9 Aralık 2018 Pazar

40 yıl sonraya da kalır sesin - TOLGA BİNBAY

Evet, kalır.
Nasıl mı? Kendi insanlarını arar, bulur, bir araya getirir, emek verir ve de kendi insanların için didinirsen. Ama öyle rastgele değil. Nereden gelip nerelere gittiğini bilerek. Nereye gitmek istediğini bilerek. 

Bakmayın siz, uzunca bir süredir her koyun kendi bacağından asılır edebiyatı çoğunlukta dünyada ve de ülkede. Akademide, bilim dünyasında ise malum, “etliye sütlüye karışmama” hali baskın. 

Hatta artık sanal âlem çağındayız; sallamak, üfürmek de sınırsız, sorumsuz, alabildiğine özgür. Akademi de hariç değil! Alıyorsunuz twitterdan mivittırdan üç-dört bin takipçi, başlıyorsunuz “ben nasıl milliyim, ispatlamadan şuradan, şuraya gitmem” diye böğürmeye. Ama şükür, dünya sadece vitrinden ve şovbizinistan ibaret değil. Tüm kuru gürültüye karşın bazı seslerin tınısı 40 yıl da geçse halen yankılanıyor.

Dün İzmir’de, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde toplandık. 40 yıl önce hain bir saldırı sonucu aramızdan alınan bilim insanı Necdet Bulut’u anmak için. Sevenleri, mücadele arkadaşları, bilime emek verdiği mesai arkadaşları, O'nu yeni tanıyan genç kuşaktan bilim emekçileri ve bilimin aydınlık geleceğine inananlar olarak. Ankara’dan Ali Rıza Aydın, Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin davetini kırmadı ve Necdet Bulut’u, tanıdığı, bildiği yol arkadaşını anlattı. Yazılama Yayınevi’nin yayımladığı “Karanlığın Katlettiği Bilim İnsanı: Necdet Bulut” kitabının hazırlanış sürecini paylaştı. 

Sağolsun.

Ve soLHD ekibi de sağolsun. Yazılama Yayınevi’nin de katkılarıyla dünkü anma için özel bir video-söyleşi hazırladılar. Necdet Bulut’un 26 Kasım 1978’de, Trabzon’da uğradığı saldırı sırasında yanında olan ve saldırıdan yaralı kurtulan eşi Neşe Erdilek Bulut da bir video söyleşi ile katıldı İzmir’deki anmaya. Bu sayede, birinci ağızdan, en yakınından biliminsanı ve net bir sınıf perspektifine sahip Necdet Bulut’u dinledik.

Peki, kimdir Necdet Bulut? 

Bir öğretim üyesidir. Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğretim üyesidir. Türkiye’de bilgisayar bilimleri alanında doktora yapan ilk kişidir. Türkiye Bilişim Derneği başkanıdır, Türkiye’nin ilk bilgi-işlem merkezi olan ODTÜ Bilgisayar Merkezi'nin yöneticisidir. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği'nde genel yazmandır ve ODTÜ'nün 70lerde en yüksek akademik organı olan Üniversite Konseyi'nde yardımcı profesörlerin temsilci üyesidir.

Tüm bunlar vardır. Ama tüm bunlar aslında başka bir nedenle bağlantılı olarak vardır: Sosyalisttir. Türkiye İşçi Partisi üyesidir. 1977 genel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi listesinden İzmir milletvekili adayıdır. Kendi sözleriyle bilim insanının “hangi sınıfların çıkarına hizmet ettiği” sorusuna çoktan yanıt vermiş birisidir.
Saldırıya uğrayacağı Trabzon’a akademik bir görevle gider ama şimdilerde akademide çok ama çok yaygın olan “ben işime bakarım, gerisine de karışmam” diyenlerden hiç olmamıştır. 1978 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde Elektronik Hesap Bilimleri Enstitüsü Başkanı olarak görev yaparken de örgütlü mücadeleden geri durmaz. Köy köy, mahalle mahalle gezmekte ve de çalışmaktadır. 06 plakalı, kırmızı Reno arabasıyla hem bu genç üniversitenin işlerine koşmaktadır hem de o zor coğrafyanın derlenip toparlanmasına. 
Dün akşamki etkinlikte bir yoldaşının, bir dostunun söylediği gibi, tercihini çoktan yapmıştır. Hem de daha tüm “kariyerinin” en başında yapmıştır. Nasıl mı? IBM’de dahi örgütlenerek. 

Bugün mesela, üniversiteden yeni mezun bir mühendis ne yapar? Kafasında ya otuz tilki vardır ya da otuz itki. “Oraya mı gitsem, buraya mı gitsem?” soruları arasında geçer gider günleri. Necdet Bulut ise mezun olduktan sonra IBM’de çalışmaya başlar. 1963’te. Hem de ne çalışma! Uluslararası kapitalizmin tam da göbeğinde duran, duracak olan bu şirketin Türkiye’deki beş mühendisinden birisidir. “Şunu yaparsam müdür yaparlar, şuraya oynarsam hissedar yaparlar” demez. Başka bir şarkı söyler: IBM’de sendikal örgütlenme sürecini başlatır. TİPli beş yoldaşıyla. 

Ve…

Ve IBM kendi tarihinde ilk kez toplu sözleşmeye oturmak zorunda kalır. Kapitalizmin tam da merkezindeki bir şirket. Sermayeye karşı bir örgütlenmeyi tam da sermayenin merkezinde yapar Necdet Bulut. Tercihi net ve bellidir. Sermayenin kilit öneme sahip bir çalışanı, belki de parçası olabilecekken hayatı, dünyayı (farklı falan değil) olduğu gibi, gerçekliğiyle, işleyişiyle kavrar. 
O dönem dünya komünist hareketini, özellikle de Avrupa komünist ve sosyalist hareketini bambaşka yerlere savuracak olan “bilimsel teknolojik devrimin” tam da göbeğinde çalışırken işçi sınıfı sosyalizminde ısrar eder. Boşuna değil!
Düşünelim şimdi: Bugün liseden başlayarak dünyayla entegre olan ve kalburüstü zekâ sahibi bir genç (ki Necdet Bulut’un yurtdışına gidiş gelişleri daha lisede okurken, 1960ların başında başlamış) ne tercihlerde bulunur? Dünyada olan bitenleri takip eden, ülke ve dünyayla birlikte yaşayan bir insan mı olur? Yoksa… Yoksa aklı bin bir meseleyle kötürümleşmiş “Arkadaş, etliye sütlüye karışmayacaksın, evrensel olacaksın” ya da “kanser taraması için gidip tetkik yaptırdığında kanser saptanan aslında kanser değildir” diyenleri aval aval izleyen birisi mi? 

Diyeceksiniz ki 60larda tabii ki sosyalist olmak kolaydı. Öyle miysi? Necdet Bulut ve o dönem kalburüstü eğitim alan herkes dönemin ruhuyla da mücadele etmişler. Şimdi ise dönemin ruhuyla mücadele etmeyenler çoğunlukta. Şimdi kafa karışıklığı çoğunlukta.

Ve dün akşam bir başka özel an daha vardı etkinlikte: Necdet Bulut’un yeğeni de salondaydı. Konuşmalardan sonra söz aldı. Canlı, neşeli, 8 yaşındaki çocukla çocuk olmayı da bilen bir insanı anlattı bize. “Diz çöker, gözlerimin hizasına, benim boyuma iner ve öyle konuşurdu” dedi. İnsan olmak böyle bir şey. Necdet Bulut’un çok erken yaştan itibaren ailede sevilen ve takdir gören aklını, zihnini, içini anlattı. Mesela Amerika’dan yeğeni için getirdiği uzunçaları anlattı. İçinde Rachmaninof olan. Şöyle demiş yeğenine: “Güzel müziklerin olsun hayatın boyunca.” Ne güzel.

Hâlâ öyle güzel müzikleri arayan, bulan, derleyen insanların var Necdet Bulut. Keşke daha uzun yaşasaydın ama şarkılarımızı duyuyorsan, rahat uyu. 
40 yıl sonraya da kaldı sesin, sıcacık gülüşün.

Tolga Binbay / SOL

Evrak-ı metruke (I-II) - ÖZDEMİR İNCE

Evrak-ı metruke(I)


(2.1.2000 – 1.4.2012 arasında Hürriyet gazetesinde; 24.4.2012 – 2.6.2014 arasında Aydınlık gazetesinde yazdım. Daha sonra, yazılarımı 2.6.2014 ile 3.9.2018 arasında web sitemde (ozdemirince. comyayımladım. Toplamolarak 5 bin 600’yü bulan bu yazıların epeycesi kitaplaştı. Bazılarından, bilgi vererek yararlanacağım. Pek ender olarak bu bazılarını aynen yayımlayacağım. Yazar etiği gereği olarak bilginize sunarım…)
***
Demokrasisiz demokrasi ve CHP* 
ABD senatosunun Demokrat Parti Vermont senatörü Bernie Sanders bizim memlekette pek tanınmaz. Öyleyse tanıtalım: Bernie Sanders, 2016 yılında Hillary Clinton  karşısında önseçimi kaybettiğinden bu yana sanki seçim kampanyasını hiç bırakmamış, 2020 seçimlerinde de aday olacakmış gibi çalışıyor. Televizyonlarda, açık ve kapalı alanlarda, üniversitelerde konuşuyor. Her gün gündemde. 2020 Başkanlık seçiminin şimdiden en önemli adayı sayılan Bernie Sanders örneğinde(n) çıkarılması gereken çok önemli dersler var.
***
ABD senatosunun sosyalist olduğunu gizlemeyen senatörü Bernie Sanders, bir toplantıda, Trump’a oy vermiş seçmenlerle buluşuyor. Bir kadın seçmen, içinde bulunduğu kötü durumdan şikâyet ediyor. “Niçin her şeyin bedelini yoksullar ödüyor”  diye soruyor. Bernie Sanders hemen atılıyor. Yıllardır zenginlere para aktarıldığını, orta sınıfın kalmadığını, ücretlerin sürekli düştüğünü falan söylüyor. “Demek ki yanlış adama oy vermişsiniz. Aday size yalan söylemiş” diyor. Seçmen kadın şaşırıyor, “Ben yanlış adaya oy vermedim. Trump bu durumu değiştireceğini söyledi” diyor. Bernie Sanders, “Değiştireceğini söylemiş ama tam tersini yapmış” diye açıklama yapıyor. Seçmen neredeyse aptallaşıyor. Durumu bir türlü kavrayamıyor. Program yöneticisi, “Bu tür Trump seçmeninin yanıldığını anlatmaya çalışmak boşunadır” diye yorum yapıyor.

***
ABD’den bir başka örnek: Bir televizyon sokak röportajı yapıyor. Trump’a oy vermiş olanların bugün ne düşündüğünü öğrenmek istiyorlar. Daha önce Trump’a oy vermiş bir kadına soruyorlar:
Bugün seçim olsa Trump’a oy verir misiniz?” 
- Veririm, diyor. 
- Peki, Trump ne yaparsa oy vermekten vazgeçersiniz, diye soruyorlar. 
Kadın düşünüyor, düşünüyor, bir cevap bulamıyor. 
Peki” diyorlar, “Trump seçim konuşmalarından birinde, ‘Ben şimdi sokağa çıksam, oradan geçen birine ateş edip öldürsem benim seçmenlerim bana oy vermekten vazgeçmez’ demişti. Siz vazgeçer misiniz?” 
Kadın “Vazgeçmem!” diyor.
***
Tıpkı AKP seçmeni değil mi? 
Ehliyetsiz adamın sürdüğü otobüs hız yüzünden kaza yapmış. 15 ölü, 20 yaralı var ama o, suçu yağan yağmura yüklüyor. Yolculardan bazıları da Mukadderat, her şey Allah’tan! diyor. 
Ne yaparsın? 
Ekonomi dersinden sıfırdan yukarı alamayacak adamlar, memleketi bataklığa gömmüşler Vallah suç bizde değil, billah suç ABD’de, bizi kıskananlarda diyorlar. “Bu da geçer” diyorlar. 
Nezle mi bu? Geçer de dinamit gibi parçalayarak geçer. 
Bunlara inananların zekâ düzeyi Bernie Sanders’in konuştuğu kadından, televizyonda konuşan Trump seçmeninden de beter.
***
Kıssadan Hisse: 
1) Bu tür insan yığışımlarını seçmen olarak muhatap almayacaksın. Vakit ve nefes tüketmeyeceksin. Senin seçmenin soğuk ve sıcaktan etkilenen insanlar arasındadır. 
2) Kılıçdaroğlu ve Muharrem İnce; görevlerin, liyakate, lâyık olana verilmesi gerektiğini söylediler seçim kampanyalarında, söylüyorlar. Oysa, % 90’ı liyakatsiz insan topluluğunda, liyakatin tek ölçü yapılacağını söylemek çok yanlış. Akrabalar, yakınlar bile oy vermez! (Pazar günü devam edecek). 
* (“ozdemirince.com”,3.9.2018)

_____________________________________________________________________


Evrak-ı Metruke’ye zeyl (ek) (II)


Bu yazının, yani “Zeyl”in anlaşılması için “Evrak-ı Metruke”yi yayımlamak zorundaydım. Ayrıca Karl Marx’ın “Fransız Üçlemesi”nden (Yordam Kitap) esinlenmeden de bu yazıyı yazamazdım.
***
“Roma proletaryası toplumun sırtından geçiniyordu, oysa modern toplum proletaryanın sırtından geçiniyor. Antik dönemdeki sınıf mücadelesi ile modern sınıf mücadelesinin maddi, iktisadi koşulları bu ölçüde farklılaşırken, bunların siyasal ürünleri arasındaki ortaklıklar da Canterbury başpiskoposu ile Yüksek Rahip Samuel arasındaki ortaklıktan daha fazla olamaz.” (Karl Marx, 23.6.1869. Fransız Üçlemesi“Louis Bonaparte’nin On Sekiz Brümaire’i”Yordam Kitap, s.144)

***

Türk toplumunun bugünkü durumu İmparatorluk Roması’nın çöküş dönemine benziyor. İmparatorluğun yükseliş döneminde Hazine, imparatorluk çevresinden alınan haraçlar ve eyaletlerden gelen vergi ve avantayla besleniyordu. Başkent ahalisi devlet tarafından maaşa bağlanmıştı. Bir mesleği olmadığı için çalışmıyordu. Çalışmadığı için mesleği yoktu. Yıkılım başlayınca sefil ve rezil oldu!
 
Türk emekçi sınıfının sırtından sadece kapitalist burjuva sınıfı değil, aynı zamanda, benim “asalak yığışım” adını verdiğim postlümpen proletarya da geçiniyor. Tıpkı Roma’da olduğu gibi.
***
Türkiye’de kentleşme sanayi ve tarım devrimlerinin sonucu değildir. Tam aksine sanayi ve tarım devrimlerinin gerçekleşmemesinden kaynaklanmaktadır. Avrupa’da sanayi devrimi köylüleri topraktan koparttı ve kentin varoşlarına getirdi ve onları işçiye dönüştürdü. Türkiye’de topraktan kopup kente yığılanları öğütecek sanayi olmadığı için bunlar mesleksiz proleterlere dönüştü ve asalaklaştı. Sonuç olarak Siyasal İslam ve MHP tarzı popülist milliyetçilik tarafından sınıfsızlaştırıldı, berduşlaştırıldı. Bu durumdan yararlanan AKP, Roma’nın yükseliş dönemindeki yönetimler gibi bu mesleksiz işsizleri maaşa bağlayarak kendi oy deposuna dönüştürdü.

***
Marx’ın ilk olarak keşfettiği “tarihin büyük hareket yasası”na göre, “İster siyasal, ister dinsel, ister felsefi, isterse başka bir ideolojik alanda yaşansınlar, bütün tarihsel  mücadeleler, gerçekte yalnızca toplumsal sınıfların mücadelelerinin az ya da çok belirgin ifadeleridir ve bu sınıfların varlığını ve dolayısıyla aynı zamanda çarpışmalarını  belirleyen de, iktisadi durumlarının gelişme derecesi, üretim tarzları ve bunların belirlediği değişim ilişkileridir.” 

Türk proletaryasının bu ilişkinin dışında kalmasının, oluşamamasının nedenini anlattım. Türkiye’de örneğe uygun bir sınıf mücadelesi yok, sendika yok, sendikaların desteklediği siyasal parti de yok. Bu nedenle sınıf mücadelesinin önderlik ettiği ilerleme ve gelişmenin de imkânı yok. Benim geçirimsiz olarak tanımladığım kast, ülkenin siyasal sağlığını zehirliyor. Türkiye’nin selâmeti ve sağlıklı geleceği bu kastın yok olmasına bağlı. Bunun için, “AKP Roması”nın ekonomi açısından çökmesi ve yıkılması gerekiyor. Bu asalak ve avantacı kast yemsiz kaldığı zaman esrar dumanıyla yüklü atmosferden çıkıp insan olduğunu hatırlayacak ve evcil hayvan bağımlılığından (belki) kurtulacak. Bu önünde sonunda bir gün mutlaka olacak. Ne kadar erken olursa o kadar ülke hayrına olur.
***
Kendi sınıf partisine değil de patronların partisine oy veren kitleye işçi sınıfı denemez. Günümüzde, emek ve bilgisini ücret karşılığı satan herkes artık işçidir. Memurlar ve emekliler de işçidir (emekçidir). Sanayi proletaryasının 19. yüzyılda kapsadığı alan genişlemiştir. Günümüzde sanayi ve tarım işçisi ile bilgisayar programcısının çıkar hedefleri aynı yerdedir. 

Dilekçe yazarı CHP’nin bunları düşünmesi gerekiyor.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Sarı Yelekli isyan - Mine G. Kırıkkanat

21. yüzyılın belki de en önemli sosyolojik özelliği, insanlığın bizzat yarattığı uygarlık araçları tarafından tutsak alınması, yönlendirilmesi ve hatta yönetilmesi, sevgili okurlar. 
Yaşadığımız çağın öne çıkan uygarlık araçları, adeta üç Sezar’lı bir  “triumvira”  oluşturuyor: Kültür aracı din, yaşamsal ihtiyaç aracı para ve insan nüfusunun büyük çoğunluğunu pek yakında işlevsiz bırakacak, hatta gereksiz kılacak teknoloji... 

Bu sacayağının ilk ikisi, savaşta çatışmaya ve barışta rekabete dayalı toplumsal devinimin kadim levyeleri. Üçüncü ayak teknoloji ise yeni olmamakla birlikte insanın üretimdeki yerini alacak bir evreye girdi: On yıl içinde yayılması beklenen robotizasyonun, toplumları din bayraklı, ama para odaklı bir çatışmaya, hem de küresel çapta kaçınılmaz bir çatışmaya sürükleyeceği artık gün gibi aşikâr. 

Tarihte din ayrımcılığı hep önemliydi, ama komünizm ile kapitalizmin rekabet ettiği yıllarda sönmeye yüz tutmuştu. İran devrimiyle ateşlenen İslami şeriatçılık ve SSCB’nin yıkılmasıyla küreselleşen kapitalizmin rakip/düşman yaratma ihtiyacı, din ayrımcılığını da körükledi... 

Tarihte para hep önemliydi, ama insan davranışları hiç bugün olduğunca para tarafından biçimlenmemişti. 

Aslında din ve paranın Siyam ikizi olduklarını, kâh birinin ötekinin hizmetinde, ama iktidarda olmak ve kalmak için daima birbirlerini kullandıklarını düşünürseniz; 21. yüzyıla damgasını vuracak kıyametin resmi ortaya çıkar.

***
‘Bir Hıristiyan Masalı’nı* okuduysanız, bilirsiniz: 700’lü yıllardaki dünyayı Ortodoks ve Katolik diye bölen sosyolojik cepheleşme, Katolik Papalığın ilk Hıristiyan Roma İmparatoru Büyük Konstantin’in tamamen sahte vasiyetine dayanarak kurulması, Fransa sayesinde olmuştur.
 
Protestanları bir gecede** boğazladıktan birkaç yüzyıl sonra Katolik kral ve papazların kellesini uçurup dünyaya devrim ihraç eden de Fransızlardır, dünya gençliğini Mayıs ’68 isyanıyla ateşleyenler de...

Sarı Yelekliler hareketi, başlangıçta para odaklı; çünkü yıllardır küçülen kamu hizmetlerine, azalan alım gücüne ve artan gelir eşitsizliğine karşı başlatılan bir isyandı. 
Fransa’nın bir özelliği, en ücra köşesinde bile bulunan altyapı ve kamu hizmeti iken; küresel ekonominin baskısıyla yoksullaşan devlet, küçük yerleşim birimlerindeki okul, hastane, postane, hatta tren istasyonu vb. gibi kamu kurumlarını zarar ediyor gerekçesiyle kapatmaya başladı. Taşra halkına, “Araba alın, kamu hizmetine arabanızla ulaşın!” dedi. 

Başlangıçta, kolayca kredi verilen halk aynı kolaylıkla araba satın alabiliyor, uzaktaki kamu hizmetine gidebiliyordu. Ama daralan ekonomiyle birlikte, alım gücü küçüldü. Artık ne kolayca kredi alabiliyor, ne de araba. İşte bu yüzden isyanın fitilini taşra halkı, akaryakıta yapılan zam gerekçesiyle ateşledi. Sarı Yelekli kalkışma, kaotik bir istem listesi eşliğinde nedeni belli, ama yönü belirsiz patlamalarla sürüyor...

***
Lidersiz olması isyanı sosyolojik anlamda yenilikçi kılmakla birlikte; büyüyüp gelişme olasılığını zayıflatıyor.
 
Hareketin siyasal yelpazesi, ırkçılardan anarşistlere açılan genişliğiyle adeta tüm ideolojilerin kadük olduğuna işaret eden bir gösterge. Ortak düşman, elbette ki yerel ekonomiyi yıkan küreselleşme. 

Ama o düşmanın artık belli bir vatanı yok, hepsi çokuluslu ve her yerde! Üstelik en büyükleri, Amazon, Google gibileri vergi bile vermiyor... 

Düşünün ki yalnız Londra borsasında, sadece 1 saniyede ortalama 33 milyon para transferi işlemi gerçekleşiyor ve sanal ortamdaki bu işlemler, vergiye tabi değil! 
Ve küresel kapitalizmin küçülttüğü devletler, ayakta kalabilmek için dar gelirli halkın sırtına biniyor; emdiği kanıyla besleniyor. Aynı küresel sermaye üretimde robotizasyonu tamamlayınca, zaten insan nüfusunun büyük çoğunluğu da işsiz ve işlevsiz kalacak. Şimdi olduklarından bile daha yoksullaşacaklar... 

Kıyametin ilk eskizi, elbette ki Fransa’da çizilecekti!
 
Bu eskiz silinebilir, ama tuval boş kalmayacaktır. Belki kalkışmalar birbirini izleyecek, hiç benzeşmeyecek; ama kıyamet tablosu 21. yüzyılda biçimlenecek ve mutlaka kültür, yani din boyutlu çatışma da içerecektir. 

Bugün, Sarı Yelekliler’in son günü olabilir. 

Ama her son, yeni bir başlangıç değil midir?

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


* Kırmızı Kedi, 2014 
** Saint-Barthélemy katliamı, 1572

Ayna ayna gerçeği söyle Sayın Başkan’a! - Işıl Özgentürk

En sonunda beni delirttiniz; bir zamanlar Boğaz’da viski içen sosyalistlere takmıştınız, şimdi tümden ülkenin en eğitimli, en vicdanlı, en sorumlu insanlarının yaşadığı (oylarıyla kendilerini belli ederler) bölgelere çamur atmaya başladınız. Her gün konuşmayı huy haline getirmiş Cumhurbaşkanı’nın danışmanları, iş yükünden iyice bunaldıklarından, çalakalem yazdıkları metinlerle bunları daha önceden bir kez bile okumayan Tayyip Erdoğan’ı oyuna getirdiler. Ve bizlere ülkenin kaymağını kimler yiyor konusunda söz etme fırsatı doğdu. 

Çok çalışmaya gerek yok. Başlayalım: Önce şu milletin “a… koymayı” iş edinmiş sözüm ona bir işadamının, Mehmet Cengiz’in kurduğu Cengiz Holding artı Kolin ve Limak ortaklığından başlayalım. 

Bu üçlü, iktidarın en sevdikleridir. Nükleer santral yapımından elektrik santrallarına, oradan büyük havaalanı ve yol inşaatlarına ihaleler, bu üçlü ortaklığa devlet tarafından otomatik olarak adeta hediye edilmektedir. Hiçbir denetimin olmadığı bu projelerde zaman zaman büyük iş kazaları meydana gelir, üstü örtülür, en son Gebze’deki iş kazası gibi. İstanbul Havaalanı’nda işçilerin sapır sapır ölmeleri de bu şirket patronlarını hiç ırgalamaz ve vergi borçları da devlet tarafından silindiği için, vallahi de billahi de ülkenin en lezzetli kaymağını bunlar yer. Kimi acayip apartman gibi yatlarda dolaşır, kimi tüm ailesine Londra gibi çok pahalı bir merkezde ev değil mahalle satın alır, çocukları Amerika’da doğar, ora vatandaşı olur ve her zaman en iyi eğitimleri görürler. Evleri mi? Eh başkanları saraylarda oturur da onlar minik saraylar yaptırmazlar mı? Altını öyle çok severler ki, evlerinin duvarlarını altın varaklarla kaplatırlar. Çocukları için tek bir dadı yetmez, bir de İngilizce, Almanca bilen bakıcıları vardır. Oğlanlarının kızlarının Ferrarileri vardır. Aşağısı kurtarmaz. 


Şimdi Sayın Tayyip Erdoğan, ben Kadıköy’de oturuyorum ve ülkenin kaymağını ben de yemek istiyorum ama ben sizin kaymak sevenler gibi bunu tek başıma yemeyi istemiyorum. Bütün yurttaşların kaymağı bala katık edip evden öyle çıkmalarını istiyorum. Fakat elimde bir elektrik faturası var, sayaç yazma ücreti 28 lira. Hangi elektrik şirketi mi? Sizin hem holdingin hem de kendi kişisel vergilerini (milyonlarca lira) bir kalemde sildiğiniz Sabancı Hanım’ın şirketi. Öyle ki, sanki sayaç okuma işçisi, bir taksiye binmiş benim eve gelmiş ve sayacımı okumuş. Helal olsun vallahi, Sabancı Hanım’ın işçilerinin bile parasını ben ödüyorum, yani bana kaymak alacak para kalmıyor. Şikâyetçiyim Sayın Başkanım! 

Devam edelim, kaymak iştahının özellikle hacı hoca kısmında tavan yaptığını söyleyebiliriz. Diyanet’in de katkısıyla, hacı hoca takımı ülkenin seks hayatını düzenlemeye soyundu, öyle ki, hacılar, hocalar bir yandan göbek üflerken bir yandan da dünyalığı yapıp, bu ülkenin nimetlerinden sınırsızca yararlanıyorlar. İşleri yurttaşların seks hayatını düzene sokmak olduğundan, en önemli önerileri “bir gecede iki kez cinsel ilişki kurmanın helal yollarını” millette anlatıyorlar. Yıkanın diyorlar ama bu yurttaşlar çok tembel, bu nedenle Saray’ın bir numaralı yandaşı Orhan Gencabay’ı bir kamu spotu gibi hazırlanmış reklamlara çıkarıp, deodorant reklamı yaptırıyorlar. Slogan şöyle: “Burnunuzun selameti için deodorant!” 

Gülmeyin Sayın Başkan, siz bize “kaymak tabaka” diyorsunuz, “ülke şaha kalksa, yıkılsa umurlarında olmaz” diyorsunuz. Sakın ola yanlışlıkla ters gösteren bir aynaya bakıyor olabilir misiniz? Bir yazar olarak benden söylemesi, o “Ayna ayna söyle bana benden güzeli var mı?” sözündeki aynalar sadece masallarda olur, gerçek dünyada aynalar gerçeği şak diye gösterir. 

Sizi bilmem ama ben mahallemdeki yoksul çocukların koruyucusuyum, Sur’daki çocuğunu buzdolabında saklayan annenin sözcüsüyüm, çocuklarının kemiklerini isteyen Cumartesi Anneleri’nin yanı başındayım. Sizi bir kere Berkin Elvan’ı yuhalattığınız Antep mitinginde izlemiştim ve kederimden bayılmıştım. Yapmayın, danışmanlarınız belli ki artık yeni yalanlar uyduramıyorlar. Eskilerin de hükmü kalmadı, bence bir sokağa çıkın ve korumalarınızı bir yana bırakıp yürüyün, yurttaşlarınızla konuşun. Böylece danışmalarınızın oyununa gelmez, gerçeği tüm çıplaklığıyla görürsünüz. 

Ayrıca bu kaymak meselesini devam ettirmeyin. Çünkü eşinizin 35 bin lira verip çanta aldığı dükkân bile iflasını ilan etti. Sadece İstanbul’da 581 bin evde su akmıyor, parası ödenemediği için. Binlerce insan işten atıldı ve ev kirasını bile ödeyemiyor. Bence siz artık gerçekten bu ülkenin kaymağını yiyen ahaliyle bir hesaplaşmaya başlamalısınız. 

Çünkü ülkenin iflasını söylemek gibi son derece onur kırıcı bir iş de size düşebilir. 

Düşecek de!

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET


Tosunlar sahada kavga etmesin diye!.. - Ahmet TAKAN

Garip bir ülkedir Türkiyem!.. Cumhurbaşkanı, MİT Başkanının ABD seyahatinden haberdar olamadığını açıkladı. Bu açıklama, normal bir ülkede yapılsa anında yer yerinden oynar. Kıyamet kopar. Hesap sorulur... Gelgelelim burası Türkiye!.. En muhalif siyasiler bile sağıra yattı. Gazete ve televizyonlar, haber değeri görmedi ki, "ittifakı bozdurmayız" sözleri manşet yapıldı. İçi boşaltılan devlet kurumları, kör, sağır, dilsiz. O yüzden,  "Bir bürokrat yurtdışına giderken üstünden yazılı olur almıyor mu (eskiden öyleydi-aht-), nasıl habersiz olunur?" diye sorsam, bana kargalar bile güler...

Ancak  karamsar olmamak lazım!.. Acun ile Şeyma'nın  boşanma davasında nafaka miktarına kadar merak eden, sorgulayan toplumumuz, mahalli seçimlerin aday aday adayları ile çok ilgili. İttifaklar, nereden kimi aday göstereceğinin peşi hiç bırakılmıyor. Müslüm filmi kadar izleniyor... Ancak film arasında patlamış mısır kuyruğu çok uzundu herhalde, bir husus atlanmış olmalı;
R. Erdoğan, partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında, "Çok eskilerden beri yerleşmiş seçim kampanyası anlayışı vardır. Şehirlerimizin caddeleri, sokakları her yeri parti bayraklarıyla, afişlerle donatılır. Biz bununla ilgili bir düzenleme yaptık. Kimse buna riayet etmiyor. Partilerin ve adayların görünürlüğünü sağlamaya yönelik bu kampanya tarzı güç gösterisi olarak devam ettik. Günümüzde artık buna ihtiyaç yok. Bunu artık çok ilkel buluyoruz. Eski tarz kampanya yöntemleri şehirlerimiz kirleten, tepkiye yol açan bir hale geldi. Gürültü ve görüntü kirliliği oluşturan kampanya yöntemini tamamen terk ediyoruz" diyerek partisine  bu seçimlerde afiş, bayrak  asma yasağı getirdi.

Hemen aklınıza gelebilir "iktidarda para mı bitti?" diye. Yoo!.. Zaten bu harcamaları bugüne kadar kendi keselerinden yapmıyorlardı. İş takipçilerine, müteahhitlere yıkıyorlardı. Büyük krizden sonra müteahhitlerde de para sıkıntısı olduğu gerçek. Ama, iktidar, "pamuk eller cebe" dese, görevden (!) kaçabilirler mi?.. 2-3 daire daha satarlar, sokakları afiş ve bayraklarla donatırlar pekala. Peki ne?.. O toplantının basına kapalı bölümünde, Erdoğan, il başkanlarına, MHP adayları hakkında yorum yapma yasağı koydu, seçim çalışmaları sırasında MHP'lilerle kavga etmemelerini emretti.


Kim kime ne kadar jest yaparsa yapsın, tepede ne karar alınırsa alınsın, AKP ve MHP tabanlarında mahalli seçimler için devam eden Cumhur İttifakı'na tepki  çok büyük. Ankara'da sarayın ve AKP genel merkezinin önünde  itirazlarını   anlatabilmek için sabahlayan teşkilatlar var. 24 Haziran seçimleri öncesini  hatırlayın. Tepede alınan  ittifak kararına rağmen, birçok yerde, AKP ve MHP'liler, afiş, bayrak asma ve propaganda yapma yüzünden kapışmışlardı. Kanlı bıçaklı kavgalar etmişlerdi. Mahalli seçimlerin iklimi ve çıkarları milletvekili, seçimlerinden daha da farklı. Erdoğan, bunun sokağa yansımalarının ne olabileceğini de iyi kestiriyor. Tepedeki görüntüyü bozmamak içinde elinden geleni yapıyor. O kararı bu yüzden aldı. Sokak kapışmalarının önüne geçmek, fiyakayı bozdurmamak için!..

 Neyin Seçimi!
Seçimler seçimler... Seçtiğimizi sandığımız seçilmişler...
Çoğulcu anlamda ilk seçimle tanışmamız 1946 yılındadır. Bakmayın siz bazılarının "olur mu canım, 1877 yılında yapıldı ilk seçimler" demelerine. O seçimlerin katılım şartları neydi hatırlatayım; idare meclisi üyesi olmak, Osmanlı vatandaşı olmak, 25 yaşında ve erkek olmak, emlak sahibi olmak. Bugün bile kaçımız bu özelliklere haiziz, emin değilim!..

Neyse, aradan geçen onca yıl ve seçimlerden sonra 2019 yılı Mart ayında yerel yönetimler için de olsa bir seçim bizi bekliyor. Yerelde nasıl yönetileceğimizden ziyade, iktidar partisinin oyları artacak mı, düşecek mi? Herkesin merakı sadece bu!

İstanbul'u, Ankara'yı kazanacak adayın projesi nedir, bir sonraki seçime kadar hangi hizmetleri alacağız, minnet mi duyacağız lanet mi okuyacağız kimsenin umurunda değil. Peki, ama neden?

Faizler  yüzde 30'ları aşmış, enflasyon  yüzde 40'lara dayanmış (TÜFE'yi boş verin, o günlük yaşayanların enflasyonu, geleceğinizden endişe ediyorsanız bakmanız gereken ÜFE oranlan), eğitim sistemi sistem olmaktan çıkmış, eğitim adı altında garabet bir oyuncağa dönüşmüş... Hukukun işlerliği tersine dönmüş (şüphe sanık aleyhine dönmüş, gizli tanık ifadesi kanıt olmuş, suçlananın suçsuzluğunu kanıtlaması geçer kural haline gelmiş, hakimler merkezden gelen talimatla göre karar alır duruma gelmiş…vb), kamu kurumlarının içi boşaltılmış, bütün yetkiler saraya alınmış... Medya, sansürden öteye geçmiş, kendini yalanlar duruma gelmiş, Papaz ceza evinde iken ABD'ye nara başlıkları atan medya, rahip serbest bırakılmak zorunda kalınınca olayı "sınır dışı edildi" diye yazarak yalakalıkta yeni bir boyut açmış... Dolar 3,5 TL'den 7,2 TL'ye çıkınca "dış güçler" diye bağıranlar 5,5 TL'ye inince "hükümetin destansı başarısı" diyecek kadar komik duruma düşmüş... Cumhur İttifakı üyeleri liseli genç aşıklar gibi bir küsüp bir barışmış...

 Devamını yazacak gücüm kalmadı. Yazarken üzerime bir ağırlık çöktü ki, bir romandan alıntı yapmıyorum!.. Türkiye'de 2018 yılının son çeyreğinde  yaşadığımız gerçekler bunlar. Velhasıl, milletin yerel seçimlerde adayların projesine bakacak mecali mi var ki, olup bitenlere tepki göstersin. Dolayısıyla, olayın sadece magazinsel tarafı ile ilgileniyor: Hükümetin oy oranı düşecek mi? İstanbul'u Binali Yıldırım  kabul edecek mi? Bahçeli, Meclis Başkanlığı hayaline kavuşabilecek mi? Kemal  Kılıçdaroğlu ile  Muharrem İnce  arasında  yeni kavga çıkacak mı?..

Brezilya dizileri gibi. Oyuncular aynı, konu aynı ama dizi izle izle bitmiyor!..
Ne olmuş yani Cumhurbaşkanı MİT Başkanından habersiz olunca...

Pek yakında, bir yerlerde yazılan bir kahramanlık senaryosunun filmi vizyona sokulur. Aynı, 24 Haziran seçimi öncesinde "Menbiç'e girdik", "Kandil'i temizledik, bayrak diktik"  gibi...

Sahi o filmleri hatırlayan var mı?..
Bırakın!..
Hesabını sormayı akıl eden bulunur mu?..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Merkel gitti, dönemi (şimdilik) kaldı - Tevfik Taş

CDU Hamburg Kongresi'nin sonucu: Merkel gitti, dönemi (şimdilik) kaldı.

Dün Hamburg'da yapılan Hıristiyan Demokrat Birlik partisi CDU'nun 31. Olağan Kongresi'nde, partinin 18 yıllık başkanı ve 13 yıllık başbakan Angela Merkel'in yerine geçecek kişiyi belirlemek için delegeler seçim sandığına gitti.

1001 Gece Masalları'nı andıran 1001 delegenin üç aday arasında Merkel sonrasını seçme konusundaki oylaması, öngörüldüğü gibi, Annegret Kramp-Karrenbauer'ın "zaferi" ile sonuçlandı.
Die Welt gazetesinin "Merkel'in son zaferi" olarak değerlendirdiği kongre sonucunu, Spiegel Online "Merkel hanedanlığı" şeklinde niteledi.

Deutsche Welle'nin baş editörü İnes Pohl, "CDU artık iki kadın tarafından yönetilecek" derken ne kadar gerçekçi ise, "Merkel başbakan kalıyor" cümlesini öznel temennisi mi yoksa nesnel karşılığı olan bir saptama olarak mı yaptığı pek anlaşılamıyor.

Birinci turda elenen üçüncü aday Jens Spahn'dan pek söz edilmese de, 2040 yılı CDU zirvesi açısından "marka olarak" kendisini bu kongrede gösterdiğine vurgu yapan Frankfurter Allgeimeine yazarı Berthold Kohler, CDU'nun sanıldığı kadar yekpare bir bütünlük taşımadığının da altını çiziyor.

Zürih merkezli bir başka Almanca gazete, Neue Zürher Zeitung, partide işlerin hiç de iyi gitmediğinin altını çizerek, "son halk partisinin son şansı" olarak nitelediği kongreyi ve Annegret Kramp-Karrenbauer'ın işlevini riskli görerek, "Annegret Kramp-Karrenbauer, partinin moralini yüksek tutmak için pek fazla zamana sahip değil" değerlendirmesinde bulunuyor.

ORTADA BİR ZAFER YOK
Aslında bir "zafer"den söz edilemez.
Henüz üç hafta öncesine kadar Merkel'in bizzat işaret ettiği Annegret Kramp-Karrenbauer'ın CDU Genel Başkanlığı'nı çantada keklik olarak görenlerin sayısı çoğunluktaydı. Oysa Kramp-Karrenbauer birinci turda dahi seçilemedi. İkinci turda da Friedrich Merz ile arasındaki oy farkı yalnızca 35 ve yüzde 3,5.
17 yıl boyunca partiye uğramamış Friedrich Merz'in iki aylık "kampanya" ile CDU Genel Başkanlığı'nı kaçırması, asıl üzerinde durulması gereken unsur gibi görünmekte. Kaldı ki, Federal Meclis Başkanı ve CDU'nun kudretli ismi Wolfgang Schäuble'nin iki gün kala oyunun rengini açıklayarak, Merz'i işaret etmesi anlamlı. Wolfgang  Schäuble, Alman siyasetinde de CDU içinde de herhangi bir aktör değil. Bir zamanlar Merkel'in sağ kolu olduğunu belirtmekte yarar var.

Bundan dolayıdır ki, Annegret Kramp-Karrenbauer'ın işi zor... Spiegel Online, "CDU'da bölünme tehlikesi reeldir" diye değerlendirme yaparken, Viyana merkezli Der Standar gazetesi, "Kramp-Karrenbauer derin bölünmüşlük içindeki partiyi miras aldı" başlığı ile hiç de haksız değildir.

CDU Kongresi'nin sonucu açık ki şudur: Merkel sonrası değil, Merkel'in koltuğuna gelecek kişi belirlendi. Yani Merkel gitti ama dönemi hâlâ iktidarda.

NEREYE KADAR? 
Sosyalist Junge Welt gazetesi CDU kongresinin sonucunu, "statüko kazandı" değerlendirmesiyle gördü. Haklı bir değerlendirme.

Alman emperyalizminin amiral gemisinde statüko kazandı. Ancak ucu ucuna kazandı. Merz kazanmış olsaydı, Alman emperyalizmi daha az statükocu ancak daha Amerikancı bir çizgiye oturacaktı. Fark büyük değil. Merz'in soluğu Kramp-Karrenbauer'ın ensesinde.

Sermayenin büyük krizi, sermayenin partilerinde de krize yol açtı. CDU delegeleri, eski güzel günlerdeki istikrara oy verdi. Gelecek onları ürkütüyor çünkü.
Ancak böyle bir dünya yok artık!

Kriz bacayı sardı. "Mini Merkel" olarak adlandırılan Annegret Kramp-Karrenbauer'ın 2021 seçimlerine dek parti şefi olarak kalıp kalmayacağı hiç de garanti altına alınmamıştır. 
Alınamaz da.
Merkel gitti, ama dönemi (şimdilik) kaldı. 

Tevfik Taş / SOL

Sınırda yaşamak - ORHAN GÖKDEMİR

“Boş teneke çok ses çıkarır” diye şahane bir sözümüz var. Son zamanlarda ortalık boş teneke sesinden toz duman. “İdeolojilerden uzak durun” diyen profesörü, AKP’yi Bolşeviklere benzeteni takip ediyor. “Sarı yelek satın alan darbecidir, yakalayın” diye polise yol gösteren yobaz gazeteciyi, kuran okumayan çocukları şeytana benzeten Diyanetçi tamamlıyor. Sinirleri sağlam tutmak her zaman mümkün değil, biz de sürükleniyoruz ara sıra teneke sesinin geldiği yöne doğru haliyle. “Bakmayın koca koca unvanlar taşıdıklarına, teneke bunlar” demek zorunda kalıyoruz. Ama itiraf edeyim, geride tuhaf bir damak tadı bırakıyor bu tür yazılar, üzerine çamur sıçramış, ahmaklık bulaşmış gibi hissettiriyor.

Bunlar zamanımızın kahramanları. Ama çok şükür boş tenekelerden ibaret değil ülke. Bir de yüzü geleceğe dönük insanlarımız, yoldaşlarımız var. Onlardan birinin hayatı “Sınırlarda Yaşamak” adı altında kitaba dönüştürüldü geçtiğimiz günlerde. Arkadaşımız Şevki Ömeroğlu kahramanı. Tanışıklığımız 1980’li yılların sonunda, “Toplumsal Kurtuluş” yıllarına rastlıyor. “Bombacı” Ahmet Zenginle birlikte bir gün habersiz çıkageldiler ve sessiz sedasız kavganın parçası oldular. Ahmet’in bombacılığı, bir bombanın kazara elinde patlamasından. Vücudunun bazı parçalarını alıp götürmüştü patlama. Bir savaş gazisi gibi dalardı tek göz odaya. Bu durumdan yakındığına ya da övündüğüne hiç tanık olmadım. Acımasız bir savaşın içinde doğmuştu, hem savaşı hem o savaşın vücudunda bıraktığı izleri kanıksamıştı. İki kafadarın hünerli ellerinin eseri olan “Akış Yayıncılık” ve “Dünya Solu” dergisi bizimdi, öyle kabul ediyorduk. Şevki ve Ahmet koşturuyordu pratik işleriyle. Üzerimize gelen kalabalık harami güruhuna karşı direniyorduk. Cağaloğlu yokuşunda, İran Konsolosluğunun sınırında bir iş hanında iki tek göz odadan ibaretti kalemiz. Cesaretimizden başka barikatımız yoktu.
Sonra zaman işini gördü, herkes bir yerlere savruldu. Şevki ve Ahmet’ten ortak dostlarla karşılaştığımızda haber alabiliyorduk artık. Sonrası hepimizin kahramanı olduğu bir hazin hikâyedir.
                                                             ***
Tanıdık, tanımadık pek çok arkadaşımız yazmış Şevki’nin arkasından. Yalçın Hoca da her zaman olduğu gibi uzun ve akıcı bir yazıyla katılmış üretime. Şöyle anlatıyor tanışmalarını:
“Sultanahmet’e düştüm ve Ahmet’i gördüm, ‘baktım’ demek daha doğrudur, hissettirmiyordum, herkes öyle yapar, ‘Bombacı Ahmet’ dendiğini sonradan öğrendim. Bakmak imkânsız, sadece merak ediyoruz. Sanki dikkatle inceliyoruz ve hala güçlü ve iddialıdır…
Şevki, Sultanahmet’e, daha önce gelmiş ve sonra Metris’e geçmiş, ‘sevk’ daha doğrudur. Dev Sol’dan Ahmet, bombayı elinde patlatmış, bir kaza, iki parmağı kalmıştı, ‘göz’ olarak kalanlardan ise görmeyi sağlıyordu. Hemen anlıyorduk, Bombacı Ahmet, harika bir adamdır. Pek az organdan, herkesin yaptığından yüz kat fazlasını, çıkarıyordu. Hep öyle oldu.
Silivri’ye düşmeden önce, galiba bir kez telefonla konuşabildim, herhalde artık zorlanıyordu ve artık çekilme dönemindedir. Sanki artık doğa’dan çekiliyordu. Sonra pekiyi olmadığını duydum. Arkasından duymanın, anlamını yitirdiği, bir zaman var. Anlamsızlığı duyuyorduk.
Bombacı, hapiste, bana geliyordu, istisnai bir durumdur. Peki, nasıl yaşadı, hapse girdi ve sürgüne gitti, şikâyet etti mi, duymadık. İsyancı bir aileden geliyordu, sakin sakin ama hep isyandaydı. Âşık oldu mu, şimdi öyle anlıyoruz, ama iddiasız ve gösterişsiz. Aşka zıttır. Vefa Lisesi’nden Şükran’ın tarifine göre, lider, havalı ve telaşsız, hep iş peşindedir.  Ve ilk kez pek müfritti, sevindik, Hasip’in deyişiyle, siroz oldu ve üzüldük. Ve tarihi tarihten bir yıl geç, bizden koptu. Artık yok. Peki, özetle gerçekten yaşadı mı, evet ve bir tek iş buldu, ‘devrim’, biz yaşadık. Şevki’yle güzel yaşadık, aynı yoldayız. Ve eksikliğini hep duyuyoruz…”
Şevki ve Ahmet bizim için birdir, aynı kişidir, tek bir yoldaştır.
Geniş anlamda “yoldaşlık” tarifimiz var; Birbirimizi görmesek de, hapishanede veya cenazede, barikat başında veya gözaltında mutlaka karşılaşırız. “Kaderimiz” bizi birleştirir, kaçamayız. Eksiği gediği olsa bile sonuçta yol kardeşliğidir.

                                                           ***
Yalçın Hoca arıyor ara sıra. Bir süredir sağlık sorunları var, beyninden tabii. Yalçın Hoca bu, başka yerinde sorun çıksa şaşırır insan. “Orhan villaya taşınacağım, yeniden çalışmaya başlayacağım” diyor. Villa dediği Ankara Karakusunlar’da, 1980’li yıllarda solun uğrak yeri olan küçük, müstakil dubleks daire. Bizim kuşaktan olup da o evde anısı olmayan kimse yok neredeyse. Şimdi arıyor ve “seni tanıyor muyum” diye başlıyor, olası unutkanlığa karşı Hoca usulü önlemdir. Tanışıyoruz. 1987’de bir panelde karşılaştık ve ertesi gün dergi çıkarmaya karar verdik. Sonra hepimizi tutup hapse tıktılar. Biz yirmili yaşlarını süren asi çocuklarız, Hoca bir tür kılavuz bizim için.

Geçen yıl, mahkeme sonrası geleneği olan kalabalık bir yemekteyiz. Askerleri tartışıyoruz, ben onların adam olmayacağı kanısındayım. Hoca hala umudunu koruyor, anlaşmamız imkânsız. Fakat bu tartışmanın Hoca’yı üzdüğünü fark ediyorum. Sert görünür ama kırılgandır hep. Olağanüstü bir zekâya ve müthiş bir birikime sahip olmasına rağmen yüreğinin işaret ettiği yere gider çoğu zaman. Devrimci kalabilmenin başka yolu yoktur çünkü.

Şevki ve Ahmet’le birlikte, biz Hoca’nın öğrencilerinin birinci kuşağındanız. “Sınırda Yaşamak”ta anılarını yazanların çoğu ikinci kuşaktan. Bir de üçüncü kuşak var, birlikte “Gündoğdu” dergisini üretiyoruz. Çok parlak bir kuşaktır sonuncusu, galiba dergide yazanların arasında en az eğitimlisi benim. Bunları bir önemi olduğu için anlatmıyorum, nihayetinde birlikte yürümenin esası yoldaşlıktan ibarettir. Ama Yalçın Hoca kendi seçtiği öğrencileri olan, pek çok genç kuşağı mücadelenin içine arkasından ittirmiş gerçek bir hocadır. Eksik veya fazla, doğru veya yanlış, bizim hocamızdır.
                                                             ***

“Övünüyorsun ama seni cezaevine ben soktum” diye takılır bana hep. Hoca son mahpusluğuna sadece üçüncü kuşağı götürdü. OdaTV’deki iki Barışlar o kuşaktandır. Deniz Hakan, Barış Zeren ve Okan İrtem dışarıda kalan “Azap”lardandı. Hoca bir mahkeme arasında elime bir not tutuşturdu, “onlara gazeteciliği öğret” diyordu. Kelin merhemi olsa kendi başına sürer. O not yüzünden tuhaf işleri bulaştık bir ara, içime sinmese bile cezaevi arkadaşlığının hukuku var, zorda olana itiraz etmek olmaz.

Hem, benim öğretecek halim olmasa bile, üçüncü kuşaktan arkadaşlar işi çoktan öğrenmişti sanırım. Gündoğdu, delilidir.

Peki, özetle gerçekten yaşadık mı? Evet, “devrim” diye bir işimiz olduğu sürece, yaşadık. Dönüp dolaşıp hep birbirimizi ve kendimizi buluyoruz. Şevki’yle, Ahmet’le, hep birlikte aynı yoldayız. Eksikliklerini duymamamızın imkânı var mı?
Devrim bir tutkudur, hep sınırda yaşama halidir, kahırlıdır ama güzeldir. Hakkını vererek taşıyabilenlere imrenmemiz bundan. Yoldaşlar, ne olacaksa sizin de eseriniz olacaktır…

Orhan Gökdemir / SOL

8 Aralık 2018 Cumartesi

Son Çıkış: Alıp başını gitmek - CÜNEYT CEBENOYAN

İstanbul’da hepimizin kabusuna dönüşen ve şehrin çoğu semtini tanınmayacak kadar çirkinleştiren inşaat furyasını arka planına alırken, gelişmesini tamamlamamış başka bir varlığı yani bir küçük burjuva erkeği odağına alan Son Çıkış, keyifle izlenen, iyi bir film.

Bazılarımız büyüyemiyor. İstediği herşeyin elinin altında olacağı, elini sallasa ellisinin koşacağı bir çocukluk hayalini ileri yaşlarına kadar koruyabiliyor. Herşeyi istediklerin için, hiçbir şey olamıyorlar tam.

‘Son Çıkış’ın kahramanı Tahsin de böyle biri. Ne evinin erkeği, ne karısının kocası ne de çalıştığı konumu doldurabilen biri o. Zaten işteki konumuna da karısı sayesinde gelmiş. Tahsin’in çalıştığı şirketin sahibi aynı zamanda Tahsin’in kayınpederi oluyor. Yani Tahsin çok da çaba harcamamış makam, mevkii sahibi olmak için. Dişiyle tırnağıyla çıkmamış yukarılara. Haydan geleni huya göndermesi çok da şaşırtıcı değil.

Yeryüzü Cenneti!
Tahsin bir gün bir barda, Siren adlı eski bir kadın arkadaşıyla karşılaşıyor. Ondan alternatif bir yaşam öyküsü dinliyor. Doğal tarım yapılan, komünal bir hayat yaşanan bir nevi yeryüzü cenneti hayali Tahsin’in zaten bir yerlerde bastırılmış bir şekilde duran hayallerini canlandırıyor. Sıkıldığı işinden ve evinden kaçıp Akdeniz’de kendisini bekleyen bu hayale doğru koşmaya karar veriyor. Ama İstanbul bu, adamı kolay bırakmaz!

Ağların kokusunda
Martin Scorsese’nin ‘After Hours’ adlı filminin kahramanı da Tahsin gibi bir sirenin (mitolojide sesleriyle erkekleri baştan çıkaran dişi varlıklar) çağrısı üzerine Manhattan’ın sokaklarında kabus gibi bir gece geçirir. Tahsin’in de başına gelmedik kalmaz hedefine ulaşana dek. İnşaat dehşetinin faillerinden biri olan mimar Tahsin, kendisinin de kazılmasına katkıda bulunduğu kuyulara ya da inşaat çukurlarına düşer durur. Her şeye katlanır Tahsin, ne de olsa vadedilmiş cennette birkaç huri onu beklemektedir.

Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda sevişecek, yelkovan kuşlarının peşi sıra şu ada senin, bu ada benim alıp başını gidecektir. Ama başka bir şair de başka bir ülke bulunamayacağını, bu şehrin peşinden geleceğini söylemişti. Tahsin duymuş muydu?

Bir küçük burjuva
İstanbul’da hepimizin kabusuna dönüşen ve şehrin çoğu semtini tanınmayacak kadar çirkinleştiren inşaat furyasını arka planına alırken, gelişmesini tamamlamamış başka bir varlığı yani bir küçük burjuva erkeği odağına alan Son Çıkış, keyifle izlenen, iyi bir film. Özellikle başrol oyuncusu Deniz Celiloğlu, Tahsin rolünde çok iyi. 

CÜNEYT CEBENOYAN / BİRGÜN

Not. Konstantin Kavafis, Orhan Veli ve Yunus Emre’ye teşekkür ederim.


Sandıktan Topan Karakılçık çıktı! - L. DOĞAN TILIÇ

Seçime şunun şurası birkaç ay kaldı; az zaman sonra bütün adaylar belli olmuş ve 31 Mart’ta sandıktan çıkmak için kampanyalarına başlamış olacaklar.
Sandıktan çıkanlar, sandıkların kurulduğu yerlerde hayata nasıl ve ne kadar dokunacaklar? O dokunuşlar ranta-talana mı dönüşecek, yoksa “bir başka hayat” için üretim-tüketim ilişkileri içinde yaşamlarına değdikleri insanları gönendirmeye mi?

İkincisi de mümkün ve doğru dokunuşlarla hayatlar değişebiliyor!
Kars’ın Boğatepe köyünü anlatmıştım bu köşede; doğru bir dokunuşla değişen hayatlardan; köyden kaçanların geri dönüşünden; yok olan tahılın, etin, sütün, peynirin tekrar ortaya çıkışından; “ekmeğin kokusunun, damağın tadının” geri gelişinden söz etmiştim.

Yıllardır siyaseten kazanmanın böyle başarı öyküleri yaratmaktan geçtiğini yazar söylerim, solun ancak bunu yaparsa toplumsallaşıp çoğalacağına inanırım.

Boğatepe’den söz edip de üretici pazarlarında keyifle dolaştığım Seferihisar’dan, oradaki başarı öyküsünden söz etmemek haksızlık olacaktı.

“Topan Karakılçık” yaşlı bir köylünün sandığından çıktı; Seferihisar’ın Gödence köyünde!

Yok olduğu sanılıyordu. Yerel buğday türlerinden biriydi ve tarımımız on yıllardır yediğimize içtiğimize de musallat olan emperyalizmin elinde can çekişirken, yerli tohumların satışını yasaklayan yasalar çıkarılırken Topan Karakılçık Buğdayı da kaybolmuştu.

Seferihisar Belediyesi, şehrini dünyanın parmakla gösterdiği bir yer yapan başkan Tunç Soyer’in “başka bir tarım mümkün” politikası gereği, sandıktan çıkan o bir avuç tohumu 4 yıl süren çalışmalar sonucu çoğalttı. “5’inci yıl 6 dönüm, 6’ncı yıl 120 dönüm, 7’nci yıl 280 dönümde hasat” yaptılar ve “bu yıl da yaklaşık 500 dönüm ekildi”.

Seferihisar’ın köyleri, ki onlar büyükşehir yasasıyla mahalle yapıldılar, “Ekeceğiz de ne olacak?” kaygısıyla üretimden kaçmıyorlar. Belediye’nin “Alım Garantili Üretim” projesiyle, üretici, Belediye’ye ne kadar üretim yapacağının, Belediye de devletin açıkladığı buğday taban fiyatının iki katına satın alacağının sözünü veriyor.

Seferihisar’ın adını belki de Türkiye’nin ilk “Cittaslow” (Yavaş/Sakin Şehir) ilçesi olduğunda duydunuz. Belki sadece gidip görülecek bir turizm beldesi olarak düşündünüz, belki orada emeklilik düşleri kurdunuz.
Ancak, Seferihisar bunlardan çok fazlası; orada yaşayanların ürettikleri, üreterek hayatlarını iyiye güzele doğru değiştirdikleri bir yer.
Orada; kendisini çocukların aldığı nefesten, içtiği sudan sorumlu hissettiğini; kadınların eşit yaşamalarını, yaşlıların mutluluğunu; toplum sağlığını; kuşaklar arası köprüler kurmayı asli görevi saydığını söyleyen bir belediye var.

Üretici pazarları açıp, üretici birlikleri ve kooperatifler kurarak, tarım ürününü işleyip sanayi ürününe dönüştürerek insanların toprakları terk etmesine engel olmuş, yaşam kalitelerini yükseltmiş bir belediye var.
Yerli tohuma sahip çıkıp, her yıl Türkiye’nin dört bir yanına 1 milyonun üzerinde yerli tohum ve fideyi ücretsiz dağıtarak, Seferihisar örneğini başka yerlere de taşımaya çalışmış bir belediye var.

Bütün köyleri dolaşıp sandıklarda kalan son tohumları toplayarak, o tohumların takasını sağlayarak, Can Yücel Tohum Merkezi kurarak yürüyen bir yerel yönetim var.

Okumayı burada kesip Youtube’dan Seferihisar videoları izleseniz orada yapılanları belki daha net görecek (https://www.youtube.com), başarılarının tarımla sınırlı olmadığını fark edecek, keyifli bir hafta sonu geçireceksiniz!

Partilerin “Bütün Türkiye’yi böyle yapacağız” diye anlatabilecekleri başarı öyküleri olmalı diyorum ya; alın işte Seferihisar!

 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Bağımlı ekonomiden bağımsız siyaset çıkar mı? - Barış Doster

Türkiye üretmiyor. Sanayisi eridi. Tarım ve hayvancılık ülkesi olan Türkiye, mercimek, fasulye, et, saman ithal ediyor. Çarşı-pazardaki ürünlerin büyük bölümü dışarıdan geliyor. Hayat pahalılığı yurttaşın belini büküyor. İşsizlik dayanılmaz boyutlarda. Büyüdüğü dönemlerde bile istihdam yaratamayan; üretime değil tüketime, ihracata değil ithalata dayanan model iflas etti. Sanayileşme hamlesini, planlı ekonomiyi, bütüncül kalkınmayı unutmanın bedeli ağır oldu. Seçim dönemlerinde, iç siyasete yönelik, “Eyy Almanya”, “Eyy Hollanda” diye başlayan tümceler kurulsa da, bu ülkeler önemli dış ticaret ortaklarımız, ülkemize en çok yatırım yapan ülkeler arasındalar. 

Sorunumuzun dönemsel değil yapısal olduğunu kavramak için, tarihe uzanalım. İkinci Dünya Savaşı sonrasına, Soğuk Savaş’ın başladığı döneme bakalım. ABD’nin Türkiye’ye, Marshall Yardımı kapsamında süttozu, krem peynir yolladığı yıllar...
O malların ambalajlarının görüntüleri hafızalardadır: Tokalaşan iki el. Üstünde ABD bayrağındaki yıldızlar, altında ABD bayrağındaki şeritler. ABD yardım yaparken bir de şart koşmuştur: “Sanayileşmekten vazgeç, demiryollarına yatırım yapma”. Yardım yaparken, neyi, nasıl, ne kadar üreteceğimizi de dayatmıştır. Tahribatı ağırdır. Misal; ulusal savunma sanayisi konusunda aklımız başımıza, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle konan ambargo sonrasında gelmiştir. 

ABD - Türkiye arasındaki bu ilişki biçimi, ülkemizin tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, onurlu dış politika, güçlü ekonomi konusundaki kıskançlığını, kısacası Atatürkçü geleneğini de zayıflatmıştır. Seçkin aydınımız NiyaziBerkes’in şu saptaması önemlidir: “Batı’da Atatürk dönemini Batıcılık düşmanlığı sayarlar. Onlara göre, Batıcılık sevgisini başlatan AdnanMenderes’tir”.

Ülkeler ve sınıflar arası eşitsizlik
Diplomaside baskı çok boyutludur; siyasi, hukuki, askeri, iktisadidir. İç siyasette de ekonomik baskı, sadece yoksulluk, eşitsizlik, sömürü doğurmaz. Zorbalık da doğurur. Kapitalizm, ülke içindeki sınıfsal eşitsizliği de, ülkeler arası eşitsizliği de derinleştirir. “Sınıf” kavramının, sınıfsal mücadelenin, yurttaş kimliğinin, toplumsal bilincin yerine etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel duyarlılıkları koyar. Kimlik siyasetini öne çıkarır. Kapitalist düzenin, liberal düşüncenin, kâğıt üstünde önerdikleriyle, özgürlük vaadiyle, hukuk önünde eşitlik söylemiyle, gerçek hayatta yaşananlar örtüşmez. Ekonomik eşitsizlik, siyasal ve toplumsal eşitsizliği besler. 

İç siyasette bunlar yaşanırken, dış siyasette de benzer uygulamalar öne çıkar. Pazar ve hammadde için, ülkeler birbirine kırdırtılır, işgal edilir. Gelişmiş, merkez, kapitalist, emperyalist ülkelerin silah sanayisi, siyaset, bürokrasi ve bilim dünyasıyla birlikte çalışır. Azgelişmiş ülkeler de ihtiyaç duyduklarından değil, haraç vermek zorunda olduklarından, gelişmiş ülkelerin silah şirketlerinin en önemli müşterileri olurlar. Yurttaşları açlığın, yoksulluğun, eğitimsizliğin girdabında kıvranan Ortadoğu ülkeleri bunun somut örneğidir. 

Kıssadan Hisse: Kapitalizmde kâr, şirketin kasasına girer. Zarar emekçilere, yoksullara yüklenir. Dış politikada da bu kural geçerlidir.

Barış Doster / CUMHURİYET