21 Ağustos 2018 Salı

Tarihten ders çıkarmanın önemi - BARIŞ DOSTER

Türkiye ile ABD arasında yaşanan gerilim; ABD’nin elindeki ekonomik, politik, diplomatik ve teknolojik gücü kullanarak Türkiye’ye çullanması; Türk ekonomisinin yapısal sorunlarından da yararlanarak Türkiye’ye düşmanca davranması, ABD emperyalizminin bölgesel ihtiyaçlarından, ABD’nin nesnel koşullarından ve ABD – Türkiye ilişkilerindeki yapısal bozukluktan bağımsız değildir. İki ülke arasındaki ilişkiler sorunludur, çarpıktır, dengesizdir.
Bir kez daha yineleyelim; emperyalizm kapitalizmin en ileri aşamasıdır. Devlet şeklinde örgütlenmiş haydutluktur. Emperyalizmde sistem gelişmiş, merkez, ileri kapitalist ülkelerin yararına, öteki herkesin zararına çalışır. Diğer ülkelere baskı; siyasi, iktisadi, askeri, kültürel, teknolojik araçlarla yapılır. Ve emperyalist merkezler arasında çelişki esastır. Güney Amerika’da, Afrika’da, Asya’da Mustafa Kemal Atatürk’ün deyimiyle “mazlum milletler” coğrafyasında olanlar bunun kanıtıdır.
TARİHTEN DERS ÇIKARMANIN ÖNEMİ
Tarihimize bakalım: Osmanlı Devleti’nin son 200 yılı, emperyalist baskı altında geçmiştir. Cumhuriyet kurulmadan önceki son 100 yıl, Osmanlı’nın Afrika’dan, Asya’dan, Ortadoğu’dan çekilişinin tarihidir. Önemli düşünürlerimizden Niyazi Berkes, “200 Yıldır Neden Bocalıyoruz” adlı çalışmasında bu sorunun yanıtını arar. Büyük tarihçimiz İlber Ortaylı’nın “İmparatorluğun En Uzun 100 Yılı” kitabında anlattığı dönem, yoksul halkımızın Yemen Türküsü ile ağıt yaktığı yıllar, işte o asırdır. Osmanlı Devleti; toprak vermiş, siyasi ödünler vermiş, iktisadi tavizler, idari imtiyazlar vermiş, ama yine de tasfiye edilmiştir. Batıya ödün vere vere, Batıya daha bağımlı hale gelmiştir. Sonunda da yıkılmıştır. Dönem, emperyalist Avrupa güçlerinin, Osmanlı’nın Hristiyan tebaasını (misal Ermenileri, Rumları) kullandığı, Osmanlı Balkanlarını ve Ortadoğu’sunu karıştırdığı, Arap tebaasını, Kürt tebaasını, merkezi otorite aleyhine kışkırttığı dönemdir. Emperyalizm, Milli Mücadele’den başlayarak Atatürk’e, Cumhuriyet’e karşı da aynı araçları, aynı yöntemleri kullanmıştır.
Belirtmek gerekir; devletler arasında dostluk olmaz. Kimse, kimseye bedava iyilik yapmaz. Karşılığını ister mutlaka. Harbi Umumi (1914 – 1918) devam ederken, 1916 yılında İngiltere ve Fransa arasında imzalanan Sykes – Picot Antlaşması ile bölüşülen Osmanlı, gerçekte mali açıdan çok daha önce Batılı emperyalistlerin güdümüne girmiştir. 1838’de İngilizlerle imzalanan Balta Limanı Antlaşması ile Londra’ya büyük ödünler verilmiş, iç piyasa ardına kadar açılmış, denetim yitirilmiştir. Kırım Harbi (1853 – 1856) nedeniyle 1854 yılında alınan ilk dış borç, katlanarak büyümüştür. 1881’de Muharrem Kararnamesi ve Düyunu Umumiye ile Batıya mali açıdan tam olarak bağlanan, vergi toplamayı bile Batılı ülkelere bırakan Osmanlı, yüzyılın sonunda parasına egemen değildir. Borçlarını ödeyememektedir.
İKTİSAT VE İSTİKLAL BİRBİRİNDEN AYRILMAZ
Büyük önderimiz Atatürk’ün şu sözlerini anımsayalım; henüz Lozan’ın imzasından ve Cumhuriyet’in ilanından önce, 1923’te, İzmir İktisat Kongresi’nde söylemiştir:
“Tarih, milletlerin yükseliş ve çöküş sebeplerini ararken birçok siyasi, askeri, toplumsal sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu sebepler, toplumsal olaylarda rol oynarlar. Fakat bir milletin doğrudan doğruya yaşamıyla, yükselişiyle, çöküşüyle ilişkili ve ilgili olan, milletin ekonomisidir. Tarihin ve deneyimin belirlediği bu gerçek, bizim milli yaşamımızda ve milli tarihimizde de tamamen belirmiş bulunmaktadır. Gerçekten Türk tarihi incelenirse, bütün yükseliş ve çöküş sebeplerinin bir ekonomi sorunundan başka bir şey olmadığı anlaşılır. Tarihimizi dolduran bunca başarılar, zaferler veya mağlubiyetler, yokluk ve felâketler, bunların hepsi meydana geldikleri dönemlerdeki ekonomik durumumuzla ilgili ve ilişkilidir. Yeni Türkiyemizi lâyık olduğu düzeye eriştirebilmek için, kesinlikle ekonomimize birinci derecede önem vermek zorundayız. Çünkü zamanımız tamamen bir ekonomi döneminden başka bir şey değildir”.
Atatürk’ün sözleri ışığında, günümüzde Türkiye’nin izlediği politikaları yorumlarsak, her konuda olduğu gibi, iktisatta da Cumhuriyet’in ekonomi politikalarından uzaklaşmanın ağır bedelini ödediğimizi görürüz. Karma, planlı, milli, kalkınmacı, ithal ikameci ekonomi politikalarından uzaklaşmanın sonuçları ağırdır. İktisat ve sanayide geri kalan Türkiye’nin toplumsal yapısı, teknolojik ilerlemesi, demokratik gelişimi de yara almıştır. Bünyesi, emperyalist saldırılara, dış dayatmalara karşı zayıf düşmüştür. ABD ve Avrupa kaynaklı çullanışlara karşı direnci azalmıştır.
EMPERYALİZME KARŞI ÇIKMAK İÇİN
ABD; Türkiye’nin İsrail’le, Suriye’yle, Ermenistan’la, İran’la, Irak’la, Rusya’yla, Çin’le ilişkilerinde, Ankara’nın ABD taleplerine göre davranmasını istemektedir. Uzun yıllar boyunca da Türkiye, belli dönemler hariç (misal; İsmet Paşa’nın ABD Başkanı Johnson’a karşı çıkışı, Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle yaşanan gerilimde Türkiye’nin ABD üslerini kapatması, 1 Mart tezkeresinin reddi gibi), ABD politikalarına pek de karşı çıkmamıştır. Bu nedenle, ABD’nin PKK terör örgütüne ve uzantılarına (PYD, YPG gibi) verdiği desteğe bile yüksek sesle itiraz etmemiştir. ABD’nin, Türkiye’nin taraf olduğu anlaşmazlıklarda (sözde soykırım iddiaları, Kıbrıs meselesi, Ege’de Yunanistan’la yaşanan gerilimler vb) hep karşı tarafın yanında olmasına ses çıkarmamıştır. 15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişimi sonrasında ABD ile yaşanan gerilimde bile Türkiye, ABD’ye çok sert tepki vermemiştir. Hatta gidip ABD’den 11 milyar dolarlık sivil uçak almıştır. 
Türkiye; NATO bağımlılığını sorgulamalıdır. Çünkü bu sadece iki ülke ilişkilerinde bir dengesizlik kaynağı değildir, aynı zamanda Türkiye’nin bölge ülkelerine daha fazla güven vermesinin önünde de engeldir. Türkiye; ABD’nin iç siyasetimize karışmasını önlemelidir. ABD destekli Kürt açılımı, Ermeni açılımı bir daha gündeme gelmemelidir. Türkiye; komşularıyla ilişkilerini geliştirmeli, ABD’nin İran ve Suriye’ye yönelik hamlelerine karşı çıkmalıdır. Türkiye; ABD’nin Karadeniz’de bayrak göstermesine, Gürcistan ve Ukrayna’yı NATO üyesi yapmasına itiraz etmelidir. Kıbrıs ve çevresinde ABD kaynaklı oyunlara karşı uyanık olmalıdır. Irak ve Suriye’nin bölünmesine karşı, bu ülkeler ve diğer bölge ülkeleriyle işbirliği yapmalıdır.

Barış Doster / Odatv.com

Rusya’da emeklilik saldırısı - GÖZDE KÖK

Putin’in 2005’te ekranlarda yaptığı bir konuşma bugünlerde çok gündeme geliyor:
“Emeklilik yaşının yükseltilmesine karşıyım. Ben başkan olduğum sürece böyle bir karar alınamaz. Genel olarak ülkede emeklilik yaşının yükseltilmesinin gerekli olduğunu düşünmüyorum.”

Düşünceler değişebilir. Putin’in basın sözcüsü Dimitri Peskov da önemli bir hatırlatmada bulunmuş: “Bu konuşmanın 13 yıl önce yapıldığını hesaba katmak lazım.” Tabi ya, nasıl oldu da düşünemedik. Sonuçta aradan 13 yıl geçmiş, dün gerekli olmayan şey bugün olabilir. 
Dün dündür…
Ayrıca, diye ekliyor Peskov, Medvedev hükümetinin yeni emeklilik yasasının oluşturulması tartışmalarında Putin yer almadı. Sözcü bütün ülkenin ayağa kalkmasına sebep olan bu kadar hayati bir meselede Putin’in görüşünün dikkate alınmadığına inanılmasını bekliyor.

Zaten söz konusu olan Putin’in böyle bir şeye istekli olup olmadığı değil, Rusya’da kapitalizmin yasalarının tıkır tıkır işliyor olması. Görüşüne başvurulan bazı Rus ekonomi uzmanları da aynı şeyi söylemiş. Bu eninde sonunda kendini dayatacak bir gündemdi. Devletin bu kadar yükü sonsuza kadar taşıması mümkün değil.

İktisadi sorunların yükünü emekçilere bindirmek ve emek cephesinden sermayeye kaynak aktarımını kolaylaştırmakla yükümlü bir devletin emeklilik hakkına eninde sonunda saldırmak durumunda kalacağını biz de söyleyebiliriz.

Burada kritik olan şey zamanlama. Putin belki 13 yıl önce ülkenin hazır olmadığını düşünüyordu. Emeklilik hakkı karşı devrimin dokunamadığı bir Sovyet mirasıydı.

Sovyetler Birliği birazcık belini doğrulttuğu ilk fırsatta 1936 Anayasası ile bütün yurttaşları için emeklilik hakkını anayasal güvence altına almıştı. Kadınlarda 55 erkeklerde 60 olan o zamanki emeklilik yaşına kimse dokunamadı. Emekli hakları Sovyet dönemi boyunca genişledi. Karşıdevrimin en pervasız yıllarında emekli aylıklarını gasp etmek için ellerinden geleni yapsalar da yasal haklara dokunmaya kimse cesaret edemedi. “Emeklilerin tunç yasasına” 2005 yılında dokunulmak istendiğinde ortaya çıkan toplumsal tepkiyi Putin yazının başında sözü edilen konuşma ile yatıştırmış, konuyu gündemden düşürmüştü.

Ta ki bu yazın başına kadar. Muhtemelen Rusya-Suudi Arabistan maçının hengamesinde kaynayıp gider umuduyla hükümet emeklilik yaşını kadınlarda 55’ten 63’e, erkeklerde 60’tan 65’e yükselten yasa tasarısını açıklamak için Dünya Kupası’nın ilk gününü seçmişti.(*)

Ancak zokayı yutturmak öyle kolay olmadı.

Hükümet kendi seçmenlerinin de içinde bulunduğu toplumun ezici çoğunluğunun karşısında yer aldığı bir yasayı geçirmek isterken risk alıyor.
Emeklilik hakkının yalnızca tarihsel olarak köklü ve içselleştirilmiş bir hak olmasından kaynaklanmıyor bu durum.
1990’larda karşıdevrimin radikal biçimde aşağı çektiği toplumsal refah, ortalama yaşam beklentisi ve bozulan insan sağlığında olumlu yönde ciddi bir gelişme yokken buna cüret edilebilmiş olması infial duygusu yaratıyor.

2016 Dünya Bankası verilerine göre Rusya’da ortalama yaşam beklentisi kadınlarda 71, erkeklerde 66. Ancak bölgesel baktığımızda Rusya’nın 83 bölgesinden 47’sinde yaşam beklentisi erkekler için yasa ile belirlenen yeni emeklilik yaşının altında.
Rusya’da yasa geçerse zaten olağanüstü düşük olan emekli aylığını(**) ya ölüme beş kala alacak ya da hiçbir zaman alamayacak olan milyonlarca emekçi olacak.

Bu sayede devletin kasası 36 milyar dolar tasarruf edecek. Tüm hayatı boyunca çalıştığı halde iki yakasını bir araya getiremeyen ve huzurlu bir emeklilik de çok görülen Rusyalı emekçilerden çalınan para sermaye teşviklerine, batık kurtarma operasyonlarına, silahlanma harcamalarına, Batılı emperyalistlerle girilen it dalaşından kaynaklı yaptırımların finansmanına aktarılabilecek.

Başka türlüsü nasıl düşünülebilir?

Öte yandan yasa tasarısının ilk onayı Duma’dan çıksa da saldırının yasalaşmasının önünde bir süreç uzanıyor. Uzun süredir baskı ve milliyetçilikle zehirleme yöntemi ile hareketsiz kılınan geniş bir emekçi nüfus her şeyi göze alarak mücadele edeceğini Temmuz’un son haftası başlayan ve tüm ülkeye yayılan yaygın eylemlerle gösterdi.

Artan toplumsal tepki, muhalefetin stratejisi ve bu bağlamda emeklilik yasasının kaderi önümüzdeki haftanın konusu olacak.

Gözde Kök / SOL


* Yeni tespit edilen emeklilik yaşlarına 2019’dan itibaren mevcut yaş sınırlarına her yıl altı ay eklenmek suretiyle erkeklerde 2028’de, kadınlarda 2034’te varılacak.
** Ortalama aylık 200 dolar (13 bin ruble).

Kırmızı çizgileri aşmak: Picasso, Nâzım ve Atatürk - EROL MANİSALI

Ressamın her fırça darbesi diğer ressamlardan hatta kendi darbelerinden farklıdır.  Orhan Veli de Attilâ İlhan da Can Yücel de kırmızı çizgilerin ötesine geçtikleri için özgünleşmiş ve yücelmişlerdir. 

Nâzım Hikmet sosyalizm, antiemperyalizm ve vatanseverlik üçgenine çelikten bir ağ gerdiği için hem vatanında hem de dünyada en saygın yerini almıştır. 
Düşmanları bile Atatürk’ü özgün ve kırmızı çizgileri delip geçen bir deha olduğu için övmek zorunda kalmışlardır. 

Sanatta, bilimde, siyasette statükonun ve tutuculuğun hapsettiği sınırlara meydan okuyanlar, hep en öne çıkmışlar: sanatı, bilimi ve siyaseti yüceltmişlerdir.
 
Kopernik, Atatürk, Picasso, Nâzım, Orhan Veli, Fazıl Say hepsi de sınır tanımayan, kırmızı çizgilerin dışına çıkan ve temsil ettikleri sanatı, bilimi, siyaseti ileriye götüren öncülerdir. Yalnız kendi halklarına değil dünyaya örnek olmuşlardır.


Ters taraftakiler 
Bir de ters tarafta olanlar vardır: 
- Statükocular, bozuk düzenin, ilkel yapının değişmesine karşı çıkanlardır. 
- Çağdaş ve öncü değerler yerine sıkı sıkıya statükoya bağlı: bir sülük gibi bozuk düzenden kanla beslenen, ilericiliğe karşı gericiliği savunan: düşünce özgürlüğünü, özgür yaşamı, katılımcı demokrasiyi, kadın-erkek eşitliğini reddeden: karanlık dünyadan çıkmak istemeyen odaklardan 
- Statükodan ve bozuk düzenden, ekonomik ve siyasal çıkar sağlarlar. 
- Türkiye’de Köy Enstitülerini, emperyalizmle işbirliği yaparak kapattıran toprak ağaları, tarikat çevreleri 
- Din tüccarlığı yaparak bundan siyasi ve iktisadi çıkar sağlayan dinciler 
- Amerikancılık, Avrupacılık, Rusçuluk, Çincilik ya da Arapçılık yaparak dış odaklarla birlikte Türkiye’nin bozuk bir düzen içinde kalmasını savunanlar 
- Atatürk devrimlerine, özünde karşı çıkarak çağdaşlaşmaya ve demokratikleşmeye karşı koyan siyasal İslamcı odaklar 
- Çağdaş ve uygar eğitim düzeni yerine çağdışı ve hurafelere dayalı eğitim yolu ile halkı cahil bırakarak “gergedanlaştırmak” isteyen iç ve dış odaklar 
- Lozan’ı ortadan kaldırarak ülkenin bütünlüğünü yok etmek çabasında olanlardır. 


Bunlar Darwin’den Atatürk’e, Nâzım’dan Fazıl Say’a, Attilâ İlhan’dan Picasso’ya hepsinden nefret ederler. Ne tango ne zeybek, ikisini de istemezler.
 
İşte bunlar, içimizdeki gergedanlardır. Ne yaparlar bilir misiniz: önce toplumu aptallaştırıp gergedanlaştırırlar. Sonra kendileri de yavaş yavaş gergedan olmaya başlarlar. 

Atatürk’ün daveti ile Türkiye’ye 1933’te gelen Prof. Fritz Neumark, Hitler Almanyası’ndan niye kaçmıştı: bana 1987’de, “Erol Bey, ben de kimi meslektaşlarım  gibi, gergedanlaşmaktan korktuğum için Atatürk Türkiyesi’ne geldim” demişti.(*) 

Ünlü İngiliz şair ve edebiyatçısının dediği gibi “bütün mesele, gergedanlaşmakmı yoksa insan olarak kalmak mı”

Anlatımı çok basit uygulaması ise çok zor... Bir zeytin ağacının altında bile... İnsanların tüm kavgası bugüne kadar aydınlığı ve karanlığı savunanlar arasında geçmiyor mu? 

Aynen bizde bugün yaşandığı gibi...

Erol Manisalı / CUMHURİYET 

(*) Gergedanlaşmak, sayfa 27, Der Yayınları, 2018

Devletin dövizli sözleşmeleri - ÇİĞDEM TOKER

160 adet refakatçi tipi kanepe...
Devlet Malzeme Ofisi (DMO), Bursa Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü için kanepe satın alma ilanına çıkmış. Belli ki alınacak “refakatçi tipi kanepe”ler, tıp fakültesi hastanesinde kullanılacak. DMO sitesinde sayfalarca şartname yayımlanmış. Kanapenin oturma derinligi 58 cm, koltuk yüksekliği 75 santim olacak. Süngerin niteliği falanca, metal çubuğu da filanca malzemeden.
Peki, bütün bunlar önemsiz mi? 


Tabii ki hayır. 

Bilakis adının başında devlet yazan bir kurumun, vatandaşların vergisine nasıl da sahip çıktığı duygusunu iletiyor. Peki devlet üniversitesi içindeki bir hastanenin refakatçi kanepeleri için bu kadar titizlenen devlet, söz konusu olan şehir hastanesiyse ne yapıyor? 

Bursa Şehir Hastanesi’nin onu yapan şirketçe finanse edilen 389 milyon 29 bin 290 Avro yatırım bedeline karşı,  Sağlık Bakanlığı’nın kaç yıl boyunca kaç yüz milyon TL kira ödeyeceğini biliyor muyuz?

Bilmiyoruz. Tıpkı pek çok şehir hastanesi inşaatı gibi Bursa Şehir Hastanesi inşaatında çalışan işçilerin geçenlerde kötü çıkan yemekler, havasız koğuşlar, kesilen sular ve elektrikleri için işi bırakma eylemi yaptığını da bilmediğimiz gibi.

Kiraları açıklayın hadi
Hem devlet olup, hem bedava arazi verip, hem de döviz üzerinden kiracı olduğu, sözleşme imzaladığı müteahhitlere karşı da vergilerimizi DMO ihalelerindeki gibi etkileyici savunabiliyor mu devlet? Savunamıyor. Savunması da biraz zor.
Hiçbir açık devlet raporunda, devletin şehir hastanelerine kaç yıl, kaç lira kira ödeyeceği bilgisini bulamazsınız. Bu bilgi raporlara konulduğunda, döviz üzerinden sözleşme yaptığı ortaya çıkacak çünkü.  
O nedenle şehir hastanesine dair gerçekleri açıklamak, refakatçi kanepesi satın alınca sergilenen “şeffaflığa” pek benzemiyor.

Bursa Şehir Hastanesi’ni, daha önce açılan Adana Şehir Hastanesi’ni yapan grup yapıyor. Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı, Marmaris Okluk’ta 300 kişinin aynı anda konaklayabileceği dört bloklu 13 bin 166 metrekare kapalı inşaat alanına ihale açılmaksızın başlatılan Yazlık Saray, Ankara İncek’te yapımı süren ve davet yöntemiyle verilen yeni Yargıtay Binası’nı da yapmakta olan Rönesas Grubu yapıyor.

TL’ye dönüş?
Çıkış sebebi rahip Brunson krizi olmadığı halde, bu yüzden çıkmış gibi sunulan ve rıza üretiminde isabetli sonuç alınan ekonomik krizle birlikte, Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) projelerinin revizyonu ve TL’ye dönüş tartışması başladı.

Şehir hastanelerini yapan şirketlere 25 yıl boyunca ödeyeceği kiraları saklayan, otoyol, tünel, havalimanı için şirketlerle imzaladığı Yap-İşlet-Devret (YİD) sözleşmelerini, milletvekillerine karşı dahi “ticari sır” gerekçesiyle açıklamayan, gizli YİD sözleşmelerindeki garantili tarife artışlarını ABD enflasyonuna endeksleyen, şehir hastanesine para veren yabancı bankerler istedi diye bu sözleşmeleri Türk yargısından muaf kılan, bunu TBMM’de ilan eden bir siyasi iktidardan mı bekleniyor TL’ye dönüş?
Ümit etmek tabii herkesin hakkı.  

Yine de hatırlatalım: Bütün bu “rehinli” projeleri yapan az sayıdaki müteahhit şirkete finansman sağlayan yabancı bankalar, o kredileri AKP yönetimindeki devlet kuruluşları, KÖİ sözleşmelerindeki dövizli ücretlere, tarifelere imza atıp taahhüt ettiği için verdi. 

Üstelik, TL’nin bugüne göre kat kat değerli olduğu zaman...
 
Tek bu somut bilgi dahi, artık kabak tadı veren “aynı gemi” metaforunun neden riyakârca olduğunu anlamaya yeter de artar.

Özgürlüğü haksızca elinden alınmış okurlar başta olmak üzere, herkese mutlu bayramlar dilerim.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Bayram gelmiş kimime? - Selcan Taşçı Hamşioğlu


Öyle böyle "bayram" bugün, gölge düşürmeyelim, tadı olanın tadını kaçırmayalım;
Kutlayabilene kutlu olsun.
Hepimize birden kutlu olacağı günler yakın olsun.
"Bayram gelmiş neyime" diyenlerin, bayramı mutlulukla karşılayanlardan fazla olduğu bir ülkede, ne kadar bayram olabilirse, o kadar bayram işte bugün bize de...

***

Bu kekremsi girizgahın birincil nedeni "tamamen duygusal".
Biri yer biri bakarken; biri bir lokma ekmeğe muhtaç diğeri sözüm ona sevaba girmek için kestiği kurbanı kasapta kendi sofrasına göre envai çeşit kesimden geçirip, derin dondurucusuna göre paketletirken olmuyor...
Biri yalın ayakken, diğeri binlerce liralık ayakkabısını sallayarak "instastroy"sini çekerken, olmuyor...
Biri sahildeki bir bankın üzerine kıvrılmış yatarken, diğeri deniz manzaralı yalı dairesinden "bayram selfisi" paylaşırken olmuyor...
Biri kepenk kapatırken, diğeri bir gecede dolar milyarderi olurken, olmuyor...
Biri ilaç bulamadığı için evladının kollarında son nefesini vermesini izleyip, diğeri o ilaçtan koliyle alabilecek paraya burnunu biraz daha kaldırtır, dudağını biraz daha doldururken, olmuyor...
Derdim "zengin"le değil...

"Zengin" ve "fakir" arasındaki uçurumun her geçen gün biraz daha açılıyor oluşuyla...
Aynı ülkede, aynı şehirde, hatta aynı semtte yaşayan çocuklar arasında eğitimden, sosyal yaşama yeni bir "ayrı dünyaların insanları" ötekileştirmesi devrinin başlamasıyla...
Zenginler kahrolmasın tabii ama fakirler de kahırlarından ölmesinler!
Kaynakları daha adil bölüşülebilen bir ülke diliyorum sadece;
Dolar demetleri sallayan o -değişik- memur abilerle, hayatı boyunca bir doların yüzü görmemiş memur çocukları arasında bir eşitlik olması gerekmez mi hiç değilse!

***

Sonra başına gelmeyenin kalmadığı Themis hanım kızımızın hali var tabii;
"Adalet" yani.
"Cep"ten olduğu kadar geniş bir kesimi etkilemiyor yahut ilgilendirmiyor olsa da (ki ilgilendirmeli oysa; bir gün herkese gerekecektir illa adalet) neredeyse son 10 yıldır "neden içeride olduğunu" hukukçuların dahi izah edemediği insanlar gibi bir meselesi var bu ülkenin.
Dün Mustafa Balbay'dı... Tuncay Özkan'dı... Mehmet Haberal'dı...
İlker Başbuğ... Engin Alan'dı...
Bugün Enis Berberoğlu ve daha nicesi...
Kimsenin, kimse için "masumdur" dediği yok dikkat ederseniz...
Kimsenin kimse için "beraat" talebi yok...
Ama binlerce insan "adil yargılama" istiyor ;
O zaman işin sonunda "pardon" denme ihtimali de olan insanların bu kadar uzun sürelerle içeride "tutuklu yargılanamayacağına" hiç değilse özgürlüklerinden çalınmayacağına inanıyor...
O zaman, yeniden dokunulmazlık kazandığı için hakkında kesin hüküm de bulunmadığı, hakkındaki en ağır suçlama da düştüğü için -emsallerinde olduğu gibi- serbest bırakılması gereken milletvekillerinin adeta birer "rehin" gibi ısrarla cezaevinde tutulamayacağına inanıyor...
O zaman, Mehmet Altan serbest kalırken Nazlı Ilıcak'ın içeride bırakılamayacağına, yahut Nazlı Ilıcak içeride tutuluyorsa Mehmet Altan'ın salıverilemeyeceğine -yeri gelmişken mevzu "üst akıl" ise Mehmet Altan'ın Ahmet Altan'dan da, Nazlı Ilıcak'tan da çok daha "üst" bir akıl olduğu da aşikarken üstelik- inanıyor...

Bir suçun faili olan hâkimler, savcılar bir bir bırakılırken, bütün yaptıkları o faillerin suçlarına alkış tutmak olan "iş birlikçi" medyacıların içeride tutulamayacağına inanıyor...
Kaldı ki; o hâkim ve savcıların da zinhar salınmaması gerektiğine inanıyor!
Sadece içeridekiler-dışarıdakiler, hasretlik, özgürlük, haksızlık bağlamında değil; hukuksuzca kollananlar ile onların geçmişteki mağdurları bağlamında da silahları eşitsiz bir adalet savaşının orta yerinde, olmuyor işte... O baklava tabağından aldığın lokma ukde oluyor boğazında Murat Özenalp'in, Ali Tatar'ın katillerinden tahliye haberleri gelirken o mezarların başında dökülen birkaç tanıdık damlayı bile bile...

***

Eh, öz yurdunda gariplik hali var bir de...
Malumun yarasını saralım, kimsesizin kimsesi olalım, elimizde avucumuzda ne varsa olmayan muhtaç, aciz, biçareyle paylaşalım da;
"Kaçtım" dediği ülkeye "bayram tatiline" gidip sonra da bizim ekmeğimize, bizim suyumuza, bizim vatanımıza "ortak" olmaya kalkışan şaibeli bir kitleyi neden taşıyoruz sırtımızda!
Son yılların en ciddi iddiası; bir değil birden çok kişi tekrarladı. Kaynağı bu "tatilci mülteci"ler olan ülke sathına yayılacak şiddet olayları paralelinde gelişecek ve milyonlarca cenaze kalkmasına yol açacak bir çatışma ihtimalinin gölgesinde, öyle bir gün gelirse "tatile gidecek" başka bir ülkemiz olmadığı gerçeğiyle baş başa, arpacı kumruları gibi düşünürken, olmuyor işte...
Onlara hür, müreffeh bir hayat bile sunup sunamayacağımız meçhulken; çocuklar gibi şen olamıyoruz "bayram"ın yüzü suyu hürmetine olsa bile...

***

Hepimize "kutlu" olabilecek bayramların gelmesi dileğiyle...


Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ

Sol için dış politika kılavuzu - İBRAHİM VARLI

Siyasal İslamcı iktidar, rejimi değiştirip yeni Türkiye’nin kilometre taşlarını döşerken, karşılaştığı hemen her krizi “milli beka” olarak yansıtarak muhalefeti arkasına dizmeyi başardı. Dış politikadan ekonomiye yeni rejimin kriz üreten politikalarını eleştiren muhalefet partileri sosyal demokratından ulusalcısına, milliyetçisinden muhafazakârına istisnasız bir şekilde iktidarın gemisine binerek, “milli birlik ve beraberlik” korosuna katıldı. Bu süreçte başarılı bir sınav veren sol/sosyalist güçler ise “aynı gemide değiliz” diyerek iktidarın oyununu boşa çıkardı. 
Peki sol, sosyalist güçler krizlere nasıl bakmalı, ne yapmalı?


1- Sol, moda tabirle “fıtrat”ı gereği dış politikaya egemenlerin gözünden bakmaz. Ne kendi ne de uluslararası egemenlerin. Hâkim sınıfların, siyasi iktidarların penceresinden olaylara yaklaşmayı tabiatına aykırı kabul eder.
2- Sol, egemenlik, paylaşım ve nüfuz savaşlarının parçası olmaz. Birinci emperyalist paylaşım savaşı sırasında İkinci Enternasyonal’in düştüğü ‘tarihi hata’ya düşmez. Kendi egemenlerinin yanında saf tutarak, savaş kışkırtıcılığı yapmaz.
3- Sol, hiçbir güvenlikçi, jeopolitikçi hesaplamanın içinde de olmaz. Bu tarz yaklaşımların egemenlerin dümenine su taşıdığının, onların çıkarlarına hizmet ettiğinin ‘fevkalade’ bilincindedir.
4- Sol, gizli-kapaklı pazarlıkların içinde de yer almaz. Uluslararası güç odaklarıyla kirli ittifak ilişkilerine girmez, kapalı kapılar ardında iş çevirmez. Bolşeviklerin Ekim Devrimi’nde yaptığı gibi, kendi egemenlerinin yaptığı gizli anlaşmaları teşhir eder, yapılan anlaşmaları bozar.
5- Sol, emperyalist kamplar arasında da taraf tutmaz. Hiçbir emperyalist-kapitalist kampa sırtını dayamaz. Onlardan medet ummaz. Emperyalist kamplar arasındaki çekişmelerden yararlanmaya çalışır. Kendi seçeneğini yaratmanın peşinde koşar.
6- Sol, komplo senaryolarına da teslim olmaz. Bölgesel ve küresel denklemleri yorumlarken “üst akıl”a sığınmaz. Uluslararası/bölgesel gelişmeleri emperyalizm olgusunu asla ihmal etmeden, kolaycılığa kaçmadan değerlendirir.
7- Sol, dış politikanın “sınıflar üstü” niteliği yalanına da inanmaz. Tıpkı iç politika gibi dış politikanın da sınıfsal olduğunun bilincindedir. Buna göre hareket etmeyi, politika belirlemeyi görev bilir.
8- Sol, sınıf bilincini unutmaz, “milli çıkar” aldatmacasına kanmaz. “Dış politikada sen ben kavgası olmaz, dış politika milli politika demektir” şeklindeki “resmi” tezi reddeder.
9- Sol, dış politikaya soydaş, akraba topluluklar penceresinden de bakmaz. Kan bağı üzerinden, etnik, dinsel, kültürel bağlar üzerinden kurulmak istenen bağlara karşı çıkar.
10- Sol, devletlerin tıpkı iç politikada olduğu gibi, sermayenin ve sermaye düzeninin çıkarlarını tüm ulusun çıkarlarıymış gibi sunduğunun, iktidarların bütün bir toplumu buna inandırmak istediğinin farkında olmak zorundadır. Bu aldatmacaya da kanmaz.
11- ‘Milli çıkarlar’ sermaye düzeninin çıkarlarından başka bir şey değildir. ‘Milli çıkar’ adı altında iktidarın politikalarına verilecek her destek, solun enternasyonal, özgürlükçü, bağımsızlıkçı kimliğine bir darbedir. Sol “milliyetçi” değildir, ancak yurtseverdir.
12- Sol her ne koşul altında olursa olsun, iktidarların siyasal ve ideolojik yönelimlerine meşruluk kazandıracak argümanlar üretmekten kaçınır. Söylemleriyle savaşlara, işgallere, müdahalelere meşruiyet kazandırmaz.
13- Solun referansı halkların, toplumların kardeşliği ilkesidir. Milliyetçi şoven basıncın etkisine yenik düşmeden, savaş tamtamlarının tesirine girmeden bu evrensel ilkesinden ödün vermez. Sol aynı zamanda gericiliğe, faşizme, emperyalist boyunduruk ve bölgesel savaş tehdidine karşı bütün ilerici, aydınlanmacı, yurtsever, devrimci güçleri birleştirmeyi, onlarla birlikte hareket etmeyi hedefler.
14- Sol, haksızlıklar, adaletsizlikler karşısında her durumda doğrudan, ezilenlerden, ötekilerden, mazlum halklardan yanadır. Tercihini bu yönde yapar. Nerde zulme karşı bir başkaldırı varsa destekler, ancak bu her isyana destek vereceği anlamına gelmez.
15- Sol bir isyanı, ayaklanmayı, başkaldırıyı desteklerken, o isyanın dinamiklerine, taleplerine, ittifak yapısına ve dış güçlerle/emperyalizmle olan ilişkisine bakar. Şili’de sosyalist Allende yönetimini deviren CIA destekli kamyoncular grevinden, Polonya’da Vatikan destekli Dayanışma Sendikası’nın eylemlerinden, Suriye’ye demokrasi götüreceği iddiasında bulunan ABD ve Batı destekli radikal İslamcıların hallerinden dersler çıkarır.
16- Sol, hiçbir koşul ve şart altında sınıfsız, sınırsız herkesin eşit yaşayacağı bir dünya özleminden vazgeçmez. Sınırların kaldırılmasını savunur.
17- Sol, ABD emperyalizminden ekonomik-siyasi bağımsızlık için mücadele eder, emperyalizmi kapitalizmden ayırmaz, emperyalizme karşı mücadeleyi ‘içsel’ bağlantılarından, işbirlikçi güç ve kurumsal varlığından ayırmadan sürdürür.
18- Sol, ABD ile iktidar arasındaki kırılma noktaları ve iç politika eksenli yaratılan dalga üzerinden sörf yapmaya çalışmaz; iktidara karşı çıkmak adına emperyalizmin gemisine, emperyalizme karşı çıkmak adına faşizmin gemisine binmez. Emperyalist kampın iç çelişkilerinin emekçiler üzerinde yarattığı yıkımın üzerinin milliyetçi-popülist söylemle örtülmesine karşı mücadele eder, kendi yolunu açmak için mücadele eder.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Devlet arşivinde kıyım - ERK ACARER

İnsana da tarihe de değer yok. Arşivde personel kıyımı yaşanıyor. Tarihi belgeler, bilgisiz kişilere emanet edilecek. Devletin zararı büyük olacak.


Bürokraside ve çalışma hayatında kadrolar partili yakınlarıyla yeni baştan yaratılırken, deneyimli personel saf dışı ediliyor. Liyakat, hiçbir biçimde önemsenmiyor. Devlet arşivlerinde 30 yıldır çalışan 250’linin üzerindeki deneyimli personelin dağıtılarak, sürgünle uzmanlık alanları farklı yerlere gönderilmesi yaşananlara son örnek. “İhtiyaç fazlası” denilerek dağıtılan arşiv personelin yerine aynı sayıda eleman alınacağına yönelik sinyaller var. Kırgın olan personel, önemli konulara dikkat çekiyor: “Belgeden anlamayan personel, tarihi birikimi sıfırlayacağı gibi yeni belgeleri de değerlendiremeyecek. Devlet hem manevi hem de maddi anlamda büyük zarara uğrayacak.”

Sürgünü bilgisayar başında öğrendiler
24 Haziran seçimleri ile gelen sistem değişikliğinin ardından, birçok kurum gibi Devlet arşivleri de Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı. Ancak devlet arşivleri kararnamesine, “personeli ile birlikte bağlanır” ifadesi eklenmedi. Böylece 30 yıllık uzman arşiv personeli memur havuzuna bırakıldı. Arşiv çalışanları kurumla ilişiklerinin kesildiğini internetten öğrendiler. 11 Ağustos’ta Devlet personel Başkanlığı’nın bilgi edinme ekranından, uzman personelin büyük çoğunluğunun meslekleri ile ilgili farklı kurumlara atandığı bilgisine ulaşıldı.

Deneyimli personel gitti
Uzun dönem ihmal edilen devlet arşivlerinde, 1986 yılında büyük bir tasnif faaliyetine girişildi. Üniversitelerin tarih, edebiyat, ilahiyat bölümlerinden mezun olmuş Osmanlıca bilen personel sınavla seçilerek sözleşmeli olarak göreve başlatıldı. 1987 yılından bu yana depolarda bulunan yığınla evrak ayıklanarak tasnif edildi, okundu, özetlendi ve kataloglandı. Evrakların, restore edilme işlemleri başarıyla yürütüldü. Bugüne kadar tam 45 milyon evrak tasnif edildi. Böylesine bir birikim ve deneyim varken, 30 yıllık kurum personelinin dağıtılmasına tepkiler de büyüyor. Türk Arşivciler Derneği, personel kıyımı ve sonrasında meydana gelebilecek tarih kıyımının sonuçlarını başlıklar halinde değerlendiriyor.

‘Devlet zarara uğrayacak’
Dernek, “Devlet arşivleri mülga bir kurum değildir” diyor: “Kurum personelinin başka kurumlara atanması kabul edilebilir bir durum değildir. İstihdam fazlası gibi gösterilerek tasfiye edilen tasnif personelinin yerine yeni personel alınmasının planları yapılmaktadır.”

Personele yapılan haksızlık da şu ifadelerle ele alınıyor: “En önemli özelliği Osmanlıca belge okuma becerisine sahip olan uzman arşiv personeli, ilgili ilgisiz kurumlara atanarak işlevsizleştirilmiştir.”

Devletin maddi ve manevi anlamda zarara uğratılması da kayda değer notalardan biri: “Osmanlı arşivinde tasnif edilmeyi bekleyen hâlâ milyonlarca evrak dururken uzman personelin hiçbir kritere bağlı kalınmaksızın dağıtılması devleti her anlamda zarara uğratmaktadır.”

Türk Arşivciler Derneği, kıyımın nedenini de değerlendiriyor: “Sayıları 250’yi aşan uzmanın, ilişiklerinin hiçbir kriter dikkate alınmadan kesilmesinin, her tür muhalif görüş ve davranışı yok etmek amacına yönelik olduğu son derece açıktır.”

‘İhtimal vermek istemiyoruz’
Uzun yıllar arşivde çalışan gazeteci Kerime Yıldız, “Bu personel öyle memur havuzuna düşecek personel değildir” diyerek anlatıyor: “Devlet arşivleri beynelmilel bir yerdir, akademik seviyesi vardır. Japonya’dan Amerika’ya kadar araştırmacılar gelir. Büyük bir hata var. Bu hatanın bile bile yapıldığına ihtimali vermek istemiyoruz. Çünkü devlet, devletin arşivine hain olmaz!”

“Bu hatadan bir an önce dönülmeli” diyen Yıldız; kurumdaki personelin çok kalifiye olduğuna dikkat çekiyor: “Karşıdan bakarak belge hakkında bilgi verebilecek düzeyde insanlar. Bu insanlara bir çırpıda işiniz bitti denemez.”

‘Okumazsan böyle olursun’
Arşive uzun yıllar hizmet verdikten sonra emekli olan Yıldız, 86’dan bu yana, kurumda yapılan özverili çalışmaları da aktarıyor: “Kapılarına kilit vurulmuş, içerisi tamamen örümcek ağı tutmuş, farelerin cirit attığı depolarda belgeleri kurtardı bu insanlar. Yüksek okul mezunu arkadaşlar, el arabalarıyla dışarı belge çıkarırlar, dışarıdakiler ise bunların başına toplanırdı. O simsiyah çöp yığını içinden parça belgeler pullar, ayıklanmaya çalışılırdı. Bunu, ünitesine mezunlarına yaptıramazsınız. Ayrıştırma işlemlerinde zehirlenme riski vardı. Ama yüksünmediler. Onları uzaktan görenlerin, çocuklarına; “Okumazsan böyle olursun” dediği bizde fıkra gibi anlatılır. Yaşanmış bir olaydır. Dönemin ANAP Vekili ve Bakanı Hasan Celal Güzel’in açıldığında üzüntüden gözlerinin dolduğu meşhur depolardır bunlar. Hepsi temizlendi, kurtarıldı. Herşey Kağıthanedeki arşiv sarayına getirildi. Aynı personel masa başı işlere geçti. Burada da belgeler katalog aşamasına gelip, araştırmacının önüne gidene kadar özveriyle çalıştılar. Arşivle yatıp kalktılar. Yerlerine gelecek insanlara bunları nasıl vereceksiniz; mümkün değil. Peki ilişiği kesilen personel gittiği yerde ne yapacak?”

Yıldız, bir başka konuya da şöyle değiniyor: “Deneyimli personel istihdam fazlası diye yollanıyorsa neden yerlerine yenilerinin alınması için hazırlıklar yapılıyor? Bir kurumda 250’den fazla kişinin istihdam fazlası olması da gerçekçi değil. Üstelik milyonlarca belge henüz tasnif edilmemişken. Arşivde her görüşten insan var. Personel kıyımını neye göre yaptıkları belli değil. Kriter yok. Basında, ‘Bu personel Cumhurbaşkanlığına layık değil’ gibi laflar dönüyor. Hayır, bu insanlar özverileri, bilgi ve donanımlarıyla Türkiye’ye layık. Şerefleri ile 30 yıl ülkeye hizmet ettiler.”

                                                            ***
İmha etmez, belge kurtarır
Arşiv uzmanı Kerime Yıldız, kamuoyunda az bilinen ve maniple edilen ‘arşiv imhası’ konusuna da şöyle açıklık getiriyor: “Arşivleri bilmeyenler için kolay sözler. Devlet daireleri, 10 yılda bir eski belgelerini bize yollamak zorundalar. Bunu yaparken de bazı belgeleri imha etmeliler. Ancak ellerine ne gelirse, her şeyi koliler, bize gönderirler. Kolilerden okudukları dergiler bile çıkar. Bu ayıklamayı biz yönetmeliğe göre yapmak mecburiyetinde kalırız. Arşivde belge imha edilmez belge kurtarılır.”

Erk Acarer / BİRGÜN

20 Ağustos 2018 Pazartesi

Lütuf düzeni - Kemal Can

• AKP Kongresi yeni bir siyasi rota gösteriyor mu? 
AKP, iktidar döneminin en ciddi krizlerinden birini yaşadığı günlerde kongresini yaptı. Böyle bir dönemde normal bir partide olması gereken hiçbir tartışma ne salona ne basına yansıdı. Kongrede herhangi bir siyasi yarış yaşanmadığı gibi, Türkiye’nin meselelerinin partinin gündeminde olup olmadığı da tartışmalı. Erdoğan’ın belirlediği yönetimin özelliklerinden strateji, konuşmasından mesaj ayıklanmaya çalışıldı ama pek de yeni bir şey çıkmadı.


Uzun bir süredir AKP artık bir siyasi parti değil. Erdoğan’ın mecburen Beştepedışında tuttuğu ve seçim işleri dairesi olarak kullandığı bir hizmet birimi. Yine uzunca bir süredir partide görev alacaklar ve görevlerin nasıl yapılacağınabizzat Erdoğan karar veriyor. Bütün Türkiye için uygulanan “lütuf düzeni” en mükemmel şekilde AKP’de icra ediliyor. Herkes mücadele ederek, hak ederek değil, “Reis” lütfettiği için göreve geliyor ve görevde kalıyor. 

• Lütuf düzeni sadece siyasi alanda ve “muhtaçlar” için mi? 
Erdoğan, dış politikadan ekonomiye, adaletten popüler alana kadar her zeminde kabul ettirdiği bir lütuf düzenini sürdürüyor. Erdoğan’ın lütfu, sadece sınırlı yardımlarla ayakta kalmaya çalışanların, yerini ona borçlu olanların değil, koca koca devletlerin yöneticilerinin de müracaat ettiği bir şey haline gelebiliyor. Bazen kapılarına yığılan mültecileri durdurmak, bazen rehin alınan bir vatandaşlarını geri almak, bazen de bir satış anlaşması yapmak için. 

AKP iktidarı kuruluşundan itibaren ve şimdi sarıldığı “ekonomik savaş” argümanına rağmen “piyasa ekonomisi”, “küresel finans düzeni” gereklerindenhiç ayrılmadı, ayrılmayı düşünmedi. Ancak, bir süredir ekonomik paylaşım, hâkim güçlerin kârlarından kayıp etmemek koşuluyla destek verdiği bir lütuf filtresiyle birlikte uygulanıyor. Bu düzen, çok isabetli kavramlar olan “ahbapçavuş kapitalizmi” ve “kayırma ekonomisi” destekli. 

• Krizlerle lütuf düzeni arasında nasıl bir ilişki ve etkileşim var? 
Lütuf düzeni krizlere hem ihtiyaç duyuyor hatta bizzat üretiyor hem de krizleri büyük bir imkân olarak kullanmayı biliyor. Lütuf, zorluk anlarında veya yakın bir tehlike olduğunda çok daha etkili. Böyle olunca hem kabulü, hem minneti artıyor. Krizler ve kriz olasılıkları, zaten hak olan şeylerin bir lütuf haline getirilmesini tartışmak yerine, lütuftan faydalanmayı, en azından dışında kalmamayı daha önemli hale getiriyor. 
Bir insanın özgürlüğünden olması, bir dizinin yayımlanmaya devam etmesi, bir ihalenin alınması veya bir şehrin kaderi lütfa bağlı olabiliyor. Ama lütufdüzenini devam ettiren şey, otoritenin gücünden çok bu işleyişin kabul edilme seviyesiyle ilgili. Krizler, lütuf düzeninin kabul sınırları için genişleme imkânları yaratıyor. Örneğin, seçim arefesinde kamu tasarrufu gerekçesiyle yerel yönetim bütçelerinin Beştepe lütfuna bağlanma hamlesinde olduğu gibi. 

• Lütuf düzenini, sadece imkânlardan faydalananlar mı besliyor? 
Lütuf düzeni, iki koldan işliyor: İlki, çözülmez gibi görünen bir meselesini çok da sıradan olmayan bir yöntemle hemen halledilebilmesi. İkincisi, “normal” yollarla kolayca çözülebilecek bir meselenin lütfedilmedikçe asla hal yoluna girememesi. Milyarlarca liralık borçların bir kalemde silinmesi veya makul ve inandırıcı bir delil olmadan insanların hapiste tutulması gibi sonsuz sayıdaki örnekte görüldüğü gibi, “o derse olur veya o demezse olmaz” inancı anahtar. 

Lütuf düzeni, sadece bu imkânlardan faydalananların sağladığı destekle yürümüyor. Bu çemberin dışında kalanlar, yanına bile yaklaşamayanlar,kalabalık bir seyirci grubu da, bu düzene bilmeden destek veriyor. Yaşanan çarpıklıkları bir düzen meselesi olarak karşılamak yerine fazla kişiselleştirmek,lütuf merkezini olduğundan daha önemli yapıyor. Kişisel katkısı çok büyük olsada, “her şey onun yüzünden oldu” fikri, dolaylı olarak “her şeyi ancak o çözebilir” efsanesini de besleyebiliyor. 

• Erdoğan’ın her krizden güçlü çıkması nasıl mümkün oluyor? 
Bu sorunun cevabı ikiden çok daha fazla. Siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel veçheleri olan çok karışık bir mevzu. Ancak, bu yazı bağlamında, Erdoğan’ın seçilmiş olduğu makam dolayısıyla yapmak zorunda olduğu görevleri bile bir lütuf haline getirebilmesi, önemli bir neden olarak işaret edilebilir. Bu beceriyi besleyen taktik hamlelerden en belirleyicisi de, bilinçli olarak müdahale geciktirmek, olgunlaşana kadar hamle bekletmek. 

Bu taktik hamleyi destekleyen ve Erdoğan’ın çok güvendiği iki önemli muhalefet hastalığı ise, abartı ve kısa menzil aceleciliği. Zaten kötü olan birşeye felaket demek, beklenen olumsuzluğa dikkat çekmek yerine alarm vermek, yapılan her abartı, gerçekte çözüm olmayan hamlelerle kolay “başarıları” mümkün hale getiriyor. Aynı şekilde, siyaset söz konusu olunca kritik noktaların tek olayla birdenbire gecilmeyeceği de kabullenilemiyor. Ne yazık ki, siyaset hayat kadar hızlı değil.

Kemal Can / CUMHURİYET

Gümbür gümbür gelen sadece ekonomik kriz mi? - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Bu memlekette çocukların daha güzel, daha aydınlık günler görmesini isteyenler için rehavet lüksü yok. Yaz tatili, bayramlar bu boğucu atmosferde azıcık da olsa gündemden uzaklaşmak için bir fırsat olarak görülse de aslında memleket meselelerini dert edenler dağ başında da, yaylada da, sahil kenarında da siyaset konuşmaya, çıkış yolu aramaya devam ediyor. Çünkü ne ekonomik krizin öncü sarsıntılarına kayıtsız kalmak mümkün ne de gelecek kaygısından soyutlanmak. Hepimiz 2019 kışının çok zor geçeceğinin farkındayız.


“Krizi fırsata çevirmek” sözü tam olarak lügatimize ne zaman girdi bilinmez ama ifadenin kapitalizm ve bireyciliğin yaygınlaşmasıyla yakın bir ilişkisi var. Kriz kaçınılmaz ise “aklını kullan”, “zayıf olanların üzerine bas” ve “kendi zenginliğini arttır” mottosu zaman içinde siyasal aklın da düsturu haline geldi. Bugün kur - faiz arasına sıkışmış Türkiye ekonomisi resesyon tehdidi altındayken, enflasyonun yüzde 20’lere çıkma ihtimalinden söz edilirken, cari açık almış başını gitmişken iktidar “krizin fırsata döneceğini” iddia ediyor. Nasıl bu kadar rahatlar derseniz cevabı yakın geçmişte saklı. Erdoğan ve AKP kendilerinin müsebbibi oldukları krizlerden hep güçlenerek çıktılar. Kimi zaman müttefiklerini harcadılar kimi zaman kendi içlerindeki muhalefeti temizlediler ama menfaat kavgasını hep “Türkiye’ye karşı bir komplo” olarak göstermeyi bildiler. Meclis’teki muhalefet de bu kritik zamanlarda stepne görevi gördü.

‘Ya Erdoğan’ın gemisindesiniz ya Amerika’nın’ lafı tam da bu durumu açıklıyor. Nereden tutsanız elinizde kalacak safsatayı tek söyleyen Perinçek değil maalesef. Kendini “bağımsızlıkçı”, “ulusalcı” olarak niteleyenler arasında da bu kervana katılanlar var. AKP’nin hala ABD’den medet umduğu, Menbiç’teki “işbirliğinin” zafer olarak sunulduğu, ABD’nin bölgedeki mihmandarlığının kabullenildiği bir konjonktürde Erdoğan’ı “milli cephenin başkomutanı” olarak resmetmek olsa olsa menfaat avcılığı. Öte yandan Perinçek’e, ulusalcı görünen bir kaç figüre bakıp yakın zamanda Erdoğan’ın müstakbel müttefikinin laik-cumhuriyetçi mahalleler olacağını iddia etmek de bir o kadar abesle iştigal. İktidarın İslamcı ideolojik dayatmalarını yok sayan bu liberal tez, zamanında liberallerin AKP’ye verdikleri desteği unutturma çabasından başka bir anlam ifade etmiyor. 

Erdoğan’ın AKP kongresinde yaptığı konuşmanın alt metni çok açık. Krizi “ekonomik savaş” olarak betimlemek yalnızca milliyetçi tahkimat işi değil aynı zamanda sermaye fraksiyonları arasındaki olası gerilimi örtme hamlesi. TÜSİAD ile TOBB aynı çizgiye gelmişse AKP bunu bir ölçüde başarmış demektir. Sermaye uzlaşması sağlanınca muhalefetin tamamen tasfiye edileceği yeni bir saldırı başlatılacak. Meclis’e zevahiri kurtaracak bir süs olarak dahi tahammül edilmeyecek. Ağırlaşan ekonomik tabloyu, krizden en çok etkilenenlerin öfkesini manipüle ederek hafifletmeye çalışırken, iktidar güdümündeki cemaatlere ve para-militer güçlere yeni alanlar açacak. Dolar protestoları esnasında gördüğümüz o en kaba, en ilkel tepkiler önümüzdeki süreçte “yerli ve milli” vasatın sınırlarını inşa edecek. O vasatın dışında kalanlara karşı da yine “düşman hukuku” devreye girecek...

Meclis’te sandalyesi olan muhalefet gidişatın farkında mı derseniz onun cevabı pek iç açıcı değil. 24 Haziran’ın üzerinden geçen yaklaşık iki aylık süre zarfında Meclis’teki muhalefet sanki seçim öncesinin söylemini sürdürürse etkili bir siyaset yapıldığına kitleleri ikna eder hayaliyle yoluna devam ediyor. Uzağa gitmeye ne hacet, bakınız Demirtaş’ın eleştirilerine karşı HDP yönetiminin sergilediği tutuma ya da kurultay isteyen CHP’lilere genel merkezin disiplin kartını göstermesine... Kendi seçim mağlubiyetlerini kabul etmedikleri gibi özeleştiri çağrılarına da kulaklarını tıkamış vaziyetteler. Meclis’te mücadele imkanlarının rafa kalktığını reddedip duruyorlar.

Sermayenin doğrudan sözcülüğünü yitiren liberal kanat kriz ortamında “düzen içi” çözümleri gündeme getirmesi için muhalefetin popüler isimlerini teşvik ediyor. Yeni rejimin karakteristiğini anlamaya direnenler de bu tezleri tekrarlayarak krize reçete sunduklarını zannediyorlar. “Düzen içi” çözümün yeni bir demokrasi seçeneği çıkarma potansiyeli sıfır olduğu kadar kemer sıkma politikalarından başka vaat edebileceği bir şey de yok.

Peki “düzen dışı” çözümler üretmek ve bunları kitleselleştirmek olası mı? Ekonomik krizin yükü ile eğitim, sağlık temel alanlardaki tahribatın etkilerini birleştirecek ve örgütleyecek bir yapıya ihtiyacımız var. Bu işin bir ayağı ancak düzen dışı kalma konusunda ısrarcı bir parti ve kadroları tarafından diğer ayağı ise hareket biçiminde politik eylemlilik yürüten bir siyasi özneden geçiyor. İkisi arasındaki dinamik ilişki birleşik mücadelenin güncellenmesini sağlayacağı gibi tabandaki umutsuzluğun dönüştürücü bir güce evrilmesine de yol açacak.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN


Hayatı savunan şair - Oğuz Tümbaş

Çocuklar… En çok savaşta, yoksullukta, kavgada zarar gören, yaralanan, ölen, açlık çeken şair ki içinde her zaman bir çocukla yaşayan, besleyen… Özge de onlardan biri.

Emeğe saygının, evrensel duyarlığın, devrimci geleneğin, devingenliğin, umudun ve direncin şairi Sennur Sezer “Sesimi Arıyorum” şiirinde: Bir ses arıyorum / Yeni bir şarkı için / Çocukların ilk sözcüğü gibi umutla, / Sevinçle duyulacak bir ses, / Çünkü umutsuzluk yasaktır / Don vuran ağaç sürgün verecek, / Kaya çatlayacak, tohum yeşerecektir.”

Sennur Sezer “Daha güzel bir dünya istiyorum. Bütün emekçi kadınlar, bütün gerçek yazarlar gibi..." diyordu. O da bilir Yaşar Kemal gibi “İnsanın umutsuzluktan umut yaratan” olduğunu. Gizliden gizliye bir coşkuyu barındırır içinde.

Özge Sönmez de şiiri sorumluluk, bilinç, duyarlılık ekseninde bir “çığlık”gibi algılayan, o coşkuyu içinde barındıran, farklı yaşamlara, acılara, sevinçlere dokunan, emeğe saygı duyan, evrensel duyarlılığı öndeleyen, kendine bambaşka bir “ben” olarak geri dönen sesin, çığlığın peşinde.
Şiir alt yapısı sağlam, umudu söylentiden, boş söz algısından insanca söyleme kavuşturan, şiiri etken ve eylem katında diri tutan, sorumluluğunu bilen bir şair kimliğinin de...

Şiire küçük yaşlarda başlar Özge Sönmez. Acele etmez, yapaylığa düşmez; bekler, yazar atar yeniden yazar, biriktirir, şiirin damarını yakalamanın uğraşını verir, çaba gösterir.

Nice sonra dergilerde görünmeye başlar; ağır ağır çıkar şiir basamaklarını, sindire sindire tadını çıkarır şiirin. Büyüleyen, sesini besleyen Nesimi’lerin, Yunus’ların, Nâzım’ların, Hasan Hüseyin’lerin, Enver Gökçe’lerin, Ahmed Arif’lerin, Gülten Akın’ların izini sürer, şiirine işlevsellik yükler.

2015 yılına geldiğinde “Özgürlüğün Mavi Bahçesi” şiiriyle “Bin Çiçekli Bahçe Yaşar Kemal” şiir yarışmasında ilk ödülünü alır.

2016’da “Geceyi İlikler Gidersin” le Ali Rıza Ertan şiir ödülüne değer görülür. Aynı yıl iki ayrı ödül daha kazanır. Sürdürdüğü sağlıklı şiir yapılanmasının meyvelerini toplamaya başlar. “Derine Gömdüler Sabahı” şiir kitabıyla 2017’de Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülünü aldığı zaman, bu başarıların rastlantı olmadığı da kanıtlanır bir bakıma.

Genç bir şairin kısa sürede şiirsel başarısını ödüllerle taçlandırması onun disiplinli, ciddi, bilinçli çalışmasının, ilkeli duruşunun da göstergesidir elbet.


Soran, sorgulayan, us ve sezgiyle sorulara yanıt veren, paylaşan, kendine özgü biçemi oluşturmaya özen gösteren, dili iyi kullanan şair olduğunu da duyumsatır Özge Sönmez.

Ağdalı dil kullanmaktan kaçınır. Duru Türkçe ile yazmaya özen gösterir. Anlaşılır olmayı yeğler, şiir okurunu yormamaya çalışır. Toplumsal konuları işlerken gözlemciliğini doğru yerde kullanır. Toplumun aksayan, tökezleyen, çürüyen yanlarını eleştirirken, siyasal erkin açmazlarını sergilerken keskin dillidir; ancak slogancılıktan kaçınır. Şiir dilinin barışçıl, umutlu, aydınlanmaya ve çağdaşlığa açık, gerektiğinde tepkili sesini kullanır.

Çocuklar… En çok savaşta, toplumsal çalkantıda, yoksullukta, kavgada zarar gören, yıpranan, yaralanan, ölen, açlık çeken… Şair ki içinde her zaman bir çocukla yaşayan, besleyen… Özge de onlardan biri. “kurşuna dizilen umudun gömleğidir” dediği çocuklara farklı bir pencereden bakar, özdeşleşir, duygudaş davranır. “çocuklarda duralım / çocuklara kuşları / kuşlara çocukları soralım” diyecek kadar çocuk canlısı, dostu, yoldaşıdır. Daha da ileri gider, çocuklara güvenir, onlarla gönenir, ortak bir sesi paylaşır: “çocukluğum seviniyor / öpüyorum çocukluğumu / gülüyor yaralarım / biliyorum / yaralarım gülsün diye / şiir yazıyorum”

Özge Sönmez, “Şair, yeri geldiğinde, kalbi çatlayacak kadar duyarlı ve aynı zamanda hayatı savunacak kadar güçlü olmalıdır” sözünün arkasında duruyor. Şiirini oluştururken, şaire özgü sezgi, algı, bilgi birikimini iyi değerlendiriyor. Kitlelerdeki ortak kaygıların, sıkıntıların, acıların, sorunların da ayrımında şair.
“Güle Batır Öfkeni” dosyasında yer alan şiirlerde sık sık tanrıya da dokunur, sorgular, tepkisini duyurur, “ bizi uydurmadı mı tanrı da, var mıyız gerçekten” sorusunu sormadan geçemez.
sen yine
güle batır öfkeni
dişlerini yarınlara sık
kendiyledir hesabı
mevsimleri döndürenin
çocuklara kur saatini kalbim

Bunca yıl geçmesine karşın, Sivas Madımak yangını kendini toplumsal duyarlılıkla özedeşleştien şairlerin gündeminden eksilmez. Özge Sönmez’in de gündemindedir Madımak. “Sesini, sözünü, sazını sırtına vurup” gelen o güzel insanları “ bir damla su olsun diye” şiir eylemine katar: alkışlarla, kahkahalarla / zevkle, iştahla / bilerek, isteyerek, kasıtla / aydınlığın çocuklarını dişlediler / kül olduk utanmaz bir çakmağa /yanıyoruz / geldiler” deme gereği duyar.

Aile bağları da güçlüdür Özge Sönmez’de. “keşke dünya senden doğsaydı anne”diyecek kadar, anne duyarlığının, özverisinin, içtenliğinin, sıcaklığının, güvenirliğinin, ayınlığının sesini iletirken samimidir, özgedir. “sen ey / yanlışlarımdan çiçekler ya pan güzel kadın / beyaz tülbendinde oyalanmış dualar dizi dizi / annem, metin ol / tanrısızlıkla sınıyor tanrı bizi” derken de… Baba da eksilmezi, özlemi, dayanışmasıdır: “oysa ben babamın kadehinde akça buluttum / şimşeği hep kendine çakan”
Özge Sönmez, “Güle Batır Öfkeni” dosyasının Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir Ödülü’nü almasının rastlantı olmadığını bir kez daha kanıtladı. Bu anlamlı, önemli.

Başa dönersek, Sennur Sezer işçidir, emekçidir, toplumcu gerçekçidir, devrimcidir, 60 kuşağının tek kadın şairidir, savaşımcıdır. Özge Sönmez de bu sesi duyan, gündeme taşıyan, farkındalık yaratan bir şairin ayak sesleriyle güvenle, inançla yürüyor şiir yolunda.
Yolu açık olsun.

Oğuz Tümbaş / BİRGÜN