1 Ağustos 2019 Perşembe

Kıdem tazminatı, BES ve pes! - SERDAL BAHÇE

Bakan Albayrak yine kameraların karşısına geçti ve yine pek de derli toplu olmayan bir temenniler yığınından oluşan yeni dönem paketini açıkladı. Paket paket üstüne, reform reform üstüne, hepsi emekçi sınıfın üstüne…Yine bolca gülümsedi ve önemli yerleri hatırlattı. Hatırlattığı önemli reform adımlarından biri de kıdem tazminatı ile ilgili olandı. Bakan her kesimi mutlu edecek bir reformun çalışmalarına girişildiğini ve önümüzdeki yıl içinde bunların sonuçlandırılacağını ve bunun da çok ama çok önemli olduğunu vurguladı. 

Kıdem tazminatı için bir fon kurulacak ve bu da Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) ile bütünleştirilecekmiş. Böylece bir süre sonra bu bütünleşik fon milli gelirin % 10’una ulaşacakmış. Ne güzel, ne harikulade… Sermayenin yatırımlarının bile istatistiklere akrobasi yapılarak % 20’ler civarına çıkarıldığı bir ülkede emekçilerden haraç misali kesilecek bu kesintilerin biriktiği fon mili gelirin onda birine eşit olacak ve sanayinin emrine amade kılınacakmış. Gerçekten çok önemliymiş.

Bakan bilmiyor olabilir ama temel çalışma hukuku açısından işçi sınıfından yapılan zorunlu fon kesintileri yine işçi sınıfı için harcanmalıdır kuralı uzunca bir süredir geçerli olan bir kazanımdır. Kısacası, ve öncelikle, emekçiden yaptığın kesintileri sermayenin emrine amade kılıyorsan en temel burjuva çalışma hukuku ilkelerinden birini çiğniyorsun demektir. 

Ancak kime söylüyoruz? 

Şu zavallı işsizlik sigortası fonunun yıllardır başına gelenlere bakınız bir kere. Asli amacından gayrı her şey için kullanıldı; otoban yapıldı, sermayeye teşvik oldu, verimsiz ve ülkenin geleceğine zerre kadar hayrı bulunmayan yatırımların finansmanı için kullanıldı; bir tek işsize yar olmadı. Oysa emekçilerin ücretlerinden onlar işsiz kaldıklarında yaşam akçesi olsun diye kesilen ödentilerden oluşmaktaydı. İşsizlik fonundan yararlanabilme şartlarını öyle bir ayarladılar ki işsizin işsizlik fonundan yararlanabilme olasılığını balinaların uçabilme olasılığına eşitlediler. Böylece işsizin yararlanamadığı ancak onlar için oluşturulmuş fon sermaye için yedek akçeye dönüştü. 

Kıdem tazminatı fonunun kurulmasını ve BES ile entegre edilmesini öngören reform adımı 11. Kalkınma Planı’nda da zikredilmektedir. Bu arada hem reform kavramı hem de adı geçen kalkınma planı ilgili olarak birkaç değinide bulunmak gerekiyor.

Sermaye yanlısı/emekçi düşmanı programın son evresi, 2002 yılından bu yana geçen kutlu iktidar süresi içinde işler iyi de gitse kötü de gitse nerdeyse 6 ayda bir önümüze bir reform paketi geldi. Öyle ki artık Türkiye’nin çalışan kitleleri bir tür reformofobiye kapıldılar. Artık her an yeni bir reform gelebilir diye kaygı içinde beklemekteyiz. Artık birileri bir şeyleri eleştirmeye kalksa onu "ağzını hayra aç, her an bir reform paketi gelebilir" diye korkutur olduk. Reform sözcük anlamıyla yeniden yapılandırma anlamına gelmektedir. 

Neden bu kadar çok yeniden yapılandırıyoruz? 

Ya da neyi yeniden yapılandırıyoruz? 

Reform halihazırdaki yapıda bir aksaklık, bir deformasyon görüldüğünde gündeme alınan bir adımdır. Bu kadar çok yapılandırma herhalde yeniden yapılandırmanın kendisinin bir sorun olduğunu göstermektedir. Yıllardır bütçe reformları, vergi reformları, idare reformları, yargı reformları, ekonomik yapı reformları ve diğer reformlarla süslenmiş çok renkli bir hayatı yaşayıp gidiyoruz işte. Sürekli reform yapıyı amorf, kuralsız, şekle girmeyen bir yapıya dönüştürmektedir. Çok açıktır ki bu da kuralsızlığı ve denetimsizliği birikim açlığının hizmetine sunmak isteyen sermaye ve mülk sahiplerinin işine gelmektedir. 

Bu arada her reform yeni bir yasal çerçeve demek ise tam da burada burjuvazinin tarihsel bir stratejisine parmak basmak gerekiyor. Yasalarla ilgili bir terminoloji kullanarak, burjuvazinin tarihsel olarak de jure ile de facto arasındaki makası ve açıklığı sürekli kendi lehine kullanma eğiliminde olduğunu altını çizerek vurgulamamız gerekmektedir. “De Jure” yasaların öngördüğü, yasalara göre olması gereken anlamına gelmektedir. “De Facto” ise gerçeklikte olana işaret eder. Burjuvazi kendi koyduğu hukuka uymama konusunda yüzsüz bir mahirlik gösterme kapasitesine sahiptir. Örneğin Türkiye’de yasal olarak işleyen bir asgari ücret belirleme mekanizması vardır. Asgari ücret komisyonu her yılın belirli bir döneminde toplanır ve takip eden yıl içinde geçerli asgari ücreti belirler. Tespit edilen ücret aslında yasal bir minimumdur. Kısacası yasa/kanun hükmündedir. Buna uymayan işveren cezalandırılmalıdır. 

Öyle değil mi? 

Ancak nerede, Türkiye’de mi? Resmi verilere göre bile Türkiye emekçilerinin nerdeyse üçte biri asgari ücretin altında ücretlerle çalışmaktadır. Neden? Çünkü işsiz sayısının çok yüksek olduğu ülkemizde işveren işçiyi (hem de resmi belgelerde asgari ücret alır gibi gösterirken) asgari ücretin altında ücreti kabul etme konusunda ikna ederken pek de zorlanmamaktadır. Ya bu ücrete çalış, ya da kapıda bekleyen senin gibi binlercesinden birini alırım demektedir. Kısacası işçi sınıfının verili örgütsüzlüğü içinde ona şantaj yapmaktadır. Türkiye burjuvazisi mi, yüzsüz ve vahşidir. Böylece asgari ücretin hiçbir bağlayıcılığının olmadığını anlıyoruz; burjuvazinin de jure yerine de facto’ya yaslanarak bir tür ucuz emek cennetinin keyfini çıkardığını da tespit etmiş bulunuyoruz.

Burjuvazinin de facto katakullilerinden diğer bir örnek de son günlerin en yakıcı konusu olan kıdem tazminatı hakkında verilebilir. Bugün Türkiye işçi sınıfının zaten çok küçük bir bölümü kıdem tazminatına hak kazanmaktadır (gazetelerden birinde % 8 gibi bir oran verilmişti). Geri kalan çoğunluk ise kıdem tazminatını rüyasında bile görmemektedir. Tekstil, inşaat, gıda ve hizmetler gibi ucuz emek sömürüsü üstünde yükselen gözde sektörlerimizde şöyle bir uygulama oldukça yaygındır. İşçi her yılın sonuna doğru resmen işten çıkarılır, takip eden yılın başında tekrar işe alınır. Böylece resmi belgelerde sürekli bir yılın altında çalışmış gibi görünür (Üstelik bu uygulamaya sadece kayıtlı olma şansına sahip olanlar maruz kalırlar. Bir de kayıtlarda bile görünmeyen koca bir kitle vardır). 

Ne kadar zekice değil mi? 

Böylece bu sektörlerdeki işçiler hiçbir zaman bir yıldan fazla çalışır gibi görünmediklerinden kıdem tazminatından sürekli mahrum kalırlar; hep ofsayt olurlar ve ama hiç gol olamazlar. Peki bunlar olur iken, işler bu minvalde yürütülürken kapitalist devletin çalışma hukukuna uyulup uyulmadığını kontrol eden saygın kurumları ne yaparlar? Bilenler beri gelsin.

De jure’nin değil de facto’nun geçerli olduğu bu ortamda bu kadar reform ne işe yarar; işte soru budur. Reform yeni bir kurumsal ve yasal bir düzenleme anlamına geliyorsa egemen sınıfının kendi yasalarına uymadığı bir ülkede ne halta yarayacaktır? 

Soru budur işte. 

Gelelim 11. Kalkınma Planı’na. Adına aldanmayın sakın. 

Kapitalist dünyada kapitalist devletlerin artık kalkınmanın öznesi olmak gibi bir işlevleri yoktur. Bu nedenle “kalkınma” kavramı resmi belgelere her girdiğinde bir tür anakronizm olarak durmaktadır. Anakronizm ise vadesi dolmakla birlikte şu ya da bu şekilde, ancak içi boşaltılarak, ayakta tutulurmuş gibi görünen kurumların ve süreçlerin içinde bulundukları durumdur. Kısacası görüntüsünün ve adının var olması ancak kendisinin artık namevcut olması durumdur. 

Türkiye’de kalkınma planları 1980 sonrasında tüm işlevlerini yitirdiler. Aslında hem kalkınmaya yönelik olmaktan çıktılar hem de planlamayı zinhar günah hale getirdiler. 1980 sonrası kalkınma planlarına bakıldığında kalkınmanın bir hedef olarak bile olmadığı, plan denilenin ise abuk subuk, içsel tutarlılığı olmayan bir temennilerden ve boş sözlerden oluşan bir çorba olduğu görülecektir. 11.’si de bir istisna değildir. Her plan gibi önce dünya ve Türkiye ile ilgili teşhisler verilmektedir. Sonra ise hedeflere ve temennilere geçilmektedir. 

Detayları gelecek yazıların konusu olacağından sadece birkaç belirleme yapalım. Öncelikle teşhislerin çoğu hatalı temennilerin ve hedeflerin çoğu ise Türkiye kapitalizminin, tıknefes ekonomimizin, yapısal kısıtları göz önüne alındığında ulaşılamazdır. İkincisi ise plan niteliği olmayan ve kalkınma hedefi gütmeyen önceki kalkınma planları gibi içsel tutarlılığı yoktur.

Kıdem tazminatına geri dönelim. Hükümet yanlısı sendika konfederasyonunun sözcülerine bile “artık biz de sinirliyiz” naraları attıracak kadar ciddi bir sorundur kuşkusuz. Denilebilir ki halihazırda işçi sınıfının çok küçük bir bölümünün yararlanabildiği bir olanak için bu kadar tantana çıkarmak uygun değildir. Açıkçası bu saflık olacaktır, bazı zinde sendikaların da açıkladığı gibi bu Türkiye İşçi Sınıfı için son direniş mevzisidir. Üç nedenle. Birincisi mücadele de facto için verildiği kadar de jure için de verilmelidir. Yasal mevzi önemli bir mevzidir. Her mevzi kaybı işçi sınıfında daha büyük bir moral çöküntüye yol açmaktadır. İkincisi de büyük bir krizin eşiğinde olan sermayedarlarımız şimdi orada burada birikmiş tüm fonlara göz dikmiştir. BES, Merkez Bankası ihtiyat akçesi, İşsizlik Sigortası Fonu; ellerinden hiçbir şey kurtulmamaktadır. Bu ölçüde ölçüsüzleşmiş ve pervasızlaşmış bir sermaye sınıfına sınırlarını bildirmek önemli olmalıdır. Üçüncüsü ise emekçilerin gelirlerinden kesilenler (adları her ne ise) emekçiler için helal, başkası için haramdır kuralının altını yeniden doldurabilmemiz gerekmektedir. 

Serdal Bahçe / SOL

İlker Belek'e sorduk: Nedir bu alternatif tıpla alıp veremediğiniz? - MEHMET KUZULUGİL

32 yaşında meme kanseri teşhisi konan İngilizce öğretmeni Merve Gülşah Şahin'in 'alternatif tıp' tedavisi sonrası yaşamını yitirmesi 'alternatif tıp' tartışmalarını yeniden gündeme getirdi. Halk sağlığı uzmanı Doç. Dr. İlker Belek, konuya ilişkin soL'un sorularına yanıt verdi. Belek, 'Tıp bilimdir, bilimin alternatifi olmaz, bugün bilim ile şirketlerin çirkin ilişkisine itiraz edenlerin yapması gereken, bilime değil, kapitalizme karşı çıkmak' diyor.


32 yaşında meme kanseri teşhisi konan İngilizce öğretmeni Merve Gülşah Şahin'in "alternatif tıp" adı altında yapılan tedavi sonrası yaşamını yitirmesi, "alternatif tıp" tartışmalarını yeniden gündeme getird.
Halk Sağlığı Uzmanı Doç. Dr. İlker Belek, tartışmaya ilişkin soL'un sorularına çarpıcı yanıtlar verdi.

Bugün esas şirketleşme ve ticarileşmenin alternatif tıp denilen alanda yaşandığını ve 100 milyar dolarlık bir paranın döndürüldüğünü vurgulayan Belek, "Tıp bilimdir, bilimin alternatifi olmaz, bugün bilim ile şirketlerin çirkin ilişkisine itiraz edenlerin yapması gereken, bilime değil, kapitalizme karşı çıkmak ve antikapitalist, sosyalist mücadele içinde yer almaktır. İnsan sağlığıyla ilgili fikirleri olanların, bu fikirlerini halklaştırmaları, halkın hizmetine sunmaları için yapmaları gereken ilk şey, o fikirlerini yine bilimin, modern tıbbın araştırma metodolojisiyle sınamak olacaktır" diyor.
Belek'in soL'un sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

KÂR İÇİN HALK SAĞLIĞI FEDA EDİLİYOR
soL'da geçtiğimiz günlerde yer alan bir habere okurlarımızdan ilginç tepkiler aldık. Bunların bir kısmını sizinle de paylaşmıştık, hatta bazı okurlarımızla yazıştınız da. Birden çok okurumuzun e-posta yoluyla dile getirdiği bir eleştiri kabaca şöyleydi: Alternatif tıp uygulamaları ölümlere yol açıyor demişsiniz ama asıl modern tıp ölümlere yol açıyor. Hatta bir okurumuz, "modern tıp" olarak adlandırdığı uygulamalar bütününün kapitalizmin dayatması olduğunu düşünüyordu. Ne dersiniz? Modern tıp kapitalizmin bir dayatması mı? Ve gerçekten asıl "modern tıp" mı öldürüyor? 
Kapitalizmin, şirketlerin, tekellerin tıbbı kendi çıkarları için kullandığı, ilaç tekellerinin tıp alanından para kazandığı, para kazanmak için ar-ge yaptıkları, vb, tüm bunlar doğru. Bundan bir kaç yıl önce New England Journal of Medicine'ın (dünyanın en saygın tıp dergilerinden birisi) editörü, Amerikan FDA'yı (dünyada en çok yeni ilaç onayı veren kurum) ilaç şirketlerinin uşağı olmakla nitelemişti. Çünkü FDA'nın, ilaç şirketlerinin baskısıyla, ilaç şirketlerinden para alarak, gereken araştırma prosedürünü tamamlamadan  (dikkat bilimsel araştırma sürecinden söz ediliyor ve bu bilimsel süreç epey zaman alıp, şirketlerin yeterince kar edememesine yol açıyor) ilaçlara kullanım onayı verdiği ortaya çıkmıştı. 
Ancak tüm bunlar modern tıbbın değil, gerçekten de kapitalizmin suçudur, maniplasyonlarıdır. Zira modern ile kapitalizm bir ve eş şeyler değildir. Şirketsiz, tekelsiz kapitalizm olmaz. Şirket, tekel varsa, kar için halk sağlığı feda edilecek demektir.

Bilim dalları, bilimsel anlamıyla, modernite, aydınlanma sürecinde ortaya çıktı, gelişti ve bu süreç kapitalizmin geliştiği süreçle de bir şekilde ilişkili olarak gerçekleşti. Kapitalistleşme süreci ve bir sınıf olarak burjuvazi 16-17. Yüzyıllardan itibaren bilim dallarının gelişmesini destekledi. Yalnızca tıp için değil, tüm bilim alanları için geçerlidir bu. 

'KÜBA TIBBI HER BAKIMDAN DÜNYAYA ÖRNEK OLUŞTURUYOR'
Ama dediğim gibi buradan tıp ile kapitalizmi aynı şeyler olarak gören bir sonuç çıkarılamaz. Eğer ortada alternatifi yoksa, her şeyi olduğu gibi bilimi ve tıbbı da kapitalizm ve tekeller kendi çıkarları için kullanırlar. Aksini düşünecek olursak, bugün Küba tıbbını da yerin dibine sokmamız gerekir, ama öyle değil, Küba tıbbı her bakımdan dünyaya örnek oluşturuyor, bilim ve tıp Küba sosyalizminin ellerinde tamamen farklı bir bağlama oturuyor, yalnızca halka hizmet ediyor. Küba’daki modern ama kapitalist olmayan tıptır. Sağlığa zarar veren tıp değil, kapitalizmdir. Sınıfsal bakamayanlar bu ayrımı da göremiyorlar.

Aslında “modern tıp” nitelemesi de doğru değil. Çünkü modern olan tıptır, tıp moderndir, bunun nedeni de bilimsel olmasıdır. Tıbbın modern olarak nitelenmesi, başka kollarının da olabileceği yanılsaması yaratır. Zaten alternatifçilerin gerçekleştirmeye çalıştıkları ilk şey bu yanılsamadır. 

Öte yandan bilim, çok kısa süre içinde, 19. Yüzyılın başlarına denk gelir, kapitalizmin toplumsal ölçekte yarattığı sorunlara karşı sınıf mücadelesinin içinde de yer almıştır. Bu özellikle tıp için geçerlidir. Örneğin patoloji biliminin kurucusu olarak kabul edilen Virchow (ki sosyal tıbbın kurucusu olarak da kabul edilir), “hekimlik sosyal bir bilimdir” diyerek Hekimlikte Reform isimli bir dergi çıkarmış ve ömrünü tıp üzerindeki kapitalist hegemonyayı kırmaya adamıştır. İşte dünyada sosyal tıp, bizde ise daha çok halk sağlığı olarak isimlendirilen bilim alanı o çabaların ürünü olarak doğmuş ve gelişmiştir. Üstelik klasik halk sağlığı kitaplarında Engels de, çok yerinde bir yaklaşımla, halk sağlığı biliminin kurucuları arasında anılır. Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu başlıklı kitabı siyasi bir kitaptır ve bir halk sağlığı kitabıdır. Halk sağlığı bilimi antikapitalist mücadele ekseninde gelişmiştir. O nedenle 19. Yüzyılın önemli siyasetçileri halk sağlığıyla ilgilenmişler ve aynı dönemin halk sağlıkçıları da siyaset yapmışlardır.

'TIP BİLİMDİR, BİLİMİN ALTERNATİFİ OLAMAZ'
Tıp bilimdir, bilimin alternatifi olmaz, bugün bilim ile şirketlerin çirkin ilişkisine itiraz edenlerin yapması gereken, bilime değil, kapitalizme karşı çıkmak ve antikapitalist, sosyalist mücadele içinde yer almaktır. İnsan sağlığıyla ilgili fikirleri olanların, bu fikirlerini halklaştırmaları, halkın hizmetine sunmaları için yapmaları gereken ilk şey, o fikirlerini yine bilimin, modern tıbbın araştırma metodolojisiyle sınamak olacaktır. 

'BİLİMSEL SINAMADAN GEÇEMEYECEKLERİ İÇİN YANAŞMIYORLAR'
Alternatif tıp denilen alanın en önemli sorunu ise tam da budur:
Önerdiği yöntemleri bilimsel araştırma metodolojisiyle sınamaya yanaşmıyor olması. Araştırma yapmaması: Kohort, vaka kontrol araştırmaları, gerekli istatistik analizler… Neden biliyor musunuz: Bilimsel sınamadan geçemeyeceğini bildiği için.

Modern tıp mı, alternatif tıp mı daha çok öldürür? Ampirik veriler ölçeğinde soruyorsanız, bu soruya bilmiyorum yanıtını vermek zorundayım, kimsenin elinde de bu konuda sağlıklı veri olduğunu sanmıyorum. Çünkü, dediğim gibi alternatif dünyası tam bir muamma. Kim kayıt tutacak, sorunları kim, nasıl ve hangi havuza bildirecek? Alternatif tıp mecrasında herkes aktör olarak yer alıyor: Mahalledeki üfürükçüden tutun, herkes. Buranın kamusal herhangi bir denetim altına alınma ihtimali bulunmuyor. Tersine Sağlık Bakanlığı kamusal denetim diyerek bu alanın önünü açtığında kaosu, düzensizliği, alternatif terörünü desteklemiş oluyor.
Ama şurası kesin: Bugün bulaşıcı hastalıklar, örneğin çocuk felci, kızamık ortadan kalktı, ortalama insan ömrü 85’e çıktı ise (20. Yüzyılın başında ancak 30 idi), artık çocuklarımız basit bir boğaz infeksiyonu nedeniyle böbrek yetmezliğine girmiyorsa, vb, vb, vb… bunda modern tıbbın (örneğin aşıların, suları klorlamamızın, antibiyotiklerin, MR’ın…). ve tıbbın halklaştırılması mücadelesi yürüten pek çok uzmanlık alanından hekimin (Peter Frank, Alfred Grothjan, Che, Semeshko, Nusret Fişek, Nevzat Eren…) çok önemli payı var.

'BURADAN MODERN TIBBA DEĞİL, KAPİTALİZME ELEŞTİRİ ÇIKMALI'
Bir okurumuz, asıl kapitalizmin dayatması olan modern tıbbın insanları ölmekten beter süründürdüğü görüşünde ve kazananın ilaç firmaları olduğunu söylemiş ve şöyle demiş: Başka ülkelerde bizim ülkemizdeki kadar radyoterapi kullanılmıyor demiş, ne dersiniz?
Yabancı ülkelerde bizim ülkemizdeki kadar radyoterapi kullanılmadığı ya da radyolojik tetkik yapılmadığı saptaması da doğru. Biz MR’da ve tomografide Avrupa lideriyiz. Bu konuları çok uzun süredir sol.org’da ele alıyor ve bu denetimsiz sürecin yalnızca şirketlere para kazandırdığını, halk sağlığına zarar vermekten ve ülke ekonomisini batırmaktan başka işe yaramadığını açıklıyoruz. Ama yine aynı noktadayız: Buradan modern tıbba değil, kapitalist sisteme eleştiri çıkmalı. Tıbbın, bilim insanlarının, hekimlerin şirketlerle kirli ilişkiler içinde olduğunu mu söylüyorsunuz: Bunda da önemli doğruluk payı var. O halde tıbbı ve hekimliği bu kirlilikten kurtarmak için toplumsal, sınıfsal mücadele verelim. 

'ESAS ŞİRKETLEŞME, TİCARİLEŞME ALTERNATİF TIPTA YAŞANIYOR'
Bir nokta daha: Alternatif denilen alanın tıp gibi kirli ilişkiler içinde olmadığına dair kanı tam bir yanılgıdır. Bugün esas şirketleşme, ticarileşme o alanda yaşanıyor. Çünkü modern tıp işçi sınıfının mücadelesi sayesinde 20. Yüzyılın başından itibaren bütün dünyada önemli derecede kamunun denetimine alınmış durumda. Alternatif alanında dönen paranın yıllık 100 milyar Dolar civarında olduğu tahmin ediliyor ve ben bunun çok düşük bir tahmin olduğunu tahmin ediyorum, çünkü o alanda bilinmeyen, kontrolsüz o kadar çok şey var ki. Orada yaşanan sorunlar, ancak, yapılanlar ölümle sonuçlandığında bilinir hale gelebiliyor.

Şunlar gülünç argümanlar: Başka ülkelerde bizim ülkemizdeki kadar radyoterapi kullanılmıyor. Eee…, ne yapacağız yani radyoterapi çok kullanılıyor diye piyasaya sülük mü süreceğiz? Kana kan, dişe diş misali. Yapılması gereken açık ve basit: Tıbbı piyasadan kurtarmak ve tıbbi teknolojinin hasta ve toplum yararına kullanılmasını sağlayacak bilimsel kriterler geliştirmek. Yine bilim. Üstelik şunu da ekleyeyim: Alternatif saçmalığı, tıbbi teknolojinin bize göre daha mantıklı biçimde kullanıldığı Batı ülkelerinde de yaygınlaşıyor. Neden mi? Aynı nedenle: 1- Orada da hükümetler, kamu sağlık harcamalarını azaltmak ve sağlık maliyetlerini toplumun üzerine yıkmak için, kamu sigorta sistemlerinin dışında alan alternatifi destekliyorlar. 2- Orada da muhafazakarlaşma, gericilik toplumları esir alıyor.

'BİTKİLERLE TEDAVİNİN ADI FİTOTERAPİDİR'
Kışkırtıcı bir soru soralım. Tıp şifalı bitkileri yok mu sayıyor? Yani şöyle bir iddia için ne dersiniz: ilaçlar, hastaneler, tedavi yöntemleri iyi hoş da... Alternatif yöntemlerle de iyileşebiliyor insanlar. Hekimler bunu da yok saymasın!

Başlarken bir bilgi: Alternatif tıp denilen alan yalnızca bitkilerle tedavi değildir. Bitkilerle tedavinin adı fitoterapidir, ama fitoterapi dışında alternatif olarak nitelenen yöntemlerin sayısı, en azından Sağlık Bakanlığının ilgili yönetmeliğinde 15’tir. Ama bunların dışında niceleri var: Örneğin avuç içindeki çizgilere bakarak hastalık tanısı koymak. Dalga geçmiyorum, bu alternatifçilerin ayrı bir uzmanlık alanı: Hangi birisini ele alacağız? 

'YİNE BİLİM BELİRLİYOR'
Diyelim ki sizin andığınız fitoterapiyi: Evet, hangi bitkinin hangi hastalığa iyi geldiği söyleniyor? Hangi dozda, hangi sıklıkta alınacak, o bitki hangi yöntemle içindeki zararlı olabilecek maddelerden ayrıştırılıp, insanların kullanabileceği preparat haline getirilecek, tablet formunda mı, şurup formunda mı içilecek? Tarçın nefes açıcıdır deniliyor değil mi? Hangi miktarda, ne kadar kaynatarak, kaynatarak mı, kaynayan suyla karıştırarak mı, tarçını hazırladınız diyelim, oda ısısında kaç saat, gün bozulmadan şifa verici etkisini koruyabilir? Bin bir tavsiye var değil mi bu soruların her birisiyle ilgili olarak. Gerçekten şifa veren etkisi var mı, herkeste mi, öksürükte ise hangi tür öksürükte? Nasıl yanıtlayacağız bu soruları? Yine bilimle. 
Evet pek çok bitki kullanılmakta oldukları şekilde pek zararlı değildir, annelerimizden, nenelerimizden gelen bilgiyle idare edebiliriz. Ancak pek çoğu için de durum böyle değildir. Hatırlarsınız bir zamanlar zakkum konusu vardı. Bir hekim zakkumla kanseri tedavi ettiğini ileri sürüyordu. Tartışmalar, ortalık toz duman olmuştu. Ne oldu şimdi zakkum ve kanser ilişkisi? O zaman da aynı şeyi söylemiştik: Zakkumun kanseri tedavi ettiği konusunda teziniz varsa, kanıtlayınız. Tezin kanıtlanması sorumluluğu tez sahibinindir. “Ben böyle inanıyorum, düşünüyorum, inanmayan kanıtlasın” diyemezsiniz.

Ama eczacılık fakültelerinin farmakognozi bilim dalları zaten bunlarla ilgilenmiyor mu? Yani fitoterapi denilen alternatif alan, aslında farmakognoziden rol çalmaya, bilimsiz farmakognozi inşa etmeye çalışmış olmuyor mu?

MUCİZE ETKİLERİ OLSA SÖZÜ EDİLEN BİTKİLERİ HALKA, AKTARALARA BIRAKILAR MI?
Bir uyarı: İlaç firmaları ve eczacılık, tıp gibi bilim dalları, bitkilerin etkili oldukları iddia edilen hastalıklar konusundaki etkinliklerini araştırmıyorlar mı sanıyorsunuz. Eğer bitkilerin hastalıklar üzerinde sözü edilen türden mucizevi etkileri olsa tekeller hiç o sözü edilen bitkileri halka, aktarlara bırakırlar mı, para kazanmak, milyarca doları cebe indirmek varken. Şunu söylemeye çalışıyorum: Fitoterapide sözü edilen bitkilerin çok önemli kısmının hastalıklar üzerinde hiçbir etkisi yoktur ya da en azından iddia edilen düzeyde etkisi yoktur. Sağlığa yararlı etkileri olan bitkiler eczacılık ve tıp tarafından araştırılarak, endüstrinin hizmetine sunulmaktadır zaten. Tersine pek çok bitkinin, özellikle Uzakdoğu ülkelerinde kullanılan pek çok bitkinin, insan sağlığı üzerinde doğrudan zararlı etkileri kanıtlanmıştır. Alternatif uygulamalar pek çok durumda tedavinin gecikmesine ya da hiç uygulanmamasına neden oldukları için hasta sağlığı açısından ayrıca zararlıdırlar. 

Bu konudaki çok dramatik son örnek Bursa’dan geldi: Bir öğretmen meme kanserinin tedavisini radyoterapide, kemoterapide, cerrahide değil de açlık tedavisinde aradığı için hayatını kaybetti. Bu örnek gericiliğin toplumsal maliyetini de gösterir aynı zamanda. 

Halk sağlığını korumak her zaman eşitlikçi, ilerici, aydınlanmacı, kamucu mücadeleyi gerektirdi. Bugün bu gerçeği daha fazla derecede gündemimize almalıyız.

Mehmet Kuzulugil / SOL

31 Temmuz 2019 Çarşamba

Boris Johnson hikayesi - Mustafa Türkeş

İngiltere’de Theresa May’in Muhafazakar Parti başkanlığından istifa edişi aynı zamanda Başbakanlık ve kabine değişimini de birlikte getirdi. 


Muhafazakar Parti’nin meclis grubunda diğer aday Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt’a karşı ezici bir çoğunluk elde eden Boris Johnson, Muhafazakar Parti’nin yaklaşık 160 bin resmi üyesinden oy kullanmaya katılanlar arasında 46.656’ya karşı 92.153 oy alarak (Bkz. BBC), iki kat fazla oy çoğunluğu ile hem Parti başkanlığı hem de Başbakanlık postunu ele geçirdi.

Biçimsel bakımdan kurallara aykırı olmamakla birlikte, esasen 65 milyonluk bir ülkede Başbakanın yaklaşık 160 bin kişi tarafından belirlenmiş olması ciddi bir sorun olarak tartışılıyor.

Bazıları bunu giderilebilir bir demokrasi eksikliği olarak görüp, erken bir genel seçimin bu sorunu çözebileceğini ileri sürüyor.

Sorun gerçekten bu kadar basit, biçimsel bir mesele mi? Yoksa biçimsel ve esasa ilişkin giderek büyüyen ve derinleşen sorunlar yumağının bir yansıması mı?
İngiltere’de Muhafazakar Parti içinde yaşanan bu tür iktidar sorunu ilk kez yaşanmıyor; Margaret Thatcher’in bir saray içi darbe ile başbakanlıktan uzaklaştırılıp yerine John Major’ın Muhafazakar Parti ve Başbakanlık koltuğuna oturtulması sürecinde de benzer bir meşruiyet tartışması yapılmıştı. 

İlginç olan, iki olayda da konu İngiltere’nin AB ile ilişkisi hakkında olmasıdır. İlkinde Thatcher’in Maastricht müzakerelerine karşı pozisyon alması üzerine İngiltere burjuvazisi Thatcher’ı alaşağı edip, yerine Maastricht sürecini müzakere etmeyi benimseyenleri iktidara taşımış, bunların çıkarlarını yansıtmıştı.
Şimdi konu yine İngiltere-AB ilişkisi; daha doğrusu İngiltere’nin AB’den nasıl çıkacağı ve Brexit sonrası ilişkinin nasıl olacağı hakkında.

Thatcher döneminden Johnson’a kadar köprünün altından çok su aksa da kapitalizmin sömürü düzeni ve emperyalizm içi ilişkilerde devamlılık olduğunu söylemek mümkün. Thatcher, kapitalizmin neo-liberal türünü alternatifsizlik söylemi üzerinden savunarak emekçilerin kazanılmış sendikal ve sosyal haklarını hoyratça yapısızlaştırırken, dönemin İşçi Parti’si adeta kolaylaştırıcı rolü oynamıştı. AB konusunda İşçi Partisi’nin Thatcher sonrası Muhafazakar Parti’den farklı söylediği tek şey, Sosyal Şart’ın da kabul edilmesi gerektiğidir. Ne var ki bunun dışında ciddi farklı bir politika üretemedi, hatta Tony Blair döneminde London School of Economics’in sosyal demokrat akademisyenlerinden aldıkları fikir desteği ile İşçi Partisi “üçüncü yol” tartışmasını temcit pilavı gibi yinelediler. Kapitalizm ile sosyalizm arasında üçüncü bir sistem varmış gibi sundular. Solun değerlerini saptıran Blair, muhafazakar-liberal ortaklığının değirmenine su taşıdı. Neyse ki, Irak savaşında söylediği yalan çabuk ortaya çıktı da Blair solun değerlerine daha fazla zarar vermeye fırsat bulamadan tarihin sayfalarına kara leke olarak geçti.

Jeremy Corbyn dönemine kadar İşçi Partisi liderleri neo-liberalizme ideolojik olarak karşı çıkmadılar, Corbyn ise ideolojik duruş ile parti başkanlığı arasında sıkışıp kalmış durumda. Siyasi geleceği olası bir erken seçimde göstereceği başarıya bağlı. Alternatif bir sistem önerisi yapamıyor, sistem içinde kimi düzeltmelerle yetinmeyi öngörüyor. Ötesi yok. (Bizde buna benzer siyasetçi sayısı hiç de az değil.)

Muhafazakar Parti içinde yaşananlar da oldukça ilginçtir. Thatcher sonrası liderler, AB konusunda kendilerinden öncekiler kadar kuşkulu olmakla birlikte onlardan daha az karşıt pozisyon aldılar. İngiltere’nin Brexit konusunu gündeme taşıyan ve bugünkü formuna bürünmesinde önemli rolü olan Muhafazakar Parti başkanı David Cameron bugünlerde sessiz, ihtimal ki savunma pozisyonu hazırlığında.  Theresa May ise bir anlaşma yaparak AB’den ayrılmayı tercih ettiğini açıkça ortaya koydu. Bu doğrultuda zaman kazanmak için bütün yolları denedi, buna rağmen asıl tepkiyi Muhafazakar Parti içinden aldı.

İşte Boris Johnson AB’den hızlı bir çıkış yolu arayanları temsil eden siyasetçilerden biridir. Başbakanlığı bonus olarak alan Johnson’un Muhafazakar Parti başkanlığı yarışında üzerine basarak dile getirdiği konuların başında geleni “Anlaşmasız Brexit”, fakat bunu nasıl yapacağını gösterebilmiş değil. İnandırıcı bir politika üretebildiğini söylemek de mümkün değil.

Johnson’un siyasi geçmişi Londra belediye başkanlığı ve daha sonra Dışişleri bakanlığı yapmış olması, fakat buralarda büyük bir başarıdan söz etmek mümkün değil. Öte yandan kapitalist sistem içinde sorunların çözülmediği, dönüştürüldüğü gerçeği karşısında Johnson da diğerleri gibi sorunları dönüştürmeye gayret ederek egemen sınıfların çıkarlarına hizmet ederek siyasi geleceğini kurgulayabilir.

Johnson’un ABD’nin İran politikasında ihtiyaç duyduğu “özel ilişki”yi koşar adım sahipleneceğine kuşku yok. Elbette bu “özel ilişki” tek taraflı olmayacaktır. Geçmişte de iki taraflı çalıştı: İngiliz emperyalizmi 1982’de Falkland adalarını elinde tutmak için Arjantin’e karşı savaşırken ABD’nin deniz üslerini kullandı, buna karşılık daha sonra ABD, Lockerbie yakınlarında düşürülen Pan Am yolcu uçağının rövanşını almak için İngiltere üzerinden Libya’ya saldırı düzenledi. 
Bu tür ticarileşmiş savaş oyunlarını Trump kadar Johnson’un da seveceğine kuşku yok. Tabii ki bütün bunlar gelecek yıl ABD seçimleri ve İngiltere’de muhtemel erken genel seçimleri sonuçlarına göre biçimlenecektir.

Brexit’e ne mi olacak? En az üç yıl daha bu konuda ne olduğu ve olacağı üzerine tartışmaların devam edeceğinden emin olabilirsiniz. Johnson’un, sorunu dönüştürmenin ötesine geçebilecek bir politika üretecek donanıma sahip olduğu kuşkuludur.

Emperyalizmin beşiğinde demokrasi eksikliği tartışmasının eminim alıcısı çok olacaktır, fakat yeterince inananın olacağı kuşkuludur.

Mustafa Türkeş / SOL

Yolsuzluğun geleceği - KADİR SEV

Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2018 yılı verilerine göre 
Türkiye yolsuzluk algı endeksi sıralamasında, 
180 ülke arasında 78’inci; 
28 AB ülkesi arasında sonuncu; 
35 OECD ülkesi arasında 34’üncü; 
G-20 ülkeleri arasında 12’nci sırada yer aldı.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü, 1995 yılından beri ülkelerden veriler derliyor ve 100 üzerinden puanlar veriyor. Türkiye bugüne değin 50’yi pek aşamadı. Üstelik son 5 yılda 10 puan geriledi; 2013 yılında 50 puan almıştı, 2017’de 40; 2018’de 41 alabildi.

AKP iktidarları, yolsuzlukla mücadele adına ne kadar uluslararası sözleşme varsa hepsini imzaladı. Ama kurallarına uymuyor. OECD’nin her yıl yayımladığı İlerleme Raporlarında Türkiye’ye; “Uluslararası Sözleşmeleri Uygulamayan / Hiç Uygulamayan Ülkeler” kategorisinde yer veriliyor.

Türkiye’nin de imzaladığı, 2000 yılında yürürlüğe giren; Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı BM Sözleşmesine göre, taraf ülkeler kara para aklanmasını suç sayan yasalar çıkarmak zorunda. AKP bunun tam tersini yaptı; 2008 -2019/Temmuz arasında, karapara aklanmasına yönelik 5 yasa çıkardı. Karaparasını getirenler ya da getireceğini beyan edenler, %1 oranında vergi ödeyip aklandılar. Yasaların kimilerinde bu kadarcık vergi bile öngörülmedi.

Dünyada her yıl, yüz milyarlarca dolar silah ve uyuşturucu ticareti yapılıyor. OECD 2018 yılı ilerleme raporunda G20 ülkelerinde her yıl 2 trilyon dolar aklandığı doğrultusunda bir tahmin yapılıyor. O paraların bir bölümü Türkiye’de aklanmış olabilir mi? 
Bilemeyiz…

Gelen paranın tutarını sır gibi saklıyorlar. Ne Hazine ve Maliye Bakanlığı ne Gelir İdaresi Başkanlığı bilgi veriyor. Bakan, bakan yardımcısı, başkan konumundaki üst düzey yetkililer, milletvekillerinin Plan ve Bütçe Komisyonundaki sorularını “bilmiyoruz” diye yanıtlıyorlar. Genel Kurulda bu soruların yöneltileceği muhatap zaten yasal olarak yok. Soru önergelerine de kimse yanıt vermiyor.

Yolsuzluk, sıradan bir ticari faaliyete dönüştü neredeyse. Siyaset de yolsuzluktan besleniyor. Bu yüzden de önlemeye yönelik çabalar engelleniyor, gizleniyor, yasaklanıyor.

Çok sayıda örnek var, hangisini sayalım: Para babalarının, özellikle de AKP’nin önde gelen kadrolarının, vergi cennetlerindeki “yatırımlarını” konu alan haberlerin yasaklanmasını mı? 17-25 Aralık 2013 tarihinde ortalığa saçılan rezaletin araştırılması önergesinin Meclis Genel Kurulunda reddedilmesini mi? Kamunun elindeki en değerli taşınmazların, tarihsel önemi olan varlıklarının yandaş sermaye grupları ile vakıf ve derneklere peşkeş çekilmesini mi?

Mal ve hizmet alımlarında da büyük yolsuzluklar var. İhaleye fesat karıştırmak yasalarda suç sayılıyor. Ama ihale yöntemine önemsiz küçük işlerde başvurulduğu için bunun pek bir anlamı yok. Büyük projeler yürüten (enerji vb.) kurumlar İhale Yasası kapsamı dışında bırakıldı. Uluslararası andlaşmalar uyarınca sağlanan dış yardımlarla girişilen projeler ile gizlilik kararı verilen işlerde de ihale yasası uygulanmıyor. Bunlara bir de İhale Yasasının 21/b maddesinde yazılı pazarlık yöntemini ekleyelim, tablo tamamlansın: Kurumun yetkilisi, “acilen yapılması gerekir” demişse, işin tutarı ne olursa olsun dilediği kişi ertesi gün işe başlıyor.

İhale olmayınca fesat suçu da işlenemiyor…

Yolsuzlukla ilgili metinlerde sıkça şu sözlerle karşılaşılır; “…yoksulluk nedenidir; ekonomide savurganlık ve verimsizlik demektir; durgunluğa, istikrarsızlığa yol açar; sistemin meşruiyeti tartışılmaya başlar…”

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) 2006 yılında yayımladığı “Yolsuzluk Kitapları:1” adlı rapordan öğrendiğimize göre IMF, 2002 yılında yolsuzluğun maliyetini bile hesaplamış. Bu hesaba göre yolsuzluk algılama endeksindeki 1 puanlık olumsuz artış, yatırımların milli gelire oranında %1-%2,8 arasında; yoksulların gelirinde %2 -% 10 arasında düşüşe; bebek ölüm oranlarında ise binde 1,1 ila 2,7 arasında artışa yol açıyormuş.

Emperyalizm, kaynakların döke saça kullanılmasından pek hoşlanmaz, etkinliği ve sürekliliğini sağlayabilmek için daha akılcı yöntemler geliştirmeye çalışır. Bu yüzden de IMF, Dünya Bankası, AB gibi uluslararası örgütlerin faaliyet alanları içinde yolsuzlukla mücadeleye ayrılan fonlar önemli bir yer tutar.

Raporlarının odak noktasında, yargının bağımsızlığına özen gösterilmesi, ihale yasalarına uyulması ve şeffaflık gibi ilkelere yer verilir. Devleti ele geçiren güçlü sermaye gruplarının devlet aygıtını kullanarak süper kârlar sağlamalarının ancak bu yöntemlerle önlenebileceği söylenir.

Vurgulamış olalım: Sermaye işin etik yanıyla ilgilenmez. Hak ettiğini düşündüğü bir işi rakiplerine kaptırmamak için yarışmanın öngörüldüğü kurallara katlanmak zorunda olduğunu bilir. Ama siyasal iktidara yakın olmanın sağlayacağı fırsatları kollar ve onları da kaçırmamaya özen gösterir.

Türkiye’de son zamanlara değin sermaye grupları arasında kıyasıya bir ihale kazanma mücadelesi yaşanmadı. Siyasal iktidara yaslanıp, paylarını almak için sıralarını beklediler. Ancak her şey çok değişti; kapitalizm dünya ölçeğinde krize girdi, üstelik ülkenin dağıtılabilecek kaynakları giderek tükeniyor. Kâr güdülerini karşılayabilmek amacıyla nasıl ve ne tür tepki vereceklerini zamanla göreceğiz.

Bundan böyle yapacağımız bütün yorumlara dünyanın yeniden paylaşımı mücadelesini ve bunun olası sonuçlarını da katmalıyız. Dünya inanılmaz bir hızla yeniden biçimlendiriliyor. Dünün kurallarına dayanarak yapılacak yorumlar yanıltıcı olur. Yeni emperyalist odaklar ortaya çıktı ve giderek güçleniyor. Bunlar, ülkelerde önceden ilişkide oldukları sermaye gruplarıyla bağlarını güçlendirmek ve ağlarına yenilerini katmak gereği duyuyorlar. Geleneksel sermaye grubunun örgütü TÜSİAD, belki de AKP’den çok korktuğu için değil ortaya çıkan bu duruma uyum sağlayabilmek için sesini çok yükseltmiyordur. 

Ne dersiniz?

Kadir Sev / SOL

Gaziantep Belediyesi'nin torba ihaleleri - Murat AĞIREL

Ben ticarette her firmanın bir uzmanlık alanının olmasını ve sadece uzman olduğu konular hakkında iş yapması taraftarıyım. Bu herhangi bir sosyolojik bulguya ya da bir felsefi düşünceye veyahut ekonomik bir parametreye dayanmıyor.

Gözlemlerime göre konuşuyorum. Bu sayede kalitenin ve uzmanlığın oluşacağına inanıyorum.
Neden böyle bir giriş yaptım?
Anlatayım...

Belediyeler almak istedikleri ürün veya hizmet karşılığında ihaleler açarlar. Açtıkları ihalelerden önce yaklaşık maliyeti belirlerler. Ciddi iştir. İhalenin her kalemi için o işin ehli kişiler katılır veya davet edilir.

Daha önce HalkTV canlı yayınında Gaziantep Belediyesinde yapılan bir ihaleden bahsetmiştim. İhale numarası 2017/388937. İhale konusu "Destek sağlık hizmeti satın alma işi.'' İhaleyi, GAMA-GAZİ SAĞLIK HİZ. İNŞ. TURZ. BİL. AR-GE FAAL. SAN. ve TİC. A.Ş., ÖZEL NOKTA SAĞLIK HİZMETLERİ SAN. TİC. LTD. ŞTİ. adlı şirketler 60 milyon 134 bin TL bedel ile aldı.
İhale açık ihale olarak yapıldı.
Burada sorun yok.

Ancak...

Türkiye'deki bütün hastaneler ilaç ihalesini ve tıbbi malzeme ihalesini kalem kalem almak üzere ilana çıkar. Yani 1603 kalem malzeme tek firmadan alınmaz, ihale kalemlere bölünür ki rekabet ortamı oluşturulur, kalemlere bölünür ki en iyi ve en hesaplısı alınır. Vatandaşın parası da hizmet için kasada kalır.

Yukarıda bahsettiğim ihale tam 1603 kalem iş. Yani yok yok. Röntgen cihazı, tel raf, hasta karyolası, anestezi cihazı, MR cihazı, ambulans vs, vs.

Şartnamede inanılmaz bir liste var. İhaleyi düzenleyen Gaziantep Büyükşehir Belediyesi tüm bu kalemleri tek bir ihalede istiyor. Dolayısı ile rekabet ortamı oluşmuyor. İhaleye girebilecek firma sayısı 1-2 oluyor.

Bunu anlatmıştım.

Şimdi aynı ihale tekrarlandı. İhale numarası 2019-235974. İhaleyi yine aynı firmalar bu kez 66 milyon 210 bin TL bedelle aldı.

Ne var ihale detaylarında?

Cerrahi operasyonlar, laboratuvar hizmeti, güvenlik, radyoloji, ayakta ve yatarak tedavi, madde bağımlılığı, ambulans gibi hizmetlerde görevlendirelecek toplamda 271 personel, yine omuz çarkından hasta yataklarına oksijen ünitelerinden yıkama cihazına varana kadar 186 kalem sarf malzemesi ve ilaçlar...

İlaç satmaya ruhsatlı firmalar belli değil mi?

Cihazlarda belli başlı firmalar ile ithal ediliyor. Neden kalem kalem ihale yapılmıyor da hepsi toplu halde torba ihale gibi yapılıyor?

İlaç ve tıbbi malzeme alımı ihalesinin ayrı, hizmet alımının ayrı yapılması gerekmez miydi?

Sonuçta...

Bu şekilde yapılan bir ihalede rekabet şartlarının oluşması beklenemez. O zaman da akıllara hemen şu geliyor. Bu ihaleler adrese teslim mi yapıldı?

Bu sorularımızın cevabını takip edeceğim. Araştıracağım. Konunun muhataplarının cevap hakkı olduğunu tekrardan belirtirim.

Bu arada;
31 Temmuz-04 Ağustos tarihleri arasında Burhaniye 1. Kitap Fuarında olacağım.
01 Ağustos Perşembe günü saat 19:00'da kitabım ŞAKİ'yi imzalayacağım ve
2 Ağustos Cuma günü saat 22:30'da "Yolsuzluklar" konulu panelde konuşmacı olacağım.
Sonrasında kısa bir tatil yapıp tekrar sizlerle buluşacağım.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

30 Temmuz 2019 Salı

Abdülcanbaz’ın babası: Turhan Selçuk - Olcay BAĞIR

Basın tarihimizden öğreniyoruz ki, özellikle 1950’ler ve 1960’larda her gazetede çizgi roman bantları yayımlanırmış. Batı menşeli çizgi kahramanlar devri, 1954’te Abdi İpekçi’nin Milliyet’in başına geçmesiyle yavaş yavaş kapanacaktı. Çünkü İpekçi, yerli çizerlerin yaratacağı yerli kahramanlar konusunu kafasına koymuştu. Bunun için gazetesinin iki genç çizeri Turhan Selçuk ve Bedri Koraman’a sürekli baskı yapıyordu. Abdi İpekçi’nin ısrarları sonuç vermiş ve Turhan Selçuk 1957’de senaryosunu ve sözlerini Aziz Nesin’in yazdığı yerli bir çizgi kahraman yaratmıştı. Kahramanın adını Nesin koymuştu: Abdülcanbaz.

İki Abdülcanbaz
Ancak Nesin’in yazdığı Abdülcanbaz bugün herkesin bildiği Abdülcanbaz’dan oldukça farklıydı. Turist rehberiydi Abdülcanbaz ve hayli üçkâğıtçı, hilekâr bir tipti. Türkiye’ye gelen turistleri lüks otel vaadiyle kandırıp tahtakurularının cirit attığı küçük otellere veya randevu evi gibi işletilen kenar mahalle otellerine götürüyordu. İlk maceradan sonra Aziz Nesin ikinci bir Abdülcanbaz öyküsü yazmayı reddedince Turhan Selçuk bu kez bir başka usta mizahçı Rıfat Ilgaz’a başvurdu. 

Ilgaz’ın yazdığı tip ilkinden biraz farklı olmakla birlikte yine bugünkü Abdülcanbaz değildi. Kurdukları acenteye artist olma hayaliyle gelen genç kızları, ortağı Raci kötü yola düşürmeye çalışınca iyi tarafını gördüğümüz bir Abdülcanbaz’dı bu. Halep ve Beyrut’a uzanan bir dizi maceradan sonra kızlar kurtuluyordu. Can yoldaşı Tarzan ile ilk tanışmaları da bu macerada oluyordu bu arada. 

Rüyadan doğuş
Rıfat Ilgaz da bir zaman sonra işten el çekince iş başa düşmüş ve Turhan Selçuk nihayet “meşhur” Abdülcanbaz’ı yaratmıştı. Öncekilerden çok farklıydı bu Abdülcanbaz. Bir kere çok iyiydi. Sağlam karakterli, mert bir adamdı. Güçlüydü de üstelik, Osmanlı tokadıyla alaşağı edemediği insan yoktu. Düzenin yozlaştırdığı, namussuzlara, kötülere karşı savaşan bir kahraman yaratmıştı Selçuk. Kötü ve üçkâğıtçı Abdülcanbaz’ın iyi, erdemli bir kahramana dönüşmesi ise bir rüya ile oldu! Tarzan ile başlarını sokacak bir ev bulamayan Abdülcanbaz, bir köpek kulübesinde uykuya dalar. Gördükleri bizim bildiğimiz Abdülcanbaz maceralarıdır; haksızlığa, riyakârlığa, halkı aldatanlara, yozlaşmış güçlülere karşı savaşan mert, vatansever bir kahraman. Levent Cantek’in tabiriyle “Abdülcanbaz bugüne kadar o rüyadan bir türlü uyanamadı.” 

Abdülcanbaz ilk öykülerde 2. Abdülhamid dönemlerinde, 2. Meşrutiyet’te ve mütareke döneminde İstanbul’da yaşıyor görünür. Fakat bir zaman sonra zamana ve mekâna bağlı olmayarak yaşar maceralarını. Bazen Evliya Çelebi’ye yarenlik ederken, bazen tarih öncesi devirde görürüz onu. Ya da bazen Turgut Reis ile denizlerde savaşırken bir başka macerada 2190 yılında uzaydadır. Paris-Moskova arası otomobil yarışına da katılır, Irak’ta Türkiye’nin petrol menfaatini korumaya da çalışır.

İdeal kahraman
Başından düşürmediği fesi, ucu yukarı kalkık bıyıkları, setre pantolonu ile tam bir İstanbul beyefendisi olan Abdülcanbaz, meşhur Osmanlı tokadıyla vurduğunu devirirken, sadece mecbur kaldığında kullandığı tabancasıyla da attığını vurur. Yani tam anlamıyla ideal bir kahraman olan Abdülcanbaz ezilenin, haklının ve halkının yanında, sıkı bir millicidir. Abdülcanbaz, Selçuk’un inandığı değerlerin de bir simgesi gibidir. Hayattaki iyiler ve kötüler arasındaki savaşta iyilerden biridir Abdülcanbaz.
Mengü Ertel’in, “toplumculuğun simgesi” olarak nitelediği Turhan Selçuk’la ilgili Cemal Süreya şöyle diyor: “Onun karikatürlerinde herhangi bir insanın değil, insani bir durumun betimlenmesi ya da ırgalanması söz konusudur.” Bugün 30 Temmuz, Turhan Selçuk’un doğum günü. Son nefesine kadar aydınlanma savaşından vazgeçmemiş ustayı saygıyla anıyoruz.


Olcay BAĞIR / CUMHURİYET

Onbirinci Plan tarım için ne öngörüyor? - OĞUZ OYAN

Türkiye’de planlamanın tarihi birçok gelişmiş kapitalist ülkeden eskiye uzanır. Sanayileşme devrimine adım atmanın gecikmiş hamleleri 1930’larda Cumhuriyetin ulusalcı kadroları eliyle ve dönemi için öncü sayılabilecek bir planlama anlayışıyla başlatılır. 1930’ların sonlarında savaş koşullarının engellemesi, 1946 sonrasında serbest piyasacı dönüşümün ve 1950 sonrasında DP’nin sahneye çıkması nedeniyle devamı getirilemez. 1960’larda planlı kalkınmaya yeniden dönüşün ilk dürtüsü, alacaklı gelişmiş ülkeler konsorsiyumunun 1950’lerin sonlarında mali iflasa düşen Türkiye’nin milli gelir hesaplarını yakından izleme taleplerinden kaynaklanır. Planlamaya geri dönüşün daha temel nedeni, Türkiye’de 1960’lardan itibaren yeniden kalkınmacı ve sanayileşmeci iktisat politikası anlayışlarına bir geçiş olmasıdır. Planlamaya verilen önem, “beş yıllık kalkınma planlarının” 1961 Anayasasının zorunlu hükümleri arasına girmesiyle de somutlanır. Bu aynı zamanda 1950’lerin orta/uzun vade öngörülerinden yoksun hesapsız politikalarına da bir tepkidir.

PLANLAMADAN PLANSIZLIĞA
1963-1977 arasında uygulamaya konulan ilk üç beş yıllık plan, Türkiye’de planlama anlayışının zirvesini oluşturur. Bu dönemde kalkınma planlarının hedefleri ile gerçekleşmeleri arasında daha sonra görülmeyecek bir yakınlaşma vardır. Hem genel ekonominin hem de sektörlerin geçmişten geleceğe sayısal dökümleri, karşılıklı etkileşimleri çıkarılabilmiş, hem sınai atılıma dayanan görece hızlı bir ekonomik gelişme gerçekleştirilebilmiştir. Her plan kendinden önceki plan hedeflerine ne ölçüde varıldığının, hedeften uzaklaşılmışsa bunun nedenlerinin ne olduğunun muhasebesini yapmakla başlamıştır. Beş yıllık planların yıllık programlarla uyumu gözetilmiş; yıllık programlar öngörülmedik gelişmelere daha esnek bir uyumun sağlanmasına da olanak vermiştir. Programlar ile bütçelerin uyumu da her zaman dikkate alınmıştır. Özetle, eleştiriler saklı kalmak üzere, bu dönemde ciddi bir planlama anlayışı yürürlükte olmuştur.

Ekonomik ve siyasi karışıklıklar nedeniyle 1978’de verilen aradan sonra oluşturulan ve iddialı bir sanayileşme hedefini sürdürmek isteyen Dördüncü Plan (1979-83) ise uygulamaya geçirilememiştir. Bunun nedeni, 24 Ocak 1980’de yürürlüğe sokulan ve 4. Plan anlayışının tamamen zıttında bir dışa açılma/liberalleşme çizgisi getiren IMF/DB programı ortaya çıkınca daha iyi anlaşılmıştır. Ama bunun daha öncesinde bu kuruluşların akut bir döviz kıtlığı yaşayan Türkiye’ye Dördüncü Planın finansman gereksinimine destek olmayı reddeden tavırları belirleyici olmuştu. (Bu ret kararını bildiren DB uzmanlarından biri de Kemal Derviş idi). 

1985 sonrasındaki planlar da (5. Plan: 1985-89; 6. Plan: 1990-94) IMF gölgesinde olmuşlardır. 7. Plan (1996-2000) ise IMF etkisinin daha vurgulu örneklerinden biridir. Aynı yolda ilerleyen 8. Plan (2001-2005) zaten tamamen IMF/DB programıyla (program sonu, Mayıs 2008) çakıştırılmış bir metindir. İzleyen dönemi kapsayan 9. Plan (istisnaî olarak 7 yıllık: 2007-2013) ve 10. Plan (2014-18) da gene Anayasal yükümlülük gereği çıkarılmış “yasak savma” (veya daha doğrusu “kural savma”) metinleridir. Esasen 9. Plan döneminde, 2011 yılında, 1960’ta kurulmuş olan efsanevi Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) bir KHK ile kapatılmış; Başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık olmaktan çıkarılarak Kalkınma Bakanlığı’nın sıradan bir “müdürlüğüne” dönüştürülmüştür. Fiilen tarih olmuş olan DPT’nin tamamen mevta olması ise 2017 Anayasası ile yeni yönetim sistemi kurulurken 2018’de gerçekleşmiştir. 

Böyle bir ortama yakışır bir gecikmeyle (planın ilk yılının yarısı geçildikten sonra) kamuoyuna sunulan 11. Plan (2019-23) ise gayriciddi bir metindir. Mevcut koşulları tam dikkate almayan üstelik ne tür bir hesaba dayandığına dair işaretler barındırmayan 11. Plan’ın hedefleri hayalidir. Üstelik bu hayali hedefleri bile öncesindeki iki planın “sınırsız atışlarının” yanına bile yaklaşamamaktadır: 11. Planda 2023 için öngörülen kişi başına milli gelir, 9. Plan gerçekleşmesini (2013 yılını) aşamamaktadır. 11. Planın 2023 hedefleri, 10. Planın 2018 hedeflerinin gerisindedir. Yıllar önce 2023 hedefi olarak 2 trilyon dolarlık GSYH öngörülürken şimdiki hedef 1 trilyon 80 milyardır; 2023 yılı için 500 milyar dolarlık ihracat hedefi varken, şimdiki hedef yalnızca 226,6 milyar dolardır. AKP ekonomisi dumura uğramıştır; iktidar, hayal bile pazarlayamaz durumdadır. Üstelik mütevazı 2023 hedeflerinin bile tutması kuşkuludur. 

TARIMIN 11. PLANDAKİ YERİ
Bu denli gayriciddi bir Planın tarıma ilişkin hedeflerinde ciddiyet aranabilir mi? Elbette aranamaz. Ama mademki başladık bir iki örnek vermeden, birkaç kelam etmeden bırakamayız. Kaldı ki bir Plan, sadece niyet beyanı bile olsa, öngördükleri ve öngörmedikleriyle geniş kitleleri her zaman yakından ilgilendiren bir belgedir. 

11. Planının 219 sayfalık kısa metninin yalnızca 6 sayfası tarıma ayrılmış. Bu sayfalarda, tarıma ilişkin destekler konusunda “Tarımsal desteklerin etkinliği arttırılacaktır” (s.94) başlığı altında genel ifadelerle yazılmış alt başlıklar buluyorsunuz. Bilindiği gibi 2000 sonrasında uygulanan IMF/DB tarım programının (Tarımda Reform Uygulama Programı: TRUP) temel çıpası, desteklerin sert bir biçimde sınırlandırılmasıydı. Bu sınırı kaldıracak bir kararlılığın Planda yer alması esasen pek şaşırtıcı olurdu; çünkü TRUP’un gölgesi tarımın üzerinden hiç kalkmamıştır. 

Nitekim bölümün sonunda “Tarım Sektörü Hedefleri” başlığıyla yer alan tabloda (s.97) 2018 gerçekleşmeleri ile 2023 hedefleri yan yana iki sütunda verilirken, “Merkezi yönetim bütçesinden yapılan tarımsal desteklerin tarımsal katma değere oranı” için 2018’de yüzde 6,8 ve 2023 için yüzde 7,2 değerleri verilmektedir. Bu oranlar, tarıma yapılan desteğin çok zavallı düzeylerde tutulmaya devam edileceğinin itirafıdır. Oysa gelişmiş ülkelerde bu oranlar genellikle yüzde 50 civarındadır. Türkiye tarımı için de mutlaka yüzde 30 düzeylerine ulaşılması (yani Planın öngörüsünün en az 4 katına çıkılması) şarttır.

“Tablo”daki “iddialı” hedeflerinden birinde ise, sulamaya açılan net tarımsal alanın 3,34 milyon hektardan 5,34 milyon hektara yükseltilmesi yani sulanan alanın 5 yılda 2 milyon hektar genişlemesi öngörülmektedir. İlginç ayrıntı ise şudur: “Bu hedefin 750 bin hektar alanının sulamaya açılması için gerekli bütçe kaynağı tahsis edilecektir. Geriye kalan alana ilişkin Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından ilgili diğer bakanlıklar ile birlikte alternatif yeni iç ve dış finansman yöntemleri geliştirilecek ve bu yolla söz konusu yatırımlar tamamlanacaktır” (s.94-95). Bu kadar şeffaf bir finansman yöntemi sundukları için Tarım ve Orman Bakanı ile Hazine ve Maliye Bakanına herhalde teşekkür edilmiştir! Bu arada, tarıma olan destekler adeta sabit kalacaksa, 750 bin hektar alanın sulamaya açılması için “aktarılacak” bütçe kaynaklarının dahi hedefle orantısız ölçüde güdük kalacağını not edelim.

Bu arada Nisan 2019’da kamuoyuna sızdırılan “Tarımda Milli Birlik Projesi” denilen gayrimilli projenin, (bkz. Birgün Pazar’daki 28 Nisan 2019 tarihli yazımız) gelen tepkiler üzerine sonbahara ertelendiğini duyurmuştuk. Ancak 11. Planın bu proje garabetinden hiç söz etmemesinden anlaşılması gereken herhalde bu projenin kadük olmuş olmasıdır. 

Ancak tamamen kadük olma halinden bahsedemiyoruz. Çünkü o projenin esasını oluşturan “tarımı şirketlere teslim etme” niyetleri, 11. Planın şu kısa tarım bölümünün ruhuna işlemiş gibidir. Hatta bir tarım-sanayi şirketinin temsilciliğinden gelip bakanlık koltuğuna oturan zatın, 11. Planın tarım bölümünün taslak metnini önceden bu şirketlere servis etmiş olma olasılığını da yabana atmamak gerekir. 

Ne diyelim, plansız yılımız olmasın!

Oğuz Oyan / SOL

29 Temmuz 2019 Pazartesi

Sonları yaklaştıkça talan iştahı artıyor - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

23 Haziran’dan sonra aldığı ağır mağlubiyetle talana, yağmaya daha çok sarılan bir iktidar var karşımızda. Her ne kadar “yenilgiden ders çıkarmak gerekir” diyen kimi AKP’liler mevcut olsa da iktidar bloku aynı dil ve aynı siyaset yapma biçimiyle yoluna devam ediyor. İstanbul’dan Adana’ya muhalefetin kazandığı belediyelerin önüne taş koymak için elinden geleni yapıyor. Rize’nin Fındıklı ilçesinde 31 Mart seçimlerinde sandıktan CHP çıktı, Başkan Çervatoğlu ilk günden itibaren halkın sesini dinleyerek halkla birlikte yöneteceklerini söyledi.

Fındıklı Belediye Meclisi, karar alarak seçim öncesi açılan Millet Bahçesi’nin ismini Atatürk Parkı, içerideki Millet Kıraathanesini ise Kazım Koyunca Kültür ve Sanat Evi olarak değiştirdi. Fakat kaymakamlık bu değişiklik talebini “kamu yararı olmadığı” gerekçesiyle reddetti. “Kamu yararını, kamu bilmez ben bilirim” diyen kaymakamlık örneğin isimler Erdoğan Parkı ve Necip Fazıl Kültür Evi olarak değiştirilse ne yapardı acaba? Hemen onaylayacağından şüphe duyan var mı? Tanıklık ettiğimiz parti-devlet projesinin halk iradesini nasıl yok saydığının onlarca örneğinden biri. Kraldan çok kralcılar demek gerçeği örtbas etmek demek; zira iktidar sandıkla yapamadığını rejimin memurlarıyla yapma arayışında.
Kabineyi şirket yönetim kurulu gibi dizayn eden Saray, bakanların halkın değil kendilerinin menfaatlerine göre hareket etmesine göz yumuyor. Sahibi olduğu şirketin otel projesi için doğal sit alanı olan koyu imara açtıran Kültür ve Turizm Bakanı’ndan sonra şimdilerde de Sağlık Bakanı’nın kurucusu olduğu Medipol Üniversitesi’ne Ankara Gar misafirhane ve çevresinin peşkeş çekildiği ortaya çıkıyor. Biz bu senaryoyu Cevizli Tekel arazisinin Davutoğlu’nun kurucusu olduğu vakfın üniversitesine verilmesinde görmüştük. Medipol’e devredilen alan Ankara’nın tarihi dokusunun kıymetli bir parçası. Ulus’un Gökçek döneminde ne hala getirildiğini hesaba katarsak bu bitmez tükenmez operasyonlarla Cumhuriyet Ankara’sından son kalanların da silinmek istendiğini söyleyebiliriz.
Kentsel mirası yok edenlerin doğal mirasa saygılı olması da beklenemez. Türkiye’nin oksijen cenneti Kazdağları’nda Kanadalı bir maden şirketine verilen izin sonucunda korkunç bir ağaç katliamı yaşanıyor. ÇED raporunda ifade edilen 45 bin ağacın yaklaşık dört katı ağaç kesildi, bakanlık sesini çıkarmadı. Üstelik CHP’li vekillerin Meclis’e verdiği araştırma önergesi AKP ve MHP oylarıyla reddedildi. Her fırsatta “yerli ve milli” olduğunu iddia eden iktidar mitolojinin, doğal zenginliğin, tarihin kalbine uluslararası sermayenin bıçak sokmasına izin vererek halkın yalnızca bugününe değil yarınına da düşman olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Kazdağları’ndaki katliamdan Ankara Gar çevresinin yandaşlara peşkeş çekilmesine uzanan bu rant ve talan silsilesine toplumda büyük bir tepki var. CHP’li yerel yönetimler birbirlerine destek verip ortak tepki göstererek sorunların daha geniş bir çevrede gündemde tutulmasını sağlamaya çalışıyorlar. Kaz Dağı’na desteğin Artvin’den Eskişehir’e yankı uyandırması bu sayede mümkün oldu. Muhalefet parçalı direniş pratiklerini aynı politik hedef doğrultusunda bir araya getirebilir, bu rant projelerine eldeki belediyelerle karşı çıkmanın yollarını bulabilirse çok şey değişecek.
İktidardan nemalananlar bunlar gitmeden ne elde etsek kârdır anlayışıyla hareket ediyorlar ancak yangından mal kaçırırcasına hareket ettikçe iktidarın sonunu da hızlandırıyorlar. Erdoğan ise 23 Haziran yenilgisini sineye çekerse yakın dönemde çok daha ağır bir mağlubiyetle karşılaşacağını biliyor. İmamoğlu’nun popülaritesinin azalmadığının bilâkis kendi aleyhine arttığının da farkında. Bu nedenle hem yeni parti girişimlerini gölgede bırakacak hem de İstanbul ve Ankara’dan başlayan değişim rüzgârını dindirecek bir hamle arayışında. Fakat bu hamleyi yurt içinde yapmak çok olası görülmüyor. Hal böyleyken Erdoğan da Bahçeli de Fırat’ın doğusuna yönelik bir askeri operasyonun iktidara hayat öpücüğü olacağını ve devlet içindeki güçleri tahkim edeceğini düşünüyor. Hem kendi eliyle büyüttüğü ve artık aleyhine işleyen Suriyeli göçmenler meselesini halletmek hem de Suriye’deki Kürt siyasi nüfuzunu dağıtmak istiyor. Bunu ne kadar gerçekleştirebilir yakında göreceğiz. Ancak iktidarın planı ne olursa olsun muhalefetin yalpalamadan sürdürmesi gereken bir siyasi çizgi var. O çizgi bir yandan tek adam sistemine karşı birleşik muhalefeti çoğaltmak bir yandan da talana ve ranta karşı en geniş halk koalisyonunu kurmak.
GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

28 Temmuz 2019 Pazar

Dünya Forum: René Higuita / Yeşil sahaların 'akrep kral’ı - Tarkan Tufan / duvaR

José René Higuita Zapata, Kolombiya’nın Medellin kentinde yalnız bir anne olan Maria Dioselina’nın çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi, René henüz çok küçükken öldü, bu nedenle onunla büyükannesi ilgilenmek zorunda kaldı. Çocukken çok yoksuldu, hayatta kalmak için gazete dağıtıcılığı gibi pek çok işte çalışmak zorunda kaldı. Futbol dünyasına girdikten sonra hızla şöhret olsa da kariyeri kokain tekelleriyle olan ilişkileri nedeniyle birçok kez sekteye uğradı.

DUVAR – Kolombiyalı unutulmaz futbolcu José René Higuita Zapata, 27 Ağustos 1966 tarihinde Kolombiya’nın başkenti Medellin’de yoksul bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Riskli futbol anlayışı ve kendine has oyun tarzı ile futbol kariyeri boyunca “El Loco” (Deli) lâkabıyla anıldı. Higuita sağ ayağını kullanan bir oyuncuydu.
Futbol kariyerinin başlangıcı, 1985 yılında, 19 yaşında bir forvet olarak Bogota’nın Millonarios takımında oldu. 1986’da, kariyerinin neredeyse tamamını geçireceği ve 1986 Kolombiya şampiyonu, 1987 Copa Libertadores şampiyonu ve aynı yıl Intercontinental (Kıtalar arası) Kupası’nın ikincisi olan Medellin takımı Atletica Nacional’le sözleşme imzaladı. İsmi, 1990’da İtalya’da düzenlenen Dünya Kupası sırasında uluslararası düzeyde şöhrete kavuştu.
Devrimci niteliğe sahip bir kaleci olarak, kalecilerin günümüzdeki oyun kurucu rolünün temelini attı ve günümüzde Manuel Neuer ve Hugo Lloris gibi dünyanın en iyi kalecilerinin kullandığı “süpürücü-bek” anlayışını futbol alanına kazandırdı.
İNİŞ ÇIKIŞLARLA DOLU BİR KARİYER
René Higuita futbol kariyerine yerel bir kulüp olan Millonarios’da futbol oynayarak başladı. Başlangıçta bir kaleci olarak değil, forvet olarak oynuyordu. Okul takımındaki en iyi golcüydü. Bir maç esnasında takım kalecisinin sakatlanması, kaleci eldivenlerini giymesine neden oldu ve kariyerinin sonuna dek bu eldivenleri bir daha çıkarmadı.
20 Şubat 1990’da eski Sovyetler Birliği’ne (SSCB) karşı yapılan uluslararası hazırlık maçında ilk üst düzey ulusal takım çıkışını yaptı. Maç golsüz sona erdi ve uzatmaya gitti, daha sonraysa penaltılarla sonuçlandı. İki penaltıyı kurtararak gelecekteki başarılarına dair ilk işareti de vermiş oldu ve Kolombiya maçı penaltılarda 4-2 kazandı. 1989 yılında, henüz 23 yaşındayken, Atletico Nacional’le Copa Libertadores şampiyonluğuna ulaştı. Daha sonra, 1990 sezonunda yine Atletico Nacional’le Copa Interamericana şampiyonluğuna ulaştı.
Eylül 1991’de İspanyol Real Valladolid takımı, Kolombiya ulusal takımı oyuncuları Leonel Álvarez ve Carlos Valderrama ile birlikte Higuita’yı transfer etti; ne var ki kısa süre sonra İspanya’da başarı merdivenlerini tırmanamadığını hissettiği için bu kulüpten ayrıldı. Uluslararası kaleci, Ocak 1994’te Medellin’e, Atletico Nacional’e döndü.
1992 yılında, yaşamında izi kalacak ve uluslararası boyutlarda skandala yol açan tartışmalı bir olaya karıştı. Higuita, Medellin Karteli tarafından kaçırılan kız çocuğu Claudia Molina’nın serbest bırakılmasını sağladı ve bu nedenle çocuğun akrabalarından 50 bin dolar aldı. Kolombiya yasalarınca suç sayılan bu davranış, 1993’te Bogota’daki bir cezaevine girmesine yol açtı. 1994 yılında 150 bin pesetalık kefaletini ödedikten sonra, denetimli olarak serbest bırakıldı.
27 Şubat 1994’te, dokuz aydır uzak kaldığı futbola geri döndü ama Amerika Birleşik Devletleri’nde düzenlenen Dünya Kupası’nda yer almayı başaramadı. 18 Aralık 1994’te Kolombiya şampiyonluğuna ulaştı ve bu olay, 10 Ocak 1995’te ulusal futbol takımına geri dönmesine ve aynı yıl Uruguay’da düzenlenen Copa America’ya katılmasına yardım etmiş oldu.
1995 yılında Kolombiya ve İngiltere ulusal takımları arasındaki dostluk maçında, Jamie Redknapp’in yaptığı aşırtma vuruşu kale çizgisi üzerinde “akrep vuruşu” ile karşılayarak tüm dünyadaki futbol izleyicilerini kendine hayran bıraktı.
Higuita, 1996 yılının Kasım ayında, çok sayıdaki kişisel problemleri ve disiplinsiz davranışlarıyla Atletico Nacional’deki sözleşmesini kaybetti; ne var ki, 1997’nin Ocak ayında yeni bir sözleşmeyle takıma geri döndü. Bu yeni süreçte, Higuita kısa süreliğine yeniden taraftarın gözdesi haline geldi. Aynı yılın 22 Nisan’ındaysa, 1985’ten bu yana kalenin koruyucusu olan Higuita, tekrarlanan disiplin sorunları nedeniyle Atletico Nacional’den kovuldu.
Higuita’nın iki meşhur uyuşturucu baronu Pablo Escobar ve Carlos Molina ile olan dostluğu pek bir sır değildi ve görünüşte kaçırılan kız çocuğunun serbest bırakılmasında “yardım eli” uzattığı için yedi ay hapis yatmıştı. Higuita, çocuğu kendisine teslim ettiği için teşekkür etme amacıyla Escobar’ı cezaevinde ziyaret ettiği için hapse atıldığını öne sürdü. Hapishane deneyimi nedeniyle, 1994 FIFA Dünya Kupası’nda oynaması uygun görülmedi. Serbest bırakıldıktan sonra, Higuita, American Sports Illustrated dergisine şunları söyleyecekti: “Hayatımın en güzel anları hapiste geçirdiklerim oldu. Hapishanede farklı bir sadakat buldum, kaçakçılar, sözde teröristler… Kalplerini anlamayı öğrendim ve bu asil bir duygu.”
KARTELLER, FUTBOL VE KARMAŞA
Higuita ilk olarak 2007 yılında emekli oldu; ancak Venezüella kulübü Guaros de Lara FC’de oynamak için futbola geri döndü. En nihayetinde, 2010 yılının Ocak ayında emekli oldu. Emekliliğinin ardından, İspanyol Real Valladolid ve Suudi Arabistan takımı Al Nassr FC gibi kulüplerde kaleci antrenörlüğü yaptı. 2009’da Altın Ayak Efsaneleri Ödülü’ne layık görüldü ve IFFHS tarafından Güney Amerika tarihindeki en iyi 8. kaleci olarak yer aldı. 2011 yılında Medellin’e bağlı bir kasabanın belediye başkanlığına aday olsa da, futbol şöhreti onu başkanlığa taşımaya yetmedi.
Ailesi Cali uyuşturucu kartelini yöneten Fernando Rodriguez Mondragon, yazdığı kitapta Kolombiya uyuşturucu kartelleriyle futbolcu arasındaki bağlantıları şöyle özetliyor: “Escobar (Higuita’nın) babası gibiydi, onun için her şeyi yaptı. Escobar ona her şeyi verdi; evler, arabalar, geziler, her şey! Ona bu kadar yakın olmasaydı daha iyi bir kariyeri olabilirdi.”
Higuita’nın uyuşturucu kartelleriyle ilişkilerinden daha fazlası da söz konusuydu. Örneğin, 1996’da Medellin’deki evine küçük bir bomba atıldı. 2004’te Ekvador’da oynarken yapılan testlerde kanında kokain tespit edilmesinden çok daha önce, Escobar’ın ürünlerinden örnekler kullandığı biliniyordu. Uyuşturucu kartelleri, günümüzde Kolombiya futboluyla daha az bağlantılı. Higuita bir demecinde kartellerle ilişkilerini şöyle özetliyor, “Ben yalnızca ülkemizin yaşadığı savaştan kurtulan biriyim. Ve bunun bedelini ödedim.”
FUTBOLA DRAMATİK BİR ANLAYIŞ GETİRDİ
Higuita, sahadayken dramatik yetenekleri, baskı altındayken gösterdiği rahatlık ve eksantrik oyun stiliyle bilinirdi; çoğu zaman gereksiz riskler alıyor ve rakiplerinin hareketlerini önceden tahmin etmek, topu bir defans oyuncusu gibi çıkarmak, bireysel top sürme performansları göstermek ve gol atmak için karşı kaleye gitmek gibi “çılgınca” davranışlar sergiliyordu. Kaleci olmasına rağmen, Higuita serbest vuruşlardan ve penaltılardan attığı gollerle ün salmıştı.
Oyun stili, aynı zamanda “Higuita Yasası” olarak da bilinen geri pasın yasaklanması kuralına neden olacaktı. 1990 FIFA Dünya Kupası sırasında Higuita’nın ilk kez dünya izleyicisine sergilenen oyun stili, kalecilerin karşılaşmanın kazanılması için daha fazla sorumluluk almalarını sağlamada öncülük ediyordu.
Higuita, Kolombiya ulusal futbol takımına antrenörlük yapma isteğini defalarca dile getirdi. 2011 yılında Suudi Arabistan’daki Al Nassr FC’ye katıldı ve 2016 yılına kadar yaklaşık 5 yıl boyunca kulübün kalecisi antrenörü oldu. Kaleci antrenörü olarak davet edildikten sonra, 28 Haziran 2017’de Atletico Nacional’e tekrar döndü. Kulübüne dönüşünden sonra “hayattaki en büyük hayalim Atletico Nacional’e dönmekti” açıklamasını yaptı.
Tarkan Tufan / duvaR

Kaynaklar: