25 Ocak 2019 Cuma

Adana Mutabakatı'nı Erdoğan ile Davutoğlu rafa kaldırdı!. - Ahmet TAKAN

Gariplikler zinciri R. Erdoğan Rusya'ya hareket etmeden başladı. Her Putin görüşmesi öncesinde bin bir hava, afra tafra ile iç kamuoyuna yapılan canlı basın açıklaması yerini sessizliğe bırakmıştı. Erdoğan, günübirlik ziyaret öncesi kameraların karşısına çıkmadı. Kremlin'de yapılan ortak basın açıklamasında ise Erdoğan'ın vücut dilindeki sıkıntı bariz bir şekilde dikkatlerden kaçmadı. Çok belliydi, Moskova'da Suriye zirvesi saray cenahı açısında oldukça sıkıntılı geçmişti. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun'un, El Cezire haber sitesine yazdığı, "ABD, Suriye'de Türkiye'ye güvenmeli" başlıklı, ABD'ye çıkarlarınızı ancak biz koruruz mesajlı makale herhalde Rusların gözünden kaçmamıştı!..

Erdoğan-Putin arasında gerçekleşen 1 saat 50 dakikalık görüşmenin ardından gündeme düşen haber satırları oldukça uzundu. Ancak Putin'in Adana Mutabakatı'nı hatırlatarak verdiği mesaj netti; "Esad'ın elini sıkacaksınız." Bir de ondan önce yaptığı bir açıklama vardı ki, ısrarla Türk kamuoyunun gözünden kaçırılmaya çalışıldı; Putin'in ABD'nin Suriye topraklarında illegal olarak kaldığı hatırlatması... O da, Erdoğan ve saray efradına, "ABD ile iş birliğine arka kapılardan devam ederseniz, üslerini falan kullanmaya kalkarsanız, siz de aynı muameleyi görürsünüz" mahiyetindeydi.

Nitekim, dün, Erdoğan Kara Harp Okulu'nda yaptığı konuşmada, "Şimdi tabii dünkü seyahatten sonra Sayın Putin ile de yaptığımız görüşmelerde bu Adana Mutabakatı'nın yeniden gündeme gelmesi, bunun üzerinde ısrarlı durmamız gerektiğini daha iyi anlıyoruz" cümlesi ile Adana Mutabakatı gündemin birinci sırasına oturdu. 1998 yılında Suriye rejimi ile imzalanan bu mutabakat, bebek katili Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edilişini başlatan süreçti. Bu mutabakatın en önemli maddelerinden biri de, Türkiye'ye Suriye topraklarında Suriyeli yetkililerin iznine gerek olmaksızın 5 kilometre derinlikte operasyon yapma yetkisi sağlamasıydı.

Ancak unutulan bir şey vardı!..
Stratejik çukurluğun mimarı Ahmet Davutoğlu'nun ve onun hayallerine ortak olan Erdoğan'ın Adana Mutabakatı'nı "geliştirme" bahanesiyle nasıl rafa kaldırdıkları...
 21 Aralık 2010'da Ankara'da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Suriye Dışişleri Bakanı Walid Moulallem tarafından imzalanan anlaşma 9 Şubat 2011 tarihinde Başbakan Erdoğan imzasıyla kanunlaşması için TBMM'ye gitmişti. Tasarının gerekçesinde, "Anlaşma uyarınca başta PKK olmak üzere, iki ülke için tehdit teşkil eden tüm terör örgütlerinin eleman toplama, eğitim, propaganda ve terörizmin finansmanı faaliyetlerinin engellenmesi; terör örgütlerinin silah, patlayıcı madde ve lojistik destek temin etmelerinin, yasadışı sınır geçişi yapmalarının, taraf ülkelerden birine veya üçüncü ülkelere militan, silah ve patlayıcı madde aktarmalarının, teröristlerin taraf ülkelerinden birinde ikamet etmelerinin veya herhangi bir faaliyette bulunmalarının önlenmesi; terör örgütlerinin faaliyetlerinin, sürekli izlenmesi; gerektiğinde ortak operasyonlar yapılması; teröristlerin tutuklanarak vatandaşı olduğu tarafa teslim edilmesi; terör eylemleri ve bunların engellenmesine ilişkin olarak bilgi, belge ve istihbarat değişimi konularında iş birliği öngörülmektedir" deniyordu.

Anlaşmanın tüm maddeleri dikkatle incelendiğinde Adana Mutabakatı'nda Türkiye'ye yönelik olası bir terör saldırısı durumunda  Suriyeli yetkililerin iznine gerek olmaksızın Türk askerine sınırın 5 kilometre ötesine operasyon yetkisi verildiğine dair hükme rastlayamazsınız!..

                                                             ***

Neler vardı, Adana Mutabakatı'nın yerini alan Ankara Mutabakatı'nda?..
"Taraflar, hiçbir terör örgütünün, özellikle PKK/KONGRA-GEL terör örgütü ve uzantılarının/yan oluşumlarının, kendi topraklarını kullanmalarına, güvenlik ve istikrarını bozmalarına, bu örgütlerin; Kamp, eğitim merkezi ve diğer tesisler kurmalarına,
Militan toplama ve silah, patlayıcı madde, lojistik destek ve terörizmin finansmanı teminime,
Terörizmim finansmanı kapsamında kaçakçılık ve ticaret yapmalarına,
Eğitim ve propaganda faaliyetlerinde bulunmalarına;
Yasadışı sınır geçişi yapmalarına;
Diğer Tarafa ve üçüncü ülkelere militan, silah ve patlayıcı madde aktarmalarına,
Görsel ve yazılı basın faaliyetlerinde bulunmalarına;
Bu  faaliyetler için kaynak ve araç bulmalarına ve uygun ortam yaratmalarına müsaade etmeyeceklerdir.
Taraflar yukarıda bahsi geçen terör örgütleri mensuplarının, Taraflardan herhangi birinin topraklarını, diğer Tarafa ya da üçüncü bir ülkenin topraklarına geçiş maksadıyla kullanmalarına izin vermeyecek ve bunu engellemek için gerekli tüm tedbirleri alacaklardır."
Vee!.."Taraflar, yukarıda yer alan hususlar kapsamında, gerektiğinde ortak operasyonlar gerçekleştirme olanaklarını araştıracaklardır" maddesi. Türkiye Adana Mutabakatı'nda elde ettiği izinsiz operasyon yapma kazanımını da kaybetmiş, iş gerektiğinde olanak aramaya bırakılmıştı!.. Bu bile, malum "kardeşim Esad"dan "katil Esed" sürecine geçildiği için uygulanamadı.

Evet!.. Çok acı... Bize, Adana Mutabakatını Putin hatırlattı. Daha da acısı, Erdoğan onay verdiği  2010 tarihli mutabakatı unuttu veya unutmuş gibi yapmayı tercih etti. Şimdi, Adana Mutabakatı'nda ısrarlı olmaktan bahsediyor. Acaba dua edip, Putin'e teşekkür etmek mi gerekir?.. Bize, "Suriye topraklarına ancak 5 kilometre girer operasyonunuzu yapar sonra da ülkenize dönersiniz. Benim size vereceğim destek ancak bu kadar olur" mesajı verdiği için!..

Saray efradının sakil dış politikası yüzünden bir ABD, bir Rusya'nın kucağında kafası kesilmiş tavuk gibi hareket ediyoruz. Buna bir de, "Cumhurbaşkanımız, Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro'yu arayarak 'Maduro kardeşim! Dik dur, yanındayız" eklendi. Ankara'da saç baş yolunuyor!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

24 Ocak 2019 Perşembe

Enerji sektörü rotasız bir gemi - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Enerji sektörü rotasız bir gemiye benziyor. Bir o deniz, bir bu deniz dolaşıyor. Uzun yıllardır böyle. Çevre açısından baktığınızda gemi çoktan karaya oturdu. Kömür, petrol, nükleer ve doğalgaza bağlı bir sektör hem kirletiyor hem de dışa bağımlı. Üreticilerin ve tüketicilerin halinden memnun oldukları da söylenemez.
Enerji faturaları el yakıyor, özelleştirmelerin faturaları vatandaşa kesiliyor. Elektrik fiyatlarında seçim öncesi yüzde 10 indirim yapılırken, iletim, dağıtım, kayıp ve kaçak bedelleri yüzde 15,7 oranında artırıldı. Şirketler kazandı, vatandaş gizli bir zamla yine kaybetti. Özelleştirirsek kayıp kaçak azalır diyorlardı, azalmadığı gibi şirketlerin sorumluluğu vatandaşın faturasına gizlendi.
Termik santrallara çevreyi kirletme izni veriliyor, “termik alana orman bedava” deniyor. Şirketler daha çok para kazansın diye santrallardaki arıtma tesisleri çalıştırılmıyor. Oradan gelecek yüzde 5-10 fazla elektrik üretiminin hesabı yapılıyor. Doğa, bir ‘promosyon’ malzemesi gibi özelleştirmelerin yanında dağıtılıyor.
Ülkenin iklim hedefi yok. Çevreyi koruma hedefi yok. İnsan sağlığını koruma hedefi yok. Kömürü önünü açmak için teşvik üstüne teşvik veriliyor. Elektrik üretiminde kömürün payı yüzde 40’lara doğru gidiyor; yarısından fazlası da ithal kömür. Ucuz olsun da kim ölürse ölsün politikası…
2018 yılı verileri geliyor. Elektrik talebi yerinde sayarken, kurulu güç 3 bin 350 megavat daha artmış. Zaten arz fazlası var. En yüksek talep 2017 yazındaydı. O talebin iki katına yakın kurulu güç var.
2018 yılında 626 megavatlık doğalgaz santralı söküldü, kurulu güç rakamlarından düştü. Doğalgazın payının azalmasında sıkıntı yok ama 5-10 yıl önce açılan santralların şimdi sökülüp başka ülkelere götürülmesi yazının başında söylediğimiz rotasızlığa bir işaret. Kimse neyin desteklendiğini, nereye gideceğini bilmiyor. Çevre standartları belli değil. Rüzgâr türbini yerleşim yerine ne kadar uzakta olmalı, aynı yere kurulan benzer santralların birikmiş etkileri nasıl ölçülür diye sorsam, bana verebilecekleri bir kurallar kitabı var mı merak ediyorum. ÇED’ler ihtiyacı karşılamıyor, şirketlerin oyuncağı oldu. Karadeniz’deki santrala yazılmış ÇED raporu kopyalanıp Akdeniz’deki için kullanılıyor, mahkemenin sesi çıkmıyor.
Hükümet kömürü ve nükleeri sonuna kadar destekliyor ama sorarsanız yenilenebilir enerji çok önemli. Çatıları güneşten elektrik üretecek fotovoltaik panellere açacak düzenlemeler bir türlü tamamlanmıyor. Parasını uzun vadede çıkarmayı göze alan bireylerin önü de dağıtım ücretlerine yapılan zamla yine tıkandı. Mahsuplaşma konusu yıllardır çözüm bekliyor. Övünülen YEKA (Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanı) ihalelerinden ikincisi iptal edildi. Kulislerde ilk ihalenin Güney Koreli ortağı Hanwha’nın da çekildiği haberi dolaşıyor. Dev güneş ihaleleriyle vakit kaybetmek yerine, elektrik talebinin düşük, kredi bulmanın zor olduğu günlerde çatıların önünü açacak düzenlemeler neden hayata geçirilmiyor belli değil. Biraz da malum şirketleri değil kendi elektriğini üretmek isteyen vatandaşı destekleyin.
Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme Mekanizması’nın (YEKDEM) 2020 sonrası biteceği açıklandı. Yerine ne gelecek belli değil. Kömüre, doğalgaza, nükleere piyasa fiyatının üzerinde, dolar üzerinden alım garantisi verilirken yenilenebilir enerji yatırımcısı bir yıl sonrasını göremiyor.
Enerji verimliliği konusuna hiç girmiyorum. Onun haftası var, seveni çok ama icraat yok.
Ülkede rotasını kaybeden tek gemi enerji sektörü değil elbette. Diğer sektörlerin gemileri de aynı durumda. Gemi çok, “kaptan” tek olunca böyle…
ÖZGÜR GÜRBÜZ / BİRGÜN

Atatürk, Nâzım, istismar - NAZIM ALPMAN

Gazeteci Yılmaz Özdil’in yazdığı Mustafa Kemal Atatürk kitabı okurlardan büyük teveccüh gördü. Baskı üzerine baskı yaptı.

Okurlar okumaya doyamadılar. En sonunda özel tasarımlı ve 1881 adetle sınırlı yepyeni bir baskı daha yapmaya karar verildi. Kitap 2500 lira fiyatla satılacak. Ve de saat dokuza beş kala okurlarına takdim edilecek.
***
Baskı rekorları her yazarı kıskandıracak başarı çıtasını aştı. Haliyle münafıkların ilgisini çekti. Mesela Güneş gazetesi 23 Ocak 2019 tarihli nüshasında Uğur Mumcu ile Yılmaz Özdil’in fotoğraflarını yan yana koyarak iki başlık atmıştı. Soldaki Mumcu fotoğrafının altına “Uğurlar Olsun” başlığını atarken Yılmaz Özdil’in fotoğrafına “Afiyet Olsun” manşetini uygun görmüştü.
Güneş, Özdil’i vurmak için de Uğur Mumcu’nun 12 Eylül 1980 askeri darbesi döneminde yaptığı bir tespiti birinci sayfasına yerleştirmişti:
“Bu memlekette banka soyarken kar maskesi ülke soyarken Atatürk maskesi taktılar.”
Yılmaz Özdil kimseye kitabını zorla satmıyor. Tersine onu zorluyorlar “bir imza daha at” diye.
Atatürk hakkında yazılı yüzlerce kitap satılıyor. Atatürk’ün yazdığı kendisini ve mücadelesini anlattığı Nutuk adlı kitabı da var. Muhtemelen en iyi Atatürk kitabı da bu olsa gerek.
Atatürk hakkında kitap yazmak “istismar” olabilir mi?
Atatürk istismarı en fazla 12 Eylül döneminde yapıldı. O kadar ki Cumhuriyet gazetesi sahibi Nadir Nadi “Ben Atatürkçü Değilim” adlı bir kitap yazdı. O Nadir Nadi ki, Atatürk’ün yanında büyümüştü.
1981 Atatürk’ün 100. Doğum yılı idi. 12 Eylül yönetimi Atatürk’ün 100. yaşını kendi iktidarı için tahminlerin ötesinde sömürdü. Bütün kamu ve özel kuruluşlar, büyük bir sömürme yarışına girdiler.
Ümraniye’de gariban bir esnaf işyerini açarken modaya uydu:
“Yüzüncü Yıl Köfte Salonu!”
Kısa süre sonra polisler dükkâna gittiler. Birer buçuk köfte söylediler. Afiyetle yediler, hesap ödenmeye sıra gelince tebligat yaptılar:
“Bana bak lan bu tabelayı hemen indir! Sıkıyönetimden askerler geleceklerdi seni içeri atacaklardı biz geldik hallederiz dedik seni de kurtardık.” 
Köfteci tabelayı iki haftada indirdi!
***
Madem istismar mevzuuna girdik, bizim kutsal değerlerimiz için de bir iki cümle yazalım. Büyük şehirlerde barların kafelerin topluca hizmet verdiği bölgelerde sıklıkla görebiliyoruz. Nâzım Bar, Piraye Kafe, hatta Che Ocakbaşı gibi tabelalar iç burkucu olmuyor mu?
Sonuç olarak söz konusu mekanlar birer ticarethane!.. Piraye Hanımla 18 yıl kapı-komşu yaşamış biri olarak, onun böyle popülerleşmeden hoşnut olmayacağını tahmin ediyorum. Piraye Hanım, Nâzım ile ilgili hiç konuşmadı. Anılarına saygı gösterdi, Nâzım’ı korudu. Aynı özeni onları sevenlerden de beklemeliyiz. 
İçinde büyük gösteri salonlarının bulunduğu kültür merkezleri kabul. Ama meyhane, kafe, bar gibi mekanlara isim verirken biraz daha özenli olabilmemiz mümkün mü?
Nazım Alpman / BİRGÜN

TAHY: Türk-Arap Hava Yolları - Örsan K. Öymen

Bir ülkenin havayolu sadece bir hava taşıma kurumu değildir. Bir ülkenin havayolu, o ülkenin yurtdışındaki ve dünyadaki temsilciliği gibidir. Lufthansa Almanya’yı, British Airways Britanya’yı, Air France Fransa’yı dünyada temsil eden kurumlardır.

Türk Hava Yolları da dünyada Türkiye’yi temsil eder. Ancak ne yazık ki, Türkiye’deki birçok kurum gibi, THY de Türkiye’yi temsil edeceği yerde, iktidarda olan AKP hükümetini ve AKP’nin hayranlık duyduğu Arap kültürünü temsil eder hale geldi.

Örneğin, THY’nin bir uçağına bindiğinizde, Türkiye’nin en çok satan gazetelerinden birisi olan Sözcü gazetesini ve Türkiye’nin en köklü gazetesi olan Cumhuriyet gazetesini bulamazsınız. Çünkü bu gazeteler THY’de yasaklıdır ve ambargoludur! Çünkü iktidara göre THY, devletin ve milletin kurumu değil, AKP’lilerin kurumudur. Fetihçi ve talancı bir zihniyetle bu kurum da diğer kurumlar gibi işgal edilmiştir! 

Dünyanın hangi demokratik ülkesine ait bir havayolunda, iktidara muhalefet eden bir gazete yasaklı ve ambargoludur?! Küçük bir ayrıntı gibi görünen bu olgu aslında, büyük bir sorunun küçük bir yasımasından başka bir şey değildir. Faşist ve despotik ruhlu bir yönetim, kendisine muhalif olan, kendisini eleştiren, kendisi gibi düşünmeyen bir gazeteyi yasaklar! Kendisine yöneltilen eleştirilerden korkan ve onları baskı altında tutan bir yönetim, ancak faşizmin geçerli olduğu bir ülkede var olabilir. Bugün uçakta gazete yasaklayan bir zihniyet, yarın gazete büfelerinde de gazete yasaklar! 

Küçük gibi görünen ama büyük bir sorunun yansıması olan bir başka ayrıntıya değinecek olursak, THY’nin 444 ile başlayan müşteri hizmetleri hattı arandığında, arayanların karşısına uzun bir süredir, Türkçe ve İngilizce anonstan sonra Arapça anons çıkmaktadır! 

Arapçaya yapılan pozitif ayrımcılık ve torpil hangi gerekçeyle uygulanmaktadır? Türkiye’nin resmi dili Türkçedir. İngilizce de artık küresel ortak iletişim dili olmuştur. İngilizce olmadan dünyada iş yapmak olanağı kalmamıştır. Pekiyi Arapça hangi gerekçeyle THY’nin içine sızmıştır? İngilizce dışında yaygın olan başka dünya dilleri de kullanılacaksa, Arapça ile birlikte Fransızca, Almanca, İspanyolca, Çince, Rusça gibi diller neden kullanılmamaktadır? Bu Arap hayranlığı ve Arap taklitçiliği nereden kaynaklanmaktadır? 

Pekiyi, THY uçaklarının Türkiye’de indikleri havalimanlarındaki manzara nedir? Atatürk Havalimanı’nın devre dışı bırakılması süreci başlamıştır, havalimanlarında Türkçe ve İngilizce ile birlikte Arapça tabelalar asılmıştır, yer hizmetlerinde başörtülü görevlilerin, pasaport kontrolünde başörtülü polislerin sayısı artırılmıştır. Bu sistematik bir çalışmadır ve iddia edildiği gibi başörtülü vatandaşların devlet kurumlarında çalışma hakkıyla ilgili bir konu değildir. Siyasetin, devlette kadrolaşmanın ve eğitimin dinselleşmesine paralel olarak, hem yurtiçine hem de yurtdışına verilmek istenen mesaj şudur: Türkiye Cumhuriyeti bir İslam devletidir. 

Oysa Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu  Mustafa Kemal Atatürk, 1876 Osmanlı anayasasından kalan ve devletin dininin İslam olduğunu ifade eden maddeyi 1928 yılında anayasadan çıkartmıştır. Çünkü laiklik ilkesinin geçerli olduğu bir ülkede devletin dini olmaz, vatandaşın, kendi özgür iradesine göre dini olur veya dini olmaz. 

İslam dinini başörtüsüne, oruca, namaza, içki içmemeye, domuz eti yememeye indirgeyerek kendi dinini bile anlamayan bir kafa yapısı, anayasayı da anlamamaktadır! Türkiye, 21. yüzyılda ortaçağı yaşayan Arabistan coğrafyasının uydusu olmak yolunda uçuşa geçmiştir! Ama havada seyir halinde olan bu uçağın yakıtı da tükenmek üzeredir.

Bu durumda sadece iki seçenek vardır: Ya acil iniş yapmak ya da yere çakılmak!

Örsan K. Öymen / CUMHURİYET

Kilis'i nasıl kaybettik? - Batuhan Çolak

Kilis'te ve sınırda yaptığımız incelemelere kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Bir önceki yazımızda, kentteki Suriyeli sığınmacı sayısının Türk nüfusunu geçtiğini ve şehrin artık asıl kimliğini yitirdiğini vurgulamıştık.

Bu durumu biraz daha açmak gerekiyor. Kilis'in seçmen sayısı 85 bin kişi. Sandığa giden kişi sayısı ise 72 bin. Şu anda 6 bin Suriyelinin kesin olarak oy kullanacağı belirtilirken, bu sayının daha da yukarılara çıkabileceği konuşuluyor.

Suriyeli seçmenin neredeyse tamamı sandığa gidiyor. Bir önceki seçimlerde Suriyeliler otobüslere bindirilerek oy kullanmaya götürüldü. Kilis'te, 31 Mart seçimlerinde Suriyeli sığınmacıların sandığa etkisinin en az yüzde 10 olacağı belirtiliyor. Verilen vatandaşlık


sayısının artması durumunda bu etki yüzde 13-14'ü bulabilir.

Kilis'e gelen Suriyeliler, kent yaşamında farklı bir durumu da tetiklemiş. Kilis'te kime sorsanız "sığınmacılardan şikâyetçiyiz" sözünü duyuyorsunuz. Ancak durum uygulamada pek öyle gözükmüyor.

Örneğin, vatandaşlığı olmayan Suriyeliler, işçi olarak çalıştırılmak istendiğinde herhangi bir sigorta ödemesi yapılmıyor. Yanında 3 kişiyi çalıştıran bir işveren sigorta ödemediği için aylık 2 bin liranın üzerinde bir parayı kendisine ayırabiliyor. Bu yüzden kentin yerlisi olanlar da Suriyelileri ucuz iş gücü olarak görüyor.
Bir diğer konu da evlilikler... Durumu iyi olan ve feodal bir yaşamın tam ortasında bulunan birçok erkek Suriyeli eş alıyor. Bu durum bölgede her geçen gün yaygınlaşıyor.

Vatandaşlıklar konusunda ise çok çarpıcı bir iddiaya ulaştım. Vatandaşlık başvuruları önce İl Göç İdaresi'nde yapılıp belirli notlarla birlikte Ankara'daki Göç İdaresi Genel Müdürlüğü'ne gönderiliyor. Son sözü de burası söylüyor. Suriye'den gelen Arap ve Kürtler için vatandaşlık almak sorun olmazken, Türkmenler için aynı durum geçerli değil. Birçoğuna ret cevabı veriliyor.

Öncüpınar Sınır Kapısı'nın hemen yanındaki konteyner kent kapanmak üzere. İçinde kalan Suriyelilere kişi başı 1.750 TL ödeniyor. Kamptan çıkanlar Suriye'ye geri dönmek yerine, Türkiye'de istedikleri her yere gidebiliyorlar. Aralarında az sayıda Suriye'ye dönenler de var.

Sınırdaki en büyük sorun ise kaçak geçişlerde yaşanıyor. 3 metrelik yüksek duvarları aşmak son derece kolay. Öte yandan ne yazık ki belirli noktalarda rüşvet karşılığı geçişler de yaygınlaşmış durumda. Bunun acilen önüne geçilmesi gerekiyor. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay'ın, kayıt dışı 1.2 milyon olarak beyan ettiği sığınmacılar, Türkiye'ye bu şekilde giriş yapıyor. Olası bir suça karışmaları durumunda kayıtları da olmadığı için genelde ellerine "15 gün içinde ülkeyi terk etmelerini" talep eden bir yazı tutuşturuluyor. Ancak birçoğu bu yazıyı dikkate almıyor ve "kayıt dışı" bir şekilde ülkemizde bulunmaya devam ediyor. Suçun ağırlığına göre bazıları ise "kayıtlı" veya "kayıtsız" olmasına bakılmaksızın cezaevine gönderiliyor.

Bölgedeki bir diğer sorun da gelenlerin tam olarak neci olduğu bilinmediği için, Suriye'nin istihbarat birimi El Muhaberat'ın çok sayıda elemanının Türkiye'ye sızmış olma ihtimali. Özellikle Kilis ve çevre illerde bu durumla ilgili nasıl bir önlem alındığı bilinmiyor. Gelecek adına son derece tehlikeli bir durum.

Öncüpınar Sınır Kapısı'nda Birleşmiş Milletler'in ofisi bulunuyor. Türkiye'yi gönüllü olarak terk etmek isteyen Suriyelilere onay veriliyor. BM ofisi, gönüllü dönmediğini düşündüğü ya da Suriye'ye gitmesini uygun görmediği sığınmacıları Türkiye'ye geri gönderiyor.

Tüm bu olumsuzlukların yanında Suriyeli sığınmacılardan önce de var olan silah ticareti ne yazık ki hâlâ devam ediyor.

Kilis'te gördüklerimiz özetle bu şekilde... İlerleyen dönemlerde Kilis dışında birçok ilde de benzer manzaralara şahitlik edebiliriz.

Demografik yapımız, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir göç hareketiyle tarumar oluyor.

Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

NOT: 
-Gaziantep'te evlerinin önünde Suriyeli sığınmacılarla çıkan kavgada boğazından bıçaklanan Necati Bağcı ne yazık ki hayatını kaybetti. Allah mekânını cennet eylesin.
-Türk sinemasının tarihi, Yeşilçam'ın gülen yüzü Ayşen Gruda'yı kaybettik. Hepimizin başı sağ olsun.


23 Ocak 2019 Çarşamba

'FETÖ'ye karşı Türkiye Maarif Vakfı - KADİR SEV

Mecliste 17 Haziran 2016 günü; “Yurt dışında insanlığın ortak birikim ve değerlerini esas alarak örgün ve yaygın eğitim hizmetleri vermek ve geliştirmek…” görevlerini yürütmek üzere Türkiye Maarif Vakfı kurulmasına ilişkin 6721 sayılı yasa kabul edildi.


Yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin örgüt yapısı dışında, özel yetkilerle donatılmış ayrıcalıklı bir yapı kurulmuş oldu.

O güne değin yalnızca Milli Eğitim Bakanlığı’na tanınan; Türkiye Cumhuriyeti adına başka ülkelerde doğrudan eğitim kurumu açma imtiyazı bu vakfa da verildi.
Dahası, vakfın eğitim-öğretim kurumunun bulunduğu yurt dışındaki bir şehirde, Milli Eğitim Bakanlığı bile olsa, bir başka kamu kurumunun, benzer amaçlarla birim kurması yasaklandı.

Yurt içinde ve dışında, “kamuya ait taşınmazların” (ne demekse?) bedelsiz tahsis edilmesi; Merkezi bütçeden gerektiği kadar kaynak aktarılması öngörüldü.
Vakfın mütevellisine; okul yöneticisi, öğretmen gibi görevlere dilediği kişiyi atama yetkisi tanındı.

Devlet memurları vakıf hizmetinde ücretli izinli olarak, 6 yıl; ücretsiz izinli olarak, 10 yıl süreyle görevlendirilebiliyor. Ücretli izinli olanlarına vakıf bütçesinden ayrıca, yurt dışında görevli aynı durumdaki devlet memurlarına ödenen tutarda; ücretsiz izinli olanlarına ise üç katı tutarında aylık ödenebiliyor.
Çalışanları, yurt dışında diplomatik ayrıcalıklardan yararlandırılıyor.
Vakıf mütevellisinin, yurt dışında taşınmaz satın almak; İktisadi işletmeler, sermaye şirketleri kurmak, ya da ortak olmak gibi yetkileri var.
Vakıf vergi, resim ve harçlardan da bağışık tutuluyor.

TÜRKİYE MAARİF VAKFI SIR KÜPÜ
Bu denli önemli yetkiler ve imtiyazlarla donatılmış olan bu yapı, vakıf statüsünde kurulduğu için Kamu kurumlarının uymakla yükümlü olduğu kurallara uyulmaksızın yönetiliyor: Devlette kaydı yok.

İnternet sitesinde bütçe, bilanço, faaliyet raporu, Vakıflar Genel Müfettişlerinin ya da Vakıf Denetim Kurulu denetçilerinin düzenlediği raporları da yayımlanmıyor.
Kısacası tam bir sır küpü: ne yaptıklarını bilmek olanaksız.

GÖREV VE YETKİLERİNDE YAPILAN DEĞİŞİKLİKLER
Yasanın yürürlüğe girmesinden sonraki süreçte vakfın yetki ve görevleriyle ilgili önemli sayılabilecek iki değişiklik yapıldı.

Vakfın okulunun bulunduğu şehirlerde Milli Eğitim Bakanlığı bile olsa hiçbir kamu kurumunun eğitim kurumu açamayacağı kuralı Ekim 2016’da yürürlüğe giren ve 7070 sayılı Yasayla aynen kabul edilen 676 sayılı KHK’yla değiştirildi; Milli Eğitim Bakanlığı’nın yasağı kaldırıldı. Ancak bu kez de kamu kurumlarının yasak kapsamı genişletildi. Yeni düzenlemeye göre, Vakfın okul açtığı şehir hangi ülkeye aitse, o ülkeye ancak Milli Eğitim Bakanlığının izni ile eğitim kurumu açılabilecek.
Bir yasak da Üniversiteler için getirilmişti: Yükseköğretim Yasasının Ek 39’ncu maddesine 15 Ağustos 2017 tarihinde 694 sayılı KHK ile eklenen ve 7078 sayılı Yasayla aynen kabul edilen bir kurala göre; Devlet Üniversiteleri’nin yurt dışında akademik birimler ve sosyal tesisler kurabilmesi için Vakfın önermesi ve YÖK’ün onayı gerekiyordu. Temmuz 2018’de uyum yasaları kapsamında çıkarılan 703 sayılı KHK’dan vakıf da nasibini aldı. Bakanlıklar ile kamu kurum ve kuruluşlarının, önermek, onaylamak gibi yetkileri kaldırıldı. Bu tür yetkilerin hepsini artık Cumhurbaşkanı tek başına kullanıyor.

FETÖ İLE MÜCADELEDE TÜRKİYE MAARİF VAKFI
Yasanın kabul edilmesinin üzerinden daha bir ay bile geçmemişti ki, 15 Temmuz darbe girişimi oldu.

O günden bugüne, FETÖ okullarının bulunduğu ülkelerle eğitim alanında iş birliği anlaşmaları yapılarak; terör örgütü olduğu konusundaki yargı kararlarına dayanarak ya da satın alınarak “kamuya ait taşınmaz” statüsüne alınıyor; alındıkça da Yasanın Geçici Maddesindeki; “Millî Eğitim Bakanlığının uygun gördüğü yurt dışında kamuya ait varlıklar Bakanlar Kurulu kararı ile bedelsiz olarak Türkiye Maarif Vakfına devredilir” kuralı uyarınca devrediliyor. Artık bakanlar kurulu da kalmadı biliyorsunuz.

Vakfın internet sitesinde, 11.1.2019 tarihi itibariyle, ABD; Japonya; Pakistan; Kosova; Gine; Somali; Burundi; Cubuti; Çad gibi çok değişik özellikteki 33 ülkede 2’si üniversite olmak üzere çeşitli düzeylerde 257 eğitim kurumunda fiilen eğitim yapıldığı, ayrıca 28’de yurt işletildiği bilgisi veriliyor.

Öğrenci sayısıyla ilgili veriler ise yaklaşık 3 ay öncesine ait: Ekim 2018’de 162 okulunun olduğu ve bu okullarda 15 binin üzerinde öğrenciye eğitim verildiği belirtiliyor.

ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
10 Ocak 2019 günlü Resmi Gazetede Anayasa Mahkemesinin Türkiye Maarif Vakfı Yasasıyla ilgili bir kararı yayımlandı.

CHP üyesi 131 milletvekili, Vakfa tanınan ayrıcalıkların Anayasanın çeşitli maddelerine aykırılığını öne sürerek Anayasa Mahkemesine başvurmuştu.
Mahkeme iptal isteklerinin hepsini reddetti.

Anayasanın ve Anayasa Mahkemesi kararlarının günümüzde önemi kalmadığı için kısa bir özetle yetinelim.

Kararda deniyor ki; “…Yurt dışında insanlığın ortak birikim ve değerlerini esas alarak örgün ve yaygın eğitim hizmeti vermek amacıyla kurulan bir Vakfa çeşitli ayrıcalıklar tanınması doğaldır… iptali istenen Yasada, yetkilerin Anayasada öngörülmeyen bir anlayışla kullanılabilmesine izin veren bir kural yer almamaktadır … yetkili kurullarca denetlendiği için yasalara aykırı davranışların ortaya çıkarılıp düzeltileceği açıktır… eğitimin kamu ya da özel hukuk tüzel kişileri eliyle gördürüleceğine karar verme yetkisi yasa koyucuya tanınmıştır ve Eğitim Birliği Yasasıyla ilişkilendirilemez…”

Denecek kalmadı ki ne diyelim?    

Kadir Sev / SOL

'Sosyalistler programına güvenir' -

(I)

Sosyalistler programına güvenir'

Ovacık Belediye Başkanı Mehmet Fatih Maçoğlu önceki gün İstanbul'da katıldığı etkinlik öncesinde 2019 seçimleri öncesi siyasi ortam, sosyalistlerin gündemi, Ovacık'ta yapılan çalışmalar ve seçimlerde Dersim'den aday olmasına ilişkin soL HD'nin sorularını yanıtladı. Söyleşinin ilk bölümünü paylaşıyoruz.
________________________________________________________

Merhabalar öncelikle. Malum şu sıralar hemen hemen herkesin gündemi mart ayında gerçekleşecek olan seçimler. 2019 yerel seçimlerine nasıl bir Türkiye’de giriyoruz sizce?

Yani bu kadar baskının, zulmün olduğu, gazetecilerin, akademisyenlerin yok sayıldığı bir ülkede yoksulların mücadelesinin örgütlenmesi anlamına gelecek her türlü adımın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda yerel yönetimler meselesinde de biz sosyalistler, aydınlar, ilericiler olarak en azından bulunduğumuz bölgedeki halkı yönetime katmak adına bu mücadelenin bir parçası olmaya çalışıyoruz.
__________________________________________________________
Peki adayların ismi yavaş yavaş açıklanmaya başlandı. Seçim atmosferi başladığından beri siyasi partilerin pozisyonlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şöyle söyleyeyim 4 yıldan fazladır belediye başkanıyım. Bu süre içerisinde başka siyasetlere bakarak, onları değerlendirerek siyaset yapmadım. Çünkü biz sosyalistler kendi programımıza güveniriz. Sosyalistler bulunduğu coğrafyada kapitalist-emperyalist sistemin devamlılığını sürdüren anlayışları eleştirmezler. Kendi iktidarları için çaba harcarlar. Bugün bu parti var, yarın başka bir tanesi olabilir. Esas olan bu sistemin alaşağı edilmesi.
__________________________________________________________
Sosyalistlere düşen nedir?
Sosyalistlerin, aydınların, kadınların, gençlerin artık bu dünyada yaşadığı alana dair bir sözünün olması gerektiğini düşünüyorum. Ve bu sözün de sokakta, fabrikalarda her yerde örgütlenmesi gerekiyor. Bu dayanışmanın bir parçası olan her kurumun bir havuzu doldurup bu enerjiyi dışarı taşıması gerektiğini düşünüyorum. Bu yalnızca “böyle bir şey yaptık”la kalmamalı. Umudumuzu bir sonraki bahara, bir sonraki ana bırakmadan hemen başlamamız lazım.

                                                           ***
(II)

'Birlikte yönetmeyi göstereceğiz'

Ovacık Belediye Başkanı Mehmet Fatih Maçoğlu Pazar günü İstanbul'da katıldığı etkinlik öncesinde 2019 seçimleri öncesi siyasi ortam, sosyalistlerin gündemi, Ovacık'ta yapılan çalışmalar ve seçimlerde Dersim'den aday olmasına ilişkin soL HD'nin sorularını yanıtladı. Söyleşinin ikinci bölümünü paylaşıyoruz.
________________________________________________
Siz 2014 yılında gerçekleşen yerel seçimlerde Ovacık Belediye Başkanı seçildiniz. Ovacık’tan çıkarılan dersler ne oldu bugüne kadar?
Bir anlayış yerelde kendini örgütlüyor aslında, sosyalist bir anlayış. 2014’te Sosyalist Meclisler Federasyonu’nun, Türkiye Komünist Partisi’nin, Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin de içinde olduğu, halk dayanışmalarının ortaklaşması bizim için değerli oldu. Herkesin kendi cephesinden baktığı bir anlayıştan çok devrimcilerin, sosyalistlerin, aydınların, vicdanlıların birlikte bir bölgenin yönetiminde ortaklaşması ve halkı da burada ortaklaştırması bizim için çok büyük bir tecrübe oldu. Ama bu bizimle başlamadı tabi. Biz biliyoruz Mehdi Zana'nın kadına yönelik Amed'de söylediklerini, Terzi Fikri’nin Ordu Fatsa’da halkın kendi kendini yönetebilmesine dair söylemini... Bunlardan öğrendik. Kadınlardan, gençlerden, çocuklardan, büyüklerden öğreniyoruz ama esasen bilimden ve sosyalizmden öğreniyoruz.

Bu anlayış bölgeyi yönetmek istiyor. Bu anlayış mevcut kapitalist sistem içinde topluma, halka kendisini bir modelleştirme, sosyalizmin yerele bakışını gösterme gibi bir çaba içerisinde. Bizim eğitime dair sözümüz vardı, üretime dair sözümüz vardı, toplumun temel hak ve özgürlüklerine, temel ihtiyaçlarına dair sözümüz vardı. Meseleleri dost kurumlarla iletişim kurup, dost kurumlarla birlikte yönetebilme adına sözümüz vardı. Bu gelişiyor. Daha düne kadar bir çok dost kurum birbirini acımasızca eleştirirken ya da sorgularken bugün birlikte iş yapabilme kültürüne dair tartışmalar sürüyor, hatta niye yapılmadı diye tartışmalar sürüyor. Bunlar çok değerliydi, bunlar aslında bize öğretti.
__________________________________________________________
"Komünist Başkan" Ovacık’ta neler yaptı bu zamana kadar? Somut bir şekilde biraz da bunlardan bahsedebilir misiniz?
Ovacık’ta sosyalistlerin programı dahilinde, böyle kısıtlı bir sürede bile neler yapılabileceğinin örneklerini göstermiş olduk. Eksiklerimiz elbette var. Eğitim alanına dair birçok çalışma yaptık. Bu planlamaların da yüzde seksen doksanlık bir kısmını yapabildik diyebilirim. Insanların nasıl bilimsel bir eğitim alabileceğine ilişkin Eğitim-Sen’li arkadaşlarımızla birlikte çocukların temel ihtiyaçlarına, eğitim materyallerine ilişkin adımlar attık. Anadile dair çalışmalar yaptık, kültürel çalışmalar yaptık. Kadının yönetime daha aktif bir şekilde katılmasına gayret ettik, kararlarının yanında durabildik.
  
Doğa ve çevre sorununa ilişkin çalışmalarla ilgilendik. Doğayı koruyacak çalışmalar yaptık. Mevcut üretimleri kooperatifler kurarak orada halkın örgütlülüğüyle buluşturabildik. Türkiye’nin diğer şehirlerinde tüketim kooperatifleri kurarak üreticinin tüketiciye ulaşmasını sağladık. Bunlara toplumda nohut, fasulye meselesi olarak da bakılsa esas olarak halkın üretim üzerindeki örgütlülük alanlarını yaratmayı amaçladık.

Bunun dışında barınma meselesine dair çalışmalar yapabildik. Bu konuda ipler tam anlamıyla bizim elimizde olamasa bile en azından sosyalist düşüncenin bu meseleye nasıl yaklaştığını anlatma şansımız oldu.

Suyun satın alınamayacağını düşündük, en düşük fiyatla toplumla buluşturduk, bunun devamına dair kararlar alabildik. Ulaşımın ve barınmanın bir hak olduğunu anlattık.
____________________________________________________________
Ovacık’ın ardından bu yıl Dersim’den aday oldunuz. Son olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?
Gittiğimiz yerlerde insanlar küçücük bir yerde yapabiliyorsunuz da bu büyük bir bölgede de yapılabilir mi diye soruyorlar. Aslında sosyalizmin canlıların olduğu her alanda uygulanabilir bir anlayış olduğunu Ovacık’ta göstermiş olduk. Bunun büyüğünün küçüğünün olmadığını herkes görecektir. Çünkü sosyalizmin esasında bir yaşam biçimi olduğunu biliyoruz. Doğalında bir yaşam kültürünün gelişmesi, birlikte söz söyleyebilme, eşit ve sosyal adalet temelinde bir anlayış olduğunu görüyoruz.

Yani o serçeşmeden beslendiklerimizle topluma bugüne kadar ulaşamamanın özeleştirisiyle bütün devrimci kurumların bu göreve el atıp bunu geliştirmesi gerekiyor. Dersim’de böyle bir yer. Birlikte yönetebilmeyi göstereceğiz. Yani Dersim’de ilçesiyle, köyleriyle, üretim ilişkisiyle birlikte bir model oluşturmak gibi bir çabamız var. Anadolu ve Mezopotamya'da yaşayan halklara, tüm halklara gösterme gibi bir çabamız var.

Gamze Erbil / SOL

Vahdettin hain değildi…- KEMAL OKUYAN

Vahdettin hain değildi, çünkü temsil ettiği ve çürümekte, çökmekte olan bir düzeni ayakta tutmak için yol arıyordu. Osmanlı İmparatorluğu şu ya da bu İttihatçı Paşa’nın veya öncesinde Abdülhamit’in politikaları nedeniyle değil, hatta Birinci Dünya Savaşı’nda alınan yenilgi nedeniyle de değil, tarihsel gelişmenin mantığına uygun olarak yolun sonuna gelmişti ve “saray” dışında bir hükmü kalmamıştı.

İhanet göreli bir kavramdır; Vahdettin’in ihanet edecek bir vatanı kalmamıştı. 
Tersi de geçerlidir. Vahdettin’in kurtuluşu için katkı koyacağı bir vatanı da kalmamıştı. 

Dolayısıyla… “Vahdettin Mustafa Kemal’i Anadolu’ya kurtuluş savaşını başlatsın diye yolladı mı yollamadı mı” sorusu etrafında sürmekte olan tartışma tam anlamıyla abesle iştigaldir. Bu tartışma aynı zamanda 1919-1923 arasındaki kavgayı sadece ve sadece emperyalist işgale karşı mücadeleye indirgemektedir -ki bu da Türkiye gericiliğinin kurduğu bir başka tuzaktır. 

Çünkü andığımız tarihlerin öncesine ve sonrasına genişletebileceğimiz dönemde yalnız işgale karşı değil aynı zamanda çağdışı kalmış, ömrünü doldurmuş bir siyasal-toplumsal sistemin aşılması için de bir mücadele veriliyordu. 

Vahdettin’in içten içe Anadolu’daki hareketi desteklediği tezi büyük bir palavradır palavra olmasına ama bir noktadan sonra bu iddia niyet okumaya dönüşmekte, tersini kanıtlamak olanaksızlaşmaktadır. Bütün varlıklarını düşünce fukarası sağa kuvvet vermeye adamış bir kısım tarihçinin eğlencesine dönüşmüştür bu konu.
Varsayalım ki Vahdettin ve çevresi İngilizlerden aman dileyip işgalcileri “Ankara’daki asilere” karşı kışkırtırken aslında vatansever duygularla yanıp tutuşuyordu. Dedim ya, varsayalım ki… Ancak her durumda bir gerçek değişmez: Anadolu’da yükselmekte olan iktidar farklı bir düzeni temsil ettiği oranda Vahdettin’e düşmandı. Vahdettin de o yeni düzene düşmandı. Burada niyet okuması filan yok, tartışılamayacak gerçekler var.

Mustafa Kemal’in bırakın Vahdettin’i, İstanbul’daki hiçbir aktörü Anadolu’daki mücadeleye ortak etmek istemeyişini “kişisel ihtiras”la açıklamak kolaycılıktır; Mustafa Kemal işgale karşı mücadelenin başarıya uzandığının anlaşılmasıyla birlikte sürece sonradan dahil olmak isteyen İstanbul merkezli unsurların bir bölümünü hareketin hedeflerini geriye çekecekleri kaygısıyla dışarıda tutmuş ve onlarla uzlaşmamak için manevra üstüne manevra yapmıştır.

İlk kez olmuyor ki bu… Yeni düzen yeşerirken eski düzen yurt dışından güç alır, beceremeyince oraya sığınır. 
-Paris Komünü’nün yaratıcısı işçileri ezmek için Prusyalı generallerle işbirliği yapan Fransız burjuvazisi değil miydi? 
-Rusya’da Ekim Devrimi’ni boğmak için harekete geçen Beyaz Ordu generallerini kim besledi? 
-O generallerin başında durduğu karşı devrimci kuvvetleri Kızıl Süvariler denize doğru sürdüğünde, örneğin Denikin’in, Wrangel’in çapulcularını toplayan yine İngiliz ve Amerikan donanması olmadı mı?

Denikin, Wrangel ve diğerleri hain değildi, her biri halk düşmanıydı. Temsil ettikleri düzen, savundukları köhne değerler çökerken o düzeni yaşatmak isteyen ülkelerle birlikte davranıyorlardı. Wrangel Kırım’dan kaçıp İstanbul açıklarına İngiliz zırhlısıyla demir attığında 1920’nin sonlarıydı. 200’e yakın gemi taşıdı Rus zenginlerini, onların uşaklarını, karşı devrim maceracılarını İstanbul’a… Kent İngiliz işgali altındaydı ve işgal altındaki kentte padişahımız, halifemiz hükmetmeye devam ediyordu.

İstanbul’da Beyaz Ordu’nun kalıntıları Ankara’da Kızıl Ordu’nun temsilcileri! Eski düzenin başkenti bir başka eski düzenin kaçaklarına ev sahipliği yaparken yeni düzenin başkentinde Sovyet Rusya’nın askerleri, diplomatları ağırlanıyordu. 

Eski düzen yıkıldı, Vahdettin ülkeyi terk etti, yeni düzen Beyaz Ordu’nun Ruslarına İstanbul’u terk edin diyerek süre verdi. Vahdettin’den birkaç yıl sonra Rus karşı devrimcilerin büyük bölümü Avrupa’nın çeşitli ülkelerine, olmadı ABD’ye yollandı.

İhanet göreli bir kavramdır, bir şeyin parçasıysanız ona ihanet edebilirsiniz.
Vahdettin ihanet etmedi, eski düzenin son hükümdarı olarak İngilizlere sığındı.

Kemal Okuyan / SOL

Yoksuluz çünkü siz varsınız - SELİN SAYEK BÖKE

250 günü çoktan geçti. Flormar’da sendikalı oldukları için işten atılan çoğu kadın 132 işçinin direnişi aylardır sürüyor.

Ağır çalışma koşullarına, düşük ücrete, patron ve temsilcilerinin kötü muamelelerine karşı anayasal hakları olan sendikaya üye olmak için adım attıkları anda işçilerin hayatları değişti. Yönetim önce sendikalaşmayı engellemek için örgütlenmeye öncülük eden işçilerden başlayarak gruplar halinde işten atmaya başladı. Ardından sadece direnişe ilk çıkan işçi arkadaşlarına alkışlayarak, el sallayarak destek verenleri işten attı.
Yıl döndü, mevsim değişti işçiler hâlâ direniyor.
Onlara yenileri katılıyor. Hafta başında bu kez İkitelli Şehir Hastanesi inşaatında çalışan binlerce işçi, her tür baskıyı göze alıp, düzgün yemek ve insanca çalışma koşulları için eylem başlattı. Aynı, içlerinde sendikaya üye olanların gözaltına alındığı 3. Havaalimanı işçileri gibi…
Onların yaşadıkları, hepimizin, koskoca bir ülke olarak hepimizin yaşadığının aynısı…
Flormar işçileri, Anayasal hakları olan sendikaya üye olmayı istediler. Patron “Anayasal hak da neymiş” dedi. Rejimin değiştiği Türkiye’de, ülkeyi yönetenlerin anayasayı yok saymada eşik atladığı günlerde, kolayca ve neredeyse hiçbir karşılığı olmadan anayasayı bir kenara fırlatabildiği günlerde, işçilerin anayasal hakkını şirket patronu da önemsemeyiverdi işte…
O yüzden Flormar işçisinin yaşadığı, senin, benim, onun, hepimizin yaşadığıdır, aynı zamanda… Hepimizin her an ağırlığını hissettiğimiz ekonomik krizin nedeninin tam da bu yaşananlar olduğunu da söze döken de yine Flormar işcileri.
Direnişlerinde, iktidara söyledikleri bir söz var: “Yoksuluz çünkü siz varsınız!”
Nefis bir özet. Artık saklanamayacak kadar açık ki, iktidar, kurduğu rejimi, kimin yoksullaşacağına, kimin servetine servet katacağına dair bir tercihe dayandırdı. Bu tercih kendisine yakın yüzde 1’lik yandaş rantçı sermaye karşısında, yüzde 99’un yoksullaşması anlamına geliyor. Bu tercih milyonların işsiz kalması anlamına geliyor. Milyonların, geçimini sağlayabilmek için borç yükü altında ezilmesi, sadece kendisinin değil, çocuklarının ve hatta torunlarının bile aynı kadere doğması anlamına geliyor. İktidar ve bu iktidarın kendi varlığını sürdürebilmek için dayandığı rejimin temeli de işte budur. Onlar bunu biliyor.
Herkese de anlatıyorlar: Yoksuluz çünkü siz varsınız! İşsiziz çünkü siz varsınız!, Sadece bugünümüz değil, geleceğimiz de yok oluyor, çünkü siz varsınız!
Üstelik bu cümlede ve eylemliliklerinde, bu rejimin dayandığı hukuksuzluk ve tüm demokratik düzeni yok sayan anlayışın da yoksulluğa, işsizliğe, yokluğa yol açtığını bir çırpıda söyleyiveriyorlar.
Tüm baskılara rağmen, lapa lapa karın altında, sular seller gibi yağan yağmurda, eksi 5 derece soğukta ısrarla aylardır sürdürdükleri direnişleriyle anayasal hak mücadelelerinin aslında ekmek mücadelesi olduğunu haykırıyorlar.
Anayasal hakları bir kenara fırlatıp atıldığında, haklı taleplerine işten atılarak yanıt verildiğinde, her şey normalmiş gibi yapamazlardı. Yapmadılar da… Bunun kendileri için yaşamsal bir an olduğunu gayet iyi biliyorlardı.
Flormar direnişcileri “Anayasa da neymiş” diyenlere ve işleyişlerini bunun üzerine kuranlara, anayasal hakkın ne olduğunu, nasıl savunulacağını kendi yaşamlarıyla gösterdiler, gösteriyorlar aylardır…
Onlar gereğini yaptılar. Haksız, hukuksuz, kanunsuz tutuma uzlaşmayla yaklaşmadılar. Karşı çıktılar. Haklarını savunacak direnişin adımını attılar.
Ve hepimize de hatırlattılar: Teslimiyet değil, kabulleniş değil, direniş güzelleştirir.
SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

“Bu yaptığım neye hizmet ediyor?” - FATİH YAŞLI

Tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos’un tek uğraşı tüm gün devasa bir kayayı bir dağın tepesine taşımaktır; ancak tam tepeye ulaşacağı an tanrılar bir fiskeyle kayayı aşağı yuvarlarlar ve bu her gün tekrarlanır. Sisifos’un cezası, asla sonuca ulaşmayacak bir şeyi her gün yeniden yapmaya mecbur olmaktır, Sisifos’un laneti tekrardır.
İşte biz de adeta her gün bir kayayı -hakikati- o tepeye taşımaya çalışıyoruz ve tam da başardığımızı sandığımız anda bir fiskeyle, üstelik “bizden” dediklerimizin fiskesiyle, kayanın aşağı doğru yuvarlandığını görüyoruz. Bu ertesi gün tekrarlanıyor ve sonra tekrar, tekrar…
Bakın çok basit, bugün karşımızda duran hakikat şu: Türkiye’de yeni bir rejim kurulmuş durumda ve bu rejimin merkezinde tek bir kişi var. Tek adamın gücü, kudreti, her şeyi görmesi, her şeyi bilmesi, her istediğini yapabilmesi ve hikmetinden sual olunamaması üzerine kurulmuş bir rejim bu. 
Eğer hakikat buysa, muhalefetin kerteriz noktasının doğal olarak burası olması, söylediklerinin ve yaptıklarının esas belirleyeninin burası olması gerekiyor değil mi? Hakikatten yola çıkmaktan bahsediyorum yani. 
O hakikatten yola çıkıldığında durum gayet sadeleşiyor ve netleşiyor çünkü. Şöyle ki, herhangi bir muhalif özne, aktör, parti, örgüt, kişi, bir şey söylerken ya da yaparken, örneğin bir ziyarette bulunurken, konser verirken, röportaj yaparken, yazıp çizerken, öncelikle ve varoluşsal bir ilke olarak şunu düşünecek: “Yaptığım şey bu rejimi meşrulaştırıyor mu meşrulaştırmıyor mu, güçlendiriyor mu güçlendirmiyor mu?”
Dediğim gibi çok basit aslında ama Sisifos’un laneti burada başlıyor. Her gün, her saat yeni baştan hakikati ve hakikatten kaynaklanan bu en temel soruyu “bizden” dediklerimize -elbette ki bir sürü başka şeyle birlikte- bir kez daha ve sonra bir kez daha hatırlatmak zorunda kalıyoruz.
Örnek mi? Ana muhalefet partisinin İstanbul belediye başkan adayı, bu soruyu sormadığı, daha doğrusu umursamadığı için sarayı ziyaret ediyor ve biz kayayı yukarı taşımaya, yani bunun tam da sarayın meşruluğuna hizmet anlamına geldiğini anlatmaya başlıyoruz. Ancak tam tepeye varmışken, aslında muhalifliklerinin birincil motive edici unsuru saray olan çok geniş bir toplam, son derece şaşırtıcı bir biçimde bu ziyareti savunmaya, gerekçelendirmeye başlıyor. “Kutuplaştırma siyasetinin panzehri” diyenler mi, “oyun bozuyor” diyenler mi, mutlaka bir gerekçe bulunuyor ve her bir gerekçe, hakikat adlı kayaya vurulan bir fiskeye dönüşüyor. Ve evet kaya aşağı doğru yuvarlanıyor.
Örnek mi? Fazıl Say ve şu malum konser. Hakikat belki artık Say’ın umurunda olmayabilir ama “Cumhurbaşkanını ayağına getirtti”den tutun da “Erdoğan sanata teslim oldu”ya kadar akla mantığa sığmayacak yüzlerce gerekçe muhalif saflarda havada uçuşuyor. Toplumsal kutuplaşmanın gerisinde haklı olarak sarayı görenler, yine şaşırtıcı bir biçimde, tek bir konsere bakıp, toplumsal uzlaşma, normalleşme, değişim hayalleri görmeye başlıyor. Ve evet kaya bir kez daha yuvarlanmaya başlıyor.
Biz o kayayı o tepeye taşımaya devam ederiz de, insan sahiden merak ediyor, “muhalif” bildiklerimizin yapıp ettiklerine gerekçe bulmada, hoş görmede, anlayışla karşılamada çıta tam olarak nereye konulmuş durumda, mesela ne yapılırsa “yeter” denecek, “yok artık” denecek, sınır neresi?
Bingöl’lerin, Gencebay’ların çiğ yandaşlığını görmek ve buna kızmak kolay tamam da, o çıtanın artık rejimin mahiyetini anlamaya ve tam da buradan hareketle yukarıda sorduğumuz soruya, yani “bu yapılan neye, kime hizmet ediyor” sadeliğine yerleştirilmesi gerekmiyor mu?
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Gürkal Aylan’ı anarken…- ERAY CANBERK

1970’li yıllar verimlerinin pek görülmediği yıllar olsa da bunun Aylan’ın şiiri, çeviriyi ya da öteki edebiyat uğraşlarını boşladığı anlamına gelmediği 1980’lerin başlarında yayımlanacak olan çalışmalarından anlaşılacaktır.

Ölümünün 10. yılında yazmaya niyetlendiğim bu anma yazısına, ölümünden sonra yazdığım yazının girişinden alıntı yaparak başlamak istiyorum: 

“Bazı insanların yaşamları da ölümleri de fark edilmez. Oysa sıradan insanlar değillerdir ve yapıp ettikleri kesinlikle iz bırakmıştır. İster alçakgönüllülükten deyin, ister öne çıkmaktan rahatsız olduklarından kalabalığın içinde yitip gitmek onlar için bir yaşama biçemidir. 20 Ocak 2009’da yitirdiğimiz şair, tiyatrocu, çevirmen ve reklamcı Gürkal Aylan işte bunlardan biriydi. 
Sevgili ve ortak dostumuz, çizer Semih Poroy haber vermeseydi ben neredeyse elli yıllık dostum Gürkal Aylan’ın ölümünden haberli olmayacak, yine sessizce yaşayıp gitmekte olduğunu sanacaktım. Ne zamana kadar? Taze bir fıkra anlatmak, hatır sormak ya da bir şey danışmak için açtığı telefonların arasının uzadığını fark edip meraklanana kadar. Günlük kaygılar, sıradan ama yaşlılığı hissettiren hastalıklar, anlamsız koşuşturmalar arasında eski bir dostu birden özleyip sesini duymak istemenin dayanılmaz arzusunu duyana kadar…”
Gürkal Aylan (d. 1937) önce şair olarak adını duyurdu. İlk yayımlanan şiirleri 1950’lerin son yıllarında dergilerde yer aldı. İlk şiir kitabı Şarkısızlar 1960 yılında yayımlandı. O dönemde gündemde olan İkinci Yeni’nin Aylan’ın şiir anlayışını etkilediği pek söylenemez. Daha sonra yayımlanan Bir Sesi Duymamak (1965) adlı şiir kitabını da hesaba katarsak şiirce (poetika) açısından Aylan’ı 60 Kuşağı şairlerinden saymak yanlış olmaz.
Lise yıllarında, o dönemdeki pek çok genç şair gibi tiyatroya da ilgi duyduğu görülür. Oyuncu olarak sahneye çıktığı gibi yönetmen ve yazar olarak tiyatroya da emek vermiştir. Nitekim Sahne Bilgisi (1964) kitabı bu emeğinin ürünüdür. Bu dönemde kaleme aldığı tiyatroyla ilgili inceleme ve eleştiri yazıları ses getirmiş, dahası kalem çatışmalarına bile yol açmıştı. Ne yazık ki bu yazılar dergi sayfalarında kaldı.
İngilizce’den yaptığı şiir çevirileri 1960’lı yılların edebiyat dergilerinde gözükmeye başlamıştı. Bunların arasında Kasım 1966 tarihli Yeni Dergi’nin “Afrika Şiiri Özel Sayısı”nda ve yine Yeni Dergi’nin Mayıs 1967 tarihli “Çağdaş Çin Şiiri Özel Sayısı”nda yer alan şiir çevirilerini özellikle belirtmek gerekir.
1970’li yıllar verimlerinin pek görülmediği yıllar olsa da bunun Aylan’ın şiiri, çeviriyi ya da öteki edebiyat uğraşlarını boşladığı anlamına gelmediği 1980’lerin başlarında yayımlanacak olan çalışmalarından anlaşılacaktır. Nitekim Ömür Biter Yol Bitmez/Taşıt Edebiyatı (1981) ve Dallaslı Ceyar Destanı (1982) adlı çalışmaları yayımlanır.
Ömür Biter Yol Bitmez/Taşıt Edebiyatı 1970’li yıllarda taşıtların ve özellikle de kamyonların kaportalarına (ya da kasalarına) yazılan deyişlerin derlendiği bir kitaptır. Toplumun o dönemdeki hayat anlayışını yansıtması yönünden değerli ve ilginç bir çalışmadır. Bildiğim kadarıyla inceleme ve araştırmalara da kaynak ve konu olmuştur.
Semih Poroy’un resimlediği Dallaslı Ceyar Destanı ise yine 1970’li yıllarda toplumumuzun yeni tanıştığı televizyona gösterdiği ilginin ve bir Amerikan dizisi olan “Dallas” dizisini izleme tutkusunun, bu diziden etkilenmesinin mizahi bir dille eleştirisidir. Bir bakıma dizi ve izleyici ikilisini çözümlemesi söz konusudur. Aylan’ın yalnızca sohbetlerine yansıyan mizahçı yanının bu kitabında yazıya da yansıdığını ayrıca belirtmek gerekir. 
Çevirmek için seçtiği şairler de ilginçtir: Sylvia Plath (üç kitap), Pablo Neruda, Lawrence Ferlinghetti, Leonard Cohen, Yannis Ritsos, Margaret Atwood… Kitaplaşmış bu çevirilerin dışında Elitis, Kavafis ve Vrettakos’tan yaptığı çeviriler de vardır. 1985’te yayımlanan Yunanlı Dört Kadın Ozandan Sevgi Dizeleri’nde ise Victoria Theodorou, Angeliki Pavlopoulou, Katerine Angelaki-Rooke ve Eleni Fourtouni yer alır. Henry Miller’dan Cinsellik Dünyası (!982), Vance Packard’an Çaktırmadan İkna (2006) öteki (düzyazı) çeviri kitaplarıdır. 
Son yıllarda kitaplarını basan Artshop Yayıncılık, ölümünden sonra bir vefa örneği olarak Ben Ne Aşklardan Geldim adlı kitabını basmış ve bir anma günü düzenlemişti. Tasarladığı ama yayımlanışı göremediği ve reklamcılık alanıyla ilgili Sözcüklerle Dans Edenler (2010) ise Oğuzhan Akay ile Sina Akyol tarafından hazırlanıp yayımlanmış. Quadro Della Fotoğrafla Bir Şiir Senfonisi adlı kitabına da kaynaklarda rastlıyoruz.
Gürkal Aylan, yazının başında da belirttiğim gibi şairdi, çevirmendi, sahne tozu da yutmuş bir tiyatrocuydu ve tiyatro yazarıydı, reklamcılık alanına emeği geçmiş bir edebiyatçıydı ama hepsinden de öte benim can arkadaşımdı. Alçakgönüllüydü, temiz yürekliydi ve içinin aydınlığı yüzünde yansırdı. Çehresi, Rönesans ressamlarının resmettiği ermişlere benzerdi. Edebiyatımızın “sessiz bir emektarıydı”. Mehmet Akif “Resmim İçin” başlıklı dörtlüğünün son dizesinde “… sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir” der ya, aynen öyle biriydi.
Yine de, büsbütün unutulacağını, büsbütün bilinmeyeceğini sanmıyorum. “Ne olursa olsun edebiyatımızın belleğinde kalacaktır” diye düşünüyorum. Edebiyatımızın vefabilir kalemleri vardır; gün gelir onlar elbet Gürkan Aylan’ı hatırlar ve hatırlatırlar. 
Sonsuzluğa göçmüş bir şairi, bir yazarı anmanın en iyi yolu onun kitaplarına yeniden göz atmaktan geçer bence. Öyle yaptım. “Kentsel dönüşüm” nedeniyle ev taşıma yüzünden darmadağınık olmuş kitaplarımın arasından, düzeni bozulmuş kitaplığımın raflarında kitaplarından bulabildiklerimle yetinip aziz arkadaşımı anıyorum şu günlerde…
ERAY CANBERK / BİRGÜN

‘Adam kazandı’ mı? - Enver Aysever

O gece “adam kazandı” iletisi herkesi neden yaraladı hiç düşündünüz mü? 

Ben söyleyeyim; yenilgiden dolayı değildi, milyonlarca insan defalarca yenildi. Kimi zaman sandık yoluyla, çoğu zaman postalla, her defasında küresel kapitalizmin desteğiyle yenildi! Ayağa kalktı insanlar, yeniden başladılar.


“Adam kazandı” demek mücadeleden vazgeçmek anlamına geliyordu, boyun eğmek demekti, “teslim olun, bitti” çağrısıydı. Yenilgi değildi milyonları kederlendiren, kandırılmaktı!
 
Bu iletinin bir faydası oldu gerçi, hakikat tokat gibi indi herkesin yüzüne. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, olmuyor da. Başkan(!) seçildi, tek adam her konuda yetkili, diyor ya Özhaseki: “Allah bir sahip gönderdi, o da Recep Tayyip Erdoğan” diye. Adam haklı, yeni düzen kul, köle ilişkisinden öte nasıl tarif edilir? Mesele bu; yurttaş, yoldaş, birey, insan mı olacağız, yoksa boyun eğecek ve sahip efendi ilişkisinde bize düşen rolü mü oynayacağız? Devlet sultanın mülküdür, içindekilerle birlikte! 

Kendi tarifiyle “eski solcu(!), yeni Müslüman” Ethem Sancak, her şeyi apaçık anlattı. Reis önce sorar: “Sende para var mı, bir iş yapacağız?” diye. Kul elde avuçta ne varsa kor ortaya. Sonra Reis “ferasetiyle” Katar emirinden gereken iktisadi desteği bulur, ortak eder onları. Ardından, yine Ethem Sancak’ın demesiyle “Deli bir Karadenizli” eklenir kadroya ve ulusal savunmayı doğrudan etkileyecek ortaklık sağlanır. “Bu iş nasıl olur” diye soracak kimse kaldı mı memlekette, herhangi bir savcı veya hâkim var mı?

Milletvekilleri Meclis’te düzen figüranlığından memnun, çıt yok onlarda. Yerel seçimlerde kimi sadece küçük reis olmak niyetinde!
 
Böyle dönemlerde teslim olmayan kişiye “aydın” denir. Kaç gündür bir lakırdı ortada “Herkesten mücadele etmesini bekleyemezsin” diye. Herkesten bekleyen kim? Sanatçıdan, aydından, akademisyenden bekliyor toplum teslim olmamasını! Bu görevdir. Eğer size milyonlarca insan inanıp konserlerinize geliyorsa, kitaplarınızı okuyorsa, bir sözünüzle kendini ortaya atıyorsa, onlara ihanet edemezsiniz; “vazgeçtim, oynamıyorum” diyemezsiniz. Derseniz de yanıtı alırsınız. Belki o gün farkına varmazsınız ama Carl Orff gibi, Knut Hamsun gibi, Heidegger gibi anılırsınız! (Meraklısı bu yazar, filozof ve bestecinin Nazi dönemi ardından nasıl anıldığına baksın.) 

Şunu kimse unutmasın, bu dönemde “zarf da önemlidir mazruf da” sözünü nerede, kime ettiğiniz, aynı zamanda anlamını da belirler. Kimin elini sıktığınız, birlikte fotoğraf verdiğiniz, “barış”, “kardeşlik”, “dostluk” istediğiniz de kişiliğinizi ortaya koyar. Hiçbirimiz bundan kaçamayız. Bizim tarihimiz aydınların direniş örnekleriyle doludur. 12 Eylül sonrası “Aydınlar Dilekçesi” unutulur mu? Bugün o metni okumanın tam zamanıdır. Sanatçılar, aydınlar toplumsal güçleri nedeniyle tarihin biçimlenmesinde de rol alır. Günübirlik alkış da geçicidir, sövgü de! Unutmayalım; her davranışımıza haklı mazeretler üretmek de mümkün, oysa hakikat değişmez! 

Öyle günlerden geçiyoruz ki, insanın direnci kırılıyor, umutsuzluğa kapılıyor. Yolun sonu görünmediği için, karanlığın kalıcı olduğu sanısı yaygınlaşıyor. Öyle değil ama, zaman akıyor, aydınlanma yolculuğu sürüyor. Aksi olduğu yönünde de çok kanıt konabilir. Lakin bugün insanlık ortak birikimiyle Mars’ın sınırlarını zorluyor, yönünü ileri götürmeye devam ediyorsa, gerisi boştur.
 
Diyeceğim; bu yazı öncesinde içim çok sıkıldı. Samimiyetle söylüyorum, sert ve hatta iyice söz dalaşı içeren bir metin yazabilirdim öfkeyle. Vazgeçtim. Şu acılı ocak ayını düşündüm: Muammer Aksoy’u, Metin Göktepe’yi, Onat Kutlar’ı, Uğur Mumcu’yu,  Hrant Dink’i ve katledilen aydınların tümünü. Küçük burjuva ikiyüzlülüğüne teslim olacak değilim elbet. 

Bizim aydın geleneğimiz güçlüdür, sinmez, ürkmez! Şimdilik sabırla izliyorum.

Enver Aysever / CUMHURİYET