22 Kasım 2018 Perşembe

Net duruş - Öztin Akgüç

Cumhuriyetin doksan beşinci yıldönümü kutlamaları, 10 Kasım gününde farklı davranışlar, ezanın Türkçe okunması önerisine tepkiler, Diyanet İşleri Başkanı’nın “insancıl” ziyaretine farklı yorumlar, ülkede görüş ayrılığı, davranış biçimi, değer yargıları farklılığını açıkça göstermektedir. Görüş ayrılıkları, davranış farklılıkları son yıllarda kesinleşmiş olmakla beraber, sorunun geçmişi Bağımsızlık Savaşı’nın başlangıcına değin uzanır.
 
Nutuk okunduğunda Ankara Hükümeti’nin esas uğraşısının Batı Cephesi’nden çok, iç isyanlar, ayaklanmalar, ihanetler olduğu görülür. 

Bağımsızlık savaşının daha başlangıcında Sivas’ta Şeyh Recep olayı ile başlayan Bağımsızlık Savaşı’na karşı çıkış, kronolojik sıra ile değil, Bandırma, Gönen, Ecisığırlık (Susurluk), Kirmastı (Mustafa - Kemal Paşa) Karacabey, Biga, İzmit, Düzce, Adapazarı, Hendek, Bolu, Gerede, Beypazarı, Bozkır, Konya, Ilgın, Kadınhan, Beyşehir, Yozgat, Koçhisar, Yenihan, Boğazlayan, Zile, Erbaa, Çorum, Ümraniye, Refahiye, Zara, Hafik, Viranşehir isyanları ile Anadolu’ya yayılmıştır. İç ayaklanmaların, isyanların ardında emperyal güçlerle desteklenen dini söylemler, tahrikler, öğeler vardır.
 
Bağımsızlık Savaşı kazanıldıktan sonra da Cumhuriyete, ulusal laik devlete karşı oluş sürmüş; karşı olanların bir bölümü ürkerek gizlenmeyi, gizli olarak faaliyetlerini sürdürmeyi yeğlerken bir bölümü takıyye yaparak Cumhuriyetçi görünmeyi kişisel çıkarları açısından yararlı bulmuştur. Cumhuriyet karşıtları her fırsatta gerçek kimliklerini, niyetlerini ortaya koyarak din temeline dayalı teokratik devlet, Osmanlı dönemine özlemleri doğrultusunda hareket etmişlerdir.


Cumhuriyet karşıtları, dinciler, 1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (TCF) fırsat bilerek, TCF arkasında kümelenerek gerçek kimliklerini göstermişlerdir. Din istismarının yoğunlaşması ve Şeyh Sait Ayaklanması üzerine TCF kapatılmıştır. 
Dinciler, Cumhuriyet karşıtları için 1930 yılında, Atatürk’ün önerisiyle Ali Fethi Bey (Okyar) tarafından Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) kurulmasıyla fırsat doğmuştur. SCF’ye sızan dinciler, Cumhuriyet, laiklik karşıtı söylemlerini, eylemlerini sürdürmüşler, şiddetin CHP binalarının taşlanmasına kadar ileri götürülmesi üzerine SCF, başkanı Ali Fethi Bey tarafından kurulduğu yıl feshedilmiştir.

Çok partili siyasal yaşama girilmesiyle dincilerin, Cumhuriyet, Atatürk karşıtlarının önü açılmış, siyasal bir parti olarak örgütlenmek yerine Demokrat Parti (DP) şemsiyesi altında faaliyetlerini sürdürmeyi yeğlemişlerdir. DP de, oy desteği aldığı kesime istenen ödünleri vermiş, zaman zaman sözcülüğünü de yapmıştır. DP, Atatürk’e doğrudan dil uzatamadığından, CHP, İsmet Paşa eleştirisi alalamasıyla gerçekte laiklik başta olmak üzere Cumhuriyet ilkelerine karşı tutum almış, Atatürk dönemini karalamıştır. Eleştirilen İsmet Paşa dönemi II. Dünya Savaşı yıllarıyla sınırlıdır. Dünya büyük yıkıma uğrar, elli milyondan fazla insan kaybı olurken Türkiye tek şehit vermeden, kentlerine tek bir bomba dahi düşmeden savaş dışında kalmayı başarmıştı. Savaş yıllarında katlanılan sıkıntılar DP tarafından abartılarak propaganda malzemesi yapılmış, ülkenin savaş dışı kalması dahi “İsmet Paşa erkekliğimizi öldürdü” ifadesiyle eleştiriye uğramıştır.
 
DP sonrası kurulan sağcı partiler Adalet Partisi, ANAP’ın destekçileri arasında, dinciler, Cumhuriyet ve Atatürk karşıtları yer almıştır. 2000’li yılların başlarında ABD’nin desteği ile de dinci akımlar, Cumhuriyet, Atatürk karşıtları, bir sağ partinin şemsiyesi altına girme gereğini duymadan, örgütlenerek iktidara gelmiştir. Emperyal, yayılmacı güçler, emellerini gerçekleştirmek, nüfuz bölgeleri oluşturmak, bağımsızlık tutkusunu, özlemini söndürmek, ulusalcı akımları boğmak, işbirlikçi yönetimler oluşturmak için dini bir araç olarak kullanan sağcı partileri desteklemişlerdir. 

Ülkemizde Cumhuriyet karşıtları, Atatürk düşmanları, teokratik devlet yandaşları, din tacirleri, Osmanlı özlemcileri, emperyal güç kuklaları geçmişte olmuştur, gelecekte de olacaktır. Yadırgamamak gerekir. Bu eğilimlere karşı Cumhuriyetten, laik, sosyal, hukuk devletinden, demokrasiden yana olanların duruşlarını netleştirmeleri gerekir. Ülkede kişisel kaygılarla, oy hesaplarıyla, belli çevrelere şirin gözükme hevesiyle ikircikli davranışlar gözlenmektedir. Verilen ödünler, Cumhuriyet karşıtlarını cesaretlendirmekte emelleri doğrultusunda daha ileri gitmelerine yol açmaktadır. 

İkircikli davranan, kişilikli net duruş sergileyemeyen, hoşgörü, tarafsızlık, empati sloganları altında ödün verenler, Cumhuriyete bağımsızlık mücadelesine zarar vermekte, dolaylı da olsa karşıt akımları desteklemektedirler.

Öztin Akgüç / CUMHURİYET

21 Kasım 2018 Çarşamba

Türkiye’yi denizlerde kimler sıkıştırıyor? - Barış Doster

Türk Akım doğalgaz boru hattının Karadeniz’in altından geçen bölümü tamamlandı. Halihazırda çalışan diğer boru hatları, Mersin Akkuyu’da Ruslara verilen ilk nükleer santral ihalesi ve Türk Akım ile Türkiye’nin Rusya’ya olan enerji bağımlılığı daha da arttı. Bu durumun, Türkiye’nin ekonomisi ve dış politikası üzerindeki etkilerini çok tartışacağız. Bugün enerji özelinde Karadeniz’den Akdeniz’e uzanıp, nasıl kuşatıldığımızı ele alacağız. 

Malum; Avrupa Birliği’nin (AB) tüm adayı temsilen ve Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla üye yaptığı, dünyanın da öyle tanıdığı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), tek yanlı olarak Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilan etmişti. İtalyan enerji şirketi ENI de, Rumların ilan ettiği MEB’e sondaj gemisi yollamıştı. Türkiye de bunu engellemişti. Rumlar bir hamle daha yaptılar. ABD’li enerji şirketi ExxonMobil’in Katar Petroleum ile kurduğu konsorsiyuma sondaj izni verdiler. Konsorsiyum da doğalgaz sondajına başladı.
Sorun şu; ABD de aynen AB gibi Kıbrıs Rumlarını destekliyor. Enerji projelerinde, Rumları Mısır ve İsrail’le ilişkilerini geliştirmeleri için teşvik ediyor. Bu da hem Türkiye karşıtı cepheyi genişletiyor, hem de Türkiye’nin son yıllarda Katar’la gelişen ilişkileri, Katar’da kurduğu askeri üs dikkate alındığında, Türkiye’nin elini zayıflatıyor. Dahası var; ABD enerji şirketinin sondaj gemileri, Kıbrıs açıklarına yalnız değil, ABD 6. Filosuna bağlı savaş gemileriyle birlikte, onların koruması altında geliyorlar.

Doğu Akdeniz ve Ege’deki rekabet
Doğu Akdeniz’e sahildar ülkeler arasındaki rekabet yeni değil. Özellikle 2000’li yılların başından itibaren keskinleşti. GKRY, MEB’ini 2011’de ilan etti. Türkiye itiraz etmedi. Doğu Akdeniz’de GKRY ile yaşanan gerilim, Ege Denizi’nde Yunanistan’la yaşanan gerilimle birlikte düşünülmeli. Yıllardır iki İngiliz üssünün bulunduğu GKRY’nin, Fransa ve İsrail’e üs vermek için antlaştığı, ABD’nin de üs edinmek için girişimlerini artırdığı dikkate alınmalı. Yunanistan’ın Türkiye’ye ait 18 ada ve 1 kayalığı işgal ettiği, Türkiye’nin de buna sert tepki vermediği unutulmamalı. 

Türkiye’nin başka açmazları da var. Birincisi, Kıbrıs’ın tamamının, tek başına, hemen sahibi olmak isteyen GKRY ve Yunanistan, kendi tezlerini, AB’nin tezi yapmayı başardılar. İkincisi, karşılarında KKTC lideri gibi her türlü ödünü vermeye razı; Türkiye’deki mevcut iktidar gibi, KKTC kurucu cumhurbaşkanı, milli kahraman Rauf Denktaş’ı devre dışı bırakmış, Annan Planı’nı desteklemiş muhataplar var. Üçüncüsü, Kıbrıs ve Ege Denizi’yle ilgili gelişmeler, GKRY ve Yunanistan’da partiler üstü, milli meseleler. Güçlü bir kamuoyu hassasiyeti var. Kiliseden komünist partiye kadar geniş kesimler, bu konularda duyarlı. Türkiye’de ise durum öyle değil. Ümit YalımSemih ÇetinCem GürdenizAli TürkşenSertaç Hami BaşerenHüseyin Pazarcı gibi birkaç duyarlı isim, basındaki birkaç duyarlı kalem dışında, bu konuları gündeme taşıyan yok. 

Esas hatlar, karasuları, bitişik bölge, kıta sahanlığı, MEB gibi deniz yetki alanlarının belirlenmesi konusunda çok sayıda ve çok yetkin uzmana gereksinim duyan Türkiye, bu konuda gerekli adımları atmadı. Denizcileşmek bir yana, emperyalizm destekli FETÖ’nün sahte delillere dayanan kumpas davalarında en seçkin bahriyeliler tasfiye edildi. Sonrasında, yine FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Heybeliada Deniz Lisesi kapatıldı. Türk Donanması’nın, Karadeniz’deki üstünlüğü de bu süreçte darbe yedi. Üstünlük Rusya’ya geçti. Dahası, ABD; 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni delmek, mümkünse değiştirmek için baskılarını artırdı. Türkiye’nin zaaflarını gören Yunanistan; Ege Denizi’ndeki karasularını genişletmek için girişimlerini sıklaştırdı. 

Kıssadan hisse: Ege ve Doğu Akdeniz’deki gelişmeler, Türkiye’yi zorluyor. Buralarda sağlam siyaset izlenmezse, Ortadoğu ve Avrasya’da güçlü, etkili, caydırıcı olunamaz.

Barış Doster / CUMHURİYET

Ekonomide 10 yaman çelişki - HAYRİ KOZANOĞLU

‘’Bu ne yaman çelişki !’’ deyip sevgili Ahmet Kaya’yı anarak başlayalım. Yaşam, zaten çelişkiler yumağı değil mi ? Kapitalizmin bizzat kendisi, başta ‘’emek-sermaye ‘’, çelişkiler üzerinden yükselmiyor mu ? şeklinde çeşitlemelerle sürdürebiliriz… Ne var ki içinden geçtiğimiz kriz döneminde sanki alışagelmişin de ötesinde bir dolu çelişkiyle karşılaşıyoruz. İlk akla gelen 10 çelişkiyi sıralayalım isterseniz
  1. ‘’Solcular her 3 krizin 5’ini bilir" diye iğneler piyasacılar. Kendi hesabıma bir soruşturmaya ‘’2018’de ‘stagflasyon’ yani enflasyon ve durgunluk birlikte yaşanacak şeklinde cevap verdiğimi hatırlatabilirim (cumhuriyet …) Gelgelelim şirketlerin birbiri ardından kapanması, işsizliğin artması, yurttaşların satın alım gücünün düşmesi karşısında öngörülerinin gerçekleşmesi insani bir çelişki yaşatıyor ister istemez.
  2. Mc Kinsey’le yapılan anlaşmanın iptaliyle su yüzüne çıkan ‘’içeriyle-dışarıyı‘’ bağdaştırma çelişkisi : AKP ilk dönemlerinde ‘’AB çıpası, serbest piyasa ekonomisi, Kopenhag kriterleri‘’ gibi söylemlerle pekala büyük sermaye dahil iç kamuoyuyla uluslararası çevrelerin nabzını aynı anda tutabiliyordu. Bugün ise ‘’dış güçlere karşı‘’ ‘’ yerlilik- millilik’’ şablonuyla motive ettiği kitlelerin hassasiyetleri’ ile; finans kapitale dostluk mesajı niteliğinde bir Amerikalı danışmanlık şirketiyle iş tutmayı bile beceremedi.
  3. Başta Hazine ve Maliye Bakanı, ekonomiyi yönetenler sürekli ‘’sıkı para – sıkı maliye’’ politikalarından dem vuruyor. Halbuki, ‘’ekonomi 101’’ kitapları dahi kriz dönemlerinde durgunluk karşısında faizleri aşağı çekerek ve bütçeyi rahatlatarak çıkış aranması gerektiğini söyler. Nitekim gazdan ayaklarını çabuk çekseler de başta ABD , 2008 küresel Krizi sırasında bu stratejiyi izlemiştir. Ancak Türkiye dış kaynağa aşırı bağımlı bir ülke olmanın ‘’çelişkisini’’ yaşadığı için, ekonomik büyümeyi boğmak pahasına ‘’sıkı’’ politikalar uygulamaktan başka çare bulamıyor.
  4. Krizi basit indirgemecilikle yorumlamaya eğilimli ‘’muhalif’’ çevrelerin çelişkisi… Bir yanda AKP zihniyetine fazla dokunmayıp, yaşananı ‘’ kapitalizmin doğasına, düşen kar oranlarına, sermayenin taleplerine bağlayan “Ortodoks sol’’ anlayış ; öte yanda, saray rejiminin keyfi uygulamalarını , kurumların çöküşünü yandaş müteahhitleri vb. ‘’ öne çıkartıp , ‘’ Kemal Derviş döneminin “ , hatta Ali Babacan , Mehmet Şimşek gibi ‘’işin ehli” teknisyenlerin nostaljisini yaşayan, fark etmeden ‘’neoliberal saflara‘’ savrulan kesimler.
  5. Sorunları faiz lobisine ihale edip, ‘’ faiz enflasyonun nedenidir ‘’ tezini diline dolayarak, bütçedeki faiz ödemelerinin 57 milyar TL’den 171 milyar TL’ye sıçramasını öngörenlerin , OECD ülkelerinin en yüksek faiz veren ülkesi sıfatını Türkiye’ye reva görenlerin kendi ‘’ iç çelişkisi‘’.
  6. Sürekli IMF’ye atıp tutup ; onların Nisan 2019 Türkiye raporunda önerdiği, ‘’ kıdem tazminatı hakkının iğdiş edilmesi , işsizlik sigortası fonuna el atılması , ücretlere enflasyonun altında artış getirilmesi ‘’ programını bir bir hayata geçirme; ‘’emek sermaye ‘’ eksenine gelince IMF’yi kıble kabul etme çelişkisi.
  7. Bir yandan “ konkordato sayısı 356 şirketle sınırlı, yaygın değil” diye iddia ederken, öte yandan konkordato ile ilgili yasal düzenlemeyi meclise getirmeye hazırlananların ‘’eylem-söylem’’ çelişkisi.
  8. Bütçede 60 milyar TL’si harcama kısıntısı, 16 milyar TL gelir artışı öngördükten sonra aniden, ‘’otomotivde , beyaz eşyada ,mobilyada ,konutta’’ KDV-ÖTV indirimine gitme ‘’çelişkisi ‘’. Söz konusu bu uygulamanın 2018’in son iki ayında suni olarak enflasyonu aşağı çekeceğini, büyümeyi kıpırdatacağını sezip işlerine geldiği için gerçeği göz ardı eden piyasa çevrelerinin ‘’çelişkisi’’.
  9. Piyasa ekonomisi söyleminde ısrar edip, marketlere zaptiye salarak, ‘’vurguncuyu , fırsatçıyı , istifçiyi’’ enselemeye çalışarak zoraki biçimde enflasyonu düşürmeye çalışmanın ‘’çelişkisi’’.
  10. Geçen hafta Hazine 1,5 milyar avro borçlandığı ve öngörülenden 0,9 milyar dolarlık daha fazla tahvil sattığı için, ihaleleri iptal edip, kamu bankaları marifetiyle faizleri zorlamalı bir biçimde aşağı çekti. Bazı piyasa yapıcı bankalar da, ‘’ kerhen’’ düşük faizden tahvil almak zorunda kaldı. Ancak önümüzdeki aylarda bankalar muhtemelen aynı tuzağa düşmeyecek ,’’kısa günün karı – uzun vadenin sıçrayan maliyeti‘’ çelişkisi yaşanacak.
        HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Kazan-Kazan mı bağımlılık mı? - İBRAHİM VARLI

Siyasi iktidarın ülkeyi enerji merkezi yapma söylemlerine rağmen Türkiye, Ortadoğu, Kafkasya ve Rus gazının Avrupa’ya ulaştıran transit ülke konumunda. Ankara da esasen bunun pekâlâ farkında. Bu nedenle jeo politik konumunu avantaja çevirme arayışında. Rus gazını Karadeniz üzerinden Avrupa’ya taşıyacak olan Türk Akımı Boru Hattı da bu arayışın ürünü.

Enerji kaynaklarına sahip ülkelere komşu olmanın getirdiği konumunu silaha çeviren Türkiye, Rusya’nın Ukrayna ve Avrupa Birliği ile yaşadığı siyasi krizden de faydalanarak Türk Akımı boru hattını kendi topraklarından geçirdi.

Putin’in üç hafta içerisinde bir kez daha İstanbul’a getiren proje, Rus gazını Karadeniz’in altından Trakya’ya, oradan da Avrupa’ya ulaştıracak. Proje dört yıl önce bizzat Putin tarafından önerilmişti. Türk Akımı ya da resmi adıyla TürkAkım projesi, Karadeniz’in altından döşenen her biri 15,75 milyar metreküp kapasiteye sahip 930 kilometre uzunluğunda 2 boru hattından oluşuyor. Bu hatların biri Türk pazarının ihtiyaçlarına, diğeriyse Avrupalı tüketicilerin kullanımına ayrılacak.

TEHLİKELİ BAĞIMLILIK
Türkiye hali hazırda tükettiği gazın yarısından fazlasını Rusya’dan karşılıyor. İktidar kanadının “Proje bizim için win-win (kazan-kazan) oldu” şeklinde tanımladığı Türk Akımı ile bu bağımlılık daha da artacak. ABD’nin İran ambargosu nedeniyle bu bağımlılık ilerleyen süreçte daha da katmerleşecek.

Bu durumun çeşitli riskleri söz konusu. Aşırı bağımlılık Türkiye’yi Ukraynalaştırabilir. Ankara ve Moskova arasında yaşanabilecek en ufak bir krizde Kremlin’in enerji kartını devreye sokması söz konusu olabilir. 

Ekonomik, siyasi bağımlılık ilişkilerinin bağımlı ülkeleri ne duruma düşürdüğü ortada. Akkuyu Nükleer Santralı’nın da Rusya tarafından yapıldığı göz önünde bulundurulduğunda Türkiye, önemli oranda Rusya’ya tabi olacak. Bunun politik sakıncaları da beraberinde gelecek.

ABD ile olan ekonomik, siyasi bağımlılık ilişkisinin ülkeyi getirdiği durum ortada. Ankara her alanda bu bağımlılaşmanın, bağımsız olamamanın sancılarını yaşıyor.

Enerji savaşlarında, enerji kaynağı kadar bu enerjinin dünya pazarlarına nasıl ve hangi yollarla ulaştırılacağı da büyük sorun. İran gazının yanı sıra, Akdeniz ve Orta Asya gazının Avrupa’ya ulaştırılma meselesi küresel güçler arasında kriz nedeni.

ABD NEDEN KARŞI?
ABD, Ukrayna ile birlikte Türk Akımı’na karşı. Washington sadece Türk Akımı’na değil, Kuzey Akım-2 Projesi’ne de karşı. Kuzey Akım-2 Projesi toplam yıllık kapasitesi 55 milyar metreküp olan iki doğalgaz boru hattının, Rusya’dan Almanya’ya Baltık Denizi’nin altından geçiren projenin adı. Boru hattı Finlandiya, İsveç, Danimarka ve Polonya’nın münhasır ekonomik bölgeleri üzerinden Almanya’ya geçecek. Almanya’yı sert şekilde eleştiren Trump, Rus gazı yerine kendilerinin göndereceği sıvılaştırılmış gazı satmak istiyor.

Trump yönetimi her iki projeyi de engellemek için elinden geleni yapıyor. Bunu defalarca çeşitli platformlarda dile getirdi. ABD Enerji Bakanı Rick Perry, Türk Akımı ile Kuzey Akım-2 boru hatlarının yapımına karşı olmaya devam ettiklerini belirtti.

ABD’nin Berlin ve Ankara’ya yanıtı nasıl olacak göreceğiz.

Enerji denkleminde her geçen gün yeni hamleler yapılırken, dünyanın dört bir tarafında bunun sancılarını görmek mümkün. Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu enerji yataklarının transit ülkesi Türkiye’nin enerji arz ve talep eden ülkelerinin geçiş güzergâhında olmasının sakıncaları yok değil.

İBRAHİM VARLI / BİRGÜN

Muğlalılar "Ankara'da hakimler var" diyebilecek mi? - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Marmaris'in Okluk Koyu'nda Tayyip Erdoğan için ikinci saray yapılıyor.

Bugüne kadar on binlerce ağaç kesildi.

Orman içinden Saray'a duble yol yapıldı.

Güzelim deniz betonla dolduruldu. Dev "özel" yatların yanaşacağı iskele inşa edildi.

Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın hem tatil hem de yabancı misafirleri için yaptırdığı 8 odalı misafirhane yıkıldı.

100'ün üzerinde odası olan Saray, tüm yan üniteleri ile birlikte hızla inşa ediliyor.

Bitti mi? Bitmedi...

Şimdi de devasa alanda kuş uçurtmamak için komşu köyler de Yazlık Saray'ın sınırlarına katılmaya çalışılıyor!

Milli Emlak Müdürlüğü, arazilerini, tarlalarını, konut ve işyerlerini kamulaştırmak için köylüleri çağırmaya başladı.

Sabah yürüyüşlerini zaman zaman birlikte yaptığımız duayen gazeteci Can Pulak ile konuşuyorum. Can Ağabey son 50 yıldır Marmaris'i yakından takip etmekle kalmıyor, Okluk'ta yaşıyor aynı zamanda... Yeni bilgiler onda;

"Bir felaket Tuncay... 'Cumhurbaşkanımız tatil yapmasın' diyen yok. Ama böyle mi olmalıydı? Bölgede yaşayanları üzmeden, korkutmadan, yerinden etmeden de yapabilirdi..."

Sazanlı, Değirmenbükü, Hırsız, Okluk ve İngiliz koyları da yazlık Saray'ın güvenliği için deniz turizmine kapatılacak!

Yani dünyaca ünlü mavi yolculukların durakları... Bölge turizminin can damarı doğal güzellikleri halk göremeyecek.

Ne için? Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ailesinin yaz tatili için...

*

Dededen kalma toprakları, babadan kalma butik işletmeleri, doğaya uyumlu özenle inşa ettikleri evleri ellerinden alınacak Muğlalılara yollanan tebligatta "kamu yararı için" ifadesi bakın nasıl geçiyor;

"Muğla Valiliği İl İdare Kurulunun 24-10-2018 tarihli ve 10 sayılı kararı ile söz konusu taşınmazlar hakkında, Cumhurbaşkanlığı hizmetlerinde kullanılmak amacıyla kamu yararı kararı alınmıştır."

Erdoğan ailesi ve yakın çevresinin tatili için yapılan yazlık Saray, nasıl bir kamu yararı sağlıyor, ben anlayamadım?

*
Can Pulak anlatıyor; "Mevcudu yetmiyor gibi 200 dönüme yakın tapulu arazinin sahiplerini çağırıyorlar. Panik halinde mal müdürlüğüne koşanlar dededen kalma toprakların alınmaması için dil döküyorlar ama sonuçta anlaşmak zorunda kalıyorlar."

Çünkü tebligatta şu ifadeler de yer alıyor;

"... aksi halde satın alma usulü ile kamulaştırmanın yapılamaması halinde, 2942 sayılı kanunun 10. maddesi uyarınca İdaremizce ilgili mahkemeye bedel tespiti ve tescil talebinde bulunulacağının bilinmesini, Bilgilerinize tebliğen rica ederim."

*

Can Ağabey, Özal'ın da basın danışmanıydı. Bu nedenle de Okluk'u yakından bilen bir isim. Katliamın durdurulması için büyük çaba harcadı ama "atı alan Üsküdar'ı geçiyor..."

"Kaptan Mustafa'nın restoranı, butik oteli, Gülsüm Bacı'nın bahçeleri, rahmetli balıkçı Ali'nin evi, tarlası... İskelesine mavi yolculukların ve amatör denizcilerin tekneleri bağlanır, yolcular mütevazi otel ve restoranlarda ağırlanırdı. Halk ormanda yürüyüş yapardı. Bunların hepsi yok olacak, Cumhurbaşkanı ve çocukları bir kaç gün tatil yapacak diye..."

*

Gökova Körfezi'nin bu eşsiz cennetinde yaşanan hadise bana 250 yıl önce tarihe kazınan bir olayı hatırlattı.

Hikaye, Kuzey Almanya'da kurulan ve 1950'lerde tarih sahnesinden silinen Prusya Devleti'nde geçiyor...

Prusya Kralı 2.Frederick, Berlin yakınlarında Potsdam'dan geçerken bölgenin doğal güzellikleri karşısında büyülenir ve gördüğü araziye bir saray yaptırılmasını ister. Ancak arazi bir değirmenciye aittir ve o değirmenci dedesinden kalma değirmeni işletmeye devam etmek istemektedir.

Kral, adamlarının bir türlü ikna edemediği değirmenciyi huzuruna çağırır. Ve aralarında şu konuşma geçer;

Kral; "Arazine vereceğim para ile istediğin yerde değirmen yapabilirsin"
Değirmenci; "Siz kralsınız, istediğiniz yerde Saray yaptırabilirsiniz ama bu arazi bana atalarımdan miras. Satmayacağım."
Kral hiddetlenir ; "Sen benim Kral olduğumu unutuyorsun!"
Değirmenci; "Siz Kral olabilirsiniz ama biliniz ki Berlin'de de hakimler var!"

Adaletin krallardan üstün olduğunu anlatan bu hikaye tüm dünyada dilden dile dolaşıyor... Acaba 250 yıl sonra Türkiye'de Lokantacı Mustafa; " Ankara'da hakimler var" diyebilecek mi?


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

Askeri kıyafetler ve donduran iddialar - Orhan UĞUROĞLU

Kahraman Mehmetçiklerimizin yaz kış, gece gündüz demeden geçit vermez dağlarda yaptıkları operasyonlarda kullandıkları giysiler büyük önem taşır.
Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığınca başlatılan adli ve Jandarma Bölge Komutanlığınca başlatılan idari soruşturma ile İçişleri Bakanlığınca görevlendirilen 2 müfettiş 2 kahramanın donarak Şehit olmasını araştırmaya 30 Ekim'de başladılar ki hazırlanan raporlar henüz açıklanmadı.

Önce Yandex'ten aldığım bilgiye göre Tunceli'de 20 - 25 Ekim 2018 tarih bandında gündüz 14, geceleri 10 derece olan hava sıcaklığı var. 26 Ekim'de ise gece 4 dereceye düşüyor.

Olayın açıklamasında ilçenin 2.300 rakımlı kırsalında operasyona katılan jandarma uzman çavuşlar Asım Türkel ile Ferruh Dikmen'in, 26 Ekim'de olumsuz hava koşullarından etkilenip kaldırıldığı Tunceli Devlet Hastanesinde şehit olduğu bilgisine yer verildi.

1876 yılında kurulan tarihi Nazimiye ilçesinde 2.300 rakım denilince donma olayının Bedir Dağında gerçekleştiği anlaşılıyor.

Tunceli'nin rakımı 950 ve ısı gece 4 derece olduğuna göre 2.300 metre rakımda sıfırın altında 5 - 10 dereceye düştüğünü tahmin edebiliriz ki Meteoroloji Genel Müdürlüğünden çok daha net bilgi alınabilir ki eksi 40 olması bana göre mümkün değildir.

Gelelim konumuza.

2 askerimizin donarak Şehit olmasından sonra Jandarma Genel Komutanlığı Lojistik Komutanı Tümgeneral Münir Güzel askerlerin zorlu koşullarda giydikleri ekipmanlara ilişkin bilgi verdi. Güzel, "Uyku tulumu eksi 40 dereceye kadar koruyor. Polar mont, soğuk iklim kıyafeti, kar elbisesi veya pançoyu aldığımızda eksi 40'a kadar muhafaza imkanı sağlamaktadır" dedi.
Ben de Milli Savunma Bakanlığı'nın yaptığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığının 2016 yılı ihtiyacı olan "K-Ank-16/24 15.000 adet Uyku Tulumu -40 Dereceye Kadar Koruyuculu malzeme ihalesi" nasıl sonuçlandı diye araştırdım.

Milli Savunma Bakanlığından aldığım bilgiye göre;
20 Haziran 2016 tarihinde ihaleyi kazanan Aksu İnş. Tic. Ltd. Ş'ti ile toplam teslim süresi 150 gün olarak iki taksit olacak şekilde sözleşmeye yapılmış.
Ancak planlanan teslim süresinde yüklenici firma malzemeyi teslim edememiş ve idaremize dilekçe ile başvurarak 160 günlük daha ek süre verilmesini talep etmiş.
Aksu firması yetkilileri ek süre isteme gerekçesini, "…Söz konusu malın yurt içinde üretiminin mümkün olmamaktadır" diye bakanlığa bildirmiş.

Şimdi bu firmanın şu iddiasına dikkatinizi çekeyim:
"Bu teknik şartname ile istenen ürünün sadece yurt dışında bir firma (Nextec Applications Inc. ABD) tarafından üretilebildiğini ve patentinin bu firmaya ait olduğu,
Ayrıca idare tarafından kendisine teslim edilen alım esas numunesinin de teknik şartnamedeki istek ve özellikleri karşılamadığı,
Sözleşme hükümlerinin uygulanmasında aşırı ifa güçlüğü doğması sebebiyle Borçlar Kanunun geçerli olacağını ve taraflar arasında düzenleme yapılabileceği…"

Milli Savunma Bakanlığı'na bu konuyu sordum şu yanıtı aldım:
-              "Söz konusu malzeme 2015 yılında aynı teknik şartname ile tedarik edildi.
-              Süre yetersizliği ile ilgili taleplerin ihalenin ilan süreci içerisinde yapılması gerekirdi,
-              Alım esas numunesinin sadece atıf yapılan (renk tonu, deseni, şekli ve dikiş tipi) hususlar yönünden geçerlidir,
-              Yüklenicilerin ihaleye teklif verirken ve sözleşme imzalarken, sözleşmede mevcut hükümleri peşinen kabullendikleri, bu durumda yüklenicilerin sözleşme hükümlerini tam ve detaylı olarak incelemeden sözleşme imzaladığı ve "Basiretli bir tüccar" olarak hareket etmediği değerlendirilmektedir.
Sonuç olarak;
-              Yüklenici Aksu İnş. Tic. Ltd. Şti normal teslim süresinde malzemeyi teslim etmemiş ve sözleşme fesih edilmiştir.
-              Yüklenici tarafından konu mahkemeye intikal ettirilerek, Ankara 20'nci Asliye Hukuk Mahkemesinin 16 Kasım 2016 tarihli ara kararı ile yüklenicinin, süre uzatım ve akdin feshinin önlenmesine yönelik ihtiyati tedbir taleplerinin yasal şartları oluşmadığı değerlendirilerek reddine karar verilmiştir.
-              Ancak davacı şirketin bu sözleşmenin feshinden kaynaklı olarak ihalelere katılmasının yasaklanması ve yatırdığı teminatın hazineye irad kaydedilmesinin durdurulmasına karar verilmiştir.
-              Halihazırda söz konusu malzeme ile ilgili konu yargıya intikal etmiş olup dava süreci devam etmektedir.
-              Ayrıca yapılan incelemede söz konusu firmanın piyasada inşaat sektöründe faaliyet gösterdiği, tekstil konusunda hiçbir faaliyetinin olmadığı, ihaleye bilinçsizce iştirak ettiği değerlendirilmektedir."

Değerli okurlarım, 49 yıldır yaptığım mesleğimin etik kurallarına büyük bir hassasiyetle uydum.

Sarızeybek web sitesinden aldığım bilgi şöyle:
"Türk Silahlı Kuvvetleri'nin üniforma ihalesiyle ilgili bir detay dikkat çekti. TSK'nın üniforma ihtiyacının yüzde 40'ını tek başına karşılayan firmanın Albayrak Grubu bünyesinde bulunan Ereğli Tekstil'in olduğu ortaya çıktı."
Ereğli Tekstil 1937 yılında Gazi Mustafa Kemal tarafından Sümerbank'a kurdurulan bir fabrikadır ve 1997 yılında yapılan özelleştirme ile Albayrak Grubu tarafından satın alındı.

Eksi 40 dereceye dayanıklı kıyafetleri Albayrak Grubu ya da hangi firma Kara Kuvvetlerine ya da Jandarma Genel Komutanlığına ihaleyi kazanarak verdi ise bu ürünleri onların yetkilileri ile birlikte test etmek isterim.
Aksu firması eksi 40 dereceye dayanıklı askeri kıyafetlerin "patentli" olarak dünyada sadece bir Amerikan firmasında üretildiğini vurgulayıp, "temin edilemez" diyor…

Askeri ihaleleri kazanan firmalar, "Test raporları var" denirse o zaman ben de sorarım:2 askerimiz neden donarak şehit oldu?

2 kahraman Türk askerinin donarak Şehit olmasını da bu ilkeler çerçevesinde takip ediyorum ki okuduğunuz gibi Aksu şirketinin iddiasını da Milli Savunma Bakanlığının görüşünü de medyada ilk kez sizlere sunuyorum.
Yapılan soruşturmanın sonucunun da açıklanmasını bekliyorum.


Orhan UĞUROĞLU / YENİÇAĞ

20 Kasım 2018 Salı

Nevzuhur şeyhülislamın tuhaf işleri - ORHAN GÖKDEMİR

Eski adı şeyhülislamlıktı. Dinî konularda fetva vermenin yanında, devletin yönetimiyle ilgili temel ilke ve kanunların konulmasında söz sahibiydi. Ayrıca yargı ve eğitim öğretim görevlerini ilmiye sınıfı aracılığıyla yürütmek gibi karmaşık işleri vardı. Bu sonuncular zaten dini bir iş kabul edildiğinden, Şeyhülislamlığa bağlı yürütülmesi de doğal görülüyordu.

Fakat zaman değişiyor, tarih sahnesine yeni sınıflarla birlikte yeni devrimler çıkıyor, Osmanlı gelişmeleri takip etmekte zorlanıyordu. “İlim” artık dinden ibaret bir şey değildi. Aydınlanma çağı, dine yeni sınırlarını göstermişti. Fransız Devrimi kiliseye saldırmış, otoritesini yerle bir etmişti. Dinin gündelik hayattan uzaklaştırılması, din ile devletin ayrıştırılması artık bir ihtiyaçtı. 

Bizde de öyle oldu, 19. yüzyıl başında şeyhülislâmlığın görev ve yetki alanı daraltıldı; Tanzimat diyoruz. Şeyhülislâmlığa bağlı olarak ilmiye sınıfının tekelinde bulunan yargı, eğitim öğretim ve vakıflarla ilgili hizmetlerin büyük bir bölümü Adliye, Maarif ve Evkaf nezâretlerine devredildi. Şeyhülislamlığın yetkileri fetva işleri, medreselerdeki öğretim ve şeriyye mahkemeleriyle sınırlandırıldı. 

İttihat ve Terakki 1917’de elindeki yargı görevini sıfırladı, bütün şer‘î mahkemeleri ve bağlı kuruluşları da Adliye Nezâreti’ne bağladı. 

1920’de saray iç karışıklıklardan yararlanıp şer‘î mahkemeleri tekrar Şeyhülislamlığa bağladı. Fakat sarayın yetkisi son derece dar bir bölgede geçerliydi. Büyük Millet Meclisi idaresi bu kararı tanımamıştı. 

Cumhuriyet gelince alanını biraz daha daralttı, 1924’te Şeyhülislamlık kapatılıp başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliği ve Evkaf Umum Müdürlüğü kuruldu. Kontrolündeki mektep ve medreseler Eğitim Bakanlığına devredildi. Bir yıl sonra tekke ve zaviyeler de kapatılınca gerçekten de “diyanet işleri”ne dönüştü. 
Bu tarihin gösterdiği şey, Şeyhülislamlık makamının bizzat tarih tarafından kaldırılıp tarihin çöplüğüne fırlatıldığıdır. Evet, perdeyi Cumhuriyet kapattı ama Ortaçağ artığı bu kurum Cumhuriyet kapısını çalana kadar zaten ömrünü tamamlamıştı. Yetki ve görevlerini budayanlar arasında pek çok padişah var. Ölüsünü kaldırmak Cumhuriyete düştü. 

                                                             ***

Arkadaşlar Osmanlıyı kurmaya niyetli ama okumakla araları pek parlak değil. Sadece Kadir Mısırlıoğlu kıraat ettiklerinden Şeyhülislamlığı Kemalistlerin kaldırdığını sanıyorlar haliyle. Hâlbuki bu makam Kurtuluş Savaşında Vahdettin’in direnişçilerin öldürülmesi emrini bir fetvayla onaylayarak kendi kendini feshetmişti. Öldürmeye kasteden Vahdettin, fetvacısı Fakir Dürrizade Esseyid Abdullah’tır.
İlginç bir tarihi var Dürrizade’nin.1908’de velinimeti Hamid devrilince Dürrizade için de karanlık günler başlamış. Önce kızağa çekmişler, sonra, 1909’da Anadolu Kazaskerliğine atanmış. Ancak İttihatçılar peşini bırakmayınca, 1912’de istifa etmiş. İttihatçılar çekilince Padişah emriyle Şeyhülislam olarak atanmış. Damat Ferit hükumetinin önemli ayaklarından biridir.

Damat Ferit Hükumeti yeni Şeyhülislam Dürrizade’den Anadolu Direniş hareketine karşı bir fetva istemiş. Yazdığı fetva Yunan uçakları ve İngiliz gemileri ile Anadolu’ya taşınmış, dağıtılmış. Böylesine haindir. 

Damat Ferit Paşa Paris’e gittiğinden vekâleten başbakan koltuğuna oturmuştu. 1920’de, Anadolu İhtilalinin en kanlı zamanında Vahdettin’in emriyle Saltanat Şurası düzenledi, hükumet temsilcisi olarak Şuraya katıldı. Orada eski şeyhülislam Mustafa Sabri ile birlikte Sevr’in kabulü yönünde görüş belirtti. Milli Mücadelenin zaferini görünce 1922’de Rodos’a kaçtı, oradan İtalya’ya geçti.1923’te Cumhuriyet ilan edilirken o hac için Mekke yolundaydı. Orada öldü. 1923 bütün şeyhülislamların ortak ölüm tarihidir. 

                                                             ***

Düzenin geri çekilmesi 1940’lı yıllarda başladı. CHP 1949’ta İmam-Hatip kurslarını ve İlâhiyat Fakültesi’ni açtı. 1950 genel seçimlerine birkaç gün kala Diyanet İşleri Başkanlığının yetkilerini genişletti. 1931 yılında Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne devredilmiş olan camiler ve cami görevlileriyle ilgili yetkiler başkanlığa iade edildi. Gezici vaizlik ihdas edildi ve bütün vaizler maaşlı kadroya geçirildi. Sonrası malum. 12 Eylül dini yeniden kamu yaşamına sokana kadar Diyanet adım adım Şeyhülislamlığa benzetilmeye çalışıldı. Artık Şeyhülislamlıktır. 
Bu tarihin söylediğini İslamcılar için özetleyeyim; Padişahların budadığı Şeyhülislamlık, CHP tarafından yeniden ihya edilmiştir. Hem dinciler, hem imam hatipler ve hem de Diyanet CHP’ye borçludur.

Diyanet İşleri Başkanlığı, 1961 ve 1982 Anayasası uyarınca genel idare içinde yer alan bir kuruluş olarak tanımlanıyordu. Anlamı şu, devlet dini idare ediyordu. Şimdi din devleti idare etmeye başladı. Devrimden geriye kaçmanın kaçınılmaz sonucudur. 

1970’li yıllarda bu çarpık durum nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açıldı. Davada devlet bütçesinden din hizmetleri için harcama yapılmasının laiklik ilkesiyle bağdaşmadığı ileri sürülüyordu. Dava, “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dinî bir teşkilât değil genel idare içinde yer almış idarî bir teşkilât olduğu, başkanlığın anayasada yer almasının ve mensuplarının memur sayılarak maaşlarının bütçeden karşılanmasının devletin din işlerini yürüttüğü anlamına gelmediği, dinin devletçe denetiminin yürütülmesinin, din işlerinde çalışacak kişilerin yetenekli şekilde yetiştirilerek dinî taassubun önlenmesi ve dinin toplum için mânevî bir disiplin olmasının sağlanması gibi ülke koşullarının zorunlu kıldığı ihtiyaçlara uygun bir çözüm yolu bulmak amacını taşıdığı” gerekçeleriyle reddedildi. Çünkü devlet ve ona yön veren egemen sınıf bu yolla dini denetim altında tutabileceğini sanıyordu. 
                                                            ***

Şimdi dağ taş imam, imam olmayanı devletin kapısından geçirmiyorlar. Diyanet bütçeden en büyük payı alan kurumlardan biri. Sınavsız sorgusuz din memuru alma hakkı var kurumunun. Aldıklarını bir yıl sonra başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere diğer bakanlıklara dağıtıyor. Boşalanların yerine yeni din memurları atanıyor, onlar da başka bakanlıklara dağılınca döngü yeniden başlıyor. Yani Diyanet devlete sınavsız memur alma ve atama kurumu gibi çalışıyor uzun süredir. Başındaki devlet memuru nevzuhur Şeyhülislam gibi dolaşıyor ortalıkta. Geçenlerde tek numarası Cumhuriyete ve kurucusuna küfür etmek olan bir meczubu ziyaret etti üzerinde dini kıyafetiyle. Hem de 10 Kasım’a getirdi ziyaretini ki karşıdevrimci bir eylem olduğu iyice anlaşılsın. 

Bir yandan da hoparlör marifetiyle “yüzde 99’u Müslüman olan” halkı yeniden Müslüman yapmaya çalışıyor kurum. Özellikle “gâvur” mahallelerinde ezan sesi cam çerçeve parçalıyor. Bu yöndeki ricalara aldırmayan müftülüklerden biri geçenlerde sabah namazında camiler tenha diye ezanla namaz arasına yarım saat eklediğini duyurdu. Ezana da 15 Temmuz bahanesiyle zam yapmışlardı zaten. Evlere imam göndermeyi de planladılar bir ara ama tekin bulmamış olacaklar ki icraata dökemediler. Onun yerine camilerde turistlere İslam propagandası yapmakla yetiniyorlar. Açıkladıklarına göre turistleri Müslüman yapma faaliyeti yanında camilerde çocuklar için imam eşliğinde okuma saatleri düzenlenecek. Borsa çalıştayı yapılacak, kamuoyunda tepki çeken fetvaların önüne geçmek için dil ve üslup rehberi hazırlanacak. Sığınmacılara yönelik Kuran kursları öğretim programı düzenlenecek. Ateizm, deizm ve agnostisizm konularında gençlere yönelik iki yayın çıkarılacak, falan filan. 

Bütün bunlar bir yana Diyanet’e bağlı camiler iktidar partisinin yan kuruluşuna dönüşmüş durumda. Seçim çalışmaları camilerden başlıyor bir süredir. Haliyle güven patlaması yaşıyor nevzuhur Şeyhülislam da. Hafta başında hızını alamayıp  "Bir milletin kimliği oluşturan asıl unsur din ve inançtır" bile dedi.

Sonuncusundan iki önceki Diyanet İşleri Başkanı giderayak şöyle demişti; “Din-siyaset ve din-ticaret ilişkisine bir sınır getirilmeli. Dini her işe koşuyoruz, dini duyguları her alanda geçer ölçü yapıyoruz; sonunda din yoruluyor, din algısı tahrip oluyor.”  Haksız sayılmaz. İnancını her yere sokarsan kirlenir. Temizlemenin de imkânı yoktur. Din tarihinin hiçbir döneminde bu kadar dünyevi bir şeye dönüşmemişti.
                                                           ***
Diyanet İşleri Başkanlığını siyasi tartışmaların malzemesi yapmamalıymışız. Ama işte tablo ortada. Diyanet işleri devlet işleri oldu çoktan, dini falan geçtik kimlik falan yazmaya kalkıyor millete.   

Ama kimlik biçtiği millet bunların kavuğuna bakıp homurdanıyor. Bundan her işlerinden, her fetvalarından geri adım atıp durmaları. Dokuz yaşındaki kızlar evlenebilir fetvası verirsin vermesine de, iki gün sonra muska yapıp yedirirler adama.  

Onun için mecburen hatırlatıyoruz; bütün Şeyhülislamlar 1923’de öldü. Kavuklu zombilerin ortaya çıkması ise hayra alamet değil. Sadece bizim açımızdan değil düzen açısından da!

Orhan Gökdemir / SOL

İktidarın Gezi takıntısı - OĞUZ OYAN


Nedir 5,5 yıl sonra yeniden alevlenen bu Gezi takıntısı? 

Bizce iki temel nedeni var. 

Birincisi, 15 Temmuz 2016 ile "hesaplaşma" eskidi; toplumun ilgisini çekmek bakımından fazla uzadı. Ama daha önemlisi, bu "hesaplaşmanın" anadamara, kendilerine kadar uzanan siyasi damara, hiçbir zaman ulaşamayacak bir sığlıkta ve samimiyetsizlikte götürülmekte oluşu. Biat edenlerin, işbirliği (muhbir tanıklık) yapanların, kendilerine/sırlarına fazla yakın olanların tüm günahlarına rağmen paçayı kurtarmakta oluşları da cabası. 

İkinci neden daha önemli: AKP, iktidarı boyunca üç kez kendini tehdit altında hissetti. Birincisi ve ikincisi, 2007'nin Cumhuriyet mitingleri ile önemli nitelik farklılıklarına rağmen, bunun çok genişlemiş bir versiyonu olan 2013'ün Gezi Direnişi, birbirinin takipçisi hareketlerdi. 

Üçüncüsü yani 2015'teki FETÖ'nün askeri  darbe girişimi ise farklı bir olaydı. Erken doğum yapmaya mecbur bırakılarak etkisizleştirilen dış destekli bir Fethullahçı/Nurcu darbe teşebbüsüydü. Tarihimizde dış kışkırtmalı tarikat kalkışmaları olmuştur, ama "milli" ordu içinde yuvalanma bakımından emsali yoktur. Oluşmasında, AKP'nin iktidarını pekiştirmek adına giriştiği ittifak kurma tarzının, TSK içindeki yuvalanmaya göz yummasının sorumluluğu belirleyicidir. Bu kalkışmanın bastırılması kadar bir daha tehdit oluşturmamasının sağlanması da iktidarın çok zorlanmadan başaracağı bir mesele olarak görülebilir. Ama iktidar çevreleri açısından, Gezi Direnişi benzeri kitlesel toplumsal tepkilerin yeniden oluşmamasını kesin bir biçimde güvenceye alabilecek yumuşak veya sert müdahale araçlarının yeterli olup olmadığı kaygısı henüz giderilmiş gözükmüyor. 
Eski ortakları olan, ideolojik yakınlıkları da çok açık olan Fethullahçı cenahı son üyesine kadar devletin içinden çekip ayıklamaları belki mümkün olmayabilir. Ama gerekli de olmayabilir, çünkü bu kitle dağıtılmış ve sindirilmiş olduğu için bir tehdit oluşturması beklenemez; kaldı ki, ara ara gerçekleştirilen FETÖ operasyonları ile hem kamuoyu teyakkuzda tutulur hem de bu bahaneyle muhalif diğer kesimlere operasyon yapabilmenin rahatlığı kullanılır. 

Ama hiçbir zaman ortak olmadıkları, ittifak kurmadıkları ve kuramayacakları, İslamlaştırma/ otoriterleştirme projelerine her zaman karşı tavır alacağını bildikleri Cumhuriyetçi, Kemalist, sol/sosyalist kimlikli geniş bir kitle var. Alevi kökenli yurttaşlar bu üç kimliği de kesen bir yerde bulunuyorlar. Nitekim Gezi Direnişinin katılımcılarının en önemli öbeğini oluşturmaları, Gezi'de canlarını verenlerin tamamının Alevi kökenli olması bir rastlantı değil. Ama iktidar şimdilik bu riskli patikadan yürümüyor. Gezi olayını canlı tutup hem bir daha bu tür direnişlere daha sert tepki vereceğini gösterebilmek hem de iktidarına karşı toplumsal tepkilerin toplumun kendiliğinden dinamiklerinden kaynaklanmadığını kanıtlayabilmek için, dış çevrelerle ilişkisi olduğunu iddia edebileceği simgesel figürler arıyor. Gezi Direnişini temsil etme potansiyeli çok düşük olan ve ilk 10 yıl boyunca iktidarını pekiştirmesine desteğini esirgemeyen bir Osman Kavala'yı seçmesi bu nedenden. Geçen hafta "Kavala ile hiyerarşik ilişki içinde eylemleri organize ettikleri" iddia edilen 20 kişiye karşı gerçekleştirilen (ve şimdilik sonuçsuz kalan) alacakaranlık operasyonları da aynı çerçevede görülmeli. Hatta, "Barış" bildirisini imzalayan akademisyenlere 2016 sonrasında reva görülen ölçüsüz baskılamalar da, iktidarın benzer kaygılarının uzantısında. 

Aslında bir başka potansiyel tehdite karşı da önlem alındığı söylenebilir. Bir ekonomik kriz tablosunun daha da ağırlaşacağı bir döneme girilirken, bunun tetiklemesi muhtemel toplumsal hoşnutsuzluklara karşı ön tedbirler alındığı dahi düşünülebilir. 

Her durumda, topluma dayatılmak istenen otoriter İslamcı projenin 16 yıl sonra hâlâ toplumun önemli bir bölümünce reddediliyor oluşunun iktidarda yarattığı hırçınlık görmezden gelinemez. Esasen iktidar cenahı, 2007 Cumhuriyet Mitingleri sonrasında FETO ile birlikte başlatıp sürdürdüğü Ergenekon davalarıyla muhalifleri silindir gibi ezip geçtiğini düşünürken bir Gezi Direnişi'nin kendiliğinden başlayıp 11 milyon insanı bir ayı aşkın bir zaman diliminde sürekli sokağa dökebilmesine bir türlü anlam verememişti. Şimdi bu korkulu rüyasının bir daha ortaya çıkabilmesi olasılığını tamamen bertaraf etmek istiyor.

Bu kaygılı iktidar halini pekiştiren bir başka şey de, iktidar partisinin siyasi tabanının daralmakta oluşu. Buna, önümüzdeki yerel seçimlerde bir darbe yeme ihtimalini de ekliyor olabilirler. Bu nedenle, belki Cumhur İttifakı yönünde yeniden harekete geçmeleri  beklenebilir; ama daha kesin olan, polis, yargı ve medya baskısının vidalarını daha kuvvetle sıkmaları olacaktır.

Oğuz Oyan / SOL

Yeryüzü ile el ele öğretmen - Mustafa Gazalcı

Sayın Bakan, 2023 Eğitim Vizyonu’nu açıklarken öğretmenlerle ilgi hoşa giden sözler, bir türlü çıkarılmayan öğretmenlerin haklarını düzenleyen öğretmenlik yasasından söz etti. Öğretmenler işin içine katılmadan, onların desteğini almadan eğitimde olumlu, sürekli bir iş yapılamaz.

Büyük şair Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde şöyle diyor öğretmen için: 

“A’dan başlar aydınlık, 
Bir taş koyar bütün yapılarda temele öğretmen. 
Soluğudur düşüncenin buğdaydan yalaza dek 
Yeryüzünde ne varsa ondan gelmedir, 
Yeryüzü ile el ele öğretmen” 


Her meslek saygındır elbette, ancak insana kişiliğini, alışkanlıklarını kazandıran öğretmenliğin özel bir yeri vardır. Milli Eğitim Temel Yasasının 43. maddesine göre “özel uzmanlık” isteyen bir iştir öğretmenlik.

Öğretmen haklarının gerisindeyiz 
O nedenle Cumhuriyeti kuran Atatürk ve arkadaşları “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar yetiştirmeyi öğretmene verdi. Asıl kurtuluşun karanlık yenildiğinde, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkıldığında olacağını söylediler. 
İlk öğretmen okulu bundan 170 yıl önce Darülmuallimin adıyla liselere öğretmen yetiştirmek için 16 Mart 1848’de İstanbul’da açıldı. 
Bugün ILO VE UNESCO’nun 5 Ekim 1966’da kabul ettiği, ülkemizin de imzaladığı “Öğretmenlerin Statüsü Tavsiyesi”nde öngörülen öğretmen haklarının çok gerisindeyiz.

24 Kasım günü 
Çalışan ve emekli öğretmen sayısının bir milyonu aştığı ülkemizde ne yazık ki öğretmenlerin ne insan gibi yaşayacak bir ücreti ne de gerçek anlamda toplu sözleşmeli, grevli bir sendikal hakkı var. 

Daha da kötüsü 12 Eylül 1980 sonrası malları hazineye devredildi. Siyasi partilerin, sendikaların malları geri verildiği halde TÖB-DER malları öğretmenlere verilmedi. Bakanlık etkisine sokulan İLKSAN tüzüğü demokratikleştirilmedi. Bu haksızlıkları düzeltmek için yapılan tüm girişimler AKP tarafından engellendi. 

Yılda bir kez 24 Kasım günü “Öğretmenim seni seviyoruz” demek yetmez. Öğretmeni sevmek onun sorunlarını çözmek, ona insan gibi yaşayacak bir çalışma ortamı hazırlamakla olur.
 
Çözebiliyor musun şu sorunları: 
Sözleşmeli, ücretli öğretmenlenliği kaldırabiliyor musun? 
Atanamayan öğretmenleri atayabiliyor musun? 
Her öğretmene insan gibi yaşayabileceği bir ücret verebiliyor musun? 
Çağdaş sendikal haklarını tanıyor musun? 
Altına imza attığın Öğretmenlik Statüsü Tavsiyesi ilkelerini uygulayabiliyor musun? 
Ders programları yaparken, yöneticileri seçerken öğretmeni işin içine katabiliyor musun? 
Sendikaların, uzmanların sesine kulak verebiliyor musun? 

Bu soruları daha da uzatabiliriz. Öğretmenler ona bakar. Yoksa güzel, boş sözler sorunları çözmez. Tam tersine bugün olduğu gibi öğretmenlerin, eğitimin sorunları artar. 

Birçok kamu görevlisi gibi on binlerce öğretmenin Kanun Hükmündeki Kararnameyle (KHK) işine son verildi. Kurunun yanında yaşın da yakıldığı kuşkusu giderilemedi. O insanlar aileleriyle birlikte cezalandırıldı, açlığa bırakıldı. Bu konuda atılan en küçük bir adım yok. 

Milli Eğitim Bakanı Sayın Ziya Selçuk göreve başlarken, 2023 Eğitim Vizyonunu açıklarken öğretmenlerle ilgi hoşa giden sözler, bir türlü çıkarılmayan öğretmenlerin haklarını düzenleyen öğretmenlik yasasından söz etti. Dileriz bakanlık ömrü bunları gerçekleştirmeye yeter. Öğretmenler işin içine katılmadan, onların desteğini almadan eğitimde olumlu, sürekli bir iş yapılamaz.

Öğretmenlerin iş güvenliği 
Öğretmenler, akademisyenler çeşitli gerekçelerle içeriye alınıp işlerine son verilirken, öğretmenlerin iş güvenliği içinde görev yapmaları olanaksızdır. O nedenle önce okulöncesinden üniversiteye çalışan her öğretmene iş güvencesi verilmelidir. 

Her türlü olumsuz koşullara karşın öğretmenler, bilimi, aklı, laik Cumhuriyeti öğretmeyi, öğrencisini, toplumu aydınlatmayı sürdürecektir. 

Fazıl Hüsnü Dağlarca ile başladığımız yazımızı yine onun dizeleriyle bitirelim: 
“Bir ışık, bir ışık daha, 
Gecelerin içindeki ejderlerle dövüşür 
Nice istemeseler de, nice önleseler de, 
Uyandırır toplumunu 
İyiye, doğruya, güzele öğretmen.” 

Mustafa Gazalcı
16. ve 22. Dönem Denizli Mv., Eğitimci
CUMHURİYET

Kim inanır? - ÖZDEMİR İNCE

Erdoğan, Cumhurbaşkanı sıfatıyla yayımladığı 10 Kasım mesajında  “Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal’i, ebediyete irtihalinin yıldönümünde saygıyla yâd ediyorum” demiş. 

Atatürk’e “Atatürk” diyemeyen Erdoğan’ın mesajı şöyle: “Milletine duyduğu sonsuz güven ve inancıyla çıktığı zorlu yolda, milletimizi müşterek bir ideal etrafında birleştirmeyi başaran Gazi Mustafa Kemal, İstiklal Mücadelemizi Cumhuriyetimizin kuruluşuyla taçlandırmıştır. Gazi’nin mücadeleci ve kurucu vasıflarını gençlerimize ve çocuklarımıza iyi anlatmalı, onun “en büyük eserim”  dediği Cumhuriyetimizi ilelebet yaşatmak ve daha ileriye taşımak için üzerimize düşen sorumlulukları hep birlikte yerine getirmeliyiz. Cumhuriyetimizin 95. yılını iftiharla kutlayan Türkiye, istikrar içinde güçlenmeye ve büyümeye devam ederken, ecdadımızın her dönemde önüne çıkan engelleri birlik ve beraberlik içinde aştığını, milli ve manevi değerlerini her şart altında yaşattığını, inandığı yoldan asla dönmediğini, istiklaline ve istikbaline canı pahasına sahip çıktığını da unutmamalıyız.”

***
Ama aynı Erdoğan 2002 yılında, Star TV’de yayımlanan bir kasette, kurallarını kendi inancı dışındaki yapının koyduğu bir toplumda yaşadıklarını belirterek,O kuralları değiştirip kendi nizamımızı getirmenin mücadelesini veriyoruz” diyor. Ardından mücadelenin yöntemini şöyle açıklıyor: Biz bu toplumun içinde yeni bir nizamı hâkim kılmanın mücadelesi içindeyiz. Neydi o mücadele? Zamana ve zemine göre değişmeyen doğrununiktidar olmasıdır. Bu mücadeleyi iktidara getirme noktasında gerekiyorsane yaparım dedim. Papaz elbisesi dahi giyerim. Bu var mı usulün içinde? Var tabii ki.” (İstanbul Milliyet, 30 Mayıs 2002) Hangi Erdoğan’a inanalım? Önemli olan ne yaptığı. 16 yıldır, 2002 yılında açıkladığı programı gerçekleştirmek için elinden geleni yapmakta.

***

Gerçekten kim inanır? AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın ağzından çıkan sözlere inanmamamız için binlerce neden var. Örneğin: Biz bu toplumun içinde yeni bir nizamı hâkim kılmanın mücadelesi içindeyiz. Neydi o mücadele? Zamana ve zemine göre değişmeyen doğrunun iktidar olmasıdır” diyor. İsyancı ve darbeci bir iddia: 2002 yılında, Cumhuriyetin “nizamı” anayasanın Başlangıç Bölümü ile onun ilk dört maddesinde değişmez bir şekilde belirtilmiştir. Erdoğan’ın kurmak istediği “nizam”, o halde, Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine karşıdır. Bu karşı oluşu 2003 yılından bu yana kanıtlamıştır: “Zamana ve zemine karşı değişmeyen doğru” ancak köktenci dinlerde ve dinci diktatoryada olur.
***
Atatürk’e inatla “Atatürk” diyemeyişinin mikrobunu bu nizamın cerahati üretmektedir. Erdoğan’a göre Mustafa Kemal Paşa 1923 öncesini, Atatürk ise Erdoğan’ın hayal ettiği “nizam”a engel olan Devrimci Laik Cumhuriyeti temsil etmekte.
Gazi Mustafa Kemal, İstiklal Mücadelemizi Cumhuriyetimizin kuruluşuyla  taçlandırmıştır” diyor. 

Peki, sonra ne olmuş? Erdoğan’ın hayallerine engel olan Cumhuriyet Devrimleri yapılmış… 

Zaten, kurallarını kendi inancı dışındaki yapının (yani Laik Cumhuriyetin) koyduğu bir toplumda yaşadıklarını belirterek O kuralları değiştirip kendi nizamımızı getirmenin  mücadelesini veriyoruz” diyor. 16 yıldır bu barbar mücadelenin hoyrat uygulamalarına hedef olmaktayız zaten!
***
Erdoğan’ın 10 Kasım mesajında sözünü ettiği, her dönemde önüne çıkan engelleri birlik ve beraberlik içinde aşan, milli ve manevi değerlerini her şart altında yaşatan, inandığı yoldan asla dönmeyen, istiklaline ve istikbaline canı pahasına sahip çıkan ecdadı kim?
Kuşkusuz yıkmak istediği Laik Cumhuriyeti kuranlar değil!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Suriyeli çalıştırana teşvik, Türk çalışana yok! - Batuhan ÇOLAK

Suriyeli sığınmacılarla ilgili Türkiye'nin içinde bulunduğu konum her geçen gün daha da içinden çıkılmaz hale geliyor.

Önlenemez nüfus artışı, birçok şehirde sosyal dokunun bozulması ve göç süreciyle birlikte kültürel değişim ülkemizi olumsuz etkiliyor.
Şu anda devletin en öncelikli politikası, tüm birimleriyle birlikte Suriyeli sığınmacıların geri dönüşü üzerine projeler geliştirmek olmalı. Ancak bu yapılmadığı gibi, dış kaynaklı girişimlerin, organizasyonların tam ortasında kalıyoruz.

Geçtiğimiz hafta, Soros'un desteklediği Açık Toplum Vakfı'nın Suriyeli sığınmacılara ilişkin Türkiye'de yaptıkları faaliyetlere değinmiştik. Bu kamuoyuna duyurulan bir projeydi. Bir de bizim bilmediğimiz, gizli yapılan çalışmalar var. Hepsinin ortak amacının Suriyeli nüfusun Türkiye'ye entegrasyonu olması oldukça dikkat çekici.

Avrupa Birliği ülkeleri de bu süreçte aktif rol oynuyor. Kendi ülkelerine tek bir Suriyeliyi bile kabul etmeyen birçok AB ülkesi, iç meselelerimize aktif bir şekilde katılarak, Türkiye üzerinde gelecek tasarımı yapıyor.

Geçen hafta Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) eliyle başlatılan "Mahir Eller Projesi" bu duruma çok güzel bir örnek teşkil ediyor.

Afişleri Türkçe, İngilizce ve Arapça olarak 3 dilde hazırlanan projeyle birlikte Suriyeli sığınmacıların istihdama katılımı amaçlanıyor. Proje kapsamında işyerinde Suriyeli sığınmacı çalıştıracak firmalara, ek ödemeler yapılacağı "Suriyeli çalıştırana teşvik geliyor" sözleriyle açıklanıyor. Projeyi açıklayan TOBB

Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu şunları söylüyor:
"12 şehrimizde yer alan tüm firmalarımızı, 'birlikte yaşamak ve birlikte çalışmak için' gönüllü işveren olmaya davet ediyorum. Hükümetimiz, burada da yanımızda olduğunu gösterdi. Firmalarımıza, proje kapsamında ilk kez istihdam edilecek geçici koruma altındaki Suriyeli çalışanlar için teşvik verilecek. Bu proje ile 12 ilde yüzde 65'i geçici koruma altındaki Suriyeli, yüzde 35'i vatandaşlarımız olmak üzere toplam 20 bin kişiye ulaşılacak olması önemli bir hedef. Bu çalışmada 3 bin kişinin istihdam edilmesi mültecilerle birlikte vatandaşlarımızın ekonomik uyumuna ciddi katkı sağlayacak. Yaklaşık 15 bin kişinin sınavlarda başarılı olması ve belge almaya hak kazanması iş piyasasının ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücüne kavuşması adına da önemli bir adım. Mesleki becerileri belgelendirilmiş kişilerin istihdam edilmesini teşvik etmek için asgari ücretin yüzde 10'u ve SGK işveren primlerinin tamamının, 6 aya kadar proje bütçesinden karşılayacağız."


Hisarcıklıoğlu'nun anlatımlarından yola çıkarak, sığınmacı başına yaklaşık işletmelere 1.000 TL'lik bir ek ödeme yapılacak. Şimdi sadece üretimi ve daha çok kâr etmeyi düşünen işletme neden Türkleri çalıştırsın? Türk çalıştırmak için neden daha fazla ödeme yapsın?

Dolayısıyla çok büyük bir eşitsizlik ortamı doğuyor.

Konuya AK Parti de tam destek veriyor. Bu kapsamda Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk projeyle ilgili şunları söylüyor:
"Türkiye olarak, yaklaşık 3,5 milyonu Suriyeli olmak üzere 4 milyon mülteciye ev sahipliği yapıyoruz. Bu anlamda dünyada en çok mülteci barındıran ülke konumundayız. Bize sığınan hiçbir kardeşimizi geri çevirmedik. Mülteci kardeşlerimizin iş becerilerini ön plana çıkartıp kendi vatandaşlarımızla birlikte istihdamı artırmak, ekonomik uyumu güçlendirmek için çalışacağız. Bu anlamda sanayi ve ticaret odalarımıza mülteci kardeşlerimizin çalışma hayatına kazandırılmasına yönelik çalışmalarından dolayı teşekkür ediyorum. Bu proje ile 12 ilde yüzde 65'i geçici koruma altındaki Suriyeli, yüzde 35'i vatandaşlarımız olmak üzere toplam 20 bin kişiye ulaşılacak olması önemli bir hedef."

Projeye en büyük desteği ise AB veriyor. AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Christian Berger İş piyasasında sığınmacılar için şartların teşvik edilmesi gerektiğini söylüyor. Berger, "Sığınmacıların işe alınması ve şirketler ile iş arayanların bir araya getirilmesi noktasında özel sektörü desteklememiz gerekiyor, bu son derece önemli. Bu amaç için bu proje aracılığıyla 15 milyon avro sevk edildi. Temel amaç, mesleki yönlendirme, deneme ve sertifikalandırma yoluyla sığınmacıların istihdam edilebilirliğini pekiştirmek. Türk hükümetinin etkileyici çabalarına katkıda bulunmaktan gurur duyduklarını duyuyoruz." ifadelerini kullanıyor.

Türk Telekom'dan Suriyelilere Özel Tarife
İstihdam politikalarında bu akıl almaz değişiklikler olurken, Türk Telekom'un da aynı özelliklere sahip telefon tarifesini Türklere ayrı Suriyelilere ayrı fiyattan sattığı ortaya çıktı.

Tarifeyi Türkler alırsa adı "rakipsiz paket", Suriyeliler aldığında ise "ahlan paket". Türkler'e 25 TL, Suriyelilere ise 19 TL!


Batuhan ÇOLAK / YENİÇAĞ

Kripto ajanların Ege faaliyetleri... - Ahmet TAKAN

İktidarın Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu iyice köşeye sıkıştı. Muhalefet partilerini arıyor, "Ege adaları konusunda bir büyükelçi ile birlikte heyet göndereyim. Sizlere brifing versin" diyor. Bilgilendirme maskesiyle herhalde daha önce yaptıkları gibi "Bu konunun üstüne gitmeyin. Benzerlerinde olduğu gibi konuşmayın. Kulağınızın üstüne yatın" ricasında bulunacaklar. Boşa uğraşıyorlar da diyemeyiz. İsteklerinin kabul gördüğü durumlarda var!..

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 16 Kasım 2017'de TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda yaptığı konuşmada, Yunan işgali altında olan 18 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığı hakkında ilginç iddialarda bulunmuş, Kardak krizinden sonra adaların fiili ve hukuki statüsünde hiçbir değişim olmadığını iddia ederek fiili durumun yani işgalin 1996'dan önce oluştuğunu iddia etmişti. Çavuşoğlu, kendi dönemlerinde hiçbir gelişme olmadığını da ileri sürmüş ve belgeleri kamuoyu ile paylaşma sözü vermişti. Aradan tam bir yıl geçti. Çavuşoğlu, bir yıldır hiçbir belge çıkar(a)madı.

Mevlüt Çavuşoğlu, Dışişleri Bakanlığının 2019 yılına ait bütçe görüşmelerinde de, Ege adalarına ilişkin, "1996 Kardak krizine kadar ne olduysa oldu. Ondan sonrasında hiçbir iktidarın bu konularda sorumluluğu yok. Adaların hiçbirisinde fiili ve hukuki değişiklik yok" dedi. Ardından da muhalefet partileri  ile telefon diplomasisine başladı. Konuyu en ince ayrıntılarına kadar takip eden Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım'a sordum. Yalım, "Çavuşoğlu, kendisini, Tayyip Erdoğan'ı ve partisini aklamaya çalışıyor ama akıntıya karşı kürek çekiyor. Çünkü, 18 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığı, Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümetleri döneminde Yunan askerine alenen teslim edildi" dedi. Somut örnekleri hatırlatmaya devam etti:

Abdullah Gül kabul etti
"26 Kasım 2004'de, CHP Milletvekili Onur Öymen, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'e soru önergesi vererek Türkiye'ye yakın adalara Yunan bayrağı çekildiğini, anılan adaların Dışişleri ve Genelkurmay Başkanlığı listesindeki adalar olup olmadığını sordu. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, önergeye cevap vermedi. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül, Türk adalarına Yunan bayrağı dikildiğini ve adaların 2004 yılında işgal edildiğini zımnen ve hukuken kabul etti.

Genelkurmay'daki belge

Genelkurmay Başkanlığı resmi internet sitesinde, Frontex kapsamındaki Sahil Güvenlik Botu'nun 11 Mayıs 2011'de, Türk Karasularını ihlal ettiği haberi yayımlandı. 18 Mayıs 2011'de Aydın Eşek Adası'na giderek anılan botu yerinde tespit ettim. Aydın Eşek Adası'nda konuşlu Frontex botunun fotoğrafı da yazılı basında defalarca yayımlandı. Avrupa Birliği Frontex Ajansı Polonya'nın Başkenti Varşova'da 2005 yılında kuruldu. Çavuşoğlu'nun '1996 Kardak krizine kadar ne olduysa oldu' tezi burada duvara tosluyor.
2009 Yılı Ocak ayının sonlarına doğru Genelkurmay Başkanlığı Karargâhında Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile birlikte toplantı yapıldı. Genelkurmay yetkilileri işgal altındaki adaların boşaltılmasını talep etti. Dışişleri Bakanlığı adına toplantıya katılan Basat Öztürk, adaların hükümetin bilgisi dahilinde işgal edildiğini itiraf etti. 6 Ekim 2016'da TBMM'de Ümit Özdağ ile yaptığımız ortak basın toplantısında anılan diplomatın ismini ve itiraflarını Türk Kamuoyuna beyan ettim. Büyükelçi Basat Öztürk ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu bu konuda iki yıldır hiçbir açıklama yapmadılar, yapamıyorlar."

Ümit Yalım, Ege adaları konusunda bilgilendirme maksadıyla gelecek Dışişleri Bakanlığı temsilcilerine yöneltilmesi  gereken soruları da sıraladı:
" 1996 Kardak krizinden önce;
SORU 1: Türk adalarına beş binden fazla Yunan askeri yerleştirildi mi? İddiayı ispatlayacak fotoğraf ve video görüntüleri nerede?
SORU 2: Türk adalarına, Yunan top, uçaksavar, havan silahları ile zırhlı araçları yerleştirildi mi? İddiayı ispatlayacak fotoğraf ve video görüntüleri nerede?
SORU 3: Türk adalarına Yunan ve Bizans bayrakları dikildi mi? İddiayı ispatlayacak fotoğraf ve video görüntüleri nerede?
SORU 4: Türk adalarına Yunan vatandaşı vali ve belediye başkanı atandı mı? İddiayı ispatlayacak fotoğraf ve video görüntüleri nerede?
SORU 5: Türk adalarına Yunan Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Yunan bakanlar, Yunan general ve amiraller geldi mi? İddiayı ispatlayacak fotoğraf ve video görüntüleri nerede?"

Ümit Yalım, önemli bir uyarıda da bulundu:
"Yunanistan, Ege Denizini tamamen ele geçirmek için 3 mil, gri bölge, bağlı ve bitişik adacıklar, Ege'de deniz sınırı yoktur v.b. tezlere sığınarak düzmece haritalar yayınlıyor ve kendi tezlerini bütün dünyaya kabul ettirmeye çalışıyor. Bu tezler, Yunan Hükümeti'nin ve Yunanistan hesabına çalışan kripto ajanlarının tezleri olup asla itibar edilmemelidir."


Ahmet Takan / YENİÇAĞ