönüşecektir elbette. Hep birlikte olursak başarırız!
Aynı şeyleri tekrar ederek kaybedeceğimiz bir başka seçime daha girmek istemiyoruz. Yerel seçimler öncesinde bu konuda harekete geçme ihtiyacımız çok acildir. Toplum ve bize oy veren vatandaşımızı bir kere daha hayal kırıklığına uğratacak lüksümüz yok!

Cumhuriyet Halk Partisi’nin emekçileri; Kurultay delegelerimiz, saygıdeğer üyelerimiz, ülkemizin aydınlığa hasret kalmış yurttaşları; değişim ve umut varsa iktidar da var.

GAYE USLUER - CHP PARTİ MECLİSİ ÜYESİ / BİRGÜN