25 Kasım 2018 Pazar

Cumhur’a karşı ittifak - Deniz Yıldırım

“Parlamenter sistem koalisyonlara mecbur bırakıyor, istikrar olmuyor” dediler; ittifak yasası çıkarıp Cumhur İttifakı, örtülü koalisyon kurdular. 
“Krizler bitecek, ekonomi düzelecek” dediler; yarım milyon insan işsiz kaldı, hayat pahalılaştı; soğan deposu basıyorlar. 
“Yerel seçimde ortaklık yok”diye meydan okudular, bu hafta yine buluştular. 


AKP- MHP koalisyonundan söz ediyoruz. Ve bu koalisyon anayasa/sistem değişikliği dayatmasıyla sadece yürütme gücünü Saray’a taşımadı. Meclis, yürütme (yani Erdoğan) karşısında hem yasama yetkisinden hem de denetim yetkisinden adım adım mahrum bırakıldı. Elbirliğiyle yaptılar. 

Böyle bir tabloda muhalefet yasa çıkaramaz; MHP kilitliyor. Muhalefet vekillerinin yapabileceği en sıradan iş, bilgi edinme ve denetim yetkisi kapsamında, halkın temel sorunlarına dair araştırma komisyonu kurulması için önerge vermek, sorunların çözümünü gündeme getirmek. CHP, İYİ Parti, HDP, Saadet, Türkiye İşçi Partisi vekilleri genellikle ortaklaştı bu önergelerde. Ama karşılarında engelleyici bir koalisyon var: AKP ile MHP işbirliğine dayalı Cumhur İttifakı. 

Cumhur, halk demek. Cumhur İttifakı da Meclis, yani yasama seçimi için halktan birlikte oy istediğine göre, geride kalan 5 ayda bu koalisyon halk için neler yapmış, önergeler üstünden bir bakalım. 

Önce yöntemleri; çünkü yöntem üstünden bir işbirliği geliştirdiler. Muhalefet partilerinin halkı doğrudan ilgilendiren konularda verdikleri önergeleri ya birlikte reddediyorlar ya da AKP vekilleri ret oyu verirken MHP çekimser kalarak muhalefet önergelerinin reddedilmesini sağlıyor, AKP’yi kurtarıyor. Halkın gerçek sorunlarının Meclis’te gündeme gelmesini, araştırılmasını böyle önlüyorlar. 

İşte liste. 


FETÖ’nün siyasi ayağı araştırılsın önergesi, “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle reddedildi. Öğrenmek, halkın hakkıydı. 


Çorlu’da 25 canımızı yitirdik. Kaza değil cinayetti. Muhalefet partileri araştırma önergesi verdi; “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle reddedildi. Halkın sağlıklı, denetlenen, kamusal ulaşım hakkıyla bağlantılıydı. Konu, halkın canıydı. 


Türk Telekom’un içinin boşaltılması, özelleştirilmesi süreci araştırılsın, sonuçta halkın cebini etkiliyor” diyen muhalefet partileri önerge verdi, “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle reddedildi. Halkın parasıydı konu. 


Muhalefet partileri, “günden güne sıklaşan işçi ölümleri araştırılsın” önergesi verdi, reddedildi. 

Son olarak bu hafta Zonguldak’ta üç madenci iş cinayetine kurban gitti. İşletme ruhsatsızdı; nasıl ruhsatsız maden oluyor, denetim niye yok, sorumlular kim, araştırılsın” önergesi verdi muhalefet, “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle reddedildi. Konu, halkın yaşam hakkıydı, ekmeğiydi. 

Ekim ayında Tunceli’de iki askerimiz donarak can verdi. Bir yanda lüks, şatafat; diğer yanda soğuktan can veren askerlerimiz. Tablo içimizi yaktı. Araştırma önergesi verildi, “nedenleri araştırılsın” dendi, “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle, HDP’nin de çekimser oyuyla reddedildi. 

Sayıştay Raporu ortaya çıktı; belediyelerdeki yolsuzluklar gündeme geldi. Muhalefet araştırma önergesi verdi; “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle reddedildi. Konu, halkın kaynaklarıydı. 

Emeklilikte yaşa takılanların sorunları çözülsün” diye önerge verdi muhalefet. MHP önce destekledi, ikinci oylamada tavır değiştirdi, önerge “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle reddedildi. 

O arada da AKP’ye “benim desteğim olmazsa Meclis’te güç değilsin” mesajı verdi MHP; yerel seçim öncesi masaya kozlarını serdi. Konu Cumhur, yani halk değil, partiydi, pazarlıklardı. 


Son olarak bu hafta İYİ Parti vekilleri “asgari ücretlilerden vergi kesintisi yapılmasın, sorunları araştırılsın” önergesi verdi. AKP reddetti, MHP yine “çekimser” kaldı; işbölümü gerçekleşti, böylece “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle teklif reddedildi. Halkın geçinemeyen çoğunluğuyla ilgili, kriz dönemine dair bu en temel teklifi engelleyen ittifakın adı mı? 

Cumhur, yani halk ittifakı. 

Liste uzar. FETÖ kumpaslarında yaşamını yitirenler; Çorlu’da ihmal sonucu can verenler; donarak yaşamını yitiren askerler; iş cinayetine kurban giden binlerce emekçi; “mezarda emekli” olmak istemeyen yüz binler; asgari ücret alan, memleketin kaynaklarını üretip de geçinemeyen milyonlar Cumhur, yani halk değil mi? 


Elbette halk. Reddedilen önergeler de halkın temel sorunlarıyla ilgili. AKP-MHP koalisyonu bu sorunlara dair muhalefet partilerinin önergelerini reddetti de, kendi sorun çözücü yasalarını mı çıkardı? Hayır tabii ki. Öyleyse Cumhur İttifakı değil, Cumhur’a karşı ittifak bu. 5 aylık Meclis koalisyonu pratiği, anlaşılması için yeterlidir.

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Sorumluları hesap versin Allah aşkına - Orhan UĞUROĞLU

Yazıyorum, yazıyorum ses seda çıkmıyor ki şimdi de vicdanımın sesini dinleyerek tekrar yazıyorum…
2 Kahraman vatan evladı Jandarma Özel Harekat (JÖH) timi mensubu Asım Türkel ile Ferruh Dikmen, 26 Ekim'de Tunceli ili Nazımiye kırsalında donarak şehit oldular.
Tam bir ay geçti açılan hiçbir soruşturma sonuçlanmadı, yargıya sevk edilmedi.
Daha açık ve net sorayım.
İhmal kaynaklı şehadet mi?
Binlerce Komando askerimizi yetiştiren, yıllarını dağlarda terör operasyonlarında geçiren ve kurmay olmamasına rağmen Tuğgeneral rütbesine yükselip emekli olan kahraman bir subayımız şunları anlattı:
"-40 dereceye dayalı olsa dahi koruyucu çadır olmadan 2 bin 300 metre rakımlı Tunceli kırsalında sadece kıyafetler asla koruyucu olmaz. Çünkü yağmur ve kar ıslattığı anda o kıyafetler ve botlar koruyamaz hale gelir.
Özel harekat komandoları olan evlatlarımız hayati idame yani hayatta kalma konusunda da eğitimli, dünyanın takdirini kazanan kahramanlarımızdır.
Operasyonlarda sızma ve tahliye planlaması başlamadan önce hava ve coğrafi şartlar dikkate alınır. Helikopterlerimizin kahraman pilotları çok ağır hava şartlarında dahi görev yaparlar."
Vicdanımın sesini dinleyerek haykırıyorum…
Kimse yok mu orada?
Jandarma Genel Komutanı yok mu?
İçişleri Bakanı yok mu?
2 kahraman askerimizin şehit olmasının sorumlusu / sorumluları yargıya hesap vermeyecek mi?
Ört bas mı edilecek?

SÜNGÜTEPE FACİASI
Milli Savunma Bakanlığı Süngütepe'de 7 kahraman askerimizin patlama sonucunda şehit olmasına ilişkin yapılan soruşturma sonucunu şöyle açıkladı:
"Mermi namluyu normal olarak terk etti ancak topun arkasında kama olarak adlandırılan parça olağandışı bir şekilde koptu.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nca, Hakkari'deki üs bölgesindeki patlamaya ilişkin oluşturulan idari ve teknik heyetin incelemesinde, 175 mm'lik M107 K/M toplarla bugüne kadar yapılan atışlarda bu tip bir kazanın meydana gelmediği belirlendi.

Hakkari üs bölgesindeki patlamanın sebebi belirlenene kadar 175 mm'lik M107 K/M toplarla bunlara ait mühimmatın kullanımının durduruldu."
17 Kasım tarihli yazımda emekli topçu albayımızın görüşünü yazdım ki bu resmi açıklama üzerine tekrar özetleyeyim
"Top atışında gazın ve basıncın geriye kaçmasını Kama yapısındaki GAZ PAFTASI DİSKİ denilen sert elastiki ve simit şeklindeki parça sağlar.
Bu parça çok atış yapılması halinde özelliğini kaybeder. Ve kontrol edilip değiştirilmesi lazımdır. Geriye basıncın kaçmasının bir nedeni bu eksiklik olabilir.
Ayrıca diğer mermi veya barutların topa yakın mesafede olası bir kaçaktan etkilenebilecek bir yakınlıkta olması o mühimmatların da patlamasına ve facianın büyümesine neden olabilir.
Eğer Gaz Paftası Diski eskiyince, aşınca ve zamanı gelince değişmezse felaket olur.
Topların bakımlarda tapadaki parçaların aşınmaları teknik uzman ekipler tarafından sürekli yapılır, yapılmalıdır."
Milli Savunma Bakanlığın resmi açıklamasında "kama olağandışı şekilde koptu" görüşü emekli albayımızın tespitini doğruluyor.

Sonuç olarak o yazımdaki şu tespitimin de doğruluğu ne yazık ki ortaya çıktı.
1 - Gaz Paftası Diski eskimiş, aşınmış ve ateşleme sırasında geriye doğru şiddetli bir alev ve basınç yaratmış.
2- Diğer mühimmat maalesef topun arkasına çok yakın mesafede depolanmış ki bu da diğer mühimmatların da patlamasına neden olmuş.
Örtbas edilmezse patlamayla ilgili ayrıntılı rapordan bakalım ne sonuç çıkacak?

Bakanlığın resmi açıklamasında, "Parça olağandışı şekilde koptu" teşhisi ilk cümlede varken son cümlede, "patlamanın sebebi belirlenene kadar" denilmesi çok önemli bir çelişki olarak dikkat çekiyor.

MSB'nin resmi açıklaması yapılmadan, patlamayı teşhis eden emekli albayımızın, "gaz paftası eskiyince değişmezse facia olur, yedek mühimmat bu riske karşı tehlike bölgesi dışında stoklanmalıdır" sözleri "ihmal" gerçeğini açıkça ortaya koyuyor.

Vicdanımın sesini dinleyerek bir kez daha haykırıyorum…
Kara Kuvvetleri Komutanı yok mu?
Genelkurmay Başkanı yok mu?
Milli Savunma Bakanı yok mu?

Donarak ve patlama kazası ile şehit olan kahramanlarımızın ve ailelerinin haklarını helal etmeleri için; sorumluları hesap versin Allah aşkına...


Orhan UĞUROĞLU / YENİÇAĞ

Arap NATO'suna dikkat - Cüneyt Mengü

Türkiye'nin son günlerde ABD ile olan ilişkilerinde kısmen düzelmeye yönelik yol alınsa da, ABD'nin Kuzey Suriye'de PKK uzantısı PYD/YPG terör örgütlerine mühimmat ve lojistik destek vermesi, S-400 meselesi, Amerikan Kongresi'nde Cumhuriyetçilerin Türkiye karşıtı girişimleri, FETÖ ve yandaşlarının iadesi gibi pek çok sorunlar nedeniyle gerilimin devam ettiği görülmektedir.

Bu sorunlara ilaveten; Rahip Brunson'un serbest bırakılması için Türkiye'ye dayatılan baskılar, hâlihazırda petrol üretimi ve milyarlarca dolar karşılığı göstermelik silah satışları önceliği nedeniyle Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetinin örtbas edilmek istenmesi ve nerede ise Türkiye'nin hedef alınması gibi sıkıntılar da sayılabilir. Söz konusu sıkıntılarla eş zamanlı olarak Batı ve Arap medyası tarafından yeniden gündeme oturtulan Arap NATO'su veya MESA olarak adlandırılan bir askeri gücün oluşturulmasının tesadüfi olmaması gerek.

Arap NATO'su "Orta Doğu Statejik ittifakı-MESA (Middle East Strategic Alliance)" olarak adlandırılan projenin temeli ilk olarak ABD Başkanı Trump'ın 2017 de Körfez İşbirliği Kongresi nedeniyle Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'a yaptığı ziyareti sırasında atılmıştır. Bir ABD projesi olarak MESA'nın kuruluş çalışmaları ABD Savunma Bakanı James Mattis'in Bahreyn'in başkenti Manama'ya yaptığı ziyaret sırasında görüşülmesi, daha sonra ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Joseph Votel'in Körfez ülkelerine yaptığı mekik diplomasi ziyaretlerinde detayları ele alınmıştır.

Suudi Arabistan öncülüğünde kurulması planlanan MESA'da BAE, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Umman, Mısır, Ürdün gibi ülkelerin yanı sıra ABD ve İsrail'in de "Gizli Ortak" olarak yer alacakları ileri sürülmektedir. Bu bağlamda İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve heyetinin Umman'a yapmış oldukları sürpriz ziyaret, Ekim ayı sonunda Katar'da yapılan 48. Dünya Artistik Jimnastik şampiyonasına İsrail ekibinin katılması, yine İsrail Kültür ve Spor Bakanı Miri Regev'in Abu Dabi'ye ziyaretleri yakınlaşmanın örnekleri olarak sıralanabilir.

Her ne kadar görünürde Arap NATO'su projesinin hedefi İran'ın bölge üzerindeki nüfuzunu kırmaya yönelik öngörülse de bize göre esas hedefin ABD'nin bölgedeki bilinen ve bilinmeyen stratejik hedeflerine hizmet edeceği kanısındayım.

Rusya'nın, Suriye başta olmak üzere Arap ülkeleri ve İsrail ile olan sıkı ilişkileri dikkate alındığında MESA'nın kurulması konusunda sessiz kalacağı düşünülebilir. Başka bir ifadeyle Rusya'nın ABD ile nüfuz paylaşımı içerisinde olduğunun işaretidir. Nitekim ABD Tahran üzerinde uyguladığı ekonomik yaptırımlardan Rusya, Çin, Hindistan ve Türkiye gibi 8 ülkeyi istisna tutması Orta Doğu üzerinde uygulanan planların devamıdır.


BAE ve Suudi Arabistan Fırat'ın doğusunda;
Tekrar Arap NATO'suna gelince, bilindiği gibi Riyad'ın Kuzey Suriye'de terör örgütlerinin işgalindeki bölgelere "Yeniden İnşa" adı altında yüz milyonlarca dolar gönderdiği açıklanmıştır. Amerikan Wall Street Journal Gazetesine göre Suudi Arabistan'ın BAE ve Mısır ile birlikte Suriye'nin Kuzey Doğusundaki bölgeye (yani Fırat'ın doğusuna) Amerikan askerleri yerine ortaklaşa askeri güç göndereceği ileri sürülmektedir. Öte yandan, BAE'nin Esad Rejimiyle yeniden diplomatik ilişkiler tesis etmek için başlattığı görüşmeler sırasında BAE'nin Esad Rejimini kurulması öngörülen Arap NATO'suna dâhil edilmesi yönünde davet edildiği iddialar arasındadır. Diğer bir gelişme ise Körfez ülkelerinden izole edilen Katar Dış İşleri Bakanının Suriye'ye yaptığı ziyarette Türkiye, İran, Irak, Suriye, Katar gibi ülkelerin katılımıyla beşli bir ittifaktan bahsedildiği bildirilmiştir. ABD'nin Orta Doğu'da en büyük askeri üssünün Katar'da olduğu dikkate alındığında böyle bir ittifak önerisinin gerçekleşmesi mümkün müdür? Sonuç olarak, MESA projesinin kurulmasının Ocak 2019 da Washington'da yapılacak toplantıda görüşülmesi ve Türkiye'nin yumuşak karnı olan Fırat'ın doğusunda ortaya çıkabilecek yeni gelişmelerle ilgili durumun dikkatle analiz edilmesi gerekmektedir.

Türkiye'nin bölgede PYD/YPG dışında kurulacak Arap NATO'su güçleri ile karşı karşıya kalması bu projenin çok önemli bir parçası olduğu kanaatindeyim. 


Cüneyt Mengü / YENİÇAĞ

24 Kasım 2018 Cumartesi

‘İşçi Anketi’ üzerine - Mustafa K. Erdemol

Marx’ın İşçi Anketi (Ayrıntı yayınları), son yıllarda okuduğum en güzel inceleme kitaplarından biri. Baştan söyleyeyim, Onur Bütün olağanüstü güzel bir “iş” çıkarmış. 

Marx’ın yayımlandıktan hemen sonra yıllarca bir kenarda unutulmuş İşçi Anketi adlı kitabının Türkiye’deki serüvenini anlatırken, Batı’daki durumuna ilişkin bilgiler de vermis. “Keşke Batı dillerinden birine hemen çevrilse” dedim kitabı okuduktan sonra. Okuyun, siz de bana katılacaksınız. 

Artık yaşlanmakta olan Marx’ın 1880’de Fransız La Revue Socialiste gazetesi için Fransız işçilerine yönelik hazırladığı İşçi Anketi’nde, işçilerin mola zamanlarından ücretlerine, konaklamalarına kadar bilgi toplamayı amaçlayan tam 101 soru vardır. Marx’ın anketi yapmaktaki tek amacı “etkili olmak için konuyu iyi bilmek”tir. İşçi sınıfının teorisini yazan Marx gibi bir düşünürün anketi hazırladığı zamana kadar tüm yazdıklarıyla yetinmeyip hâlâ “konuyu iyi bilme” yolunda çaba harcaması gerçekten hayranlık uyandırıcı. 

Bu, Marx’tan sonrakilerin, onun takipçisi olduğunu iddia edenlerin -sanırım- hiç başvurmadıkları “işçi sınıfının kendinden öğrenme” yöntemidir kısaca. Bu anket “dünyayı yeniden kurabilecek” olan işçi sınıfının aynı zamanda kendisini tanımasına da yol açacaktır. Marx’ın düşündüğü budur. Haklıdır da, çünkü işçi sınıfının kapitalist sömürü hakkında herkesten daha fazla bilgisi vardır. Bu anket proleter bakış açısına erişmenin de bir yoludur kuşkusuz. İşçinin kendi gücünün farklı kapasiteleri olduğunu anlamak Marx’ı da zenginleştirmiştir tabii ki. 

Marx, “İster monarşi ister burjuva cumhuriyeti olsun, hiçbir hükümet, Fransız işçi sınıfının konumunu belirleyecek ciddi bir soruşturma yapmayı henüz başaramadı” diye yazar. Anket ne işe yaramıştır denirse, işçi sınıfının gücünü yeniden inşa etmek için gerekli uzmanlığın geliştirilmesinde etkili olmuştur en azından, daha ne olsun. 


“Sömürü”, “artı değer”, “kâr oranı” gibi kavramlar, ankette “yaşam kaynağına” yani işçi sınıfının kalbine dek izlenir. Her ne kadar Marx, anketinde matematiksel ya da istatistiksel analiz gibi modern tekniklere ya da sağlam araştırmanın temelini oluşturduğu düşünülen diğer tekniklere başvurmamış da olsa mümkün olan her yerde ampirik verileri kapsamlı bir şekilde kullanmıştır. Marx’ın bu analiz yöntemi sosyal araştırmalar için yüksek standartlar belirlemiştir, buna kuşku yok. İşçi araştırmalarında bu yöntemden en çok esinlenenler de 60-70’lerin muhalif İtalyan Marksistleridir. 
Bana sorarsanız Marx’ın İşçi Anketi, büyük düşünürün yaşadığı dönemde bir hayli etkili olan akademik radikalizmin/entelektüelizmin sınırlamalarını delip geçmiştir. Az şey değildir bu. 

Marx, anketin hazırlanmasından birkaç yıl sonra öldü. Ankete sağlığında tek bir yanıt alamadığı söylenir. Ancak sonra gelen yanıtlarla ortaya küçük bir kitap olarak çıkar. Sonrası? Sonrası pek bir tuhaftır. Piyasaya çıktan sonra neredeyse yarım yüzyıl boyunca gözden kaybolur bu soruşturma kitabı. 

İşte Onur Bütün, yine son derece başarılı olduğu başka bir konuda araştırma yaparken Marx’ın İşçi Anketi adlı bir kitabı olduğunu, üstelik bu kitabın, konuyla son derece ilgisiz olduğu düşünülen bir derginin, yani Genç Sinema dergisinin eki olarak 70’li yıllarda Türkiye’de de basıldığını öğrenir. Sonrası? Sonrası yine tuhaf bir durumdur; kitap Batı’daki talihsizliğini ülkemizde de yaşar, Türkiye’de de neredeyse elli yıl boyunca unutulur. 

Onur Bütün bu serüveni, gerçekten büyük bir titizlikle incelemiş kitabında. İşçi Anketi’nin hem Batı’da ortaya çıkışını, unutuluşunu hem de Türkiye’de bir görünüp sonra da uzun yıllar anımsanmamasını son derece akıcı, ilgiyi sürekli diri tutan bir üslupla anlatmış. 
Keşke Onur, “kadın olarak bunu yazmak bana düştü” türünden bir cümle kurmasaydı. Ne demek bu? Ben yine de bu cümleden “bu konuda ukalalık yapan erkekler yerine ben yazdım” demek istediğini anlıyorum onun. 

Çok da iyi yapmış yazmakla ayrıca. Kimi erkekler ellerinin çamuruyla her şeye bulaşmamalı çünkü.

Mustafa K. Erdemol / CUMHURİYET

Üniversitelerde ‘güncel liyakat’ - Prof. Dr. Osman İnci

Üniversiteleri kuru kalabalıklarla dolduramayız, aile şirketlerine çeviremeyiz. 206 üniversite kurulması bir anlam ifade etmiyor. 2017 ALES sınavında Iğdır ve Ardahan üniversiteleri mezunları ve son sınıf öğrencilerinde hiç kimse 70 barajını geçemedi.Devlet üniversitelerinden 16 üniversite barajı geçemedi.

Üniversite bilgi üretir, öğretir, sunar ve yayar. Bunlar; bilimsel araştırmalar, akademik olan ve olmayan yayınlar, lisans ve lisansüstü eğitim, Ar-Ge aktiviteleri, toplum ve kurumlara bilgi sunumu, danışmanlık şeklinde olabilir. İdeal bir üniversitenin olmazsa olmazları: Akademik özgürlük ve özerklik, akademik etik, akademik liyakat, akademik serbestidir. Özellikle ilk üçü ideal üniversitenin çekirdeğini oluşturur(1) Bilimsellik ve Akademik kalite, rekabet, nitelikli eğitim, üretim ve verimlilik bunları destekleyen diğer akademik değerlerdir(2). 

Üniversite sıralaması akademik performans ölçütleriyle belirlenir. Bunlar; bilimsel yayın sayısı, yayınlara yapılan atıf sayısı, öğretim üyesi başına düşen yayın ve atıf sayısı, doktora öğrenci sayısı, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı, kazanılan ödül ve patentler gibi bilimsel üretkenliktir. Burada “çöp yayın”, “çete atıfları”, sahte dergi yayınları, abartılı öğretim elemanı ve öğrenci sayıları asla dikkate alınmaz.

Üniversitelerde başarı 
Üniversitelerde başarı; öncelikle üniversite yöneticilerinin Akademik düşünce derinliği, bilgi birikimi, çalışma kültürü, yönetim etiği ilkelerine saygısı, kurullarla birlikte çalışma anlayışı, saydamlık ve paylaşım kültürüyle gelir. Yaygın yönetim anlayışı ve yetki paylaşımı (yönetişim), uzmanlardan yararlanma ise üretim ve verimliliği artırır (2). Estetik ve sanatsal duyarlık tümünü taçlandırır. Bilindiği gibi başarı, çalışma ortamı huzuru ve güveni, sağlanan olanaklarla gelir. 

Göreve gelmede, atama ve yükseltmede liyakat esastır. Eğitimin verilmesinde, akademik ilerleme ve jürilerde bilimsel liyakat dışına çıkılması kabul edilemez. Liyakat genel olarak “kendisine iş vermeye uygunluk, yaraşırlık, layık olma” şeklinde tanımlanır. Akademik liyakat ise “..akademisyenin tüm ömrü boyunca verdiği hizmetin, emeğin, ürünlerinin sorgulanması ve performansın değerlendirilmesidir”( 1). İdeal bir üniversitede bulunması gereken temel değerlerden hangisine sahip olduğumuz ortada. Beyin göçü-kaçışı nasıl durdurulur sorusunun yanıtı da burada.


Atamalardan liyakat 
Üniversitelere yönetici atamalarında liyakat ne derecede dikkate alınıyor? Rektör üniversiteyi temsil eder, liderdir. Yürürlükteki YÖK Yasası’na göre ülkemizde rektör adeta padişahtır. Rektör, yardımcılarını, enstitü ve yüksekokul müdürlerini, hastane başhekimi ve merkez müdürlerini atar. Atanacak dekanları teklif eder. Akademik ve idari atamalarda, yükseltmelerde, mali konularda tek yetkilidir. Bu yetkilerle donatılı rektörlerimizle ilgili bilgiler rakamlarla paylaşılırsa dünyanın ilk 500 üniversitesi arasında neden esamimizin okunmadığı daha net anlaşılır kanısındayım. 

YÖK Yasası’nın ilk halinde rektör adaylarını YÖK öneriyor Cumhurbaşkanı atıyordu. Bu 1992’de değişti ve Rektör adayı belirleme seçimleri başladı. Bu yöntem 2016’da kaldırıldı ve eskiye dönüldü. Sonra 2018 de YÖK teklifi de kalktı ve yalnızca Cumhurbaşkanı ataması getirildi. Rektörün Profesör olması koşulu da kaldırıldı ve 5 gün sonra tekrar getirildi, daha sonra 3 yıllık profesör olma koşulu kaldırıldı. Örneğin, üniversite dışında çalışırken üniversite kadrosunda profesör olan, 15 gün sonra eski görevine dönen ve 3 ay sonra rektör atanan var. Bu rektör üniversiteye eş-dost doldurdu ve bunların yarısı tekrar eski yerlerine döndüler. Bir diğeri bürokrat iken profesör oldu ve bir ayda rektör atandı. Burada “güncel liyakat” olarak tanımlanan “..bizim düşünce ve istemlerimizi yerine getiren, iyibaşarılı, bizden ve bize bağlı” anlayışı olabilir mi? Son yaşananlar bunu düşündürmekte.

Rektörlerin tercihleri 
Bazı rektörlerin tercihlerini ve yaptıklarını özet olarak paylaşmak istiyorum: Rektör iken istifa edip milletvekili adayı olan rektör sayısı 9, rektörlük sonrası aday olan 3 kişi. İktidar partisi milletvekilliği yaptıktan sonra rektör atanan 6, milletvekilinin birinci derece yakını 2 rektör var. 16 Nisan referandumunda “evet şov” yapıp video çeken ve yayımlayan rektör 3, yazılı açık destek veren 4, siyasi tarafını iktidardan yana açıklayan en az 25 rektör var. FETÖ kalkışması sonrası tutuklanan, gözaltına alınan veya yurtdışına kaçan rektör sayısı 30. 

Son yıllarda kişiye özel ya da adrese teslim ilanlarla üniversite akademik kadrolarına eş, çocuk ve akrabalar dolduruldu. Rektörlerin, dekanların, müdürlerin eşleri, çocukları ve yakınları özel koşullarla tarif edilerek üniversitelere alındı. ALES sıralamasında 10. sırada olan belediye başkanının kızı, rektörün 29. sıradaki oğlu tek kişilik kadroya atandı. Örneğin tıp fakültesine “en az 5 yıl sağlık yöneticiliği yapmış olmak”, mühendislik fakültesine “lipitler, proteinler ve biyoyakıtlar konusunda çalışması olmak” koşulları var. Fakülteler benzer özel koşullarla dolduruldu, burada bilimsel çalışma ve nitelikli eğitim olur mu?

Yetişmiş insan gücü 
Akademisyen olarak canımız yanıyor. Üniversiteleri kuru kalabalıklarla dolduramayız, aile şirketlerine çeviremeyiz. 206 üniversite kurulması bir anlam ifade etmiyor. Esas olan kalitedir. ÖSYM açıklamasına göre 2017 ALES sınavında Iğdır ve Ardahan üniversiteleri mezunları ve son sınıf öğrencilerinden hiç kimse 70 barajını geçemedi. Ayrıca sayısalda16 üniversite barajı geçemedi, bunlar devlet üniversiteleri. Bırakalım uluslararası başarıyı ulusal sınavlarda gerçek bu, sonuç düş kırıklığı. Bu kurumlardan mezun olanlarla kalkınma olmaz ve ülke yönetilemez. Öğrenciliğim dahil 50 yıl üniversitede bulundum, hiç bu kadar endişe duymadım. Bir ülkenin en büyük zenginliği yetişmiş insan gücüdür, bunu asla unutmayalım.

Prof. Dr. Osman İnci
Eski Trakya Üniversitesi rektörü
CUMHURİYET


1- Nüket Örnek Büken, Türkiye örneğinde akademik dünya ve akademik etik Hacettepe Tıp Dergisi2006,37:164
2- Osman İnci, Susturulan Akademya,2012, Bellek yayınları, Edirne  


İşte kaos plânı! Uyuma Türkiye! - Arslan BULUT

Emniyet istihbaratın eski daire başkanı Sabri Uzun, Habertürk'te Didem Arslan Yılmaz'ın programında "2012 yılında Pakistanlı bir görevli, 'Biz ABD'nin organizasyonu ile Afganistan'a müdahale ettik. Sonuçta 5.5 milyon Afgan ülkemize göç etti. Şimdi onlara biz bakıyoruz. Türkiye'nin de Suriye'ye müdahalesi söz konusu. Yetkililerinizi uyarın. Siz de aynı sorun ile karşı karşıya kalırsınız. Gelen göçmenler ülkenizde kalır' demişti" diye bir açıklama yaptı.

Bu sütunu takip edenler hatırlayacaktır; Aynı uyarıyı 2012 yılından itibaren defalarca ve alenen yaptım! 6 Mart 2012'de, "Afet İşleri Genel Müdürlüğü'nün 1.5 milyon çadır siparişi verdiğine dair haberler var. Suriye sınırında kurulacak yeni çadır kentler için mi bu kadar çadır lazım? " diye sordum.
 "1.5 milyon çadır sipariş etmek, çadırda barınacak 4-5 milyon kişi olacağını öngörmek demektir... Türkiye'yi yöneten siyasi irade, böyle bir akın olacağını bilerek ona göre mi çadır sipariş etti?" diyerek konuyu televizyon programlarında da anlattım...Sonuçta Türkiye'nin de 4.5 milyon Suriyeli kaçkını oldu!

                                                            ***
2011'in Eylül ayında ise Foreign Policy, Suriye'den Türkiye'ye geçen muhaliflerin Türkiye'de eğitildiğini videolar ile göstermişti. Bu yönde bir haber, AKP gençlik kolları kaynaklarından bana da gelmişti. Bana gelen bilgi, Türkiye'nin 30 şehrinde Suriyeli muhalifleri eğitmek için 10 biner kişilik kamplar kurulmakta olduğu şeklindeydi. Şimdi onlara devletin ajansında, "milli ordu bileşenleri" deniliyor.
Üstelik 4.5 milyon Suriyeli yetmezmiş gibi bir de İran üzerinden geçerek gelen Afgan kaçkınlar var. Bu da bir plânlamanın eseri... Üstelik bu bir analiz değil doğrudan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun açıkladığı bir bilgi...

Edirne'de, 29 Mayıs 2018 günü, düzenlenen "Sınır Güvenliği ve İşbirliği" konferansında konuşan Soylu, "Afgan mülteciler Türkiye'ye ilk gelmeye başladıklarında, önce 'Tahran bir oyun mu oynuyor?' diye düşündük" diyen Soylu Türkiye'de ABD Büyükelçiliği görevini yaparken Afganistan'a atanan John Bass'ı suçladı ve aynen şu ifadeleri kullandı:
"Sonra baktık rota doğrudan Afganistan'dan oluşturuluyor. Bizim burada başımıza bela olan bir büyükelçi şimdi ABD'nin Afganistan Büyükelçisi oldu. Orada yine bir takım şeyler karıştırıyor. Uyuşturucu konusunda da doğudan batıya doğal maddelerden yapılmış uyuşturucu trafiği var. Afganistan kaynaklı. Bu uyuşturucu meselesini kim tetikliyor? Biraz önce bahsettiğim göçü kim tetikliyorsa, uyuşturucu trafiğini tetikleyen güç de odur..."
                                                            ***

Süleyman Soylu, 26 Ekim 2018 günü de Kocaeli'de şu açıklamayı yapmıştı:
"Düzensiz göç ve terör örgütleri arasında simbiyotik bir ilişki var. Düzensiz göç kafilesi bir yere kadar DEAŞ tarafından getiriliyor, oraya ödeme yapıyorlar, oradan PYD/PKK alıyor, ona ödeme yapıyorlar, oradan başka aracı çeteler alıyor ve bu silsile gidebildiği yere kadar gidiyor."

Türkiye'yi de kullanarak Suriye'yi ve Libya'yı parçalayan ve 4.5 milyon Suriyeli ile yüz binlerce Afgan'ın Türkiye'ye göç etmesini sağlayan asıl güç kimdir? Taliban'ın, El Kaide'nin, IŞİD'in organizatörü ve PYD/YPG'nin koruyucusu ABD değil mi?
Türkiye'ye gönderilen Afganlar ve Suriyeliler çoğunlukla hep genç insanlar!
Kısacası Türkiye'nin sadece nüfus yapısını değiştirmiyorlar; Afganistan ve Suriye'de oynadıkları oyunlarla Türkiye'yi de Afganistanlaştırmak veya Suriyeleştirmek için hazırlık yapıyorlar! Kaos plânı budur!

Türkiye'ye plânlı, projeli bir göç düzenlendiğini resmen İçişleri Bakanı söylüyor ama aynı iktidar bir taraftan da "Andımız" ile birlikte "Türkçe ezan" tartışması yaptırıyor! Uyuma Türkiye!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

23 Kasım 2018 Cuma

Cumhuriyetle ve dinle barışmak - ÖZDEMİR İNCE

29 Ekim 2018 sabahı, bir partinin genel başkanının televizyonda şöyle dediğini duydum: “Kimilerini dinle, kimilerini Cumhuriyetle bir türlü barıştıramadık!” Başta kendisi ve düz mantıklı vatandaşlarımız, kim bilir ne çok anlamlı bulmuşlardır bu anlamsız cümleyi.

Cümle anlamsız, çünkü: Parti genel başkanı Sünni Müslüman vatandaşlarımızı işaret ediyor ama bu memlekette Hıristiyanlar, Museviler, Şiiler, Aleviler, ateistler, teistler ve daha niceleri yaşamakta. Sünni İslamcılar dışında kalan inanç sahiplerinin, bazı çok istisnalar dışında, Cumhuriyete küs olduklarını düşünmek mümkün mü? 
Cumhuriyetçi Müslümanlar, Hıristiyanlar, Museviler, Şiiler, Aleviler, ateistler, teistler neden dinleriyle, başkalarının inançlarıyla barışık olmasınlar. Demokratik ülkelerde bunun aksi düşünülemez.
***

Sorun Demokrat Cumhuriyetçilerde, Cumhuriyetçi Demokratlarda değil; tamamı başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin niteliklerine ve anayasanın ilk dört maddesine inanırlar, bağlıdırlar ve saygı duyarlar. Anayasa ve yasaların bağlamları içinde her din ve inanca saygılıdırlar. Dinde inanç ayrımı yapmadıkları gibi etnisite ve cins ayrımcılığı da yapmazlar. Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde uyumlu ve saygın (muteber) insanlardır.
***

Gelelim İslamcı ve köktendinci Müslümanlara: Sadece Türkiye’de değil dünyanın hiçbir yerinde uyumlu ve saygın insan değildirler. Kendi tanıklıklarımla ve kanıtlarıyla biliyorum.Yazılarım yüzünden İslamcı basın, İslamcı ve köktendinci bireyler tarafından hedef gösterildim ve ölümle tehdit edildim.



Hepimizin önünde AKP ve R. T. Erdoğan örneği var. Türkiye’nin selameti için “dinle barışık olma” zorunluluğunu ancak bir radikal dinci söyler. Anayasanın 24 ve 25. maddeleri özgürlük ve bağımsızlığın tek güvencesidir. Ama biliyoruz ki, Başyüce’nin devr-i saltanatında artık ne hükümet ne de anayasa güvencedir; dahası anayasanın bile güvenliği tehlikededir. Ama buna karşın, anayasanın 24 ve 25. maddelerini okumak zorundayız:
***
VI. Din ve vicdan hürriyeti 
MADDE 24. - Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 
14. üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir. 
Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. 
Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.VII. Düşünce ve kanaat hürriyeti 
MADDE 25. - Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.


***

AKP ve seçmenleri saygı ve sevgi duymasalar da laik nitelikli ama demokrasisi çok yaralı bir ülkede yaşıyoruz. Laiklik, birey ve toplumu dinin baskı, saldırı ve zulmüne karşı korumak amacıyla icat edilmiştir. Laiklik, kamusal hayatta dinleri sınırlar; sınırlamak zorundadır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimi laiktir; AKP istese de teokratik (dine dayalı yönetim biçimi) değildir. İsteyen mümin, özel hayatında dinin baskı, saldırı ve zulmüne katlanır. Kendi bileceği iştir. Ancak, bireysel ve kamusal hayatta dinin belirleyıci olmasına katlanmayanlara, dinin ve radikal dindarların gücenmek ve küsmek gibi hak ve özgürlüğü bulunmamaktadır.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Krizin bazı istatistikleri - KORKUT BORATAV

Mayıs’tan bu yana kriz istatistiklerini inceliyor; tartışıyoruz.

Süreç, üç aşamadan geçti. 
İlk aşama, krizin ön-koşullarını oluşturdu; 2017’nin tümünü ve 2018’in ilk üç ayını  kapsadı. AKP bir seçim ekonomisinin malî ve parasal araçlarını sonuna kadar kullandı. Reel ekonomi (üretim, istihdam, gelirler) büyüdü; ısındı. Yüksek tempolu sermaye girişleri dış kırılganlıkları ağırlaştırdı; “finansal balon” oluştu; şişti.
  
İkinci aşama Mart’ta, dış kaynak hareketlerinde gerileme ile başladı. Ekonomi hızla döviz krizine girdi; finansal piyasalardaki gerilimler reel ekonomiye taşındı. 

Üçüncü aşamaya Ağustos’ta girildi. Ekonomi dış dünyaya kaynak aktarmaya ve küçülmeye başladı. Emperyalist sistemin çevresine özgü bir ekonomik bunalıma girildi: Finans kapital, “balonlaşma” döneminde  birikmiş alacaklarını, ekonomiyi küçülterek tahsil etmeye başlayacaktır. Yeterince topladıktan, kalanları güvenceye aldıktan sonra “muslukları” yeniden açacaktır.  Ekonominin yeniden büyümeye başlaması ise zaman alacaktır. 

 Bu süreçte ekonominin dışsal bağlantıları öne çıktı. Bunları aşağıdaki tabloda kırılganlık göstergeleri aracılığıyla izleyelim.

2016 sonu (sütun 1), dış kırılganlıkların kronik ve “olağan” boyutlarını temsil etmektedir.  2017 ve Mart 2018 (sütun 2 ve 3) ekonominin ısınma, finansal sistemin “balonlaşma” dönemidir. 2018 Eylül (sütun 4), döviz krizinin ekonomik bunalıma dönüşmesini yansıtıyor. 

Reel ekonomideki bunalımın istatistiklerini daha sonra tartışırız.

Dış kırılganlıklar artarken 
Kronik dış kırılganlıklar Aralık 2016-2017 arasında, giderek Mart 2018’e kadar kesintisiz tırmandı.  Bu üç tarihteki göstergelerin seyrini gözden geçirelim.

Cari açığın millî gelire oranı (yüzdeler olarak): 3,8→ 5,6 → 7,8… Mart 2018’de 12 aylık cari işlem açığı 55,3 milyar dolardır.  “Yükselen piyasa ekonomileri” içinde Türkiye ilk sıradadır. 

Not: Dolarlı milli gelirde IMF; dolar kurunda BIS verileri. Cari denge, son on iki ayın toplamıdır. (*) Haziran 2018. (**) Ağustos 2018

Dış borçlar / millî gelir oranı da (%46,9 → %53,5 → %65,4) sürekli artmış; Mart 2018’de kritik yüzde 50’lik eşiği çok geride bırakmıştır. Kısa vadeli dış borçların toplam borçlarda ve millî gelirdeki payları da kesintisiz yükselmektedir (satır 2, 3, 4).

Olası bir kriz ortamında yabancı sermaye için önemli bir güvence kısa vadeli dış borçların Merkez Bankası rezervlerine oranıdır ve kritik eşik yüzde 100’dür. Türkiye’de bu eşik 2016’da aşılmış; hızla yükselerek Mart 2018’de %145’e  ulaşmıştır. 

Dış borcun, yaklaşık %70’i özel sektöre aittir. Döviz geliri olmayan şirketlerin döviz borçları önemli riskler içerir. 1994 ve 2001’de bankaları da sürükleyen çöküntüler hatırlanmaktadır. Şirketlerin döviz varlıkları ile döviz borçları arasındaki makas (“döviz durumu”, satır 6) bu nedenle izlenir. On beş ay boyunca bu açığın millî gelire  oranı da (yüzde olarak) kesintisiz yükselmiştir:  -23,8 → -25,1 → -31,1… 

Önümüzdeki on iki ayda vadesi gelen dış borçlara aynı dönem için öngörülen cari açığı ekleyiniz. Yakın gelecekte ekonominin dış finansman gereksinimi  (satır 7) elde edilir. Bu toplamın dolarlı millî gelire oranı da bir başka dışsal kırılganlığı yansıtır ve Mart 2018’e kadar kesintisiz artış gözlenmektedir: %26,7 → %30,5 → %33,3... 

Balonlaşmanın beslenmesi, yansıması
Ekonominin kronik dış bağımlılığı geçmişin mirasıdır; AKP’li yıllarda da iniş-çıkışlı bir süreç içinde artmıştır. Örneğin 2003-2007’de coşkulu sermaye girişlerinin beslediği canlanma, 2008 sonunda çöktü; kriz patlak verdi. Öncelikle kısa vadeli dış krediler tahsil edildi; dış borç stoku aşağı çekildi. Ekonomi on iki ay boyunca küçülerek finans kapitale kaynak aktardı. 2010-2014’te dış kaynak muslukları yeniden açıldı; önceki kırılganlıklar aşıldı. 

2016’yı izleyen on dört ayda  sermaye hareketleri canlandı. Institute of International Finance, “yükselen piyasa ekonomileri”ne finansal akımların 2017’de 262 milyar dolar arttığın belirledi. Türkiye artıştan önemlice pay aldı; 2017’de 49 milyar dolar yabancı sermaye girişinden yararlandı. Bir önceki yıl göre %44 artış… Bu ivme Ocak-Şubat 2018’de de süregeldi: 12 ay öncesine göre dış kaynak girişleri %76 arttı.

Mart sonrasında oluşacak krizin ana sorumlusu da böylece belirleniyor: Dış kırılganlıkları on beş ay içinde sürdürülemez düzeye çıkaran finans kapital… 

“Balonlaşma” ile finansal sistemde, riskleri besleyen, olağanı aşan şişme   kastedilir. Türkiye gibi dış bağımlılık (örneğin yüksek cari açıklar) taşıyan çevre ekonomilerinde önce döviz piyasalarına yansır. 

Buralarda “işler yolunda gidiyor mu?” sorusu, döviz kuru hareketlerine bakılarak yanıtlanır. “Ucuzlayan döviz” ortamı, dış kaynak girişlerinin cari açığı fazlasıyla aştığı zamanlarda gözlenir. İç talep, dış ve iç dengesizlikler zorlanmadan canlanır. Yüksek yabancı sermaye girişleri koşullarında “pahalılaşan döviz” ise “finansal balonlaşma”ya işaret eder. 

2016 sonu-Mart 2018 dönemi bu son özellikleri taşıyor (satır 8): İlk 12 ayda nominal dolar kuru yüzde 20’yi aşkın bir tempoda yükselmiştir. Sonuç, 2017’de T.C.  devlet tahvili üzerinden sağlanan dolar cinsi sıcak para (“arbitraj”) getirilerinin yüzde 4’ün altına inmesi olmuştur. Sonraki üç ayda  doların değerlenmesi sürmüştür. Hisse senetlerine, tahvillere para bağlamış olan spekülatör finans kapital için ideal ortam, dövizin değil, yerli paranın değerlenmesidir.

Bank of International Settlements (BIS) ülkeler-arası nominal ve reel döviz hareketlerini izler. Bu verilere göre 2016 sonu ile Mart 2018  arasında yükselen piyasa ekonomileri içinde dolar fiyatı yüzde 25’i aşan iki ülke vardır: Türkiye ve Arjantin… Yılın ikinci yarısında finansal krize adaylıklarını böylece peşinen ilan etmişlerdir. 

Aynı dönemde Türkiye’de reel döviz kuru da yükselmiş; döviz fiyatlarının enflasyondan hızlı arttığı belirlenmiş; enflasyon beklentileri de yukarı çekilmiştir. Finansal sistem için ek bir tedirginlik kaynağı… 

Kriz istatistikleri: Ülke yoksullaşır; kırılganlıklar hafifler… 
Finans balonları bazen krize yol açmadan (“patlamadan”)  hava kaçırır; geçiştirilir. Türkiye’de ise balonlaşmanın sürdürülemeyeceği, patlayacağı Mart 2018 sonrasında ortaya çıktı. Nedeni, dış kaynak musluklarının kısılmasıdır. 

FED’den kaynaklanan likidite daralması, Şubat 2018’de Batı borsalarında sert düşüşler ile yeni bir ivme kazandı. “Güney” coğrafyasından fon çıkışları gündeme geldi.

Hangi ülkelerden? 

Birkaç yıldan beri, finans uzmanları “yükselen piyasaların kırılganları” listeleri hazırlamaktadır. Bizim tablodaki kırılganlık göstergeleri ve benzerleri sürekli gözlem altındadır.   Türkiye bu listelerin demirbaş üyesidir. 

Yüksek kırılganlık, hem yüksek getiri, hem yüksek risk demektir. Kırılganlıkların “sürdürülemezliği” algılandığı anda, “çıkış kararı” alınır. Algılama gerçek olur; sermaye çıkışları, krizi tetikler.  

Türkiye bu olguyla önce Mart’ta karşılaştı; dış kaynak girişleri önce yavaşladı; Ağustos ve Eylül’de “net çıkışlar” gerçekleşti. Tablonun son sütunu, krizi yansıtan göstergeleri Eylül 2018’e kadar taşımaktadır. Altı ayda dolar kurundaki %44’lük sıçrama, döviz krizinin zirve noktasıdır ve  tüm öğeleriyle bunalıma girildiğini gösterir.

Bu tür krizlerin bir işlevi, sürdürülmesi imkânsız dış kırılganlıkları hafifletmektir. Net çıkış, dış alacakların tahsili anlamına gelir. Bu tahsilat bir yandan ekonomiyi küçültür; toplumu yoksullaştırır; bir yandan kırılganlıkları hafifletir. 

Tablodaki örneklere göz atalım.
Döviz pahalılaştığı ve ekonomi durgunlaştığı için dolarlı milli gelirin 2018’de yüzde 16 düşeceği öngörüldü. Kriz, Ağustos-Eylül’de iç talebi çökerttiği için ekonomi cari fazla verdi. Bu iki etken cari açık / millî gelir oranını 1,3 puan aşağı çekti (sütun 4, satır 1). Bu kırılganlık göstergesini hafifleten, yoksullaşma ve döviz krizi oldu. 

Dış borçların millî gelire oranı Mart’ta yüzde 65,4’le zirveye oturduktan üç ay sonra 1,4 puan düştü; yüzde 64’e indi (sütun 4, satır 2). Dış kredilerin bir bölümü tahsil edildi. Sıcak para getirilerinin döviz karşılığı ödendi; TL’nin değer kaybı bunların dolar toplamını da aşındırdı. Sonuçta dış borç stoku 10 milyar dolar azaldı. Ağustos-Eylül ödemeler dengesi tablolarına bakınız: Borç ödemeleri, cari işlem fazlası ve rezervlerden yapılmıştır. Küçülerek ve “sermayeden yiyerek” finans sermayesine kaynak aktarımı…

Bu işlemler, 12 içinde vadesi gelen dış borç toplamını da 6 milyar dolar düşürdü. Bu “katkıya” cari açığın daralmasını da ekleyin; yakın geleceğin dış finansman gereği (göreli olarak) 2,2 puan hafifler (sütün 4, satır 7). Kısa  vadeli dış borç stoku da Mart-Eylül arasında azaldı; millî gelire oranı 0,7 puan indi (Sütun 4, satır 3). Toplam dış borçlarda kısa vadelilerin payında ise değişme yoktur. 

Döviz borçlusu şirketler Mart sonrasında piyasalardan can havliyle dolar toplamaya başladılar. Hem döviz krizine katkı yaptılar, hem de döviz açıklarını  beş ayda 7 milyar dolar azalttılar. Bu açığın millî gelire oranı da 0,9 puan aşağı çekildi (sütun 4, satır 6). 

Kıssadan hisse
Dış kırılganlıkların hafiflemesine niçin  sevinemiyoruz? 
Zira, kırılganlıkların “hafiflemesi”, emperyalist sisteme net kaynak aktarımı ve reel ekonomide (üretimde, istihdamda, tüketimde, gelirlerde) somut kayıplar sayesinde mümkün oluyor.

Bu maliyetler, dış bağımlılığa son verecek midir? 

Eylül 2018’deki göstergeler, 2016 ve 2017 değerlerinin çok daha üzerindedir. Demek oluyor ki, ekonominin önceki (ve esasen yüksek olan) kırılgan konumuna dönebilmesi için bu tür maliyetlerin bir süre daha devam etmesi  gerekecek. 
Finans kapital kaynak aktarımını ve finansal güvenceleri daha erken bir tarihte yeterli bulur ve muslukları açarsa, ekonomi “yeni olağan hayata”, 2016’ya göre çok daha bağımlı bir konumda geçecektir.

Krize rağmen düzelmeyen tek kırılganlık göstergesine de dikkat çekelim: Kısa vadeli kredilerin rezervlere oranı… Altı ayda 34 puan artış… (Bk. sütun 4, satır 6).  Nedeni Mart-Eylül arasında TCMB rezervlerinde 20 milyar dolarlık erimedir. Yukarıdaki teşhisi tekrarlayayım:Sermayeden yiyerek finans sermayesine kaynak aktarımı… 

Kıssadan hisse  nedir? 
Krizin ana sorumlusu, maliyetini de üstlenmeli; finans kapitale kaynak aktarımına izin verilmemelidir. 

Korkut Boratav / SOL

Sağ’ın saklı sayfası: Mücadeleciler - NAZIM ALPMAN

Türkiye’nin yakın tarihi büyük kara deliklerle doludur. Bilinmediği için de gizli saklı varlığını koruyabildi. Sorgulamak hep solculara düştü. Türk sağı ne araştırdı ne sorguladı, ne de bir özeleştiri yaptı.

Sağın tarihi ve tarihteki rolünü araştırmak hep sola düştü.
Sağ cenah içinden yazılanlar “avcı hikayelerini” aşamadı.
Türk sağı içinde çok önemli bir yere sahip olan “Mücadele Birliği” ya da “Mücadeleciler” adlarıyla anılan siyasi hareket üzerine de 2018’e kadar yapılmış tek yayın yoktu.

Karadeniz Teknik Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Ekin Kadir Selçuk’un doktora tezi olan çalışması “MÜCADELECİLER” adıyla kitaplaştırılıp İletişim Yayınları arasından okurlara ulaşmasaydı hâlâ da olmayacaktı.

Mücadeleciler arasında bulunan bazı isimleri sayarsak hareketin önemi kendiliğinden ortaya çıkar: Aykut Edipali, Taha Akyol, Cemil Çiçek, Hüseyin Gülerce, Melih Gökçek, Halil Şıvgın, Mehmet Taşdiken, Yavuz Arslanargun, İrfan Küçükköy…

Ekin Kadir Selçuk iki yıla yayılan bir saha çalışması ile hareketin önde gelen isimleriyle yüz-yüze görüşmeler yapmış. Süreli yayınlarını taramış. Mücadelecilerin kendi yayınladıkları “teorik” kitapları okumuş.
Görüşmelerinde tarihe ışık tutacak bilgileri çalışmasına eklemiş. Bunlardan biri de 16 Şubat 1969 Pazar günü Taksim’de yaşanan ve tarihe “Kanlı Pazar” adıyla geçen olaylara ilişkin.

Selçuk’un kitabının 49. Sayfasından devam edelim:
“Amerikan Altıncı Filosu’nu protesto etmek için devrimci öğrenciler ve işçi örgütleri tarafından Taksim’de bir miting yapılması planlanır. Dönemin sağcı gazeteleri olan Bugün ve Sabah’ta hafta boyunca miting aleyhinde yayın yapılır. Neticesinde 16 Şubat 1969 Pazar günü Altıncı Filo’yu protesto eden öğrenci ve işçilere sağcı kitle saldırır. Olaylar sonunda iki kişi bıçaklanarak öldürülür.”

Olaylar sırasında Mücadeleciler’in kurucularından Yavuz Arslanargun da oradadır. Arslanargun bu tarihi olayın ince detaylarını Ekin Kadir Selçuk’a bütün samimiyetiyle anlatıyor: “Bütün sol gruplar Taksim’e çıktı. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) içinde organize olan gruplar talebeyi ve halkı koruyacak şekilde organize olmamıştı. Ben Abdülkadir Karaoğlu ile birlikte ne olup bittiğini gözlemlemek için Taksim’e gittim. Olay tehlikeli boyut ifade ediyordu. Bütün Müslümanlar toplanmışlar, sakallı namaz kılan tertemiz insanlar Taksim Gezi Parkının merdivenlerinin üst tarafında… Teknik Üniversitesi öğrencileri de Alman Konsolosluğu’nun oradan geliyorlar. Araya toplum polisi dizilmiş… Askeri araçlardan halka moral bozucu şekilde parmak sallanıyor. Ben mesuliyet taşıyan biri olarak elime MTTB megafonunu aldım, arkadaşlar bu iş böyle olmaz dedim. Kendimizi koruyalım dedim. Megafonla ‘Yaşasın Ordu, Kahrolsun Komünistler’ diye bağırıyorum.”

Arslanargun her şeyi gayet güzel “izah” ediyor. ABD donanmasını protesto etmek isteyen devrimci öğrenciler ve işçiler Taksim Meydanı’na çıkıyorlar. Merdivenler üzerinde bulunan sağcı, Müslüman, tertemiz, garip ne kavga etmeyi bilir ne de yumruk sallamayı… Bu ifadeler de Arslanargun’a ait. Devamını da şöyle getiriyor:
“Bir anda bizim grubun içinden de sopalar ortaya çıktı. Biz merdivenlerden solcuların üzerine düştük!!!”
Saldırma yok düşme var!
Bu “düşme” esnasında solculardan iki kişi bıçak darbeleriyle ölür!!!
Sağcılığın özünde var olan ABD sevgisi 1960’ların sonunda böyle tezahür ediyordu.

Mücadeleciler adlı önemli çalışma sağın saklı sayfalarını da gün yüzüne çıkarıyor.

Nazım Alpman / BİRGÜN

Siyasal İslamın momentum korkusu - Ergin Yıldızoğlu

Yerel seçimlere doğru yine garip şeyler oluyor: Andımız tartışması, buna eklenen  Mehmet Akif, şuydu buydu, Diyanet İşleri Başkanı’nın, “keşke Yunan kazansaydı” gibi hezeyanlarıyla bilinen fesli tipe ziyareti... Derken yeni bir tutuklama dalgasıyla “Gezi Olayları” bir kez daha ısıtılıp, Osman Kavala üzerinden servis edildi. 

Osman Kavala, bir yılı aşkın bir süredir hapisteydi, hâlâ ortada bir iddianame yoktu. Rivayetler ise boldu... Geçenlerde Osman Kavala ile ilişkili oldukları iddiasıyla, 14 STK üyesi, akademisyen gözaltına alındı. Sonra biri hariç serbest bırakıldılar. Serbest bırakılmayan, “içeriği belirlenemeyen bir toplantıya katılmıştı”. Diğer bir deyişle, Kavala gibi onun da, aslında neyle suçlandığı belli değildi... 

Bu garipliklere, Cumhurbaşkanı, partisinin grup toplantısında açıklık getirdi. “O kişi”... “Gezi Parkı olaylarını yapanların finansörüydü”, gözaltına alınanlar da onun işbirlikçileri. Bunların “gündeminde Türkiye’yi karıştırmak”... “Ülkeyi bölmek” vardı. 

AKP liderliğinin, projesine direnenleri Türkiye’yi karıştırmakla, darbecilikle suçlama eğilimini biliyoruz. Yargının ne kadar bağımsız olduğunu da... Ancak, bu kadar ağır suçlamalar söz konusu olunca, ortada bazı kanıtların ve bir iddianamenin olması da gerekmez mi? 

Gerçekten de çok garip bir durum var. Seçimlere giderken, bir taraftan eski defterler açılıyor, diğer taraftan, bugüne kadar sol-laik Cumhuriyetçi kesimin, siyasal İslamı betimlemek için kullandığı, gerici, irticacı, çağdışı gibi kavramlar siyasal İslam adına edinilmeye, muhaliflere karşı kullanılmaya çalışılıyor. Dahası liderlik, hem kendi taraftarlarını hem de muhalefeti sürekli tehdit ediyor. 

Tüm bunlar, medyanın neredeyse tamamını kontrol eden, Güçler Ayrılığı, Meclis soruşturması filan gibi ayrıntılardan kurtulmuş, kısacası “ne istersem onu yaparım, beğenmezsem kayyım atarım” havasında, kendinden ve geleceğinden emin bir yönetimden beklenecek şeyler değil. Öyleyse, tüm bunlar -Emre Kongar hocamızın salı günkü yazısından ödünç alırsam-“iktidarın hangi çıkmazını ve açmazını simgeliyor?” 
 
AKP liderliğinin acı gerçeği... 
Gelin biz de, siyasal İslamın liderliğine uyup, eski defterleri karıştıralım. 2010 bu liderlik için ne kadar muhteşem bir tarihsel eşikti. O yıl referandumda, siyasal İslam, liberal “yetmez ama evet” sayesinde “evet” oyu aldı. Ancak, bu zafer hem bir şeyin başlangıcı hem de bir başka şeyin sonuydu. 

Bir şeyin başlangıcıydı, çünkü artık siyasal İslam, “toplumsal mühendislik projesinin” önündeki engellerden, devletin, denetleme ve dengeleme araçlarından kurtuluyordu. Şimdi, tek adam rejimine, totaliter devlet biçimine doğru ilerleyişi hızlanabilirdi. 

Bir şeyin sonuydu, çünkü bu “zafer”, siyasal İslamın hegemonya kurma sürecine rıza alma kapasitesinin ulaşabildiği en yüksek noktaydı. Bundan sonra artık hegemonya sürecinde toplumdan alınan rıza giderek eriyecek, süreci ilerletmek için daha fazla baskı, denetim, yalan-dolan, hile, daha fazla risk almayı kabullenmek gerekecekti. 
“Gezi Olayı” bu gerçeğin siyasal İslamın liderliğinin kafasına denk ettiği andır. Artık toplumun en az yüzde ellisini ikna etmek, siyasal İslamın bütünsel bir kültürel egemenliğini kurmak olanaklı değildir. Bu konuda, geçmişte çok etkili bir  “trasformismo” işleviyle muhalefetin direncini kıran bağlaşıkları da zaten siyasal İslamı terk etmeye başlamıştır. 
 
Cennetten kovuldular... 
AKP’nin elinden, tek başına hükümet kurma olanağını alan 2015 Haziran seçimleri, bu gerileme sürecinin boyutlarını ve hızını gösteriyordu. Bu nedenle toplumda muhalefete yönelik, fiziki ve simgesel şiddetin dozu aniden arttı. Bombalı katliamlar, kentlere giren tanklarla “hendek operasyonları”, darbe girişimleri, yüz binlerce insanı etkileyen tasfiyeler, tutuklamalar... 

2017 Nisan referandumu, 2018 Haziran seçimleri bu bağlamda iki şeyi doğruladılar: Birincisi, bundan sonra, siyasal İslamın partisi ve liderliği, serbest ve adil bir ortamda yapılacak seçimleri asla kazanamayacaktır. İkincisi rıza alma kapasitesi gerilemeye devam ettikçe, siyasal İslam, toplumun çoğunluğunu oluşturan kesime yönelik baskı ve şiddetin dozunu artırmak zorunda kalacaktır. 

AKP liderliği, projesini ilerletme sürecinin momentumunun, bir daha tamir edilemez biçimde kırıldığını, bundan sonra ilerleyebilmek için muhalefetin sesini tamamen kısmaya, kendi hareketi içindeki çatlak sesleri hemen bastırmaya çalışmaktan başka bir seçeneği kalmadığını biliyor. 

AKP liderliği, artık “cennetten kovulduğunun”, bir gerileme sürecinin başladığının giderek daha çok ayırdına varıyor; “sakın, tarihin akışı içinde esas parantez bizim rejim olmasın” sorusu aklına geldikçe dehşete düşüyor. 

Aslına kendi tarihini betimleyen “gericilik, çağdışılık, irtica” kavramlarını muhalefete karşı kullanma çabasıysa mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya benziyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Mehmet Akif’in oğlunu kim öldürdü? - Barış Terkoğlu

Bu kadarını tahmin edemezdim.  Mehmet Akif meselesinden söz ediyorum. Siyasal İslamcıların Akif nefretini nasıl ilmek ilmek ördüğünü anlatmıştım. Sokağa atmaya varacağını düşünmemiştim. 

Şöyle anlatayım... 
Akif, ilk Meclis’te Burdur vekiliydi. Bu vesileyle 6 sene önce bir adım atıldı. Akif’in şehirde kaldığı söylenen Çelikbaşlar Konağı restore edildi. “Mehmet Akif Ersoy Kültür Evi”ne dönüştürülen bina, küçük bir müzeye çevrildi. Bazı mektup ve evrakların yanı sıra, Akif’in bir de silikon heykeli sergileniyordu. 
Geçmiş zaman kullanıyorum çünkü yakında bir gelişme oldu.
 
Son seçimde AKP’den milletvekili aday adayı olan eski vali Şerif Yılmaz bir karar verdi. Kültür Evi’nin boşaltılmasını istedi. Artık İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Hizmet Binası olarak kullanılacaktı. Karardan sonra, sergilenen eşyaların ne olacağı endişesi başladı. Neyse ki şehirdeki üniversite devreye girdi. Her şey okula getirildi. Böylece sokağa düşmekten, bodruma atılıp küflenmekten kurtuldu. 

Mehmet Akif’in mirası olan Sebilürreşad Dergisi’nin bugünkü yöneticisi Fatih Bayhan’ı arayarak Burdur’daki durumu sordum. Gözleriyle gördüğü olayı doğruladı. İçlerinin acıdığını söyleyen Bayhan, konuyu ilgililere ulaştırmak için çabaladıklarını, ancak sonuç alamadıklarını anlattı. Burdur’daki Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi’nde konuştuğum kaynaklar ise eşyaların okulda muhafaza edildiğini kabul etti. Herhangi bir zarar gelmediğini de söyledi.
[Haber görseli]

Akif’in oğlunu sokağa attılar 
“Daha fazlası olamaz” diyorsunuz, biliyorum. Ben de yıllar önceki bir olaydan Rasim Cinisli’nin kitabı sayesinde haberdar oldum. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)’nin 1965 Mart’ı ile 1966 Kasım’ı arasında, yani İsmail Kahraman’dan hemen önce başkanlığını yapan Cinisli, “Bir Devrin Hafızası” adıyla anılarını geçen yıl çıkarmıştı. 

Malum, Akif karşıtlığının başını eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman çekiyordu. Akif’in torunu Selma Argon’a bile nahoş ifadeler kullanmaktan kaçınmamıştı. Cinisli’nin kitabında tartışmayı ilgilendiren bir kısım var. 

Yıl 1966... 
Tercüman gazetesi, Akif’in uyuşturucu bağımlısı oğlu Emin Ersoy’un bir gecekonduda harap halde yaşadığını haberleştirince, Cinisli ve arkadaşları harekete geçer. Emin Ersoy’u alıp, MTTB’nin spor salonunda bir odayı ona yuva yaparlar. Yatak, yorgan, üstüne kıyafet temin ederler. Düzgün bir şekilde beslenmesini sağlayarak, uyuşturucudan mümkün olduğunca uzak tutarlar. Ancak 1966 Kasım’ında Cinisli, MTTB seçimini kazanan İsmail Kahraman’a başkanlığı devrederek askere gider. 

Sonrasını kitaptan okuyalım: 
“Emin Bey, ben askerdeyken adresimi nereden bulduysa bir mektup yazmıştı. Benden sonra MTTB’den kovulduğunu, perişanlık içinde olduğunu ve beni çok özlediğini ifade ediyordu. Maalesef birkaç ay sonra da Tophane’de bir kış günü, açık bir kamyonun karoserinde donmuş olarak bulundu.” 

Sokakta yatıp kalkmaya başlayan Emin Ersoy’un ölüm tarihini gazeteler 24 Ocak 1967 olarak yazıyor. Ölümünden kısa süre önce solcu yazar Çetin Altan’ın kapısını çaresizce çalıp “siz ne münasip görürseniz” diyerek para istemesi, Altan’ın cüzdanındakileri vermesi yıllarca konuşuldu. Ancak Kahraman’ın yönetime gelince, Ersoy’u sokağa atıp donarak ölümünü hazırlaması nedense “bir sır” olarak kalmıştı.
 
Belki daha fazla bilgi alırım diye Cinisli’ye ulaştım. Kullandığı kelimeleri dikkatli seçen Cinisli, “benim söyleyeceklerim yazdıklarım kadar” dedi ve ekledi “oradan çıkanlar da sahibini buluyor”. Cinisli, Akif’in oğlunun İsmail Kahraman yönetimi tarafından kovulmasında, o dönem siyasi neden aramadığını söyledi. Yıllar önce aklına ilk geleni “içki içen bir insanı orada barındırmak istemedikleriiçin mi” ifadeleriyle açıkladı. 
Bir kısmı kitapta da var. Rasim Cinisli ile İsmail Kahraman arasında bugüne kadar uzanan derin bir ayrılık var. Cinisli’nin “ben milliyetçilikten bahsederken‘Müslüman olmak yetmiyor mu’ demiştir” sözleri, ipucu veriyor. Merak ettiğim, Emin Ersoy’un mektubunun akıbetiydi. Cinisli’nin kütüphanesinde, bir kitabın arasında olduğunu öğrendim. Yayımlanan anılarına bugüne kadar itiraz gelmemişti. Gelirse de yanıtını vermeye hazırdı.

Siyasal İslamda Akif sömürüsü 
Daha ne ekleyeyim... 
Mevcut Kültür Bakanı’nın Akif’in torununa 4 aydır randevu vermediğini mi? 
Her sene 27 Aralık’ta Akif’in mezarı başında yapılan anmaya, İstanbul’un valilerinin yıllardır inatla gelmemesini mi?

İsmail Kahraman başta olmak üzere, devleti yönetenlerin Akif’in hatırası için yapılan teklifleri geri çevirmesini mi? 

Kürsülerde Mehmet Akif nutukları atanlar ile Akif’in hatırasını ayaklarıyla ezenler aynı. Bütün sömürülerin üzerine bir de “Akif sömürüsü” eklendi. Akif’in oğlunun bedenini sokakta donduranlar, devlet mallarıyla zengin ettikleri oğullarının sıcacık ellerinden tutarken hiç utanmaz mı?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET