25 Kasım 2018 Pazar

İlah gözlerin! - Mine G. Kırıkkanat

Bir ülkeye demokrasi gelince mi toplum olgunlaşır, yoksa toplum olgunlaşınca mı demokrasi gelir?
Söz konusu olgunluktan, elbette siyasal ve sosyal uygarlığı içselleştirmek anlaşılmalıdır.
Türkiye’de oldum olası birinci şıkka abanıldı, toplumu demokrasinin olgunlaştıracağı; cahil halkın demokrasi sayesinde siyasal ve sosyal kültür kazanacağı sanıldı.
Bugün geldiğimiz noktada, dinci faşizme giden yolların demokrasi çıngarlarıyla döşendiği, hukukun üstünlüğünün bizzat o üstünlüğü savunmak için seçilmiş muktedirler ve muhteris iktidar pazarlamacıları tarafından yıkıldığına bakılırsa, yanılgı ortada:
Ham halkı demokrasi olgunlaştırmıyor.
Halkın demokratik kültüre hazır ve hazımlı olduğu yerde demokrasi kurulabiliyor.
Oysa cehaletin egemen olduğu topraklarda demokrasi, cahilin cahili seçmesi; seçilen cahilin iktidarda kalabilmek için seçeni cahil bırakması gerektiğini gayet iyi anlamasıyla halkını uygarlığa değil barbarlığa taşıyan bir rejime dönüşüyor. 

İşin kötüsü, mutlaka bir cart curt cuntasına yol açan demokratik yozlaşma, sözüm ona muhaliflerine de demokrasinin olmazsa olmazlarını; örneğin ifade özgürlüğünü, farklı düşünceye saygıyı, temel insan haklarını; hatta en basit beyin jimnastiği, kıyaslamak ve sonuç çıkarmak yetisini de unutturuyor...
***
26 Ekim’de CHP’li Hayrabolu Belediyesi’nin düzenleyip değerli meslektaşım Uğur Dündar’ın sunduğu Halk Arenası programında, siyasal İslamcıların 16 yıldır bitmeyen “mağduriyet” teranesini izleyenleri epeyce güldüren bir parodiyle hicvettim diye; tarihçesi kirli ve kanlı linçlerle dolu Yeni Akit gazetesinin başlattığı, en hafif deyimle iğrenç bir tetikçilik kampanyasının hedefine yerleştirildim. 

Tüm İslamcı medyanın, iktidara yakın olmaktan aldığı ucuz cesaret ve fütursuzlukla katıldığı linç kampanyası; TELE1’de yayımlanan 11 Kasım tarihli Türkiye’nin Yönü programında, “On yıl önce bu kadar sıkı Atatürkçü değildim. Ama yapılan hadsiz saldırı yoğunluğu karşısında bugün Atatürk ilahımdır, ona tapıyorum”  sözlerime yüklenen ve yükleyenin hem kendi alçaklığını, hem de güvendiği kitlenin cehaletini köpürttüğü “putperest” ithamıyla beslenen bir tehdid kampanyasına dönüştü. 

Oysa itham yalan değil, gerçek bile olsa kimseyi ilgilendirmezdi. İsteyenin istediğine inanmak ve tapmak özgürlüğü vardır, olmalıdır!

***
Bir aydır süren bu linç sırasında, bazıları ciddiye alınacak onlarca ölüm tehditi ve istisnasız hepsi çirkinliğim, yaşım ve cinselliğimle ilgili küfürlere maruz kaldım.
Hepsi hakkında suç duyurusunda bulundum. Ama hukukun kalmadığı yerde, elbette ki suç duyurusuyla da yetinmedim!

Pek çok medyatik linci suskunlukla geçirdiğim meslek yaşamımda ilk kez, uğradığım saldırıyı yabancı medyaya taşıdım.

Saldırganlar, Türkiye’nin yurtdışında tanınan birkaç gazetecisinden biri olduğumu unutmuşlar mıydı, 1994’ten beri çalıştığım yabancı medyada edindiğim yer ve dostlarımdan haberdar değiller miydi, bilmiyorum... 

Ama izleyenler, şahsımı hedef gösteren İslamcı basın ve böylesi vahşi bir tetikçiliğe sessiz kalan yandaş medyaya karşı, uluslararası medyadan aldığım desteği sanırım görmüşlerdir. 

Ne var ki bu süreçte beni en çok kıran ve umutsuzluğa sevkeden olgu; zaten değer vermediğim tetikçiler ve tehditçiler değil, sözde Atatürkçüler arasında “Şimdi sırası mıydı, halk mecazi laftan ne anlar, niye onların anlayacağı dilden konuşmuyorsun?”  diye eleştirenler oldu.
***
Çocuklar, kendisine “agucuk gugucuk” demekle yetinen kişiden konuşmayı öğrenemez. 100 kelimeyle konuştuğu için 100 kelimeyle düşünen insana da 100 kelimeyle hiçbir şey öğretemezsiniz! 3 bin kelimeyle konuşursanız, önce anlamaz, ama zamanla onun da düşünce ve konuşmasını, belki zenginleştirebilirsiniz. 

Beni Atatürk’e ilah dedim diye eleştirenlere soruyorum: Atatürk yerine “Erdoğan ilahımdır” deseydim, kimler tarafından linç edilir, kimler tarafından omuzlarda taşınırdım?

Cevabı sanırım herkes biliyor. 

Bilemeyen gafillere, Cemal Safi’nin “İlah Gözlerin” şiirini armağan ediyorum.
Cahilleri cahil bırakmakla görevli İslamcı medya, bu güzel şiiri ne yazık ki arabesk bir besteye güfte olmuş biçimiyle, AKP iktidarının maaşlı “akili”  OrhanGencebay’ın sesinden, taptıkları muktediri hayal ederek de dinleyebilir:
İlah Gözlerin
Medet bekliyorum vurduğu yerde
Oralı olmuyor siyah gözlerin.
Gönlümü dağlıyor gördüğü yerde
Kanıma susamış silah gözlerin.
Her yalan sözüne iftira ekler
Sayısız suçunu sırtıma yükler
Cenneti müjdeler ibadet bekler
Şeytanın taptığı ilah gözlerin.
Feryadım asılsız şikâyet değil
Laf değil söz değil rivayet değil
Yetim hakkı değil cinayet değil
Korktuğum en büyük günah gözlerin.CEMAL SAFİ

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Kaşıkçı cinayeti, “Gizli Dünya” ve gerçekler - TANER TİMUR

Sarah el Deeb’in, Kaşıkçı’nın dostlarından öğrendiğine göre, Suudi gazeteci İstanbul’u Arap muhaliflerin bir üssü haline getirmek istiyordu. Türkiye, ecdadının anavatanı idi ve “İstanbul’un zengin ve çok kültürlü bir merkez olduğu günlerdeki Osmanlı İmparatorluğu’nu yansıtıyordu”. Bu haliyle de Kaşıkçı’nın projesine son derece uygundu.

Bir söyleşisinde, John le Carré, “İstihbarat dünyasının en büyüleyici taraflarından biri”, diyordu, “Hizmet ettiği toplumun aynası olmasıdır. Eğer gerçekten ulusal psikolojiyi incelemek istiyorsanız, onu gizli dünyada arayın!”. Neredeyse iki ay oluyor, bu ülkede de herkes seferber olmuş, Kaşıkçı cinayetinin esrarını çözmeye çalışıyor: “Gizli dünya”da!

Suudi gazeteci, 2 Ekim 2018’de, İstanbul’da, ülkesinden gelen bir ekip tarafından vahşice öldürüldü. Oysa ortada ceset yoktu, aramalar başladı. Önce Konsolosluk binası araştırıldı; orada bir şey bulunamadı. Sonra Belgrad Ormanı tarandı; orada da bir şey yok! Bir ara Sultangazi’de bir otoparka terk edilmiş araca umutla koşuldu; yine düş kırıklığı! Suudi rezidansındaki su kuyusu, yeni boyanmış duvarlar, derken her şey incelendi; yok, yok, yok!

Oysa asıl aranması gereken, Kaşıkçı’nın kalıntılarından çok, bu cinayetin hangi gizli ilişkilere ışık tuttuğu değil miydi?

                                                            •••

“Gizli dünya”yı aydınlatmak bir romancı hayal gücünden çok, nesnel bir yaklaşım gerektiriyor. O halde biz de olayı tartışmaya iki nesnel tespitle başlayalım: 1) Cemal Kaşıkçı Suudi Arabistan vatandaşı idi; ABD’de gazetecilik yapıyordu ve Türkiye’de öldürüldü. Bu demektir ki olay, ilk planda, bu üç devleti ilgilendiriyor ve karşımıza uluslararası bir sorun olarak çıkıyor. 2) Kaşıkçı, siyasal bir cinayetin kurbanı oldu. Bu da bizi bir yandan Kaşıkçı’nın davasını, öte yandan da ilgili ülkelerin siyasal hesaplarını sorgulamaya götürüyor.

Önce Kaşıkçı’dan başlayalım. Gerçekten Cemal Kaşıkçı’nın davası neydi?

                                                            •••

Kaşıkçı’yı yakından tanıyanlar, onun başlangıçta radikal bir İslamcı olduğunu, fakat zamanla ılımlı bir İslam anlayışına yöneldiğini yazıyorlar. Yazarı olduğu Washington Post gazetesi de, Kaşıkçı’nın ölümünden sonra bu tezi destekler nitelikte bir yazı yayınladı. Yazı, bu yıl Nisan ayında, Denver Üniversitesi ile Washington’daki İslam ve Demokrasi Araştırma Merkezi’nin birlikte düzenledikleri toplantıda, Kaşıkçı’nın “baş-konuşmacı” olarak yaptığı sunuş idi.

Kaşıkçı, konuşmasına “Arap Baharı”yla başlıyor ve İslam’la demokrasinin bağdaşıp bağdaşmayacağını tartışıyordu. Ona göre, bu tartışma, Arap Baharı’nda “halkın, özellikle de bir kısmı selefîlerden oluşan gençlerin siyasi ve demokratik protestoları desteklemeleri ile” son bulmuştu. (WPost, 22 Ekim 2018). Arkadan gelen Mısır ve Tunus seçimleri de “Araplar demokrasiye hazır değiller” iddiasını çürütmüştü.

Oysa Suudi Arabistan yöneticileri bu kanıda değillerdi ve “mutlak monarşi”yi savunuyorlardı. Onlara göre, aslında Arap dünyasında demokratik bir özlem yoktu; bu nedenle de “Arap Baharı, İslamcılar ve Müslüman Kardeşler tarafından gasp edilmişti”. Mutlak monarşi yanlılarının bir kısmı da, Abdülhamid döneminde Arapları ayaklandırmaya çalışan reformist düşünür Abdurrahman Kavakibi’den esinlenerek, “müstebit’ül adl” (adil müstebit) tezini savunuyordu. Kaşıkçı ise bunlara katılmıyor ve Tunus örneğini veriyordu. Ona göre “Arap Baharı”, Arap dünyasını ikiye bölmüştü. Tunus, bazı Arap ülkelerine örnek olmalıyken, Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkelerde, “demokrasi”, Afganistan tipi iç kavgalara yol açacaktı. Bu üç ülkede “acil ihtiyaç, iyi yönetimden çok, ölümlere son verecek bir mekanizma bulmaktı”.

                                                            •••

Kaşıkçı, konuşmasında ayrıntılı bir demokrasi tanımı vermiyor ve “demokrasi derken, bunu, özgürlük, denge, hesap verme, saydamlık gibi değerlerle örtüşen genel anlamda kullanıyorum” diyordu. “Arap Baharı”nın başarısızlığı, umutları zayıflatmıştı; bu konuda Batı yardımını gerekli gören yazar, Trump’ın demokrasiye hiç ilgi duymadığını, hatta Macron’un bile “Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde büyük bir siyasal değişiklik olacağına inanmadığını” söylüyordu. Belki biraz da bu nedenle, Kaşıkçı, konuşmasında ülkesiyle bağları koparmıyor, “Prens Salman’ın Suudi Arabistan’da ciddi reformlara öncülük ettiğini” söylüyordu.“Bazı Suudi meslektaşlarım bana bunların desteklenmesi gerektiğini söylüyorlar; ben de destekliyorum” diyordu. Ayrıca makalelerinde siyasal İslam’ı övüyor ve son yazılarından birinde de (WPost, 28 Ağustos 2018) “eğer Müslüman ülkelerde bir çeşit demokrasi uygulanırsa, diyordu, vatandaşların önemli bir kısmı siyasal İslam partilerine oy verir”.

                                                            •••

Kaşıkçı’nın Arap dünyası ve demokrasi toplantısında sunduğu görüşler bunlardı. Oysa ölümünden sonra, AP Haber Ajansının Ortadoğu muhabiri Sarah el Deeb, yazar hakkında biraz farklı bir tablo çizdi. (21 Ekim 2018).

Sarah el Deeb’in, Kaşıkçı’nın dostlarından öğrendiğine göre, Suudi gazeteci İstanbul’u Arap muhaliflerin bir üssü haline getirmek istiyordu. Türkiye, ecdadının anavatanı idi ve “İstanbul’un zengin ve çok kültürlü bir merkez olduğu günlerdeki Osmanlı İmparatorluğu’nu yansıtıyordu”. Bu haliyle de Kaşıkçı’nın projesine son derece uygundu. Ülkede milyonlarca Arap göçmen vardı; Mısır askeri darbesinden kaçan binlerce Müslüman Kardeşler militanı İstanbul’a yerleşmişti. Bir sürü muhalif TV kanalı Türkiye’den yayın yapıyordu ve üye sayısı 800’ü bulan Arap Medya Derneği de İstanbul’u merkez seçmişti. Dernek üyelerinden biri, muhabire Kaşıkçı’nın derneğin danışmanları arasında olduğunu söylemişti.

Suudi infaz ekibi cinayeti biraz da sırtını ABD’ye dayayarak işlemişti. Suudi Arabistan petrol politikasıyla dünya ekonomisini sarsacak konumdaydı. Şimdi de “üstüme fazla gelmeyin; petrol fiyatlarını, 100, 200 dolara, hatta daha fazlasına çıkarırım” tehdidiyle piyasaları ürpertiyordu. Öte yandan da Salman’ın, ABD McKinsey şirketinin danışmanlığını yaptığı, 
4 trilyon dolar erişimli “2030 Vizyonu” tüm emperyal metropollerin ağzını sulandırıyordu.



Bu tabloya göre Kaşıkçı sadece bir yazar değil, aynı zamanda bir siyaset adamıydı. Bu sıfatla da Suudi iktidarı’nın hedefi haline gelmiş ve Prens Salman onu karalamak için bir “troll ordusu” kurmuştu. O da boş durmuyor, “Elektronik Arılar” adını verdiği kendi troll grubunu oluşturuyordu. N.Y. Times’in (20 Ekim 2018) yazdığına göre son tweetlerinden birinde de “Arılar geliyor!” demişti. Öyle anlaşılıyor ki hunharca öldürülmesine Washington Post’taki yazılarından çok siyasal kavgası neden olmuştu. Sarah el Deeb, bu cinayetin “Türkiye’ye sığınmış muhaliflere yollanan soğuk bir mesaj” olduğunu yazıyor.

                                                             •••

İlginçtir ki Türkiye’de de benzer yorumlar yapılmış ve cinayetin Türkiye’ye gözdağı vermek için işlendiği ileri sürülmüştür. Örneğin, “Arap dünyasının aydınları bir süredir toplantılarını Türkiye’de yapıyorlar” diyordu A. Selvi; böylece muhaliflere “Bakın, çok güvendiğiniz Türkiye de sizin için güvenli değil. İstanbul’a gelir, sizi ortadan kaldırırız mesajı verilmişti”. (Hürriyet, 6 Kasım 2018).

Muhalifler, esas itibariyle, İhvan (Müslüman Kardeşler) militanlarıydı ve bu akımın Türkiyeli İslamcılarla hayli eskilere giden ilişkileri vardı. 1970’lerde İhvan düşünürü Seyyid Kutup İslamcıların çok etkilendikleri yazarlardan biri olmuş ve daha geçen yıl da Kaşıkçı’nın dostu Yasin Aktay “Seyyid Kutup” başlıklı (Pınar Yayınları, 2017) kolektif bir eser yayınlamıştı. Aktay “giriş” yazısında 20. yüzyıla damga vuran düşünürler arasında gördüğü Kutup’un “İslam’ı bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal boyutlarıyla hayatı bütünüyle kuşatan bir din olarak” tanımladığını yazıyordu.

Aslında Mısır ve Suriye’deki ayaklanmalar Müslüman Kardeşlerin ikinci baharı olmuştu. O tarihlerde A. Dilipak, Yeni Akit sütunlarında (5 Aralık 2011) İhvan’ın kısa bir tarihçesini yapıyor ve “Arap dünyasının yeni liderliği belli olmuştur; dünya siyasetine yeni bir aktör çıkmaktadır” diyordu. 2012’de Mısır’da seçimleri kazanan Mursi, Devlet Başkanı olarak ilk ziyaretini Türkiye’ye yaptı ve AKP Kongresi’nde Erdoğan’ı övgülere boğdu. İzleyen dönemde de Rabia işareti Türkiye’de önemli bir siyasi mesaj haline geldi.

                                                            •••

Aslında AKP iktidarının İhvan’la ilişkileri siyasal hayatımızın gizli bahçesidir ve ilerde mutlaka bu konuda birçok araştırma yapılacaktır. Şimdilik şu söylenebilir ki, bu ilişkiler Erdoğan açısından, doktriner olmaktan çok, çevresinin de telkiniyle bir “liderlik” tutkusu içinde kotarılmıştır. Bu yüzden Kaşıkçı cinayetinden sonra izlenen siyaset, olay örtbas edilmedi diye Batı’da alkışlansa bile, bir noktadan sonra sorgulanmaya da başlamıştır. Örneğin Amerika’da N.Y. Times gazetesi (23 Ekim 2018) “Türkiye’nin oyunu ne?” diye soruyor; Almanya’da Süddeutsche Zeitung (24 Ekim 2018) “Erdoğan, Kaşıkçı olayını kendi için kullanmaya çalışıyor” diyor; İngiltere’de de The Guardian (26 Ekim 2018) siyasi hakların hiçe sayıldığı bir ülkede bu seferberliğin nedenlerini sorguluyordu. Birleştikleri nokta şuydu: Türkiye’de iktidarın asıl davası Sünni İslam’ın liderliği idi. On yıl önce Müslüman dünyaya “laik cumhuriyet” modeli olarak sundukları bu ülke, şimdi karşılarına bir çeşit “İslami cumhuriyet” bayrağı altında çıkıyordu. Kaşıkçı cinayeti de bu kavganın bir parçası yapılmıştı. Oysa bu husus, yine de işin az çok gizli yönüydü; reel politikada ise Kaşıkçı cinayeti farklı şekilde ele alınmıştı.

                                                            •••

AKP iktidarı bu cinayet karşısında aslında iki yönlü bir politika izledi. Erdoğan ve bakanlar başlangıçtan itibaren ihtiyatlı bir dil benimserken, AKP medyası her gün dünyaya yeni bir haber sunuyor, Batı medyasının “damla damla sızıntı stratejisi” dediği bir tutumla olayı aydınlatıyordu. Bu yöntem başarılı da oldu ve sonunda Suudi yetkililer cinayetin planlı olduğunu ve cesedin parçalara ayrılarak yok edildiğini kabul etmek zorunda kaldılar. Yine de siyasal açıdan en önemli nokta hala karanlıktaydı. Cinayet emrini kim vermişti?

Kamuoyuna sunulan bilgilere göre bu konuda kuşkuya yer yoktu; emir Salman’dan gelmişti; bu ülkede diktatör Prens’in bilgisi dışında hiçbir şey yapılamazdı. Oysa Erdoğan isim vermiyor ve bu arada da Suud Kralı ile görüşmeler yapıyordu. Hatta bir kez Prens Salman’la da -içeriği açıklanmayan- bir konuşma yaptı. Taktik belliydi: Dost Suudi Arabistan ve saygın Kral ayrılıyor, oklar Prens Salman’a çevriliyordu.

Uygulanan politika bu oldu ve bu da, göründüğü kadarıyla, Türkiye-Katar ittifakı ile Arap dünyası arasındaki kamplaşmayı daha da keskinleştirmekten başka bir şeye yaramadı. Bu ayrışmada Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bile Prens’in yanında yer almış ve “Kral Salman’a ve Veliaht Prens Muhammed bin Salman’a tam güven duyuyoruz” demişti.

                                                              •••

Peki, bu arada ABD’nin tutumu ne oldu?

Trump, Başkan seçildikten sonra ilk seyahatini Suudi Arabistan’a yapmış ve iktidarla sıkı bağlar kurmuştu. Suudi Arabistan, İran politikasında da anahtar ülke konumundaydı ve bu da, en az oradan akacak milyarlarca dolar kadar önemliydi. Kaldı ki Trump, kamuoyu baskısı altında olayı kınasa da, “cinayet ABD’de işlenmedi; yazar da bizim vatandaşımız değil” diyor ve herhalde Kaşıkçı’nın, “5000’den fazla yalanını” ortaya koyan bir gazetenin yazarı olduğunu da unutmuyordu. Zaten Suudi infaz ekibi cinayeti biraz da sırtını ABD’ye dayayarak işlemişti. Suudi Arabistan petrol politikasıyla dünya ekonomisini sarsacak konumdaydı. Şimdi de “üstüme fazla gelmeyin; petrol fiyatlarını, 100, 200 dolara, hatta daha fazlasına çıkarırım” tehdidiyle piyasaları ürpertiyordu. Öte yandan da Salman’ın, ABD McKinsey şirketinin danışmanlığını yaptığı, 4 trilyon dolar erişimli “2030 Vizyonu” tüm emperyal metropollerin ağzını sulandırıyordu.

                                                           •••

Yine de Kaşıkçı cinayeti Suudi Arabistan’ın hiç de parlak olmayan imajını daha da kararttı ve Salman’ın iktidarını iyice sarstı. Hanedan ailesinde zaten bir sürü düşmanı olan Salman, ülkeye özgü saray darbeleri içinde bir süre sonra iktidardan da kovulabilir.

Oysa böyle bir olasılığın gerçekleşmesi bile AKP politikasının zaferi olacak mıdır?

Suudi Arabistan’dan gelen sesler olamayacağını gösteriyor. Kral’ın 19 Kasımda yaptığı konuşmada tamamen Salman’ın yanında yer alması ve “infaz ekibi”ne karşı iddianameyi hazırlayan savcıya övgüler yağdırması, ülkenin her şeye rağmen Türkiye’ye karşı birliğinin işaretleridir. Öyle görünüyor ki Erdoğan iktidarının, bağımsızlık kavgalarında Osmanlılara karşı Hıristiyan dünyayı imdada çağırmış ülkelere bugün lider olmaya çalışması, içerde dayanak bulamayacağı gibi, Arap dünyasında da Türkiye’yi daha fazla tecrit etmekten başka bir işe yaramayacaktır.


Taner Timur / BİRGÜN

Soros, soğan, seçim - FATİH YAŞLI

Gezi Türkiye tarihinin en haklı, en meşru, en demokratik eylemlerinden biriydi. Gezi’yi kimse örgütlemedi, öfke kendiliğinden ve kimseler beklemezken patladı. Gezi halkın halk, yurttaşın yurttaş olduğunu hatırladığı, sıra dışı, tarihsel ve evrensel bir hadiseydi; sadece Türkiye için değil, tüm dünya, tüm insanlık için taşıdığı bir anlam vardı.

Sokakta milyonların olduğu her hadiseye birileri müdahale etmek ister, provokasyonlar, yönlendirmeler devreye sokulur, bunlar hep olmuştur, hep olacaktır. Gezi için de birileri, Sorosçular, Cemaat, ABD, her neyse, aynısını düşünmüş ve hatta denemiş olabilir, mümkündür. Ancak sokakta ortaya çıkan kolektif akıl, bu müdahaleyi minimuma indirmiş, olanca sağduyusuyla hadisenin meşruluğuna zarar verecek tek bir girişime bile izin vermemiştir.

Gezi’de bir tane bile ABD bayrağı, AB bayrağı, NATO bayrağı açılmamış, bir kere bile dış güçlere çağrı yapılmamış, bilakis eylemlere başından sonuna kadar bağımsızlıkçı, yurtsever, anti-emperyalist bir duruş damgasını vurmuştur. Bu hem sokağa çıkan milyonların, hem de olanca zayıflığına rağmen solun bir başarısıdır. Gezi’nin kökleri tıpkı savunduğu ağaçlar gibi bu topraklardadır, Gezi bu memleketi seven aydınlık yüzlü insanların yine bu memleket için ayağa kalkmasıdır.

Şimdilerde Türkiye yine bir seçim sürecine girmişken, ekonomik kriz olanca şiddetiyle hissedilir hale gelmişken, bu sefer işlerinin o kadar kolay olmayacağı belliyken, toplumu Gezi üzerinden kutuplaştırmak için yine ortaya bir sürü yalan saçtılar, yine Gezi’yi kaşımaya başladılar ve anlaşılan o ki daha da kaşıyacaklar. 

Mecburlar, çünkü ekonomik kriz soğan depolarını basıp “halkımıza pahalı soğan yedirmeyeceğiz, stokçularla, karaborsacılarla mücadele edeceğiz” dedirtecek kadar zorluyor bu sefer. Enflasyon alıp başını gitmişken, işsizlik çığ gibi büyüyorken, ekonomi küçülmeye başlamışken, buna bir sorumlu bulmak lazım. “Dolar lobisi”, “faiz lobisi”, “ekonomik saldırı” vesaire derken, iş artık “bir depoya yapılan baskında 30 ton soğan ele geçirildi” noktasına gelmiş durumda.
“Nasıl yapsak da ekonomik krizi unuttursak, nasıl yapsak da ekonomik krizin sorumluluğunu başımızdan atsak?”


Evet, iktidar için en önemli iki soru bu şu aralar. Çünkü MHP’yle yeniden ittifak kurmalarının zorunlu olduğunu görecek kadar farkındalar durumun ve bir yandan bu ittifakı kurarken, diğer yandan da bu iki soruya yanıt vermek zorundalar.
Başta Gezi olmak üzere iç politikada yeni gündemler, yeni kutuplaşmalar yaratmak, Kürt sorunu üzerinden içeride ve dışarıda birtakım operasyonlara girişmek ve bunun üzerinden milliyetçiliğe oynamak, “andımız” ya da “Türkçe ezan” gibi başlıklar üzerinden dinsel algı ve hassasiyetleri kurcalamak ilk sorunun cevabını oluşturacak.

İkinci soruya ise bir yandan “ülkemizin büyümesini çekemeyen ve ekonomimize saldıran dış güçler” edebiyatıyla, bir yandan ise soğan depoları baskınlarında görüldüğü üzere “fiyatları fırsatçılar yükseltiyor, biz de bunlarla mücadele ediyoruz” diye yanıt verilmeye çalışılacak.

Velhasıl, “devletin bekası tehdit altında, kriz yok, kriz varsa da bu dış güçlerin ve onların içerideki işbirlikçilerinin eseri, reisimizin, devletimizin, partimizin etrafında birleşelim” söylemi önümüzdeki üç dört aya damgasını vuracak.

Tam da bu nedenle, hem kriz gündeminin değiştirilmesine izin vermeyecek, hem de krizin neden ve sonuçlarının siyasi olduğunu halka anlatabilecek, yani krizi politize edebilecek bir duruşa, bir çizgiye ihtiyacımız var. 

Zor mu? 

Evet.

İmkânsız mı peki? 


Değil.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Lidere dirsek atmak! - TARIK ŞENGÜL

Devrimin 60. yılında Kübalı vekillerin Türkiye’nin üç büyük kentinde Fidel Castro ve devrimi anlatacakları haberini BirGün’de okurken gözümün önüne geldi. Doğrudan Castro’nun çağrısıyla yüzlerce sosyalist 1999 yılında küreselleşmeyi tartışmak üzere Havana’da toplanmıştık.

Castro, uzun konuşmalar yapıyor, konuşmadığı zamanlarda sahnede kurmaylarıyla birlikte yüzü katılımcılara dönük oturuyor, notlar alıyor, zaman zaman da geriye doğru kaykılıp, kestiriyordu. Bu kaçamaklar uzadığında, yanında oturan 40’lı yaşlardaki Ekonomi Bakanı, hiç de kibar olmayan bir biçimde Castro’nun böğrüne şöyle bir dirsek konduruyor, devrimin lideri de hiç bir şey olmamış gibi doğrulup, notlar almaya devam ediyordu.

Şaşırdığımızı hatırlıyorum; hani yanında Che otursa ve o dirseği atsa neyse, işte orada kırk yaşlarında bir adam, devrimin efsane liderinin böğrüne öyle fazlaca da saklamadan çalışıyordu! Nasıl şaşırmayalım, var mı bu ülkede uyuyan başkanına dirsek atacak cesarette bir bakan ya da vekil?
Var mı diye sorunca bu tür yakınlıklar açısından aklıma gelen Atatürk, İnönü ilişkisidir. Ne kadar sorunlu olursa olsun, aralarındaki ilişkinin bugün göremediğimiz türden olduğundan hiç kuşkum yok. Bütün çabalara rağmen, son ana kadar karşılıklı bir kollama ve güvenin olduğunu, birçok durumda İnönü’nün, Atatürk’e hata yaptırılmasını önlemek adına gerekirse sert çıkışlar yaptığını biliyoruz. Aklımda kalan en çarpıcı örnek, şehirci olmam nedeniyle olsa gerek, Çiftlik’in Hazine’ye devri olayıdır.

Atatürk’ün etrafını çevreleyen bazı dalkavuklar, AOÇ’nin hazineye devri karşılığında Atatürk’e bir ödeme yapılması gerektiğini savunur ve bu yönde de bir mesafe alırlar. İnönü, bu duruma gösterdiği sert tepkiyi anılarında şöyle anlatır;
“Yugoslavya’dan dönüşümde AOÇ’nin ziraat vekâleti tarafından satın alınması meselesinin Ankara kulislerinde konuşulduğunu öğrendim. Ben de Atatürk’e çiftliği yetiştirmek için çok uğraştığını ama hükümetin de bir örnek göstermek için gösterdiği gayreti kolaylaştırmak üzere çok emek sarf ettiğini, büyük ölçüde hükümet yardımı ile hazine yardımı ile meydana gelmiş bir eseri hazineye satmanın doğru olmayacağını söyledim. Ve Atatürk’e: Ne olacak, bunu alacaklar bir gün! Yolunu devlet yapar, suyunu devlet getirir, ağacını devlet diker, sonra eser meydana gelince bunu değerlendirir, satarsın. Özel bir maldır diye yürür gider, bırakmazlar. Hepimiz gideriz gitmeyiz ama ondan sonra bunu alırlar. Atatürk de bana: ne yapalım, vereyim öyleyse, nereye vereyim, dedi. Ben de o zaman hazineye ver doğrudan doğruya, dedim.”
Atatürk’ün sağlığının da bozulduğu bir dönemde İnönü, Atatürk adına bu hatanın yapılmasına izin vermez. Bugün AOÇ’nin hüzünlü hikâyesi bu müdahalenin ne kadar önemli ve tarihi olduğunu göstermiyor mu? Ama konumuz açısından asıl soru şu; bugün Cumhurbaşkanı’nın etrafında AOÇ için uyarı yapabilecek, “hata yapıyoruz” diyebilecek yakınlıkta kimse var mı?
Günümüz siyasetçisinin dramı büyük ölçüde bu yalnızlıkta yatıyor. Baktığım yerden o yalnızlığı sadece iktidar cephesinde görmüyorum. Siyasetin bütününe sirayet eden ve güvensizlikten beslenen yalnızlıklar yaşanıyor.

Castro ve Atatürk örneklerinin gösterdiği temel bir gerçek var; liderlikler tarihsel bir deneyim ve projenin parçası olarak damıtılarak ortaya çıktığında sahne önünde bir lider görünse bile, etrafında lidere gerektiğinde dirsek atacak, gerektiğinde sert uyarılar yapacak güven verici kadrolar da oluyor.

Eğer yoksa öyle bir proje, deneyim ve mücadeleden doğan güven; bir dirsekle bir düşmanlık, uyarı bir tehdit algısı haline geliyor. Liderlikler de zaten suya yazıp, başlamadan bitiyor.

Tarık Şengül / BİRGÜN

Cumhur’a karşı ittifak - Deniz Yıldırım

“Parlamenter sistem koalisyonlara mecbur bırakıyor, istikrar olmuyor” dediler; ittifak yasası çıkarıp Cumhur İttifakı, örtülü koalisyon kurdular. 
“Krizler bitecek, ekonomi düzelecek” dediler; yarım milyon insan işsiz kaldı, hayat pahalılaştı; soğan deposu basıyorlar. 
“Yerel seçimde ortaklık yok”diye meydan okudular, bu hafta yine buluştular. 


AKP- MHP koalisyonundan söz ediyoruz. Ve bu koalisyon anayasa/sistem değişikliği dayatmasıyla sadece yürütme gücünü Saray’a taşımadı. Meclis, yürütme (yani Erdoğan) karşısında hem yasama yetkisinden hem de denetim yetkisinden adım adım mahrum bırakıldı. Elbirliğiyle yaptılar. 

Böyle bir tabloda muhalefet yasa çıkaramaz; MHP kilitliyor. Muhalefet vekillerinin yapabileceği en sıradan iş, bilgi edinme ve denetim yetkisi kapsamında, halkın temel sorunlarına dair araştırma komisyonu kurulması için önerge vermek, sorunların çözümünü gündeme getirmek. CHP, İYİ Parti, HDP, Saadet, Türkiye İşçi Partisi vekilleri genellikle ortaklaştı bu önergelerde. Ama karşılarında engelleyici bir koalisyon var: AKP ile MHP işbirliğine dayalı Cumhur İttifakı. 

Cumhur, halk demek. Cumhur İttifakı da Meclis, yani yasama seçimi için halktan birlikte oy istediğine göre, geride kalan 5 ayda bu koalisyon halk için neler yapmış, önergeler üstünden bir bakalım. 

Önce yöntemleri; çünkü yöntem üstünden bir işbirliği geliştirdiler. Muhalefet partilerinin halkı doğrudan ilgilendiren konularda verdikleri önergeleri ya birlikte reddediyorlar ya da AKP vekilleri ret oyu verirken MHP çekimser kalarak muhalefet önergelerinin reddedilmesini sağlıyor, AKP’yi kurtarıyor. Halkın gerçek sorunlarının Meclis’te gündeme gelmesini, araştırılmasını böyle önlüyorlar. 

İşte liste. 


FETÖ’nün siyasi ayağı araştırılsın önergesi, “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle reddedildi. Öğrenmek, halkın hakkıydı. 


Çorlu’da 25 canımızı yitirdik. Kaza değil cinayetti. Muhalefet partileri araştırma önergesi verdi; “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle reddedildi. Halkın sağlıklı, denetlenen, kamusal ulaşım hakkıyla bağlantılıydı. Konu, halkın canıydı. 


Türk Telekom’un içinin boşaltılması, özelleştirilmesi süreci araştırılsın, sonuçta halkın cebini etkiliyor” diyen muhalefet partileri önerge verdi, “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle reddedildi. Halkın parasıydı konu. 


Muhalefet partileri, “günden güne sıklaşan işçi ölümleri araştırılsın” önergesi verdi, reddedildi. 

Son olarak bu hafta Zonguldak’ta üç madenci iş cinayetine kurban gitti. İşletme ruhsatsızdı; nasıl ruhsatsız maden oluyor, denetim niye yok, sorumlular kim, araştırılsın” önergesi verdi muhalefet, “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle reddedildi. Konu, halkın yaşam hakkıydı, ekmeğiydi. 

Ekim ayında Tunceli’de iki askerimiz donarak can verdi. Bir yanda lüks, şatafat; diğer yanda soğuktan can veren askerlerimiz. Tablo içimizi yaktı. Araştırma önergesi verildi, “nedenleri araştırılsın” dendi, “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle, HDP’nin de çekimser oyuyla reddedildi. 

Sayıştay Raporu ortaya çıktı; belediyelerdeki yolsuzluklar gündeme geldi. Muhalefet araştırma önergesi verdi; “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle reddedildi. Konu, halkın kaynaklarıydı. 

Emeklilikte yaşa takılanların sorunları çözülsün” diye önerge verdi muhalefet. MHP önce destekledi, ikinci oylamada tavır değiştirdi, önerge “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle reddedildi. 

O arada da AKP’ye “benim desteğim olmazsa Meclis’te güç değilsin” mesajı verdi MHP; yerel seçim öncesi masaya kozlarını serdi. Konu Cumhur, yani halk değil, partiydi, pazarlıklardı. 


Son olarak bu hafta İYİ Parti vekilleri “asgari ücretlilerden vergi kesintisi yapılmasın, sorunları araştırılsın” önergesi verdi. AKP reddetti, MHP yine “çekimser” kaldı; işbölümü gerçekleşti, böylece “Cumhur İttifakı” işbirliğiyle teklif reddedildi. Halkın geçinemeyen çoğunluğuyla ilgili, kriz dönemine dair bu en temel teklifi engelleyen ittifakın adı mı? 

Cumhur, yani halk ittifakı. 

Liste uzar. FETÖ kumpaslarında yaşamını yitirenler; Çorlu’da ihmal sonucu can verenler; donarak yaşamını yitiren askerler; iş cinayetine kurban giden binlerce emekçi; “mezarda emekli” olmak istemeyen yüz binler; asgari ücret alan, memleketin kaynaklarını üretip de geçinemeyen milyonlar Cumhur, yani halk değil mi? 


Elbette halk. Reddedilen önergeler de halkın temel sorunlarıyla ilgili. AKP-MHP koalisyonu bu sorunlara dair muhalefet partilerinin önergelerini reddetti de, kendi sorun çözücü yasalarını mı çıkardı? Hayır tabii ki. Öyleyse Cumhur İttifakı değil, Cumhur’a karşı ittifak bu. 5 aylık Meclis koalisyonu pratiği, anlaşılması için yeterlidir.

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Sorumluları hesap versin Allah aşkına - Orhan UĞUROĞLU

Yazıyorum, yazıyorum ses seda çıkmıyor ki şimdi de vicdanımın sesini dinleyerek tekrar yazıyorum…
2 Kahraman vatan evladı Jandarma Özel Harekat (JÖH) timi mensubu Asım Türkel ile Ferruh Dikmen, 26 Ekim'de Tunceli ili Nazımiye kırsalında donarak şehit oldular.
Tam bir ay geçti açılan hiçbir soruşturma sonuçlanmadı, yargıya sevk edilmedi.
Daha açık ve net sorayım.
İhmal kaynaklı şehadet mi?
Binlerce Komando askerimizi yetiştiren, yıllarını dağlarda terör operasyonlarında geçiren ve kurmay olmamasına rağmen Tuğgeneral rütbesine yükselip emekli olan kahraman bir subayımız şunları anlattı:
"-40 dereceye dayalı olsa dahi koruyucu çadır olmadan 2 bin 300 metre rakımlı Tunceli kırsalında sadece kıyafetler asla koruyucu olmaz. Çünkü yağmur ve kar ıslattığı anda o kıyafetler ve botlar koruyamaz hale gelir.
Özel harekat komandoları olan evlatlarımız hayati idame yani hayatta kalma konusunda da eğitimli, dünyanın takdirini kazanan kahramanlarımızdır.
Operasyonlarda sızma ve tahliye planlaması başlamadan önce hava ve coğrafi şartlar dikkate alınır. Helikopterlerimizin kahraman pilotları çok ağır hava şartlarında dahi görev yaparlar."
Vicdanımın sesini dinleyerek haykırıyorum…
Kimse yok mu orada?
Jandarma Genel Komutanı yok mu?
İçişleri Bakanı yok mu?
2 kahraman askerimizin şehit olmasının sorumlusu / sorumluları yargıya hesap vermeyecek mi?
Ört bas mı edilecek?

SÜNGÜTEPE FACİASI
Milli Savunma Bakanlığı Süngütepe'de 7 kahraman askerimizin patlama sonucunda şehit olmasına ilişkin yapılan soruşturma sonucunu şöyle açıkladı:
"Mermi namluyu normal olarak terk etti ancak topun arkasında kama olarak adlandırılan parça olağandışı bir şekilde koptu.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nca, Hakkari'deki üs bölgesindeki patlamaya ilişkin oluşturulan idari ve teknik heyetin incelemesinde, 175 mm'lik M107 K/M toplarla bugüne kadar yapılan atışlarda bu tip bir kazanın meydana gelmediği belirlendi.

Hakkari üs bölgesindeki patlamanın sebebi belirlenene kadar 175 mm'lik M107 K/M toplarla bunlara ait mühimmatın kullanımının durduruldu."
17 Kasım tarihli yazımda emekli topçu albayımızın görüşünü yazdım ki bu resmi açıklama üzerine tekrar özetleyeyim
"Top atışında gazın ve basıncın geriye kaçmasını Kama yapısındaki GAZ PAFTASI DİSKİ denilen sert elastiki ve simit şeklindeki parça sağlar.
Bu parça çok atış yapılması halinde özelliğini kaybeder. Ve kontrol edilip değiştirilmesi lazımdır. Geriye basıncın kaçmasının bir nedeni bu eksiklik olabilir.
Ayrıca diğer mermi veya barutların topa yakın mesafede olası bir kaçaktan etkilenebilecek bir yakınlıkta olması o mühimmatların da patlamasına ve facianın büyümesine neden olabilir.
Eğer Gaz Paftası Diski eskiyince, aşınca ve zamanı gelince değişmezse felaket olur.
Topların bakımlarda tapadaki parçaların aşınmaları teknik uzman ekipler tarafından sürekli yapılır, yapılmalıdır."
Milli Savunma Bakanlığın resmi açıklamasında "kama olağandışı şekilde koptu" görüşü emekli albayımızın tespitini doğruluyor.

Sonuç olarak o yazımdaki şu tespitimin de doğruluğu ne yazık ki ortaya çıktı.
1 - Gaz Paftası Diski eskimiş, aşınmış ve ateşleme sırasında geriye doğru şiddetli bir alev ve basınç yaratmış.
2- Diğer mühimmat maalesef topun arkasına çok yakın mesafede depolanmış ki bu da diğer mühimmatların da patlamasına neden olmuş.
Örtbas edilmezse patlamayla ilgili ayrıntılı rapordan bakalım ne sonuç çıkacak?

Bakanlığın resmi açıklamasında, "Parça olağandışı şekilde koptu" teşhisi ilk cümlede varken son cümlede, "patlamanın sebebi belirlenene kadar" denilmesi çok önemli bir çelişki olarak dikkat çekiyor.

MSB'nin resmi açıklaması yapılmadan, patlamayı teşhis eden emekli albayımızın, "gaz paftası eskiyince değişmezse facia olur, yedek mühimmat bu riske karşı tehlike bölgesi dışında stoklanmalıdır" sözleri "ihmal" gerçeğini açıkça ortaya koyuyor.

Vicdanımın sesini dinleyerek bir kez daha haykırıyorum…
Kara Kuvvetleri Komutanı yok mu?
Genelkurmay Başkanı yok mu?
Milli Savunma Bakanı yok mu?

Donarak ve patlama kazası ile şehit olan kahramanlarımızın ve ailelerinin haklarını helal etmeleri için; sorumluları hesap versin Allah aşkına...


Orhan UĞUROĞLU / YENİÇAĞ

Arap NATO'suna dikkat - Cüneyt Mengü

Türkiye'nin son günlerde ABD ile olan ilişkilerinde kısmen düzelmeye yönelik yol alınsa da, ABD'nin Kuzey Suriye'de PKK uzantısı PYD/YPG terör örgütlerine mühimmat ve lojistik destek vermesi, S-400 meselesi, Amerikan Kongresi'nde Cumhuriyetçilerin Türkiye karşıtı girişimleri, FETÖ ve yandaşlarının iadesi gibi pek çok sorunlar nedeniyle gerilimin devam ettiği görülmektedir.

Bu sorunlara ilaveten; Rahip Brunson'un serbest bırakılması için Türkiye'ye dayatılan baskılar, hâlihazırda petrol üretimi ve milyarlarca dolar karşılığı göstermelik silah satışları önceliği nedeniyle Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetinin örtbas edilmek istenmesi ve nerede ise Türkiye'nin hedef alınması gibi sıkıntılar da sayılabilir. Söz konusu sıkıntılarla eş zamanlı olarak Batı ve Arap medyası tarafından yeniden gündeme oturtulan Arap NATO'su veya MESA olarak adlandırılan bir askeri gücün oluşturulmasının tesadüfi olmaması gerek.

Arap NATO'su "Orta Doğu Statejik ittifakı-MESA (Middle East Strategic Alliance)" olarak adlandırılan projenin temeli ilk olarak ABD Başkanı Trump'ın 2017 de Körfez İşbirliği Kongresi nedeniyle Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'a yaptığı ziyareti sırasında atılmıştır. Bir ABD projesi olarak MESA'nın kuruluş çalışmaları ABD Savunma Bakanı James Mattis'in Bahreyn'in başkenti Manama'ya yaptığı ziyaret sırasında görüşülmesi, daha sonra ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Joseph Votel'in Körfez ülkelerine yaptığı mekik diplomasi ziyaretlerinde detayları ele alınmıştır.

Suudi Arabistan öncülüğünde kurulması planlanan MESA'da BAE, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Umman, Mısır, Ürdün gibi ülkelerin yanı sıra ABD ve İsrail'in de "Gizli Ortak" olarak yer alacakları ileri sürülmektedir. Bu bağlamda İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve heyetinin Umman'a yapmış oldukları sürpriz ziyaret, Ekim ayı sonunda Katar'da yapılan 48. Dünya Artistik Jimnastik şampiyonasına İsrail ekibinin katılması, yine İsrail Kültür ve Spor Bakanı Miri Regev'in Abu Dabi'ye ziyaretleri yakınlaşmanın örnekleri olarak sıralanabilir.

Her ne kadar görünürde Arap NATO'su projesinin hedefi İran'ın bölge üzerindeki nüfuzunu kırmaya yönelik öngörülse de bize göre esas hedefin ABD'nin bölgedeki bilinen ve bilinmeyen stratejik hedeflerine hizmet edeceği kanısındayım.

Rusya'nın, Suriye başta olmak üzere Arap ülkeleri ve İsrail ile olan sıkı ilişkileri dikkate alındığında MESA'nın kurulması konusunda sessiz kalacağı düşünülebilir. Başka bir ifadeyle Rusya'nın ABD ile nüfuz paylaşımı içerisinde olduğunun işaretidir. Nitekim ABD Tahran üzerinde uyguladığı ekonomik yaptırımlardan Rusya, Çin, Hindistan ve Türkiye gibi 8 ülkeyi istisna tutması Orta Doğu üzerinde uygulanan planların devamıdır.


BAE ve Suudi Arabistan Fırat'ın doğusunda;
Tekrar Arap NATO'suna gelince, bilindiği gibi Riyad'ın Kuzey Suriye'de terör örgütlerinin işgalindeki bölgelere "Yeniden İnşa" adı altında yüz milyonlarca dolar gönderdiği açıklanmıştır. Amerikan Wall Street Journal Gazetesine göre Suudi Arabistan'ın BAE ve Mısır ile birlikte Suriye'nin Kuzey Doğusundaki bölgeye (yani Fırat'ın doğusuna) Amerikan askerleri yerine ortaklaşa askeri güç göndereceği ileri sürülmektedir. Öte yandan, BAE'nin Esad Rejimiyle yeniden diplomatik ilişkiler tesis etmek için başlattığı görüşmeler sırasında BAE'nin Esad Rejimini kurulması öngörülen Arap NATO'suna dâhil edilmesi yönünde davet edildiği iddialar arasındadır. Diğer bir gelişme ise Körfez ülkelerinden izole edilen Katar Dış İşleri Bakanının Suriye'ye yaptığı ziyarette Türkiye, İran, Irak, Suriye, Katar gibi ülkelerin katılımıyla beşli bir ittifaktan bahsedildiği bildirilmiştir. ABD'nin Orta Doğu'da en büyük askeri üssünün Katar'da olduğu dikkate alındığında böyle bir ittifak önerisinin gerçekleşmesi mümkün müdür? Sonuç olarak, MESA projesinin kurulmasının Ocak 2019 da Washington'da yapılacak toplantıda görüşülmesi ve Türkiye'nin yumuşak karnı olan Fırat'ın doğusunda ortaya çıkabilecek yeni gelişmelerle ilgili durumun dikkatle analiz edilmesi gerekmektedir.

Türkiye'nin bölgede PYD/YPG dışında kurulacak Arap NATO'su güçleri ile karşı karşıya kalması bu projenin çok önemli bir parçası olduğu kanaatindeyim. 


Cüneyt Mengü / YENİÇAĞ

24 Kasım 2018 Cumartesi

‘İşçi Anketi’ üzerine - Mustafa K. Erdemol

Marx’ın İşçi Anketi (Ayrıntı yayınları), son yıllarda okuduğum en güzel inceleme kitaplarından biri. Baştan söyleyeyim, Onur Bütün olağanüstü güzel bir “iş” çıkarmış. 

Marx’ın yayımlandıktan hemen sonra yıllarca bir kenarda unutulmuş İşçi Anketi adlı kitabının Türkiye’deki serüvenini anlatırken, Batı’daki durumuna ilişkin bilgiler de vermis. “Keşke Batı dillerinden birine hemen çevrilse” dedim kitabı okuduktan sonra. Okuyun, siz de bana katılacaksınız. 

Artık yaşlanmakta olan Marx’ın 1880’de Fransız La Revue Socialiste gazetesi için Fransız işçilerine yönelik hazırladığı İşçi Anketi’nde, işçilerin mola zamanlarından ücretlerine, konaklamalarına kadar bilgi toplamayı amaçlayan tam 101 soru vardır. Marx’ın anketi yapmaktaki tek amacı “etkili olmak için konuyu iyi bilmek”tir. İşçi sınıfının teorisini yazan Marx gibi bir düşünürün anketi hazırladığı zamana kadar tüm yazdıklarıyla yetinmeyip hâlâ “konuyu iyi bilme” yolunda çaba harcaması gerçekten hayranlık uyandırıcı. 

Bu, Marx’tan sonrakilerin, onun takipçisi olduğunu iddia edenlerin -sanırım- hiç başvurmadıkları “işçi sınıfının kendinden öğrenme” yöntemidir kısaca. Bu anket “dünyayı yeniden kurabilecek” olan işçi sınıfının aynı zamanda kendisini tanımasına da yol açacaktır. Marx’ın düşündüğü budur. Haklıdır da, çünkü işçi sınıfının kapitalist sömürü hakkında herkesten daha fazla bilgisi vardır. Bu anket proleter bakış açısına erişmenin de bir yoludur kuşkusuz. İşçinin kendi gücünün farklı kapasiteleri olduğunu anlamak Marx’ı da zenginleştirmiştir tabii ki. 

Marx, “İster monarşi ister burjuva cumhuriyeti olsun, hiçbir hükümet, Fransız işçi sınıfının konumunu belirleyecek ciddi bir soruşturma yapmayı henüz başaramadı” diye yazar. Anket ne işe yaramıştır denirse, işçi sınıfının gücünü yeniden inşa etmek için gerekli uzmanlığın geliştirilmesinde etkili olmuştur en azından, daha ne olsun. 


“Sömürü”, “artı değer”, “kâr oranı” gibi kavramlar, ankette “yaşam kaynağına” yani işçi sınıfının kalbine dek izlenir. Her ne kadar Marx, anketinde matematiksel ya da istatistiksel analiz gibi modern tekniklere ya da sağlam araştırmanın temelini oluşturduğu düşünülen diğer tekniklere başvurmamış da olsa mümkün olan her yerde ampirik verileri kapsamlı bir şekilde kullanmıştır. Marx’ın bu analiz yöntemi sosyal araştırmalar için yüksek standartlar belirlemiştir, buna kuşku yok. İşçi araştırmalarında bu yöntemden en çok esinlenenler de 60-70’lerin muhalif İtalyan Marksistleridir. 
Bana sorarsanız Marx’ın İşçi Anketi, büyük düşünürün yaşadığı dönemde bir hayli etkili olan akademik radikalizmin/entelektüelizmin sınırlamalarını delip geçmiştir. Az şey değildir bu. 

Marx, anketin hazırlanmasından birkaç yıl sonra öldü. Ankete sağlığında tek bir yanıt alamadığı söylenir. Ancak sonra gelen yanıtlarla ortaya küçük bir kitap olarak çıkar. Sonrası? Sonrası pek bir tuhaftır. Piyasaya çıktan sonra neredeyse yarım yüzyıl boyunca gözden kaybolur bu soruşturma kitabı. 

İşte Onur Bütün, yine son derece başarılı olduğu başka bir konuda araştırma yaparken Marx’ın İşçi Anketi adlı bir kitabı olduğunu, üstelik bu kitabın, konuyla son derece ilgisiz olduğu düşünülen bir derginin, yani Genç Sinema dergisinin eki olarak 70’li yıllarda Türkiye’de de basıldığını öğrenir. Sonrası? Sonrası yine tuhaf bir durumdur; kitap Batı’daki talihsizliğini ülkemizde de yaşar, Türkiye’de de neredeyse elli yıl boyunca unutulur. 

Onur Bütün bu serüveni, gerçekten büyük bir titizlikle incelemiş kitabında. İşçi Anketi’nin hem Batı’da ortaya çıkışını, unutuluşunu hem de Türkiye’de bir görünüp sonra da uzun yıllar anımsanmamasını son derece akıcı, ilgiyi sürekli diri tutan bir üslupla anlatmış. 
Keşke Onur, “kadın olarak bunu yazmak bana düştü” türünden bir cümle kurmasaydı. Ne demek bu? Ben yine de bu cümleden “bu konuda ukalalık yapan erkekler yerine ben yazdım” demek istediğini anlıyorum onun. 

Çok da iyi yapmış yazmakla ayrıca. Kimi erkekler ellerinin çamuruyla her şeye bulaşmamalı çünkü.

Mustafa K. Erdemol / CUMHURİYET

Üniversitelerde ‘güncel liyakat’ - Prof. Dr. Osman İnci

Üniversiteleri kuru kalabalıklarla dolduramayız, aile şirketlerine çeviremeyiz. 206 üniversite kurulması bir anlam ifade etmiyor. 2017 ALES sınavında Iğdır ve Ardahan üniversiteleri mezunları ve son sınıf öğrencilerinde hiç kimse 70 barajını geçemedi.Devlet üniversitelerinden 16 üniversite barajı geçemedi.

Üniversite bilgi üretir, öğretir, sunar ve yayar. Bunlar; bilimsel araştırmalar, akademik olan ve olmayan yayınlar, lisans ve lisansüstü eğitim, Ar-Ge aktiviteleri, toplum ve kurumlara bilgi sunumu, danışmanlık şeklinde olabilir. İdeal bir üniversitenin olmazsa olmazları: Akademik özgürlük ve özerklik, akademik etik, akademik liyakat, akademik serbestidir. Özellikle ilk üçü ideal üniversitenin çekirdeğini oluşturur(1) Bilimsellik ve Akademik kalite, rekabet, nitelikli eğitim, üretim ve verimlilik bunları destekleyen diğer akademik değerlerdir(2). 

Üniversite sıralaması akademik performans ölçütleriyle belirlenir. Bunlar; bilimsel yayın sayısı, yayınlara yapılan atıf sayısı, öğretim üyesi başına düşen yayın ve atıf sayısı, doktora öğrenci sayısı, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı, kazanılan ödül ve patentler gibi bilimsel üretkenliktir. Burada “çöp yayın”, “çete atıfları”, sahte dergi yayınları, abartılı öğretim elemanı ve öğrenci sayıları asla dikkate alınmaz.

Üniversitelerde başarı 
Üniversitelerde başarı; öncelikle üniversite yöneticilerinin Akademik düşünce derinliği, bilgi birikimi, çalışma kültürü, yönetim etiği ilkelerine saygısı, kurullarla birlikte çalışma anlayışı, saydamlık ve paylaşım kültürüyle gelir. Yaygın yönetim anlayışı ve yetki paylaşımı (yönetişim), uzmanlardan yararlanma ise üretim ve verimliliği artırır (2). Estetik ve sanatsal duyarlık tümünü taçlandırır. Bilindiği gibi başarı, çalışma ortamı huzuru ve güveni, sağlanan olanaklarla gelir. 

Göreve gelmede, atama ve yükseltmede liyakat esastır. Eğitimin verilmesinde, akademik ilerleme ve jürilerde bilimsel liyakat dışına çıkılması kabul edilemez. Liyakat genel olarak “kendisine iş vermeye uygunluk, yaraşırlık, layık olma” şeklinde tanımlanır. Akademik liyakat ise “..akademisyenin tüm ömrü boyunca verdiği hizmetin, emeğin, ürünlerinin sorgulanması ve performansın değerlendirilmesidir”( 1). İdeal bir üniversitede bulunması gereken temel değerlerden hangisine sahip olduğumuz ortada. Beyin göçü-kaçışı nasıl durdurulur sorusunun yanıtı da burada.


Atamalardan liyakat 
Üniversitelere yönetici atamalarında liyakat ne derecede dikkate alınıyor? Rektör üniversiteyi temsil eder, liderdir. Yürürlükteki YÖK Yasası’na göre ülkemizde rektör adeta padişahtır. Rektör, yardımcılarını, enstitü ve yüksekokul müdürlerini, hastane başhekimi ve merkez müdürlerini atar. Atanacak dekanları teklif eder. Akademik ve idari atamalarda, yükseltmelerde, mali konularda tek yetkilidir. Bu yetkilerle donatılı rektörlerimizle ilgili bilgiler rakamlarla paylaşılırsa dünyanın ilk 500 üniversitesi arasında neden esamimizin okunmadığı daha net anlaşılır kanısındayım. 

YÖK Yasası’nın ilk halinde rektör adaylarını YÖK öneriyor Cumhurbaşkanı atıyordu. Bu 1992’de değişti ve Rektör adayı belirleme seçimleri başladı. Bu yöntem 2016’da kaldırıldı ve eskiye dönüldü. Sonra 2018 de YÖK teklifi de kalktı ve yalnızca Cumhurbaşkanı ataması getirildi. Rektörün Profesör olması koşulu da kaldırıldı ve 5 gün sonra tekrar getirildi, daha sonra 3 yıllık profesör olma koşulu kaldırıldı. Örneğin, üniversite dışında çalışırken üniversite kadrosunda profesör olan, 15 gün sonra eski görevine dönen ve 3 ay sonra rektör atanan var. Bu rektör üniversiteye eş-dost doldurdu ve bunların yarısı tekrar eski yerlerine döndüler. Bir diğeri bürokrat iken profesör oldu ve bir ayda rektör atandı. Burada “güncel liyakat” olarak tanımlanan “..bizim düşünce ve istemlerimizi yerine getiren, iyibaşarılı, bizden ve bize bağlı” anlayışı olabilir mi? Son yaşananlar bunu düşündürmekte.

Rektörlerin tercihleri 
Bazı rektörlerin tercihlerini ve yaptıklarını özet olarak paylaşmak istiyorum: Rektör iken istifa edip milletvekili adayı olan rektör sayısı 9, rektörlük sonrası aday olan 3 kişi. İktidar partisi milletvekilliği yaptıktan sonra rektör atanan 6, milletvekilinin birinci derece yakını 2 rektör var. 16 Nisan referandumunda “evet şov” yapıp video çeken ve yayımlayan rektör 3, yazılı açık destek veren 4, siyasi tarafını iktidardan yana açıklayan en az 25 rektör var. FETÖ kalkışması sonrası tutuklanan, gözaltına alınan veya yurtdışına kaçan rektör sayısı 30. 

Son yıllarda kişiye özel ya da adrese teslim ilanlarla üniversite akademik kadrolarına eş, çocuk ve akrabalar dolduruldu. Rektörlerin, dekanların, müdürlerin eşleri, çocukları ve yakınları özel koşullarla tarif edilerek üniversitelere alındı. ALES sıralamasında 10. sırada olan belediye başkanının kızı, rektörün 29. sıradaki oğlu tek kişilik kadroya atandı. Örneğin tıp fakültesine “en az 5 yıl sağlık yöneticiliği yapmış olmak”, mühendislik fakültesine “lipitler, proteinler ve biyoyakıtlar konusunda çalışması olmak” koşulları var. Fakülteler benzer özel koşullarla dolduruldu, burada bilimsel çalışma ve nitelikli eğitim olur mu?

Yetişmiş insan gücü 
Akademisyen olarak canımız yanıyor. Üniversiteleri kuru kalabalıklarla dolduramayız, aile şirketlerine çeviremeyiz. 206 üniversite kurulması bir anlam ifade etmiyor. Esas olan kalitedir. ÖSYM açıklamasına göre 2017 ALES sınavında Iğdır ve Ardahan üniversiteleri mezunları ve son sınıf öğrencilerinden hiç kimse 70 barajını geçemedi. Ayrıca sayısalda16 üniversite barajı geçemedi, bunlar devlet üniversiteleri. Bırakalım uluslararası başarıyı ulusal sınavlarda gerçek bu, sonuç düş kırıklığı. Bu kurumlardan mezun olanlarla kalkınma olmaz ve ülke yönetilemez. Öğrenciliğim dahil 50 yıl üniversitede bulundum, hiç bu kadar endişe duymadım. Bir ülkenin en büyük zenginliği yetişmiş insan gücüdür, bunu asla unutmayalım.

Prof. Dr. Osman İnci
Eski Trakya Üniversitesi rektörü
CUMHURİYET


1- Nüket Örnek Büken, Türkiye örneğinde akademik dünya ve akademik etik Hacettepe Tıp Dergisi2006,37:164
2- Osman İnci, Susturulan Akademya,2012, Bellek yayınları, Edirne  


İşte kaos plânı! Uyuma Türkiye! - Arslan BULUT

Emniyet istihbaratın eski daire başkanı Sabri Uzun, Habertürk'te Didem Arslan Yılmaz'ın programında "2012 yılında Pakistanlı bir görevli, 'Biz ABD'nin organizasyonu ile Afganistan'a müdahale ettik. Sonuçta 5.5 milyon Afgan ülkemize göç etti. Şimdi onlara biz bakıyoruz. Türkiye'nin de Suriye'ye müdahalesi söz konusu. Yetkililerinizi uyarın. Siz de aynı sorun ile karşı karşıya kalırsınız. Gelen göçmenler ülkenizde kalır' demişti" diye bir açıklama yaptı.

Bu sütunu takip edenler hatırlayacaktır; Aynı uyarıyı 2012 yılından itibaren defalarca ve alenen yaptım! 6 Mart 2012'de, "Afet İşleri Genel Müdürlüğü'nün 1.5 milyon çadır siparişi verdiğine dair haberler var. Suriye sınırında kurulacak yeni çadır kentler için mi bu kadar çadır lazım? " diye sordum.
 "1.5 milyon çadır sipariş etmek, çadırda barınacak 4-5 milyon kişi olacağını öngörmek demektir... Türkiye'yi yöneten siyasi irade, böyle bir akın olacağını bilerek ona göre mi çadır sipariş etti?" diyerek konuyu televizyon programlarında da anlattım...Sonuçta Türkiye'nin de 4.5 milyon Suriyeli kaçkını oldu!

                                                            ***
2011'in Eylül ayında ise Foreign Policy, Suriye'den Türkiye'ye geçen muhaliflerin Türkiye'de eğitildiğini videolar ile göstermişti. Bu yönde bir haber, AKP gençlik kolları kaynaklarından bana da gelmişti. Bana gelen bilgi, Türkiye'nin 30 şehrinde Suriyeli muhalifleri eğitmek için 10 biner kişilik kamplar kurulmakta olduğu şeklindeydi. Şimdi onlara devletin ajansında, "milli ordu bileşenleri" deniliyor.
Üstelik 4.5 milyon Suriyeli yetmezmiş gibi bir de İran üzerinden geçerek gelen Afgan kaçkınlar var. Bu da bir plânlamanın eseri... Üstelik bu bir analiz değil doğrudan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun açıkladığı bir bilgi...

Edirne'de, 29 Mayıs 2018 günü, düzenlenen "Sınır Güvenliği ve İşbirliği" konferansında konuşan Soylu, "Afgan mülteciler Türkiye'ye ilk gelmeye başladıklarında, önce 'Tahran bir oyun mu oynuyor?' diye düşündük" diyen Soylu Türkiye'de ABD Büyükelçiliği görevini yaparken Afganistan'a atanan John Bass'ı suçladı ve aynen şu ifadeleri kullandı:
"Sonra baktık rota doğrudan Afganistan'dan oluşturuluyor. Bizim burada başımıza bela olan bir büyükelçi şimdi ABD'nin Afganistan Büyükelçisi oldu. Orada yine bir takım şeyler karıştırıyor. Uyuşturucu konusunda da doğudan batıya doğal maddelerden yapılmış uyuşturucu trafiği var. Afganistan kaynaklı. Bu uyuşturucu meselesini kim tetikliyor? Biraz önce bahsettiğim göçü kim tetikliyorsa, uyuşturucu trafiğini tetikleyen güç de odur..."
                                                            ***

Süleyman Soylu, 26 Ekim 2018 günü de Kocaeli'de şu açıklamayı yapmıştı:
"Düzensiz göç ve terör örgütleri arasında simbiyotik bir ilişki var. Düzensiz göç kafilesi bir yere kadar DEAŞ tarafından getiriliyor, oraya ödeme yapıyorlar, oradan PYD/PKK alıyor, ona ödeme yapıyorlar, oradan başka aracı çeteler alıyor ve bu silsile gidebildiği yere kadar gidiyor."

Türkiye'yi de kullanarak Suriye'yi ve Libya'yı parçalayan ve 4.5 milyon Suriyeli ile yüz binlerce Afgan'ın Türkiye'ye göç etmesini sağlayan asıl güç kimdir? Taliban'ın, El Kaide'nin, IŞİD'in organizatörü ve PYD/YPG'nin koruyucusu ABD değil mi?
Türkiye'ye gönderilen Afganlar ve Suriyeliler çoğunlukla hep genç insanlar!
Kısacası Türkiye'nin sadece nüfus yapısını değiştirmiyorlar; Afganistan ve Suriye'de oynadıkları oyunlarla Türkiye'yi de Afganistanlaştırmak veya Suriyeleştirmek için hazırlık yapıyorlar! Kaos plânı budur!

Türkiye'ye plânlı, projeli bir göç düzenlendiğini resmen İçişleri Bakanı söylüyor ama aynı iktidar bir taraftan da "Andımız" ile birlikte "Türkçe ezan" tartışması yaptırıyor! Uyuma Türkiye!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ