31 Ağustos 2018 Cuma

Tek hane hedefi - ÇİĞDEM TOKER

Eğer değişiklik olmadıysa, yeni bir isim verilmesi beklenen Orta Vadeli Program hazırlıkları önümüzdeki hafta onaylanacak. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, enflasyonu tek haneye indirmenin öncelikli hedefleri olduğunu açıkladı geçenlerde. 
TL’nin ABD Doları karşısındaki sadece dünkü değer kaybı bile bu hedefin pek kolay olmadığını gösteriyor. Merkez Bankası Başkan Yardımcısı ve Para Politikası Kurulu üyesi Erkan Kilimci’nin şu ana kadar yalanlanmayan istifasını izleyen saatlerde değer kaybı arttı. 

Albayrak, “bağımsız” olması sebebiyle hakkında dikkatli konuştuğunu söylemiş olsa da ağır psikolojik baskı altında bir Merkez Bankası’nın söz konusu olduğu herkesin bildiği sır. 

Dahası, baskı altında olan sadece Merkez Bankası değil. Bütçe de sürekli artış eğrisi gösteren harcama kalemlerinin ağır baskısı altında. Her ne kadar bu ayın başında bütün bakanlıklara giderlerinde yüzde 30 kısıntıya gitmeleri talimatı verildiyse de bu talimatın yılsonu rakamlarına bütçe fazlası olarak yansıyacağı kuşkulu.

Gizemli ‘diğer’ kalemi 
Örnekler ile gidelim: 
- Ocak ayında 2 milyon TL ile başlayan temsil ve ağırlama harcamaları, temmuzda 23 milyon TL’yi geçerek ocak-temmuz döneminde 101.5 milyon TL’ye ulaştı. 2018 bütçesinde, temsil ve ağırlama harcamaları için ayrılan “başlangıç ödeneği”, 217.8 milyon TL olarak kayda geçti. Bakalım yılın kalan beş ayında, AKP’nin yönettiği devletin temsil harcamaları, hedefe uygun olarak kalan 116.3 milyon TL’nin altına düşecek mi, düşmeyecek mi? 
- Bir başka örneği “hava taşıtı kiralama” kaleminden aktaralım. Bütçeden yedi ayda (ocak-temmuz dönemi) hava taşıtı kiralamasına 110.4 milyon TL harcandı. Geçen ay (temmuz) yapılan 45 milyon TL’lik ödeme, bir önceki yılın aynı döneminden yedi milyon TL fazla. Bakalım, yılın kalanında uçak kiralama harcamasında bir düşüş olacak mı? 
- Bütçenin “hizmet alımları” genel başlığı altındaki bir kalem, son yıllarda en hızlı ve dikkat çeken artışa sahip: “Diğer müşavir firma ve kişilere ödemeler” başlıklı bu kalem altında ocak-temmuz döneminde yapılan harcama toplamı 6 milyar 730 milyon TL’ye ulaşmış.

KÖİ faturaları 
Kamuya açık tablolardan seçtiğimiz bu örnekleri verirken, Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle özel sektöre yaptırılan ve garantisi döviz üzerinden verilmiş köprü, tünel, havalimanı ve şehir hastanesi ödemelerini saymıyoruz bile. 

29 Ekim’de açılacak 3. havalimanı için İGA AŞ ile yapılan sözleşme uyarınca, yurtdışı yolcu başına 20 Avro hizmet bedeli alınacağını ve yolcu listeleri üzerinden yapılacak hesap sonucu ortaya çıkacak tutarın DHMİ tarafından ödeneceğini yeri gelmişken anımsatalım. Üstelik, TAV’ın işlettiği İstanbul Atatürk Havalimanı’nın bazı servislerinin bir süre daha açık kalacağı duyuruldu. Bu hizmetlerin Hazine’ye bağış karşılığı verilmeyeceğini öngörebiliriz. 

Örtülü ödenekten karşılandığı muhtemel bir kalem olan “cihatçı maaşları” da 2019 bütçesi açısından belirsizlik yaratan harcama kalemi olarak öngörülebilir. 

Üretimde kullanılan enerjinin ithal edilmesi dolayısıyla artan maliyetler, yakında açıklanacak OVP hedeflerinde netleşmeyi zorlaştırıyor. Realite karşısında “enflasyonu düşürme odaklı bir bütçe”nin hazırlık ve uygulama koşulları imkânsızdır. 

Tüm bu örnekler ve olgular bir yana, okuduğunuz şu yazı tek bir cümleden dahi ibaret olabilirdi: 

Saray, köşk, otağ sayısını artırırken “tek hane”de kalamazsınız.

Çiğdem Toker / Cumhuriyet

Türk Telekom ve sorular... - Özlem Yüzak

Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, Tekel, Türk Telekom, SEKA, Petkim, TEDAŞ, TÜPRAŞ, Şeker Fabrikaları, Sümerbank, Demir-Çelik-Bakır Fabrikaları, Eti Krom-Alüminyum, Taksan, Borçelik, yem fabrikaları, barajlar... Yazmanın sonu yok. 

Cumhuriyet tarihinin en önemli değerleri teker teker satıldı. Kiminin önce içleri boşaltıldı, arpalık yapıldı; kimileri kâr ederken satıldı. Çoğu stratejik şirketlerdi. O zamanlar stratejik lafına burun kıvrıyordu özelleştirme gelirlerine bel bağlayan hükümetler ve tabii hiç eksik olmayan liboşlar. Ne oldu? Bugün elimizde hiçbiri kalmadı. İçi boşaltılmış bir ülke, değeri her gün düşen bir Türk Lirası, gıdadan elektroniğe artan bir dışa bağımlılık... 

Türk Telekom... 13 yıl önce Türkiye’nin en büyük özelleştirmesi olarak lanse edilmişti; bugün ise tarihi başarısızlık olarak literatüre geçti. Ülkelerin belirledikleri stratejik sektörleri ve bu doğrultuda stratejik yatırımları vardır. Telekomünikasyon sektörü de bunlardan biridir. Türk Telekom ülkenin ana sabit telefon hattının da, internet omurgasının da yüklenicisi konumunda. Ayrıca, üzerinden veri, enformasyon ve bilgi akan telekomünikasyon fiziksel altyapısı ile, sadece savunma bağlamında değil, ekonomik, teknolojik ve toplumsal bağlamda da stratejik nitelikte. İlk özelleştirme girişimleri 1994 yılında başladı. Hatırlarsınız IMF ve Dünya Bankası ile anlaşmalarda hep Türk Telekom’un özelleştirilmesi şartı getirilmişti. 2001 krizinin tetikleyicileri arasında da gösterilmişti. 2005 yılında kâr eden bir kurumken kasasında 2 milyar dolarla 6.5 milyar dolara Lübnanlı Hariri ailesi ve Suudi Oger Telecom’a devredilmesine büyük tepkiler olmasına karşın, AKP hükümeti karşı çıkış gerekçelerinin hepsine kulak tıkamıştı. Ne yazık ki hepsi de gerçek çıktı. 

Olay sadece batan para, ödenmeyen krediler değil. Ülkenin bilgi toplumu altyapısı da aynı zamanda... Birleşmiş Milletler’in bir kuruluşu olan Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (ITU: International Telecommunication Union) her yıl “Enformasyon Toplumunu Ölçme Raporu” (Measuring the Information Society) yayımlar. 

Raporda ülkelerin, bölgelerin ve dünyanın enformasyon ve iletişim teknolojileri (ICT) - kısaca bilgi teknolojileri (BT) - alanındaki durumu değerlendirilir. ITU’nun son raporuna bakalım: 176 ülke içerisinde Türkiye 67. sırada yer alabilmiş. Umman Sultanlığı, Malezya, Lübnan, Suudi Arabistan, Kazakistan ve Azerbaycan’ın biraz gerisinde, Katar ve Birleşik Arap Emirliği’nin çok gerisinde kalmış Türkiye. Raporun alt endekslerinden biri olan, bilgi teknolojileri altyapısında ise 78. sıradayız. Kasım ayında UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) ve Birleşik Arap Emirliği ortak projesi olarak ilk kez ülkelerin bilgi zenginliğini belirleyen bir araştırma yayımlandı. Her ülke için Küresel Bilgi Endeksi (Global Knowledge Index) notu hesaplayan bu araştırmaya göre, Türkiye 131 ülke içerisinde 69. sırada. Hemen üstümüzdeki üç ülke: Makedonya, Mauritius, Suudi Arabistan. Hemen altımızdaki üç ülke ise: Moldova, Panama, Moğolistan. 

Eski CHP Uşak Milletvekili Osman Coşkunoğlu gerek milletvekilliği döneminde gerek sonrasında kamuoyu ile paylaştığı yazıları ile bu konuya en fazla dikkat çekenlerden biri olmuştu. 

Coşkunoğlu, bu raporların Türkiye’de hiçbir şekilde medyada tartılışmıyor olmasına dikkat çekerek “Görmezliğe gelerek gerçekler yok olmuyor. Bu raporları incelemek ve kamuoyu önünde tartışmak, durumumuzu ve performansımızı iyileştirmek için neler yapılması gerektiğine, geliştirilmesigereken politikalara ışık tutar. Oysa ne hükümet, ne muhalefet ne de STK’lerbir açıklama yaptı. Buna karşın kendi durumunu öğrenen Birleşik Arap Emirliğibile, geliştirilecek politikalar ve verilecek kararlar için raporun çok değerli katkıları olduğunu medya önünde açıklama özgüvenin gösterebildi” diyor. 
Konuya bir de bilgi toplumu altyapısı cephesinden bakmak istedim. İnanın uğratılan zarar kadar bu da önemli...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Malazgirt Dumlupınar’a karşı - ALİ SİRMEN

Zamanlar mı bozuldu, yoksa bizlere mi bir haller oldu, bilmiyorum, ama “Allahım bir süredir yitirmiş olduğumuz aklımıza sen mukayyet ol bari!” diyorum.

Dün 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı bir kez daha kutladık. 26 Ağustos 1922’de başlayan “Büyük Taarruz” dört gün içinde 30 Ağustos’ta Dumlupınar Meydan Savaşı ile zafere dönüşüyordu. 

Bir süredir başlatılan 30 Ağustos Zafer Bayramı’na ortak katma girişimleri, bu yıl da artarak sürdürüldü. 

Amaç 30 Ağustos’un ve onun simgesi olduğu Kuvayı Milliye ruhunu zayıflatmak. 
Bu yıl da 26 Ağustos 1922’de başlayan süreçten çok, 26 Ağustos Malazgirt Meydan Muharebesi’nden söz edildi. Bu yıl parlak (!) bir de öneri getirildi: 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’e Alparslan’ın otağını kurduğu yere bir Cumhurbaşkanlığı sarayı dikmek. 
26 Ağustos ve izleyen günlerde, Malazgirt ile Büyük Taarruz’u karşılaştıran, kıyaslayan nutuklar atıldı, yazılar yazıldı, vecizeler saçıldı. 

Değişik zaman ve koşullarda meydana gelmiş tarihi olayları, sanki bu farklar yokmuşçasına birbirleriyle kıyaslayarak, ben de abesle iştigal edecek değilim.

                                                               ***

Türk boylarının batıya doğru göçleri sırasında, Anadolu’ya ilk adım attıklarında, “Küçük Asya”nın o sıradaki egemeni Bizanslılara karşı zafer kazanıldığı 1071 yılında, fetih bir haktı; uluslar bile yoktu ki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı olsun, dünya daha tarım toplumu dönemini yaşamaktaydı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zaferle noktayan Büyük Taarruz’un başladığı 26 Ağustos 1922’de ise dünya, sanayi devrimini yaşamakta olan toplumlar ile, henüz ona ulaşamamış olanlar arasında bölünmüştü. Ulus devlet kavramı çıkmış, ulus toplumlar oluşmuş, fethin hak olduğu dönemler geride kalmış, ulusal egemenlik ve ulusların bağımsızlıkları ile kendi kaderlerini tayin hakları evrensel bir ilke olmaya başlamıştı. 

30 Ağustos’ta zaferle taçlanan Büyük Taarruz, bu sürecin Anadolu’da da başarıya ulaşmasının onsuz olmazı niteliğini taşıması bakımından çok önemlidir. 
Görülüyor ki iki olayın koşulları, birbirleriyle kıyaslanmalarına imkân vermeyecek kadar değişiktir. 

Türkler 1071’de Malazgirt ile Anadolu’ya adım atmamış olsalardı, 1922, 30 Ağustos da olmazdı” türünden bir görüş ilk bakışta çok çekici görünse de yüzeyseldir. 
Zira, aradan geçen zaman içinde, Malazgirt’te karşı karşıya gelen iki ordunun karşıt saflarında bulunanlar da bir potada eriyip birleşmişlerdi. Bozkurt Güvenç, “Türk Kimliği” adlı eserinde bu gerçeği şöyle açıklıyor: 
Özetle Türklerin varlığının ve Türk tarihinin kökleri: 
1- Türklerden önceki Anadolu kültürlerine ve insanlarına; 
2- Küçük Asya’ya gelip yerleşmeden önceki Orta Asya Türk boylarına; 
3- Küçük Asya’yı fethedip yerleşen Müslüman Türkmen veya Oğuzlara; 
4- Anadolu’da fethedilen, Müslümanlığı kabul ederek Türkleşen yerlilere; 
5- Batılı çağdaş laik Türklere; kadar uzanıyordu. Biz bunların hangisiyiz sorusu yersiz ve gereksizdi. Çünkü bunların hepsi biziz, biz hepsiyiz...”

                                                               ***

Tarihe bakmak, tıpkı arabanın dikiz aynasına bakmaya benzer. Geriye değil, ileriye gitmek için bakılır dikiz aynasına (geriye giderken, dönüp arka camdan bakarsın). 
Toplumlar da ileriye yönelirken, o yönelişlerini sağlıklı biçimde gerçekleştirebilmek için bakarlar tarihe.

Tarihi zaferlerimizi birbirleriyle tokuşturmak, yarıştırmak saçmalığıyla iştigal edenler de, Bozkurt Güvenç’in tanımladığı kimliğe karşı çıkıp, laik ulus toplumun yerine ırkçı bir ümmet toplum kimliğini egemen kılmak isteyenlerdir.

 Saçma müdahalelerle tarihi saptırmalarına yol açan saplantıları geçmişle değil, gelecekle ilgilidir. Başka bir deyişle ortak geleceğimize itiraz ettikleri için ortak geçmişimizi de karmakarışık etmeye çalışıyorlar ve 1071 ile 1922’nin değişik koşullarını görmezden gelerek Malazgirt ile Dumlupınar meydan savaşlarını birbirleriyle kafa kafaya tokuşturuyorlar.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Boşuna bir uğraş!.. - Meriç Velidedeoğlu

“Büyük Selçuklu Devleti’nin Sultanı Alp Aslan ile Bizans İmparatoru  Roman  Diogenes arasında geçen, Malazgirt Savaşı (26.8.1071), Anadolu’nun mukeddaratında yeni bir devir yarattı; Türkler Anadolu’yu yeni vatanları halinde kazandılar. Gerçi bu savaştan bir yıl önce, Selçuklular, Anadolu’ya girmişler, Doğu’yu  hâkimiyetleri altına almışlardı (...) Bunlara rağmen,Anadolu’nun Türklüğe açılması ‘Malazgirt Zaferi’ ile mümkün oldu.” (*) 

Evet değerli dostlar, tarih böyle yazıyor. 
Ne ki aynı tarih, “Birinci Dünya Savaşı”nda yenik düşen Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Sevr Anlaşması ile de dönemin emperyalist güçlerinin, hem Anadolu’yu hem de halkını bölüp parçaladıklarını da yazıyor.

Batı’nın, Uzakdoğu’dan Japonya’nın da katılımıyla gerçekleştirdiği bu paylaşımına karşı, henüz tümüyle yok olmayan orduyu toplayan Atatürk’ün halkla birlikte başlattığı “Ulusal Kurtuluş Savaşı”nı da yazıyor bu tarih... 

Bütün “mazlum milletlere”, örnek olan bu özgürlük savaşının sonucunu sağlayacak  “Büyük Taarruz”, Atatürk’ün, “26 Ağustos 1922” sabahı Kocatepe’den verdiği buyrukla başlar; beş gün, beş gece aralıksız süren savaş, “30 Ağustos” günü zaferle noktalanır. 

Değerli dostlar, bu savaşı bir de Başkomutan Atatürk’den dinleyelim diyorum, bu köşenin sınırları içinde. 

Atatürk, ünlü yapıtı Söylev’in (Nutuk) ikinci cildinde anlatır “26 Ağustos”u; adım adım, kimi zamanda dakikası dakikasına... 

Önce kısa bir bilgi tazeleme; Büyük Savaş sonunda, Batılı emperyalistlerin “maşa”sı durumuna getirilen Yunanistan, dönemin en yeni savaş donanımıyla donatılıp İzmir’e çıkartılmış, ardından da Anadolu’nun içlerine doğru salıverilmiş, Afyonkarahisar’a ulaşmıştı; şimdi, Nutuk’tan yer yer yapılacak alıntılarla Atatürk’ü dinleyelim:


“23 Temmuz 1922 akşamı Ankara’dan ayrılıp, Batı Cephesi Karargâhı’nın bulunduğu Akşehir’e gittim.” 

“28 Temmuz günü, yaptırılan bir futbol maçını izlemeleri nedeni ileri sürülerek, ordu komutanları Akşehir’e çağrıldı (...) komutanlarla yapılacak saldırı üzerine konuştuk (...) ayrıntıları saptadık.” 


Ankara’ya dönen Atatürk, Meclis’te olanları da: “Muhalifler, ordunun yozlaştığı, kıpırdayacak durumda olmadığı (...) yolundaki propagandalarını iyice   kızıştırmışlardı”  diyerek dile getirecek, birkaç gün sonra da Ankara’dan “gizlice” ayrılacaktır; sözü yine Atatürk’e bırakalım. 

“20 Ağustos 1922 günü Batı Cephesi Karargâhı’nda, yani Akşehir’de bulunuyordum (...), ‘26 Ağustos 1922’ sabahı düşmana saldırmak için Cephe Komutanı’na emir verdim, (...) hazırlıklara başladılar.” 

24 Ağustos’ta karargâhlarımızı Akşehir’den, cephe gerisindeki Şuhut kasabasına getirdik; 25 Ağustos 1922 sabahı da, savaşları yönettiğimiz“Kocatepe”nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha gittik” diyerek anlatır. Atatürk; kuşkusuz, “Batı Cephesi Komutanı İsmet İnönü” ile birliktedir. 

Ve şöyle sürdürür: “26 Ağustos sabahı Kocatepe’de bulunuyorduk, sabah sabah 5.30’da topçu ateşiyle saldırı başladı... 

İki gün içinde (...) kilometrelerce uzunluğundaki düşman cephelerini düşürdük (...) 30 Ağustos’ta yapığımız savaş sonunda, düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve tutsak kıldık; düşman ordusunun Başkomutanı General Trokopis de tutsaklar arasındaydı!” 


Evet dostlar, Atatürk, böyle yalın, özlü ve güven dolu bir söylemle dile getirir,  Ortadoğu’yu, İslam Dünyasını daha ilk adımda etkileyecek bu zaferi, yengiyi... 
Ve ordu, İzmir’e doğru ilerlerken, İzmir’deki İtilaf Devletlerinin (savaş ortaklarının) konsolosları, Atatürk’le buluşmak istiyorlardı; Atatürk, “9 Eylül1922’de, Kemalpaşa’da görüşebileceklerini bildirir.” 

Bu “davet”in sonucunu şöyle açıklar: “Gerçekten dediğim günde ben Kemalpaşa’da bulundum. Ama görüşmeyi isteyenler orada değildi!..” 


Değerli dostlar, Atatürk’ün bu vurgusu, 96 yıl önce, “yedi düvel”e yettiği gibi, bugünkülere de “içte, dışta” nerede olurlarsa olsun yeter... 

Dün, “O”nun huzurundaydılar! İnsan ister istemez düşünmeden edemiyor, “sap gibi durmak!” söylemini...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET 

(*) Mufassal Osmanlı Tarihi, Cilt II, İskit Yayınevi (1957)

30 Ağustos 2018 Perşembe

Tarihsel déjà vu -( I - II ) / SERDAL BAHÇE - SOL

Tarihsel déjà vu (1)

Walter Benjamin kapitalizmi anlamadan faşizmi anlamanın imkânsız olduğunu vurgulamıştı. Bu belirlemeyi II. Dünya Savaşı öncesi kendi bireysel dramının da bir parçası olduğu kıtasal bir travma ortamında yapmıştı. Bugün bu belirlemenin gidişatı tersinden algılamaya yol açan bir yanılsama olduğunu vurgulamalıyız. Artık faşizmi anlamadan kapitalizmi anlamlandıramayacağımız bir çağda yaşıyoruz. Bu yazı ve devamında bunun ne anlama geldiğini açıklamaya çalışacağız. 
Ancak önce birkaç belirlemeyle başlayalım. 

Öncelikle kapitalizm sanki iki savaş arası dönemi yeniden yaşamaya başladı. Bir tür deja vu izlenimi yaratmaktadır bu durum. İki savaş arası dönem hem insanlık hem de Avrupa açısından trajediydi. Bugün yaşanan ise bir tür komedidir. Ancak her iki dönem de kapitalizmin ve emperyalizmin yönetilemez bir tür çılgınlığa sürüklendiği dönemler olmaları itibarıyla benzeşmektedir. Her iki dönem de rafine burjuva politikacıların yerini karikatürize figürlerin aldığı dönemlerdir. Her iki dönem de emperyalistler arası işbirliğinin yerini bitmemiş bir hesaplaşmanın süregiden gerilimi tarafından damgalanmıştır. Her iki dönem de yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla bezenmiştir. Her iki dönem de güdük burjuva temsili demokrasisinin ve onun ideolojik arka fonu burjuva liberalizminin yerle yeksan oluşuna şahitlik etmiştir. Her ki dönem de emekçilere, emekçi örgütlerine ve haklarına karşı kutsal bir savaş açıldığı dönemlerdir. Her iki dönem de insani erdemlerin hallaç pamuğu gibi atıldığı, her türden dekadansın, çürümenin ve sefihleşmenin toplumların bedenini kanser gibi sardığı dönemlerdir. 

Ancak benzerlikler yine de sınırlıdır. Bahsedildi; iki savaş arası dönem trajedidir, bugün yaşanan ise komedidir. Trajedi aynı zamanda kahramanın kendi kaderiyle yiğitçe savaşmasını da ifade eder; iki savaş arası dönem en azından Avrupa için yaygın bir iç savaş dönemidir. Bu dönemde Sovyet Devriminin de etkisiyle güçlü bir komünist damar vardır ve mücadele etmektedir. Trajedi eninde sonunda kahramanın yiğitçe direnişine rağmen karşı konulmaz kaderin önünde yok oluşu anlamına da gelmektedir; Avrupa solu iç savaşı kaybetmiştir. Sonuç kıtasal faşizm ve gericiliktir. Geriye kalan ise Ebro’nun kıyısında, Hamburg barikatlarında, Viyana varoşlarında yitip giden hayatlardan damıtılan kahramanlık hikayeleridir. Yenilgi olduğu açıktır ancak en azından yiğitlik/kahramanlık bakidir. Üstelik bu dönem özellikle entelektüel anlamda muazzam bir sıçramanın yaşandığı bir dönemdir. Ama yine de trajedidir. 

Bugün ise yiğidi ve kahramanı olmayan kirli bir savaş verilmektedir. Kapitalizm özüne dönmektedir. Emperyalist özünü dışa vurma konusunda en az 20. Yüzyıl’ın başındaki kadar pervasız ve yüzsüzdür. Libya ve Suriye’nin yok edilmesi, Irak’ın varlığının ortadan kaldırılması süreçlerine bakın. Sykes-Picot anlaşması henüz Birinci Dünya Savaşı sürerken İngiltere ve Fransa arasında imzalanan gizli bir anlaşmadır, Rus Çarlığının da oluru alınmıştır. Anlaşma gizli bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya topraklarını Fransa ve İngiltere arasında paylaştırmayı, Rusya’nın önüne de birkaç kırıntı atmayı hedeflemişti. Savaş bitince hayata geçirildi ve Orta Doğu’da yılarca bitmeyecek çatışmanın da en önemli nedenlerinden biri oldu. Ancak o zamanlar emperyalistler biraz daha usturupluydu, böyle şeyleri kamuoyundan gizleyerek kotarıyorlardı. Bu türden pervasız ve utanmaz anlaşmalarına detaylarının ortaya çıkarılmasını Bolşeviklere borçluyuz. İktidara gelince gizli emperyalist anlaşmaların içeriklerini açıkladılar. 
Zaman değişti. Artık hergün yeni bir Suriye paylaşım haritasıyla karşılaşmaktayız. ABD, Rusya ve diğerleri egemenlik bölgeleri üzerindeki pazarlıkları sakınmadan açık bir şekilde yürütüyorlar. Aynı türden bir süreci Libya’da da gözlemlemiştik. Pervasızlık ve utanmazlık dönemin en asli nitelikleridir. Bir kere daha sosyalizmin çözülmesinin ağır maliyetlerini açıkça gözlemlemekteyiz. 

İki savaş arası dönem süreklileşen bir kapitalist krizin yaşandığı bir dönemdir. Bugün de çok uzun erimli bir kapitalist krizin kucağında oturmaktayız. İlkinde emperyalistler eşgüdüm mekanizmalarını işlevsizleştirmiş ve siyasal çatışmanın yanına bir de ekonomik çatışmayı eklemişlerdi. Bu gün de aynı türden bir döneme girmekteyiz. Eşgüdüm ve koordinasyon için hayata olan küresel sermaye kuruluşları sürekli erken uyarı sinyalleri vermekteler. Onlara göre uzun sürecek bir durgunluk özelikle sistemin tepesinde oturanların bilinçli olarak başlatacakları ticaret savaşları, ekonomik sabotaj ve komşunu yol politikaları aracığıyla daha da derinleşecektir.  Böylece küresel kapitalizm aynı zamanda bir yönetsel krizle de baş etmek zorunda kalacaktır.


Tarihsel déjà vu (2) 

Bir önceki yazıya başlarken artık faşizmi anlamadan kapitalizmi anlamanın imkânsız olduğu tespitini yapmıştık. Devamında ise içinde yaşadığımız çağın giderek iki savaş arası dönemi anımsattığını da vurgulamıştık (Cumhuriyet gazetesinde üstat Ergin Yıldızoğlu da aynı belirlemeyi yapmış, o da bir tür tarihsel deja vu tespit etmiş, Cumhuriyet, 13 Ağustos). Şimdi bu tezleri biraz daha detaylandırma vaktidir. 

Öncelikle bir teşhisle başlayalım. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden 1980’lerin başlarına kadar kapitalizmin ve emperyalizmin ulusal ve küresel yapılanması hem sağdan hem de soldan araştırmacıların kafasını fena halde karıştırmaktadır. Kapitalizmin çekingen ve pek de yeni fikirlere sahip olmayan reformatörü Keynes’in adına yazılan bu dönem kapitalizm için anomalidir (1936’da Keynes’in magnum opusu Genel Teori yayınlandığında kitap hakkında fikirleri sorulan Şikago okulunun gurusu sağcı iktisatçı Frank Knight “Keynes pek çok yeni ve pek çok doğru fikre sahip; ancak yeni olanlar doğru değil, doğru olanlar da yeni değil” cevabını vermiştir). Anomalidir, çünkü çok özgün ekonomik, tarihsel, toplumsal ve küresel şartların bileşimiyle ortaya çıktı. Bu nedenle tekrarlanamaz, sırf bu nedenle her kapitalist krizde Keynes’in ruhunu mezarından çağırmaya yönelik sol reformcu çağrılar nafile çabalardır. Başka bir ifadeyle, gayrı insani arzuları gemlenmiş, yola getirilmiş ve ehilleştirilmiş bir kapitalizmi tesis etmek artık nerdeyse imkânsızdır. Bugün yaşadığımız ve iki savaş arası dönemdeki deneyim aslında kapitalizmin öz gerçekliğidir; başkaca bir kapitalizm yoktur. Sadece ve sadece bu nedenle faşizmi anlamadan kapitalizmi anlamak mümkün değildir. 

Şu itiraz gelebilir; ama iki savaş arası dönemde sosyalist bir gerçeklik olarak SSCB var idi. Doğru SSCB varlığıyla Avrupa iç savaşında çok belirleyici bir unsura dönüştü ancak özellikle liberal burjuva demokrasileri İngiltere ve Fransa tarafından çabucak marjinalize edildi. Örnek olsun Nazi Almanya’nın I. Dünya Savaşı sonrası dünya ve Avrupa’nın siyasi statükosunu belirleyen temel anlaşmalar aleyhine doğuya doğru her saldırgan adımında düzenlenen ve aslında hiçbir sonuç üretmeyen uluslararası toplantıların hiçbirine SSCB çağrılmadı. Oysa Nazi Almanya sürekli olarak doğuya doğru ilerliyordu.  Başka bir örnek daha verilebilir. Naziler önce Avusturya’yı, sonra Slovakya’yı, sonra da Çek bölgesini egemenlik altına alınca Doğu Avrupa’da SSCB olmadan bir savunma hattı kurulamayacağı  gerçeğini kabullenmek zorunda kalan Fransız hariciyesi, savaşı tetikleyecek Polonya işgalinin hemen öncesinde Moskova’ya bir heyet gönderdi. Anca bu oldukça ciddiyetten uzak bir adımdı. Çünkü yola çıkan heyet, durumun aciliyetinin tüm gerekleriyle dalga geçer şekilde, sanki uzaktaki yazlığa arabayla giden bir aile gibi her yerde uzun süreli molalar verdi. Stalin ve Sovyet hariciyesi gerekli dersi çabucak çıkarttı ve hala sosyalistlerin büyük bir bölümü için bir tür muamma ve trajedi olarak duran Molotov-Ribbentorp paktını imzaladı. Kısacası SSCB bu dönemde henüz yeni sosyalist cumhuriyeti tüm iç ve dış baskılara karşı ayakta tutma savaşı veren ve dış dünyadaki etkinliği çok sınırlı bir faktördü. 

İki savaş arası dönemde küresel kapitalizm sabit döviz kuru ve sermaye hareketleri serbestisi üzerine kuruluydu. Pratik kafalı iktisatçılar imkansız üçleme demektedir; eğer bu ikisi varsa kapitalist devletler bağımsız para politikası uygulayamıyorlar. Diğer bir deyişle piyasadaki para arzını belirleme yetisine sahip değiller. Bu ise altın standardına kıskanç bir şekilde bağlılıktan kaynaklanıyor. Ulusal para birimi belirli bir miktarda altını temsil etmektedir. Böylece devletler ellerindeki altın kadar para sürebilmekteydiler. Eğer altın miktarı artmıyorsa ve üretim artıyorsa sonuç mutlak deflasyon yani mutlak fiyat düşüşü anlamına gelmektedir. Her şeyin fiyatı eşit derecede düşerse kapitalistler açısından bir sorun yoktur. Ancak Marx’ın da teşhisiyle çok özel bir meta olan emek gücünün fiyatı herhangi bir malın fiyatına benzemez. Özellikle iki savaş arası dönemin özellikle başlarında giderek güçlenen komünist, sosyalist ve sendikalist hareketlerden dolayı böyle bir adımı atmaya çalışmak kuşkusuz yoğun bir sınıfsal çatışmayı göze almak anlamına gelecekti. Nitekim iki savaş arası iç savaşın önemli unsurlarından ikisi çok sayıda grev ve yükselen işçi militanlığı olacaktı. İki savaş arası dönem deflasyonist bir dönemdi ve deflasyon sermaye açısından enflasyona nazaran bir tür kâbus anlamına gelmekteydi. Ücretleri parasal olarak düşürme zorunluluğu ortaya çıkıyordu ve örgütlü işçi sınıfına bu almaşığı kabul ettirmek çok zordu. İrili ufaklı sermaye gruplarının en sağ seçeneklere yönelmesinin altında biraz da bu sıkışmışlık vardı. Ancak deflasyonist ekonomik baskının ilk elden muhatapları köylüler ve küçük üreticilerdi. Bu sınıfların ürettikleri malların fiyatları hem ulusal hem de küresel dalgalanmalara karşı oldukça hassastı. 1920’lerin büyük bir bölümü ve 1930’larda hem tarımsal ürünlerin hem de küçük üretime konu malların fiyatları tepe aşağı düştü. Bu sınıflar giderek aldıkları mallara sattıkları mallardan daha fazla ödemek zorunda kaldılar ve muazzam bir borç yükünün altına girdiler. Bu güvensizlik ve çaresizlik özellikle Orta ve Doğu Avrupa’da bu sınıfları doğrudan faşistlerin kucağına itti. Örneğin Nazilerin oy oranlarını en çok yükselttikleri 1933 seçimlerine yönelik araştırmalar özelikle Güney ve Doğu Almanya’daki köylülerin silme Nazilere oy verdiklerini göstermektedir. 

Bu sınıflara yönelik gerici retorik istikrarsızlığın solcu ve hıyanet içindeki unsurlardan geldiği tezini sürekli işledi. “İstikrar” kavramının ve arayışının faşizmin gözde silahı haline gelmesi bu süreçte gerçekleşti. 

Devamı gelecek yazıda…..

Serdal Bahçe / SOL


Vedat Türkali… İyi ki yazmış…- ERKAN YILDIZ



Vedat Türkali romanından çıkanlar hayatımızın ve mücadelemizin parçası olmaya devam ediyor. Otobüsle yola çıkan başka ‘İbraam’lar var ve onları karşılayan komünistler de var olmaya elbette devam edecek.
Yirminci yüzyılı ikinci bir Rönesans dönemi olarak adlandıranlar çıkar mı bilmiyorum. Ama böyle adlandırılsa özel bir itiraz geliştirmezdim. Zira 1917 ile başlayıp 1980’lerde sona eren dönemin kültür-sanat, bilim ve toplumsal yaşamda oluşturduğu büyük bir birikim var.  Bu birikim hala ışıltısını koruyor. Fakat bu ışıltının yaratıcıları yaprak dökümüne tutulmuş gibi peş peşe aramızdan ayrılıyor. Sanırım ülkemiz için bu değerde isimlerden birisi olarak görebiliriz Vedat Türkali’yi. İki yıl önce, parıltısını hala koruyan eserlerini bırakarak, göçtü gitti aramızdan. Pek çok senaryo, roman ve yazı kaleme aldı Türkali. 

ÜÇLEME: AKLIN IŞIĞINDA DEVRİMCİLİK
Bugünlerde 40’lı, 50’li yaşlarını yaşayan bir kuşak için muhtemelen Vedat Türkali’nin başka bir değeri vardır. Bir Gün Tek Başına ile başlayıp Mavi Karanlık ve Yeşilçam Dedikleri Türkiye ile devam eden bir yolculuktur onlarınki.… Bu üç kitap bağımsız birer eser olarak kaleme alınsalar da 1950’lerin sonundan başlayıp 1970’lerin sonuna dek Türkiye için oldukça önemli sayılabilecek bir tarihsel kesiti anlatan bir üçleme olarak da ele alınabilirler. 

Toplumsal ve siyasal yapı, sosyalist hareketi besleyen kaynaklar, küçük burjuva devrimciliği ve geleneksel sol düşünce kitapların anlatısındaki ortak noktalar olarak öne çıkıyor. Türkali’nin, bu üç kitapta bilimsel sosyalizme, işçi sınıfının politik örgütlülüğüne pozitif anlamlar yüklediğini görmekteyiz. Devrimciliği, aklın ışığında yapanlarla “devrimciliğinin olanca ateşi” ile yapanlar arasındaki tarafını ilkini açıkça işaret ederek belli etmektedir. 

Bir Gün Tek Başına’da Kenan’ın şüpheciliğinin, üstesinden gelemediği korkularının, vazgeçemediği kendisini koruma duygusunun, Günsel’in işçi konuklarından sıkılmasının kaynağında tam olarak bu küçük burjuva aydını/devrimcisinin ruh hali vardır. Küçük burjuva aydın korkar, kaçar, sıkılır; nöbete tutulmuş gibidir. Yazarın bu ikilik karşısındaki en net tutumunu Mavi Karanlık romanında görürüz. Kitap boyunca Özgür ve Koray’ın karşı karşıya gelişleri yanında kitabın son sayfaları da bu durumu açıkça ortaya koyar. İşçi sınıfının üyesi olmak üzere İstanbul’a doğru yola çıkmaya hazırlanan “İbraam” yolculuk için Özgür’e ait olan omurgası çatlak tekneyi değil otobüsü tercih eder. Bu tercih önemli. “İbraam” “kavgamızın şehri” ne gitmektedir ve işini “Allah’a” bırakmayacak kadar gerçekçidir. Bir tarafta “Enayi miyim, işi Allah’a bırakayım? Dosdoğru yol varken…” diyerek fabrikada çalışmak üzere yola çıkan “İbraam” diğer tarafta ise omurgası çatlak bir tekne ile menzile varmaya çalışan Özgür. Kenan ve Özgür benzer korkular, benzer motivasyonlarla aynı menzile, aynı sona gitmektedirler. Türkali kitaplarında bu durumu olanca açıklığıyla ifade etmekte ve eleştiriler yöneltmekle birlikte diğer yolu tercih etmekte, önermektedir.

Türkali bu eserlerinde gerçekliği eğip bükmeden okurun karşısına çıkarır. Günseli, Kenan, Nevzat ve diğerleri az önce yanınızdan kalkmış gibidir. Tüm sıcaklıkları, doğrulukları ya da kaypaklıkları, kötülükleri ile karakterler bir film şeridinden akar gibi gözünüzün önünde vücut bulurlar. Kuşkusuz bunda Vedat Türkali’nin o dönemde savunageldiği bilimsel sosyalist bakış açısının ve sinemacılığının payı oldukça fazladır.

KİŞİSEL HESAPLAŞMA VE YOL AYRIMI
Bu üç kitabın ardından Tek Kişilik Ölüm gelir. Vedat Türkali’nin hesaplaşma kitabı diyebiliriz bu kitaba. 12 Eylül ve 12 Mart’ın yaratıcılarından çok, devrimci politik öznelerdir hesaplaştığı. İlk üç kitaptaki pozitif ve nesnel bakış açısı yerini kişisel bir hesaplaşmaya bırakır. Değiştiren, değiştirme iradesi olan, bilime yaslanan solcu gitmiş yerine entrikacı, dümenci, hak yiyen, hakkı yenen solcu gelmiştir. Sevgisiz bir kitaptır Tek Kişilik Ölüm. Öncekilerinin aksine umutsuzdur da. Değişmeyeni, değişmeyecek olanı anlatır adeta Türkali. Her kişisel hesaplaşma bir yol ayrımını işaret eder. Yol ayrımını Güven’in hemen ardından yayınlanan romanı Kayıp Romanlar’da ziyadesiyle görüyoruz.

VE GÜVEN…
Vedat Türkali Tek Kişilik Ölüm’le açtığı hesaplaşma defterini Güven’le kapatır. Güven Vedat Türkali’nin Defter-i Kebir’idir adeta. Geleneksel solun en önemli ve tarihsel temsilcisi TKP, uçkuruna sahip çıkamayan militanlar, basiretsiz aydınlar, entrikacı yöneticilerle resmedilir. Şefik Hüsnü gibi tarihsel karakterleri saymayacaksak, kitabın en pozitif karakteri Halil’dir. Halil bile ülkesinin devrimci partisine inanmaz. Gider SSCB ajanı olur. Yetmez. Vedat Türkali romanlarında işçi kimliği ile öne çıkan son karakter Rahmi Usta karşımıza çıkar. Rahmi Usta yıllardır TKP’lidir. İnanmış, kendisini davaya adamış iyi bir insan, komünisttir. Ama değiştirme gücü, iradesi ilk romanlardaki karakterlerin aksine Rahmi Usta’da yoktur. O kadar yoktur ki çok sevgili karısı Fehime’nin batıl inançlarına karşı bile çaresizdir. Rahmi Usta’nın bu çaresizliği kanser olan kadının çareyi doktorlarda değil nefesi kuvvetli hocalarda araması ve bir tarikat elinde can vermesiyle sonuçlanır. Aslında TKP de bir Rahmi Usta’dır. İyi, inanmış, adanmış ama değiştirme yeteneğini, iradesini tarihsel olarak kaybetmiş bir örgüttür. Bu açıdan TKP nostaljik bir hikayedir. Güven güncellenmesi gereken bu hikayenin son halkasıdır.

SON ROMANLARDAN KOVULANLAR
Vedat Türkali’nin  yeni yolu Kayıp Romanlar’da kendisini belli eder. Romanın kahramanı Doktor Nahit Kotar TKP’lidir. Elinde TKP’ye ait yüklü bir miktarda para bulunmaktadır. Parayı verecek özne arayan Dr. Nahit Kotar kararını Kürt hareketinden yana kılar. Türkali’nin Dr. Nahit Kotar eliyle teslim ettiği şey aslına bakılırsa para değil, ülkeyi değiştirme, dönüştürme ve bu yolda mücadele iradesidir. Türkali bu iradeyi kimlik ekseninde örgütlenen siyasetlerde görmüştür. 

Kayıp RomanlarYalancı Tanıklar KahvesiBitti Bitti Bitmedi romanları ile geleneksel solcu bakış açısı ve emekçi karakterler Vedat Türkali romanından kovulmuştur. Böyle olması Vedat Türkali’nin edebi olarak da en değerli eserlerinde bizim mücadelemizin, derinliğimizin olduğu gerçeğini değiştirmez.

Vedat Türkali romanından çıkanlar hayatımızın ve mücadelemizin parçası olmaya devam ediyor. Otobüsle yola çıkan başka “İbraam”lar var ve onları karşılayan komünistler de var olmaya elbette devam edecek. 

İyi ki doğmuş ve yaşamış Vedat Türkali. İyi ki yazmış.

Erkan Yıldız  / SOL

Eksensiz dış politikada zorunlu rota Avrupa - CAN UĞUR

ABD ile yaşanan kriz derinleşirken AB ile stratejik ortaklık konusu öne çıkartılıyor. AB ülkelerinden yapılan açıklamalar ‘AB üyeliği’nden ziyade stratejik ortaklığa işaret ediyor.

Türk dış politikasında son yıllarda baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor. Özellikle Suriye içsavaşının başladığı 2011 yılından bu yana bölgedeki gelişmelerin aktif bir parçası haline gelen Türkiye bu süreçten de ciddi biçimde etkilendi.


Ortadoğu’daki hareketlilik dış politika açısından belirleyen olma özelliğindeyken bu dönemde ABD, Avrupa ve Avrasya ülkeleri ile ilişkilerde ise karmaşık bir hal aldı. Bir dönem ABD ile Türkiye’nin arasından su sızmazken kısa bir süre sonra ise Avrasya ülkelerinin başını çeken Rusya ile ciddi bir yakınlaşma yaşandı. Bu gelgitlerin son durağı ise Avrupa Birliği (AB) oldu. AB ülkelerinden Fransa ve Almanya ile son dönemdeki yakınlaşmalar ve Türkiye’nin ABD ile krize varan ilişkileri birlikte okunduğunda ilginç bir denklemle karşılaşılıyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un önceki gün Türkiye ile stratejik işbirliğini derinleştireceklerini ancak üyelik konusunda ise ciddi fikir ayrılıklarının olduğunu belirten açıklaması kamuoyunda da ciddi biçimde tartışılıyor. 

ABD Başkanı Donald Trump’ın saldırgan dış politikasına karşı AB ülkelerinin Türkiye’yi stratejik ortak biçiminde tanımlaması ‘ilişkilerde düzelmeye’ işaret ederken AKP’nin belirsiz dış politika hamleleri AB açısından ‘ortaklığın derinleştirilmesine’ engel teşkil ediyor. Galatasaray Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ali Faik Demir ve AB Uzmanı Can Baydarol ile dış politikadaki değişim ve AB ile görece yakınlaşmanın detaylarını ve olası yansımalarını konuştuk.

Tablo şu an için muğlak görünüyor
Galatasaray Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ali Faik Demir AB ile buzlar eriyor mu sorusunu şöyle yanıtladı: “AB ile buzlar mı eriyor AB kendini mi, dönüştürmeye çalışıyor burası biraz muğlak. Bugünkü tabloya baktığımızda uluslararası ilişkilerdeki değişim ve dönüşümler kapsamında şunu söyleyebiliriz: konjonktür bu iki yapıyı birbirine yakınlaştırıyor. Tercihten ziyade konjonktürel yakınlaşma diyebiliriz. Bu uzun vadede mi olur kısa vadede mi olur bilemem. Ama bugünkü süreç itibariyle gördüğümüz şey konjonktürel bir yakınlaşmanın olduğu. Bu uzun vadede bir yakınlaşma olmayacağı anlamına gelmez. Tarafların çıkarları için yakınlaşmalarını mümkün kılan bir ortamın olduğunu net biçimde söylemek gerekiyor bunu derinleştirmek mümkün mü zaman gösterecektir.”

Macron’un ‘stratejik ortaklığa’ vurgu yapıp üyelik meselesini rafa kaldıran açıklamasını değerlendiren Demir şöyle devam etti:

“Macron’un konuşmaları ve Türkiye ile ilgili değerlendirmeleri yukarıda söylediklerimizi de doğrular nitelikte. Yani Macron Türkiye’nin stratejik olarak önemli bir ortak olduğunu ama değerler anlamında AB’den uzak olduğunu net biçimde ifade etti. Bunu da Brexit’ten sonra yapıyor. Bu oldukça çarpıcı bir durum. Açmak gerekirse bu noktayı Macron, ‘İngiltere ile ilişkiler önemli ve Brexit’in ilişkileri bozmasına izin vermeyeceğini’ söyleyip konuyu Türkiye’ye getiriyor. Türkiye ile ilgili olarak ise değerler anlamında Türkiye’nin AB’den uzak olduğunu ama stratejik ortaklığın esas olduğunu belirtiyor. Burası oldukça önemli. Türk basınında da gözden kaçan bir nokta burası. Macron, Türkiye’yi İslami değerler çerçevesinde tanımlıyor ve AB ile ilişkisini bu kapsamda değerlendiriyor yani örtüşmezlikten bahsediyor.

Demir konuşmasına şöyle devam etti: “Avrupa Birliği üyesi olmak ile AB’yle ilişkiler geliştirmek farklı. Başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın önde gelenleri açısında ikinci durum ağır basıyor. Bu yorum ya da analizde bugünün Türkiyesi için geçerli. Dün ya da yarın için değil.”

Türkiye’nin dış politikasındaki gelgitleri yorumlayan Demir Dünya’da da benzer bir durumun olduğuna işaret etti: “Dış politikaların bu denli hızlı değişmesi Dünya’nın genelinde benzer bir görünüm arzediyor. Diplomasi ile ilgili adımlar ya da tavır alışlar eskiye nazaran oldukça hızlı. Sosyal medya üzerinden ya da twitterdan önemli adımların atıldığı açıklamaların yapıldığı bir dönemdeyiz. Şunu kabul etmek gerekiyor; Dengeler çok çabuk değişiyor. Şu an düşman olan Trump kısa süre içerisinde atacağı bir adımla dost olabilir. Bu süreler çok kısaldı.”

İdlib operasyonu 
Olası bir İdlib operasyonun etkilerini değerlendiren Demir meselenin detaylarını şu şekilde özetledi: İdlib operasyonu çok ciddi bir anahtar. 2-4 milyon arası bir nüfus hareketliliği var. Esad açısından çok kritik bir nokta. Tüm unsurlar açısından İdlib hayati önemde. ABD-Rusya-Avrupa gibi unsurlar bunu açıkça dile getiriyor. Denkleme bakıldığında işler çok da Türkiye’nin lehine denemez. Göç hareketleri nedeniyle ise Türkiye ‘avantajlı’ durumda. Avrupa’nın Türkiye’yi bu bağlamda mutlaka dikkate almak durumunda. Özetlemek gerekirse İdlib hem bölge hem de dünya için ya çözümün net biçimde sağlanacağı ya da işin işinden çıkılmaz hal alacağı bir konumda. Bunu düşünmek gerekiyor.

AB Uzmanı Can Baydarol Türkiye ile AB arasındaki stratejik yakınlaşmanın ekonomik arka planına ilişkin şunları söyledi: Türkiye’de yaklaşık 22 bin tane yabancı işletme var. Bunların da yaklaşık yüzde 70’i Avrupa. İlk sırada Hollanda ikinci sırada Almanya var. Dolayısıyla Türkiye’nin Avrupa’ya yaptığı ihracatlar bu şirketler aracılığı ile yapılıyor. Öteki tarafta ise bankacılık sektörü var. Bankalarda da yabancı oranı yüksek. Şimdi Türkiye’nin krize girmesi demek bu denklemin de olumsuz etkilenmesi demek olacaktır. Hem üretimsel hem de ödemeler açısından ciddi sorunlar açığa çıkacak. Bu Avrupa ekonomisini de olumsuz etkileyecektir. Avrupa’nın ekonomisinin de kırılgan olduğunu dikkate alırsak Türkiye’nin krizi Avrupa’yı da etkileyecektir.

Baydarol, Avrupa’da yükselen aşırı sağın bu tabloda önemli bir yere sahip olduğunu belirtirken Avrupa’daki olası ekonomik daralmanın aşırı sağı güçlendireceğini ifade etti:

Aşırı sağın yükselmekte olduğunu dikkate alırsak söz konusu olası kriz aşırı sağın daha da büyümesine tabiri caizse oy patlaması yaşamasına neden olacaktır. Siyasal manada ciddi bir sorun demektir. O yüzden Avrupa ile Türkiye stratejik müttefiktir.

Ciddi sorunlar tetikledi 
ABD’nin Türkiye ile ciddi sorunlar yaşamasının AB ile ilişkileri nasıl etkilediğini sorduğumuz Baydarol şöyle devam etti:
Trump rejiminin Türkiye ile kavgası NATO ile de çeşitli sorgulamaların açığa çıkmasına neden oluyor. Sorun askeri olarak da ivmeleniyor diyebiliriz. Bu da Avrupa açısından ciddi iki problem anlamına geliyor. İlk problem; Türkiye, Rusya’ya yakınlaşırken Avrupa’nın doğu sınırlarının tehdit altına giriyor.

İkinci problem ise mülteciler konusu. Mültecilerle ilgili meselede Türkiye’nin ‘ben yokum’ demesi Avrupa’ya mültecilerin ciddi biçimde yönelmeleri anlamına gelecektir. Bunları alt alta yazarsanız Avrupa’nın Türkiye’nin stratejik manada önemini kavramak zorunda olduğunu göreceksiniz. Bu durum elbette kısa vadede AB üyeliğine götürmez. O başka bir tartışma ama ilişkilerin normalleştiği bir döneme doğru gittiğini söyleyebiliriz.

Türkiye-Rusya ilişkisinin zemininin dar olduğunu ifade eden Baydar ‘tarihsel bir hatırlatma’ ile bu iki yapının uzun vadede ilişkilerini derinleştiremeyeceğinin altını çizdi:

Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini çok derinlikli sürdürmesinin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Tarihsel olarak Baltacı-Katerina ilişkisinden bu yana Rusya ile ciddi bir rekabet ve karşı karşıya gelme durumu var. Rusya’nın sıcak denizlere inme hayali Türkiye’nin de kendisini korumak için Batı ile ittifak kurması kadim bir strateji olarak karşımızda duruyor. Bu biçim değiştirse bile güncelliğini koruyan bir anlayış. İki ülkenin çıkarlarını düşünmesi durumu esastır. Doğal müttefiğin Avrupa olduğunu görmemiz gerek.

İdlib operasyonun gerçekleşmesi durumunda Türkiye’ye yansımalarını sorduğumuz Baydarol şu değerlendirme ile sözlerini noktaladı:

Şu andaki pozisyonda olası bir İdlib operasyonu Türkiye ile Rusya’yı karşı karşıya getirecektir. Ya da Türkiye’nin Esad ile barışması gerekecektir. Bunu da yapması mümkün görünmüyor. Yani İdlib operasyonunun çok hayra alamet olacağını düşünmüyorum.

Can Uğur / BİRGÜN

29 Ağustos 2018 Çarşamba

Garip bir kampanya - KADİR SEV

Çevre ve Şehircilik Bakanı dün konut sektörü temsilcilerini yanına alıp, dev bir satış kampanyası başlattıklarını duyurdu.

Başlıkta “garip” sözcüğü kullandım. Çünkü kampanyanın sahibi devlet değil. Üstelik hiçbir sürecinde yer almıyor. Ne uygulamasında ne de denetiminde rolü var.
Görkemli bir törenle yapılan ve TV kanallarının canlı yayımladıkları toplantının, konut satıcılarının reklamını yapmak dışında hiçbir anlamı yok.

Basın toplantısında bolca, “…Türkiye için kazanç vakti… yerli ve milli duruş… gün birlik ve beraberlik günü… ekonomik kuşatmayı aşmak … inşaat sektörü her zaman üzerine düşen fedakarlığı kararlılıkla yerine getirmiştir…”gibi bir sürü içeriksiz söz edildi.
Bakanın sözlerini bir yana bırakalım. Yatırımcılar bu kampanyayı, fedakârlık değil kazançlarının artacağı biçiminde yorumladı. CNN Türk’te AA kaynaklı bir haberde, Borsa İstanbul’da işlem gören 33 Gayrimenkul Yatırım Ortaklığının (GYO) 22’sinin hisselerinin, kampanyanın duyulmasıyla değer kazandığı belirtiliyordu. Habere göre, Türkiye Sınai ve Kalkınma Bankası GYO yüzde 14, Sinpaş GYO ise yüzde 6,8 artış oranıyla ilk iki sırayı almıştı.

Konut sektörünü böylesine coşturan dev kampanyanın özelliklerini kısaca özetleyelim:
Konut almak isteyenler artık bankalara değil, konut yapmak ve satmak amacıyla kurulmuş olan GYO’larına başvuracaklar. Şirketler de satış fiyatlarını yüzde 10 indirecekler. Alıcılar satış bedelinin en az yüzde 10’unu peşin ödeyecek ve taksit süresince 0,98 vade farkı ödeyecek. Kefil istenmeyecek. Bankalardaki, yastık altlarındaki altın ve dövizlerini peşinat ya da taksit karşılığında yatıranların borçları, kur ve altın fiyatları arttıkça, artış oranında azaltılacak. Herkes istediği kadar borçlanabilecek. Borçlarını vadesinden önce kapatanlara indirim yapılacak.

Şimdi de bu kampanyanın arkasına gizlenen gerçeklere bakalım:
İnşaat şirketlerinin elinde şişmiş, yaklaşık iki milyon dolayında konut var. Satamıyorlar.
Bankaların kullandırdığı konut kredilerini ucuzlatmayı denediler olmadı.
Mayıs 2018’de “birlikten güç doğacak, Türkiye kazanacak” sloganıyla başlattıkları kampanyayla bankalardan 0,98 oranıyla konut kredisi vermelerini istemişlerdi, özel bankalar yanaşmadı. “Kısa vadelerle topladığımız paraları, uzun vadeli konut kredilerinde, üstelik maliyetinin altındaki oranlarda kullandırmaya kalkışırsak batarız” dediler. Bugün yüzde 2-2,75 faiz oranları uyguluyorlar.
Üç kamu bankasına zorla 0,98 faiz oranıyla kredi verdirdiler. Yaklaşık üç ay içinde, kimi kaynaklara göre 4 milyar 400 milyon, kimilerine göre ise 6 milyar lira konut kredisi kullandırıldı. Böylelikle epeyce konut satıldı ama artık kamu bankalarının bu koşullarla kredi verecek mecali kalmadı.

Konut stoklarını eritecek cazip çözümler üretemiyorlar. Konut sertifikasından beklediklerini bulamadılar, üstelik sertifika alanlar zarar etti.

Zamana ihtiyaçları var: tıkanıklığı, şimdilik konut sektörünün reklamını yaparak çözmeye çalışıyorlar.

Aslında onu bile becerebildikleri söylenemez. AVM’lerdeki dev ucuzluk kampanyalarından aşırma bir yöntem uyguluyorlar.

Şöyle bir kurguya kim inanır: Şirketler sattıkları konutların fiyatlarında %10 indirim yapacak, siz de banka kredi faizlerinin yarısının bile altında olan 0,98 vade farkı ödeyip ucuza konut sahibi olacaksınız.

Konutun önceden belirlenmiş ve değiştirilemez bir fiyatı olmayacağını herkes bilir. Kapitalist düzende piyasada kuralları geçerlidir. Satıcı, çeşitli etkenleri değerlendirip kendisine göre bir fiyat belirler, görüşülür, iki tarafın da işine geliyorsa satış gerçekleşir. Onun ötesinde söylenen her şey aldatmacadan ibarettir.
Kampanya yapıyoruz diye söylediklerinin çok daha fazlasını GYO’lar zaten yıllardır uyguluyor.

İnternette kısa bir tarama yaparsanız, “babalar gününe özel” yüzde 10 indirimle, sıfır faizle 60 ay-120 ay taksitlerle konut satanları; peşin ödemelerde yüzde 24-25 oranında indirim yapanları; bir yıl süreli özel okul eğitimi hediye edenleri; mağazaların hediye çeklerini verenleri görürsünüz.

Konut sektörüne döviz ve altın dopingi
Bakan, bankalarda ya da yastık altındaki döviz ve altınlarını getirenlerin borçlarının, kur arttıkça, aynı oranda azaltılacağını söyledi. Bunun amacı açık: döviz ve altın toplama faaliyetine konut sektörünü de etkin biçimde katmayı istiyorlar.
Ancak burada bir sorun var: kur arttıkça borçların aynı oranda azaltılması, şirketlere ek yükler getirebilir. Basın toplantısında açıkça söylenmedi ama böyle durumlarla karşılaşılırsa, bütçeye başvurmaktan başka çarelerinin olmadığını bilelim.

Kefil neden istenmiyor?
Söz konusu, konut bedeli gibi yüksek tutarlar olunca kefil bulmak da zorlaşıyor. Bu nedenle dün açıklanan kampanyada kefil istenmeyeceği özellikle vurgulanmış.
Oysa bunu konut alanların işlemlerini kolaylaştırmak gibi bir amaçla yapmıyorlar. Kefil, bankalar için önemli. Şirketler, sattıkları konutun üzerine ipotek koyduklarında güvence sorunlarını çözmüş oluyorlar. Ödeyemeyenlerin konutlarına el koyup stoklarına ekliyorlar. İşleri zaten satmak olunca dert etmeleri de gerekmiyor.
Son söz:
Hayal satmaya başladılar.

Kadir Sev / SOL

Kimiz biz? - Özgür Mumcu

2011 senesinde iktidar gazetelerinden Yeni Şafak’ta bir haber başlığı: “Berfo Ana’nın Son Umudu Erdoğan”. O vakitler başbakan olan Erdoğan, Beşiktaş’taki ofisinde Cumartesi Anneleri’yle bir araya gelmişti. Toplantıdan aktarılanlara göre “faili meçhul cinayetlerin, gözaltında kayıpların” bir insanlık suçu olduğunu söylemişti. 

Yine aynı sene. İktidara yakın medyada başka bir manşet: “Erdoğan konuştu, AKP’li vekiller ağladı.” Haberde partisinin grup toplantısında Cumartesi Anneleri’yle görüşmesini anlatan Erdoğan’ı dinleyen bazı AKP milletvekilleri gözyaşlarını tutamadığı anlatılıyor. 

2014 senesi. AKP’nin keskin muhalifi Süleyman Soylu artık AKP genel başkan yardımcısı. 12 Eylül referandumuna neden evet dediğini şöyle açıklıyor: “Eski Türkiye’den kastımız faili meçhul cinayetler, anlamlandıramadığımız olaylardı. Tarihin girdabına girdiğimiz bir süreçti. Referandumla ‘artık hâkim siz değilsiniz, halktır, bu millettir’ anlayışını gerçekleştirmeye çalıştık.” 

Geçen hafta Cumartesi Anneleri’nin 700. defa Galatasaray Lisesi önünde toplanmasına polis saldırdı. Saldırının şiddeti ve gerçekleştiriliş şekli bir kışkırtmayı çağrıştırıyordu. Dün Habertürk’te Fatih Altaylı’nın da belirttiği gibi benim de aklıma Gezi protestosunda çadır yakan cemaatçi polisler geldi. 

İçişleri Bakanı Soylu’nun saldırı hakkında yaptığı açıklama ise her şeyin planlı programlı yapıldığını gösterdi. Bakanın, dört sene önce “anlamlandıramadığımız olaylar” diye değerlendirdiği faili meçhul cinayetleri artık anlamlandırmaya başladığı görülüyor. 
Bakan gözaltında işkenceyle öldürülen ve kaybedilenleri suçlu ilan etti. Ölenlerin yakınlarına “paçoz” diye hakaret etmekten de geri durmadı. 

Türkiye’nin en karanlık döneminde dahi böyle bir açıklama yapılmamıştı. 

Artık göstermelik de olsa zevahiri kurtarmaya çalışan bir iktidar yok. Ne anayasadaki gösteri ve toplantı yürüyüşü hakkını tanıyorlar ne de yakınları öldürülenlerin haklı taleplerini. 

Vaktinde işlerine geldiğinde hikâyelerini anlatıp ağlayarak oy devşirmeye çalışanlar bugün aynı insanları hedefe koymakta. 

Ne AİHM kararları umurlarında, ne Meclis’in faili meçhul cinayet raporları. 
En kabasından, en beceriksizinden, en beterinden otoriter bir yönetim anlayışını devlet aklı, devletin bekası diye yutturmaya gayret ediyorlar.
 
Hep aynı soruyu soruyoruz fakat yanıt almak mümkün olmuyor. Bu yönetim anlayışıyla düze çıkmış bir ülke var mıdır? Hukuku yok sayarak, hiçbir sorumluluğu kabul etmeyip keyfiliği rehber edinerek refaha ermiş bir toplum var mıdır?

Vatanseverliğin gerçek ölçüsü, Cumartesi Anneleri’nin haklı ve meşru taleplerini seslendirmek ve bunların gereğini yapmaktır. Zira bir vatan ancak hukuk üzerinde dik durabilir. Cumartesi Anneleri’nin toplanması anayasal bir haktır, faili meçhul cinayetlerin çözülmesi de devletin ödevidir. 

Elbette biz ülkeyi artık anayasada tanımlanan haklara göre değil, kafamıza göre yönetiyoruz demek de bir seçenek. 

Söyleyin de vatandaş mıyız yoksa tebaa mı bilelim artık.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET