15 Ocak 2019 Salı

Kırıkkale Üniversitesi’nin “kişisel” işlerini Sayıştay yakaladı - Murat Ağırel / ODATV

Üniversitelerin varlık nedeni bilimle uğraşmak ve bilim öğrenmiş insanlar yetiştirmektir. Bu nedenle bilimsel araştırmalar, deneyler ve projeler için üniversitelere ödenekler tahsis edilir.


Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan’ın “Türkiye'nin nasıl oluyor da dünyanın en büyük 500 üniversite arasında esamesi okunmuyor?" sorusuna Sayıştay’ın üniversiteler hakkında yayınladığı raporlar ile cevap vermeye devam ediyorum.
Yazı dizimize ait ‘’Ege Üniversitesi’’ ve ‘’Cumhuriyet Üniversitesi’’ yazılarımız yayınlanmıştı. Bugün ki yazımız ise ‘’Kırıkkale Üniversitesi’’…
Üniversitelerin varlık nedeni bilimle uğraşmak ve bilim öğrenmiş insanlar yetiştirmektir. Bu nedenle bilimsel araştırmalar, deneyler ve projeler için üniversitelere ödenekler tahsis edilir.
Sayıştay, Kırıkkale Üniversitesi’nin 444 adedi bilimsel araştırma, 22 adedi TÜBİTAK tarafından desteklenen toplamda 471 adet projesine ait verileri incelemiştir. Projelere ait verilerin incelenmesi neticesinde; üniversitenin projeler için tahsis edilen bütçeyi bilimsel altyapı ve destek demirbaşları temin etmek yerine kişisel ofis demirbaşları alımında kullandığını tespit etmiştir.
Özetle üniversitede bilimsel alt yapının geliştirilmesi ve buna ilişkin projelerin desteklenmesi için ayrılan kaynakların ofis demirbaşları temininde kullanıldığı tespit edilmiştir.
Üniversitenin 2017 yılı denetiminde;
-254 adet yurtdışı bilimsel faaliyetlere katılım desteklendiği, 79 adet dış mali kaynak teşvik başvurusu olduğu, 34 adet tercüme/redaksiyon desteği verildiği, 183 adet yurtdışı bilimsel faaliyetlere katılım desteklendiği, 26 adet dış mali kaynak teşvik başvurusu olduğu, 24 adet tercüme/redaksiyon destek verildiği, 10 adet tez teşvik başvurusu olduğu, 3 adet buluşu patentleştirmeye ilişkin giderlerin karşılanması için destek verildiği tespit edilmiştir.
Söz konusu bu projeler kapsamında ise alınan demirbaşlar tabloda sunulmuştur.
Ayrıntılı bilgileri yukarıda ki tabloda verilen demirbaşlar, sadece iki proje kapsamında alınan demirbaşlardır. Söz konusu projeler kapsamında alınan ve tabloda listelenen demirbaşların niteliği incelendiğinde ise alınan demirbaşların bilime, ülkenin teknolojik, ekonomik, sosyal, sanatsal, kültürel gelişimine ve kalkınmasına katkı sağlamaktan çok kişisel kullanıma dönük demirbaşlar olduğu açıkça görülmektedir.
Neticede bu alınan demirbaşlar üniversitenin deposuna proje bitiminde iade edilecektir diye düşünebilirsiniz. Ancak Sayıştay söz konusu demirbaşların kurum taşınır sistemine kayıtlı olmasına rağmen ilgili kişilerin kişisel kullanımında kaldığını da tespit etmiştir.
Sayıştay, Kırıkkale Üniversitesi özel bütçesinin 2016 yılı hesaplarının incelenmesi sırasında; konusu aynı olan, yakın tarihlerde ve aynı firmadan alınan masa, sıra, koltuk, gibi büro mobilyaları alım işlerinin 4734 sayılı Kanunun22-d maddesinden faydalanmak amacıyla parçalara bölündüğü tespitine yer verilmiştir. Konu 2017 yılında da denetlenmiş, aynı usulsüz alımlara 2017 yılında da devam edildiği Sayıştay tarafından tespit edilmiştir.
Kırıkkale Üniversitesi yetkilileri tüm alımları aynı firmadan yapmak için toplam tutarın eşik değerlerin (15.000 TL) altında kalması için ihale muhteviyatı alımları parçalara bölmüştür.
Üniversitelerimizin, neden dünyada ilk 500 üniversite arasında yer almadığının cevaplarından bazıları yukarıda somut delilleri ile durmaktadır.
Bilimsel Araştırma Projesi; tamamlandığında sonuçları ile alanında bilime katkı yapması, ülkenin teknolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasına katkı sağlaması beklenen bilimsel içerikli, yükseköğretim kurumu içi ve/veya dışı, ulusal ve/veya uluslararası kurum ya da kuruluşların katılımlarıyla da yapılabilecek projeler ile bilim insanı yetiştirme ve araştırma altyapısı kurma ve geliştirme demektir.
Ancak bunun için ayrılan bütçe ne yazık ki yukarıda somut verileri gördüğünüz üzere bilimsel araştırmalar için kullanılmamıştır. Dolayısı ile bu Üniversitelerden bilimsel başarı beklemek ne yazık ki imkânsıza yakındır.
Cevaplar vermeye devam edeceğim…
Murat Ağırel / ODATV

Gerici dalgaya karşı - ORHAN GÖKDEMİR


12-13 Ocak’ta İstanbul’da düzenlenen “İslam ve Sol Çalıştayı”nda ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş da bir konuşma yaptı. Solun dindar halkla hiçbir zaman barışık olmadığı iddiasının bir efsane olduğunu söyleyen Taş, geçmiş dönemlerde sol-sosyalist-devrimci hareketlerle dindar halk kesimlerinin iç içe faşizme, emperyalizme ve kapitalizme karşı çok anlamlı mücadeleler geliştirdiğini belirtti.

Alper Taş solun imam hatipli simalarından. Eskiden böyleydi, solun sokağa hâkim olduğu zamanlarda pek çok imam hatipli kavganın ön safında yer alır, dövüşür, mücadele ederdi. Bize din anlatmaya kalktıklarını da, bizim din sormaya yeltendiğimizi de hatırlamıyorum. Neden soralım, neden anlatsınlar? Onlar da, biz de kavganın dinle değil, başka bir şeyle ilgili olduğunun bilincindeydik. Sınıf kavgası dinin de milliyetin de ötesindedir.

Ama uzun gericilik döneminin içinden geçiyoruz, düzen kavga etmeyi bilmeyen, sınıfına sırtını dönmüş imam hatipliler üretmeyi başardı. Çoğu gerici iktidarın değirmenine su taşıyan tiplere dönüştü. Ama biliyorum aralarında o tiplere aldırmayan arkadaşlarımız, yoldaşlarımız da var. 

Bu koyu karanlıkta her türlü ilerici düşünce din kisveli saldırı karşısında savunma tutumu alıyor. “Biz de Müslümanız” demek zorunda kalan laikler de, “sol dine karşı değil, siyasallaşmasına karşı” demek zorunda kalan solcular da bu iklimin etkisindedir. Evet, onlar da Müslüman ama dinci buna ikna olmuyor. Ve tekrar tekrar söyleyip inandırmaya çalışıyoruz yobazı; devrimciler hiçbir dine ve inanca karşı mücadele etmezler. Alper Taş’ın deyimiyle, “Biz bir siyasal hareketle mücadele ediyoruz, bir inanç hareketiyle değil. Biz siyasal islamla mücadele ediyoruz, islamla değil.”

Güzel de, her türlü inanca, siyasal tutuma, muhalefete azgınca saldıran sol değil. Ama bir takım dindarlar sol karşıtlığının, komünizm düşmanlığının bayraktarlığını yapıyor on yıllardır. Komünizmle Mücadele Derneklerinde palazlanan “dindarlar”ın varlığından haberdarız ama “İslamla Mücadele Derneği”nde görev almış solcu duymadık hiç. Kaldı ki “solun dine karşı olduğu” yalanı da onların uydurmasıdır. Bu durumda çalıştaya katılan namuslu dindarlardan nedamet getirmelerini bekliyoruz tez zamanda!

                                                             ***

Katılımcılardan biri, CHP Parti Meclisi üyesi Profesör Zeki Kılıçaslan. Çalıştaydan fırsat bulduğu boş bir zamanında “HDP ile ittifak yapmanın milli bir görev ve milli politika olduğunu” söyledi. Has Parti kurucusudur arkadaş. Numan Kurtulmuş ve Mehmet Bekaroğlu yoldaşları arasındaydı. Has Parti “dini bütün sol bir parti” olma niyetindeydi. Olmadı, kurucularından biri AKP’ye, diğeri CHP’ye yönetici oldu. Ayrı partilerde ama el birliği ederek laik cumhuriyetin son kalıntılarını kazımak için uğraşıyorlar. Bu iki “unsur”la solcu İslamcı parti kurma işi yatınca Zeki Bey de arkadaşlarını alıp CHP’ye katıldı. Dil çürük dişe kayarmış, dili kayıyor ve gözü seğirtiyor sürekli. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”ndan “milli politika”ya yatay geçiş yaptı haliyle. Çalıştaydaki Şeyh Saitçi HDP’liler ne der bilemiyorum. 
Bence “İslamcı Solcu” Has Parti’den yola çıkıp AKP ve CHP yöneticiliğine nasıl sıçranabildiğini açıklamadan tek bir cümle kurmamalı bundan sonra. Tabloda dincilik, sağcılık, madrabazlık vardır ama asla solculuk yoktur.

                                                               ***

Zeki Kılıçaslan “Anti Kapitalist Müslümanlar”ın düzenlediği “İslam ve Sol Çalıştayı” sırasında söyledi bunları. Bizim işimiz vurgulara bakmaktır. Antikapitalisttirler ama esası Müslüman olmalarıdır. Çalıştaya falan gerek yok, çözüm çok basit: Antikapitalistsen çıkıp geleceksin, kol kola gireceğiz, kapitalizme, emperyalizme, bu iki ucubenin evliliğinin ürünü olan faşizme karşı mücadele edeceğiz. Arada mücadeleden fırsat bulursan Fatih Camisinde Cumaya gideceksin. Giderken de bize haber vermeyeceksin.

Aksi durumda tuhaf sentez girişimleri çıkıyor ortaya. Mesela çalıştayın katılımcılarından “solcu” Demir Küçükaydın, “Marksizm, Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi ve Mirasçısıdır” dedi. “Türk İslam Sentezi”ni biliyorduk ama “Aydınlanma İslam Sentezi” dağarcığımıza sayelerinde girmiştir. Sen onu önce Hıristiyan Kilisesi tarafından diri diri yakılan Bruno’ya anlatacaksın, sonra gidip yobaz katiller tarafından öldürülen Turan Dursun’a. Onlara anlattıktan sonra dönüp bir de benim külahıma anlatacaksın. Hadi diyelim “İlkel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı”nın aşırı yorumundan feyz aldın, 
Ludwig Feuerbach’ın “Hıristiyanlığın Özü”nü ne yapacaksın? 
Bunu okuyan Marx ve Engels’in birdenbire Feuerbach’cı olmasını nasıl açıklayacaksın?  
Aydınlanma, insanlığın hurafelerden, özellikle de dini hurafelerden kurtulmasının tarihidir. İslam’a değil Voltaire’e dayanır, Hıristiyanlıktan değil Diderot’dan yola çıkar. Bu kadar eğilip bükülecek ne var? Marx “Yahudi Sorunu”nda dinin sınıf mücadelesinde egemen sınıfın elindeki en ürkütücü silahlardan biri olduğunu, hatta kapitalizmin “Yahudi yaşam biçimi”nden esinlendiğini, kapitalistin aslında “pratik Yahudi” olduğunu söylerken “dini hassasiyet” falan gözetmemiştir. Din ile Marksizm’in, din ile solun ancak bu tarihsel hesaplaşma bağlamında bir bağlantısı vardır. Gerisi zorlamadır ve zorlamadan hiçbir şey çıkmaz. Bu hesaplaşma, ezilenlerin günlük hayatını egemenler adına kontrol etmeye çalışan kurumsallaşmış dinle bir hesaplaşmadır. Bilimde, felsefede, bu ikisinin paltosundan çıkan Marksizm’de ve solda bu sınır silindi mi gericileşme kaçınılmazdır. Çalıştaydaki pek çok katılımcı bunun somut örneğidir.

“Analiz edilip yakından bakıldığında, İnsan veya Yurttaş Hakları Beyannamelerinin ve Kelime-i Şehadet’in aynı soruna, aynı özde ama farklı koşullarda ve biçimde verilmiş iki cevap veya bulunmuş iki çözüm olduğu görülür” gibi bir cümle ancak böyle bir gericileşmenin arka bahçesinde kurulabilir. Biliyoruz, Burjuvazi Aydınlanmaya sırtını dönmüş ve düşman olmuştur. Ama bu ihanete solu dâhil etmeye kalkışmak çok cüretli bir iştir. Rıza göstermemiz düşünülemez. “Neden Hıristiyan Değilim” diye kitap yazan Bertrand Russell’dan geriye gitmemizi beklemek abesle iştigaldir. Bizim, solun tek bir görevi var; Aydınlanmanın yarım bıraktığını tamamlamak. Tamamlayacağız.

                                                               ***

Karanlığın felç edici etkisini anlamak için Boğaziçili “Antropolog” Nükhet Sirman’ın bir “vantrilok”a verdiği “mülakata” dönüp yeniden bakın. “Türkiye’de Cumhuriyet rejimi, başından itibaren akraba evliliğine karşı çıktı mesela. Fakat buna rağmen yapılan amca çocuklarının evliliği o yüzden bir sırra dönüştü. Kimsenin bahsetmediği ama herkesin bildiği bir sır bu. Yasakların olduğu yerde sır da olur.” Sır ne? Yobazlığın duvarını aşıp Marquis de Sade kurgusuna dönüşen “Palu Ailesi”nin hikâyesi. Devamındaki cümle şöyle: “Bakın, Cumhuriyet, neden başından itibaren akraba evliliğine şiddetle karşı çıktı? ‘Akrabayla evlenirsen çocukların sakat doğar’ denir. Oysa akraba evliliğinin illa sakat çocuğa sebebiyet vermediği açık.”
Vantrilok soruyor; “O halde neden bu tür evliliklere karşı çıkıldı, çıkılıyor?”
Cevap hazır: “Çünkü Cumhuriyet rejimi, bireyin sadece ve sadece kendisine tâbi olmasını istiyor. Akraba evliliği, aile cemaatinin genişleyip büyümesi sonucunu da getiriyor. Oysa Cumhuriyet, daha kolay kontrol edebileceği çekirdek aile istiyor. Cumhuriyet, bireyle kendisi arasındaki bütün ara mekanizmaları yok etmeye odaklanıyor. Tekke ve zaviyelerin bile din karşıtlığından ziyade, bu nedenle kapatıldığını söyleyebilirim. Çünkü tekke ve zaviyeler, geniş aileler, kabileler, aşiretler, cemaatler cumhuriyetle birey arasında birer bent oluşturuyordu.”
“Kemalistler, cumhuriyet rejiminin aile politikasıyla kadını da özgürleştirdiğini söylerken haksız mı?” Bu bir sorudur. “Bu görüşü savunuyorlar ama elbette bu doğru değil. Çünkü kadın yine önce babanın, evlenince de kocanın reis olduğu bir aile düzeninde yaşıyor. 1934’te kadınlara, “biz modern devletiz” denilerek seçme-seçilme hakkı veriliyor ama mesela 1924’te kurulmuş olan Kadınlar Birliği 1936’da kapatılıyor. Çünkü aslında devletle kadınlar arasında da ayrı bir mekanizma, bent olması istenmiyor.” Bu da bir cevaptır.
Bu kadar. Çocuklarının birinin ismi Recep Tayyip, diğeri Emine olan, muhafazakâr Palu Ailesinin bütün suçları bir antropolog ve bir vantrilok marifetiyle Cumhuriyet’in kapısına bırakılıp kaçılıyor. 

                                                                  ***

“Sevgili meslektaşım Nükhet Sirman’ın ilginç gözlem ve analizlerinin yer aldığı bu röportajına gösterilen tepkilerin, söylediklerini anlamak için bir fırın ekmek yemesi gerekenlerden gelmiş olmasına mı, tartışma kültürünün fakirliğine mi, ideolojik saplantıların söylenenleri ne denli çarpıtabileceğine mi, ‘bu da mı profesör’, ‘Boğaziçi Üniversitesi kapatılsın’ gibi twitter kullanıcılarının bir kısmının fikir yoksunluğunu küstahlığa sığınarak kapatmaya çalışmalarına mı üzülelim bilemedim!” Uzun ama alıntılamak zorunda kaldım. Antropoloğumuzun, vantriloğumuza verdiği cevaplara tepki gösterenlere eleştiridir ve Binnaz Toprak’a aittir. Meslektaşı, Boğaziçi Sosyolojinin ve kendisi de bir dönem aynı üniversitenin Siyaset Bilimi kürsüsünün başındadır. Başka bir yazıda açarız, not etmiş olayım; “antropoloji” ve “siyaset bilimi” birer soğuk savaş imalatıdır. 

Söylenecek ne var? 

Şu laflarda olumlu herhangi bir şey bulan ya liberal ya da yobazdır. Hacı hacıyı Mekke’de liberal liberali Boğaziçi’nde bulur. Marksizm Aydınlanmanın çocuğudur, din eleştirisi ile başladı ve devam ediyor. Biz ise bir fırın ekmeğimizi yedik bekliyoruz. Gerici tezleri olan buyursun!

Orhan Gökdemir / SOL

Suriye'de gerçeklerle yüzleşememek - OĞUZ OYAN

Geçen yılın sonunda, 19 Aralık'ta, Trump'ın Suriye'den çekilme kararını Erdoğan'a telefonda açıklayıp IŞİD ile mücadeleyi de Türkiye üzerine yıktığında, iktidarın sözcüleri ve medyası büyük coşkuya kapılmıştı "Güçlü" lider Erdoğan pompalaması üzerinden bunun AKP iktidarının büyük bir zaferi olduğu, Türkiye'nin büyük güçler arasındaki kıvrak dansının sonuç verdiği, bölgede Türkiye olmadan adım atılamayacağının anlaşıldığı vb. şişinmelerin bini bir paraydı. 

AKP iktidarı büyük bir iştahla ABD'den boşalan alanları doldurmaya heveslenmişken, Suriye Arab Cumhuriyeti ordusu PYD ile koordineli biçimde Mümbiç'e girmişti bile. Buna rağmen, Türkiye tarafından "ansızın gelebiliriz" türküleri çalınmaya, sınıra tahkimat yapılmaya, cihatçı ÖSO unsurları da bölge yakınlarına konuşlandırılmaya başlanarak içe ve dışa  mesajlar verilmesi ihmal edilmiyordu.

Bu arada haftalar ilerledikçe Trump üzerinde sistemin beklenen fren etkileri çalışmış, çekilmenin zamana yayılacağı, çekilmenin sadece Kuzey Suriye'yi kapsayacağı ve daha da önemlisi çekilmenin bazı şartların yerine getirilmesine bağlı olacağı, bunun da bölgedeki Kürtlerin güvenliklikleriyle ilgili olduğu vb. eklemeler yapılmaya başlanmıştı. AKP ise "kararlılık" gösterileri yapmaya, Erdoğan Trump'ın güvenlik danışmanı Bolton'u kabul etmeyerek onun Türkiye'ye gelmeden İsrail'den PYD'yi  kollayan sert mesajlar vermesine sözde ayar veriyordu. Nihayet, 13 Ocak 2019 tarihine (Türkiye için 14 Ocak sabahına) gelindiğinde yeni bir Trump twiti ile herşey başa sardığı gibi Türkiye daha önce görmediği türden bir tehdite muhatap oluyordu. 


Trump bu son mesajında "Kürtlere saldırırlarsa, Türkiye'yi ekonomik olarak mahvederiz. 20 millik güvenli bölge kuracağız. Aynı şekilde Kürtlerin de Türkiye'yi provoke etmesini istemiyoruz" diyordu. Buna Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, "stratejik ortaklar twitter üzerinden konuşmaz. Hiçbir tehdide pabuç bırakmayız" şeklinde yanıt veriyordu. Şu olmayan "stratejik ortaklık" üzerinden sitem etmenin bir karşılığı yoktu ve böyle bir tehdit sitemle geçiştirilemezdi. "Twitter üzerinden konuşmama" ayarı ise tamamen anlamsızdı, çünkü bu zaten ABD'deki bütün muhaliflerinin hatta kendi takımının baş eleştirisiydi; kaldı ki Trump Suriye'den çekileceğini twitter ile teyit ederken nedense bunu gayriciddi bulan bir Türk yetkilisi çıkmamıştı. 

"Hiçbir tehdide pabuç bırakmayız" diklenişi ise yatsıya kadar sürecekti. Trump ile 14 Ocak akşamı bir telefon görüşmesi yapan Erdoğan'ın tehdidi sineye çeken alttan alıcı konuşması, AKP'den anti-emperyalist bir duruş bekleyenler açısından yeni bir  hüsrandı. 

Bu konuşmada, sanki Türkiye'ye yönelik hiçbir tehdit olmamış gibi, "güvenli bölge" meselesi dahi ele alınmıştı. Öyle ya, güvenli bölgeye hangi güçlerin konuşlandırılacağı Trump'ın mesajından anlaşılmıyordu; hiç olmazsa bu gücün TSK-ÖSO ortaklığından oluşmasını garanti altına almak ve mümkünse seçim öncesinde bu bölgeye TSK'nın yerleşmesine icazet alarak yeni bir "sahte zafer" aldatmacasını iç kamuoyuna pazarlama olanağını elde etmek gerekiyordu.

İşin aslına bakılırsa, Trump'ın küstah twitter'ı ile adeta bir tür Johnson mektubu yarım yüzyılı aşkın bir süre sonra yeniden sahneye sürülmüştü. Ama o mektuba İnönü'nün nasıl yanıt verdiğini biliyorsanız, şimdi verilen karşılığın nasıl bir acze düşme durumunu yansıttığını daha iyi anlarsınız. İşin özeti şudur: Trump güç gösterisinde bulunmuş, sadece güçten anladığını belli eden muhatabı da boyun eğmiştir. Çok yazık. Orduları Türkiye sınırlarına dayandığında bile Hitler Türkiye'yi bu denli hafife alan tehditlere başvuramamıştı.

Aslında bu aleni tehdide cumhurbaşkanı üzerinden okkalı bir yanıt verilmesi de durumu değiştirmezdi; zira Türkiye'nin böyle bir tehdidin muhatabı durumuna düşürülmesi öylesine vahim bir dış politika çöküşüydü ki bunun kuru sıkı laflarla telafisi mümkün olamazdı. Bunun telafisi ancak ABD'ye aynı ölçekte bir tehdidin, örneğin İncirlik Üssü'nün kapatılması üzerinden  yapılmasıyla mümkün olabilirdi, ama bunu yapabilecek bir iktidar yapısı ortada yoktu. Nasıl olsundu ki, ABD desteğindeki hainler teşkilatı FETÖ ile birlikte yürütülen Ergenekon davaları üzerinden TSK'nın tüm sağlıklı unsurlarını tasfiye ederek cemaat ve tarikat yapılarına yer açan, donanmanın Osmanlı dahil hiçbir deniz savaşında vermediği ölçekte üst düzey komutan kaybına sebep olarak denizler hakimiyetini zaafa uğratan ve bunları bir "vesayet rejimine" son vermek olarak kendi bünyesinde meşrulaştırabilen bir hareketti söz konusu olan.

                                                            ***

AKP elinde Türkiye'nin ve dış politikasının savrulduğu noktanın içler acısı görüntüsü yıllardır ilmik ilmik örülmüştür. Bunun temelinde, hükümran bir ülkenin cihatçı çeteler eliyle ve ABD emperyalizmi ile onun güdümündeki Arap ülkelerinin desteğiyle paramparça edilmesine AKP Türkiye'sinin aktif bir oyuncu olarak iştirak etmesi bulunmaktadır. 

Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün kurucu değerlerini ve dış politika ilkelerini gerek küçümseyerek gerekse tasfiye ederek emperyalizmin himayesinde (sözde "stratejik ortaklığında") kendi gücünü abartan iddialarla bölge haritasını değiştirmeye soyunan "yeni Osmanlıcı" zihniyet, birkaç yıldır duvara toslamış olduğunun bile tam farkına varamamıştır. Alandaki güçler çatışmasından doğan her fırsatta kendine rol kapmaya, mezhepçi ve sözde "fütuhatçı" emellerini yeniden canlandırmaya çalışan bu aymazlığın, en sonunda itilip kakılmaya müsait bir zemine yol açması beklenebilirdi. Bunu bazıları hakediyor olabilir ama Türkiye haketmiyor. 

Başlangıçtan beri olması gereken dış politika ilke ve stratejisi, Suriye Arap Cumhuriyeti'ne yönelen tehditlerin yanında değil karşısında yer almaktı. Türkiye'nin çıkarı, çeşitli etnik ve dinsel/mezhepsel bölünmüşlükleri tolere edebilen Suriye gibi görece laik bir devletin siyasi bütünlüğünün korunmasıydı. Türkiye bunun arkasında durabilseydi, ABD'nin ve müttefiklerinin bu ülkeyi parçalama gayretleri kesinlikle sonuca ulaşamazdı. Beşar Esad da hiçbir göç dalgasına yol açmadan, kentlerini yıkıma uğratmadan ve muhtemelen birkaç bin kayıpla sınırlı kalan bir iç mücadeleyle dıştan kışkırtılan güçlerin hakkından gelirdi. Suriye'nin kuzeyinde de dış güçlerin istekleri doğrultusunda bir piyon devlet oluşturma çabaları hiçbir zemin bulamazdı. Şimdi bütün bunların tam tersini yapmış bulunan AKP iktidarı zevahiri kurtarmaya ve bu çöküntü tablosu üzerinden kendine hâlâ bir başarı hikayesi çıkarmaya çalışmakta. Buradan herhangi bir çıkış olmadığını anladığında ise artık çok geç olacaktır.

Bugün geçtir, ama çok geç değildir. Geçtir, çünkü milyona varan ölü ve 6 milyonu aşan göç dalgasının tahribatı onarılamaz, bunun tarihi sorumluluğundan kurtulunamaz. Ama çok geç değildir, çünkü Suriye'nin bölünmemesi gerçekten isteniyorsa (ki bundan kuşkuluyuz), bugünden tezi yok Suriye Arab Cumhuriyeti ile en üst düzeyde diplomatik ilişki kurulmalı, derme çatma ÖSO gücü dağıtılmalı ve Suriye'de Türkiye'nin elindeki topraklar Suriye Arab Cumhuriyeti'ne pazarlıksız bir biçimde bırakılmalıdır. Bunun, aynı zamanda, Amerikan küstahlığına verilecek en iyi yanıt olduğunun da farkına varılmalıdır. Böylece Türkiye'nin eli sahada güçbirliği yapar gözüktüğü Rusya ve İran'a karşı bile güçlenebilecektir; zira Esad'ın kendi ülkesini yabancı güçler olmaksızın kontrol etme yeteneği artmış olacak, Anayasasının dış güçlerce dayatılmasına daha güçlü tepkiler verebilecektir.

Şimdi bu söylediklerimiz muhalefeti de ilgilendirmektedir. Anamuhalefet partisinin "tehditlere pabuç bırakmayız" söylemini geçip, ABD'ye en iyi yanıtın Türkiye Cumhuriyeti'nin Suriye Arab Cumhuriyeti ile doğrudan temas kurması ve Esad'a desteğini açıklaması olduğunu -iktidarın hışmından ürkmeden- kararlılıkla savunması gerekir. Bunu da aşıp, yıllar önce CHP heyetleri üzerinden Esad ile kurulan temasın bu kez doğrudan doğruya Genel Başkan düzeyinde kurulması gerekir. Eğer Türkiye'ye yön çizmek istiyorsanız, gerçek bir alternatif siyasi hareket olacaksanız, iktidar icazetinde uyumlu siyaset çıkmazından bir an önce kurtulmak gerekmektedir. Çünkü Türkiye'nin sürüklendiği teokratik diktayı görmezden gelerek, olağanüstü rejime olağan muhalefet çelişkisini sürdürerek gidilecek yer, siyasal partiler mezarlığından başka bir yer değildir.

Oğuz Oyan / SOL

Türkiye Uzay Ajansı: Niyet ettim uzaya açılmaya! (ANALİZ)- SOL

Bilim ve Aydınlanma Akademisi 'Maddenin Temel Hareketleri' bilim alanı, Türkiye Uzay Ajansı’nın kuruluşu ile ilgili çeşitli ayrıntıları soL okurları için derledi ve ilk değerlendirmelerini sundu.

Geçtiğimiz günlerde Resmi Gazete’de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Türkiye Uzay Ajansı resmen kurulmuş oldu. Merkezi Ankara’da yer alan ajans, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlı olarak çalışacak.

Aslında Türkiye Uzay Ajansı’nın kurulması ile ilgili haberler yaklaşık 20 yıldır belirli aralıklara ülke gündeminde yer alıyordu. Daha önceki yıllarda da bu konuda taslaklar hazırlanmış, ancak sonrasında Ajansın işleyişi ile ilgili herhangi bir gelişme ya da haber söz konusu olmamıştı. Yeni yayınlanan tasarıda da öncekilerde olduğu gibi büyük ve iddialı hedefler yer almakta.
Şimdi ajansın görev ve yetkilerinin neler olacağına bir göz atalım:
  • Ülkenin Uzay ve Havacılık programını hazırlayıp Cumhurbaşkanı’nın onayına sunmak,
  • Şimdiye kadar uzay ve havacılık faaliyetleri konusunda çalışma yapan çeşitli kamu kurum ve kuruluşları ile özel sektöre ait şirketlerin koordinasyonunu ve denetimini sağlamak,
  • Gerçekleştirilecek uzay çalışmaları ile ilgili ilkeleri, bilimsel, teknolojik, hukuki ve idari altyapıyı oluşturmak,
  • Uzay araştırmalarında dışa bağımlılığı ortadan kaldırılmak,
  • Uzay araçları, fırlatma tesis ve ekipmanları ile ilgili gerekli sistemleri geliştirmek, gönderilen araçların uzaydaki seyrinin takibini yapmak,
  • İnsanlı veya insansız araçlarla uzayın keşfine yönelik operasyonlar gerçekleştirmek,
  • Kamu kurumları ve özel sektör kuruluşları tarafından uzaya gönderilecek uydular için gerekli izinleri vermek,
  • Uluslararası uzay hukukundaki gelişmeleri izlemek, yabancı kuruluşlarla bu konuda işbirliği yapmak,
  • Yıllık bütçe hesaplarını düzenlemek ve ajans bünyesinde kurulacak şirketlerin yönetim kurulları ve diğer görev alacak kişileri atamak,
  • Gerekli görüldüğünde yurtiçi ve yurtdışında temsilcilikler açmak,
  • Olağanüstü haller ile ülkenin güvenliğini ilgilendiren durumlarda, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde tüm uzay sistemleri, ilgili mevzuatı çerçevesinde milli güvenlik ve milli savunma amaçları doğrultusunda kullanmak,
  • Bakan tarafından verilecek diğer görevleri yerine getirmek.
Bunların yanı sıra tasarıda Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ve Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’ne verilen görevler saklı tutulmuş. Ayrıca, uzay ve havacılık teknolojilerinin gelişimi ve kullanımında özel sektöre büyük misyon biçilmiştir, ancak bağımsız şekilde hareket etmemeleri için denetim altında tutulacakları ifade edilmiş. Ajans, kendisine verilen görevlerle ilgili yapacağı her türlü deney, test, imalat, araştırma ve inceleme faaliyetlerinde herhangi bir izne tabi tutulmayacak ve yerli veya yabancı personel çalıştırabilecek.

Hazırlanan tasarıya göre ajans; Yönetim Kurulu, Başkanlık, ve ajansın görevlerini yerine getirebilmesi için gerek duyulan çeşitli organlardan oluşacak. Karar organı başkan dahil 7 üyeden oluşan Yönetim Kurulu olacak. Her ay en az 1 kere toplanacak olan kurulda, başkan dışındaki üyelerin görev süresi en fazla 3 yıl olacak. Kurul başkanı Cumhurbaşkanı teklifi üzerine ortak karar ile, diğer üyeler ise Cumhurbaşkanı tarafından atanacak. Bu atamalarda ise en az 4 yıllık eğitim veren bir fakültenin ilgili alanlardaki bölümlerinden mezun olma ve en az 12 yıl tecrübe şartı aranacağı ifade edilmiş.

UZAY ÇALIŞMALARINA AYRILAN BÜTÇE
Ajans, idari ve mali özerkliğinin yanında, ayrıca bir özel bütçeye de sahip olacak. Her yıl bütçeden ayrılacak tutarın dışında; yayınlardan, buluşlardan, yardım ve bağışlardan sağlanacak gelirler, TÜBİTAK Uzay Teknolojileri Araştırma Enstitüsü ve Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nden aktarılacak yüzdeler de ajansın bütçesine katkı sağlayacak. Türkiye Uzay Ajansı vergi, harç, katılma payından, damga, veraset, intikal ve emlak vergilerinden her türlü dava ve icra işlemlerinde teminat yatırmadan muaf olacak. Ajans tarafından sağlanacak destek ve burslar ise TÜBİTAK tarafından yerine getirilecek.

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) 2013 yılında yayınlanan verilerine göre, Türkiye’de uzay araştırmalarına ayrılan bütçe yıllık gelirin yalnızca yüzde 0.01’lik kısmını oluşturuyor.  Bu verilere göre ilk sırada yer alan Rusya gelirinin yüzde 0.25’ini, ikinci sırada yer alan ABD ise yüzde 0.23’ünü uzay araştırmaları için kullanmakta.

DÜNYA’DA UZAY ARAŞTIRMALARI
Uzaya 1957 yılında ilk yapay uydu Sputnik-1’i, 1961 yılında ise ilk insanlı uzay aracı Vostok-1’i gönderen, ve kurulduğu ilk yıllardan itibaren uzay çalışmalarına büyük önem veren SSCB’nin Uzay Programı dünyada uzay araştırmaları açısından bir dönüm noktası olmuştu. Şimdilerde SSCB dönemindeki günlerinden çok uzak olmakla birlikte, Rusya’nın uzay çalışmalarını yürüten Roskosmos (Rusya Uzay Ajansı) uzay araştırmalarında önemli kuruluşlardan birisi durumunda.

Uzay çalışmalarında yıllık olarak en yüksek yatırım yapan uzay ajansı ise 19 milyar dolarlık bütçeyle ABD’nin uzay çalışmalarını yürüten, 1958 yılında kurulan NASA (Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi)’dır. ABD aynı zamanda uzaya insanlı araç gönderen ikinci ülke olarak bilinmekte. NASA’dan sonra en yüksek bütçeye sahip uzay ajanslarından birisi de 1975 yılında kurulan ve 17 Avrupa ülkesinin üyesi olduğu ESA'dır (Avrupa Uzay Ajansı.) Uzay yarışına geç katılan ülkelerden olan Çin de uzay çalışmalarını yürüten bir ulusal uzay kurumuna sahip ülkelerden. Uzaya insan gönderen üçüncü ülke olan Çin, aynı zamanda bir uzay istasyonu kurma projesini sürdürüyor, ve 2020 yılına kadar Mars’a insansız uzay aracı göndermeyi planlıyor. JAXA(Japon Uzay Araştırma Ajansı) ise pek tanınan bir kurum olmasa da önemli çalışmalar yapmaktadır. Uzaya insansız hava aracı gönderebilen kuruluşlardan olmasının yanı sıra, en çok Itokava asteroidinden örnek alarak dünyaya dönmeyi başaran Hayabusa uzay aracı ile adını duyurmuştur. Ayrıca ajansın Mars’a uzay aracı göndermeyi planladığı da biliniyor.  2013 yılına kadar uzay çalışmalarındaki bütçesinin büyük kısmını Avrupa Uzay Ajansı’na aktaran Almanya, bu yıldan sonra kendi uzay ajansı DLR’ı kurarak bütçesini buraya aktarmaya başlamıştır. DLR’ın öncelikleri arasında uzaya yapay uydu gönderme ve asteroidlere robot yollama çalışmaları yer alıyor. Bütün Dünya ölçeğinde bakıldığında ise bu ülkelerle birlikte kendi uzay ajansına sahip toplamda 38 ülke bulunuyor ve bu ülkelerden 12 tanesi uydu fırlatma kabiliyetine sahip.

TÜRKİYE UZAY ARAŞTIRMALARINDA NE DURUMDA?
Türkiye’deki uzay çalışmaları ise bu zamana kadar TÜBİTAK Uzay Teknolojileri Araştırma Enstitüsü tarafından yürütülüyordu. Türkiye’nin ilk uydusu Türksat-1A 1994 yılında uzaya gönderilmiş, ancak teknik nedenlerden dolayı düşmüştür. Daha sonra şu an aktif olmayan Türksat 1B ve 1C uyduları uzaya gönderilmiştir. Türkiye’nin şu an 6 aktif uydusu mevcuttur. Türksat-3A, 4A ve 4B haberleşme alanında; Göktürk-1, Göktürk-2 ve Rasat uyduları ise askerî alanda hizmet veriyor. Türkiye için çalışan ve yörüngede dolanmakta olan uyduların tamamının fırlatılması dış kaynaklar aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. 2020 yılında tamamlanacağı, 2021 yılında fırlatılacağı ve yerli üretim bir uydu olduğu söylenen Türksat-6A’nın üretimi tamamlandığında Türkiye kendi haberleşme uydusunu üreten ülkeler arasına girebilecek.

Uzay araştırmalarının önemli bir bölümünü de astronomi ve astrofizik alanlarında yapılan çalışmalar oluşturmakta. Türkiye’de bu alanlarda çalışma yürüten kurumsal yapılar arasında çeşitli üniversitelerin ilgili bölümleri, Ankara Üniversitesi, Atatürk Üniversitesi (yapımı sürüyor) ve İnönü Üniversitesi gözlemevleri ve TÜBİTAK’a bağlı olarak çalışan Türkiye Ulusal Gözlemevi (TUG) sayılabilir.

İLK DEĞERLENDİRMELER
Türkiye Uzay Ajansı’nın kuruluşu ile ilgili ayrıntılarda görüldüğü üzere, ajansın yerine getirmesi beklenen misyon esasen düzenleyici ve organize edici bir yapı olarak çalışması olacak. Bu durumun yukarıda söz edilen diğer uzay ajansları için de geçerli olduğunu ifade edebiliriz. Bununla birlikte, sözü edilen diğer ajansların kurumsal yapı olarak kendi başlarına büyük ölçekli projeler geliştirecek olanakları bulunuyor. Türkiye Uzay Ajansı için böyle bir hedefin kuruluş kararnamesinde tarif edildiği görülmekle beraber, bilimsel ve teknik çalışmaların en azından ilk etapta yine üniversiteler ve TÜBİTAK üzerinden yürütüleceği tahmin edilebilir.

Kuruluş kararnamesinin kapsamı ve konuyla ilgili (şu ana kadar az sayıda olan) değerlendirmeler iddialı bir hedefe işaret etse de ülkemizde bilim kurumları ve bilimsel araştırmaların genel düzeyine ilişkin tecrübeler bu noktada soru işaretleri oluşturuyor. Uzay araştırmalarıyla ilişkili bir örnek olarak, TUG’un bulunduğu bölgedeki fiziki koşullara ilişkin bir habere atıfta bulunulabilir. 

Antalya’da 2550 metre yükseklikteki Bakırlıtepe’ye inşa edilmiş olan gözlemevinin en büyük teleskopu 1.5 metre çaplı RTT150 ‘dir. Rus yapımı olan teleskop, Türkiye ve Rusya tarafından ortak olarak kullanılmakta. RTT150 ve gözlemevinde bulunan diğer teleskoplarla yapılan yüksek çözünürlüklü gözlemler Astronomi ve astrofizik alanlarındaki soruların cevaplanmasında önemli bir yer tutmaktadır. Ancak bölgede yer alan ve büyük şirketler tarafından işletilen mermer ocakları, sebep olduğu ışık kirliliği ve yoğun toz kirliliği ile teleskopların aynalarına zarar vermekte, gözlem kalitesini düşürmektedir. Bu konuda uzun yıllardır yasal yollara başvurulmasına ve gözlemevinin 5 kilometre çapındaki alan içinde kalan bölgesi ‘Yasaklı Bölge’ ilan edilmesine rağmen, bu bölge içerisinde yer alan ocaklar hâlâ faaliyetlerini sürdürmektedir. İşletme ruhsatları bitene kadar da, yani 2021 yılına kadar çalışmaya devam edecekler.* Bu da TUG bünyesinde hem ulusal hem uluslararası ortak projelerle yapılan gözlemlerin uzun bir süre daha sekteye uğrayacağı anlamına geliyor. 

Ajansın kuruluşuyla birlikte özel sektörün de uzay çalışmalarıyla ilgili konulara ilgi göstermesinin beklendiği anlaşılıyor. Sözü geçen, özel sektörün endüstriyel anlamda uzay çalışmalarıyla ilişkilenmesi, yani gerekli araç - gereç, tesis, yazılım ve benzeri ürünlerin üretilmesi ve uzmanlaşmış insan gücünün yetiştirilmesi için yatırım yapması ile ilgili beklentilerdir. Özel sektörün kâr getirisi kesinleşmemiş bir üretim veya araştırma - geliştirme faaliyetine yatırım yapma olasılığının düşük olduğu göz önüne alınırsa, bu beklentinin karşılıksız kalma olasılığının yüksek olduğu düşünülebilir. Araştırmalar için gerekli ürünlerin ve bilginin ithal edilmesi yoluna gidildiğinde ise mevcut durumda devlet açısından araştırmaları destekleme motivasyonunu zedeleyecek düzeyde yüksek harcamalarla karşılaşılması beklenmelidir. Türkiye’nin yakın geçmişte uzay araştırmalarına ayırdığı bütçenin oranı da bu savı destekler niteliktedir.

Ayrıca, ülkemizde hali hazırda etkin olan yönetim anlayışının da uzay çalışmalarıyla ilgili konularda ne gibi sorunlar yaratabileceği üzerinde düşünmek gerekiyor. Ajansın kuruluşunun duyurulduğu güne tesadüf eden, Ankara’da yaşanan hızlı tren faciası, yeterli teknik bilginin ve insan gücünün mevcut olduğu alanlarda bile bu olanakların doğru şekilde kullanılmayabildiğini gösteren acı bir tecrübe olarak kayıtlara geçmiş oldu. Ülkemizin çeşitli kurumlarında sıkça görülen, bilimsel yeterliliğe dayalı olmayan istihdam uygulamaları da yönetsel boyutun ne kadar önemli olduğunu gösteren başka bir husus olarak karşımızda duruyor. Dolayısıyla, teknik anlamda iddialı hedeflerin toplumsal ve politik anlamda aynı iddiaya denk düşmeyebileceğini, mevcut insan gücünün teknik yeterliliği ile yönetsel yeterliliğin eş anlamlı olmadığını akılda tutmak gerekiyor.

SOL

KAYNAKLAR

Suriyeliler sorununun hangi yüzü? - EROL MANİSALI

Türkiye’ye sığınan, kaçan ya da göçen 4 milyon dolayındaki “Suriyeli” üzerine yapılan değerlendirmelerde kabaca şu “pencereler” söz konusu: 
1) Bireysel ve duygusal gözle bakanlar: Bu çevreler “mağdur” duruma düşen insanlara biraz sosyal biraz da duygusal gözle bakanlardan oluşuyorlar: ne yapacağız ki, zavallı duruma düşmüşler, mecburuz, bu bir insanlık görevidir diyerek aç kalan komşuna yardım gibi bakıyorlar. 
2) Toplumsal (ve akılcı) gözle değerlendirenler ise: 
a) Nasıl ve kimler tarafından başlatıldığını düşünüyorlar, 
b) Türkiye’nin halen yaşamakta olduğu iç ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sorunlara ileride yaratacağı etkilere bakıyorlar: yarın dev bir nüfusa hızla ulaşacak kitlenin iktisadi, sosyal ve siyasal “faturalarını” düşünüyorlar: bir “alternatif maliyet” hesabı yaparak dünyadaki demokratik ve “içeride uygar” devletlerin aldığı önlemleri değerlendiriyorlar, soruna uzun vadeli bakıyorlar. Ulusal çıkarları, refahı, sosyal adaleti, iç dengeleri öne çıkarıyorlar. 
3) Türkiye’de demokrasi yerine kendi iktidarlarının, cephelerinin, sektör ve şirketlerinin, tarikatlarının çıkarları penceresinden bakanlar ise bunu adeta “bir fırsat” olarak görüyorlar: 
a) kimi siyasiler Suriyelilere “potansiyel bir oy kaynağı” olarak bakıyorlar; petrol bulmuş fırsatçılar gibi değerlendiriyorlar 
b) kimi iş çevreleri ve şirketler ise “daha ucuz işgücü, merdiven altı üretime çok yatkın emek” olarak görüyorlar c) kimi dinci odaklar ise, “kendi odaklarının kullanılabileceği ek insan gücü olarak bakıyorlar” d) uyuşturucu kaçakçılığından insan kaçakçılığına, kadın ve organ ticaretine bulaşmış mafya çevrelerine kadar, “yeni bir zemin olanağı” olarak görenler var. 
4) Türkiye’yi bölüp parçalama ve bir federasyona götürme planları içinde olanlar ise “Kürdistan projelerine ek olarak, Türkiye’deki Suriyeliler kartını” oluşturmak istiyorlar. 

Yarının saatli bombası 
Eğer 4 milyon Suriyelinin yüzde 80’i, yüzde 90’ı birkaç yıl içinde geri gönderilemez ise büyük olasılıkla ortaya çıkacak sorunlar şunlardır: 
1) İstanbul, İzmir, Mersin, Adana gibi büyük kentlerde ve diğer Suriye sınırında bulunan yerleşim yerlerinde sosyal, siyasal ve kültürel bir değişim süreci Türkiye aleyhine başlayacaktır. Eğitimden iş hayatına ve yerel yönetimlere kadar “bölgesel bölünmeler” ve çatışmalar görülebilecektir. 
1980’li yıllardan beri emperyalizmin Türkiye üzerinde yürütmekte olduğu “PKK-FETÖ kumpasına, Suriyeliler ayağı da eklenmiş olacaktır”. Emperyalizmin kullandığı Kürt milliyetçiliğine, Türkiye’de Arapmilliyetçiliği de eklenebilecektir. PKK-FETÖ ortaklığı yanına, Arap ayağı katılmak istenecektir. Üstelik bu ayak, PKK’ninkinden farklı olarak, içerde “dinci radikal ortaklar da bulacaktır”. 
2) 4 milyon Suriyeli içinde ne kadar IŞİD (DEAŞ) yandaşı bulunduğu tam olarak bilinmemesine rağmen değişik ciddi kaynaklar, bunun oldukça yüksek olduğunu gösteriyor. Bu bakımdan, hızla artacak Suriyeli nüfus ile birlikte ülkede “terör potansiyelini sürekli besleyen bir ortam yerleşebilecektir”. Bu da ülkenin geleceği açısından çok büyük bir terör tehdididir. 
3) Ekonomik ve sosyal fatura geometrik olarak yükselecektir: 
a) Büyük ekonomik sorunlar yaşayan ülkemiz, Suriyeli milyonlarca insanın kendi kaynaklarını harcayarak mesken, gıda, sağlık, eğitim gereksinimlerini karşılamak zorunda kalacaktır. Her harcanacak milyar lira, Türk halkının cebindeki paradan alınarak karşılanacağı için açık olan bütçemiz daha büyük açık verecektir. 
b) Türkiye’de zaten çok büyük olan işsizlik, Suriyeliler yüzünden olağanüstü boyutlara çıkacaktır. 
4) Ulusal bütünlüğümüzde yaşamakta olduğumuz kimlik sorunları daha da büyüyecektir. Toplumsal yapımız, “Arapçı bir çizgiye doğru kayacak” ve Türkiye, antidemokratik Arap ülkeleri grubuna daha da yaklaşacaktır. 

Ulusal çıkarlarımız ve demokrasimiz açısından, Suriyeli dev nüfusun geri gönderilmesi büyük önem taşıyor. Bu saatli bombayı Türkiye’den çıkarmak için ise tek çıkar yol, Ankara’nın Şam ile anlaşmasından geçiyor. Bunu beceremezsek, saatli bombayı göz göre göre içimizde tutmuş oluruz. Artık uyanmanın vakti geldi de geçiyor.

Erol Manisalı / CUMHURİYET

VEFATININ 96. YILINDA ZÜBEYDE ANA - Ceylan Adanalı Kabadayıoğlu

Zübeyde Hanım..
Sofularlı Feyzullah Ağa’nın beyaz tenli mavi gözlü güzel kızı.
14 yaşında gelin oluyor…
Sonra 6 çocuk annesi oluyor…
Sonra 3 çocuğunu da ardarda, daha küçücükken birbirinden travmatik hikayeler sonucu elleriyle toprağa veriyor.
Yüreğinde gencecik yaşta evlat acısı… Sıkıntılar… Acılar… Yokluklar.
Muhafazakar kişiliği, güçlü iradesi Ona Milli bir kahramanı doğurma, yetiştirme, Ona hem annelik hem babalık yapma gücü veriyor.

SARI MUSTAFAM BEN DE SENİN ELİNİ ÖPECEĞİM 
Zübeyde Ana zekası, anlayışı, geleneklerine bağlı yapısı ve sabrı ile Atamıza her konuda güç veren emsalsiz bir anne idi.
Kendisine “bilge kişilik” anlamında gelen Zübeyde Molla denmesi de belki bu yüzdendi.
“Faziletine ve yüksek kadınlığına inandığım anam bana her daim inanmış ve hizmet etmiştir” diyerek annesinin her daim kendisinin koruyucusu olduğunu ifade eden Mustafa Kemal Paşa annesini çok severdi.

Ana oğulun görüştükleri günler ve saatler gerek öncesi gerekse sonrası itibariyle büyük bir özenle geçerdi. Atatürk annesine haber gönderir, annesi kabul buyurursa her ikisi de büyük itina ile birbirleri için hazırlanırdı. Görüşmeler bir ritüel, bir saygınlık, ama gerçek bir ana oğul içtenliğiyle geçerdi. 

Yine böyle bir görüşme sonunda Atatürkle annesinin arasında tarihe geçen bir olay yaşandı. Atatürk annesinin elini öptü. Zübeyde Ana Atayı kucakladıktan sonra ellerine uzandı. “Ne yapıyorsun anne?” dedi Atatürk. “Ben senin ananım. Sen bana vazifeni yapıyorsun ama sen vatanımızı kurtaran bir devlet başkanısın. Ben de bu milletin bir ferdiyim. Ben de senin elini öpeceğim” demişti.

Oğlunun makamının yüceliğini analığın üzerinde tutan, böylesi yüce gönüllü, vakur duruşlu bir anneydi Zübeyde hanım.


Yazık ki “Sarı Mustafam” bazen de Sarı Paşam diye hitap ettiği oğluyla, Mustafasıyla hayatı boyunca çok az bir araya gelebildi. Hele Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışıyla başlayan günler. Oğlunun öldüğü şeklindeki asılsız haberini bile almış, zaten hasta iken üzerine bir de bu acı haberin etkisiyle kısmi felç geçirmişti. Gittikçe şiddetlenen hastalığının kırılma noktası bu olmuştu.

Bazen yıllarca annesinden ayrı kalan, cephanelerde ateş altında bile annesine mektuplar yazan Atatürk annesinin kuşatma altında bulunan İstanbul’da kalmasına çok üzülüyordu. Kurtuluş savaşı sonlarına doğru annesini Ankaraya getirmeye karar veridi. 24 Haziran 1922 gününün akşamı Zübeyde hanım Ankaraya Çankaya köşküne geldi. Ancak gerek kısmi felçten gerekse romatizmadan dolayı olan ağrıları Ankara’da daha da arttı. Doktorların; sıcak iklimin Zübeyde Hanım’a iyi geleceğini önermesi üzerine Atatürk annesini İzmir’e gitmesi konusunda ikna etti. Bu seyahatin bir başka amacı ise Zübeyde hanım ile Atanın yaşamını birleştirmek istediği Latife hanımı tanıştırmaktı. Lakin Zübeyde hanımın rahatsızlıkları İzmir’de süratle ilerledi ve 14 Ocak 1923 günü, henüz 66 yaşında yaşama veda etti.

DARÜŞŞAFAKA CEMİYETİ HİÇBİR YIL ZÜBEYDE HANIMI UNUTMUYOR
Ulu Önder yaklaşık 10 gün sonra annesini kabrinde ziyaret etti. Tıpkı sağlığındaki gibi. Aynı itina ve aynı özen ile. Ziyaretinde vali, bakanlar, milletvekilleri, komutanlar da vardı. Annesinin kabrinin başında bugüne dek hiç görülmediği duygusallıkta konuşma yapan Mustafa Kemal Paşa şunları söyledi.

“Validemin ruhuna ve bütün ecdat ruhuna müteahhit olduğum vicdan yeminini tekrar edeyim. Validemin medfeni önünde ve Allah’ın huzurunda aht ve peyman ediyorum, bu kadar kan dökerek milletin istihsal ve tespit ettiği hakimiyetin muhafaza ve müdafaası için icab ederse validemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Hakimiyet-i Milliye uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.”

Zübeyde Hanım’ın Darüşşafaka Cemiyeti ‘ne 28 Kasım 1921 tarihli 20 bin kuruşluk bağışını müzesinin en değerli varlıkları arasında bulunduran Darüşşafaka Cemiyeti bu bağışın gereklerini de her yıl sonuna kadar yerine getiriyor.

Belgeye göre Zübeyde Hanım, bu bağış karşılığında aile üyeleri için Kadir Geceleri hatim indirilmesini istiyor. Ayrıca belgede: "Elde edilecek gelirden, yılda bir defa öğrencilere mevsim meyveleri dağıtılacak ve bağışın gerekleri Darüşşafaka’da müdürlük yapacak olan kişiler tarafından yerine getirilecektir" ifadesi yer alıyor.

Zübeyde Hanım'ın bağış şartları Darüşşafaka Cemiyeti tarafından her yıl titizlikle yerine getiriliyor. Her yıl Kadir Gecesi'nde Zübeyde Hanım için ve Darüşşafakayı yaptıkları bağışlarla bugünlere taşıyan çok kıymetli bağışçılarımız için mevlüt okutan Cemiyet ayrıca Darüşşafakalı öğrencilere yemek öğünleri dışında da meyve dağıtıyor ve okul koridorlarında sunulan meyve sepetlerinden öğrenciler diledikleri zaman meyve yiyebiliyor.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da Darüşşafaka Cemiyeti "Anma ve Minnet Programı" çerçevesinde; Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK'ün kıymetli annesi ve Cemiyetin değerli bağışçısı Zübeyde Hanım'ı, vefatının 96. yıl dönümü vesilesiyle 14 Ocak Pazartesi günü saat 11:00'de İzmir Karşıyaka'da bulunan kabri başında minnetle anacaktır.

 Ceylan Adanalı Kabadayıoğlu / CUMHURİYET

Nitekim siyaset de seyisliktir - MELİH PEKDEMİR

Siyasi faaliyet olarak yirmi beş kuruşa naylon poşet tantanası sürerken, başörtüsüz Deniz Çakır karşısında siyaset yapanlar da “başörtülü bacım senin içkili barda ne işin vardı?” sorusuna maruz kaldılar. Derken, Netflix dizisi değil yerli ve milli Palu ailesi dizisinde bir dolu vahşet ve ahlaksızlık yanı sıra ‘üç harfliler’ yalanlarıyla evlerinden kaçıp iki ay boyunca bir binek otomobilde yaşandığını öğrendiğimizde RTÜK’ün cin kelimesini şer’i ve siyasi bakımdan yasaklamış olmasına da şaşırmadık.
Yani Meclis Başkanı’nın “Seçim bir siyasi faaliyet değildir” vecizesine niye şaşıralım ki?
Çünkü bu memlekette hakikaten siyaset, artık politika değildir, seyisliktir. (Arapça, siyāsa[t], سياسة at bakım ve eğitimi, seyislik de demektir. Daha da vahimi “şer’i hüküm olmaksızın cezalandırma” yani idam demektir. Yoksa siz siyasi faaliyet diye idam mı arzuluyorsunuz?!) Zaten Napolyon da bir siyasetçi değildir kirazdır, Kılıçdaroğlu hiç siyasetçi değildir kılıç tutan bir babanın oğludur, Turkey ise Türkiye değil hindidir.
Binali Bey haklıdır, hem her anlamıyla siyasi faaliyetin hem politikanın daniskasını tek başına muktedir reisi yapıyordur. Mesela en son “Denizlerimizin kenarlarını, orman alanlarını betona çevirme gayretinde olanlar var. Şu para var ya nelere muktedir, şu kapitalizm. Doğa şöyle olmuş böyle olmuş, umurunda değil” bile demiştir. İyi bilir, çünkü kendisi de tek başına nelere muktedirdir, seçim siyasi faaliyet olmuş olmamış umurunda değildir.
Öte yandan muhtemelen Binali Bey “Hem faşizm diyorsunuz, hem seçim filan konuşuyorsunuz, gidin başımdan!” diye içinden de geçiriyordur. Kaldı ki vaziyeti idare etmekte giderek ustalaşan CHP idarecileri “bize bi şey olmaz abi” modundadır. Her ağzını açtığında ana muhalefet siyasetsiz yani apolitik şey ederken Binali Bey daha ne desindir?
Ayrıca YSK işlerinde, sahte seçmen vb durumlarda, yani yeni bir halt daha yediklerinde “seçime gölge düşüyor” deniliyor ya, buna da ifrit olmamak elde değildir. Seçim zaten karanlıkta yapılacaktır kardeşim, ne gölgesi?
Karanlıkta kimi kim öpecek derken, asıl mesele, mesela Mansur Yavaş’ı, şimdi CHP’deki ‘eski’ bir MHP’lidir diye bilirken, aslında CHP’nin de yaramazlık yapmayan, uslu, İYİ (!) bir MHP olmasıdır. Yavaş deyince, Yavaş yavaş ısıtılan suda haşlanan kurbağa metaforunu belki de yanlış anlıyoruzdur, kurbağa haşlanmıyor, göbek taşına yatmış kese yapıp keyfine bakıyordur!
Neyse lafı uzatmayayım. Seçimlerin tek ilginç yanı, Doğan’ın da (Tılıç) söylediği gibi AKP seçmeni mi kızıp sandığa az gidecek, yoksa CHP seçmeni mi kızıp sandığa (tıpış tıpış) az gidecek veya ikisi de az mı gidecek, uz mu gidecek, dere tepe düz mü gidecek, bir de dönüp bakıp arpa boyu yol mu gidecek ve böylece dümdüz gitmiş, yani küfretmiş mi olacaktır?
Ama mutlaka başka bir yol olduğunu, “siyasetin ağır tortusunun altında zaman zaman görünür olmasa bile toplumun en dinamik kesimlerinde biriken bir özgürlük arayışı” olduğunu bilerek Yol’a devam etmek şarttır.
Çünkü CHP idarecilerine rağmen ve hatta bazen devrimcilerin de mazeretçiliğe sığınarak veya basiretleri tutularak gerekli adımları atamayışına rağmen yürünecek o Yol hep vardır, yeter ki Yol’dan çıkılmasın.
Devrimci siyasi faaliyet ise ancak o Yol’da yüründükçe yapılmış olacaktır.
Melih Pekdemir / BİRGÜN

2 yılda 45 binden fazla Türk ilticacı - İBRAHİM SİRKECİ

Yeni yılın ‘Türkiye’den beyin göçü’ tartışması devam ettiği için bir kez daha oturup istatistikleri ve kayıtlara baktım. Göç konusunda paparazzileştirilmiş haberler dünyanın her yerinde yaygın. Londra’da mültecilere 10 odalı konaklar verildiği ya da Türkiye’de Suriyelilerin masaj masraflarının devlet tarafından karşılandığı gibi yalan ve yanıltıcı haberlerin sosyal ve sosyal olmayan medyada ne kadar muteber olduğunu söylemeye gerek yok. Kısaca genel eğilim abartılı olan ama gerçek olmayanın peşine takılmak.
Bu durumda yine de ‘gerçekler de böyle’ diyerek notumuzu almak önemli. Mutlaka gerçeği de duymak isteyenler vardır. New York Times haberinin ardından devletin düzeltmeleri ve devletseverlerin komplocu tavırları geldi. New York Times’ın ne ajanlığı ne Fetöcülüğü kaldı.

Türkiye’den giden göçle ilgili TÜİK verilerine dair düzeltme haklıydı. TÜİK verilerindeki Türk vatandaşları gidenlerin yarısından biraz azını oluşturuyordu. New York Times’ın bu hatayı yapmaması gerekirdi. Ancak TÜİK’in konuyla ilgili 5 Eylül 2018 tarihli bülteni de bu ayrımı net olarak ilan etmediği için belki de affedilebilir bir hata.
Holdinglerin yurtdışına finansman kaçırması kapitalist küresel ekonomi mantığı içinde yeri olan bir durum. Haberde adı geçen büyük patronların da yaptığı iş kendi mantığı içinde anlaşılır ama affedilir değil.
Ancak bütün bu tekzipler ve bahaneler ve anlaşılabilir durumlar önümüzdeki gerçeği değiştirmiyor. İnsanlar Türkiye’yi akın akın terkediyor. Bunların içinde yabancılar da var Türk vatandaşları da var. Türkiye’nin ne nüfus sayım yöntemi, ne seçmen kayıt sistemi, ne de sınır istatistikleri maalesef pek güvenilir değil. Bu alanlarda ve özellikle göç kayıt ve istatistiklerinde dünyanın pek çok ülkesi çok daha iyi durumda da değil.
Bütün bu mazeretlerimize karşın var olan ‘dış kaynaklar’ bize ülkenin hem Türkiye’de yaşayan yabancılar hem de Türk vatandaşları açısından ‘güvenli’ ve ‘huzurlu’ bir yer olma idealinden hızla uzaklaştığını gösteriyor. İltica istatistikleri bir ülkenin ne kadar ‘kaçılası’ hale geldiğinin bir göstergesidir.
AB’nin kayıtlara dayalı verilerine göre 28 AB ülkesi ve İsviçre, İzlanda, Liechtenstein ve Norveç’e sığınma başvurusunda bulunmuş olan Türk vatandaşlarının sayısı 2008’den 2016’ya dek ortalama 6.689 iken, 2016’nın ikinci yarısında, yani darbe girişiminden hemen sonra 4’e katlanmış. 2015’te 5.495 Türk vatandaşı Avrupa’da iltica başvurusu yaparken bu sayı 2016’da 11.670’ya, 2017’de 15.575’e ve 2018’de Ocak-Kasım döneminde 22.025’e yükselmiş.
Darbe girişiminden bu yana toplam başvuru sayısı 45 binden fazla. Başvuruların bir kısmının eş ve çocukları da kapsadığını düşünürsek Türkiye’den şikayet edip siyasi sığınma arayan kişi sayısının bu toplamdan çok daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. Bu sayılar, Türkiye’yi yeniden dünyanın en çok sığınmacı üreten ülkeleri sıralamasında Irak, Suriye, Afganistan arasında ilk beşe çıkardı. Övünülmesi zor bir ‘başarı’.
Türkiye haklı olarak en kalabalık Suriyeli mülteci nüfusunu barındırmakla övünüyor. Ancak bu konuda da bazı rakamlara bakmak lazım. Türkiye’den kaçan yabancı uyruklu nüfus da az değil. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre her yıl Türkiye’den ayrılan yabancı uyruklu nüfus, ayrılan Türk vatandaşlarının en az 4-5 katı olarak gerçekleşmiş. Örneğin 2017 yılında 16.685’i Türk olmak üzere 95,203 kişi Türkiye’den ayrılıp başka bir ülkeye sığınma başvurusu yapmış.
Darbe girişimi ve genel otoriterleşme ile artan göçler arasında bir ilişki olduğu ortada. Burada tekzip edilecek bir şey yok. Oturup düşünülecek çok şey var.
İyi haftalar ve bol şanslar.
İbrahim Sirkeci / BİRGÜN

Alternatif GVT önerileri üzerine bir değerlendirme - AZİZ KONUKMAN

Hatırlanacaktır, gelir vergisi dilimlerinin belirlenmesinde emekçilerin yaşadığı mağduriyetin ve adaletsizliğinin giderilmesine yönelik çözümlerin tartışılmasını bu haftaya bırakmıştık.
Bilebildiğimiz kadarıyla, mevcut gelir vergisi tarifesine (GVT) alternatif getiren iki kuruluş bulunuyor. Beklenildiği gibi ikisi de emekçi örgütü. Birisi işçi sınıfının yüz akı DİSK, diğeri üyesi olmaktan onur duyduğum KESK. İlginç bir tesadüf olsa gerek, her iki sendikanın da önceden hazırlık yaparak sonuçlandırdıkları alternatif önerilerinin yer aldığı bağımsız basın açıklaması aynı güne (2 Ocak 2019) denk düşmüş. Bu önerilerin kamuoyuyla paylaşılması takdirle karşılanması gereken bir durumdur. Bu güzide sendikalarımızın yöneticilerini içtenlikle kutluyorum.

DİSK Yönetim Kurulu adına Genel Başkan Arzu Çerkezoğlu’nun yaptığı açıklamanın başlığı şöyle: ‘’İlk Vergi Dilimi 18 Bin Değil 38 Bin TL Olmalıydı: Vergi Adaleti İstiyoruz ‘’. Açıklamada, 2019 Gelir Vergisi Genel Tebliği’nin vergi dilimi artışlarını düşük belirleyerek, vergi yükünün daha büyük bir bölümünü çalışanların sırtına yıkarak, vergide var olan adaletsizliği daha da artıracağı ifade ediliyor. İlk vergi dilimi tutarının düşük tutulması nedeniyle çalışanların mayıs veya haziran ayından itibaren yüzde 20’lik vergi dilimine gireceği ve daha fazla vergi ödeyeceği ileri sürülüyor. Net ücretlerin düşeceği ve ücret artışlarının önemli bir bölümünün vergi artışı ile geri alınacağı öngörülüyor. Bu tespitlerin ardından daha adil olacağı düşünülen alternatif bir GVT geliştiriliyor.
Çalışanların vergi yükünün artmaması için vergi dilimlerinin en az enflasyon ve milli gelir artış oranında (kişi başına milli gelir artışı oranında) artırılması öneriliyor. DİSK Araştırma Dairesi (DİSK-AR) tarafından yapılan hesaplamaya göre en düşük vergi dilimi (2’inci dilim sınırı veya 1’inci dilim tutarıyla aynı anlama geliyor) AKP iktidara gelmeden önce 2002 yılında 3800TL idi. Bu tutar kişi başına milli gelir artışı kadar artırılsaydı (enflasyon ve reel milli gelir artışı oranında) ilk vergi diliminin 2019 yılında en az 37,7 bin TL (kuruşu kuruşuna derseniz bu tutar 37,705TL oluyor) olması gerekiyordu. İşçiler yıl içinde gelirleri 37,7 bin TL’ye ulaştığında yüzde 20’lik vergi dilimine girecekti. Oysa şimdi yeni belirlenmiş olan 18 bin TL’nin üzeri yüzde 20’den vergilendirilecek. Çünkü 2019 yılında ilk vergi dilimi olması gereken tutardan yaklaşık 20 bin TL daha düşük hesaplanmış oldu. Böylece 37,705TL gelirden 5655TL vergi alınması gerekirken 6641TL vergi alınmış olacak. Yani işçiler 986TL daha fazla vergi ödeyecek. Brüt ücreti 3100 TL civarında olan bir işçi 986 TL daha fazla vergi öderken, brüt ücret arttıkça vergi daha da artacak. İlk vergi dilimi 2002 yılında kişi başına milli gelirin yüzde 70’i iken bu oran 2019 yılında yüzde 33’e gerileyecek. Bir diğer ifadeyle 2002’de 100 olan ilk vergi dilimi 2019 yılında 48’e düşmüş olacak. Böylece vergide adaletsizlik büyüyerek, vergi yükü daha fazla çalışanların sırtına yıkılmış olacak. Hiç kuşkusuz, başlangıç yılı 2002 değil de YDO uygulamasının süreklilik kazandığı 1984 yılı alınsaydı bu tutarlar daha da yüksek olacaktı.
Ancak belirmeliyiz ki, DİSK yaklaşımında kişi başına milli gelir artış oranının enflasyon ve reel milli gelir artış oranının toplanmasıyla bulunan oranla ile eş değer tutulması  (oranlardan biri verilirken diğerinin parantez içerisinde yer alması bu anlama geliyor) doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü bu oranlar farklı büyüklüklere karşılık geliyor. Bunlardan ilki reel büyüme oranını kabaca nüfusun büyüme oranında aşağıya diğeri ise reel büyüme oranını enflasyon oranında yukarıya doğru çekiyor. Yani ilki vergi dilimlerinde ekonominin büyüme oranının altındaki bir oranda düzeltmeye onay verirken diğeri enflasyon kaybını giderecek ve milli gelir pastasından pay almayı garanti edecek bir düzeltmeyi esas alıyor. Dolayısıyla ikincisi emekçiler açısından ilk GVT önerisinden göreli olarak daha iyi bir alternatif sunuyor. DİSK bu yeni sayılabilecek alternatif GVT önerisinin (DİSK bunu ilk önerisiyle eşdeğer görüyor, ancak bu aslında yeni bir öneri) öngördüğü sonuçları hesaplayıp, tercihini ortaya koymalıdır. Açıklamada yaşanan vergi adaletsizliğin giderilmesi için başka öneriler daha yapılıyor. Ancak ilgimiz GVT ile sınırlı olduğu için onları değerlendirme dışı bırakıyoruz. 
KESK’in açıklamasının başlığı ise şöyle: ‘’Vergide Adalet İstiyoruz! Adaletsiz Gelir Vergisi Dilimleri ile Maaşlarımızın Eritilmesine Son Verilmelidir!’’. Açıklamada hemen her yıl gelir vergisi dilim sınırlarının düşük tutulmasıyla milyonlarca kamu emekçisi ve işçinin her yıl biraz daha erken bir üst vergi dilimine girdiği ve dolayısıyla ceplerinden çıkan gelir vergisi tutarının da her yıl daha fazla arttığı ifade ediliyor. Gelir vergisi dilim sınırlarının düşük düzeyde kalması gelir vergisi güncelleme oranlarının yeniden değerleme oranının (YDO) altında tutulmasına bağlanıyor(bu oranların ne olduğu önceki yazımızda açıklanmıştı).Emekçilerin aleyhine olan bu adaletsiz GVT’den hareketle daha adil bir alternatif GVT geliştiriliyor. Açıklamada, gelir vergisi 2’inci ve 3’üncü dilim sınırlarının önceki yıl TÜFE oranında artırılması öneriliyor. Başlangıç yılı 2008 alındığında, 2’inci dilim sınırında 2009 yılından itibaren TÜFE oranı dikkate alınsaydı bugün 18.000 TL olarak belirlenen tutar 21.198 TL, bugün 40.000 TL olarak belirlenen 3’üncü dilim sınırı ise 53.810 TL olacaktı. Ancak bu tutarlarda küçük bir değişiklik yapılması gerekiyor. KESK haklı olarak 2018 TÜFE oranını Aralık’ta bir artış olacağı düşüncesiyle yüzde 21 olacağını varsayıyor ve söz konusu dilim sınırlarını bu oranda artırıyor. Gerçekleşme yüzde 20,3 olunca bu tutarların biraz aşağı çekilmesi gerekiyor. Bu düzeltme yapıldığında, söz konusu sınırların tutarı sırasıyla 21,075 ve 53,499 TL oluyor. Bu durumda yüzde 20 ve 27’ lik vergi dilimine girmek için gerekli tutarlar sırasıyla 3,075 ve 13,499 TL daha fazla olmaktadır. Bu emekçilerin üst dilime daha geç gireceği anlamına geliyor. Hiç kuşkusuz, başlangıç yılı YDO uygulamasının süreklilik kazandığı 1984 yılı alınsaydı bu tutarlar daha da yüksek olacaktı. Dolayısıyla DİSK veya KESK’in önerdiği alternatif bir GVT kabul edildiğinde vergi dilim sınırlarının hangi düzeyde olacağı büyük ölçüde başlangıç olarak hangi yılın alınacağına bağlı olacaktır.
Açıklamada ayrıca ‘’güncelleme her yıl YDO düzeyinde yapılsaydı söz konusu dilim sınırları ne olurdu?’’ sorusuna da yanıt aranıyor. Bu hesaplamayla bugün 18,000 TL olarak belirlenen 2’inci dilim sınırı 20,300’e çıkıyor. 3’üncü dilim sınırı ise 2’inci dilim sınırı tablosu sehven iki kez verildiği için tespit edilemiyor. Bu tarife de emekçilerin lehine bir sonuç yaratıyor. Ancak KESK’in alternatif önerisi göreli olarak bu tarifeden emekçiler lehine daha iyi sonuç üretiyor. Açıklamada yaşanan vergi adaletsizliğin giderilmesi için DİSK’inkine benzer başka öneriler daha yapılıyor. Ancak DİSK örneğinde olduğu gibi bu önerileri de değerlendirme dışı bırakıyoruz. Bu, önerilerin ciddi olmadığı anlamına gelmiyor. Hatta tartışmaya yeni konular da eklenmeli. Tartışma bu önerilere her bir vergi dilimi için mevcuttan farklı oranların belirlenmesi (her iki sendikanın öneresinde ilk dilim için ‘’asgari ücret tümüyle vergiden muaf olmalıdır. Asgari ücret sonrası ilk vergi dilimine uygulanacak oran yüzde 10 olmalıdır’’ denilerek bu tür bir belirleme kısmen yapılıyor),mevcut artan oranlı GVT’den düz oranlı GVT’ye geçilmesi gibi öneriler eklenerek genişletilmelidir. 
İlginçtir, her iki açıklamada da ‘’Cumhurbaşkanı yetkisini kullanarak yüzde 50 oranında YDO’yu artırsaydı, yeni GVT ne olurdu? ‘’sorusuna bir yanıt aranmıyor. Onu da biz yanıtlayalım. Bu durumda YDO yüzde 35,60’a yükseleceğinden 2’inci dilim sınırı 18,000 yerine 20,069 TL’ye; 3’üncü dilim sınırı ise 40,000 yerine 46,124 TL’ye çıkmış oluyor. Böylece özellikle ilk dilim tutarı, KESK’in ilk dilim için önerdiğine bir hayli yaklaşmış oluyor. Dolayısıyla bu alternatif de masada olmalıdır.
Ancak bu yıl bu fırsatlar ne yazık ki kaçırılmıştır. Gelecek yıl bu alternatiflere yukarıda sözü edilen tartışma konularından hareketle çözümler getiren yeni alternatifleri de eklemek gerekiyor. Ama daha da önemlisi, bunların hayata geçirilebilmesi. Bu ise yeni rejim nezdinde ciddi bir müzakereyi ve mücadeleyi gerekli kılıyor. Bekleyip göreceğiz…
Aziz Konukman / BİRGÜN