9 Kasım 2018 Cuma

1968 Dünyası ve Vietnam - KORKUT BORATAV

Dünyada ve Türkiye’de düzen karşıtı bir kalkışmayı temsil eden 1968’in ellinci yıldönümünü bugünlerde anıyoruz. 

“Düzen karşıtı”, yani, anti-kapitalist, anti-emperyalist, bir anlamda “enternasyonalist”  özellikleri ağır basan  bir kalkışma… 

1968’den bir anı
Benim kuşağımdan her solcunun, “özel bir 1968 anısı” olmalıdır. Ben bunu, 24 aylık askerliğimin “kıta hizmeti” döneminde Şubat 1968’de yaşadım. 1 Şubat sabahı olacak, tabura gittiğimde Vietnam’da 30 Ocak’ta başlayan “Tet Saldırısı”ndan haberdardım. Aynı adı taşıyan bir Vietnam bayramına denk gediği için “Tet” adını alan bu “saldırı” ABD işgaline karşı savaşan Vietkong (gerçek adı ile Ulusal Kurtuluş Cephesi / UKC) tarafından başlatılmış; çok sayıda kent, gerillalarının kontrolüne geçmişti.

1968 başındayız ve Türkiye’de farklı renklerde sol yükselmektedir. Düşün hayatında “sol Kemalizm” (Avcıoğlu akımı) ile önceki kuşaktan (“eski tüfek”) Marksistler örnek verilebilir. Örgütlenmede ise parlamenter demokraside, sendikalarda TİP, gençlik, öğrenci hareketleri içinde Dev-Genç sayılabilir. 

Bizim taburda yedek subaylar arasında militan   devrimciler var. Muvazzaf subaylar arasında da solculuk yaygın.  Tabur kantininde sosyalist, Kemalist, devrimcilerden oluşan bir grup subay, çaylarımızı içerken Vietnamlı devrimcilerin ABD emperyalizmine karşı başlattığı Tet Saldırısı’nı bir “zafer” olarak yorumladık; açıkça, yüksek sesle kutladık.

Bu iddiasız “kutlama eylemi” yukarılara ihbar  edilmiş olsa gerek. Birliğimizin komuta zincirinin tepesinde yer alan orgeneral Faik Türün,  birkaç hafta sonra tabura geldi; şiddetli bir anti-komünist konuşma yaparak “Türk subaylarını gayri millî eğilimlere karşı” uyardı. 

Vietnam savaşı ve Türkiye solu
1968’in devrimci dalgası henüz filizlenirken Türkiye solcularının Vietnam duyarlılığı nereden kaynaklanmaktaydı? 

Vietnam savaşına ilişkin kısa hatırlatmalar ile başlayalım.     
1954’te Fransız ordusu Viet Minh birlikleri tarafından kesin olarak yenilgiye uğratılır; aynı yıl Cenevre Konferansı, Vietnam’ı 17’nci paralelden geçici olarak ikiye ayırır. Kuzey’in yönetimi Ho Chi Minh ve Vietnam Komünist Partisi liderliğindeki Demokratik Vietnam Cumhuriyeti’ne; Güney’inki ise nevzuhur “Vietnam Devleti”ne verildi. 

Fransız emperyalizminin rolünü ABD devraldı. “Vietnam Devleti” hızla bir Amerikan uydusu oldu. ABD Senatosu Cenevre Anlaşması’nı onaylamadı. Ülkeyi birleştirecek seçimler engellendi. 

UKC, Güney’de silahlı mücadeleyi yeniden başlattı.  1964’te Beyaz Saray düzmece bir olay “icat  etti”: Tonkin Körfezi’nde Kuzey Vietnam hücumbotlarının bir ABD muhribine saldırısı…  Bu uydurma saldırı, Kongre’nin ABD birliklerini Vietnam’a gönderme kararı ile sonuçlandı.

Vietnam savaşı böyle başladı. Amerikan birliklerinin çekilmesini kararlaştıran 1973 Paris Barış Anlaşması ile “resmen” son buldu. Dokuz yıl boyunca ABD silahlı kuvvetleri ölçüsüz kan  dökecek; Güney Vietnam rejimi iki yıl daha can çekişecek; son perde, 1975’te Saygon’un düşmesi ile kapanacaktı. 

Emperyalizmin Vietnam’daki cürümlerinin Türkiye solunca lanetlenmesini, büyüğümüz Mehmet Ali Aybar temsil etti. 1966’da Bertrand Russel’in girişimiyle oluşturulan ve on sekiz ülkeden düşünürlerin, hukukçuların yer aldığı  Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin (Russell ve Sartre’dan sonraki) üç numaralı  yargıcı olarak görev yaptı. 

Aybar, Vietnam’a gitti; ABD silahlı kuvvetlerinin savaş suçlarını belgeledi. Mahkeme’nin 1967’deki Stockholm ve Kopenhag duruşmalarına katıldı. ABD hükümetini “Uluslararası hukuku çiğneyerek Vietnam’a  saldırmaktan; savaş hukukunca yasak olan silahları kullanmaktan; esirlere karşı savaş hukukunca yasaklanan, sivillere karşı   insanlık dışı muamelelerde bulunmaktan suçlu” bulan hükmü imzaladı. 

Türkiye sosyalistlerinde Vietnam halkına karşı Aybar’ın katkılarıyla da oluşan dayanışma bilinci, 30 Ocak 1968’taki Tet Saldırısı ile her halde pekişmişti. En azından Şubat 1968’de bir avuç subay olarak biz, bu olayı emperyalizmin Vietnam yenilgisinin ilk haberi olarak algılamış; bu yüzden kutlamıştık. 

Dönemin sol basını taranırsa, o yılların genç devrimcilerinin de aynı değerlendirmeyi paylaştığı muhakkak gözlenecektir. O tarihten birkaç ay sonra Deniz Gezmiş ve arkadaşları tarafından başlatılan 19 Mayıs Samsun-Ankara yürüyüşünün amacını açıklayan bildiriye göz atalım: “1919’da başlayan Mustafa Kemal devrimi kendisinden sonra gelen yöneticiler tarafından amacından saptırılmış, yozlaştırılmıştır. Bugün Türkiye’miz dünyada ilk antiemperyalist ve antikapitalist devrimi gerçekleştiren Mustafa Kemal’e rağmen yabancıların desteklediği karşı devrimcilerin etki alanına girmiştir. Biz Mustafa Kemal gençliği olarak, saptırılan devrimi rayına oturtmaya azimliyiz, kararlıyız. Bugün başlayan yürüyüşün amacı budur.

Bu ifadeler, 1968’ta tüm dünyayı kucaklayan devrimci kalkışmaya Türkiye’den katılımı simgelemekte ve Vietnam halkının antiemperyalist ve antikapitalist mücadelesi ile örtülü bir dayanışma da içermektedir. 

McNamara’nın savaş stratejisi     
Tet Saldırısı sırasında Vietnam’da silah altındaki Amerikalıların sayısı 540,000’e ulaşmıştı.

ABD Savunma Bakanı Robert McNamara ve Vietnam komutanı general Westmoreland basit (aslında ilkel) bir  savaş stratejisi uygulamaktaydı: “Düşman güçlerinin (Viet Kong’un)  öldürülmesi bunların yeniden üretilmesini aşacak bir tempoda sürdürülmelidir. Kritik bir eşik aşılınca, gerilla savaşı kendiliğinden son bulacaktır.

Bu “savaş doktrini”, düşman cesetlerinin sayılmasına, kaydedilmesine dayanıyordu. “Öldürme”, öncelikle hava kuvvetlerince uygulanmaktaydı. Viet Kong üsleri, kaynakları olan tüm köyler doğal hedef oluyordu. Tropikal coğrafya, piyadeyi de  savaşa sürüyor; Amerikan kayıpları kaçınılmaz oluyordu. 
McNamara ve Westmoreland günlük ceset sayılarını işleyerek “kritik eşiğe ulaşılma tarihi” öngörüleri  yaparken Tet Saldırısı patlak verdi. UKC, on binlerce gerillayı kentlere, kasabalara sokarak “tükenmediğini” kanıtladı. Saldırı, 1968 boyunca üç dalga halinde sürdürüldü.

UKC’nin  “Saygon rejimini çökertme, ABD’yi çekilmeye zorlama” hedefi gerçekleşmeyecektir. Ama daha da önemlisi, “gerillaları öldürerek savaşa son verme” doktrininin iflas ettiği Pentagon ve Beyaz Saray tarafından da kabul edilecektir. General Westmoreland Vietnam’daki görevinden alınacaktır. Doktrinin “müellifi” McNamara bir ay içinde istifa edecek; yıllar sonra Vietnam’da “hatalı olduğu”nu çeşitli vesilelerle itiraf edecektir. 

İstifasından  bir ay sonra McNamara’nın Dünya Bankası Başkanlığı’na atanması da semboliktir. “Ceset sayısını artırarak barış” uygulamasının yerini, bu yeni görevde “yoksullukla mücadele programları” aldı.  1975 sonrasında Vietnam’ın bu programlardan nasip alıp almadığını bilmiyorum. 

Tet Saldırısı sonrasında Pentagon ve Beyaz Saray, “Amerikan kara birliklerinin muharip bir güç olarak Vietnam’dan çekilmesi, komünizme karşı savaş yükümlülüğünün Güney Vietnamlılara devredilmesi” kararını verdi. 

Hava kuvvetleri ise  Kuzey’den sızan gerillaları yoğun bombardımanla önlemeyi üstendi. Amerikan uçakları Laos ve Kamboçya’da ormanları, doğal bitki örtüsünü yok etti.  Beş yıllık bombardımanın sadece Kamboçya’da 150.000 sivil ölümüne yol açtığı ileri sürüldü. Laos ise, kişi başına en yoğun bombardımana uğrayan ülke olarak tarihe geçti. ABD tarafından donatılan, eğitilen Güney Vietnam ordusu ise bu dönemde sürekli yenilgilere uğradı. 

Savaşı kapsayan 1965-1974 yıllarında asker, gerilla ve sivil Vietnamlıların 1.353.000 veya 1.700.000 ölü verdiği tahmin edilmiş. İlk tahmin Guenter Levy’ye, ikincisi British Medical Journal’a aittir. 

Pentagon Vietnam’da ölen Amerikalı askerlerin sayısını ise 58202 olarak duyurmuştur. 

Amerikalıların Vietnam’daki varlığı Nisan 1975’te son bulur. Saygon’un düşmesinden birkaç gün önce kentteki Amerikalıların tümü helikopterlerle tahliye edilir.

Vietnam savaşı ve Amerikan toplumu
Vietnam savaşı, Amerikan toplumunda yoğun, hızlı bir radikalleşmeye katkı yaptı.
1960’lı yılların ikinci yarısında siyah Amerikalıların yükselen medenî haklar  mücadelesi, savaş muhalefeti ile birleşti. Bu muhalefet Tet Saldırısı sonrasında ivme kazandı. Öğrenci hareketleri, çeşitli sosyalist, devrimci akımların katılımıyla zenginleşti. 1970’li yılların ortalarında Amerikan toplumunun bünyesinde belirgin bir “sola kayma” eğilimi oluştu.

Tet Saldırısı, resmî söylemin sahteliğini, yalanlarını  ortaya koyduğu için bu muhalefet dalgasını besledi. “Kazanılmakta olan savaş” efsanesi çöktü.  1968 boyunca her ay Vietnam’da 1000 civarında Amerikalı öldü. Uzun yıllar süreceği anlaşılan ölümcül  bir savaş algılaması, asker kaçaklığını yaygınlaştırdı.  
Yazılı, görsel medyanın suskunluğu son buldu. Sivil Vietnamlıların kayıpları haberleştirildi. Örneğin My Lai köyü katliamının ayrıntıları, fotoğrafları   Amerikan halkının kolektif belleğine yerleşti. 

Savaş karşıtı muhalefet, anti-emperyalist, anti-kapitalist  boyutlar  kazandı. Savaş karşıtı gösterilerde sık kullanılan bir slogan tipiktir: “Ho, Ho, Ho Chi Minh; the NLF is going to win!” Vietnam Komünist Partisi lideri Ho’ya seslenen ve ABD ordusunun düşmanı NLF/ UKC’yi zafere çağıran bu slogan, enternasyonalist bir dayanışma örneğidir.

İki sembolik örnek de belleğimde yer etmiştir. Birincisi, dünya ağır sıklet boks şampiyonu Muhammed Ali’nin askere gitmeyi reddetmesi; hapse mahkumiyeti, şampiyonluk unvanının ve boks lisansının elinden alınmasıdır. Reddetme  gerekçesi kısaydı: “Kendi halkım Louisville’de köpek muamelesi görürken Vietnamlıları öldürmeyi kabul etmiyorum.

İkinci örneği televizyonda izledim: 1968 Meksika  Olimpiyatları’nda 200 metrede altın ve bronz madalya kazanan  Amerikalı Tommie Smith ve John Carlos, madalya töreni sırasında ABD millî marşını saygı duruşu ile değil, siyah eldivenli yumruklarını kaldırarak dinlediler. Siyah Panterler’i simgeleyen bu protesto nedeniyle Amerikan olimpiyat kadrosundan ihraç edildiler. 

***

1968 Dünyası’ndan küçük bir kesite değindim: Vietnam halkının efsanevî anti-emperyalist mücadelesi ve radikalleşen Amerikalı gençlerin, siyahların onlarla dayanışması…

O dünya, tüm Avrupa’yı, Güney coğrafyasını ve elbette Türkiye’yi de kapsayarak on küsur yıl daha sürecekti.

Ortak özelliği, düzen karşıtlığı idi. Yayıldığı her ülkede siyaseti sola çekiyordu. Toplumların, insanların özgürleşme alanlarını, genişletiyor; zenginleştiriyordu.  

Özlemle hatırlıyoruz. 

Korkut Boratav / SOL

Ödediğiniz vergiler artık ‘yol, su, elektrik’ olarak size dönmüyor - YALÇIN KARATEPE

Meclis Plan Bütçe Komisyonu’nda Cumhurbaşkanı’nın hazırlayıp Meclis’e sunduğu 2019 yılı bütçesinin görüşmeleri devam ediyor. Burada yapılan tartışmalar kamuoyuna yansımasın diye yandaş medyada haber bile yapılmıyor.
Ancak konu önemli; çünkü bütçe kanunu kimin ne kadar vergilendirileceğini ve buradan elde edilecek gelirin de nereye harcanacağını ortaya koyar.

Vergi toplanması konusu Magna Carta sözleşmesinden beri toplumların tartışma gündeminin başında yer almıştır. Gelişmiş demokrasilerde siyasi partiler, ağırlıklı olarak kimlerin ne kadar vergilendirileceği ve toplanan vergilerin nereye harcanacağı konusunda düşüncelerini paylaşır, bu düşüncelerle uyumlu olarak hazırladıkları parti programları çerçevesinde halktan oy talep ederek iktidar olmaya çalışırlar.

Siyasi yelpazenin sağında yer alanlar genellikle yüksek gelir gruplarının daha az vergilendirilmesini önerirken, solunda yer alanlar yüksek gelir gruplarının daha fazla vergilendirilmesi ve buradan elde edecek gelir ile de sosyal refahı artıracağını düşündükleri alanlara harcama yapacaklarını söylerler.

Maalesef Türkiye’de vergi toplanması ve bunların nereye harcanacağı konusu siyasetin gündeminde hiç yer tutmamaktadır. Geçmişte Meclis’te bütçe görüşmeleri sırasında tartışmaların yaşandığı bu konu, artık yeni anayasa ile birlikte tartışma konusu olmaktan bile çıkarılmıştır.

Ola ki bir biçimde vatandaşlardan toplanan vergiler konu olduğunda, genellikle yaygın olarak kullanılan “Ama bu vergiler size yol, su, elektrik olarak geri dönecektir” yanıtı verilir.

Ancak Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Cahit Turhan, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda KÖİ ve YİD projelerine ilişkin ödenen garanti tutarlarına yönelik milletvekillerinin sorularını “Vatandaşa ücretsiz yol hizmeti mi var? Zorla buraya kimseyi davet etmiyorum. Burayı kullanan kendi menfaatini düşünerek zamandan, akaryakıttan sağladığı tasarruf karşılığında bu parayı veriyor” diyerek yanıtlamış ve bu açıklama ile birlikte aslında, AKP iktidarının topladığı vergilerin “yol, su, elektrik” olarak vatandaşa dönmediğini de itiraf etmiştir.

Zaten, elektrik üretim ve dağıtımı özelleştirildiğinden ve elektrik fiyatlarına bir de yüklü miktarda “dağıtım bedeli” ve benzeri adlar altında eklenen bedeller ile vatandaşa yüklü faturalar çıkarılıyor. Halen belediyelerin kontrolünde olan suyun bedeli de aşırı derecede zamlandığından dolayı vatandaşın elektrik ve su hizmetlerinden yararlanmasının ödediği vergiler ile olan bağı kalmamıştır. Şimdi Bakan Turhan’ın açıklamasından da anlıyoruz ki yol hizmetinin de vergiler ile ilişkisi kalmamıştır. Yolu kullananın bunun bedelini ödemesi talep edilmektedir. İktidara yönelik eleştirilere iktidar yanlıları “ ama yol yapıyorlar” yanıtını yıllardır kullanır. Oysa Bakan’ın açıklamasından anlıyoruz ki AKP “yol” yapımını bir kamusal hizmet olarak değil, parasını verecek olana sunulan bir özel hizmet olarak görüyor. Üstelik yaptıkları yasal düzenlemeler ile vatandaşın paralı yolları kullanmasını da zorunla hale getirmeye çalışıyorlar. Örneğin maliyeti ve geçiş bedelli çok yüksek olan ve özel sektöre yaptırdıkları 3. Köprü’ye trafiği yönlendirmek için neler yaptıklarını biliyoruz.

Öyle ise soralım: Vatandaştan toplanan vergiler vatandaşa “yol, su, elektrik” olarak dönmeyecek, vatandaş kamusal olarak yararlanmak istediği tüm hizmetlerin bedelini ödemek zorunda kalacak ise, toplanan vergiler nereye harcanmaktadır?

YALÇIN KARATEPE / BİRGÜN

“Sağ sol kalmadı!” - İLHAN CİHANER

Bir an için dünyada “sol” başlığı altına alabileceğimiz rejimleri, iktidarları, hareket ve mücadeleleri yok sayalım. Hatta solun/sosyalizmin/sosyal demokrasinin insanlığa kazandırdıklarını da yok sayalım. Barınma hakkını, emekçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesini, parasız eğitimi, sağlık hakkını, sosyal güvenlik ve insan haklarını, çevre mücadelesini; özetle insanca bir yaşam için, solun yüz yıllardır büyük bedeller ödeyerek insanlığa armağan ettiği tüm “kazanımları” olmamış sayalım.

Üstüne dünyadaki ana akım siyasetin gidişatının ırkçılıktan/otoriterlikten/sağ rejimlerden/popüler sağ liderliklerden yana olduğunu kabul edelim. Sonuncusunu Brezilya’da gördüğümüz “yarı meczup” liderlerin yükselişinin devam edeceğini düşünelim. Trump, Bolsonaro, Orban, vs. olduğu gibi... Peki, gidişat böyle olsa bile, “biz” bu gidişata teslim mi olmalıyız?


Yanıt(ım)a geçmeden önce; AKP ve bağlaşıklarına karşı mücadele eden/ediyor görünen bir kısım muhalif yapı ve kişi artık “sağ/sol kalmadı” şeklinde özetlenebilecek bir bakışa sahip. Aslında bu siyasi yaklaşıma, şimdilerde mucidinin bile terk ettiği, “liberalizmin, insanlığın ideolojik ve siyasal yönetim arayışının nihai (ve ideal) sonu” olduğu şeklindeki “Tarihin Sonu” tezinin ülkemize özgü bir yansıması diyebiliriz. Bu bakışın uzantısı olarak da “toplumun yüzde 70’i sağ/muhafazakar, seçimle iktidara gelmek için de sağcılaşmak gerek” şeklindeki dahiyane (!) politikalar ısrarla takip ediliyor. Doğal olarak bir müddet sonra kadro ve izlenen politikalar bakımından aynılaşmaya kadar varıyor: Siyasetin sonu!

Daha ilk andaki teşhiste “kalmadı” dedikleri bir toplumsal kesimin varlığını kabul edip, o toplumsal kesime atfedilen yanlış ezberler üzerinden siyaset yapmaya çalışınca, ortaya her politik kavşakta daha derinleşen umutsuzluk ve yenilgiler çıkıyor. Toplumsal muhalefetin ana kitlesini hasbelkader yönlendiren partiler bu yanlış ezberleri tekrar ettikçe geniş kitleler sinsi bir şekilde sağ değerlere ve politikalara hazır hale getiriliyor. Sol/sosyalist değerlerin mücadelesini verenler ise marjinalleşip iktidarların saldırılarına karşı savunmasız hale geliyor. Teşhisi ve çözümü ile bir bütün olan bu kaba set/yaklaşım kendi sahte figürlerini, sahte medyalarını ve sahte sollarını üretip duruyor. İşte kenti yağmalayan “solcu” belediye başkanları; göçmen ve sığınmacı karşıtı “devrimci” başkanlar; emperyalizmle flört eden “özgürlük hareketleri”; bağımsızlığı, anti-emperyalizmi, dayanışmayı, laikliği, barışı, sınıfı telaffuz dahi edemeyen sosyal demokratlar…

Bir başka çelişki ortaya çıkıyor; toplumsal muhalefetin ana gövdesini oluşturan partilerin yöneticileri sağa doğru giderken, üye tabanlarında ahlaki ve siyasi onam halen “sol ve sol değerler” üzerinden gerçekleşiyor. Dünyada da ABD dahil, yabana atılmayacak bir sol/sosyalist direniş ve arayış sürüyor. Esasen neredeyse tüm iddiaları ile iflas ettiği savunucuları tarafından bile dillendirilen sisteme karşı yabana atılmayacak olanaklar açılmış durumda.

Eşitlik, özgürlük, adalet, anti-emperyalizm, barış gibi değerlerimiz, kendi seçmenimizi “yakalamak” için sadece seçim süreçlerinde dillendirilen sloganlar olamaz. Özellikle karar mekanizmalarında bulunanlar bu değerlerle uyumlu siyasi bir pratik izlemezlerse, “objektif” olarak mevcut iktidar ilişkilerinin yeniden ve yeniden üretilmesine hizmet eden, kendi koltuklarını düşünen “aparatlar” ve “klikler” haline dönüşmüşler demektir. 

Başlangıçtaki sorunun cevabına bağlayarak sonuçlandıracak olursak; dünyada gidişatın sağ ve otoriterlikten yana olduğunu kabul etsek bile teslim olmayacağız. Ülkemiz özelinde de toplumsal muhalefetin kontrolünü elinde bulunduran bu sahte sola ve teslimiyetçi yaklaşımlara değerlerimizi kurban etmeyip, her siyasi kavşakta ısrarla bunun kavgasını vereceğiz!

İLHAN CİHANER / BİRGÜN

Nilüfer Hanım’ın türbanı (III) - Özdemir İnce

Nilüfer Hanım bir zamanlar,  “Savunucularına göre türban, kadınların üst düzey eğitime erişim şanslarını artırmakta ve aynı zamanda modernleşmenin tek yolunun laiklik olmadığını göstermektedir” (Courrier International, 6.3.2008) diyordu. 
Ben de inadına “Laiklik, modernitenin zorunlu ve gerekli sonucudur” (Hürriyet, 22.2.2008) diyordum.
***

Türbanı savunan asri bayanlar Türbanı savunan asri bayanların gözü aydın: Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesi, 17 Şubat 2008 Pazar günü “İnsan ve Kainat” konulu bir seminer düzenlemiş; seminercinin adı Hasan Tanrıverdi (eğitimci); konferans mekânı: Eğitim-Bir Sen’in Konferans Salonu.
 
Salonda hanımlar için özel yer ayrılmış. “Tıpkı bazı aşevlerinde, kebapçı dükkânlarında olduğu gibi!” diyeceğim ama onlarda özel yer aileler için. Karı-koca ayrı oturmazlar!
 
Eğitim-Bir Sen’in bir Risale-i Nur seminerine salon tahsis etmesi kuşkusuz bu sendikanın üyelerinin sorunu ama yöneticilerinin de siyasal tercihlerini ifşa ediyor. 
Bir “veli” nezaretinde olmayan türbancı asri bayanların da gözü aydın ola! Nurcu erkeklerin sarkıntılıklarından böylece korunmuş oluyorlar. Bu vesile ile Nurcu cemaatin bir arada oturmamasının gerçek nedeni de anlaşılmış oluyor. (Bu kadar propaganda yeter!)
***

Nilüfer Göle gibi bazı asri bayanlar ile demokratik, liberal ve “muhafaza-i kâr” erkekler, Müslüman kadınların türban takarak evden dışarı çıkabildiklerini, kamusal hayata katılabildiklerini, özgürleştiklerini ileri sürüyorlar. O zaman aklıma şu geliyor: Peki efendim Müslüman Türk kadınlarını evlere kapatan, ancak türbanlayarak dışarıya çıkmasına izin veren kim? Peki, bu türbanlanarak özgürleşen kadınlar, günün birinde asri bayanlar gibi, kocalarından uzak kentlerde ve ülkelerde tek başlarına çalışabilecekler mi? 

Bir de üniversiteye kadar normal bir genç kız olarak gelen ancak üniversitede örtünen kızlar var. Bu türden özgürleşme’nin normal koşullarda, normal ruh sağlığı içinde olduğunu kim anlatabilir? Bu türden özgürleşmelerin tarikat yurtlarında ve tarikat bursları sayesinde gerçekleştiği çok iyi biliniyor. Her kasabada, her ilçede, her kentte onlarca örneği var bu yurtların. Öte yandan, ergin yaşta, bile isteye örtünmenin sağlıklı bir eylem olduğunu kanıtlayacak bir bilgin var mı?

***
Şimdi gelelim Vehbi’nin kerrakesine! Değişik mesleklerden bazı başı açık asri bayanlar televizyonlarda (deyim mazur görülsün) ağızları köpürerek türbanı sınırlandıranları faşistlikle, zalimlikle, demokrat olamamakla, insan haklarına saygısızlıkla suçluyorlar. Türban takan hanımlar bunu inançları, bireysel özgürlükleri için yapıyorlarmış. Böylece türban terörünü onaylamış oluyorlar.
 
Demek ki türban takmak bir tür özgürleşme, rüştünü kanıtlama (emansipasyon) eylemi oluyor. Derler ya, bu da bir görüş! Ancak bu kadınların, kendilerini ezen ailelerine, baba ve erkek kardeş sultasına; ümüklerini sıkan dindaş ve tarikatdaş baskısına karşı boyun eğip, kendilerine insan muamelesi yapan Cumhuriyet devrimlerine babalanmalarını akıl ve mantık ile bağdaştırmak mümkün müdür? Efendim?! 

O zaman aklıma geliyor: Türbanı savunan başı açık asri bayanlar da başlarını örterek neden özgürleşmek, çağdaşlaşmak istemiyorlar? Neden türbanlı hemşireleriyle birlikte cennete gitme şansından yararlanmıyorlar? Bu kadar fedakârlık da çok fazla olmuyor mu artık!?! 

Türbanı savunan bütün başı açık asri bayanlar, lamı cimi yok efendim, birleşiniz ve türbanlanınız! İlaveten, Risale-i Nur Enstitüsü’nün seminerlerini kaçırmamanız bilhassa ve hasseten tavsiye olunur!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Atatürk’le savaşmak - RAZİYE KARABEY / CUMHURİYET

Türk ve birey olma bilincini bize kazandıran, kültürümüzün uluslararası boyutta geliştirilmesi yolunda ilk adımları atan Cumhuriyeti bu yıl da sevinçle kutluyoruz ve yeni havalimanı dahil, adının silindiği tüm ortamlarda Atatürk’ün anısını devam ettireceğimize ant içiyoruz.

İlk defa bu yıl, kutlama yapacak mıyız, eğer evetse hangi cumhuriyeti kutlayacağız düşüncelerinin gölgelediği bir Cumhuriyet bayramı yaşadık. O cumhuriyet ki, sanayide ve kültürde çağdaşlaşmaya verdiği öncelikle ve halkın tüm alanlarda katılımını sağlamak için uyguladığı özgün yöntemlerle öyle gelişip serpildi ki, toplumu tek erkin tebalığından kurtarıp birey ve millet statüsü kazandıran kurucusuna “ayyaş” deme cüretini gösteren birisini seçme hakkını bile tanımıştır halkına.

Yine de, Batılı devletlerin 2.500 yıllık cumhuriyet geleneğine kıyasla Cumhuriyetimizin kısa geçmişi, son onaltı yıldır iç ve dış kaynaklarca sistemli ve aralıksız şekilde hırpalanıyor. Bu taciz, Atatürk’ün anısına karşı resmi ve gayriresmi düzeylerde bir savaşla birlikte yürütülüyor. Herhangi bir cumhuriyet rejiminin gerekli şartı başkanın seçilmişliğine indirgenebilir, ama Türkiye Cumhuriyeti için bir de yeterlilik şartı vardır: Atatürk ilke ve devrimleri. Bizim cumhuriyetimiz, “Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti’dir” diyen Atatürk ile aynı şeydir, çünkü Atatürk ilke ve devrimlerini çıkarın Türkiye Cumhuriyeti’nden, ne kalır geriye? Cumhuriyetimiz bu başat özelliğiyle diğerlerinden ayrılır. 

Mevcut yönetim, cumhuriyet tanımı ve uygulaması konusunda halkı iki şekilde aldatıyor:
♦ 9 Temmuz 2018’de yürürlüğe giren rejim, cumhuriyet değil, mutlak monarşi. Çünkü hükümet ve meclis yok hükmündedir – hükümet yerine yalnızca başkanın atadığı ve azlettiği devlet sekreterleri ikame edilerek, üst yargının çoğunluğu yine tek başına başkanca atanarak ve sureta var görünen meclis yetkisiz bırakılarak güçler ayrılığı ilkesi yok edidiği için, tüm güç tek erkte toplanmıştır. 

♦ Cumhuriyet yıkıcılığına ek olarak, Cumhuriyet ve Atatürk’e “anının lanetlenmesi”, tarihteki adıyla “damnatio memoriae” uygulayarak, Türkiye’nin altını oyuyor. Çünkü çağdaşlaşma çabalarına ket vurup, dinci ve ümmetçi Osmanlı referanslarına geri gitmek, ortak amaç ve yazgı duygularını “bizler - onlar” söylemiyle bilinçli olarak ortadan kaldırmak, devletin denge-kontrol mekanizmasını yok etmek, Türkiye’yi emperyallere yem yapmakla eşdeğerdir.

Ancak izlediği yol iktidar için başlıca iki risk doğurmuştur:

Yerine koyacak bir şeyleri yok
Birincisi, sonu gelmez bir nefretle sadece Atatürk’ü ve ilkelerini değil, onu çağrıştıran her ne varsa kamusal alandan kaçırması, silmesi ve hatta maddi mirasını bile geçersiz kılması süreci, amaçlarına ulaşmalarını sağlamayacaktır. Çünkü bu “anıları lanetleme” ve cumhuriyeti benimseyenleri “onlar” yaftasıyla dışlama uygulamaları, bu rejimin ömrü kadar yürürlükte olacaktır en fazla.

İkinci risk, iktidarın geçmişi silme politikası, rövanş süresi sona erdiği dakikadan itibaren kendisinin lanetlenme sürecinin başlamayacağını garantilemiyor. Genç bir ülkenin cumhuriyet, muasır medeniyet ve demokrasi çabalarını ilerletmek, eksiklerini gidermek, güncellemek yerine topyekûn silmek, başlı başına bir Damnatio Memoriae’ye yol açmaya yeter. İktidarın cumhuriyete karşı çıkma politikası, tüm muhalif güçleri susturma boyutuna ulaşmıştır. Örneğin soralım: Yetersiz bulduğunuz demokrasiyi, genişletecek yerde niçin kadük ettiniz? Veya, Atatürk’ün sanatta yereli işleyerek uluslararası düzeye ulaştırma ülküsünü niçin devam ettirmediniz?

Kaldı ki yukarıdakilerden bağımsız tek bir neden, karşıdevrimci politikanın sonuç vermesini önleyecektir: Yıktıklarının yerine koyacak bir şeyleri yok çünkü. Onaltı yıllık iktidar, salt yıkarak, salt “en büyük fiziki mekânları yaparak” “paradigma değişikliği” gerçekleştiremeyeceğini hâlâ kavramış görünmüyor. Bilim ve kültür sanatta, yani özgür düşünme gücünde yarattığı tahribatı görmezden gelip, haldır haldır açılan sayısız imam hatip okullarına, üniversitelere, onca yerel kültür binalarına rağmen neden Pisa’da sonuncu olduğumuzu, üniversite sıralamalarında yer bulamadığımızı, gönüllerindeki eserlerin üretilmediğini her fırsatta, esef ve şaşkınlıkla sorgulayıp duruyor hâlâ.
İktidarın bu aczi, A. Sassolino’nun 2016 tarihli “Anılar ve Toz-Damnatio Memoriae” yerleştirmesini anımsatıyor bana. Klasik estetistiğin görkemli örneği 3.3 metrelik mermer heykel, bir yontma makinesi ile durmaksızın tahrip ediliyor ve sonunda bir toz yığını kalıyor. Oysa amaç, geçmişin sınırlayıcı ve kısıtlayıcı parametrelerinden kurtulmak, yerine yeni bir şey yaratmak. 2000 başlarında Batılı “dostlarımız” da benzer bir süreç öneriyordu bize. Örneğin H. Barkey anayasada “Türk devletinin kurucusu tarafından belirlenmiş tanıma aykırı düşen” değişiklikler yapmamız gerektiğini söylemiş, A. Duff da Kemalizmin AB kriterlerine uymama bahanesi olarak kullanıldığını öne sürerek, Atatürk’ün resimlerini kamusal alandan kaldırmamızı önermişti. Ben de kendisine “Irak’a kadar geldiniz zaten, bize de buyurun. Gelmişken Atatürk’ün resimlerini de indiriverirsiniz” demiştim. Bizzat gelmelerine gerek kalmadı.

Tek adam kararnameleri
Bugün ülkemizde demokrasiyi ilerletme savıyla selamlanan bir iktidarın, sivil toplumun ve muhalefetin sindirildiği, kaynağı açıklanmayan kararlar, OHAL koşulları, tek adam kararnameleri vb gayri demokratik bir ortamda bir “anıların lanetlenmesi” yürütmesi acıklı bir paradoks. Bunca yıldır savaşmalarına rağmen Atatürk’ün her geçen gün daha da büyüdüğünü görmeleri diğer bir yaman paradoks. Sonuçta mevcut iktidar, cumhuriyet karşıtlığıyla yarattığı boşluğu dolduramadığı sürece, Sassolino heykelinden kalan toz misali uçup gidecektir. Biz ise Türk ve birey olma bilincini bize kazandıran, kültürümüzün uluslararası boyutta geliştirilmesi yolunda ilk adımları atan Cumhuriyeti bu yıl da sevinçle kutluyoruz ve yeni havalimanı dahil, adının silindiği tüm ortamlarda Atatürk’ün anısını devam ettireceğimize ant içiyoruz.  

RAZİYE KARABEY / CUMHURİYET

ABD Başkanı gibi korunan PKK'lılar!. - Ahmet TAKAN

Türkiye'de kanlı eylemlere imza atan kahpe çetenin Murat Karayılan, Cemil Bayık ve Duran Kalkan dışında kalan katillerinin isimlerini bir çırpıda sayabilirsiniz. "ABD, bunların başına neden ödül koymuyor" diye haklı sorular da yöneltebilirsiniz. İçeridekilerin, "yetmez ama büyük jest" söylemlerinden de uyuzlanabilirsiniz. Nereden bakarsanız bakın, ABD'nin ikiyüzlülüğü bir kez daha ortada...

Şöyle;
Başlarına toplamda 12 milyon dolar ödül konulan Murat Karayılan, Cemil Bayık ve Duran Kalkan ile birlikte aynı statüde bulunan 2 isim daha var. Biri; "Sofi Nurettin" kod adlı Nurettin Halef Al Muhammed. Diğeri; "Şahin Cilo" kod adlı Ferhad Abdi Şahin. İkisi de diğer 3 katil gibi PKK merkez yürütme konseyi üyesi.

* Sofi Nurettin, Suriyeli PKK'lılar listesinin ilk başında geliyor. Suriyeli terörist, 1990 yılında örgüte katıldı, 2000 yılına kadar Hakkari-Yüksekova-Şemdinli kırsalında sözde bölge sorumluluğuna kadar silahlı olarak faaliyet gösterdi ve bu bölgede birçok eyleme katıldı. 2003-2007 yılları arasında Diyarbakır kırsalında sözde eyalet koordinatörlüğü yaptı. Bu dönemde Diyarbakır'da gerçekleştirilen eylemlerin organize edilip uygulanmasından birinci derecede sorumlu. 2008 yılında HPG sözde ana karargah komutanı olan "Doktor Bahoz"un yerine geçerek HPG sözde ana karargah komutanlığı yaptı.

* 1990 yılında PKK'ya katılan "Şahin Cilo" bu dönemde Abdullah Öcalan'ın yakınında yer almasıyla biliniyor. Birlikte denizde çekilmiş fotoğrafları dahi bulunan Cilo, bebek katili Öcalan tarafından "manevi oğlu" olarak nitelendiriliyordu.

Öcalan'ın Suriye'den çıkarılmasının ardından "Şahin Cilo" da bölgeden çıkmış, 1996 yılında Hakkari/Şemdinli kırsalında, 1997-2003 yılları arasında da örgütün Avrupa yapılanmasında faaliyet göstermişti. 2003-2004 döneminde Mahmur'da, 2005 yılında PKK üst yönetiminde yürütme kurulu üyesi olarak görev yapan "Şahin Cilo", 2009-2012 yılları arasında da HPG sözde özel kuvvetler komutanlığına getirildi. "Şahin Cilo", ABD'ye silah talep listelerini oluşturan ve ABD ile ilişkilerin yetkili isimlerinden biri olarak biliniyor.

25 Nisan 2017 tarihinde TSK'nın Sincar ve Karaçok'a gerçekleştirdiği hava operasyonlarının ardından ABD askeri ile birlikte görüntü veren Şahin Cilo, PKK-PYD-SDG ilişkilerini gösteren en önemli kanıtlardan biri haline geldi. Pentagon sözcüsü, terör örgütü PKK'nın en üst düzey yöneticilerinden olarak bilinen "Şahin Cilo" kod adlı Ferhad Abdi Şahin'i "General Mazlum" olarak tanımlamış, övgüler düzmüştü...

Gelelim haberin en can alıcı noktasına;
"Sofi Nurettin" ile "Şahin Cilo", "Rojava" denilen bölgede ABD üslerinde kalıyor ve korunuyor. Her türlü ihtiyaçları ABD tarafından karşılanıyor. Seyahatlerini ABD araçları ile ABD personeli ile birlikte yapıyorlar. İstihbarat kaynaklarımızın Ankara'ya gönderdikleri raporlara göre, "ABD başkanları gibi korunuyorlar."

                                                             ***

ABD'nin 3 teröristin kellesine koyduğu 12 milyon dolarlık ödül tiyatrosunun ardından istihbarat analiz uzmanlarının şu analizine de dikkatle kulak verelim;
"ABD'nin asıl amacı İran. İran'ı içeriden isyan çıkartarak, devrim yaparak şekillendirecekler. Bunu yaparken de İran yönetimi ile iş birliği içinde olan bütün unsurları yok ediyorlar. PKK'nın içindeki bu adamları istedikleri zaman öldürürler, belki de zorunluluk halinde öldürecekler. Bu isimler aynı zamanda PJAK'a müdahil olabilecek isimler. İran yönetimine de destek verecek isimler. Bunları ortadan kaldırarak istediği gibi güç birliğini sağlıyor bölgede. PYD tamamen kontrolüne girdi. Bundan sonraki amaç ise PKK- PYD ayrımı yaparak Türkiye ile PYD'yi bir arada tutmak. Türkiye ile PYD'yi bir arada yanında görmek istiyor İran konusunda. Bu nedenle bir taraftan PKK'nın içindeki İran yanlılarını temizlerken, diğer yandan Türkiye'ye mavi boncuk veriyor.

İran'a yönelik önümüzdeki dönem başlatılacak operasyonda Irak ve Suriye'deki yöntem izlenmeyecek. Tam tersine İran'ın iç dinamikleri harekete geçirilecek. Zaten İran'da her zaman değişim yapabilecek sosyal bir bilinç var. Dolayısıyla İran bu değişimi yapacak. Bir anlamda İran'da devrim olacak. İran'da yeni bir yönetim de ortaya çıkabilir. Rejimde bir takım yumuşamalar olabilir. Sonuçta artık şuna kimse dikkat etmiyor ama İran'a Ruhani ile birlikte biçilen mezhep eksenli Şii yapısı rolü bitti. Bundan sonra İran'a yönelik bir takım hareketler olacak. Bunun başında ambargolar geliyor zaten. Ambargoların da İran'ı ekonomik açıdan zor durumda bırakıp, sosyal patlamaları beraberinde getireceği hesap ediliyor. ABD buradan hareketle istediği gibi bir İran oluşturmak istiyor. Bu olmazsa şayet yeni bir terör örgütü ya da operasyon olur. Operasyon da kara operasyonu şeklinde olmaz. Özel kuvvetlerin öncülüğünde bir takım operasyonlar yapabilirler. İşte tüm bunlar olabilirken İran yönetimine destek verecek unsurlar temizlenirken, aynı zamanda ABD, Türkiye'yi yanında tutmak istiyor."

İçerideki, "yetmez ama ABD büyük jest yaptı" diyenler eğer gerçekten samimiyseler yapacakları tek iş var;
YPG içindeki tüm PKK'lı teröristlerin kimliklerini birer birer deşifre edip dünyaya ilan etsinler. Sonra da ABD'yi bunların da başlarına ödül koymaya zorlasınlar. Görelim!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Halk düşmanı gazeteciler kim? - ARSLAN BULUT

ABD Başkanı Trump, seçimlerden sonra Beyaz Saray'da bir basın toplantısı yaptı. Toplantıda, CNN, New York Times, Washington Post gibi ABD'nin önde gelen medya kuruluşlarının muhabirleri hazır bulunuyordu. Bu üç kuruluş da Trump'ı indirmek için yoğun mücadele vermektedir ama onları basın toplantısına çağırmamak veya "akredite etmemek" gibi bir uygulama, kimsenin aklına gelmemiştir.

Çünkü Amerika'da basın özgürlüğü ilke olarak demokrasinin olmazsa olmazıdır.

                                                              ***

Trump 20 dakika süreyle konuştu ve bir saat boyunca da gazetecilerin sorularını cevaplandırdı.

CNN Muhabiri Jim Acosta soru sormaya başlayınca Trump müdahale etti ve karşılıklı laf yetiştirmeye başladılar. Trump, soru soracak gazetecilere mikrofon veren görevliye eliyle "müdahale et" gibi bir işarette bulundu. Kadın görevli, mikrofonu almaya çalıştıysa da Jim Acosta buna izin vermedi. Canlı yayında nahoş bir görüntü doğduğunu anlayan Trump kadını durdurdu.

Trump, Jim Acosta'ya "Yerine otur. CNN'de yalan haber üretiyorsunuz. Siz bu halkın düşmanısınız" dedi ve mikrofonu bırakmasını istedi. Jim Acosta oturunca da Trump, "Sen korkunç bir insansın. CNN için çalışmamalısın" dedi.

Trump'ın kendisini eleştiren gazetecileri "halk düşmanı" diye suçlaması yeni bir durum değil. Bu sebeple geçtiğimiz Ağustos ayında 350 medya kuruluşu, Trump'a karşı ortak bir açıklama yaparak basın özgürlüğünü savunmuştu.

                                                             ***

Türkiye'de Beştepe Sarayı'ndaki basın toplantılarını İbrahim Kalın yapıyor. Tayyip Erdoğan da seçimlerden sonra basın toplantısı yapmıştı ama saraydaki bu tür faaliyetlere katılan gazeteciler tamamen iktidarın kontrolündeki medya kuruluşlarının temsilcileri...

ABD'deki medya kuruluşları ise farklı güç odaklarının elindedir. Dolayısıyla muhalefetin sesi de iktidar kadar medyada yer almaktadır. Türkiye'de ise medya, TMSF tezgâhından geçirildikten sonra havuzda toplanan ihale komisyonlarıyla satın alınarak, patronlarına beş trilyonluk vergi cezası kesilerek, yetmeyince hapisle tehdit edilerek yandaşlaştırılmıştır. Medyanın yüzde 90'ı, iktidar kontrolündedir. Seçimlerde bile YSK desteğiyle muhalefete ambargo uygularlar!
Beştepe'deki basın toplantılarına, Erdoğan'ın gezilerine, muhalif gazetelerden veya televizyon kanallarından bir muhabirin veya yazarın katılma ihtimali yoktur.
Erdoğan da Trump'ın yaptığını mitinglerde veya diğer konuşmalarında yapmakta ve gazetecilere benzer suçlamalarda bulunmaktadır. Yandaşları da Erdoğan'ı eleştirenler için "millet düşmanı" diyor!

Peki Türkiye'de basın neden bu duruma düşürüldü?
Asıl sebep, Erdoğan'ın da içinde olduğu siyasi hareketin, cumhuriyetin temelleri ile mutabık olmamasıdır. Medyayı değiştirmeden hayal ettikleri sistemi kuramayacaklarını bildikleri için de iktidara gelince adım adım medyayı ele geçirdiler ve rejimi de değiştiriyorlar işte...

                                                            ***

Ankara'da İsrail televizyonu Kanal 2'ye röportaj veren Tayyip Erdoğan, "Soruyorum, gazeteci dedikleriniz sınırsız özgürlüğe sahip midir, onların özgürlüğünün de bir sınırı yok mu?" demiş, muhabir, "Peki sınır nerede?" diye sorunca Erdoğan, "Benim sınırımın başladığı yer, benim özgürlük sınırım nereye kadarsa, o da ancak oraya kadar gelebilir, ondan daha ileriye gidemez" cevabını vermişti..

Oysa basın özgürlüğü, gazetecinin halkın haber alma özgürlüğüdür. diken.com.tr'nin slogan gibi her gün yayınladığı, siyaset bilimci John Keane imzalı bir söz var:
"Bazıları, bazı şeylerin bazı yerlerde yayınlanmasını istemez. İşte o şeylere haber diyoruz."

Sadece istediğinizi yayınlattığınız kuruluşların gazetecilikle hiçbir ilgisi yoktur. Gazetecilik, güç sahiplerinin halktan gizlediklerini ortaya çıkarmaktır!
Trump ve Erdoğan'a bu konuda sorulması gereken soru şudur:
-Halk düşmanı kimdir? Gerçekleri halkın bilgisine sunan gazeteciler mi yoksa gerçekleri halktan saklamakla "görevli" yandaşlar mı?


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

8 Kasım 2018 Perşembe

Kuzey Toprakları: Bolşevik, Öncü, Komsomol ve Ekim Devrimi adaları - ÖZGÜR ŞEN

19. yüzyılda dünyada keşfedilmemiş pek az yer kalmıştı. En yüksek dağa henüz çıkılmamış, kuzey ve güney kutuplarına gidilmemişti belki, ama dünya haritası basbayağı belli olmuştu. 20. yüzyılda keşifler az sayıda da olsa devam etti ve dünya haritası fiziksel olarak kesinleşti. Ama siyasi olarak bu haritanın değişmesi neredeyse kesintisiz sürdü. Sınırlar, bayraklar ve dolayısıyla isimler hiç durmadan değişti.

Devrimlerle gelen isimler karşı devrimlerle gitti mesela...
Bu tür değişimlerden en çok etkilenenin insanlık tarihinin en ileri, en radikal adımının atıldığı eski Sovyet topraklarının olması kimseyi şaşırtmamalı. Sovyetler Birliği diye bir ülke yok artık, Leningrad ve Stalingrad bugün başka isimlerle anılıyor. Keza pek çok meydan, cadde ve bina da öyle.

Göz önündekiler böyle... Peki ya göz önünde olmayanlar... Uçsuz bucaksız Sibirya'nın kuzeyindeki Taymir Yarımadası'nın daha da kuzeyi mesela...
Kimsenin yaşamadığı ve normal koşullarda kimsenin gitmeyeceği uzak ama çok uzak adalar var orada. Öylesine uzak ki haritalara bakanların bile dikkatini çekmeyecek bir noktadalar. Ama bir an olsun gözü takılanları isimleriyle şaşırtacak adalar bunlar.

19. yüzyılda henüz keşfedilmemişlerdi. 20. yüzyılın başında ilk kez haritalara girdiğinde bir takımada oldukları konusu dahi tartışmalıydı ve oradaki toprağın tek bir ada olduğu düşünülüyordu. 1926 yılında bölgeye Sovyet Yönetimi tarafından Kuzey Toprakları ismi verildi ancak bu topraklar hâlâ kaşiflerini bekliyordu. Ta ki 1931 yılında Georgy Ushakov liderliğindeki bir Sovyet ekibi hiç kimsenin gitmediği bu topraklara ayak basana kadar...

Jeolog Nikolay Urvantsev, araştırmacı Sergei Zhuraviev ve radyo operatörü Vasily Khodov'un dahil olduğu bu ekip iki yıl boyunca tüm takımadaları keşfetti.

İki yıllarını harcadıkları bu hayat belirtisi olmayan, Ushakov'un ifadesiyle sert, hüzünlü ve yalnız topraklara, en şahanesinden Sovyetik isimler vermeyi tercih ettiler. Bolşevik, Komsomol, Öncü ve Ekim Devrimi adaları... Beşinci ada için uygun gördükleri ad ise o zamanki yöneticileri, Sovyet bilim insanı ve sonra başarıları nedeniyle kahraman ilan edilecek Otto Schmidt'in ismiydi.

Bir insan iki yılını kimsenin gitmediği ve kimsenin gitmeyeceği adalara niye harcar? İnsanlığa ve ülkesine inanmadan mümkün değil... O ülkenin idealleri ile insanlığın geleceği bu denli örtüşüyorsa bu inanç artması doğaldır. O inançla bu ıssız adalar isimlendirilmiş ve bu isimler Sovyet yönetimi tarafından onaylanmıştır.
Kimsenin gitmediği ve kimsenin gitmeyeceği adalara Öncü veya Komsomol tamam, Bolşevik'i de geçtik ama Ekim Devrimi'nin isminin verilmesi sorgulanmamıştır mesela. Çünkü partinin o dönemki kadroları bu insanların niye orada olduğunun farkındadır belli ki. Bilinmeyeni öğrenme arzusu, gidilmeyen yere gitme hırsı insanı insan yapar. Sovyet yurdunun böyle insanlara ihtiyacı vardır. Uzayı fethedecek olanlar onlardır. Devasa çiftlikleri, büyük fabrikaları, yaşanılacak kentleri yaratanlar da...

Ancak iki yılını kuzeydeki ıssız ve hüzünlü topraklara gömebilenler faşizmi de mezara gömebilir.

Ortak nokta heyecandır. Yeni bir ülkeyi kuruyor olmanın heyecanı... İnsanlığın gördüğü en ileri ülkeyi, işçilerin ülkesini, sosyalizmi kurmanın heyecanı... Komünizme yürümenin heyecanı...

Böyle insanları kaybeden devrimini de kaybeder. Sovyet sosyalizmi devrimci heyecanını ve dolayısıyla enerjisini kaybedenlerin yüzünden yenildi. 1980'li yıllarda Kuzey Toprakları daha keşfedilmemiş olsa oralara gitmek isteyecek bir ekip çıkardı mutlaka. İnsan bitmez çünkü...
Ama Sovyet yönetiminin türlü bahanelerle adalara o isimleri koydurmayacaklarına eminim.
Çünkü onlara sorsan dünyanın öbür ucundaki ıssız bir adaya Ekim Devrimi ismi verilemezdi. Çünkü anlamayacaklardı. Çünkü onlar o heyecanı çoktan kaybetmişlerdi.

Dünyanın bir ucundaki sert toprakların isimlerinin değiştirilmesine belki de tamamen aynı nedenle sıra gelmedi. Çünkü önemsizlerdi. Büyük olasılıkla, devamında, Putin'le birlikte devrimden geriye kalanlara karşı izlenen çıkarcı, faydacı ama dikkatli politika nedeniyle isimler korundu.

Dün Ekim Devrimi'nin yıldönümüydü. Ama bugün iki dakikanızı ayırıp o adaları haritada bulmak için geç kalmış sayılmazsınız.

Parmağınızı o adanın üstüne koyduğunuzda veya farenin imlecini o toprakların üzerine getirdiğinizde bir mezarı ziyaret etmiş olacaksınız.

Büyük Sovyet kaşifi Ushakov'un mezarı bu. Moskova'da öldü ama isteği doğrultusunda keşfettiği Kuzey Topraklarına gömüldü. Hâlâ tek başına adalara ve verdiği isimlere göz kulak oluyor.

İsmi değiştirseler ne fayda, Ushakov'un ruhunu o topraklardan kovamazlardı. Devrimci heyecana, inanca güçleri yetmezdi.

Zaten hiç yetmedi ve yalnızca ücra adalarda değil dünyanın dört bir yanında Ekim'in ruhu işte hâlâ yaşıyor.

Özgür Şen / SOL

Plan ve programlar işsizlik fonuyla makyajlanıyor - KADİR SEV

İşsizlik Fonu, çalışma istek, yetenek, sağlık ve yeterliliğinde olmasına karşın, kasıt ve kusuru olmaksızın işini yitiren sigortalılara işsiz kalmaları nedeniyle uğradıkları gelir kaybını belirli bir süre ve ölçüde karşılamak amacıyla kurulmuştur.
Oysa pek böyle kullanılmamaktadır. Küçük bir tutarı bu amaç için harcandıktan sonra kalanı akla hayale gelmeyecek konularda işe yaramaktadır.


Fonun kaynakları; İşçiden %1, işverenden %2 kesilen primler, %1 Devlet Katkısı ve toplanan paraların işletilmesinden elde edilen gelirlerden oluşmaktadır.
Bugüne değin, 106 milyar lirası prim ve katkı paylarından, 88,5 milyar lirası faizler ile tahvil vb gelirlerden; 4,7 milyar lirası da “diğer” olmak üzere yaklaşık 200 milyar lira gelir elde edilmiş; 74 milyar lirası harcanmıştır.

Fon varlığının 2018 yıl sonunda 127,7 milyar liraya ulaşması öngörülmektedir. 2019 yılı Program hedefi ise 184,5 milyar liradır.

Fondan yararlandırılma koşulları Ülke gerçekleriyle bağdaşmadığı için, az sayıda işsiz, çok kısa sürelerle yararlandırılmaktadır. Bu yüzden de amacının çok üzerinde para birikmiştir.

Ve bu paralar her yıl giderek artan oranlarda patronlara aktarılmaktadır. 
İŞKUR çalışanlarının bir bölümünün aylıkları Fondan ödenmektedir. Geçtiğimiz yıl yapılan bir düzenlemeyle asgari ücret desteği bile işsizlik fonundan karşılanmaya başlanmıştır.

Her yıl elde edilen gelirlerin yaklaşık yarısı kullanılmaktadır: 2016 yılında 10 milyar; 2017’de 13,5 milyar lira pozitif gelir/gider farkı gerçekleşmiştir. 2018 yılında 11 milyar lira tahmin edilmektedir. 2019 program öngörüsü ise 20 milyar 730 milyon liradır.

İşsizlere katkı olsun diye kurulan Fondan yapılan harcamalara baktığımızda, asıl amacının çok gerilerde kaldığı görülmektedir.

23 milyar lirası işsizlere ödenmiş; 51 milyar lirası, aktif işgücü programları ile bir senden bir benden gibi adlar altında patronlara aktarılmış; 2008-2012 yılları arasında GAP Projesine 11 milyar lira, Ekim/2018’de kamu bankalarına 11 milyar lira olmak üzere toplam 22 milyar lira borç verilmiştir.

Borç olarak verilen paraların ne zaman tahsil edileceği, faiz alınıp alınmayacağı, alınacaksa tutarı belirsizdir.

Yukarıda yazılı bilgiler ve Cumhurbaşkanlığı 2019 yılı programındaki verileri birlikte değerlendirdiğimizde, Fonun amacıyla bağdaşmayan işlere yaradığı görülecektir.

1- Devletin düşük getirili fonları satın alınmaktadır
Fonda, Eylül/2018 bültenine göre 125 milyar lira tutarında tahvil ve nakit bulunmaktadır. İşsizlere ödenmek üzere toplanan paralar düşük getirilerle devlete borç verilmiştir.
Fon bülteninde, Ocak-Eylül/2018 arasında %7,35 gelir elde edildiği, oysa aynı dönemde Yurtiçi-ÜFE’nin %38,96 olduğu belirtilmektedir.
2- Kamu Bankalarının bilançoları düzeltilmiştir
AKP baskısıyla bilançoları hasara uğrayan kamu bankalarını biraz olsun rahatlatmak amacıyla Ekim/2018’de gizli bir operasyonla 11 milyar lira aktarılmıştır. Bu paranın ne zaman geri alınacağı, faiz ödenip ödenmeyeceği belirsizdir.
3- GAP Projesinin finansmanında kullanılmaktadır
 2008-2012 yılları arasında GAP Projesinde harcanmak üzere 11,5 milyar lira borç verilmiştir. Bugüne değin tahsil edilememiştir. Nasıl kullanıldığı, ne zaman tahsil edileceği, fona ne tür bir katkısı olacağı bilinememektedir.
4) KKBG tutarının az gösterilmesinde işe yaramaktadır 
Elde edilen gelirlerin yaklaşık yarısı kullanılmadığı için her yıl pozitif gelir gider farkı oluşmaktadır. Bu fark, bir yandan Kamu Kesimi Genel Dengesinde kısmi bir düzenlemeye bir yandan da Kamu Kesimi Borçlanma Gereğinin (KKBG) daha düşük görünmesini sağlamaktadır.Cumhurbaşkanlığı 2019 Yılı Programındaki verilerden derlenen aşağıdaki çizelgede görüleceği üzere, sözgelişi 2018 yılında KKBG, 101 milyar liradır. İşsizlik Fonunun 11 milyar lira katkısıyla 112 milyar lira olması önlenmiştir.


5- Gerçek olmayan abartılmış tutarlar yazılarak ekonomik durum gizlenebilmektedir  
Yukarıdaki çizelgede 2018 yılında pozitif gelir gider farkının 11 milyar lira olacağı tahmin edilmiştir. 2019 programında 20,7 milyar lira öngörülmüştür. Önceki yıllardaki gelişmelere baktığımızda birbirini izleyen iki yılda 10 milyar lira artacağı beklentisinin gerçekçi olmadığı düşünülmektedir. Programda bu konuda açıklamaya da rastlanılamamaktadır. Büyük bir olasılıkla tutarlar, 2019 yılını daha iyi göstermek için abartılmıştır.

Bu kuşkumuzu 20 Eylül günü YEP adıyla tanıtılan Orta Vadeli Plandaki veriler beslemektedir. Daha bir ay önce yayımlanan OVP’de işsizlik fonu pozitif gelir gider hedefi olarak 2019 için 3 milyar lira daha az, 17,8 milyar lira, öngörülmüştür. 
2020 ile 2021 program hedeflerinde de bir gariplik vardır. 2020 yılında 19,6 milyar lira hedefi, 2021 yılında nedense 13,9 milyar liraya düşürülmüştür.

Ne diyelim: vardır bir bildikleri…

Kadir Sev / SOL

Ödül kimin başına konuldu?..- AHMET TAKAN

Bayram değil, seyran değil... Enişte, bize neden selam verdi!...

Hem de ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Matthew  Palmer'in Ankara ziyareti sırasında... Hem de açıklama ABD Ankara Büyükelçiliği vasıtası ile yapıldı... ABD; PKK'lı teröristler, Murat Karayılan, Cemil Bayık, Duran Kalkan'ın başlarına toplam 12 milyon dolarlık ödül koydu.

İçeridekiler, milletin aklı ve zekasıyla her daim alay ederse dışarıdakilerin eli armut mu toplar?.. Eli kanlı katilleri bugüne kadar büyüten ve himaye eden kim?.. Yaşadıkları inlerde ABD subayları değil de Venüs ordusu subayları ile mi dolaşıyorlardı?.. Bu katillerin emrindeki kahpeler her türlü eğitim, para ve silah desteğini Uganda mı sağlıyordu?.. Bugüne kadar aklınız neredeydi?.. "Vay be ne büyük kıyak çektiniz bize" deyip güdümünüzdeki siyasetçiler gibi bizlerden de önünüzde iki kat bükülmemizi mi bekliyorsunuz?..

Defolur gidersiniz!..

Haber duyulur duyulmaz, Ankara'nın nabzını tutmak için güvenilir askerî ve istihbarat kaynaklarımla bir dizi görüşme yaptım. Önce, 2 yıldır ABD'nin PKK elebaşlarına yaptığı "dönüşeceksiniz" baskısını hatırlattılar. Peki, bu son nokta mı?.. İstihbarat kaynakları, "ABD, 'Rojava' denilen bölgeden dönüşüme karşı çıkan PKK güçlerinin çıkmasını istiyor. 'Çıkın Türkiye'yi durdurayım' diyor. Bunu bizim için yapmıyorlar. Kendi planlarını uyguluyorlar. Çözüm sürecini güncellemişler. Diğer yandan da İran operasyonuna bizden de destek istiyorlar. 'Rojava', ABD'nin hem yönetim üssü, hem askerî operasyon merkezlerinden biri, hem enerji koridoru. BOP'un da merkezi, PKK'yı burada istemiyorlar. Şu an PKK dağ kadrosu buradan çıkıyor ama yeni kadroları ile YPG geliyor. Değişen bir şey yok. ABD, bu hamlelerle sadece PKK'nın adını bitiriyor. Hepsine YPG diyor. Direnenleri de temizleyecek. ABD bunları Rojava'da günah keçisi ilan etti. Diğerlerine, 'eğer bunlar giderse Türkiye size hiçbir şey yapamaz' mesajı veriyor" değerlendirmelerini yapıyor.

"Rojava" denilen bölgenin Fırat'tan Irak sınırına kadar Kuzey Suriye'deki sözde Kürt kantonları olduğunu hatırlatarak devam edelim.

ABD, bir taşla kuş sürüsü vurmayı hedefliyor. İran'a yakın Cemil Bayık ile PKK-İran ilişkisini, Murat Karayılan ile "Rojava"da çok etkili olan PKK ilişkisini kırmak istiyor. Duran Kalkan meselesi ise biraz derin!..

Dönüştürülen PKK'da bu katillerin yerine kimler getirilecek?.. Anladığım kadarıyla, ABD, yeni sivri isimler istemiyor. Alt kadrolardan  "akademik eğitim verdikleri" isimleri bölgeye götürerek görevlendiriyor ve  idari kadroları bunlardan kuruyor. 3 teröristin başlarına ödül konulması ardından bugün itibarıyla şunları sıralayabiliriz;
* Suriye'de yeni oluşum kavgasında ABD yeni bir hamle yaptı. Kontrol hamlesi.
* ABD, YPG/PKK içindeki kavgaya da net olarak taraf oldu. Eski tüfekleri kovdu. Bu, Türkiye'ye kıyak çekmeden ziyade oradakilerin de gazını alma operasyonu.
* ABD, kullandığı adamları eskidi mi çöpe atar. Yakın geçmişteki örnek; Taliban.
* Çapulcu başı Barzani, Kuzey Irak'ta referandum yaparken "bir süre bekle acele etme" demişti. Neden?.. Çünkü Suriye ile Irak'taki sözde Kürt devletlerinin birleştirilmesi işini ABD yapacaktı ve bunun herhangi bir nedenle sekteye uğratılmasını istemiyorlardı. Suriye'deki yapılanmaların sorunsuz tamamlanması gerekiyordu. Suriye ve Irak'taki yapılanmalar tamamlandıktan sonra referandumla birleşme planlanıyordu.
* Suriye'deki özerk yapılanmalara rejim itiraz etmez.
* Rusya, ABD ile çok rahat anlaşır. Çünkü tek hesabı Akdeniz'deki, üslerine dokunulmamasıdır.
* ABD, petrol kaynaklarını düşünür.
* Hatırlar mısınız?.. Kuzey Irak'ta, binlerce militanını besliyor olmasına rağmen çapulcu başı Barzani ile PKK yönetim kadrosu arasında liderlik konusunda şiddetli kapışmalar olmuştu. ABD'de sözde Kürt devletinin kuruluşunun başlangıç noktası olarak Suriye'yi göstermişti.
* Hiç unutmamız gereken bir husus daha var; İmralı'da sefa süren bebek katili Öcalan da tüm konuşmalarında sözde Kürt devletinin kuruluşu için ilk adres olarak Suriye'yi gösterir.
* Kandil ile İmralı'nın ters olduğunu bilmeyen kaldı mı?..
* ABD, Türkiye'de salak atlatma oyunu oynuyor. PKK, YPG'ye dönüştü. Biliyorsunuz, YPG, ABD için terör örgütü değil, müttefik. İnanmayan, son ortak devriye görüntülerine baksın.
* Çok yakında "PKK'yı bitirdik" havalarıyla birilerinin yeni çözüm masasına kurulduklarını görürseniz, onların da "muhatabımız PKK değil. O bitti. Bölgeye artık barış gelecek" dediklerini duyarsanız sakın ha şaşırmayın!..

Bu arada, PKK'nın formatlanarak nasıl devletleştirildiğine ilişkin kaleme aldığım yüzlerce yazıdan biri olan, 29 Mart 2018 tarihli,  "Fransa, Türkiye aleyhine şer yayınlarına başladı" başlıklı yazıma bir kez daha bakın. O yazıda, ABD'nin yancısı Fransa'da çok popüler bir TV kanalında yayınlanan belgeseldeki PKK/YPG sözde devletleşmesini sizlere aktarmıştım.

Hâlâ, ABD'nin teröristlerin başlarına koyduğu ödüle "Türkiye'ye yapılmış geç de olsa bir kıyak" olduğuna inanan ve kafasında soruları olan varsa;
O zaman gitsin, bebek katili Öcalan'ın idam edilmesine karşı çıkanlara ve bu idamı engelleyenlere danışsın. Bir bildikleri vardır mutlaka!..

Allah bana ömür vermesin de, İran operasyonun ardından, Türk yurduna, Kuzey Suriye'den topyekûn nasıl saldırıldığını görmeyeyim!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Kandil ulaklarına piyango! - Selcan Taşçı Hamşioğlu

Murat Karayılan:
Yaşı 60'ı geçti...
PKK'ya dün katılmadığı, terör örgütünü yönetenlerden -yönettiğini zannedenlerden- biri olduğu yeni ortaya çıkmadı; 1979'dan bu yana "terörist".
HPG'nin; PKK'nın "silahlı kolu" -bir de, bizatihi devletimizin kasasından beslediğimiz siyasi kolu var malum- nun başında.
Tunceli'de başından vurularak öldürülen Ovacık Savcısı Murat Uzun'un katledilmesi talimatını veren cani!
Yine Tunceli'de, Pülümür Kocatepe Jandarma Karakolu'na yapılan ve 7 şehit verdiğimizin saldırının emrini veren cani!
Katliamlar dışında, tecavüz ve envai çeşit sapkınlıkla da dolu sicili!
Amerikalıları kaç defa PKK kamplarında ağırladığı(!)nın sayısı belli değil!

***
Cemil Bayık:
Yaşı 60'ı geçti.
PKK'nın "kurucu kadrosu(!)"ndan ve Öcalan'dan sonraki gerçek "en etkili" kişisi. Yani 1978'den beri "terörist"; dün fark edilmedi.
Uluslararası basını geçtim, son birkaç yıla kadar Türkiye'de bile uzun süre bir "terörist" değil de "siyasi kişilik" gibi algılatılmak istendi;
Adı topluma "KCK Yürütme Kurulu Üyesi, Eş Başkanı" diye ezberletildi.
90'larda akan kanın en büyük müsebbibi; aklınıza gelen ne kadar alçaklık varsa hepsini "planlayan" kişi.
2014 Nevruz'unda, Diyarbakır'da, binlerce kişiye seslenmesine izin verildi!
CIA'yla görüşmelerinin sayısı belli değil!

***
Duran Kalkan:
Yaşı 60'ı geçti.
PKK'nın "kurucu kadrosu(!)"ndan; 1978'den beri "terörist". Kimse için yeni değil ismi.
Terör örgütünün siyasi ve medya yapılanmalarının koordinatörü; PKK'nın medya ve siyaset ayağında onayının alınmadığı bir kelamı etmek sıkar(mış)!
Mevzubahis "küresel algı"ysa, "mutfakta" kimin olduğu aşikâr!

***
Utanmasa "daha dün duydum" diyecek pişkinlikteki ABD, çeyrek asırdır kendi elleriyle bakıp büyüttüğü bu teröristlerin bulunması için 12 milyon dolar ödül koyuyor bir anda!
Hoş; PYD'ye yaptığı 500 milyon dolarlık yardımı düşününce devede kulak; çok da büyük bir fedakârlık sayılmaz ama yine de bayram değil seyran değil ABD Türkiye'yi niye öptü?
Ya da...
Acaba sahiden de Türkiye'yi mi öptü?
Böyle öpmek mi olur; Fırat'ın batısında PKK'nın ipini çekmiş pozu keserken, Fırat'ın doğusunda PYD'yi devletleştirmeye çalışmıyor mu hâlâ?
Bir taşla iki kuş;
Bir yandan bizim gibi "ayyyy her şeye rağmen müttefik işte, bizim için neler de yapıyor" masalına inanmaya hazır tipler için havuç...
Diğer yandan kendisi için Orta Doğu'da yeni bir "alan temizliği" fırsatı; diyorum ki -tek ben demiyorum- bu ödül mevzuu, üç elebaşının "fraksiyonel" ortaklıklarını da göz önünde bulundurunca; ABD'nin İran'a "ekonomi dışı yaptırımlar(!)" da planladığına delalet olabilir mi acaba!

***
PKK-ABD ilişkisine dair yıllardır hafızamızda biriken onca bilgi-belgeden sonra "Ne yani, ABD bu azılı katillerin yerlerini bilmiyor mu" diye sormak bile o kadar sakil ki;
Aklımıza hakaret edildiğine dair iki satır yazacağız diye aklınıza hakaret ediyormuş gibi hissediyorum kendimi!
Yine de, beyanı esas alıp da "velev ki" demek gerekirse, bizim "Kandil ulakları"na müjde!
Duydun mu Hasan?
Duydun mu Cengiz?
Duydun mu Amberin?
Duydun mu Yasemin?
Size piyango çıktı!
Taş atıp kolunuz mu ağrıyacak, alt tarafı her defasında elinizle koymuş gibi bulduğunuz bebek katillerine çıkan o "hayran olduğunuz çiçekli böcekli, şırıltılı dereli filan coğrafya"da rehberlik yapacaksınız;
Bu işsizlikte 12 milyon dolar az para değil hani!


Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ

7 Kasım 2018 Çarşamba

ANALİZ - Üç Odaklı Yeni Alman Sosyal Demokrasisi / TEVFİK TAŞ

''Merkez''i esas alan, düzen siyasetinin Almanya'da İkinci Dünya Savaşı'ndan beri oyunun kuralı olarak belirlediği ''iki kitle partili'' sistem çökmenin eşiğindedir. Asla abartı sayılmaması gereken bu saptamanın verileri açıktır. 1949 sonrasında adına ''halk partileri'' denilen ''merkez sağ'' CDU/CSU ile ''merkez sol'' SPD'nin oy toplamı, yüzde 80'ler civarında idi. 24 Eylül 2017 seçimleri ve ardından gelen Bavyera ve Hessen eyalet seçimlerine baktığımızda bu oranın yüzde 50'lere gerilediğini saptayabiliyoruz.


Almanya'da derinleşen siyasi kriz, parti genel başkanlarının koltuklarını sallamaya devam ediyor. Merkel'den sonra iktidar ortağı olan en eski sosyal demokrat parti Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) şefi Andrea Nahles'in konumu da tehdit altında olduğu iddia ediliyor. 

2. Dünya Savaşı sonrası Almanya'nın statükosu haline gelen iki partili sistemindeki kriz, partilerde yeni lider arayışları da dahil olmak üzere pek çok ''huzursuzluk''  boy göstermeye devam ediyor. İşler iyi giderken suspus olan parti içi muhalefet, siyasi krizin derinleşmesine paralel sesini yükseltmeye başladı. Hristiyan Demokrat Birlik partisi CDU'da Merkel sonrasına aday olan en az üç aday öne çıkarken, Almanya Sosyal Demokrat Partisi SPD'de de yeni bir lider tartışması açıldı ancak,  SPD'de bu başlıkta CDU ile kıyaslanamayacak bir sakinlik gözleniyor.

2015 sığınmacı krizi ile sekiz yıllık koltuğunu kaybeden Sigmar Gabriel'in yerine 19 Mart 2017'de parti tarihinde bir ilkle Martin Schulz oybirliği ile seçilmişti. Toplam delegelerin tamamının oyunu alan Martin Schulz'a bundan dolayı ''Yüzde yüz Martin'' lakabı takılmış, 24 Eylül 2017 seçimlerinde beklenen başarıya ulaşılamayınca 10 ay sonra saman alevi gibi sönüp gitmişti.

Martin Schulz'un bir ilkle tüm delegelerin oyu ile seçilmesinden sonra, SPD delegeleri yine parti tarihinde bir ilke imza atmış, ilk kez bir kadını parti şefi seçmişti. 22 Nisan 2018'de toplanan Olağanüstü Kongre, oybirliği ile olmasa da, Anderas Nahles'in SPD genel sekreterliğe getirmişti.

SPD'DE ÖNE ÇIKAN 'LİDER' ADAYI YOK
Bavyera ve Hessen eyalet seçimlerinden SPD'nin koalisyonun diğer ortakları CDU/CSU gibi büyük oy kaybına uğraması, çiçeği burnundaki yeni başkanın da liderliğinin sorgulanmasına neden oldu. Ancak alternatif olarak öne çıkan bir isim de görünmüyor. 

SPD'nin gençlik örgütü JUSOS'un başkanı Kevin Kühnert, SPD ölçülerine göre daha ''sol'' bir söylemle, 24 Eylül sonrasında koalisyon hükümetine girilmesine karşı bir tutum almıştı. Kühnert bu tutumundan dolayı parti içerisinde önce azarlanmış, sonra da ''deneyimli'' sosyal demokrat ağabey ve ablaları tarafından usulünce ikna edilmişti.

Şimdi aynı Kühnert yine ortaya çıkıp, “ben size demedim mi; koalisyondan ayrılalım yoksa eriyip gideceğiz” demektedir. Gençlik örgütü sekreterinin bu sözleri, ya onun sosyal demokrasinin emekçi düşmanı gerçek işlevini çözemediğinin, ya da deneyimsizliğinden dolayı bu türden çıkışlar yaptığının ifadesi olarak yorumlanabilir. İkinci hipotez daha gerçeğe yakın durmaktadır. Çünkü İkinci Dünya Savaşı sonrasının en emekçi düşmanı programı olan ''Agenda 2010'' pratiğinin yaratıcısı bizzat sözde idealist Kühnert'in partisidir. 
Kühnert, ABD'nin Afganistan işgalinde destekçi olup, ''Almanya'nın çıkarları Hindukuş dağlarındadır'' diye böbürlenen Peter Struck adında Federal Savunma Bakanı'nın sözlerini de  ''hatırlamamakta''dır. Bu kadar yakın dönemi bilmeyen bir gençlik örgütü başkanının, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht ile yüzlerce yoldaşını katlettirmiş SPD'li Savunma ve İçişleri Bakanı Gustav Noske'den de haberdar olmasını elbette bekleyemez...

SPD'nin gençlik örgütü lideri de belli ki, ağabey ve ablaları gibi burjuva siyasetinin gereklerini yerine getirmekte, sermaye düzeninin güvenlik ventili olma işlevine zarar gelsin istememektedir. Yoksa bu kadar ''idealist'' ve ''ilkeli'' olup da, bu kadar tarih cahili kalmanın imkânı var mı?

LİDER YARATMA MEKANİZMASI SPD'DE ŞİMDİLİK İŞLEVSİZ
Almanya'da yaşayan her aklı başında insan SPD'nin hem ''savaş partisi'' hem de emek sömürüsünü  derinleştiren ''Hartz IV partisi'' olduğunu bilir. 

Gençlik örgütünün başkanının sözlerine SPD'nin şefinin verdiği yanıt, ''daha iyisi varsa karşıma çıksın'' tadında oldu. Anderas Nahles'in bu hodri meydan tutumuna cılız bir yankıdan başka bir ses gelmedi. Bu tuhaf durumun açıklaması, yeni adaylar ile partinin daha da eriyeceği kaygısıdır. Program değiştirmeden, lider değiştirerek şapkadan tavşan çıkartma yoluna giden SPD önderliği, iki yıl içerisinde üç ''lider'' değiştirmenin de seçmenin ilgisini cezbedemediğini sezdi.
Merkel'in partisi CDU'dan farklı olarak SPD'de de, istikrar ve kalıcılık vurgusu partide genel kanı olarak paylaşılıyor. Nahles'in ''dobra'' tutumunun arkasında şimdilik mahkûm olunan bu nesnel rezerv var.

''Merkez''i esas alan, düzen siyasetinin Almanya'da İkinci Dünya Savaşı'ndan beri oyunun kuralı olarak belirlediği ''iki kitle partili'' sistem çökmenin eşiğindedir. Asla abartı sayılmaması gereken bu saptamanın verileri açıktır. 1949 sonrasında adına ''halk partileri'' denilen ''merkez sağ'' CDU/CSU ile ''merkez sol'' SPD'nin oy toplamı, yüzde 80'ler civarında idi. 24 Eylül 2017 seçimleri ve ardından gelen Bavyera ve Hessen eyalet seçimlerine baktığımızda bu oranın yüzde 50'lere gerilediğini saptayabiliyoruz.

Bildik düzenin merkez'i değişirken (http://haber.sol.org.tr/dunya/bavyera-secimleri-almanyanin-dengesi-bozuluyor-249176), kitle partileri de (Almanya'daki yaygın ifade ile, ''halk partileri'') yerlerini, adları farklı ancak işlevleri benzer başka partilere bırakmaktalar. Örneğin, CDU/CSU'nun yerine AfD yerleşirken, SPD'nin boşalttığı alana Yeşiller yerleşmektedir. Muhafazakârlık faşizm ile yer değiştirirken, görece ölçülü sosyal demokrasi yerini dizginsiz liberalizme bırakmakta...

Almanya'daki yerleşik düzenin bu kabuk değiştirmesi, doğrudan sermayenin tercih ve yönelimleriyle ilgilidir. Militan liberalizm ile kitleselleşen faşizm birbirini besleyerek, ülkenin yeni ''merkez''i haline evirilmekteler. 

SPD kurmaylığı 1959 Godesberg Programı ile programının dibinde köşesinde kalan ''marksizan'' ögeleri silip atmış, ''sosyalist işçi partisi'' yerine, ''kitle/halk partisi'' ifadesi geçirilmişti. Halk düşmanı bu partinin, bu kriz sıcağında sol olarak görünüyor olmasının makyajı erirken, onun yerine aday ''alternatif'' unsurların niteliklerinde olmasa da, sayısında artış var.

ÜÇ ODAKLI YENİ ALMAN SOSYAL DEMOKRASİSİ
''Eski sosyal demokrasi''yi temsil eden SPD dışında ülkede, siyasi  kurdelesini kesip, dolaşıma çıkan iki yeni sosyal demokrat parti/hareketin varlığına da işaret etmek gerekiyor.

Sol Parti'nin kuruluş tarihi çok eski olmasa da geleneksel sosyal demokrasiye daha teşne bir parti olduğunun altını çizmek gerekiyor. Sol Parti, altı farklı kanattan müteşekkil bir partidir ve düzenin ufku ile sınırlı. Daha doğrusu bu parti, parti olmaktan öte, bir tartışma kulübüdür. NATO'dan çıkılmasına karşı olan da var, laikliği ''katı'' bulan da. Avrupa Birliği'ni iyi addeden de, Suriye açıklarına asker gönderilmesini savunan da bulabilirsiniz bu partinin saflarında. 
Emperyalizm lafı zaten ''kaba'' ve ''gayrı bilimsel'' olarak görülüyor. Piyasa ekonomisine hürmet olmazsa olmazlarıdır. Tabii, biraz sosyal (yeni deyimle ''dayanışmacı ekonomi'') piyasa olmak koşuluyla.

SPD ve Sol Parti'ye meydan okuyan bir yeni hareket daha var. Toplayıcı Hareket olarak kendisini adlandıran bu oluşum, ''partiler üstü'' olduğunu ilan ederek daha baştan liberalliğini açık etmiş oldu. İşin ilginç yanı Toplayıcı Hareket'in sözcüsü ve mimarı Sol Parti'nin içindeki altı kanattan ''en solda'' olduğu iddiasına dayanan ''Komunist Platform'' sözcüsü Sahra Wagenknecht'dir. 

Komünist Platform sözcüsü ''kızıl Sahra'', şimdi eşi Oskar Lafontaine ile birlikte partiler üstü olduğunu iddia eden, ''Willy Brandt dönemi dış politikası''na özlemle bakıp, Keynesyen iktisat politikalarına referans veren bir hareket olarak birkaç aydır faaliyet yürütüyor. Kamuoyu açıklamalarından ibaret, birbirine zıt aydınların tuhaf karışımı ile yoğrulmuş bu şekilsiz toplamı olumlayanlar arasında ne yazık ki DKP içinde faaliyet yürütenler de var. 

DKP önderliğinin pek dalaşmadığı Toplayıcı Hareket konusunda üstü örtük tutumu daha da vahim. ''Faşizan hareketin yükseliş döneminde sosyal demokrasi ile dalaşmanın anlamı yok'' diye özetlenebilecek bu tutum, partinin bir kesiminde kabul görmüş durumunda. Marksist olduğunu iddia edip, Leninist olmadıklarını ifade edenlerin, ''Marksist'' de kalamadıklarının bir örneği Alman sosyal demokrasisinin durumudur...

Sınıf işbirlikçiliğini faşizmin yükselişi umacısı üzerinden pazarlamaya kalkmak, bildik oportünist  tutumdur. Alman sosyal demokrasisi, Gotha Programı'ndan beri Marksizm’den kopmuştu. Birinci Paylaşım Savaşı'na onay verdiğinde ihanet içindeydi. Nazizm’in yükseldiği dönemde, onun yol yapıcısı işlevini gördü. 2. Dünya Savaşı sonrasında Alman kapitalist düzeninin inşası için çabaladı. Soğuk Savaş döneminde reel sosyalizme karşı emperyalizmin en sinsi partisiydi. Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin yağmalanmasında sermayenin sol koluydu.

Sosyal demokratlar, şimdi, ''AfD yükseliyor, aman bize destek verin, engelleyelim'' yaygarası yapıyor. Oysa tarih de gösteriyor ki SPD'ye, Sol Parti'ye ya da Toplayıcı Hareket'e açılacak her kredi, düzenin bekasına hizmet etme kaderinden kurtulamayacaktır.  

TEVFİK TAŞ / SOL