2 Ağustos 2018 Perşembe

CHP, kimden oy isteyecek? - AYŞE YILDIRIM

Seçmen umutsuz, seçmen kırgın. ‘Bir daha sandığa gitmem’ diyenlerin sayısı azımsanmayacak oranda. CHP yönetimi ise bu durumu görmezden geldiği gibi ‘önümüzde yerel seçim var, ona hazırlanmamız gerekiyor’ diyerek olağanüstü kurultay çağrısına karşı çıkıyor. 

En son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim. Seçmene umut aşılamayan, kırgınlığını gidermeyen dahası hem Cumhurbaşkanlığı’nı kaybeden hem de milletvekilliği seçiminde oy yitiren parti yönetimi delegesine, seçmenine bunun hesabını vermez, yeni bir politik hat belirlemezse yerel seçimde kimden oy alacak? 

Kurultay olsun diye imza veren il başkanını, ilçe yöneticisini, delegesini, milletvekilini seçimde nasıl çalıştıracak? 


Aslında CHP’de kazan uzun zamandır kaynıyordu. Olağanüstü kurultay için imza verenlerin kanaatine göre 24 Temmuz bardağı taşırdı. Kimi basına yansıyan kimi yansımayan kazandaki krizler kısaca şöyle sıralanabilir:
İlk kriz bugün CHP’yi de vuran ‘dokunulmazlıklar’ meselesinde ortaya çıktı. Milletvekillerinin önemli bir bölümünün ısrarla karşı çıkmasına rağmen CHP yönetimi ‘anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz’ dedi ve dokunulmazlıkları kaldırdı. Sonuçlarını da hep birlikte yaşıyoruz.

İkinci kriz. Tek adam rejiminin oylandığı 16 Nisan referandumunda yaşandı. CHP o kader oylamasında 9 bin 760 sandığa -ki o sandıklar toplam oyların yüzde 6’sına denk geliyordu- adam koyamadı. Üstelik bu konuda kendisini uyaran milletvekillerine rağmen, o sandıklardaki oyları kontrol edemedi. Bu olay, referandum sonrası parti içinde tartışma yarattı. 

Yine aynı referandumda Bülent Tezcan’ın partililere ‘mühürsüz pusulaların kabul edilmesi’ yönünde attığı SMS de parti içinde tartışma yarattı.
 
9-10 Mart tarihindeki tüzük kurultayı ise bunlara tuz biber ekti. Üyelerle ön seçim isteyen, MYK’nin Parti Meclisi tarafından belirlenmesini isteyen yani parti içi demokrasiyi savunan delegelerin ve milletvekillerinin istekleri reddedildi. 

Öyle ki delegeler basına kapalı yapılan o kurultayda bizzat Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı ‘hakhukuk- adalet’ sloganı attı ve yüzlerce delege salonu terk etti. 

Ve hem öncesi hem de sonrasıyla 24 Haziran. Kemal Kılıçdaroğlu’nun çok takdir gören İYİ Parti’ye 15 milletvekili gönderme hamlesi… MYK üyeleri tarafından bile bilinmeyen bu hamleden bazı gazetecilerin nasıl haberdar olduğu sorusu ortada duruyor. Yine bu süreçte Saadet Partisi’nin CHP listesine etkisi olup olmadığına ilişkin iddialar kapalı kapılar ardında konuşuluyor. (Öyle görünüyor ki eğer CHP’de sular durulmazsa bu tür iddialara yenileri eklenecek.) 

Sonuçta 24 Haziran’da hem Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turda kaybedilmesi hem de partinin üç puan kaybetmesi uzun süredir parti yönetimini eleştiren eski ve yeni milletvekillerini harekete geçirdi. 

24 Haziran sürecinde pek dile getirilmese de genel merkez milletvekili aday listesi nedeniyle de ağır bir eleştiri altındaydı. 

Eleştirilerin ortak noktası da ön seçim isteyen, dokunulmazlıkların kaldırılmasına hayır diyen, 16 Nisan referandumunda partinin tavrını eleştiren, Abdullah Gül’ün aday yapılmasını istemeyen, partiyi sürekli sağa yaslıyorsunuz diyen 57 milletvekilinin liste dışı bırakılmasıydı. 

Ve daha önce Muharrem İnce’ye oy veren delegelerin yanı sıra genel merkez yönetimini eleştiren isimler de olağanüstü kurultay için imza vermeye başladı. 
Bugün o imzalar -sayısının 630 olduğu belirtiliyor- genel merkeze verilecek. Ve göründüğü kadarıyla CHP yönetimi, işi yokuşa sürmek için imzaları tek tek inceleyecek. İmzasını geri çeken delegeleri açıklayacak. Yani anlayacağınız tartışma teknik belki de adliyelik bir boyutta sürecek. 

Sonuçta kaybeden CHP olacak.
 
CHP genel merkezi, birkaç yıl önce MHP’de yaşanan olağanüstü kurultay sürecini anımsamalı. 

Ülkenin ciddi anlamda bir muhalefete ihtiyaç duyduğu bu süreçte, imza sayısına bile bakmadan olağanüstü kurultayı toplamalı.
 
Genel başkan kim olacak tartışmasından ziyade partinin sorunlarını, çözüm yollarını masaya yatırmalı. Ve olabilecekse eğer yeni bir umutla yoluna devam etmeli.

Aksi halde başta söylediğim gibi yerel seçimde de 24 Haziran benzeri bir sonuçla karşı karşıya kalırsa şaşırmayacağız.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Borcun sonu! - Arif Kızılyalın

“Borç yiğidin kamçısı” der eskiler. Eksik söylemişler, borç, artık Türk insanının olmazsa olmazı.
 
Toplumun her katmanı öyle ya da böyle bir yerlere borçlu.
 
Kimi 25-30 sene vadeyle ev alıyor, kimi 1 haftalık tatil ödemesini 9 taksit yaptırıp, bu yazın ortasından bir dahaki yılın yaz mevsimine kadar borçlanmayı kabul ediyor. Hatta Amerikan kahvecisinden aldığı sütlü kahve için borçlanan bile var... 

Eh, futbol toplumun aynası olduğu için kulüpler de adeta borçlanma konusunda birbirleriyle yarışıyor.. 

Geçenlerde bir araştırma yayımlandı gazetelerde. Türk futbolunun borcu 2012 ile 2018 arasındaki 6 yılda yüzde 360 artmış. 

3.5 milyar lirayla uzak ara önde giden Fenerbahçe’yi, 2.8 milyar ile Galatasaray, 2.1’le Beşiktaş, 1.1’le de Trabzonspor izliyor. Listeyi uzun uzadıya yazma gerek yok. 
Peki bu kulüpler neye güvenerek bu kadar borcu yaptı diyecek olursanız, yanıt gayet basit. 

Türkiye’deki mevcut spor yasası, seçilen yönetimleri ‘har vurup harman savurmaya’ itiyor. 

Laz Bakkal usulü anlatalım: “İstediğin kadar harca, borç yap, görev süren bittiğinde elini kolunu sallaya sallaya görevi bırakabiliyorsun.” 

Kimse, “Dur, sen yanlış yönettin, kulübü zarara uğrattın, tazminat öde” diyemiyor! O yüzden de, kulüplerin başına geçen her yönetim har vurup harman savurmuş. Bahane de hazır, “Ama ezeli rakibimizin kadrosu çok güçlü, onlardan aşağı kalamayız..” Futbol da ülkede din gibi kabul edildiği için kimse ses çıkaramıyor, bilakis gaza basıyor! 

Kaynak tükenince de kulübün isim hakkından tutun, reklam gelirine, kombineden, yayın parasına kadar gelecek yılllardaki olası gelirler harcanıyor, hatta banka kredisi ile satın alınan taşınmazlar, bir başka bankaya teminat gösterilip, yeni borçlanmalar gerçekleştiriliyor. Yeter ki, vahşi transfer pazarında at koşturulsun, Tarık’lar,  Tolga’lar, Serdar Kesimal’lar, Tabata’lar, Sosa’lar ve onların menajerleri zengin edilsin! 

Peki deniz bitince? 

Gayrısız hepsi süt dökmüş kedi gibi, Ankara’nın yolunu tutuyor. Kimi Spor Toto gelirlerinin artması, kimi naklen yayın ücretine zam yapılması, kimi vergi indirimi, kimi faizsiz futbol kredisi için dil döküyor. 

Maşallah AKP iktidarı da futbolun algı tarafını çok iyi kullandığı için kulüplerin palyatif ricaları geri çevirilmiyor. Çünkü Yeni Türkiye’nin de işletim sistemi, öteki günü düşünmeden borçlanma üzerine kurulu! 

Yıllardır aynı senaryo sahnelendi, ders çıkaran olmadı. 

Geçtim, 4 büyüklerle, şampiyonluk yaşamış Bursa’yı, kupayı almış Kayseri’leri falan, 1. Lig’de mücadele eden Adana Demirspor bile kendini bu hesapsız harcama sarmalarına kaptırdı geçenlerde. Başarının salt transferle gerçekleşeceğini var saymış olacak. Önce Tanju Çolak’ı menajer olarak getirdiler, sonra da yıllık 600 bin Avro’ya eski Manchester United’lı Anderson Oliveira ile 3 yıllık sözleşme imzaladılar. Yaklaşık 3.4 milyon TL ödeyecek ‘emekçi’lerin takımı Demirspor yaşı geçmiş Brezilyalıya. Galiba 1. Lig’de bir oyuncuya verilen en büyük rakam. Kupayı saymaz 34 lig maçını baz alırsanız her hafta 20 bin Avro yazacak taksimetre. Farz edin anlaşmazlık çıktı, 3 yıl için 1.8 milyon Avro’yu takır takır vermek zorunda kalacaklar Brezilyalıya. Menajerlik parası, komisyonlar, uçak biletleri hariç! Demirspor’un tek gelirinin TFF isim hakkı ve naklen yayın ücreti olduğu düşünülürse, Adanalı kardeşlerimiz o parayı nasıl denkleştirecek merak konusu! Ya da bir başka söylemle Anderson 600 bin Avro’ya oynarken diğer oyunculara kaçar lira verecekler? 

Görüldüğü üzere geçmişten ders çıkaran da, yarını düşünen de yok! 

Biraz Fenerbahçe uyandı, biraz da Galatasaray. Beşiktaş, oyuncu satışı ile bohçayı denkleştiriyor, diğerleri freni patlamış kamyon hesabı, yokuş aşağı basıyor gaza! 


Şaka maka bir yana, kulüpler önümüzdeki dönemde ya batacak, ya da Katarlı para babalarının malı olacak. Çünkü Türkiye borçlanırken köprüsünü, bağını, bahçesini, TEKEL’ini, Şeker Fabrikası’nı satabiliyor ama kulüplerin böyle bir şansı olmadığı için futbol dünyası mecburen Şam’ın şekeri ile Arab’ın böreğine kalacak!

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

98 yıl sonra!.. - AHMET TAKAN

31 Temmuz 2016'da bir kararname ile göz bebeğimiz askeri okullar kapatıldı.

31 Temmuz 2018'de Hakkari'nin Yüksekova ilçesinde, astsubay eşini ziyarete gittiği üs bölgesinden evine dönerken PKK'lı teröristlerin döşediği mayının patlaması sonucu şehit olan Nurcan Karakaya ve 11 aylık bebeği Mustafa Bedirhan Karakaya'nın acı haberi ile  bir kez daha yaralandık. Kahraman astsubayımız, "vatan sağolsun" dedi.

Bugün 2 Ağustos... Yeni rejim ile yapısı değişen YAŞ toplanıyor. Terfiler görüşülecekmiş!..
31 Temmuz 1920 Afyonkarahisar Kolordu Dairesinde Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa Türk Subaylarına konuşuyor;
"Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.
Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse, bunun vebali subaylara ait olacaktır.
Efendiler!
Eski silah arkadaşlarımla böyle yakından ve samimi temasta bulunmaktan büyük vicdani zevk hissediyorum. Sizinle oturup uzun hasbıhal etmek isterdim. Fakat çoksunuz; müsait yer de yok. Bu sebeple hissiyatımı birkaç cümle ile mülahaza etmekle yetineceğim.
Arkadaşlar!
İngilizler ve yardımcıları, milletimizin bağımsızlığını imhaya karar vermişlerdir.
Milletler bağımsızlıklarını hiç kimsenin lütuf ve atıfetine borçlu değildir.
Hiç kimse kimseye, hiçbir millet diğer millete, hürriyet ve bağımsızlık vermez.
Milletlerin tabiatında en yaratılıştan mevcut olan bu hak, milletlerce kuvvede, mücadele ile mahfuz bulundurulur. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur.
Dünyada hayat için, insanca yaşamak için, bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için, kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder.

Kuvvet ordudur.
Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdanı imanıdır.
İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Mütareke şartlarının tatbikatı ile silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar.
Askerlik izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler.
Ordumuzu tamamen lağvederek, milleti, bağımsızlığını muhafaza için muhtaç olduğu dayanak noktasından mahrum etmeye teşebbüs ettiler. Bir taraftan da müdafaasız, ordusuz bıraktıklarını zannettikleri milletin de, izzetinefsine, her türlü haklarına ve mukaddesatına taarruzla, milleti alçaklığa, boyun eğmeye alıştırmak planını takip ettiler ve ediyorlar. Her halde ordu, düşmanlarımızın birinci taarruz hedefi oldu.

Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır.
Buna da teşebbüs ettiler. Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta, engeller ve müşkülat kalmaz.
Bu hakikat karşısında ve içinde bulunduğumuz vaziyete göre subaylar heyetimize düşen vazifenin mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymeti kendiliğinden meydana çıkar.
Milletimiz hür ve bağımsız yaşamak lüzumuna tam bir iman ile kani olmuş ve buna kati azim ile karar vermiştir. Zaman zaman, şurada burada üzüntü verici karaktersizliklerin görülmüş olması, hiçbir vakit milletimizin genel kanaatine, hakiki imanına sekte vurmamıştır ve vurmayacaktır. Dolayısıyla kuvvetin, ordunun vücudu için lazım olduğunu söylediğim kaynak ki, milletin vicdanı-imanıdır, mevcuttur.
Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur.

Malum bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; ordunun ruhu subaylardadır.
O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir.
Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce olan vazifesi budur.
Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır.
Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerlerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve ferasetleriyle, giriştiğimiz bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakar olmak mecburiyetindedirler.
Şahsi ve özel hayatları itibariyle de subaylar, fedakarlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler.
Çünkü düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürür. Onları aşağılar ve hor görürler.
Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz.
Onun yaşamak için bir çaresi vardır. Şerefini korumak!
Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına atmaktır.
Dolayısıyla subay için ya istiklal, ya ölüm vardır.
Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız!"
Tak paşa gitmiş, şak paşa gelmiş...
O, kor. olmuş, bu or. olamamış... Bunların hepsi vs'den ibaret!..

Hiç dert etmeyin. Bu ordu, Mete Han'ın, Gazi Mustafa Kemal'in ordusu. Genetiği belli, özü belli...
31 Temmuz 2018. Ne dedi, Jandarma Astsubay Serkan Karakaya?..

"Vatan sağolsun"
O Mustafa Kemal'in, şerefli Türk subayı... Türk ordusunda Serkan'lar bitmez. Asla kurutamayacağınız, kapatamayacağınız  Türk ırkı askeri okulları daha nice Serkan'lar yetiştirecektir. Anlayana!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

1 Ağustos 2018 Çarşamba

MB’nin ayakları suya erdi - HAYRİ KOZANOĞLU

Merkez Bankası’nın dün yaptığı açıklamada yıl sonu tüketici enflasyonu tahmini yüzde 8.4’ten yüzde 13.4’e yükseltildi. Ekonomide ‘yumuşak iniş’ koşullarının ortadan kalktığı, ‘sert inişten’ başka seçeneğin kalmadığı bir aşamaya gelindi.


Merkez Bankası (MB) dün açıkladığı Enflasyon Raporu’nda 2018 sonu tüketici enflasyonunu yüzde 13.4’e çekti. Bu üç ay önceki Nisan raporuna göre tam yüzde 5’lik bir artışa işaret ediyor. Yakın dönemde bu ölçüde bir revizyona rastlanmamıştı. MB’nin ayaklarının suya ermesi bir yandan enflasyonun üstü örtülemez biçimde hız kazanmasından, öte yandan kredibilitesini bir ölçüde muhafaza edebilmek kaygısından kaynaklanıyor olmalı…

Ekonominin temel göstergeleri iyice kontrolden çıkmış görünüyor. Örnek mi? MB’nin Temmuz ayı Beklenti Anketi’nde yıl sonu tüketici enflasyonu beklentisi yüzde 13.88’di. MB orta vadeli öngörüler bölümünde övünçle bu yakınlığa dikkat çekmiş. Ne var ki aynı ankette yıl sonu dolar kuru beklentisi 4.83 TL iken, Murat Çetinkaya sunumunu yaparken dolar 4.90’nın üzerinde seyrediyordu. MB’nin, TL’nin zaman içinde bir miktar değer kazanacağı öngörüsünün ne ölçüde gerçekçi olduğunu zaman gösterecek

Stagflasyon mu?
MB raporu, “toplam talep koşullarının enflasyon üzerindeki etkisi ikinci çeyrek itibarıyla kademeli olarak zayıflamaya başlamakla birlikte, maliyet yönlü baskılar ve bozulan fiyatlama davranışları enflasyon görünümünü olumsuz etkilemekte” ifadesine yer veriyor. Bunun meali, aynı eğilim sürerse yılın ikinci yarısında ekonominin “durgunlukla-enflasyonu” birlikte yaşaması, yani “stagflasyondur”.

Kur oynaklığı alarmı
Raporda Temmuz ayı Para Politikası Kurulu’nda neden faiz artışına gidilmediğine ilişkin inandırıcı bir açıklama bulunmazken, bir nokta dikkat çekiyor: “Türk Lirası’nın oynaklığının Nisan dönemine kıyasla belirgin şekilde yüksekliğinin” kabulü. Hatırlayalım, MB yıllardır “bizim için kur düzeyinden daha önemlisi oynaklığın artmasıdır” vurgusu yapıyordu. Demek ki korkulan olmuş, oynaklık sıçramış…

Gıda fiyatları düşer mi?
Bilindiği gibi düşük gelirli yurttaşlarımızın tüketim sepetinde gıda ürünlerinin payı daha fazladır. MB yıl sonu gıda fiyat enflasyonu tahminini daha da fazla, yüzde 6 revizyonla yüzde 7’den yüzde 13’e yükseltti. Üstelik işlenmemiş gıda fiyatları enflasyonunun 2018 yılı ikinci çeyreği sonunda yüzde 23.2’ye fırladığı koşullarda MB önümüzdeki dönemde fazla iyimser bir beklentiyle sebze ve meyve fiyatlarının düzeltme yapacağını öngörüyor. En azından şimdiye kadarki veriler, şaha kalkan enflasyonun yoksul kesimleri orantısız vurduğunu gösteriyor.

Rapor, akaryakıt fiyatlarının sabit tutulması uygulamasının yıl sonuna kadar süreceğini varsayıyor. Eğer bu öngörü tutmazsa, enflasyon daha da sıçrayabilir. MB’nin tüm umudunu maliye politikasının sıkı tutulmasıyla talebin aşağı çekilmesine, böylelikle enflasyonun hız kesmesine bağladığı dikkat çekiyor.

İstikrar programı kapıda mı?
Bu da IMF’li veya IMF’siz bir kemer sıkma programının devreye girmesi anlamına geliyor. Ücretlerin-sosyal harcamaların kısıldığı, kıdem tazminatına göz dikildiği, yatırımların durduğu, yani faturayı büyük ölçüde emekçilerin ödediği bir senaryodan söz ediyoruz. Peki bu çözüm olur mu? Bu durumda talep kısılınca şirketlerin nakit akışları yavaşlayacak, geri ödenmeyen krediler, iflaslar yaygınlaşacaktır. Diğer bir ifadeyle “ekonomik istikrar” sağlanamayacaktır.

Ne yazık ki “yumuşak iniş” koşullarının ortadan kalktığı, “sert inişten” başka seçeneğin kalmadığı bir aşamaya geldiğimiz kanısını taşıyoruz.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Göbek bağı - SELİN SAYEK BÖKE

Haziran sonu itibariyle yayımlanan dış borç stoku verilerine göre, Türkiye’nin toplam dış borç stoku 466,7 milyar dolar. Bu borç milli gelirimizin yüzde 53’üne denk geliyor. Yani bugün dış borcumuzu ödemeye kalksak, milli gelirimizin yarısından fazlasından vazgeçmemiz gerekiyor!

Bu dış borç stokumuzun önümüzdeki 12 ay içerisinde geri ödenmesi gereken kısmı ise 180 milyar dolar. Aynı zaman zarfı içerisinde, cari dönemdeki ticaretimiz sonucunda finanse etmemiz gereken 55 milyar dolarlık da bir cari açığımız mevcut. Yani önümüzdeki bir yıl içerisinde yaklaşık 235 milyar dolarlık bir döviz kaynağına erişmemiz gerekecek. Milli gelirimizin dörtte birinden fazlası!

Bu rakamlar bir gerçeği en somut haliyle özetliyor: Ekonomimiz dışarıya göbekten bağlı. Üstelik o göbek bağı öyle uzun ve uzun zamandır var ki, dolandığı takdirde ekonomimizi öldürebilecek bir bağ. Durumun ciddiyetini anlatmak için verilerin detayına biraz daha bakmak yeterli.

Mayıs 2018 verilerine göre finansal kesimin uzun vadeli yurtdışı kredilerinin toplamı 113 milyar dolarken, kısa vadeli kredi borcu da 15 milyar dolara yaklaşmış durumda. Reel sektörün de durumu çok farklı değil. Şirketlerin uzun vadeli yurtdışı kredileri 110 milyar dolara yaklaşmışken, kısa vadeli kredileri 5 milyar dolar civarında. Bu rakamların ortaya koyduğu gerçek şu: Tüketicilerin, KOBİ’nin, esnafın, neredeyse tüm ekonomik aktörlerin yaşamsal olarak bağımlı hale geldiği borçlarını aldıkları bankalar, göbekten dışarıya bağlılar! 128 milyar dolar borç yüküyle bağlılar hem de! Milyonların istihdam kapısı olan üretim sektörünün de durumu çok farklı değil! Üretici de, dolayısı ile milyonlarca emekçi de 115 milyar dolarlık bir borç yüküyle dışarıya göbekten bağlılar!

Ekonomide göbekten dışarıya bağlıyız… Üstelik bu göbek bağını Saray rejimi bile isteye kurdu. Üretim kapasitesini arttırmadan sürekli talebi körüklemek üzerine kurulu makroekonomik anlayışla, ekonomiyi dışarıdan borçlanmaya koşullandırdı. Sürekli körüklenen talep, ithalat ihtiyacını kalıcı kıldı. Üretim kapasitesinin arttırılması ve üretimin niteliğinin çağın gereklilikleri ile uyumlu dönüşümü sağlaması yönünde adımlar atılmadığı için üretimimizin de ithalat bağımlılığı temel sorun haline dönüştü. İthalata bağımlı hale gelen ekonomik yapının devamlılığı için döviz ihtiyacını borçlanarak kapatmak da bir zorunluluğa dönüştü. Üretimimizin niteliği, ihtiyacımızı karşılayacak döviz gelirini yaratamadı. Bu döngünün sonucunda, ithalatımızı karşılayabilmek için yabancı sermayenin iştahını yüksek tutma zorunluluğu ekonominin temel unsuru haline geldi. Saray rejiminin, düzeni üzerine kurduğu bu ekonomi politik, elbette bir sınıfsal tercihi de içeriyor: Rantçı inşaat sermayesi ve finans kapital, bu ekonomi politiğin öncelikli kazananları olarak karşımıza çıkıyor. Yani, Türkiye’nin dış dünyayla göbek bağının boynuna sarılmasına imkân yaratacak yapının sorumlusu Saray rejiminin ta kendisi.

Şimdi bunun üzerine Saray rejimi yeni göbek bağlarıyla Türkiye’yi ekonomik olarak daha da zor duruma sokacak adımları atmaya, kurumları tamamen yıkan, keyfiliği ve hukuksuzluğu kural haline getiren anlayışını perçinlemeye devam ediyor. Artık hukuk sistemimiz de, devlet yapımız da göbekten saraya bağlı. Bu kurulan göbek bağının niteliğine, henüz kuranlar da tam hakim gözükmüyor. Bu karmaşa içinde net olan bir unsur var: Yeni rejim inşasının bir parçası olarak Cumhuriyet kurumlarının tümünü yıkma kararlılığı!

Devleti tüm tarihinden kopartan bir yok ediş bu. Yerine neyi koyacağına dair bir netlik ihtiyacı duymadan, ama yerine şahsileşmiş bir keyfiliği yerleştirerek idare edeceğini düşünen bir anlayışla… Kurumların yerini kişilerin, kuralların yerini keyfiliğin, hukukun yerini Saray’ın aldığı bu düzenin kesin olarak vaat ettiği şey istikrarsızlık. Tek kişinin karar vermesinin kesinliği, o tek kişinin keyfiyle ortaya çıkan belirsizliğin tarifi esasında. Devletin sarayla kurulan bu yeni göbek bağının ekonominin boynuna dolanacağının da tartışmasız göstergesi.

Şimdi ülke ekonomisinin çöküşten kurtuluşu için tek yol var: İki göbek bağını da mümkün olduğunca çabuk ve sağlam kesmek! Birinci gerekli adım; hukuku bağımsız kılan, Saray’dan değil milletin egemenliğinin temsil edildiği bir parlamenter demokrasiyle yönetilen bir düzene geçmek. İkinci gerekli adım ise üretim kapasitemizi arttıracak, üretim yapımızı çağın gereklilikleri ile uyumlu biçimde dönüştürmeyi mümkün kılacak reformları yapacak, dışarıdan döviz bulma ihtiyacını ortadan kaldıracak şekilde ihracatının niteliğini arttıracak bir ekonomik dönüşüm. Bu dönüşüm eğitimden, teknolojiden, halkı içine alan kapsayıcı kurumlardan, demokrasiden ve hukuktan geçiyor…

Her ikisini de Saray rejiminin yapması imkânsız! Böyle bir dönüşüm, varlığını bu göbek bağlarına borçlu olan rejim için siyasi intihar olacaktır. İşte bu yüzden yeni bir siyaseti kuracak, yeni bir yönetim anlayışını kendi içinden büyütecek, birbirine dolanan göbek bağlarıyla boğuluyor olan yüzde 99’u mücadeleye ortak edecek yeni bir siyaseti ve örgütlenmeyi var etmeliyiz. Bu örgütlenmeyle ortaya konulacak bir iktidar iddiası sadece bugünün muhalefetine dair bir tartışma değil, yarının Türkiye’sine dair de bir tartışmadır. Ve açıktır ki bu sadece bir tartışma değil, bir zorunluluk ve bu ülkenin gelecek nesillerine karşı hepimizin hissetmesi gereken bir sorumluluktur!

Açık ki; yüzde 50 artı bir düzeninin birbirine doladığı göbek bağlarını çözecek tartışmalara, toplantılara, kurultaylara, yeni bir siyasete, yeni bir anlayışa, yeni bir gelecek umuduna ihtiyacımız her zamankinden daha çok ve daha elzem…

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

Adnan Oktar'ın arşivi nerede?.. - Ahmet TAKAN

Adnan Oktar örgütüne yönelik başlatılan operasyon birden bire gündemden düştü. Medyanın ilgisi azaldı. Her nedense!.. Siyasetçilerden de hâlâ çıt çıkmıyor... Sadettin Tantan'ın İçişleri Bakanlığı döneminde başlattığı operasyonun neden yarım kaldığını, eski AKP İstanbul Milletvekili Emin Şirin'in ısrarla bu irin çetesinin üzerine giderken neden yapayalnız bırakıldığını bugüne bakınca da anlamak, yorumlamak çok mümkün!..

İstanbul polisine ve adliyesine mesafe olarak uzak bir gazeteciyim. Operasyonla ilgili bilgi ve belgelere ulaşmam teknik olarak hayli zaman alıyor. Ancak, konuyu çok yakından takip eden zaman zaman mağdur ailelerle görüşen bir isim Emin Şirin. "Acaba, operasyon ustaca gündemden mi düşürülüyor" hissine kapıldığım için kendisini aradım. Önce bu soruyu ve diğerlerini sordum. İşte telefon söyleşimiz:
"Bu Adnan hoca meselesi başta bizi heyecanlandırdı çünkü hakikaten 20 küsür senedir Türkiye'yi kangren gibi sarmış bir çete. Fakat 1 hafta 10 gündür bir durgunluk var. Bu durgunluk; acaba zülfiyare dokunanların müdahalesiyle mi oluyor yoksa çok ciddi çalıştığını duyduğumuz savcılarımız ve polisimizin gizliliğe riayetinden mi oluyor?.. Bilmiyoruz. İnşallah ikincisidir. Ancak bir takım konular hâlâ ortada. Benim gördüğüm kadarıyla mesele hakikaten aşikâr olan ahlaksızlıkla beraber MASAK'ın finansman kollarında yaptığı bir rapora dayanıyor yani ahlaksızlık ve mali konular etrafında yürüdüğü intibaını ediniyoruz. Hâlbuki bu Adnan hoca meselesi çok daha derin bir mesele. Bir kere FETÖ ile iş birliğinin ortaya çıkarılması lazım. 98'de 'FETÖ'yü ilk ben yazdım ben ortaya çıkardım' diyen Adnan hocanın bu kirli kumpaslarda güya delil toplamada ya da delil imal etmekte FETÖ ile nasıl bir iş birliği içinde olduğunu görmemiz lazım. Bunun bir uzantısı Adnan hocadan çıkan ve ifade veren bir hanım kızımızın basına da intikal eden bir polis ifadesi var. Orada, Zarrab davasının bilirkişilerinin FETÖ tarafından organize edilip, Türkiye'ye yollandığını, bu organizasyonu Adnan Oktar'ın yaptığını ve CHP'deki bazı kişilerle görüşüp bilgi aldıklarını söylüyor.
Bu işin de ortaya çıkartılması lazım. Ondan sonra bir başka konu bunun siyasi ayağı ve şantaj ayakları. Biliyorsunuz FETÖ konusunda nasıl olduysa 15 Temmuz'dan 2 sene geçmesine rağmen siyasi ayağa hiç dokunulmadı. Devlet Bahçeli'nin ısrarla hatırlatmalarına rağmen bu duyulmuyor, siyasi ayağın tetkik edilmesi. Yani muhalefet de bunu pek tabii istiyor da özellikle İYİ Parti, iktidarın yanında duran MHP'nin talepleri de kulaklara girmiyor veya duyulmuyor. Şimdi bunların nasıl olacağını göreceğiz. Beni en fazla alakadar eden konulardan bir tanesi arşivler. Şimdi Adnan Oktar'ın çok ciddi bir kirli arşiv tuttuğunu biliyoruz. Bu arşivin içinde kimler var kimler yok bilmiyorum ama önemli ve tehlikeli bulduğum konu bu kirli arşivin bir kopyası FETÖ'ye veya dışarıya çıkartılmış olması. FETÖ'ye verilmiş olması. Onun için burada ne kadar temizlik yaparsanız yapın arşivin bir kopyası iş birliği yaptığını düşündüğümüz FETÖ'de ise onun sonunda ne olacağını görmemiz lazım. Yani şu anda bir sessizlik var. Bu sessizlik ciddiyetten mi gülmemek için kendimi zor tutuyorum ama neyse ciddiyet bazen olmuyor ama ciddiyetten mi yoksa tavsamadan mı bilemiyorum ama inşallah ciddiyettendir. Ve sadece ahlak ve MASAK boyutunda kalmaz bu iş. Bu FETÖ iş birliği, siyasi etkiler şantaj vs.. konuları da ortaya çıkar diye ümit ediyorum. FETÖ'nün siyasi ayağına benzemesin inşallah.

---Siz, mağdur ailelerle görüşüyordunuz. Görüşme trafiğiniz devam ediyor mu?
Yok, hayır trafik kesildi. Şöyle söyleyeyim, dışarıya çıkan, seneler evvel kurtulan insanlar telefon edip hatta Amerika'dan bile telefon edip bugünkü gayretlerimizi hatırlayıp teşekkür ettiler. Ama bugünkü ailelerin bir sessizliği var ve bunu çok anlayışla karşılıyorum. Çünkü çocukları özellikle kızları hapiste. Ve maalesef bir beyin yıkamaya maruz kalmış bu insanlar hâlâ konuşup anlatıp adaletle de iş birliği yapmıyor gibi görünüyor. O bakımdan da ailelerin de bizle de konuşmamasını anlayışla karşılıyorum çünkü onlar da 10 sene, 20 sene, 25 senedir kaybettikleri çocuklarını kazanma arzusundalar. İnşallah içerdeki insanlar da bu tavsiyelerimizi duyarlar da Adnan Oktar'ın ve başındaki çetenin haricindekiler konuşup bu rezaletleri ortaya anlatıp polisle iş birliği yapıp her türlü hafifletici imkândan faydalanırlar diye ümit ediyorum.

---Acaba bu ailelere bir tehdit mi söz konusu?
Onu söyleyemem, olabilir yani. Adnan Oktar'ın zamanında kendisine faaliyetlerini ortaya çıkarmaya çalıştığımız zaman yaptığı tehditler ve kirlilikler düşünülürse ve Adnan Oktar'ın 2 numarası dahil bazı insanların hâlâ dışarıda olduğu düşünülürse bir tehdit veya bir ürkeklik söz konusu olabilir. Bu iş daha temizlenmedi.

---Siz medyayı da yakından tanıyan bir isimsiniz. Benim dikkatimi çeken bir husus daha var, medyanın da çok acayip bir şekilde gündeminden birden bire düştü. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Zaten sessizliğe büründü derken o manada söylüyorum. Yani polisten veya savcılıktan bilgi alamadıkları için mi sustular veya susmaları rica edildiği için mi sustular veya bilgi geldiği halde aman başıma bir şey gelmesin diye mi sustular? Onu bugün değerlendiremiyorum. Hepsi mümkün.

---Operasyonun sonunu ne görüyorsunuz?
Valla herhalde Adnan Oktar'ın faaliyetleri büyük ölçüde sınırlanmış olacak ancak tekrar söylüyorum, arşivler nerede? Arşivleri devlet ele geçirip imha ediyor mu, edecek mi, bir adli süreç sonunda mahkeme kararıyla imha edecek mi yoksa bu arşiv başka maksatlarda kullanılmak üzere bir yerlerde saklanacak mı? Veya bu arşivin bir kopyası dışarıya kaçırıldı mı? Bu konuları bilmeden nereye gideceğini öngörmek zor. Tabii benim temennim bir adli sürecin sonunda bu kirli arşivlerin tamamının imha edilmesidir.
Göremiyorum bugün nereye gittiğini nerede bu arşivler?
Yani poliste mi, savcılıkta mı, emanette mi? İddianameye ne kadarı girecek? Çünkü anladığım kadarıyla MASAK ve ahlaksızlık vs.. gibi konularsa tutulan arşivlerin bir kısmı, açılacak davalarla ilgisiz kalacak. İlgisi olmayan şantaj dosyaları da olabilir. Bunlar inşallah başka ellerin elinde başka maksatlarla kullanılmaz ve gerektiği şekilde adaletin elinde imha edilirler."


AHMET TAKAN / YENİÇAĞ

Diyanet, sayende gidiyor din elden, dikkat et! - TAYFUN ATAY

Lise yerleştirme sonuçlarında imam hatiplere “tercih hezimeti” ile Diyanet Vakfı’nın özel televizyon (“Diyanet TV”) kurma girişimini işaret eden haber birlikte okunmalı. Bunlar küresel-dijital bir dinamizm ve motivasyonla akıp giden hayatımızın “kültürel cangıl”ında dinin, “din” diye diye nasıl canına okunduğuna ilişkin ibretlik hadiseler olarak karşımızda çünkü... 

İmam hatiplerin bu iktidar zoruyla hazin bir duruma sürüklendiğine ilişkin tablo yeni değil. Önceki yıllarda da işaret etmiştik, bu yıl da vahamet aynı ve dünkü Cumhuriyet’te  Ozan Çepni kardeşimiz etraflıca ama tane tane aktarmış: İmam hatiplerde kontenjanların yarısı boş. İktidarın yüz milyonlarca lira ayırıp “dindar neslin kalesi” saydığı bu okullar toplumca tercih edilmiyor. Ve kimine göre 90 bin, kimine göre 180 bin civarında öğrencinin açıkta kaldığı sonuçlar, imam hatiplere “mecburiyet”i de bu öğrencilerin önüne koyuyor. 

Aklınca 1930’ların, 40’ların Türkiye’sinden “rövanş” almak isteyenlerin sosyolojik cahillikleri, değilse kayıtsızlıkları, imam hatip okullarını, dindar muhafazakârlar da dâhil olmak üzere toplumun bütün kesimlerinin “korkulu rüyası” yaptı. 

Şaka değil, halk arasında konuşuluyor, bana da aktarıldı; dersine çalışmayan çocuklar, imam hatiplerle “korkutulmakta” artık bu ülkede: “Bak, canımı sıkma, çalış derslerini, yoksa seni imam hatibe veririm. Ya da “Sınavı kazanamazsan ne halin varsa gör, gidersin imam hatibe!..” 

Milleti bu noktaya getirdiler. Dinde zorlama olmaz gerçeğini; “Âlemlere rahmet” saydıkları Peygamber’in “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın” nasihatini hiçe saydılar.

***

Aynı minval üzere, toplumun dinine “düzen verme”ye memur kıldıkları Diyanet de kaş yapayım derken göz çıkartacak işlere girişiyor. Bunu da Sinan Tartanoğlu kardeşimiz haber olarak koydu önümüze: Başkanlığa bağlı Diyanet Vakfı bünyesinden çıkan bir anonim şirket, özel televizyon yayıncılığına başlıyormuş. Resmi kanal TRT Diyanet’ten sonra, bir de “özel” Diyanet TV huzurlarınızda! İslami inanç, ibadet, ahlâk esaslarını televizyonla aydınlatıcı şekilde topluma ulaştırmak amacıyla… 

Acaba nasıl oluyor da görmüyorlar dinin hâlihazırda ekranlarda düşürüldüğü içler acısı durumu ve bu işlere soyunuyorlar, ben de buna hayret ediyorum! Defalarca ve referanslar eşliğinde belirttik: Dini televizyona çekmek, dini “çöpe atmak”tır. Dinin “dünyevi bir eğlencelik” haline dönüştürüldüğü yerdir televizyon ekranları, stüdyoları, setleri… Din, kutsallık (“enchantment”) peşindedir; televizyon ise (eğitim değil) eğlence (“entertainment”) peşinde. Ve dinin televizyonla teşrikimesaisi, kutsallığın eğlenceye kurban edilmesinden başka bir sonuç vermez. 


Diyanet Vakfı’nı bilirim. Bünyesindeki İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) bu memlekete en büyük hizmetlerden biri olarak muazzam ve abidevi bir İslam Ansiklopedisi külliyatı kazandırmıştır. Böylesi nitelikli, saygın ve “hayırlı” meşgalelerden sonra şimdi televizyona bulaşmak, görsel kitle kültürü anaforuna onların da nasıl kapıldığını işaret etmekten öteye gitmiyor. Kaybeden, kurum olarak Diyanet, “anlam” olarak da dindir. “Araç” (TV) ise (Marshall McLuhan’ın dediği gibi “mesaj” olmakla da bağlantılı şekilde) kazanandır.
***

Bir de şu var: Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası, manidar şekilde ezan desibelinin alabildiğine yükseltildiğine ilişkin muhtelif tespitler, üstelik beş vakit namazını kılan mütedeyyin çevrelerden, eş, dost, hısım akrabadan geliyor. 
Acaba bir zafer tiradı nev’inden ve Allah için değil de “Reis” için mi okunuyor “Ezan-ı Muhammedi”, ne dersiniz?! 

Üstelik Diyanet, epey bir süre önce bu konuda bir karar da çıkarmıştı; ezanın belli bir desibelde ve bağıra bağıra değil, ahenkli, makamlı, insanın içine huzur, dinginlik, ferahlık verecek şekilde okunması yolunda. Ne oldu peki?.. Herhalde dindarlığın değil, laiklikten intikam almaya takıntılı bir “dinbazlığın” geçer akçe olduğu yer ve zamanda ezan da hırs ve hınçlara kurban ediliyor?!.. 

Peki, ezanın okunmadığı ama “bağırıldığı” bu durum karşısında insanlar ne yapıyor. İşte onu hiç sormayın! Ezanla aynı vakitte ekranda, mütedeyyin çiftlerin de fazlasıyla rağbet ettiği “Yaparsın Aşkım” yarışma programını izleyen bir vatandaş, televizyonun sesini duyabilmek için daha çok açtığı söylüyor mesela!.. 

İşte size bir “Yeni Türkiye” tablosu: Dışarıda yüksek volümde adeta bağıra bağıra okunan ezan; içeride ise televizyon ekranında “araba sevdası” yaşayan mütedeyyin bir “kapalı” kadının, rakibiyle kıyasıya yarışan kocasına, “Daha yükseğe zıpla Aşkım, olmuyor, hadi çabuuuuk” diye bas bas bağırışı!.. 

Sonuç mu? Şudur: Diyanet bugün bu memlekette özel televizyon falan açarak değil, insanın içini kâinata açacak bir huzur melodisi gibi ezan okutup, onu dinlemek için televizyonun sesini kıstırtabildiği noktada dine hizmet eder. 

Yoksa ey Diyanet! Sayende gidiyor din elden, dikkat et!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Donbass damarı - CEYDA KARAN

Küreselleşmeci tasarımın Suriye hezimeti eşliğinde, Ortadoğu’da Rusya Federasyonu öncülüğünde barış alametlerinin belirdiği bir dönemde, yıllık iznimin bir kısmında soluğu Donbass’ta aldım. Donbass, aynı zamanda ABD ve AB’nin 2014’te büyük jeopolitik hataya düşerek giriştiği hamlenin durdurulmasıyla, Rusya’nın Ortadoğu’ya açılmasının yolunu açması açısından mühim. 

Donbass’ın kalbi Donetsk ve Lugansk’ta Sovyetler Birliği’nin kendisi olmasa da yaşatılan mirasını görme, yerel yönetim, sıradan insanlar ve cephe hattında halk milisleriyle konuşma fırsatı buldum. Kiev’deki neoliberal Meydan darbesine karşı Batı medyasının görmediği anti-Meydan protestolarının izini sürdüm. Kiev’e karşı, sınıfsal karakteri itibarıyla emekçilerin desteklediği ‘yurtsever küçük burjuva devriminin’ vuku bulduğu anlaşılan bölgeden izlenimlerimi daha geniş yazacağım. 
Bugünlük kısa bir özet sunalım...
***

Ukrayna’nın vaktiyle müreffeh bu doğu bölgesi, Batılı emperyalistlerin gerici güçleri kullanmaktan çekinmedikleri diyar. Nasıl ki, Suriye’de ‘demokrasi taşımak’ bahanesiyle siyasal İslamcılar kullanıldıysa, Ukrayna’da da ‘neoliberal renkli devrimin’ aparatları Banderistler. Bu yüzden Donbass’ın ahalisi 2014’te Kiev’deki darbeden beri teyakkuzda. 

Nüfusu savaş öncesi 1 milyona yakın, bugün 650 binle ifade edilen Donetsk’in merkezine 15-20 kilometre mesafedeki dış mahalleler Ukrayna ordusunun düzenli ateşine maruz kalıyor. Çatışmanın izleri her yerde. AGİT gözlemcilerinin işe yaramadığı ‘gri bölge’ hattı namlı Halk Milislerinin korumasında. 

Donbass’ta iki entite var. Donetsk Halk Cumhuriyeti DNR ile Lugansk Halk Cumhuriyeti LNR. Ademi merkeziyetçi anlayış oblast geleneğiyle buraya içkin. Halk konseylerinde sosyal hareketler aracılığıyla temsil sağlanıyor. Ukrayna Komünist Partisi’nden kalan KP yüzde 10-15’leri bulan desteğe sahip. Halkın azımsanmayacak kesimi sosyalizm deneyiminden kalan sosyal adalet fikrini önemsiyor olsa da öykündükleri İsveç tipi sosyal demokrasi. Neoliberal dizayn onlar için oligarkları ifade ediyor. 2014’te AB ile Rusya’yı dengeleyeceğim derken devrilmiş Yanukoviç, Batı’da sunulduğu gibi ‘Rusçu’ filan görülmüyor.
***

Rusya’nın burayı işgal ettiği iddiası safsata. Halk milisleri Donbass’ın ‘yerlimilli’ahalisi. Rusya’dan gönüllüler eksik olmasa da etnik aidiyetler çeşitlilik arz ediyor. Kiev’den gelenler, Abhazlar, Gürcüler, Osetler, Tatarlar... Batılı solcuların bulunduğu Uluslararası Tugay’ı saymıyorum. Kırım yüzünden şişirilen ‘Novorosiya’ mefhumuna bakışları gerçekçi. Rusya ile bağları doğal ama özerk konumlarından vazgeçmek niyetleri yok. Nüfusun büyük kısmını Rusça konuşanlar oluşturuyor. Çarlık ve Sovyetler’in emperyal mirasını sahiplenen ‘Putinizm’ algısından süzülen de ‘Rusluk’ değil ‘Rusyalılık’. Doğrusu, burada Sovyetler’in milli kimlik meselesini çok büyük ölçüde çözümlediği kanaatim pekişti. Burada ‘kimlikçilik’ gözlükleriyle anlaşılacak bir şey yok.

***

Donbass’ı Donbass yapan proleterler. Organize bir toplum. Yoksullaşma ve güçlükler eksik değil. Fakat çatışmalar hayatı aksatmıyor. Tek istisna akşam 22.00’de güvenlik sebebiyle sokağa çıkma yasağı. Her yer tertemiz. Donetsk adeta orman içine konulmuş kent. Kömürü, demirçeliği, metalurjisiyle sanayi kenti olsa da havası temiz. Büyük Anavatan Savaşı’nda enkaza dönmüş tüm kentlerdeki gibi ‘Stalinkaya’ denilen anıtsal binalarla dolu. Opera, tiyatro binaları, dans pistleri, mahallelerde sanat okulları, çocuklar için yaratıcılık okulları faal. Donbass’ta yabancı dilin az bilinmesi kültürel emperyalizme alan bırakmıyor. Yoksa gençlerin rağbet ettiği kafelerde Batılı kliplerden geçilmiyor.

***

Donbass’ta küreselleşmeciliğin kilit karşılığı ‘neofaşizm’ ve buna karşı aynı coğrafyanın halklarının anti-emperyalist damarı hissediliyor. Bu durum, Türkiye solunun enternasyonalist dayanışmayı esirgediği Donbass ahalisinin pek az tanıdığı Türkiye’ye bakışını belirliyor. İronik olan Kiev yönetimini destekleyen Ankara’yı ‘anti-emperyalist’ zannetmeleri. 

Fakat aktaracak çok şey var. Burada duralım.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Heleno: Hazin Brezilya hikâyesi - ZİYA ADNAN

Günümüzden 60 sene önce… 1958 senesinin Dünya Kupası finali…
İsveç’in 36.600 kapasiteli Rosunda Stadı’nda kupaya ev sahipliği yapan İsveç, Brezilya karşısında sahaya çıkar. O finalden sekiz sene önce kendi evinde, Maracana Stadı’nda kupayı Uruguay’a kaptırmış olan Sambacılar bu kez aynı hatayı tekrarlamamak niyetindedir. Ama maç onlar adına kötü başlar, İsveç henüz 4. dakikada kaptanları Nils Liedholm’un golüyle öne geçmiştir. Ama uzun sürmez sevinçleri, Brezilya o golden beş dakika sonra Vava’nın golüyle beraberliği yakalarken 32’de yine onun golüyle öne geçer. Devre Brezilya’nın üstünlüğüyle tamamlanmıştır. Maçın bitimine saniyeler kala, uzaklarda bir ülke radyoları başında heyecanla maçın bitiş düdüğünü beklemektedir. Brezilya son dakikalara 4-2 önde girerken 90. dakikada Pele’nin enfes kafa golü farkı üçe çıkartır. Brezilya Dünya Kupası’nı kazanmıştır…


Aynı saatlerde ülkenin Barbacena şehrinin bir akıl hastanesinde hastalar ve çalışanlar zaferi kutlamaktadır. Biri hariç… Odasına kapanmış, 1953 senesinde tanıştığı sanatoryumun tek kişilik koğuşunda, altı yıl boyunca odasının duvarlarında asılı, parlak kariyerinin en güzel zamanlarını anlatan gazete kupürlerine bakarak yaşamış, kim bilir belki eski günlerin hayaliyle ölümü beklemiş eski futbolcu, hayatına son vermeye çalışmaktadır…

Gelin 1940’lı senelerin Pele’si olarak nam salmış Brezilyalıyı hatırlayalım bu yazıda, anlatalım hazin hikâyesini…


1920 senesinde Brezilya’nın Sao Joao Nepomuceno şehrinde dünyaya açmış gözlerini, henüz 12 yaşındayken kaybetmiş babasını. 17 yaşındayken parlamış yeşil sahalarda, futbolun yaşamın parçası olduğu topraklarda. Copacabana Sahili’nde top yerine portakal kullanarak sergilediği hünerler dikkatini çekmiş Botafogo kulübünün scoutlarından birinin. 22 yaşına geldiğinde takımın yıldızı, 27 yaşında Güney Amerika’nın en büyük topçusuymuş. 1939-1948 arasında 235 maçta formasını giydiği Botafogo’da 209 golü var, üstelik çoğunluğu kafayla. O enfes kitabında onu şöyle anlatır Eduardo Galeano: “Çingeneye benzer bir yönü vardı ama yüzü Rudolph Valentino’yu andırıyordu. Kuduz köpek mizacına sahipti ama iş futbol sahasına gelince o gerçek bir yıldızdı...”
Futbol stili zarif bir dansçıyı andırırmış; ayakları sahaya hükmeder, top tekniği izleyenleri büyülermiş. Lastik gibi bir vücuda sahip, rakiplerini kolaylıkla geçebilen, topu ayakları, kafası, hatta göğsüyle kaleye yollayan bir futbol ustası, bir dâhi… Kariyerinin büyük bölümünü geçirdiği Botafogo’da efsaneleşmiş ama karşılıklıymış aşk. Günün birinde bir gazetecinin onun için söylediği, “Sadece bir futbol oyuncusu olduğunu unutuyor” sitemine verdiği cevap o aşkı yansıtır: “Ben bir futbol oyuncusu değilim, bir Botafogo oyuncusuyum.”

Karnaval müziği eşliğinde çıktığı maçlarda sahada hünerlerini sergiler, attığı her golden sonra General Severiano Stadı’nın tribünlerine koşarak kucağında taşıdığı görünmez muzları taraftarlara atarak kendine has stili ile selamlarmış hayranlarını. Futbol oynadığı yıllarda üniversiteye devam edip avukatlık diploması almış. Kariyerinin en parlak zamanlarında, Copacabana Plajı’nda futbol oynayan küçük bir çocuğa para verdikten sonra şöyle der: “Bunun hepsini dondurmaya ve sinemaya harca. Sakın bütün gününü futbol oynayarak geçirme. Hayatta daha güzel şeyler de vardır.”

O dönemin film yıldızı Rudolph Valentino’yu andıran bu yakışıklı, zeki, karizmatik futbol yıldızının çevresinde kadınlar hiç eksik olmazmış. Maç günleri yeşil sahalarda, geceleri gece kulüplerinde, dans pistlerinde, yatak odalarında sergilermiş hünerlerini. “Rio’nun Prensi” olarak nam salmış o yıllarda…
Ancak onca yeteneğine karşın hayli asabiymiş, kimi zaman rakip topçularla, kimi zaman hakemlerle, kimi zaman rakip takım taraftarlarıyla kavga edermiş. Kendi takım arkadaşları bile zaman zaman nasiplerini alırmış onun kontrolden çıkmış öfkesinden. Rakip taraftarlar onu kızdırmak için ‘Gilda’ lakabı takmışlar, o zamanın Amerikalı güzel aktrisi Rita Hayworth’un canlandırdığı bir fahişeyi anlatan 1946 yapımı ‘Şeytanın Kızı Gilda’ adlı filmden esinlenerek. Rakip tribünlerden yükselen ‘Gilda!’ tezahüratı çılgına çevirirmiş futbolcuyu. Öylesine ki bir maçta o tezahüratı duyunca tribünlere koşup şortunu indirip takım taklavatı teşhir edecek kadar deliye dönmüş...

1948 senesi Boca Juniors kulübüyle Arjantin’in yolunu tutan golcünün kariyerinin hızla inişe geçtiği zamanlar. O sezon bir maçta takım kadrosunda yer almadığını öğrenince, takımın teknik direktörü Flavio Costa’nın kafasına silah dayamış ve tetiği çekmiş ama teknik direktörün şansına silah dolu değilmiş. Kadınlara, içkiye ve kumara olan düşkünlüğü yalnız futbol kariyerinin değil, kendi hazin sonunu da hazırlamış. 1949 senesinde Junior Barranquilla’daki kısa serüveninde, gazeteciliğe yeni başlayan Gabriel Garcia Marquez ile tanışmış. Onun Kolombiya macerasını ‘Yılın en güzel hikâyelerinden biri’ olarak tanımlar Marquez. Ama dostlukları kısa sürmüş. Futbolu 1951 senesinde Rio’nun Americas takımında bırakmış. 2012 senesinde Brezilyalı film yapımcısı José Henrique Fonseca, Marcos Eduardo Neves’in kitabından uyarladığı, futbolcunun hayatını anlatan ‘Heleno’ filmiyle yeni nesillere tanıtmış bir zamanların yıldızını.

                                                          •••

Takvim yaprakları 8 Kasım 1959’u gösterirken 39 yaşında hayata veda etmiş Heleno de Freitas, Botafogo’nun efsanesi. Ölüm nedeni, çok zaman önce kaptığı ama tedavi olmayı reddettiği frengi hastalığı olarak geçmiş kayıtlara. Galeano onu anlattığı yazısını şu cümleyle bitirir: “Bir gece tüm parasını bir kumarhanede yitirdi. Başka bir gece kim bilir nerede yitirdi yaşama sevincini? Son gecesinde ise bir yoksullar yurdunda sayıklayarak öldü...”

Bir dünya kupası daha geçti göz açıp kapatıncaya kadar, bir sonrakine kim öle kim kala. Kupayı beş kez kazanan Brezilya bu kez erken havlu attı turnuvaya, cakası futbolundan büyük Neymar bile çare olamadı hüsranlarına. Sambacıları hatırlarken hayatın siyah beyaz olduğu zamanlarda Rio’nun Prensi olarak nam salmış Brezilyalıyı da yâd edelim istedim bu vesileyle, malum kimilerinin bahtı Neymar kadar açık olmuyor…

ZİYA ADNAN / BİRGÜN

Kanlı Ankara Garı davası - MİNE SÖĞÜT

Bundan yaklaşık üç yıl önce... Sadece üç yıl önce... Bir sonbahar gününde.... 
“13 yıllık AKP politikalarından mağdur olan” kalabalıklar Ankara Tren Garı’nda toplandılar. 


Dernekler, sivil toplum kuruluşları, sendikalar... 
En önde taşıdıkları pankartlara “Savaşa inat, barış hemen şimdi, emek, barış ve demokrasi” yazdılar. 
Beş dakika sonra iki canlı bomba, peş peşe kalabalığın içine daldı. 
103 kişi öldü, dört yüze yakın kişi yaralandı. 
Ve ülke o an karardı daha da aydınlanmadı. 
Üç gün yas tutuldu, sonraki üç günde de her şey unutuldu. 
Her şeyi unutmak kolaydır. 
Barış sürecinin ne anlama geldiğini, o sürece kurulan tuzakları, o süreçte düşülen tuzakları, hangi Kürtlerle hangi Türklerin savaşı bitirmek için canla başla uğraştığını, hangi Kürtlerle hangi Türklerin savaş çığırtkanlığına taptığını... 
Politik hesapların ne korkunç kapıları açıp, ne güzel kapıları sonsuza kadar kapattığını... 
Dünyanın ne rezil bir yer, insanın ne rezil bir varlık olduğunu... 
Hepsini... 
Ama hepsini unutun... 
Ama Ankara Gar’ında öldürülen çocukların çektirdikleri o son fotoğraflarda ışıldayan o bakışları unutmamalısınız. 
O katliamın ardından bu ülkede neler yaşandığını unutmamalısınız.
O bombayı patlatanların kim olduğunu, ama gerçekten kim olduğunu unutmamalısınız. 
Barış adına yollara düşmüş bir kalabalığın ortasında değil, bu ülkenin tam kalbinde güdümlü bir iradeyle, bilinçli bir şekilde patlatılan o bombaların insanlarla beraber insanlığı da öldürdüğünü unutmamalısınız. 
O korkunç facianın davası artık karar aşamasında. 
Ortadoğu’da ve bu ülkede nicedir kör parmağım gözüne fink atan koca bir terör örgütünün militanı sanıklar o davada yargılanmaktalar. 
Dava sonucunda o sanıklara ne ceza verilirse verilsin... 
Hak yerini asla bulmayacak. 
Devletler kirli işlerden ellerini hep birlikte çekmedikçe... 
Daha nice kana bulanmış güzel gülüş öyle fotoğraflarda kalacak. 
Duruşma salonlarında sarf edilen, dava dosyalarının içine sıkıştırılmış üç beş cümle, herkes biliyor, sanıklar, tanıklar ve ölüler üçgeninde kurulmuş yalan bir hikâye. 
Sanki tehlikeli devlet politikaları, sinsi hükümet hesapları, uluslararası kirli anlaşmalar hiç yokmuş gibi... 
Terör örgütleri bağımsız çalışan ve legal sisteme sinsice hizmet eden organize yapılar değilmiş gibi görülen bu davalar ve varılan kararlar...
Aslında hiçbir değer taşımazlar. 
Başımıza ne geldiğinin, o insanların neden öldürüldüğünün, terörle güdülen duygulara ne bedeller ödendiğinin, kendinden öncekiler ve sonrakiler arasındaki büyük bir patlamanın aslında neyi patlattığının adını koymaya niyet ve cesaret etmeyen adalet...
Adalet değildir. 
Suçları ve suçluları ve kurbanları aynı kefede kaynatan bir sistem, terörün çeşitli halleriyle iğdiş edilen umutların iyice kaybolmasından başka bir işe yaramaz. 
Terörle gerçekten mücadele etmenin yolu ilk önce sistemi yargılamaktan geçer. 
IŞİD bir nedir, PKK bir nedir, devlet bir nedir, terör bir nedir... 
Bunları aslında herkes kadar o hâkimler ve savcılar da bal gibi bilir. 

Bu yüzden, Kanlı Ankara Garı davası yalandan görülen davaların ne sonuncusudur ne de ilkidir.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Tartışılan meselenin içyüzü: Arap NATO’su değil Arap CENTO’su - MUSTAFA K. ERDEMOL

Kurulacak olan ittifak tamamen Araplardan, Arapların da Sünnilerinden oluşuyor. O nedenle “Arap NATO’su” gibi bir tanımlama gerçekçi değil. Bu yeni bir CENTO düpedüz.


Bizim medyaya sorarsanız oluşturulacak olan yeni ittifak “Arap NATO’su”. ABD ile Ortadoğu’daki kaynaklar bu ittifaktan böyle söz ediyorlarmış. Benzetme biraz sorunlu. Bildiğimiz NATO’nun varlık nedeni nasıl Sovyetler Birliği’ne karşı olmak ise, “Arap NATO”sunun varlık nedeni de bir başka ülkeye yani İran’a karşı olmak. Herhalde NATO benzetmesi buradan çıkmış.

Öncelikle yeni bir bela olacağı anlaşılan projenin resmi adı Middle East Strategic Alliance (Ortadoğu Stratejik İttifakı) yani MESA. ABD Başkanı Donald Trump yönetimi, 6 Körfez ülkesi ile Mısır ve Ürdün’ün katılacağı bu askeri/siyasi ittifak üzerinde uzun zamandır çalışıyormuş. ABD “Katılan ülkeler arasında füze savunması, askeri eğitim, terörle mücadele ile bölgesel ekonomi ve diplomatik bağların güçlendirilmesi konularında da daha derin işbirliği öngörüyor” haberlere göre. Projeyle ilgili olarak 12-13 Ekim tarihlerinde Washington’da bir zirve hazırlığı olduğu da biliniyor. Meğer bu tür bir ittifak oluşturma fikri Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti sırasında, Suudilerce ortaya atılan bir güvenlik paktı kurulması önerisinden çıkmış.

Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü, MESA’nın, İran’ın saldırganlığıyla, terörizmle, aşırılıkla mücadele edeceğini, böylelikle Ortadoğu’ya istikrar getireceğini açıkladı. İstikrardan çok sorun yaratacağı bence çok açık olan bu ittifakın neden NATO’ya benzetildiğini anlayabilmiş değilim doğrusu. Tek bir ülkeyi hedef alan bölgesel bir ittifak söz konusu çünkü. Bu nedenle NATO’dan çok CENTO’ya benzeyen bir ittifak çıkacak karşımıza. Bağdat Paktı da denen CENTO 50’li yıllarda Mısır’ın “millici” Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır’ı durdurmak amacıyla, elbette Sovyet karşıtlığı da olan bölgesel bir ittifaktı. Ayrıca NATO’da Sovyet karşıtı birçok ülke yer alıyordu; Müslüman, Hıristiyan, Budist vs. Ama şimdi kurulacak olan bu ittifak tamamen Araplardan, Arapların da Sünnilerinden oluşuyor. O nedenle “Arap NATO’su” gibi bir tanımlama gerçekçi değil. Bu yeni bir CENTO düpedüz.

Bu ittifakta yer alan gerici/baskıcı Arap rejimleri kendileri için yeni bir güç oluşturmuş oluyorlar ABD eliyle. Ömürlerini uzatacak bu tür oluşumlara katılmaya da çok hevesliler. Her zaman hevesli oldular. Onların yararına yani bu yeni CENTO. Ama bu gerici Sünni yönetimlerden daha fazla bu yeni CENTO’dan yararlanacak olanlar silah tekelleri. İttifak içinde yer alan ülkelere ne kadar çok silah satacaklar, göreceğiz.

Bu Sünni ittifak, bazı Arap ülkelerinde Şii azınlıklar olduğunu hesaba katmıyor. Bunun kendi ülkelerindeki Şiileri de iyice “politize” edeceğini düşünmüyorlar bile. İkincisi, İran’ın harekete geçireceği bir Şii çoğunluk yok Arap dünyasında. Dolayısıyla buradan İran’ın “kışkırtıcı” olacağı iddiası üzerine bir savunma kurmak gerçekçi değil. Çoğu zaman ABD’nin çekip çevirdiği gerici Sünni Arap rejimlerinin zaman zaman ABD’yi etkileyebildiği durumlar da olabiliyor. ABD, Yemen’deki Suudi Arabistan işgaline, Suudi gözüyle bakıp, destek verebiliyor örneğin.

İran kışkırtıcı mı peki?
Kışkırtıcı değilse de bazı ülkelerin iç işlerine müdahil olduğu görülebiliyor. Ama bu ABD’nin Suudi işgali altındaki Yemen’de Sünnileri desteklemesi gibi bir durum. İran’ın şimdiki rejimi gibi, Şah Muhammed Rıza Pehlevi rejimi de komşularının işlerine burnunu sokmuştu.

Şimdiki İran’ın mezhep konusunda Şiiler üzerindeki etkisi, Tahran’ın “Şii devrim merkezi” olarak tüm dünya Şiilerince kabul edilmesiyle ilgili bir durum. İran rejimi bunu istemese de öyle görülüyor yıllardır. Ayrıca 1979 İran İslam Devrimi’nin heyecanlı söylemi daha sakin bir tona dönüştü uzun yıllardır. İlk on yılın “devrim ihracı” politikasından artık eser yok İran’ın.

Sorun İran’ın bir “terör merkezi” olarak görülmesi ise, ABD’deki 11 Eylül saldırıları başta olmak üzere “terör” yaratan grupların hemen hepsinin Sünni olduğu, hatta ABD’nin her zaman kuklası olmuş olan Suudi Arabistan’ın, saldırganların çoğunun Suudi vatandaşı olmasından ötürü 11 Eylül saldırılarıyla ilişkilendirildiği, suçlandığı biliniyor. Yani bugün yakınılan “terör”ün, ona resmi değilse de dolaylı olarak destek veren Sünni ülkelerden kaynaklandığı daha gerçekçi.

Yani kim ne derse desin, ortada öyle gözle görülür bir Şii kaynaklı terör yok. “Arap Baharı” denen süreçte İran, çok etkili olduğu çeşitli Arap ülkelerindeki Şiileri harekete geçirebilmiş midir? Buna kolayca “evet” demek zor.
Yeni Arap CENTO’su, ABD silah tekellerine İran tehdidi gerekçesiyle ittifakı oluşturacak ülkelere milyar dolarlık silah satışı gerçekleştirecek. Bunu yapmak için ABD’nin yeni ittifaka katılımı hızlandırmak için Mısır’a 195 milyon dolar askeri yardımda bulundu. Bu yardımı adı geçen ülkede insan hakları ihlalleri, yapıldığı gerekçesiyle ertelemişti uzun süre. Şimdi yeni İran karşıtı ittifakta yer almasını istediği Mısır’a bu yardımı, insan hakları ihlallerini de unutarak, hemen verdi Trump yönetimi.

Bu yeni Arap CENTO’su, ABD’nin İran karşıtlığını ikiye katlıyor, bu kesin. Bu ittifak, özellikle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ile Mısır’ın askeri güçlerini daha da fazla güçlendirecek bir amaç taşıyor. Bu gücün bugün İran’a ama yarın kime karşı kullanılacağı ise meçhul. Bakarsınız birkaç yıl sonra hedef Türkiye olabilir. İttifak’ın gerici Arap rejimleri açısından faydası Arap coğrafyasındaki “bölünmüşlüğü” ortadan kaldıracak bir potansiyele sahip olması. Bir başka faydası da bu ülkelerin İran ya da başka bir tehlikeyi gerekçe göstererek “kendi kamuoylarına” karşı kullanacakları baskı yöntemleri konusunda birbirlerine ittifak kuralları gereği destekleyecek olmaları.

Bakalım “Arap CENTO”su İran karşıtlığı gerekçesini ne kadar sürdürebilecek? Lübnan, Suriye karşıtlığı da akılda tutulmalı tabii.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN