1 Ocak 2019 Salı

2019 mesajı: Murat Ülker kime meydan okuyor? - Bahadır Özgür / duvaR.

Kime, neye kafa tutuyor? Malına çöken mi var ya da canına kasteden mi? Acaba dolara mı kızıyor, yoksa bankaların kredi faiz oranlarına mı? Bu şiddetin, celallenmenin, heyecanın sebebi nedir? 2017, 2016, 2015... Yılbaşı mesajlarındaki iyi dilekler, ümitvar sözler, çalışanlara birlik, beraberlik öğütleri ne ara meydan okumaya evrildi?

2018 kimin yılıydı denilse, herhalde bu ünvanı en fazla hak edenlerden birisi Murat Ülker’di. 2018’e lehine şartlar oluşturulmazsa 5 milyar dolarlık kredi borcunu ödemeyeceğini ilan etmesini tartışarak girmiştik. Yılı onun adına mutlu sonla kapattık şimdi de. Türkiye Bankalar Birliği 27 Aralık günü, Ülker’in borcunun yapılandırıldığı müjdesini verdi. Üzerine, Doğuş’un ve Lübnanlı Hariri ailesinin batırdığı Türk Telekom’un 4 milyar 750’şer milyon dolarlık borcunu da ekleyerek…
Ne kadar ironik ki, 2019’un neler getirebileceğinin işaretini de yine Ülker’den alıyoruz. Cuma günü şirket çalışanlarına gönderdiği ‘yeni yıl mesajı’nda, “Geçmişte benzeri ekonomik koşullara ‘kriz’ derdik. Bugün ise, ülkemizde ve dünyada yaşadığımız sürece, hodri meydan diyorum” diyordu.
5 milyar dolar kişisel servetiyle Türkiye’nin en zenginleri listesinin bir numarasının ağzından dökülen ilginç sözler bunlar. Kime, neye kafa tutuyor? Malına çöken mi var ya da canına kasteden mi? Acaba dolara mı kızıyor, yoksa bankaların kredi faiz oranlarına mı? Bu şiddetin, celallenmenin, heyecanın sebebi nedir? 2017, 2016, 2015… Yılbaşı mesajlarındaki iyi dilekler, ümitvar sözler, çalışanlara birlik, beraberlik öğütleri ne ara meydan okumaya evrildi?
2018 yılını özetleyen bir retorik bu. Türkiye’de iktidar sahiplerinin ve ekonominin kaymağını yiyenlerin cüretkar tavırlarının muhteşem bir örneği aslında. Nitekim mesajın esas formuna, doların aşırı fırladığı ağustos ayında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Trabzon’da yaptığı konuşmadan aşinayız: “Oyununuzu gördük ve meydan okuyoruz.”
“Eski Türkiye’de krize kriz derdik, yeni Türkiye’de krize kriz diyenin vay haline” manasına gelen bu açıklamayı; otoriterliğin sadece siyasi alanla sınırlı olmadığının, iktidar blokunun tehdit algısını sürekli yüksek seviyede tutacağının ve bu gücü kolay kolay ehlileştirmeyeceğinin ifadesi olarak okumak lazım. Kriz aynı zamanda alt sınıflardan üst sınıflara, ülke içinden ülke dışına kaynak transferinin hızlanması demek çünkü. Kaynaklar yukarı doğru aktıkça, kriz aşağı doğru fatura edilir.
2019 yılı, bu faturanın ‘besin zinciri’ hiyerarşisine uygun biçimde nasıl pay edileceğinin kararının verileceği yıldır. Dolayısıyla ‘iç savaş’ konseptinin diri tutulması elzem. İşaretler krizin toplum nezdinde işsizlik, gelir erimesi, ihtiyaçları kolay kolay karşılayamama olarak somutlanacağını gösteriyor.
İşte Ülker’in mesajı da bu ‘besin zinciri’nin işleyişiyle birlikte anlamlı…
2018’DE NE OLDU, 2019’DA NE OLACAK?
* 2019’da ödenmesi gereken dış borç 173.8 milyar dolar. Bu para nakit bulunup, yurt dışına verilecek. Bunun da 136.8 milyar doları özel sektörün. Üzerine 35 milyar dolarlık cari açığı da ekleyelim. Özetle bir yıl içinde Türkiye’nin 210 milyar dolara yakın sıcak nakit dış kaynak girişine ihtiyacı var. Peki geliyor mu?
* 2017’de dünyada Türkiye gibi ülkelere toplam 262 milyar dolarlık dış kaynak girişi oldu. Bu kaynaktan Türkiye’nin payına 50 milyar dolar düştü. 2016’ya kıyasla yüzde 44 artış demek. 2018’in ilk iki ayındaki artış ise yüzde 80’e ulaştı. Sonra ne mi oldu? Parayı verenler kârlarını da alıp çıkmaya başladı. Geri kalan 10 ayda tek kuruş girmediği gibi, cari açık finansmanına bakıldığında net 6.5 milyar dolarlık çıkış görülüyor. Merkez Bankası rezervleri de 20 milyar dolara yakın eridi. Bu ne demek?
* Net sermaye çıkışı, yabancı sermayenin verdiği parayı faiziyle tahsil etmesi demek. Mart 2018 itibariyle başlayan kur şokundan itibaren Türkiye ekonomisinden yabancı sermayeye hızla kaynak transferi yaşanıyor. Bunun sonucunda dış finansmanın büyüttüğü inşaat başta olmak üzere pek çok sektör tepetaklak oldu. Konkordato ilanları, iflaslar, yatırımların durması bu sürecin neticesidir. Nihayetinde de yılın son ayı itibariyle küçülen reel ekonominin 2019’un ilk altı ayında daralacağı kesinleşti.
* Hükümet dışarı kaynak transferinin şirketlerde yol açtığı tahribatı, toplumsallaştırmak için adımlar atıyor. Ülker, Doğuş, Telekom’un borç yapılandırması, kamu bankalarının üzerinden mega projeleri alan inşaatçılara kredi sağlanması, ÖTV, KDV muafiyetleri ve indirimleri vb. ülke içinde de aşağıdan yukarıya kaynak transferi anlamına geliyor. Mesela; TÜSİAD’ın “çok iyi oldu” dediği asgari ücrette işverenin üzerindeki yükün 900 lirasını devlet ödüyor zaten. Nereden? İşsizlik Sigortası Fonu’ndan, vergilerden, yani çalışandan kestiği paradan. Aynı şekilde KOBİ’lere SGK primi desteği ile de prim yükünü yine işçinin cebinden karşılıyor.
* Borcu yapılandırıldığı için neşeyle meydan okuyan Ülker’in aksine 2018’in ilk dokuz ayında vatandaşın bankalara borcu yüzde 10.2 artarak 500 milyar lirayı geçti. Merkez Bankası’nın raporuna göre, konut kredisi borcu 15 milyar, ihtiyaç kredisi borcu 22 milyar, kredi kartı borcu da 13 milyar lira fazlalaştı. Bankaların tahsil edemeyip paket halinde varlık yönetimi şirketlerine sattığı vatandaşın borçlarındaki artış ise yüzde 23.7’yi buldu. Devletin Hazinesinin iç borcunun bile 507 milyar lira olması, vatandaşın borçlarının geldiği boyutu özetlemeye yetiyor.
* Türkiye tarihinin en yüksek işsizlik oranı, 2008 krizinin ardından 2009’da yüzde 13 ile gerçekleşmişti. Bugün işsizlik oranı 11.5. Ve 2019’da bu oranın, ekonomideki daralmayla birlikte en kötü dönemi dahi geride bırakması sürpriz sayılmaz. Reel ücretlerdeki artış ise 2008’den beri en alt seviyede. KDV ve ÖTV indirimleri ile kağıt üzerinde azalan enflasyon da hesaba katıldığında, 2019’deki reel ücret erimesi 2018 yılını da geride bırakacak gibi. Zaten eksi büyüme, ücretle çalışan kesimlerin milli gelirden aldıkları payın da eksilmesi demek.
Kısaca kriz toplumun aşağı kesimlerinden yukarıya, içeriden dışarıya kaynak transferini hızlandırırken; yoksullaşma, işsizlik, geçim sıkıntısı olarak faturayı ücretle çalışanlar açısından ağırlaştırıyor. Yeni yıl mesajındaki meydan okuma da elbette bir iktisadi olgu olarak krize değil, sonuçlarıyla birlikte toplumsallaşan krize meydan okumadır. Yani faturaya ses çıkartması muhtemel olanlara…
YENİ BİR BALON MU?
Ne var ki, 2019 iktidar bloku açısından da o kadar hayırlı olmayabilir. Her sıkıntıda darı gibi etrafa saçtıkları ‘dış güçler’ mefhumu, gerilim tezgahının etkili bir dişlisi olmaktan çıkıp gerçek bir tehdide dönüşebilir. Prof. Korkut Boratav’ın 28 Aralık’ta yazdığı yazıda bahsettiği ABD’de yüksek faizli şirket tahvillerinde yaşanan durum, 2019’u yeni bir küresel sarsıntının miladına çevirebilir. Tıpkı 2008’deki gibi, ‘sağlam’ görülen şirket tahvilleri, ‘çürük’ tahvillerle birleştirilerek oluşturulan paketler halinde piyasalara sürüldü. Bu paketler yeni bir balona neden oluyor.
2008’de krizden çıkmak için uygulanan 21’inci yüzyılın ‘mucizevi mali politikalarının’ sonucuna dair bir hatırlatma, 2019’da nelere olabileceği konusunda fikir verir. 2008’de bankaların batmaması için bilançolarındaki ‘zehirli varlıklar’ sermaye piyasasına aktarıldı, ama bu hamle, riski daha bulaşıcı bir zemine taşıdı. Piyasalarda biriken riski azaltmak için bu sefer de ‘ucuz küresel kredi havuzu’ vasıtasıyla gelişmekte olan ülkelere sermaye ihracı başladı. Küresel borç, küresel hasılanın yüzde 225’ine ulaştı. Böylece merkez ülkelerde biriken sermaye artığı, yeni değerlenme arayışı çerçevesinde borç sermaye olarak Batılı ülkelerden bağımlı ülkelere kaydırılırken, aynı zamanda riskleri de götürdü. 2018 krizinin küresel anlamı buydu.
ABD merkezli piyasanın fay hatlarında biriken enerji her an yeni sarsıntıya yol açabilir. O zaman da Türkiye’nin yaşadığı kriz bambaşka bir evreye sıçrar ki, bu da 1990-2001 arasındaki kriz sarmalının daha ağır biçimde 2019’dan sonraki dönemde tekerrür etmesi demek.
24 Haziran 2018’den beri Türkiye’nin ‘başkanlık’ görünümlü bir koalisyonla yönetildiğini unutmamak gerekiyor. AKP ve MHP’nin siyasal çekirdeğini oluşturduğu, ilk halkada TÜSİAD ve MÜSİAD’ın yer aldığı, çeperinde ihracatla beslenen ticaret ve yan sanayii ağırlıklı orta ve küçük işletmelerin konumlandığı iktidar blokunu bir arada tutan şeyin de bu ekonomik modelin sürdürülebilirliği üzerine kurulduğunu unutmamak kaydıyla. Tüm bunlar küresel piyasadan çekmek mecburiyetinde olduğun paraya pamuk ipliğiyle bağlı…
Bahadır Özgür / duvaR.

Yeni sistemin tanımı ve sahte muhalefet! - Arslan BULUT

Türkiye'nin nasıl bir sisteme sürüklendiğini, çok değerli Anayasa profesörleri anlatmaya çalıştı ama kimse anlamak istemedi. Sistemin tanımını, son olarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu yaptı.

Soylu, Tunceli'de AKP il binasında şu "tarihî" açıklamayı yaptı:
"Bu yeni sistemde Türkiye artık eskisi gibi hükümetlerin yıkılıp bozulacağı, birtakım operasyonlarla alt üst edilebileceği bir anlayış yoktur.
Bu sistemde Cumhurbaşkanı seçildi mi 5 yıl görevde. Artık koalisyonlar, Meclis'teki sayılar bir önem taşımamaktadır.
Bu yeni sistem, bir istiklal sistemidir. Hesabını, kitabını, planını yaptın mı, bu planını 5 yıl boyunca yürütebileceğin bir sistemdir.
Türkiye son 4 yılda 6 seçim geçirdi. Şimdi 7'ncisine gidiyoruz. Ama bir daha 4,5 yıl seçim olmayacak.
Tayyip Erdoğan'ın ayağına topu vereceksiniz, tam 4,5 yıl boyunca sahada bir CHP'ye gol atacak bir PKK'ya gol atacak, bir Türkiye'yi geri bırakmaya çalışan o dışarıdaki zihniyetlerin tamamına gol atacak.
O gol attıkça, milletimiz hop oturup hop kalkacak. Hiç merak etmeyin.
Önümüzdeki 4,5 yıl seçimsiz, tartışmasız, 2023, 2053, 2071 hedeflerine yönelik adımların atılacağı yıl olacak. Öyle ekonomide de 'seçim var, acaba ne olacak, AK Parti alacak mı, olamayacak mı, acaba Cumhur İttifakı başarılı olacak mı olamayacak mı?' diye bir endişenin olmayacağı, tam 4,5 yıl boyunca Tayyip Erdoğan'ın Kılıçdaroğlu'nun kalesine golleri peşi peşine atacağı bir 4,5 yılı hep beraber yaşayacağız."

                                                            ***
Bu kadar veciz sözden sonra yeni sistemde, Meclis'in ne işe yaradığını, muhalefetin görevinin ne olduğunu hâlâ anlamayan kalmışsa artık ben ne yazayım?

Belli ki muhalefetin bu maçtaki görevi gol yemektir. Şayet Tayyip Bey formsuzsa, gol yollarında sıkışırsa, savunmadan birkaç genç oyuncu, işini ciddiye alıp geçit vermiyorsa o zaman bir görevli futbolcu, kendi kalesine gol atacaktır.
Muhalefetin varlık sebebi, iktidara meşruiyet kazandırmaktır. Yoksa Anayasa açıkça "Meclis Başkanı kendi partisinin faaliyetlerine katılamaz" dediği halde belediye başkan adayı oluyor da muhalefet hâlâ Yüksek Seçim Kurulu'na, daha da olmazsa Anayasa Mahkemesi'ne başvurmaktan söz ediyorsa, seyirciyi, yani halkı uyutmak içindir!

Herkes biliyor ki Yüksek Seçim Kurulu kendi koyduğu kuralı seçim devam ederken bozmuş ve mühürsüz oyları geçerli saymıştır. Yani buradan hukuka uygun bir karar çıkmaz! Anayasa Mahkemesi'nin durumu da farklı değildir.
Türkiye'de hukuk rafa kaldırılmıştır. Böyle bir sistem içinde seçime katılmak, akla ve mantığa uygun değildir.

Üstelik piyasaya sürdüğünüz adaylar da daha ilk günden hangi küresel projeye alet olacağını açıklıyorsa, kazansanız bile sonuç değişmez.
Seçmen, asıl bu danışıklı dövüşü ve sahte muhalefeti görmelidir.

                                                            ***
Türkiye'de artık muhalifler, gazeteciler, alenen "katli vaciptir, kafaları kesilmelidir" diye tehdit ediliyor ama hukuk sistemi, "memleketin kaymağını yiyorlar" sözüne "haddini bil" diye cevap verenin yakasına yapışıyor.

Yandaşlar başta Atatürk olmak üzere önüne gelene hakaret ediyor, devleti yönetenler ise bu zihniyettekileri ziyaret ederek "devam edin" demiş oluyor. Hukuk sisteminde görev alanlar da "Beni de FETÖ'cü ilân ederler" korkusundan harekete geçmiyor.

Ele geçirilen medya, halkı korkutmak, sindirmek için kullanılan bir yalan ve iftira yapılanmasına dönüştürüldü.

Zulme dayalı bu düzen sürdürülebilir değildir. Bir yerde mutlaka patlak verecektir.


(YENİÇAĞ)

31 Aralık 2018 Pazartesi

Gömün ölüleri, yaşayan ölüleri - Mehmet Kuzulugil

Zebercet’in Anayurt Oteli, romanından 15 yıl sonra 1987’de izleyicisine ulaşmış bir filmdi.Eylülist demekte sakınca görmeyebiliriz.12 Eylül ikliminin kendi etrafında yarattığı “yandaşlarının” dışında bir de karşı cephede yarattığı yıkıntıları vardı. “12 Eylülcü kim var?” Deseniz çok isim saymak mümkün değil. Ama herkes bir dönem 10 yıllığına Eylülist oldu demek yalan olmaz.

Taşra klişesi, gürültücü ama sessiz, tekdüze ve saldırgan bir topluluk karşısında içi boş bir yalnızlığın estetize edildiği, bu garip nihilist de değil, hiçliğin estetiğinin Zebercet’e kendini astıran bir finalle zirveye taşındığı bir film. 12 Eylül ikliminin aydına söylediği, bir otel katibine fısıldanıyor: Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla gibi...

“Çok yücelttiğiniz örgütleriniz kof bir yalandan ibaretmiş. Kapısında ‘burada allah (bile) yoktur’ yazılı işkencehanelerde sizi yalnız bıraktı, daha kötüsü yan odada isimleri şakıyan nemrut örgüt sorumlusundan ibaret artık o. Hem zaten neydi o? Bacılar filan. Kalın bıyıklı, sert bakışlı ‘dövrimci’ klişeleri. Biraz acıycak sonra geçecek. Ve yalnızlık iyi gelecek sana. Sıkılırsan, kendini as. Hiçlik bundan niye daha kötü olsun ki?”

Bunların söylendiği Eylülist iklimde söyledikleriyle ve aslında daha çok söylemedikleriyle kaba sözün parçası oldu Anayurt Oteli.

Kanımca...
Yıllar ve yıllar sonra, bu Eylülist verimi gömenin Nuri Bilge Ceylan olması çok hoş değil mi?

Taşralı, hem de tam “taşra sıkıntısı” ile oynaşması ile “NBC” klişesini yaratmış NBC, Ahlat Ağacı’nda bir yandan şu gri, sıkıcı ve kaba taşra klişesini gömdü bir yandan da “kendini asmaya değecek kadar sıkıcı ve yalnız hayatlarımız” zırvasını.

Okuduğum film eleştirilerinde rastlamadığım, belki gözlerden kaçmış, belki benim uydurduğum bir şeydir: Ahlat Ağacı iki yerde çok sert ve bir o kadar da muzip bir oyun oynuyor izleyiciye, daha doğrusu Zebercet'e! 
Kaba ve kolay bir özet vereyim önce: Sinan yazar olmayı aklına koymuş, askerden yeni dönmüş bir Bigalı (Düzeltme: Çan'lı). Babasıysa köylünün su çıkmaz dediği yeri inatla kazacak kadar “zıt” maaşını kumara yatırdığını düşünenlerce çevrili olmayı takmayacak kadar yaban bir öğretmen. (Dedim ya kabası...)
Sinan uzaktan bir ağacın dibinde görüyor babasını. Ağaçta bir ip de asılı! Gergin bir biçimde ağaca doğru gidiyoruz Sinanla. Babanın gözlerinde karıncalar geziyor. Ve birden açıyor gözlerini. “Kendini astı o ağacın dibinde.” Dediğimiz adam, aslında uyuyakalmış özgürce kendini bıraktığı kırda.

İkinci olaysa filmin sonunda. Sinan kayboluyor. Babası uyukluyor. Uyanıp ararken Sinanı, o kazdığı kuyuya sallanan ipi görüyor. Babayla birlikte kuyunun başına geliyoruz. Sonunda taşraya, yalnız kalmaya, kıymeti bilinmezliğe, başaramamaya teslim olan oğlun kendini ipin ucunda kuyuya sallandırıp, Zebercet gibi asışını görmek için eğilip baktığımızda, köylünün “su çıkmaz” dediği kuyuya kazmasıyla girişmiş Sinan’ı görüyoruz.

Anayurt Oteli onyıllar önce bir otel odasında Zebercet’i asmıştı.
Ahlat Ağacı, Zebercet’i gömdü: Bize ne taşra klişeleri lazım artık, ne kendini asan yalnız sosyopatlar. Bize Bigalı seramik işçileri lazım, atanamayan öğretmenleri içinde. Kör lambalı oteller sizin olsun, taş ocakları, köprüler, gemiler ve kitabevleri...

Zamanıdır. Ölüleri gömün. En başta yaşayan ölüleri.

“Bu ülke bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” mızırdamalarıyla aylarını geçirip, burjuva siyasetinin Şaban ayı geldiğinde “AKP’yi geriletmek için” CHP’nin hangi sağcılığı yapmasının daha uygun olacağı üzerine yüksek matematik formüllerini biz fanilerle paylaşan ölüleri ise Allah’a bırakın.
Onları bildiği gibi yapsın.


                                                            * * *

Bu arada “allah onları bildiği gibi yapsın” da demişken...
Recep İvedik 6 (vardılarsa eğer) “gelsin de izleyelim” diye bekleyenleri hayal kırıklığına uğratmak pahasına Ocak ayını pas geçebileceğini açıklamış. Salonlar ve dağıtım şirketi arasında bağzı sorunlar yaşanmaktaymış filan.

Sinemanın AVM müştemilatı gekkürük gükkürük “bişey” haline getirilmesinde payı olanlar şimdi bu kültürün içinde yerini yapmış tekelle boğuşuyor. Bir de milletin “evde oturup tavla oynayalım, yutuba bakalım, olmayan paramız AVM’lerde gitmesin bu krizde” kültürüne yönelmesi eklenirse kendini ışıltılı hamburger kokulu AVM’lerin kucağına bırakmanın bedelleri de ortaya çıkabilir sanırım. Bu bedeli hep beraber ödeyeceğimiz de doğrudur tabii.

Şimdi bu nerden çıktı derseniz...
Nuri Bilge’nin en bilgece hareketlerinden birisi de hatırlarsanız bi ara “Anadolu’da” Recep İvedik’i gömüvermesi olmuştu.

“Yakışıyo mu böyle büyük yönetmene” derler mi?

“Marcinal fotoğrafçı seni. Milyonlarca izleyiciyi küçümse bakalım. Küçük olsun benim olsun ha?” derler mi?
“Senin için biraz küçük, nasıl diyim biraz bayağı bir hedef değil mi? Gerçekten bir tiraj kıskançlığı denilmez mi buna dostum?” diyen olur mu?
Bunları hiç dert etmeden gömmüştü.
Ne gömmüştü ama!

Mehmet Kuzulugil / SOL

Kanamalı bir canavar için kan aranıyor - OSMAN ÇUTSAY

Korkunç bir belirsizlikten geçiyoruz. Göz gözü görmez bir sis. Soluk da alınamıyor. Bu sisin ne zaman çekileceğini kimse bilmiyor. Daha da patlamaları yaşamış değiliz. 

Devrimini yitirmemiş -şimdilik azınlıktaki- solcuların bu belirsizlikten sosyalist bir hükümet çıkarma hesapları yapması kadar, kaderini kapitalizmin bekasına bağlamış ve solculuk satan -şimdilik çoğunluktaki- çevrelerin demokrasi hayalleri görmesi doğal. Böyle zamanlarda böyle belirsiz cepheleşmeler de olur. 

Her neyse, sonuçta Batı demokrasisi derin bir kriz içinde. Bunu sadece Alman akademyasının kapitalizmin başkoruculuğuna talip yeni yıldızlarından Prof. Dr. Herfried Münkler gibi dikkate değer entelektüel korucubaşları veya Der Spiegel’in Berlin bürosundan Christiane Hoffmann’ın “Amerikan zamanı bitti, Avrupa kendi önüne baksın” mealindeki yorumları ilan ve/veya itiraf etmiyor. 

ABD’nin öncülüğüne dayalı eski dünya düzeninin tarihe karıştığı, Amerikalı diplomat Richard Haass’ın kaleminden (“Bir dünya düzeninin çöküşü mutlaka felaketle sonuçlanmak zorunda değil” uyarısıyla) Foreign Affairs’in yeni sayısına da makale olabiliyor. Ve tam bu sırada Trump Suriye’den asker çekerek Suriye yönetiminin savunma savaşından başarıyla çıktığını kabulleniyor. Tabii Kuzey Irak’ta konuşlanmaya devam ederek. Erdoğan’a, Putin ve Merkel’den sürekli “ABD sonrası Suriye’de haddini bil” uyarıları geliyor. Dikkatli bir dille. Ama telaşlılar. İyi...

İyi, çünkü bir dünya düzeninin bittiği, diğerinin başlayamadığı, belirsizliğin ağır bir sis gibi beyinlere çöktüğü zamanlardan geçiyoruz. Buna üzülecek falan değiliz. Fakat aradaki paralellik gerçekten şaşırtıcıdır: İslamcı Ankara’nın Türkiye’de cumhuriyet kurumlarını yıkıp yenisini bir türlü kuramaması ve Türkiye’yi şimdi nihai bir içsavaşın eşiğine getirip bırakması biraz da bu dünya düzenindeki krizi andırıyor: ABD çekiliyor da, yerine o rolü üstlenebilecek bir küresel güç gelmiyor ki. İki iktidarsızlık biçimi iç içe sanki... 
Sermaye düşünsün. 

2018’in son gününde önemli olan gerçekten de şu: ABD artık dünya hegemonluğuna veda etmiş bir yaralı vahşi hayvan. Kanıyor. Her yaralı yırtıcı hayvan gibi de eskisinden çok daha tehlikeli, hesaba gelmez hallerde. Dolayısıyla bu kanamalı canavarın menzilinde ve korumasında bir şeylere ulaşabileceğini sananları pek kanlı günler bekliyor. Ortada bırakılmak en hafifi. 

İktidar mevkiinden “izzet ü ikbal” ile çekilemeyecek, ama orada da kalamayacak durumdaki Washington, yeni dünya düzensizliğinin gerektirdiği güce sahip değil. Sürekli kan kaybediyor. Bütün bu yüklerin altında kalacak. Amerikan rüyası fos çıktı ve Amerikan hegemonyasına dayalı dünya düzeni de tarihe karıştı. Telaş, kaosun tüm sahneye yayılma olasılığından. 

Tabii korkunç boyutlardaki askeri gücüne, kimi kaynaklara göre dünya üzerindeki 1000’e yakın üssüne, 2018’de bu yıl 65 milyar dolar gerektiren yurtdışı askeri operasyonlarına ve devasa silahlanma harcamalarına bakarak tersinden sonuç çıkarmak isteyenler var. Emperyalizmden özgürlük bekleyen zavallılar bunlar. Bazıları solculuk da taslayabiliyor. Görmek istedikleri şu: Dünyadaki tüm askeri harcamaların yaklaşık yarısını tek başına yaparn bir gaspçı devlet, birilerine özgürlük ve devlet bahşedebilir. Evdeki bu hesabın hiçbir çarşıya uymayacağını görmemek için, dünya gerçeklerine göz kapamak ve sermayenin bir kesiminin kanatları altında konuşlanmak yeterli.

Somut gerçeklik, bu hesapların tutabileceğini göstermiyor. Tam tersine... 
Doğrudur, 2019’da Trump hükümeti ordusu, savunma bakanlığı ve onlarla bağlantılı tüm kalemler için en az 716 milyar dolar harcayacak. Şu kapattığımız 2018’de 692,1 milyar dolarlık “savunma bütçesiyle” ABD, uzaktan bile yanına yaklaşılamaz bir imha makinesi olduğunu göstermişti. Ama dünyanın her köşesinde tokatlanıyor. Bu küresel mezbahanın hemen kapısındaki sosyalizme müdahale edemediğini, bunun kitlesel direniş örgütlenmesi gerçekleştirmiş bir sosyalist düzenin başarısı olduğunu geçerken belirtelim. Hadi Küba’da sosyalizm var, ama ABD dünya emperyalist-kapitalist sistemi içinde de tokat üzerine tokat yiyor. Hem de on yıllardır. Ekonomide belirleyici bir güç olmadığını, bırakın Çin ve Rusya gibi emperyal sistem içindeki “eleştirel rakipleri” karşısında yaşadığı travmaları, Avrupa Almanyası gibi en yakın müttefiki bile sırtını dönerek ilan edebiliyor. Askeri imha gücü dışında herhangi bir kozu kalmayan bir eski dünya hegemonudur diz çöken. Askeri dev, ekonomik cüce kalamaz ve tersi, ekonomik devler de askeri veya siyasi cüce kalamaz. Kaos burada. 

Başka her şey bir yana, bu tablodan eski yıl biterken ilk çıkarılacak sonuç, şu olmalıdır: Böyle bir düşüğün dümen suyunda bir şeylere, bir küçümen etnik-mafya devletine, İslamcıların Türkiye’deki iktidarının devamına veya demokrasiye ulaşabileceği hesapları yapanlar çok yanılıyor. Çökmüş sosyal demokrasiler, illiberal demokrasiler, neofaşist sağ popülizmler kapıda... 

Bu krizin ucu görünmüyor. Yaralı emperyalist canavarların elinden demokrasi şifası bulacağını sananları kaderleriyle baş başa bırakma yılına girdik çoktan. Suriye’deki Trump manevrasından sonra, öyle görünüyor. Bu krizden tanımlanamaz bir demokrasiyle falan değil, sadece yeni, eşitlikçi, merkezi planlamacı ve özgürlükçü bir siyasal iktidarla çıkabileceğimizi düşünmek durumundayız. Farkımız bu. Bu farkı, yani sosyalizmi örgütleyebilirsek, ancak o zaman, emekçi halkların çıkarlarını ve aydınlanmanın tarihsel kazanımlarını koruyabiliriz. 



İçimizdekinden çok, dışımızdaki bir dünya ölüyor ve biz eskiye dönmek istemiyoruz. Eskide yaşanamayacağını biliyoruz.  Kanamalı bu canavara kan arayanları pek tutkun oldukları o canavarla baş başa bırakmak zorundayız. Bunları coğrafyamızın kaderinden çıkarmanın yolunu bulmak zorundayız.

Bütün mesele bu. 2019’a akacak olan da bu: Sosyalizm. 

Osman Çutsay / SOL

Haaretz: 'Halife Erdoğan' neden Hint müslümanlarına kur yapıyor? / SOL

İsrail'de yayımlanan Haaretz gazetesinde yer alan bir makalede, Erdoğan'ın Hindistan müslümanları üzerinde nüfuzunu artırma çabasında olduğu belirtilerek, Erdoğan'ın 'halifelik ihtiraslarının' Hindistan'daki yansımaları tartışılıyor.

İsrail gazetesi Haaretz’de önceki gün “Halife Erdoğan: Türkiye’nin Cumhurbaşkanı neden sessizce Hint müslümanlarına kur yapıyor” başlıklı bir makale yayımlandı.

Hindistan dış politikası ve terörle mücadele uzmanı Abhinav Pandya’nın imzasını taşıyan makalede “Erdoğan’ın Hint müslümanlarına yatırım yapmak için iyi bir sebebi var: Onların desteği Müslüman dünyasına liderlik iddiasını güçlendirebilir. Ve Hindistan’da Hindu milliyetçilerin ağırlığı artarken müslümanlar güçlü bir dış destekçi arayışına girebilir” denildi.

Hindistan’da müslümanların Suudi Arabistan’ın Vehhabiliğinin ve Pakistan destekli cihatçılığın hedefi durumunda olduğu belirtilen yazıda, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da bu kervana katılıp katılmadığı sorgulanıyor.
Erdoğan’ın Hindistan müslümanları hakkındaki faaliyetleri üzerine haberlerin güvenilirliğinin ve Erdoğan’ın dünya müslümanlarının liderliğine soyunma hevesinin boyutlarının tartışıldığı yazıda, Hindistan’ın bu senaryoda nereye oturduğuna değiniliyor.

Yazar “Erdoğan’ın halifelik hevesi dediğimde neyi kastediyorum?” diyor ve devam ediyor: “Bu, Erdoğan'ın Osmanlı İmparatorluğu’nun görkemli tarihinin varisi olduğu örtüsüne kasten bürünerek meşrulaştırdığı dünyanın siyasi liderliğini ele geçirme hevesini yerine getirmeyi amaçlayan bir projedir. Bu hem Erdoğan'ın İslami siyasi köklerinin ardından gelen bir dini iktidar oyunudur hem de Türkiye’nin çıkarlarını destekleyen bir dış politika manevrasıdır."

Erdoğan’ın Ortadoğu’da saldırgan stratejik tavrını haklı göstermek ve giderek artan otoriter yönetimini meşrulaştırmak için Osmanlı’nın imparatorluk mirasına başvurduğu ifade edilen yazıda “Bu yılın başında Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olduğunu' açıkça ilan etti, böylelikle kendisini de onun lideri olan halifeye benzetti” denildi.

Yazıda, Cemal Kaşıkçı cinayetini yorumlayan Borzou Daragahi’nin Graham E. Fuller’dan yaptığı alıntıya da yer veriliyor: “Alimler Şii İran ile Sünni Suudi arasında ‘amansız tarihi çekişme’den bahsetmeyi çok severler. Aslında ideolojik uçurum Suudi Arabistan’la Türkiye arasındadır, İran değil. Bu uçurumun kökleri daha derinlerdedir. Bu Ortadoğu’nun geleceğiyle ilgilidir.”

'ERDOĞAN'IN KARŞISINDAKİ ENGEL SUUDİ ARABİSTAN'
Haaretz yazarı Erdoğan’ın herhangi bir liderlik yarışında karşısındaki en büyük engelin Suudi Arabistan olduğunu belirterek “Gerçekten de Suudi rakipleri onu yeni bir Osmanlı halifeliği kurmaya çalışmakla suçlamakta gecikmedi” diyor.
Ortadoğu’yu Suudi-İran rekabetinin sahası olarak görenlere bunun komplovari gözükebileceğini söyleyen Haaretz yazarı, buna karşın Osmanlı ile Suudi Vahabiliği arasında yüzyıllar boyu süren rekabetin ve son olarak Cemal Kaşıkçı cinayetiyle birlikte ortaya çıkan gerilimin görmezden gelinemeyeceğini ifade ediyor.

Osmanlı’nın 19. yüzyılda Vahabi imparatorluğunu sona erdirdiğini kaydeden yazar, bir yüzyıl sonra 1920 Sevr Antlaşması’nın halifeliğe son verdiğini ileri sürerek Kemalist Türkiye’nin batılılaşmış seküler bir demokrasi haline geldiğini belirtiyor ve ekliyor: “Ancak görkemli bir imparatorluk geçmişine sahip ülkeler sıklıkla siyasi diriliş ve irredantizm [kaybettiği toprakları ilhak] hayalleri kurar.”
Suudi Arabistan’ın Mekke ve Medine gibi “kutsal mekanların muhafızı” olmasına karşın Erdoğan’ın müslüman liderliği iddasının arkasında başka sebepler yattığı ileri sürülen makalede “[Erdoğan’ın] potansiyel halk desteği ABD ile işbirliği suçlamalarıyla daha az kirlenmiş durumda. O, İran’ın jeostratejik tehdidine ve genel olarak Şii-Sünni rekabetine çok daha az kafasını takıyor ve halihazırda da İran ve Katar ile angaje oluyor” deniliyor.

Türkiye’nin “seçilmiş bir diktatörlüğe” doğru gidişine karşın mutlak monarşinin hüküm sürdüğü, demokratik kurumlardan yoksun Suudi Arabistan’a nazaran devlet kuruluşlarının hâlâ yerleşik ve sağlam olduğu belirtilen yazıda bunun Türkiye’yi daha cazip bir model haline getirdiği ifade ediliyor.

'HALİFELİK SÖYLEMİ ERDOĞAN-GÜLEN ÇATIŞMASININ BİR PARÇASI'
Yenilenen halifelik söyleminin Erdoğan ile "bir numaralı düşmanı" Fethullah Gülen arasındaki “kirli dolap ve suçlama oyunu”nun bir parçası haline geldiği ileri sürülen yazıda, Gülen’le bağlantılı “Turkish Minute” yazarı Abdullah Bozkurt’un Erdoğan’ın diplomatlarını önde gelen din adamları, iş adamları ve siyasetçilerle yakınlık kurmaya yönlendirdiği iddiasına yer veriliyor. Buna göre Erdoğan, Hint müslümanlarının desteğini sağlamak için Şeyh Salman Nadwi gibi aşırı İslamcı din adamlarını ana kanal olarak kullanıyor. Yazıda bir başka Fethullahçı yazar olan Aydoğan Vatandaş’ın 2023 yılında Erdoğan’ın halifelik kurumunu yeniden canlandırma hevesinde olduğu iddiasına da yer veriliyor.

Hindistan’da strateji uzmanlarının Erdoğan’ın bu ülkedeki inisiyatifinin Fethullahçı hareketi hedef aldığını düşünme eğiliminde olduğu belirtilen yazıda, bunun dar görüşlü ve öngörüsüz bir düşünce olduğu ileri sürülüyor.

'ERDOĞAN'IN HİNT MÜSLÜMANLARINA YATIRIM YAPMAK İÇİN İYİ BİR SEBEBİ VAR'
Haaretz yazarı “Erdoğan’ın Hint müslümanlarına yatırım yapmak için iyi sebepleri var. Dünyanın üçüncü büyük Müslüman nüfusundan gelecek destek, Erdoğan’ın Müslüman dünyasının günümüz lideri olma iddiasını güçlendirecektir” diyor.

GASAM VE ŞEYH NADWİ
Pakistan’da eğitim görüp şimdi Erdoğan’ın Avrupa Birliği Bakan Yardımcısı olan Ali Şahin’in kurduğu Güney Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (GASAM), AKP’nin İslam ideolojisini Hint müslümanlarına yaymak üzere çalıştığı, Güney Asya’da müslüman din adamlarını, siyasetçileri ve cemaat önderlerini düzenlediği konferanslara davet ettiğini belirten Haaretz yazarı, Şeyh Nadwi’nin oğlu Yunus’un da halen Türkiye’de okuduğunu ve GASAM’ın düzenli panelistlerinden biri olduğuna değiniyor.

İSLAMİ BOŞANMA YASAĞINA KARŞI EYLEM
Erdoğan’ın çevresi ile Hindistan’daki din adamları arasındaki bağlantıların derinleştiğine işaret edilen yazıda, bir dizi din adamının sürekli Hindistan’a ziyaretlerde bulunduğu, bunlardan birinin Pakistan’da eğitim görmüş olan Serdar Demirel olduğu ifade ediliyor.

Serdar Demirel’in “üç talak” diye bilinen ve üç kez “boş ol” denilerek boşanma yöntemi olan uygulamanın Hindistan Başbakanı Modi tarafından yasaklanmasına karşı yapılan eyleme katılmak üzere 2016 yılında Kalküta’daki eyleme katıldığı belirtilen yazıda, ayrıca Türkiye’nin Hindistan’da Zakir Naik gibi bir dizi köktenci islamcı vaize de kucak açtığı ifade ediliyor.

NAİK'TEN TÜGVA ETKİNLİĞİNDE ÇAĞRI: ERDOĞAN MÜSLÜMAN DÜNYANIN LİDERİ OLSUN
Zakir Naik, Bangladeş’te 2016 yılında 24 kişinin öldürüldüğü terörist saldırıya ilham verenlerden biri olarak tanınıyor ve Hindistan’da hakkında yakalanarak tutuklanma kararı bulunuyor.

Yazıda Naik’in 2017 yılında Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yönettiği Türkiye Gençlik Vakfı’nın (TÜGVA) düzenlediği bir etkinlikte yaptığı konuşmada, Erdoğan’ın İslamı açıkça destekleme cesareti olan tek lider olduğunu söylediği hatırlatılıyor ve Naik’in şu sözlerine yer veriliyor: “Ey Müslüman dünyası, uyan… [Erdoğan] Müslüman dünyasının bundan sonraki lideri olsun”.

Türk medyasının, özellikle TRT World’ün Hindistan’daki müslümanlara yönelik yayın yaptığına işaret edilen yazıda, Keşmir’deki kötü muamele iddialarının da sıklıkla gündeme getirildiği vurgulanıyor.

Haaretz’deki makalede, Türkiye’nin Hint müslümanlarının sivil toplum örgütlerini, Müslüman öğrencilerin değişim programlarını fonladığına dikkat çekilirken, aynı zamanda Türkiye’nin ülkedeki medrese ve camilerdeki nüfuzuna da değiniliyor. Erdoğan’ın Hindistan’da bu alanlarda henüz Almanya, Avusturya ve diğer AB ülkelerindeki kadar etkisi olmadığına işaret edilen yazıda, ancak buradaki niyetin Erdoğan’ın kişiliği ile müslüman liderliğini eşitlemek olduğu savunuluyor.

Erdoğan’ın 24 Haziran seçimlerindeki zaferini ilk kutlayanlardan birinin Keşmir’in ayrılıkçı lideri Mirwaiz Umar Farookh olduğuna değinilen yazıda, Erdoğan’ın stratejisinin Hindistan-Türkiye ilişkileri bağlamında nasıl bir yere oturduğuna ilişkin ise şu ifadelere yer veriliyor: “Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasının ardından Türkiye ile ilişkilerinin en kötü hali soğuk, en iyi hali resmiydi. Hindistan’ın rahatsızlığına karşın Türkiye her zaman Keşmir’de Pakistan’a siyasi yakınlığını yansıtan bir tutum aldı. Türkiye’nin dış politikası son yıllarda, Hindistan’ın jeopolitik rakipleri olan Pakistan ve Çin’i destekliyor, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gibi uluslararası kuruluşlarda Hindistan’ın öne çıkmasını sağlayacak adımlara karşı düşmanca bir tutum alıyor ve Ankara Hindistan’ın Nükleer Tedarikçiler Grubu’na katılmasına karşı uzun süren muhalefetini daha 2016 yılında kaldırdı.”

ERDOĞAN-MODİ DOSTLUĞU
Erdoğan’ın 2017 yılında Hindistan’a yaptığı ziyaretin ve G20 zirvesinde Erdoğan ile Modi arasında görülen samimi ilişkinin, ikilinin liderlik tarzları arasındaki benzerlikten kaynaklandığı ileri sürülen makalede şöyle deniliyor:
“Ancak Türkiye’nin Hindistan için kilit stratejik konularda takındığı olumsuz tutum Hindistan açısından bir engel teşkil ediyor, tıpkı Hindistan’ın Suudi Arabistan ile sıcak ilişkilerinde olduğu gibi: Kıdemli Hint diplomatı Rakesh Sood’un da dediği gibi ‘Hindistan-Türkiye ilişkilerinde yeni bir sayfa açmak için daha iyi zamanların beklenmesi gerekiyor’.”

Hindistan’daki müslüman topluluğa neden Erdoğan’ın cazip geldiğine ilişkin ise, yazıda, iki ülkenin müslümanlarının çoğunluğunun Sünni İslam’ın Hanefi ekolünü takip etmesine ve Suudi Arabistan’ın Vahabiliğine yabancı olmasına, 1857’deki isyanın ardından İngiltere’nin zulmünden kaçarak Osmanlı’ya sığınan din adamları nedeniyle Osmanlı halifeliğine duyulan hürmete değiniliyor. Dünyanın en büyük üçüncü müslüman nüfusunu barındıran Hindistan’da IŞİD’e katılımın yalnızca 112 kişi ile sınırlı kaldığı vurgulanan yazı şu ifadelerle noktalanıyor:
“Türkiye’nin siyasi islamın ılımlı versiyonu, bir lider figürü olarak Erdoğan’la birlikte, Hint müslümanları için daha cazip. Erdoğan iktidarının otoriter niteliğini artırdıkça ve ‘sultan’ adlandırmasını her zamankinden daha çok benimsedikçe, Türkiye’nin sınırları ötesinde Müslüman dünyanın uluslar ötesi lideri -halife- olarak tanınma niyeti de artıyor.

Ve Hindistan’da Hindu milliyetçiliği güçlenirken kendilerini daha çok tehdit altında hisseden Müslümanlar, çıkarlarını, haklarını, güvenlik ve kimliklerini koruyacak güçlü bir dış destekçi arayışına girebilirler.”

SOL

Reddediyorum!.. - Zafer Arapkirli

Hayır, yapmayacağım!..
2018 yılının son yazısıdır diye, 31 Aralık tarihli bir gazetede yayımlanıyor diye, gelecek yıla yönelik “umut ve sevgi pıtırcıklarıyla” bezenmiş bir yazı yazmayı içime sindiremiyorum. 


Çünkü: 
Sadece yazı yazdığı, söz söylediği, fikir beyan ettiği ve hoşa gitmeyen haberler yaptıkları için, bugün yılbaşı gecesini nemli ve kapkaranlık bir zindanda geçirecek düzinelerle meslektaşım olmasını içime sindiremiyorum. 
Aynı nedenle yüzlerce meslektaşımın, aydının ve sanatçının haklarında soruşturma açılmış olmasından ve belki de usulca bavullarını hazırlıyor olmaları gerçeğinden tiksiniyorum. 


On binlerce yazar, aydın, akademisyen, işçi ve memurun işlerine son verilmek üzere bir tek kişinin buyruğu ile kararnameler hazırlanmış olması ve işsiz, aşsız, umutsuz bir bekleyiş içinde olmaları ağırıma gidiyor. 
Bu gece kurulacak sofralarının çoğunda, bir minik kase içine kilosu 60 TL’den bir avuç kavrulmuş fındığı, 50 TL’den 1 dilim peyniri, 1 kilo meyveyi koyabilmek için kredi kartına 9 taksit yaptırmak zorunda kalması, tadını bile unuttuğu malum anasonlu sıvının kokusunu, belki de komşunun mutfak penceresinden gelen rüzgârla kokluyor olması beni kahrediyor.


İşçinin, bırakın yoksulluk sınırını, açlık sınırının bile altında bir ücrete layık görülmesini, açgözlü işverenlerin bununla da kalmayıp, o “sadaka” boyutundaki ücretin saptanmasını Olumlu buluyoruz diye, bir de utanmadan alay ediyor olmalarına edecek uygun küfür ve bedduaarıyorum. 


“Milletin biiiiiip… biiiiip” diyen Cengiz’lerin vergilerini sıfırlayanlara, ama asgari ücretten hâlâ utanmadan vergi alanlara, emekli dul ve yetimin üç kuruşluk maaşından ilaç parası kesenlere diyeceklerimi, yasal sınırlar içinde söylemeyi-yazmayı becerememekten korkuyorum. 


Faili meçhul cinayetlerin ve “kaybetme” vakalarının mağduru insanlarınprotestosuna bile müsaade edilmiyor olması yüreğimi dağlıyor. 
İşçi cinayeti kurbanlarına, adeta “hak edilmiş-mukadder sonlarına kavuşmuş oldukları” muamelesi yapılması vicdansızlığına isyan ediyorum. 


Canım ülkemin her köşesinin yeşilden griye, ağaçtan betona dönüştürülmesi karşısında içimden kusmak geliyor. 
Hastanelerde en temel sağlık malzemesi bulunamaması, en hayati sağlık malzemelerinin alınmaması ve devletin yaşlı, muhtaç, emekli hastaya parasız vermesi gereken ilacı bile parayla satıyor olması beni hasta ediyor. 


Mahkemelerin, savcılıkların sürekli bir yerlerden talimat-emir bekliyor görünümünde olmasına, mahkeme kararlarına saygının kalmamış olmasına, kelle alma-kan dökme çağrısında bulunanlara tolerans, özgürlük ve demokrasi isteyenlere zindan ve ölümün layık görülmesinedayanamıyorum. 
Seçim ve referandumlarda anayasanın ve tüm yasaların ayaklar altına alınmasına, her türlü eşitsiz koşullar altında seçim yutturmacası yapılmasına ve buna da muhalefetin ses çıkarmayıp boynunu masumca uzatmasına ve bu koşullarda hâlâ “kazanma umudu” ile kitleleri sandığa götürmesine tahammül edemiyorum. 


Karanlık mahfillerde gencecik beyinlere zehir zerk edilmesine, bununla da yetinilmeyip ırz düşmanı birtakım hoca tayfasının sabi sübyana tasallut etmelerine karşı avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. 
Cinsi sapıkların işi gücü bırakıp gece gündüz “Bebek yaştaki kızlarla evlenebilmemizin önündeki yasal engeller kalksın” mealinde yayın yapmalarına ve vaaz vermelerine karşı feryadımı bastırmak istemiyorum. 


Kadına, çocuğa, hayvana, her türden korunmasıza, savunmasıza şiddetinolağanlaştırılmasına bu kadar sessiz kalınması gücüme gidiyor. 
Kendi yarattığımız dev bölgesel sorunları çözebilmek için, bıyığı terlememiş vatan evlatlarının bir emirle ölüme gönderilmesinden, ama bir yandan da bu emirleri verenlerin kendi evlatlarını “bedelli-raporlu istisna” yapmalarından en hafif tabirle tiksiniyorum. 


Karanlık mahfillerde ve karargâhlarda konuşlu terör baronlarının bu toprakların her türlü etnik, milli, dini, mezhepsel kökeninden insanları birbirine kırdırmak için ellerine silah-bomba tutuşturup kan dökmelerine isyanımı frenleyemiyorum. 


Kusura bakmayın, 2019’u umutla karşılayamıyorum. 


Ayıp ya da suç değil ya..


Endişeliyim. Öfkeliyim.

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Emir erleri - ALİ MURAT İRAT

Bir süre sonra insanlar yalnızca itaat etmekle kalmaz. İtaat etmek dışında başka bir davranış biçimi olduğunu unuturlar. Hatta zaman geçtikçe başkalarının da itaati için iktidara gerek bile kalmaz. Aykırı sesler, ya da herhangi bir kişinin -bırakın iktidara eleştiri yapmasını- iktidarı övmemesi bile suç olur. Kitleler itaati güvenliklerinin tek yolu olarak görürken, iradelerini yaşama değil yaşadıkları küçük dünyalara ait alanlarda efendi kılar. Böylece, bastırılan, kendisini asla gösteremeyen, aklı ve bedeniyle küsmek zorunda kalanlar, güçlerini -küçük yaşamlarında- diğer canlıların ve hatta cansızların üzerinde denemeye başlarlar. Ezildikçe ezerler. Şiddet gündelik bir hâl alır. Özgürleşmeyen akıl ve bedenlerin bildikleri tek iletişim biçimi budur. Ve bu hale geldiklerinde, iktidarın varlığına aslında gerek kalmamıştır. Tıpkı Nazi toplama kamplarında Yahudileri gaz odalarına götüren yahudi Kapolar gibi, insan çoktan kendi katiliyle işbirliği içine girmiştir.
Bu halin kendisi herhangi bir olağanüstü halden daha vahimdir ve olağanüstü halin yalnızca sıradanlaşması değil, bizzat talep edilmesidir. Toplum kocaman bir toplama kampıdır. Ve tıpkı orada olduğu gibi mahkûmların kendi varoluşlarına en büyük tehdit yine kendilerinden gelir. Kampın sonu kesin ölümdür, bilinir, ancak itaat, ölüm korkusunu da erteleyen bir zavallılık olarak her defasında kendisini dayatır. 
Artık gönüllü kulluk devrededir. Ve La Boetie’nin 1500’lerde söylediği gibi her şey, aslında, bir tekrardan ibarettir: “Büyük Türk, her şeyden çok kitapların ve eğitimin insanlara, birbirini tanıma ve tiranlardan nefret etme sağduyusunu ve kavrayışını verdiğini anlamıştı…”
Artık yönetenlerin heykelleri bir kaidenin üzerinde yükselmektedir ve o kaide gönüllü kulluk yapanlardan başka birileri değildir. Öyle ki, bir süre sonra yönetenler istemese de –ki böyle bir şey tarihte görülmemiştir- otoritelerini sağlamlaştırmak için bir şey yapmalarına bile fazlaca gerek kalmamıştır. Bir ülkenin yurttaşı olarak onlarla eşitsinizdir ancak size hizmet etmek için seçilip, size hizmet ettiğini söyleyerek yukarılara çıkan bu insanlar çalışma arkadaşlarına bile “emir erlerim” diyecek kadar saçmalayacaktır. Çünkü kendi gücünden ve talebinden kat kat fazlası bizzat emirerleri tarafından ona istemese de verilmiştir, verilecektir. Hegel’in Efendi-Köle diyalektiğidir işleyen. İradesini efendisine veren ve kendisini hiçleştirenler bir süre sonra efendisiz kalamayacak; efendi arayışı içerisinde yalnızca birer emir eri olarak oradan oraya savrulacaklardır. Efendi içinse durum farklıdır. Karşısında iradesizleşen ve hiçleşen kölelerden asla tatmin olmayıp, yeni köleler, emir erleri arayarak baskısını ve iktidarını kurup genişletmek adına hiç kimseyi insan yerine koymayacaktır.
Saygı yerini yalakalığa, sevgi yerini korkuya terk edecektir.
Efendi asla durmayacaktır. İçindeki güç ve yıkım isteğini dışa vuracak, karşısında hiçleşecek yeni köleler için yola koyulacaktır. Varlığı hiçleşmiş iradelerle doyuma ulaşmaya çalışacak ve en alttaki uzuvları -ayakları- aniden milli irade dedikleri kaidenin üzerinde beliriverecektir. Ve sergilenmesi gereken doğru uzuvlar da aslında onlardır. Çünkü bizzat o ayaklar kâh Eskişehir’de Kurtuluş Mahallesi Sanayi Sokak’ta, kâh Soma’da eşit yurttaşlar olarak yaşamak isteyenlerin bedenlerinde iz bırakmak üzere dinlendirilmektedir.
ALİ MURAT İRAT / BİRGÜN

Kimsenin takmadığı “önemli adam” - KAMURAN KIZLAK

İlk karşılaştığımda, tren istasyonu önündeki üst geçitte Hong Kong (HK) halkına evlilik kurumu ve boşanmalar üzerine nutuk çekiyordu. “Kadınlar iş hayatına katıldıkları için aile birliği bozulmuş ve boşanmalar artmıştı. İş hayatında erkeklerle yarışan, yarıştırılan kadınlar artık çocuk doğurma, çocuk bakma, deniz ürünleri pişirme görevlerinden uzaklaşmıştı. Otuz yaşını geçmiş ama çalıştığı için evlenmek istemeyen çok sayıda kadın vardı. Erkekler evlenecek kadın bulabilmek için Çin’e hatta Vietnam’a gidiyorlardı…” Sonraki beş yıl boyunca, gıda sorunundan bina yüksekliğine kadar birçok konuda nutuk attığına tanık oldum. Sadece çok az insanın düşünebileceği önemli konulardaki görüşlerini ahaliye sebil niyetine sunmaktan veya kuşyemi gibi serpiştirmekten büyük gurur duyuyor ve böylece önemli biri olduğuna dair inancı daha da pekişiyordu.
Konuşmasını büyük bir ciddiyetle sürdürüyor, bir nevi ilahi kudret yüklü olduğuna ve her işiteni büyülediğine inandığı o sesini duydukça adeta aşka geliyor ve coşuyordu. Aslında, daha çok hiddetli bir ses tonuyla ve dilin canına okuduğu yanlış vurgularıyla sağa sola zart-zurt ediyordu. Sözlerinde mantıksal tutarlılık aramak boşunaydı. Çoğu zaman birbiriyle çelişen kalın kalın cümlelerle büyük laflar ettiğine inanıyordu. Oysa çoğunlukla ya basmakalıp konuşuyor veya düpedüz saçmalıyordu. Bir defasında “HK Genel Yöneticiliği seçimlerinde aday olmalısınız” demiştim. Hoşuna gitmiş olmalı ki beni selamlamıştı. Soru sorulmasından hoşlanmıyordu. Arada bir (takılmak için) bir şey soran olduğunda, her tarafından akan o kaba sabalıkla ya paylayıp susturmaya çalışıyordu ya da “Anlatıyorum, dinle öğren” diye ayar veriyordu.
“Şemsiye Devrimi” günlerinde (26 Eylül 2014’te başladı) protestoların yükseldiği günlerden birinde o da konuya dâhil oldu; ama yanlış yerden. Kendi daimi miting meydanında “Şemsiye Devrimi Hareketi”nin Çin’in kışkırtması ve hareket liderlerinin de “Emperyalist Çin’in ajanları” olduğunu söyledi. Saçmalamanın bu kadarı o sakin ve saygılı HK’luları bile çileden çıkardı. Tartaklandı ve hakarete uğradı. Düştüğü yerde öylece bıraktılar. Toparlanmasına yardım eden kimse çıkmadı. O çürük aklıyla, bir çürük adamın saygınlığa halel getiremeyeceğini, saygınlığın bahşedilen veya lütfedilen değil emek vererek, hak ederek kazanılan en güçlü dokunulmazlık olduğunu uzun yaşamında öğrenememişti.
Bir daha nutuk çektiğini görmedim. Saldırdığı insanların saygınlığı onu çarpmış ve ne kadar değersiz ve önemsiz biri olduğu acı gerçeğiyle yüzleştirmişti. Saygınlığa saldıran kişinin insanların gözünde çöpe dönüştüğünü o yaşında yaşayarak görmüştü. Kendisine HK halkını irşat etme vazifesi ihdas etmiş “özel yaratılmışlardan” olan bu zat HK’lulara büyük bir ceza kesti ve onları irşat etmekten vazgeçti. Ahaliyi kaderine terk etti. HK halkını bilmem ama ben yokluğunu hissettim. Memlekette bu zatla aşağı yukarı aynı frekanstan konuşanları izlemediğim için o “eksikliği” bu “önemli adam”ın vaazlarıyla gideriyordum. Yine de, onun yokluğunu telafi etmek için memlekettekileri dinleme zulmüne katlanmadım. Yani o kadar da değil…
Geçenlerde gözüme çarpan bir haber “Kimsenin takmadığı ‘önemli adam’ artık yok” diyordu. Gazetenin haber görseli tam da onun tutarsız aklını yansıtıyordu: Bir konuşmasında “Bir gün bile ter dökerek para kazanmamış asalak dilenciler” diye sataştığı rahiplerden biri cenazesi yakılırken başında dua ediyordu…
Benim HK Genel Yöneticisi adayımdı. Beklenmedik bir kayıp oldu. Acım büyük…
KAMURAN KIZLAK / BİRGÜN

Celal Yalınız Bey’in hikâyesi - GÜRAY ÖZ

Celal Bey’i nasıl tanımlamalı bilemiyorum, “komünist Atatürkçü” mü, “Atatürkçü komünist” mi? Her ikisinden de vardır, az değildirler. Yönleri her zaman sosyalizme dönüktür, hepsi de Nazım Hikmet’in hayranıdırlar.

Bu yazı yılın son yazısı. Ya da artık 70’i sürüyor olmanın keyfini ya da hüznünü anlatmanın yazısı. Bu yazıyı yazarken ben, dışarıda gecenin karanlığı gözle görülür bir hızla sokağa iniyordu, gördüm onu. İşte bak geçiyor, gördün mü? Gördüm, yavaşladı sanki. Kar yağıyor, belki de bu yavaşlık ondandır, kar yüzündendir. Çünkü kar taneleri yavaşça iniyor yere. Çatılar doldu; evin önündeki çamların yeşilini örttü kar, öyle güzeller ki, nefesim kesiliyor. İşte bak zaman durdu. Yok, sana öyle geliyor, zaman durmaz, akıp gider; bir an gelir, biz o akıp giden zamandan atlarız mavi siyah bir karanlığa, boşluğa, hiçliğe. 
Ben sonsuzluk tutkunlarını, “zamandan ayrılsak, mavi siyah bir karanlığa düştüğümüzde, uzamda beklesek, sonra tekrar” diyenleri anlayamıyorum. Ama geçip gitmiş hayatları da merak ediyorum doğrusu. Benim gibi sıradan insanların hayatını değil, sıra dışı olanların, zamanla, uzamla, insanlarla sorunlu, onlar için kaygılanan, üzülen, onları bir kaşık suda boğacak kadar onlardan nefret eden, aşağılayan, yücelten, onlara boyun eğen, isyan eden, iyi, kötü, güzel, çirkin insanların hayatlarını merak ediyorum. 
Uçlarda yaşayanlar insanlığın ortalamasını yükseltenlerdir, onları merak ederim ben.
İşte bu pazar yazısının konusu böyle bir insanın hikâyesidir. 

ADI CELAL’Dİ SAKALLI CELAL DERLERDİ

Eric Hobsbawm 1789-1848 arasına “devrimler çağı” der. Taner Timur hoca ise 1917’ye kadar sosyal, siyasal açıdan çalkantılı bir döneme girildiğine, devrimler çağının bu döneme damgasını vurduğuna dikkat çeker. İşte Osmanlı İmparatorluğu’nda hayatın hızlandığı bir yılda 1886 yılının Mart ayında doğar Mahmut Celal. Babası Miralay Hüseyin Hüsnü, annesi Ayşe Melek hanımdır. 
Karışıklıklar sürüyor, dünya büyük savaşa koşar adım gidiyor. Marx 1877 yılında Osmanlı ve Avusturya imparatorluklarının çöküşünü görüyor; “birçok yerel ya da genel savaş içinde gerçekleyecek olan bu çöküş, kılıç taşıyan tüm sahte iktidarların sonunu hazırlarken toplumsal krizi de hızlandıracak.” diye yazıyor. (Aktaran Taner Timur, Devrimler Çağı, sf.117-118. Yordam Kitap) 
Büyük savaş 1914’te başlıyor. Birleşik Krallığın Rusya’ya yardım çabası Çanakkale’de durduruluyor. Rusya’da devrim hızlanıyor, Celal’in hayatı da. Galatasaray Lisesi’ni 1907’de bitiriyor. Celal’in öğrencisi olmakta gurur duyduğu öğretmeni bir süre müdürlük de yapan Tevfik Fikret’tir. Celal, Fikret’in müdürlüğü sırasında bir mezun olarak kapısını çalacak, “muitlik” muallim yardımcılığı isteyecek, alacaktır. 

GERİCİLİK AYAKLANIYOR

Celal “muit” olarak çalışırken gericilerle, hani şu yeniden yapılmak istenen Topçu kışlasındaki askerler 31 Mart’ta (13 Nisan) ayaklanacaklar, Türkiye İşçi Partisi (TİP) başkanı Mehmet Ali Aybar’ın dedesi Hüseyin Hüsnü Paşa komutasındaki “Hareket Ordusu” gelecek, isyanı bastıracaktır. Hareket ordusu Makrıköy’e -şimdiki Bakırköy- geldiğinde o sırada Bahriye Nazırı olan Hüseyin Hüsnü paşanın iki oğlu, deniz subayı Kemal ile Galatasaray’da “muit”, muallim yardımcısı Celal gönüllü olarak Hareket Ordusu’na katılacaklardır. Abdülhamit tahttan indirilecek, yeni bir dönem başlayacaktır 
Ama biz bu hayat hikâyesini artık özetlemek zorundayız. Galatasaray Müdürü “Milletim nevi beşer vatanım ruy-i zemin” diyen, beynelmilelci şair Tevfik Fikret, Celal’i Paris’e gönderir. Daha Galatasaray’da leyli -yatılı- okurken Ağabeyi Cemal’in idama mahkûm olmasının, küçük kardeşi Nihal’in bir kazada ölmesinin travmasını atlatamamış olan Celal siyasal bilimler okuduğu Paris’i sakallı olarak terk edecek, bir daha sakalını kesmeyecektir.
Büyük bir sıçrama yapıyoruz şimdi, değerli yazar, tanımaktan mutluluk duyduğum Orhan Karaveli’nin eserinden yaptığımız özeti hızlandırıyoruz.

CELAL KOMÜNTERN DELEGESİ

1919’da Almanya’ya gönderilen öğrencilerin Spartakist hareketten etkilenerek sosyalist olmaları, Türkiye İşçi Çiftçi Partisi yayın organı Kurtuluş çevresinde örgütlenmeleri Celal’in de hayatını değiştirecektir. Kurtuluş’un iki sayısı Berlin’de 19 Şubat 1920’ye kadar beş sayısı da İstanbul’da basılacaktır. İşte bu dönem Celal’in hayatında da önemli bir değişikliği haber veriyor. Öyle anlaşılıyor ki Celal bu gelişmeden uzak duramamış adına “sosyalist” sözcüğünü de ekleyen partiye üye olmuştur. 
Partinin yayını olan Kurtuluş kitabına (Kurtuluş, Anadolu Yayınları, 1975) Celal’in de dostu, arkadaşı, uzaktan hısımı olan Rasih Nuri İleri’nin yazdığı önsözde T.İ.Ç.S.P üyeleri arasında Celal’in de adı geçmektedir.
Dahası, Komüntern’in 5 Kasım-5 Aralık 1922 tarihleri arasında Moskova’da toplanan 4. Kongresi’ne katılan Türk komünistleri arasında İsmail Hüsrev Tökin, Baytar Salih Hacıoğlu da vardır. TİÇSP heyeti ise üç kişidir: Vedat Nedim, Sadrettin Celal ve kahramanımız Lise müdürü Celal. O yıllarda Komünistlere pek de kötü gözle bakılmamaktadır. Sakallı Celal de dönüşünde Ankara İdadisi’nde müdür olacaktır. 
Sonra hava değişir. Recep Peker’in başbakanlığı döneminde devlet destekli gericilik yavaş yavaş başkaldırmaya başlar. Peker makamına çağırdığı Celal’e “Komünist olduğun söylendiği için seni izlettik. Ama propaganda yaptığına rastlamadık, şu komünist huyunu ıslah etmeye ne dersin” der Celal’e. 
Moskova’da Nazım’la buluşan, aralarında derin dostluk oluşan Celal ne diyecek. “Evet, ben komünistim, ama merak etme propaganda yapmam, polislerini de çek arkamdan.” der. 
Ankara Sultanisi’ndeki görevi de Celal’e yakışır bir şekilde sona erecektir. Din derslerini azaltmış, Fransızca derslerini artırmıştır. İlk kez erkek öğrencilere ders vermek üzere bir kadın öğretmeni görevlendirmiş, bu da öfkeyi iyice artırmıştır. Galatasaray’dan arkadaşı Maarif Vekili Hamdullah Suphi, “Celalciğim ucu bana tokunuyor” diyerek rahatsızlığını belirtir.
Yeni Cumhuriyetin kadro sıkıntısı büyüktür. O nedenle de Celal Bey’den lise son sınıflarda sınavlarda fazlaca titiz davranılmaması Maarif Vekili Hamdullah Suphi imzalı resmi bir mektupla istenir. Celal’in ne yapacağı bellidir. Cevap yazar: “Ankara Sultanisi boyacı küpü olmadığı cihetle…” İstifa eder Sakalı Celal. Arkadaşının ısrarı da kar etmez: “Bak Hamdullah, Meşrutiyet ilan ettik olmadı, Cumhuriyet’i getirdik yine olmadı, bir de ciddiyeti denesek, ne dersin?” der Celal.
Celal’in hikâyesi böyle bitmiyor. Ama bundan sonrası tıpkı kendisine seçtiği soyadı gibi geçecektir: Yalnız ya da mezar taşında yazdığı gibi: Yalınız. Ve altında “Bağban (bahçıvan) bir gül için bin hâre (dikene) hizmetkâr olur.” 
Ayrılırken arkadaşı sorar: “Peki şimdi ne yapacaksın, nereye gideceksin? Neyle geçineceksin? Kader demeye de dilim varmıyor…” “O zaman deme, der Celal, zaten kader diye bir şey yoktur. Özgürüm ya, rüzgâr nereye götürürse. Hem korkma, ülkeme zararım dokunmaz. Gönlüm sizinle beraber, Paşa’yla beraber, sonuna kadar.” 
Böyledir Sakallı Celal’in hikâyesi. 
Celal Bey’i nasıl tanımlamalı bilemiyorum, “komünist Atatürkçü” mü, “Atatürkçü komünist” mi? Her ikisinden de vardır, az değildirler. Yönleri her zaman sosyalizme dönüktür, hepsi de Nazım Hikmet’in hayranıdırlar. 
Hep geleceğe, geleceğe bakanlara bakarlar.
Güray Öz / BİRGÜN