2 Eylül 2018 Pazar

Ekonomi politik - ORHAN GÖKDEMİR

Türk lirası dolara karşı sene başından beri yüzde 40'tan fazla değer kaybederek dünyanın en çok değer kaybeden para birimi oldu. Değer kaybının seyri gerçekten baş döndürücü. Doların Liraya karşı 3 TL’den 4 TL’ye yükselişi iki yıl sürmüş, 4 TL’den 5 TL’ye yükselişi için 4 ay yetmiş. 5 TL’den 6 TL’ye yükseliş seyri üç hafta ve nihayet bir gecede 7 TL’yi geçip 8 TL’ye dayanmış. Araya giren uzun tatile rağmen inişli çıkışlı seyri devam ediyor. Demek ki aşağı yukarı üç yıl içinde yüzde yüzden fazla değer kaybına uğrayan bir para biriminden söz ediyoruz. Düşünün, ücreti mukabili isteyene özgürlük savaşı hizmeti veren Özgür Suriye Ordusu adlı şebeke bile isyan etti bu değer kaybı karşısında. Patronlarına, “Bize Suriye poundu olarak ödeme yapın” dedi.

İktidar çevrelerinin lafı geveleyip durduklarına bakmayın, bunu adı devalüasyondur. Anlamı çok basit: Paramızın Dolar ve Euro cinsinden değeri çok hızlı bir biçimde değişmiştir. Daha çok para vererek daha az şey alabiliyoruz ve buna kısaca devalüasyon diyoruz. Çok belirgin sonuçları var. İthal malların fiyatları arttı ve ihraç edilen malların fiyatları düştü. Artık aldığımız daha pahalı ve sattığımız daha ucuzdur. Yalnız sorun şu ki, ithalat kalemleri ihraç malları içinde de önemli bir yer tutmaktadır. Mesela makineler, çeşitli hammaddeler ve asıl önemlisi petrol ithal mallar kalemindedir. Yani pahalı olsalar bile bu malların ithalatı kaçınılmazdır. Pahalı ithal edip, pahalı üretip, ucuz ihraç edeceğiz demek bu.

Üretimin girdilerinden biri de “emek”. Üretimin bir girdisi sayıldığı şartlarda, ithalat fiyatları artıp, ihracat fiyatları düşerken emeğin payına düşen ücretlerin aynı kalması mümkün değildir. Ücretler düşecektir. Yani işgücünden başka satacak malı olmayanların fakirleşmesi kaçınılmazdır. Nitekim Dolara çevrildiğinde asgari ücret ve en düşük emekçi maaşı pul olmuştur. Fakirleştik. Mevcut seviyelerinin korunabilmesi için bile Liranın Dolar karşısındaki değer kaybı oranında artış yapılmalıdır. Demek ki ilave yüzde 40 artışa ihtiyaç vardır. Piyasanın görünmez elinin eğilimini biliyoruz. İşsizliği bahane ederek, mevcudu daha aşağılara çekmeye çalışacaklardır. İşçiler buna rıza göstermezse baskı artacaktır. “İslamofaşizmin” çıkış noktasına böylece ulaşmış oluyoruz.

AKP koalisyonunun parçalandığı, dincinin dinciye darbeye kalkıştığı 2016’dan beri işte buna hazırlanıyor. Durduk yerde 12 Eylül havası estirmelerini başka türlü açıklayamayız. Devalüasyon varsa ya düşerler, ya da faşizm sopasını sallarlar. Kapitalist krizin ekonomi politiğidir…
                                                                 ***

Yasayı Yalçın Küçük’e borçluyuz; Devalüasyon iktidarları düşürür. Devalüasyon oldu mu, iktidarlar düşer. 1946, 1958, 1970, 1980, 1994, 1999-2001 ve 2015’te devalüasyon olmuş ve iktidarlar düşmüştür. Tek istisnası 7 Haziran 2015’te düşmüş olmasına rağmen, düşmemiş taklidi yapan AKP’dir. Düşmüş, fakat şikeci muhalefete yaslanarak ayakta kalabilmeyi başarmıştır.

Nazif Ekzen ağabey devamını şöyle getiriyor: “1946 sonrasının iktisat tarihi kayıtları hep şunu gösterir. Dış denge krizine bağlı olarak yaşanan Türkiye'nin büyük devalüasyonları hep Ağustos ayında olur. Patlıcan mevsiminin sonunda. Devalüasyonların Ağustos ayında olmasının nedeni, dış denge darboğazının yılın bu ayında en şiddetli düzeyine ulaşmasındandır. Ülke ekonomik krizi dış denge nedeniyle, dış ticaret açığı-cari açık olarak yaşıyorsa, yaz bitip sonbahara girilirken hep Ağustos'ta devalüasyon yaşanır. Şimdi bir kez daha yaşanıyor. Bir kez daha Türk ekonomisi dış denge darboğazı nedeniyle Ağustos ayında devalüasyona zorlanıyor.''

Yalçın Küçük yasasının devamıdır; Ağustos’ta devalüasyon olur. Ağustos sıcağında Lira yangınının sebebi budur. Rastlantıya yer yoktur, her şey yerli yerindedir.

Yalçın Küçük’e göre yakın Türkiye tarihinde 6 devalüasyon olmuş ve bunun sonucu olarak 6 rejim değişikliği yaşanmıştır. Sıralayalım:

1946 Devalüasyonu - Recep Peker - Düşürülmüş, silinmiştir.
1958 Devalüasyonu - Adnan Menderes - Düşürülmüş, idam edilmiştir.
1970 Devalüasyonu - Süleyman Demirel - Düşürülmüş, idam edilmemiştir.
1980 Devalüasyonu - Süleyman Demirel - Düşürülmüş, enterne edilmiştir.
1994 Devalüasyonu - Tansu Çiller - Düşürülmüş, silinmiştir.
2001 Devalüasyonu - Bülent Ecevit - Düşürülmüş, ölüye sayılmıştır.

Bunlardan biri hariç hepsinde devalüasyon gönüllü yapılmıştır. Adını koymakta direnen, reddeden tek iktidar Menderes iktidarıydı. Sonunu biliyorsunuz.

Demek ki devalüasyon tarihine bir katkı daha yapmış oluyoruz. 2018 Ağustosunda çok sert bir devalüasyon olmuştur ve üstelik bu sonuncusu “rejim değişikliği” yaşandığı iddia edilen bir döneme denk gelmiştir.
                                                                 ***

Tuhaf, herkes devalüasyonun ardından islamofaşist bir yeni rejim beklemekte, fakat buna karşın 16 yıllık islamofaşizm yıkılma tehdidi ile boğuşmaktadır.

Reise malum olmuş olmalı, 30 Ağustos konuşmasında “Ekonomik çöküş yaşamıyoruz” dedi. Fakat yasadır, devalüasyon varsa çöküş kaçınılmazdır. Devalüasyon oldu mu sebep olan iktidarlar düşer. Çünkü arkasından derin bir ekonomik çöküş gelir. Henüz yaşamadıysak, yakında yaşayacağız demektir bu.

Derin bir krize doğru yuvarlanıyoruz. Düzenleri çöküyor. Çöküyorlarsa, devalüasyon varsa ya düşerler, ya da faşizm sopasını sallarlar. Kapitalist krizin ekonomi politiğidir…
Ya ayağa kalkarız ya altında kalırız; Bu da bizim ekonomi politiğimizdir!

Orhan Gökdemir / SOL

100’üne merdiven dayayan bir parti...- MUSTAFA K. ERDEMOL

Gelir mi gelmez mi tartışılır ama ABD’de komünist örgütlenmelerin varlığı yeni değil. Hatta ABD dünyanın en eski Komünist Partisi’ne sahip bir ülke.

Alexandria Ocasio-Cortez’in ABD’nin New York eyaletinde Demokrat Parti’nin Temsilciler Meclisi üyeliği için yaptığı ön seçimde partinin ağır topu Joe Crowley’i yenerek aday olmasından sonra Florida Valiliği için solcu Andrew Gillum’un da Demokrat Parti’nin adayı seçilmesi ABD’de “sol”un yükselmesi olarak değerlendiriliyor.

Her iki isim de ABD siyasetinde en solda sayılabilecek figürler. Bu iki ismin gösterdikleri başarı ABD’de sola doğru bir eğilimin artmasının işareti olabilir gerçekten de. Ocasio- Cortez bir göçmen kadın olarak sert sol söylemlerle oy toplayabildi New York’ta. Floida gibi çok önemli bir eyalette de Gillum’un elde ettiği başarı asla küçümsenemez.
Gelişmeyi “ABD’de Sosyalizmin Topuk Sesi” başlıklı yazısında ele almış Oray Eğin, “Evet, ABD’ye sosyalizm geliyor” diyor yazısında.

Gelir mi gelmez mi ayrıca tartışılır ama ABD’de sosyalist, komünist örgütlenmelerin varlığı yeni değil. Hatta ABD dünyanın en eski Komünist Partisi’ne sahip bir ülke. ABD Komünist Partisi 1919’da Chicago’da kuruldu bilindiği gibi. Yani Büyük Ekim Devrimi’nden sadece iki yıl sonra. 31 Ağustos- 3 Eylül arası bir tarih verilir ama çoğunluk resmi olarak 2 Eylül’de kurulduğunu kabul eder. Yani bugün ABD Komünist Partisi’nin 100. Kuruluş yıldönümü.

Hem partinin hem de günlük gazetesi Daily Worker’in merkezi New York’a taşınıncaya kadar, yani 1927’ye kadar Chicago’daydı Komünist Parti. Yöneticileri de üyeleri de çok sıkıntı çektiler. Polis hiç bir zaman peşlerini bırakmadı. 1925 yılında çoğu metal ya da inşaat işçilerinden oluşan 2 bin 500 üyesye sahipti parti. Sonra demiryolu işçilerini örgütlediler, gıda sektöründeki emekçilere yöneldiler. İşçi okulları olan parti fabrikalardaki ırk ayrımcılığına karşı çok kararlı bir mücadele verdi. Hatta öyle ki 1925 Ekim’inde siyah Amerikalıları emek hareketine kazanmak için Amerikan Negro Çalışma Kongresi’ni düzenledi. (Negro sözcüğü günümüzde siyahları küçültücü anlam taşıdığı için kullanılmamaktadır).
Partinin en önemli başarılarından biri 1930’larda işsizleri de örgütlemiş olması. 1931’de polis iki siyah işçiyi katlettiğinde partinin düzenlediği cenaze törenine katılanların sayısı 60 bindi. 30’lu yılların sonlarında partinin sempatizanları arasında yüzlerce sanatçı, edebiyatçı vardı.

Nasıl kuruldu?
Komünist Parti’den önce küçük bir sosyalist partide örgütlüydü komünistler. Ama bu partinin önderliğinin Ekim Devrimi’ne karşı çıkması üzerine komünistler ayrılarak kurdular ABD Komünist Partisi’ni. Kuruluşundan çok kısa bir süre sonra da 70 bin üyeye sahip oldu.

Kurulur kurulmaz öyle büyük bir korku yaratmıştı ki parti, dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın emriyle kurulduğu yılın sonbaharında kitlesel tutuklamalarla karşı karşıya kaldı. Bu tutuklamalara Palmer Raids tutuklamaları denir. Adını tutuklama emrini veren Başsavcı A. Mitchell Palmer’dan almıştır. Tutuklananların çoğu İtalyan ve Doğu Avrupalı göçmen parti üyeleriydi. 500’den fazla parti üyesi “yabancı” olduğu için sınırdışı edildi.

Palmer Raids 1920’de sona erdiğinde ABD komünistleri tüm baskılara rağmen daha da güçlendiler. Parti 1924’te günlük satışı 35 bin olan Daily gazetesini çıkardı. Aynı yıl bir işçi olan William Z. Foster’ı Başkan Adayı olarak gösterdi. Foster 35 binden fazla oy aldı.

Sovyetler Birliği’nin kurucusu Vladimir İliç Lenin’in ölümüyle başlayan Stalinst-Troçkist ayrımından parti de etklendi. Troçkistler ayrılarak Amerikan Komünist Cemiyeti’ni kurdular. ABD Komünist Partisi işçi sendikalarını yaygınlaştırarak, işçi haklarını koruma mücadelesine ağırlık verdi. Daha yüksek ücret, ulusal emeklilik programı ve işsizlik sigortası için çalışmalar yaptı. Büyük Kriz sırasında partinin çalışmaları emekçiler için büyük moral oldu. Parti’nin 1932 Başkanlık Seçimleri için çıkardığı aday bu kez 100 binden fazla oy almayı başardı.

İspanya’da başlayan İç Savaş ABD Komünist Partisi’ne ilgiyi daha da artırdı. Üyelerinin bir çoğu savaşta faşistlerin karşısında Cumhuriyetçilerle birlikte çarpıştı. Bu ABD egemenlerinde bir kez daha komünizm korkusunun doğmasına yol açtı. 1940’da partinin Başkan Adayı Earl Browder’in ülke içinde seyahat yapmasına izin verilmedi. Browder Başkanlık propagandasını yazılı ya da sözlü olarak kaydedip iletmek orunda kaldı seçmenlerine.

Birinci Dünya Savaşı sırasında sonradan parti üyesi olan binlerce komünist Avrupa ile Asya’daki savaşlarda antiemperyalistlerle birlikte cephede görev aldı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra parti radikal söyleminden uzaklaştı.1948’de İlerici Parti adayı sol liberal Henry A. Wallace’ı ABD Başkanı adayı olduğunda destekledi. Wallace, 1941-45 arası ABD Başkan Yardımcısı idi. ABD Komünist Partisi’nin 12 üyesi 1948’de hükümeti devirmeye çalışmak suçlamasıyla tutuklandı.

1960’lı yıllarda parti sivil hak hareketlerine ve savaş karşıtı kampanyalara ağırlık verdi. Kurulduğu ilk on yıldaki etkinliğini yitirdiği zamanlardır. Partinin çok uzun yıllar genel sekreterliğini yapan Gus Hall 1968’de Başkan adayı olduğunda aldığı oy sadece 1075’di. 76’da da aday oldu, bu kez 58 binden fazla oy aldı. 1988’de de siyah aktivit Jesse Jackson’ın Başkan adaylığna destek verdi parti.

Bu Gus Hall’la ilgili hatırladığım bir iki şey var, paylaşayım. Partinin kendisine aldığı araç bir limuzindi. Kaldığı ev de yine partinin aldığı çok pahalı bir lüks konut. Başka ülkelerden komünist yoldaşları bunun ilkelerine aykırı olup olmadığını sorduğunda Hall’ın verdiği yanıt şudur: “Siz ABD’de komünist olmak nedir bilemezsiniz. Komünist olduğum için kimse bana araba kiralamıyor, sadece bu limuzin şirketi buna cesaret edebildi. Kimse bana ev de kiralamıyor, parti de bu evi almak zorunda kaldı”.

Halen varlığını sürdüren ABD Komünist Partisi, Rus Devrimi ilkelerine bağlılığını koruduğunu söylüyor. Şimdi mücadele alanı ülkede sosyal adaleti sağlamak, daha iyi sağlık hizmetleri verilmesi için hükümeti zorlamak, sosyal yardımları arttırmak ve ciddi bir çevre politikasının hayata geçirilmesi için yönetime baskı yapmak.

Dünyanın en eski Komünist partilerinden biri olan ABD Komünist Partisi’nin 99’uncu yaşı kutlu olsun.

O sahte Özgürlük Heykeli’ni “işçi tulumuyla” da göreceğiz mutlaka.

Neden olmasın?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

FETÖ’cünün şahidi Adnancı, Adnancının şahidi FETÖ’cü! - Mine G. Kırıkkanat

A9 ekranlarında her akşam Adnan Oktar’ın karşısına yarı çıplak dizilip ‘inşallah aşkım, maşallah aşkım’ diye mırıldanan sallabaş kedicikler yüzünden pek de ciddiye alınmayan Adnancı mafya; aslında yargıyı FETÖ’yle birlikte ele geçiren ve emniyette terör estirecek kapasiteye sahip çok tehlikeli bir suç örgütüdür! 

1999’da örgüte yapılan operasyonun baş mimarı, zamanın İstanbul Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan; Adnancılarla uğraşmanın bedelini en ağır ödeyen, ağır iftiralarla hayatı karartılan emniyetçi oldu. 

Başına gelenleri, Saçan’ın kendi kaleminden okuyalım:

***

1999 operasyonunda örgüt yöneticileri tutuklandı. 9 ay kadar cezaevinde kaldılar. DGM’lerin kaldırılması üzerine İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanırken, mahkeme başkanı ve üyelere inanılmaz iftiralar attılar. Onlarca kez reddi hâkim yaptılar. Üye hâkim Nuray Yalınbaş, üzüntüsünden kanser oldu ve vefat etti.

Av. Uğur Poyraz, bu davada Adnancıların baş avukatıydı. Dava hilelerle uzatıldı, FETÖ’cü yargının yardımıyla zamanaşımına uğradı ve 2014 yılındadüşürüldü. 

Benim hakkımda önce şikâyetleri yoktu. Meslekten atılınca* harekete geçtiler. 2005 yılında tanık olarak ifade verdiğim Organize Suçlar Şubesi’nde usulsüz arama yapıldı, Savcılık adımı ‘kötü muamele gördük’ dosyalarına sanık olarak ekledi ve suç türü, birdenbire işkenceye çevrildi. 

Örgüt, yargılama esnasında birçok hekimden para karşılığı, gerçeğe aykırı özel raporlar aldı. Adli Tıp Kurumu, özel raporların hiçbir adli değerininolmadığını defalarca ve kurul kararıyla tespit etti. Örneğin ilk raporda bel fıtığından şikâyetçi olan bir Adnancı, daha sonra aldığı özel raporda omuzunun çıktığından şikâyetçiydi! 

Sonuçta 2011 yılında 51 sayfa gerekçeli kararla beraat ettim. Ama bu süre içerisinde hakkımda ‘işkenceci’ diye binlerce yayın yaptılar, hedef gösterdiler.Beraat kararına muhalif kalan hâkimin şerhini, sanki mahkûmiyet kararıymış gibi TV’lerde, sosyal medyada paylaştılar.
 
Mahkemedeki savunmalarıma dair 10’dan fazla suç duyurusunda bulundular. Tazminat davaları açtılar. 

Polisken DGM Başsavcısının hakkımda yazdığı ‘Çok Gizli’ damgalı bir yazıyı FETÖ’cüler aracılığıyla ele geçirip, basına dağıttılar. Hatta savunmamın altına Av. Dr. unvanlarını koydum diye ‘Mahkemeyi etki altına alıyor’ gerekçesiyle suç duyurusunda bulundular! 

Sonuçta 2011’deki Beraat Kararını, esastan değil de usulden bozdurdular. 
Bu usuli işlem, bugüne kadar tamamlanamadı ve yasal zaman aşımı süresi 2014 yılında dolmasına rağmen halen yargılanmaya devam ediyorum. 

Usulden bozulan kararı veren 7. Ağır Ceza Mahkemesini, 3 yıldır reddi hâkim talepleriyle çalıştırmıyorlar. Bu davanın da baş avukatı Uğur Poyraz’dır. 
2013 yılında FETÖ’cü polis, Adalet Bakanlığı mensupları ve yargıçlar aracılığıyla avukatlık mesleğinden men edilmem için şikâyette bulunarak‘yürütmeyi durdurma’ kararı çıkardılar. Anayasa Mahkemesi’nin karşı kararına rağmen 1 yıl avukatlık yapamadım. Yeditepe Üniversitesi’nde ders vermememiçin inanılmaz baskılar yaptılar. 

Beraat kararına rağmen, sahte raporları İşkence Atlası’nda yayımladılar! 
Ergenekon davasına hepsinden aklandığım suçlamalarla ilgili dosyalar koydular ve Adnancılara 99 operasyonunu Ergenekon örgütünün yaptığını,benim Ergenekon örgütü adına operasyonlar yaptığımı iddia eden dilekçeler verdiler. 

FETÖ’cü savcılarla işbirliği içinde, Adnancı Emre Çalıkoğlu’na aleyhime tanıklık yaptırdılar. Tanık ifadesi sırasında beni mahkemeye çağırmadılar.FETÖ’cü Emniyet Müdürü Ali Fuat Yılmazer’le işbirliği içinde, Ergenekon’la hiç ilgisi olmayan özel bir telefon konuşmamı dava dosyasına koydurup hakkımda şantaj davası açtırdılar. 
Mahkemenin verdiği iki beraat kararının Yargıtay tarafından bozulduğu bu dava, halen devam ediyor. 

Ayrıca, Gümüşsuyu askeri hastanesi Başhekimine emir (!) vererek sahte rapor yazdırmaya azmettirmekten de yargılanıyorum. 

Av. Dr. ADİL SERDAR SAÇAN” 

*Ayrıntılı bilgi: https://www.sozcu.com.tr/2012/ yazarlar/saygi-ozturk/sanki-engizisyon-mahkemesiydi- 85374/
***

Adnancıların yargıyı bir taciz aracı olarak kullandıklarını bizzat yaşamış biri olarak, bu yazı dizisi boynumun borcudur, dostlarım. 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Devamı haftaya…

Bankalara ne oluyor? - ÇİĞDEM TOKER

İnternet bankacılığının yaygınlaşması, TL’nin son zamanlarda döviz karşısındaki değer kaybıyla birleşince, banka müşterileri kayıp/kazanç konusunda adeta teyakkuz durumunda.
Cuma gecesi bankacılık sistemi açısından hareketliydi.
Halkbank’ın internet sitesinde dolar yaklaşık yarım saat 3.72 TL’den işlem gördü. 

Benzer sorunların o gece başka bankalarda da yaşandığı konuşuldu. Bir banka bu iddiayı reddetti.
Akbank’ta kredi kartları limitlerinin harcama yapılmamasına karşın dolduğu, hesaplardan para çekildiği iddia edildi.(Bu arada perşembe günü Vakıfbank’taki yatırım fonu hesabı olan müşteriler hesaplarında 0 rakamını gördü.)

Ortada açıklanmaya, anlaşılmaya muhtaç ve hafife alınamayacak bir durum var.
Bu durumun bir tehdit mi, bir saldırı mı olduğu, zafiyetten mi kaynaklandığı, içinde kastın, ihmalin payları gibi soruların hepsi ayrı ayrı önemlidir.

Sadece Halkbank’ın açıklama yapması yetmez.
Bu ülkede tüm bankaların üyesi olduğu bir Bankalar Birliği, büyük emeklerle kurulan bir Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu ve bu kurumun, bankacılık sisteminin kurallara uygun ve güvenli çalışmasından sorumlu kural koyucu bir kurulu, kadrosu var.

Bu ülkede halka açık şirketlerin hisselerinin işlem gördüğü bir borsa ve bu piyasayı denetleyen, bugüne kadar binlerce kural üretip koymuş bir düzenleyici kurum, Sermaye Piyasası Kurulu var. 

Bu üç kuruma göre nispeten daha yeni kurulmuş BTK bünyesindeki Ulusal Siber Olaylara Müdahale Merkezi USOM var. Ki kurumlara uyarıda bulunmak da USOM’un görevleri arasında.

Bütün bu ciddi kurumların bankacılığın dijital sistemlerinde ortaya çıkan aksaklıkların gerçek nedenlerini tespit ve analiz edip sonuçları toplumla paylaşmaları ve duyurmaları gerekiyor.
Büyük zaman geçirmeden.Tabii gerçekten bağımsızlarsa.


Halkbank yazılıma iki yılda 205 milyon harcandı
Halkbank yazılım ve teknolojik donanım için son yıllarda ciddi yatırım yaptı. Sadece 2016’da bu kalem için harcanan tutar 67.4 milyon TL.

Aktardığımız veri Sayıştay’ın 2016 yılı denetim raporundan. O yıl Halkbank’ın farklı alanlardaki toplam yatırım tutarına baktığınızda, yazılım ve teknolojik donanıma yapılan harcamanın önemi daha iyi görülüyor: 128.8 milyon TL.

Yani bu skandalın doğduğu alana ödenen para, yatırım kalemleri arasında sadece ilk sırada değil. Aynı zamanda toplam yatırımın neredeyse yarısı.

Aynı rapora göre yazılım ve teknolojik donanıma 2015’te yapılan yatırım tutarı ise 137.5 milyon TL. Bu da iki yılda yaklaşık 205 milyon TL bu işlere ayrıldı demek oluyor.

Muhakkak ki geçen yıl da bu alanda yatırım yapılmıştır. Dolayısıyla bu vahim “hata” - mesele “3. parti yazılım”dan kaynaklanıyorsa Halkbank’ın daha ikna edici bir açıklama yapması zorunludur. “3. parti yazılım” ortalığı böyle darmadağın edebiliyorsa, bunca yatırıma yazık değil mi?

Ne demek ‘3. parti yazılım?’
Her vatandaşın ve her banka müşterisinin, “3. parti yazılım” ne demek bilmesi mümkün mü?
Ya da bilmek zorunda mı?

Kaldı ki bilse ne olur? Diyelim ki Halkbank’ta hesabı olan sokağımızdaki terzi, 3. parti yazılımın, “Asıl geliştirme platformunu sağlayan dışındaki kişi ya da firmaca satılan, dağıtılan yeniden kullanılabilir bir yazılım bileşeni” anlamına geldiğini biliyor.

Bu açıklama, dövizin nasıl olup da yarım saat boyunca 3.72’den satıldığını anlatmaya yeter mi? Eğer mesele gerçekten “3. parti yazılımdan” kaynaklanıyorsa, bu hatanın bir sorumlusunun olması gerekir. Döviz kurları bilgileri “dışarıdaki” bir ajanstan alınıyorsa ve bu ajans hata ya da kasten verileri yanlış girdiyse, bu saklanacak, üstü örtülecek, geçiştirilecek bir bilgi değildir.

İki açıklama arasındaki fark
Halkbank’ın iki açıklaması arasında bariz farklar var:
- İlk açıklamada “dış kaynaklı 3. parti bir yazılım” denirken, ikinci açıklamada “dış kaynaklı” ifadesi gitmiş, sadece “3. parti yazılım” kalmış.
- İlk açıklamada, sorunun 3. parti yazılımda “sistemsel ve operasyonel bir hata”dan kaynaklandığı belirtilirken, ikinci açıklamada “yazılımdan kaynaklanan hatalı döviz kurları” deniliyor. “Sistemsel ve operasyonel bir hata” ifadesi, taşıdığı öneme rağmen metinden çıkarılmış.
- İlk açıklamada “kısa bir süre için, Bankamız döviz kurları olması gerekenden farklı olarak yayımlanmış ve internet şubesi üzerinden hatalı kur seviyelerinden kısıtlı sayıda işlem yapılabilmiştir” denilirken ikinci açıklamada, “hatalı döviz kurları ile gerçekleştirilen müşteri döviz alım-satım işlemlerinin herhangi bir geçerliliği bulunmamaktadır” deniliyor.
- Halkbank’ın ilk açıklamada yer verdiği “kısıtlı sayıda işlem yapılabilmiştir” ifadesi, sosyal medyada büyük tartışmalara yol açtı. “Kısıtlı” işlemlerin açıklanması istendi. Hem sayı hem de tutar olarak.
Banka yönetimi, belki de “kısıtlı” kelimesinin yol açtığı infiale rağmen, bankacılık ve ceza hukuku prensipleri açısından bu işlemleri açıklamayı sorunlu buluyor.
Belki de ikinci açıklamada “kısıtlı” kelimesi bu yüzden kaldırıldı. Yerine “söz konusu işlemler nedeniyle bankamızın ve müşterilerimizin hiçbir şekilde kâr/zarar durumu oluşmamıştır” denildi.
Peki “kâr/zarar durumu oluşmamıştır” demek yetiyor mu?

3.72’den dolar alınıp alınmadığı, alındıysa işlemlerin iptal edilip edilmediğinin de belirtilmesi gerekmez mi? 

Halkbank’ta yaşanan sorun yazılımla, dijital altyapıyla ilgili bir sorun bile olsa, bankanın iletişim sürecini iyi yönettiği söylenemez.

Bankacılık güven kurumu.

Toplumun zihninde soru işareti kalmaması gerekiyor...

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Yoğun emek sömürge ülkesi, kalitesizleşme - ORHAN BURSALI

Ataköy’de parkta oturuyoruz. Türkmen olduğunu öğrendiğimiz genç bir kadın servis yapıyor. 10 yıldır buradaymış, gidip geliyor. “Türkmenistan’ın doğalgazı var ama halka vermiyor ki” diyor. 1800 TL alıyor, ama daha yüksek ücretle hasta bakımında veya eve yardımcı olarak çalışma arayışı içinde. Hızlı para biriktirecek. Tabii ki kaçaklar...

Kadıköy Altıyol’da arada yemek yediğimiz lokantada çalışanların bir kısmı değişmiş, Türk Cumhuriyetlerinden değiller, Afganız diyorlar, tabii ki sigortasızlar.
Kaç Afgan var ülkemizde, ne zamandır geliyorlar ve bunların kaçı TC kimliği aldı... Haberlerde İran üzerinden ülkemize girdiklerini okuyoruz. Resmi mi giriyorlar yoksa kaçak mı? Resmi ise neden izin veriliyor, kaçaksa burası yol geçen hanı mı?

Çevrede hizmet veren bu tür yerlere bakıyoruz, bu etnik değişimin izleri her yerde.Adalar’da da benzer durum var. Dil ancak birkaç cümle, menü ile sınırlı. Ekmek, su, balık, hesap, çorba vb.

Büyük bir nüfus değişimi yeni değil. Yüz binlercesi, on yıllardır evlerde yaşlılara hizmet veriyor, başka kimse yok, sağ olsunlar.. Şimdi ise evlerden dışarıya, hizmet sektörüne taştı olay. Anadolu’da gelişmiş kentler diyordur ki şimdi: Ooo merhaba İstanbul, İzmir, Ankara, bizler çoktan istila edilmiş durumdayız. Çoğumuz işsizlik parası alıyoruz. Çünkü köle gibi çalışan mülteciler var...

Türkiye bir emek sömürge ülkesine de dönüştü.

Görünür olanın dışında, merdivenaltı ekonomide, inşaatlarda vb. kimbilir ekmek parasına hangi yüz binler çalıştırılıyor.


Ücret kırıcılığıTam bir emek ücreti kırıcılığı mekanizması devrede.
Türkiye ekonomisi ağırlıklı olarak, yüzde 70 gibi, emek-yoğun yapıda, düşük ve orta teknolojik ağırlıkta. Daha çok ihracat yapacaksan, emeği daha ucuza mal edeceksin ki, rekabet edebilesin.

Çöktü çöküyor diye epey bir süredir yazıp çizdiğimiz ekonominin bugünkü felaketini de yine çalışanlar, emekçiler üstlenecek. Tabii akılsızca borçlananlar da batacak. Emme basma tulumbanın çalıştığı kuyunun dibinde su kalmadı, saadet zinciri koptu. Bu kopuş ve batış süreci aslında 6-yıl önce başladı, her şeyi bilen iktidar seyretti..
Gelinen nokta: Aaaa battık! 
 
BİR MEKTUP: 
Okurumuz Murat YasaTürk va-tandaşlık kimliği alan yabancı uyruklu-lar başlıklı, büyük bir çoğunluğun pay-laştığı bir mektup gönderdi, katılırsınız katılmazsınız: 
“Sayın Bursalı, gittiğim plajda yer göstermekle görevli çocuğun kederli hali dikkatimi çekti. Türkmen olduğunu, bu plajdaki görevi sona erince kışın ne yapacağını bilmediğini, ama eylül ayı sonunda vatandaşlık belgesi alacağını söyledi. 
Kadıköy çarşısında bir manavda ça-lışan Afgan bir çocuk da vatandaşlık belgesi beklediğini söylemişti. Genelde Türkiye’ye seyahat edeceği zaman, şirketimizden davet mektubu isteyen Mısır’da yatırım yapmış bir Suriye vatandaşı da son Mısır seyahatimde sırıtarak Türk vatandaşlık kimliğini gös-terdi ve artık davet mektubuna gerek olmadığını söyledi. Bu 3 olay şunları düşündürdü: 
1-Vatandaşlık kimliği alan veya ala-cak bu 3 kişi de çalışma hayatı için va-sıfsız sınıflamasında. Durum böyle iken Türkiye’de yüzde 15’leri bulan işsizliği artırmayacaklar mı? 
2- Sevr Antlaşması’nın ağır şartlarını, Lozan Antlaşması ile yırtıp atan Türki-ye, bugün 4 milyon Suriyeli, 200-300 bin Afgan vb. mülteci tarafından işgal edilmiş durumda.. Türk vatandaşlığı bu kadar ucuz mu? 
3-Türkiye’yi (gemiyi) terk edenler Portekiz, Malta, Yunan vatandaşlığı alabilmek için 500.000 Avro ödeyip yıllarca beklediği halde, bizim vatan-daşlığımızı bu şekilde ayaklar altına düşürmemizin anlamı ne? Gelişmiş ülkelere akan beyin göçünün başlıca nedenlerinden biri de bu mülteci akı-nıyla toplumumuzun kalitesizleşmesi değil mi? 
4-Türk gençleri, bu ülke vatandaş-ları için şehit olurken, bu ülke gençleri neden ülkeleri için çarpışmıyor? Havaa-lanı pisti tipi kesilmiş saçlarıyla, sakalla örtülmüş yüzleriyle etrafta fink atıyorlar. Bu vasıfsız kişiler yoksa seçimlerde leh-te oy verecek bir oy deposu olarak mı görülüyor?” 

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

1 Eylül 2018 Cumartesi

Bugün Dünya Barış Günü - MUSTAFA K. ERDEMOL

Dünya Barış Günü’nüz kutlu olsun. Her geçen gün daha da çekilmez hale gelen dünyamızda bugünün ne anlamı kaldı diye düşünmeden kutlamalıyız inadına bu günü. Doğru, Donald Trump’ın, Victor Urban’ın, Rodrigo Duterte’nin ülkeler yönettiği bir dünyadayız ve bu adı geçen uğursuzlar tümüyle dünyamızı çekilmez hale getirdiler. Benzerleri her yerde var.


Silahlanma yarışının hâlâ hızla sürdüğünü, bölgesel savaşlarda binlerce can kaybının yaşandığını biliyoruz. Irak’ta ABD işgaliyle başlayan sorunlar katlanarak devam ediyor, Suriye’ye emperyal çullanma bölgeyi ateşe attı, binlerce insan öldü, yurdundan edildi. Yemen’de Suudi Arabistan’ın başını çektiği işgal “insani krize” doğru gidiyor. Günümüz de siyasi nedenlere dayalı göç olgusu her zamankinden daha yakıcı bir halde.

Böyle bir dünyada Barış Günü’nü kutlamak, barışta ısrarlı olmak elbette çok önemli. Bu günün kutlanmasında bile aslında ciddi bir ayrılık var, bildiğiniz gibi. Bir 21 Eylül’de bir de 1 Eylül’de kutlanıyor Barış Günü. İlki BM’nin uydurduğu, hiçbir özelliği olmayan bir gündür. Çok da eski sayılmaz bugünün ilanı. BM’nin 1981’deki oturumlarından birinde, Genel Kurul’un açılış günü olan her Eylül’ün Salı günü Barış Günü ilan edilmişti, nedense yıllar sonra 2001 yılında 21 Eylül’ün Barış Günü olmasına karar verdi BM. Tüm dünyada da aslında 21 Eylül’de “kutlanır” Barış Günü. BM’de bu gün “Barış Çanı” çalarlar. Japonya tarafından yaptırılan bu çanın bir özelliği var; dünyanın her yerinden çocukların yolladıkları bozuk paralarla yapılmıştır.

Savaşları önlemek yerine neredeyse özellikle bölgesel çatışmaları kışkırtan politikalara sahip BM’nin Barış Günü’nü dileyen kutlasın. Asıl Barış Günü olarak kabul ettiğim(iz) tarih 1 Eylül, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı tarihtir. 1 Eylül 1939’da Almanya Polonya’yı işgal etmişti. İkinci, Dünya Savaş’ında Nazi Almanyasını binlerce insanını kaybetme bahasına yenilgiye uğratan  Sovyetler Birliği ile müttefikleri bu günü Barış Günü ilan etmekle, 1 Eylül’ü dünyanın en vahşi savaşlarından biri olan İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı gün olmaktan da çıkarmış oldular. Bu güne yapılan en büyük iyilik budur.

Türkiye’de bir zamanlar güçlü bir Barış Hareketi vardı. Türkiye Barış Derneği, özellikle Mahmut Dikerdem’in başkanlığı sırasında, dünyanın en saygın barış kurumlarından biriydi. 12 Eylül faşizminin en çok zulmüne uğrayan kurumlardan biri oldu. Yöneticileri, üyeleri yıllarca yargılandılar. 12 Eylül cuntacıları için Barış komünist bir içerik taşıdığı için başlı başına tehlikeydi.

Ülkemizin içine sokulduğu toplumsal kaosta Barış artık sadece Türkiye’nin iç sorunlarında aranan bir değer oldu. Devletin kimlik reddine dayanan politikalarına barış yanlıları karşı çıktılar. Mezhep ayrılıklarına, giderek bu nedenle yapılan kıyımlara barışseverler tepki gösterdiler. Tüm dünya halkı için istediğimiz barışa en çok Türkiye halkı muhtaç hale getirildi bugün.
Hem Türkiye halkı için hem de yanı başımızdaki komşularımız için en çok istediğimiz şey barış. Sınırlarını açıp binlerce cihatçının girmesini kolaylaştırmakla Suriye’de olan bitenden, kıyımlardan AKP yönetimi de sorumlu. Suriyeliler için de acil talebimizin barış oluşunun bizim açımızdan büyük önemi var bu yüzden.

Suudi Arabistan, fırsat bulur bulmaz, Yemen’e yaptığı gibi Lübnan’a da saldırabilir her an. Zaten kırılgan bir zeminde bulunan Lübnan, ufak bir kıvılcımla yeniden etnik/mezhep kavgalarının ortasına düşebilir. Barış en çok Lübnan için bir ihtiyaç. Afganistan’da yabancı güçlerin kıyımlarının yanı sıra Taliban benzeri örgütler de çılgınca ölüm kampanyaları yürütüyorlar. Bu iç çatışmalarda kadın ve çocuk ölümleri rekor düzeyde. Barış Afganistan için de zorunlu. Mali’de iç savaş tüm hızıyla sürüyor, orada da Fransa sözüm ona barış amacıyla asker bulunduruyor. Barış’ı bir de Fransa gibi anlamak var yani; Barış için işgal. Mali’li için barış öncelikle Fransız işgalinden kurtulmak.
Barış’a gerçek anlamını verme mücadelesi içindeyiz şimdi. Savaşa yol açanların bir de herkesten fazla barışçıymış gibi görünmelerine izin vermemek görevimiz.

BM’nin uydurduğu 21 Eylül’ü değil, bir büyük savaşın başladığı 1 Eylül’ü inadına barış günü olarak kutlamak bunun ilk adımı.

Barış Günü’nüz kutlu olsun.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Af, idam ve tutarsızlık - İLHAN CİHANER

En tartışmasız konularda bile AKP cenahından yapılan açıklamaların, açıklamayı yapan bakan olsa bile kıymeti harbiyesinin olmadığını biliyoruz. 

Son ve tek karar verici olan Erdoğan “raconu” kesene kadar söylenen sözlerin boş lakırdı olarak kaldığı çok olay deneyimledik. Hatta Erdoğan’ın da söylediğinin tam tersini yapma ihtimali de oldukça yüksek. Ama iktidar koalisyonunun / Neo-Milliyetçi Cephenin politikalarını belirlemede Bahçeli devreye girince, öngörülebilirliği bir tarafa bırakılıp Bahçeli’nin niyetini anlamaya çalışmak gerekir.

Söz konusu tartışma konusu “Af” olunca yüz binlerce insan doğrudan dikkat kesiliyor. Sadece tutuklu ve hükümlülerle ailelerini değil, mağdurları, avukatları, hakim/savcıları, alacakları pozisyon üzerinden oy hesabı yapan partileri, ikincil sonuçlarıyla tüm toplumu ilgilendiren bir tartışma aslında. 

Ancak en önemli etkisini cezaevinde bulunanlar ve yakınları üzerinde gösterir af tartışmaları. Her tartışma umut yaratır. Açıklamaların satır araları, hatta vücut dilleri okunur devletlülerin. Sonuç çıkarmaya çalışırlar. Her “af çıkacak” iması ile adeta özgürlüğüne kavuşup, “af çıkmayacak” yorumuyla yeniden mahkûm olmuş gibi yıkılırlar. Beklenti, ölüm cezasının infazı beklenirken yaşanan “ölüm yolu” benzeri bir eziyete dönüşür. Mağdur yakınları da adaletsizliği yeniden yaşayacakları duygusuna kapılırlar.

Bu nedenledir ki “tüpten çıkan macun”benzetmesi yapılır af için. Bir kez yetkili ağızlardan çıkınca artık bir düzenleme beklenir. Bahçeli’nin bunu bilmemesi mümkün olmadığına ve yerel yönetimler seçimi öncesi Neo-MC koalisyonunda bir kavga ya da ayrışmanın bilinçli gerekçesi değilse, bu çıkış yeni bir düzenlemeyi zorlayacaktır. (Gerekçe milliyetçi kesimdeki, İYİ Parti-MHP ayrışmasında, sembolik eski ülküdaşlara sahip çıkma yoluyla avantaj elde etme ve MHP’nin oyunun cezaevlerinde artışı yanılsaması da olabilir.)

İktidarları zamanlarında hiç af çıkarmamakla övünen AKP elitleri kelime oyunları ile gizlemeye çalışsalar da en çok “af düzenlemesi” AKP iktidarlarınca çıkarıldı. (Bu arada ben de bu yazıda “af” kavramını “infaz başladığı andaki kurala göre daha erken tahliyeyi sağlayan tüm düzenlemeleri” kapsayacak şekilde kullanıyorum.) İktidar tarafından yerden yere vurulan ve haksız bir şekilde “Rahşan affı” diye adlandırılan yasadan ilk etapta 25 bin kişi faydalanmış, AYM ve Yargıtay’ın genişletmesi ile bu sayı 50 bine yaklaşmıştı. Oysa önceki düzenlemeler bir yana sırf 15.08.2016 tarihinde çıkarılan 671 sayılı KHK ile ilk etapta yaklaşık 40 bin, zaman içerisinde ise 100 bine yakın kişinin faydalanacağı hesap ediliyor. Çıkarılan mali afları ise saymak mümkün değil.

Henüz detayları ortaya çıkmamakla birlikte bir “genel af” olmayacağı anlaşılıyor. Faydalandırılmak istenen ve hukuki karşılığı olmayan/belirsiz bir kategori olan “kader mahkumu”ndan kasıtın ne olduğunu önceki uygulamalardan ve sızan/sızdırılan haberlerden az çok çıkarabiliyoruz. Bu konuda en elverişli kerteriz olarak 671 sayılı KHK ele alınabilir. İktidarın en güncel bakış açısı orada ortaya çıkmıştı. 671 sayılı KHK’dan faydalanan bazı suç kategorileri şöyleydi; ihaleye fesat karıştırmak, zimmet, rüşvet, görevi kötüye kullanma, her türlü sahtecilik, kara para aklama, çıkar amaçlı suç örgütü, bilişim suçları, tefecilik, stokçuluk, fuhuş, kumar, suç işlemeye tahrik, suç ve suçluyu övme, nefret suçları, imar çevre ve gıda suçları, hırsızlık, yağma, dolandırıcılık, tehdit, şantaj, hürriyetten yoksun koyma, işkence, eziyet ve özel ceza kanunları (ruhsatsız silah gibi).

Faydalandırılmayan suçlardan bazıları ise şunlardı: uyuşturucu ticareti, eşe karşı işlenmiş yaralama, kasten öldürme, cinsel suçlar ve çok geniş bir kategori olan Terörle Mücadele Kanunu kapsamındaki suçlar.

Öncelikle “af”, bir ceza adaleti ve ceza siyaseti kurumu ve enstrümanıdır. Adalet, caydırıcılık (hızlılık, orantılılık, kesinlik, vs.), hatta toplumsal barış hedefiyle uyumlu olmak kaydıyla ve istisnai olması koşulu ile başvurulabilir. 

Hukuk ve yargı sistemini yerleştirmiş toplumlarda nerede ise yüzyıllardır uygulanmamakla birlikte, bizim gibi hukuk devletinden uzak toplumlarda affın sıradan bir uygulamaya dönüştüğünü görüyoruz. Cezaevlerinin doluluğundan tutun anayasaların kabul yıldönümüne, diktatörlerin yaş gününden devletlerin kuruluş yıldönümlerine kadar birçok gerekçe ile af ilan edilebiliyor. Özellikle büyük altüst oluşlar ve iç çatışmalar sonrası çıkarılan afların toplumsal barışa etkisi de inkâr edilemez. Hangi suçların affedildiği hangilerinin edilmediği nasıl bir toplumda yaşanacağını da işaretler. 

Bu nitelikleri ile af sonuna kadar siyasidir ve siyasallaştırılması gereken bir kurumdur.
Neo- MC koalisyonunun yürüttüğü tartışmanın tutarsız bir tartışma olduğu açıkça ortadadır. Bir yandan af tartışılırken öte yandan cezaların arttırılması ve AİHM/AB hukukundan kesin ve radikal kopuş anlamına gelen idam cezasının tekrar gündeme getirilmesi isteniyor. Üstüne üstlük dört bakan yıllar sonra çıkıp AB ile nikâh tazeliyor. Bu durumda çıkarılacak affın, cezaevlerindeki yoğunluğu birkaç aylığına azaltma dışında hiçbir sonucu olmayacaktır. İhtiyacımız olan bütünlüklü ve tutarlı bir Ceza Adalet Reformudur.

Bu çerçevede iyi planlanmış bir af (belki de belli suçların dışarıda bırakıldığı bir genel af) bile tartışılabilir. Fetullahçı yargının yarattığı hukuk tahribatının giderilmesi bir yana nerede ise onlara rahmet okutacak bir keyfilik ve hukuk pratiği devam ettiği müddetçe çok geçmeden yeni bir affı tartışmaya başlarız. Terör ve güvenlik sorunu, HSK’nın yapısı dâhil yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, vahşi tutuklama pratiği, başta düşünce ve toplantı gösteri yürüyüşü olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin garantisi sağlanmadan çıkarılacak bir af mevcut hukuksuz düzeni daha da derinleştirecektir. 
Kısa sürede cezaevleri yeniden siyasi suçlular ve öğrencilerle dolacaktır. 
Dikiş tutmayan sisteme nafile bir yama daha atılmış olur.

Tam burada özellikle parlamento içi muhalefetin, siyasete müdahale edebileceği bir alan ortaya çıkmıştır. Bazı senaryolarda muhalefetin oyu gerekmektedir. İktidara göre pozisyon alma pespayeliği ve siyasetsizliğinden sıyrılarak bir daha af ve idam cezasının geri getirilmesi tartışmalarının yapılmayacağı, tutarlı ve bütünlüklü bir ceza adalet sistemi / ceza siyaseti alternatifi ile ortaya çıkılmalıdır. Geniş kitlelerle en çok ihtiyaç duyulan adalet duygusu üzerinden bir bağ kurulabilir.

İlhan Cihaner / BİRGÜN

‘Hasta adamın’ sarayları - ERK ACARER

Osmanlı, Pasarofça Antlaşması’yla defansa çekilir. Büyük bölümü savaş ganimetleri üzerine kurulu ekonomi iflas halindedir. Çöküş, halka yüklenen ağır vergilerle ertelenirken, saltanat ise artarak devam eder. Gün; saray çevresindeki mutlu azınlığının günü, dönem; Sadabat bahçeleri, çıra eğlenceleri ve çiçek çılgınlığının yaşadığı Lale Devri’dir.

Her döneme bir damat
1718’den, 1730’daki Patrona Halil isyanına dek süren devrin başrol oyuncularından biri Damat İbrahim’dir. Muşkura’dan İstanbul’a gelen İbrahim’in şansı yaver gider, yükselir. Şehit Ali Paşa’nın ölümü sonrası III. Ahmet’in dul kalan kızı Fatma Sultan ile evlendiğinde devlet kapısı sonuna kadar açılır. Sadrazam olunca doğup büyüdüğü yeri ihmal etmez, ihya olan Muşkura’nın da adı değip, Nevşehir olur.

Halk yoksulluktan kırılırken…
İbrahim Paşa ile zevcesi Sultan’ın hediye ettiği boğazdaki yalıya yerleşir. Burası; yazları görkemli eğlenceler düzenlenen, kışları helva sohbetleri yapılan, Beşiktaş’taki Çırağan Sarayı’dır. Davetlere, padişahın yanı sıra devletin önde gelenleri katılır. Konuklardan biri Nedim’dir. İstanbul’un şatafatı şiirine yansır:
“Bu şehr-i Sitambul ki bi mis ü behâdır
Bi rengine yekpâre acem mülkü fedâdır…”

Saraydaki çıralar, kaplumbağaların sırtındaki mumlar.
Yazdıklarının fazlası değil eksiği vardır! Saray, ismini düzenlenen “çıra eğlencelerinden” alır. Boğaz’ın büyüleyici akşamlarında saray bahçesinde çıralar yakılır, nadide lalelerin altına mumlar yerleştirilir. İstanbul’da 2000 çeşit lale yetiştirilir. “Tabak Ata” isimli kişi, çulsuz biriyken, lale sayesinde büyük bir mal varlığına kavuşur. Saraya her gün servete bedel yeni bir lale taşır. Bahçede gezinen kaplumbağaların sırtlarına yerleştirilen mumlar ise ışık etrafa saçar.

Hamam peştamaliyle darbe oldu!
Fakat laleydi, helvaydı, çıraydı, kaplumbağaydı derken işin tadı kaçar. Halk korkudan konuşamasa da çok rahatsızdır. Sonunda Patrona Halil denen hamam tellağı ortaya çıkar. Bir halk kahramanı değil kendi çarkını döndürmek isteyen bir baldırı çıplaktır. Yeniçeri peşine takılınca, bir gecede ihtilal lideri olur. Hamamdan sokağa taşan ayak takımının flaması bile yoktur. Çözüm bulunur; tarihte bir hamam peştemalinin bayrak niyetine kullanıldığı ilk ve tek darbedir! İstanbul’un altı üstüne gelir, saraylar, hanlar, hamamlar yıkılır; laleler kökünden sökülür. İbrahim’in gözünün yaşına bakmazlar, Padişah III. Ahmet, tahtı tacı şehzade Mahmut’a devreder. Şiir kağıt üzerinde kalır, Nedim damdan dama atlarken düşüp ölür; bir dönem kapanır.

Sarayda oda çok olur
Aslında Boğaz’daki yere ilk sarayı IV. Murat, kızı Kaya Sultan için yaptırmıştır. İbrahim Paşa’nın ikâmetgâhı, eski yıkıntıların üzerinde yükselir. Çırağan Sarayı’nı anlamak için İngiliz Elçisi Edward Wortley Montague’nin eşi Leydi Marilyn’in bir arkadaşına yazdığı mektubun özetini referans alabiliriz: “…Kapıcı ‘sekiz yüz odadan fazla’ dedi. Hamamlar kadar zevkimi hiçbir şey okşamadı. Kurnalar, çeşmeler, tabanlar hep beyaz mermerden. Tavanlar yaldızlı, duvarlar çini kaplı. Bahçeler de ihtişamca saraydan geri değil…”

İtibardan tasarruf olmaz, borçlanma olur!
Çırağan, Lale Devri’nden sonra tahta oturan tüm padişahlar tarafından her nedense yıkılıp yeniden yaptırılır. Son kez Sultan Abdülaziz tarafından inşa edilir. Ne var ki Sultan, onca masrafını ardından buranın çok rutubetli olduğunu ve romatizmalarına iyi gelmediğini ileri sürüp, kısa süre içersinde saraydan taşınır. Rus Çarı I. Nikolay, hızla toprak kaybeden ve yüksek faizle aldığı borçları ödeyememesi nedeniyle Avrupa’nın ekonomik denetimine giren Osmanlı İmparatorluğu için 9 Ocak 1853’te, Rusya, St. Petersburg’da ilk kez “hasta adam” tanımını kullanacaktır: “Kollarımız arasında, hasta, ağır hasta bir adam var.” İfade, 12 Mayıs 1860’ta The New York Times’ta yer bulur. Yani henüz Abdülaziz tahta çıkmadan bir yıl önce. İşte böyle bir ortamda, yeni bir saray yaptırmak için Avrupa’dan borç alınmış ve 5 milyon altın, birkaç aylık saltanat için harcanmıştır.

Saraydaki son sultan V. Murat olur. Ancak onunki keyiften çok ızdıraptır. Bir askeri darbeyle tahtan indirilen sultan, 1904 yılındaki ölümüne dek ailesiyle burada oturur. 2. Meşrutiyetin ilanıyla Çırağan, Meclis olur. Fakat sadece iki ay kullanılabilecektir. Kazan dairesinde çıkan yangın, sarayı sarar. Yangında sayısız tarihi belge paha biçilmez antika eser, yağlı boya tablo ve kitap yok olur.

Şarapçının mekanı ve top sahası oldu
Artık deniz kenarında sütunları çıplak, yıkılmaya yüz tutmuş, duvarları boş bir saray vardır. Tıpkı imparatorluk gibi. Dikiş tutmayan Çırağan, Cumhuriyet döneminde, 1946 yılındaki Meclis kararıyla İstanbul Belediyesi’ne bağışlanır. Belediye tarafından kum ve inşaat malzemelerinin yığıldığı bir alan olur. 

Çırağan Sarayı sonraki yıllarda ise Beşiktaş Kulübü’nün antrenman sahasına dönüşür… Şeref Stadı; dünyada emsali olmayan saraydan bozma bir futbol sahası. Sahadan deniz kenarına, iptidai bir tahta merdivenle inilir. Denizin karşısındaki duvarda balıkçı Necati’nin kulübesi vardır. Geçimini, denize girenlere havlu, balık tutanlara ise olta vererek sağlar. İki bölüm olan kulübenin bir odası soyunma kabini olarak da kullanılır, önünde çilingir sofraları kurulur.

Bu satırlar; Türkiye’nin dış borcu 453 milyar dolar olmuş, soğanın kilosu bir yılda yüzde 142 artmışken gülen damatlar, “şahlanıyoruz” diye yazan ‘nedimler’ ve lale devri çocuklarıyla da alakâsız.

Kıssadan hisse: İtibardan tasarruf olmaz… Doğrudur, evlad-ı Osmanlı, devlet çökerken 5 milyon altına yeni saray inşa ettiren dedesinden feyz alıyor.

Başka; tarih tekerrürden ibarettir.

Sonra; delilik aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemektir…

Bir de… ‘Laleler’ her yerde!

Saraylar ise zamanla dönüşür.

Erk Acarer / BİRGÜN

Aman konforunuz bozulmasın!..- AHMET TAKAN

Fransızca'dan dilimize girmiştir; konfor. "Günlük hayatı kolaylaştıran maddi rahatlık" anlamına gelir. Bu sihirli sözcüğü kullanmayı pek severiz. Yalan yanlış yerde de olsa... Eve oturma grubu almaya gittiğimiz mobilyacı da koltuğu beğenmişsek, şöyle geniş geniş  oturur "Ohh!. Pek de konforluymuş be..." deriz. Öve öve bitiremediğimiz arabamızı "üstelik süper konforlu" diye satmaya kalkarız..

Bu "konfor" anlayışı son 16 yılda sadece günlük hayatımıza değil geniş ölçekli toplum yaşantımızda da tam egemen oldu. Karşılıksız basılan para misali!.. İliklerimize kadar... Kısa ve pek de dinlenmeye fırsat bulamadığım  bayram tatilinden sonra dönüşte  kaleme alacağım ilk yazı olarak planlıyordum. "Konforların Milleti"ni yazacaktım. Olmadı. Araya sıcak haberler girdi. Nasip bugüneymiş...

Bayram tatilinde, doğup büyüdüğüm çok sevdiğim Karadeniz Ereğli'ye gittik, aynı zamanda hanım köye... Kayınvalidemin evine. Tam pansiyon ve bedava tatil için. Üç öğün yemeğe, konaklamaya para vermedik. Bol bol dua ettik Fatma hatuna.. Karadeniz Ereğli'nin ilçe merkezinde dünya harikası bir sahil yolu vardır. Kafeler, lokantalar, çay bahçeleri... Asırlık çınarların altında çay içmenin müthiş keyfini sizlere anlatamam. Ereğli'yi 10 kilometre çıkarsanız tertemiz sularda kulaç atar, sahil kenarında mangal yakarsınız. Ama bu sefer memleketimde geçen yıllarda aldığım o müthiş hazzı alamadım. Serinlemek için Ereğli'den 10 kilometre çıktık. Sağlı sollu yolda aracımızı zor park ettik. Akşamları sahilde yürüyemedik kalabalıktan. Asırlık çınarların altında sadece bir akşam çay içme fırsatı bulabildik. O da oğlumun müthiş son 100 metre deparı ile  rakiplerimizden kaptığı  masa ve 6 sandalye sayesinde. Tatil boyunca sahilde, kafelerde, çay bahçelerinde, lokantalarda yer bulmak imkansızdı. Meşhur Ereğli pidesi yapan yerlerde sıraya girip önce boşalacak masa sonra da servis beklemek zorundaydınız... Zorunlu balkon keyifleri yaptık. Bayramın son günü (Cuma) İstanbul'a doğru yola çıktık. "Allah'tan son dönüş günleri değil. Trafiğe kalmayız" diyerek. Ereğli-İstanbul arası 3 buçuk saat. Ara sıra otobandan çıkıp ara yolları kullanmamıza rağmen 7 buçuk saatte İstanbul'a varabildik. Mola yerleri tıklım tıklımdı.. Benzin istasyonları önünde kilometrelerce araç kuyrukları vardı. Bayram boyunca telefonla görüştüğüm ve yurdumun dört bir yanında tatil beldelerine dağılmış arkadaşlarımdan hep aynı şeyleri işittim, "Abi iyi ki memleketine gitmişsin. Buralarda iğne atsan yere düşmüyor. Pahallılık almış başına gidiyor. Nereye girsen kazık atıyorlar. Tatil mi yapıyoruz, işkence mi çekiyoruz belli değil." Doların 7 liraya kadar yükseldiği büyük ekonomik kriz haftasının arkasından oldu tüm bunlar!.. Halkımız her zamanki gibi doğru tercihini(!) yapmış konforundan bir  gram bile vazgeçmemişti. Mazotun, benzinin litre fiyatı...  Dolar üzerinden alınan konaklama ücretleri, lokanta adisyonlarına yansıyan bol sıfırlı rakamlar kimseyi korkutamamıştı.  Ekonomik krizde neymiş?..Kim yıkabilir bizi!..Çünkü her birimizin cebinde rengarenk aslanlar gibi duran kredi kartlarımız vardı!..

                                                                          ***

YENİÇAĞ'ın internet sitesinde haberi  dün okudum. Başlığı, "Bayramda Servet Harcadık" idi..  Ağustos dönemine denk gelen Kurban Bayramı ve arife gününde kartlarla 6,1 milyar liralık ödeme yapmışız. Bu rakam, geçen yıl Kurban Bayramı'nda yapılan 4,9 milyar liralık kartlı ödeme tutarına kıyasla yüzde 23 artışa işaret  ediyormuş.

Sektörel bazda incelendiğinde, toplam ödemelerin yüzde 47'sine denk gelen 2,9 milyar liralık bölüm, market, akaryakıt istasyonları ve giyim sektöründe gerçekleşmiş.

Toplam kartlı ödemelerin yüzde 20'sini market, yüzde 17'sini akaryakıt istasyonları, yüzde 10'unu ise giyim sektörü oluşturmuş. Toplam kartlı ödemeler içinde yemek yüzde 8, konaklama ise yüzde 5 pay alarak en fazla harcama yapılan sektörler arasında yer almış.

20-24 Ağustos döneminde, markette 1 milyar 245 milyon liralık, akaryakıt istasyonlarında 1 milyar 31 milyon liralık, giyimde 585 milyon liralık, yemekte 479 milyon liralık ve konaklamada 286 milyon liralık kartlı harcama yapılmış.

"Borç yiyen kesesinden yer." Öyle değil mi?.. Büyüklerimiz öyle dememiş mi?.. Yok o öyle değilmiş. Ne yazık ki büyükler yanılmış!.. Borç yiyen kredi kartından yiyormuş. Ee, eninde sonunda bu kart borçlarını bankalara ödemek zorunda değil miyiz?.. Ne münasebet efendim!.. Kartlar patlarsa patlasın. Namuslu vatandaşların sırtına bir şekilde yüklenir nasıl olsa bu külfet. Bankalar mı batacak!.. Yeter ki milletin yaşadığı yalancı konfor bozulmasın. Evi borçlandır, arabayı borçlandır, tatili borçlandır, çoluğun çocuğun okul masraflarını, kıçımıza giydiğimiz donu borçlandır bankaya... Amaa, milletin konfor hissine asla ve kata halel gelmesin!.. Düzen devam etsin...

İçmeye ayranımız olmadığı halde tahtırevanla gittiğimiz bu yolda pek de konformcu olduk!..Dünya yıkılsa konfordan vazgeçmiyoruz. Günlük yaşıyoruz yarınları düşünmeden. Damarlarımıza zerk edilen bu konforcu anlayış yüzünden geleceğe bırakacağımız ahlaksız nesilleri hesap etmeden. Bankalara ipotek ettiğimiz çocuklarımızın bir gün mezarımıza  tahtırevansız gelip pisleyeceklerini aklımıza getirmeden...

Yalancı konforun bedelini çok ağır ödeyeceğiz. İleride mezarımın başına bir iş gelmesin diye bu yazıyı çocuklarıma miras bırakıyorum!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Alışmak, isyandan daha zor gelmiyor. - Remzi ÖZDEMİR

Dönemin Başbakanı Turgut Özal'ın bir sözü vardı; Alışırlar...
 Alışırlar kelimesini o kadar çok kullanırdı ki, neredeyse bu Turgut Özal'la bütünleşmişti.
 Turgut Özal döneminde çok büyük zamlar oldu ama gerçekten dediği gibi halk buna kolayca alışmıştı
 Turgut Özal, Türk halkının çok önemli bir özelliğini keşfetmişti
 Tabi ki bu özellik kolay alışması.
 Farkında mısınız dolar 6.50 oldu halk buna da alıştı.
 Benzinin 1 litresi 7 lira. Araç sahipleri, buna da alıştı.
 Enflasyon yüzde 20 ye dayandı halk buna da alıştı.
 Türkiye'nin dev şirketleri batıyor, binlerce kişi işten çıkartılıyor ve halk buna da alışıyor.
 Başımıza ne geldiyse bu alışma huyumuzdan geldi
 Cumhuriyet tarihinin en ciddi kriziyle karşı karşıya olan Türk halkı bu krize daha şimdiden alışmaya başladı.
O kadar büyük bir kriz ki Türkiye tarihinde böylesi görülmedi. 9 günlük bayram tatilinde bütün tatil yerleri doldu. Bu durumda insanlar yine bir lahmacuna 40 lira ödüyor. 1 bardak suya 5 lira ödeyip çıkıyor.
 Yani krize de alıştık.


AKP bu özelliğimizi çok iyi kullanıyor yani alışma, huyumuzu.
 Örneğin, dünyada bir eşi benzeri daha olmayan bir cumhurbaşkanlığı sistemi ya da başkanlık sistemi
 Bakın buna alıştık artık Cumhurbaşkanı bile demiyoruz, Başkan Erdoğan demeye başladık.
 Başarısız bir yönetim şekli var ortada. Başarısız bir ekonomi yönetimi var ve buna bile alıştık.
Hiç sesimizi çıkartmıyoruz itiraz etmiyoruz.
Dolar 7 lirayı gördü daha sonra 6 ,5 liraya geriledi, hemen yorumlar gelmeye başladı:
 Yetkilerin tekelden toplanmasının işte faydalarını gördünüz, dolar düştü!
Oysa doların 4 liradan bu seviyeye geldiğini hiç kimse görmüyor çünkü insanlar bu rakamlara alışmıştı.
Başkanlık sistemi ile doların ve enflasyonun hızla düşeceği söylenmişti. Bu sisteme geçtiği günden beri dolar yüzde 30 yükselmiş enflasyon ise yüzde 20'ye yaklaştı.
Kimse geçmişi sorgulamıyor.
Türkiye büyük bir film platosuna dönüşmüş durumda.
Sahte doları yakarak şov yapandan tutunda, İtalyan yönetmen Sergio Leone'nin filmlerini gösterimden çeken TRT'ye kadar rol kesiyor.
Kimse Türkiye neden bu hale geldi, bu kadar borç neden oldu, bu enflasyon neden patladı diye sorgulamıyor.
Peki ne zaman uyanacak?
Bana göre hiçbir zaman.
Özal döneminden bugüne kadar Türkiye'ye uyu, uyut politikası uygulanıyor.
Yarın benzini litresi 10 lira, 1 ekmek 3 lira da olsa bu millet şova devam eder.
Biri çıkar ben hep 50 liralık alıyorum, diğeri de ekmek yemiyorum kilo yapar der çıkar.


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ