1961’de Almanya’yla yapılan bir anlaşmayla başladı her şey. Kısa sürede başka ülkelerle yapılanları izledi. Şu sıralarsa Almanya’nın gündeminde Nitelikli İş Gücü Yasası var.
Türkiye her zaman göç veren ve göç alan bir ülke oldu. Geçtiğimiz yılın verilerine bakıldığında ortada neredeyse ‘dengeli’ bir durumun olduğu bile söylenebilir: Dışişleri Bakanlığı, yurtdışında yaşayan Türkiye vatandaşlarının sayısını 6,5 milyon olarak belirtiyor; Birleşmiş Milletlerin raporunda da Türkiye’de yaşayan sığınmacı ve mültecilerin sayısı 5,7 milyon olarak tespit ediliyor. Demek ki göç olgusu Türkiye için yeni değil. Ama yeni olan bir şey var: Türkiye’de göç konusu ilk kez bir toplumsal kriz, bir ikilem olarak yaşanıyor. İçeride toplumsal çürümenin en çirkin hali olarak beliren göçmen düşmanlığı, dışarıda kendi vatandaşlarının maruz kaldığı yabancı düşmanlığı biçiminde sık sık kendini tersten hatırlatıyor. Kriz ve düşmanlık yaratmak, yoksul emekçileri göç etmeye ve gittikleri ülkelerde ‘yabancı’ olmaya zorlayan sermaye düzeninin en önemli dayanağı. Emekçi halklar birbirine düştükçe egemen sınıflar kendi varlıklarını (servet anlamında da) güvence altına alıyorlar.
GİDENLER VE DÖNMEYENLER
Türkiye'den ilk kitlesel ve ekonomik dışa göç, daha doğrusu Avrupa'ya göç, 1961 yılında başladı. 31 Ekim 1961`de Ankara ile Federal Almanya’nın o dönemdeki başkenti Bonn arasında “Türk-Alman İş Gücü Anlaşması” adıyla bir iş gücü anlaşması imzalandı. Bu tarihten önce de Türkiye’den Almanya’ya göç edenler olmuştu elbette ancak bu gidişler kitlesel nitelik taşımıyordu ve bireysel girişimlerle, çoğu zaman da kaçak yollarla gerçekleşiyordu. “İş Gücü Anlaşması” ile birlikte iş gücü göçü hem kitlesel ve organize bir nitelik kazandı hem de resmi bir çerçeveye oturtularak hükümetlerin kontrolüne verilmiş oldu. Almanya ile Türkiye arasında yapılan bu anlaşmaya göre aynı yıl Türkiye`den 6800 işçi, çalışmak için Almanya’ya gidecekti.
Türkiye bu anlaşmanın ardından başka Avrupa ülkeleri ile de iş gücü ve “sosyal güvenlik” anlaşması imzaladı ve çok sayıda vatandaşını çalışmak üzere yurtdışına gönderdi. Bu tür ikili anlaşmalar daha sonraki yıllarda yapılmaya devam edildi; Avusturya, Belçika ve Hollanda ile 1964’te, Fransa ile 1965’te ve İsveç ile 1967’de yapılan iş gücü anlaşmaları yürürlüğe girdi.
Batı Avrupa ülkeleri açısından, ve özellikle de Almanya açısından bu "İş Gücü Anlaşmaları"nın anlamı, İkinci Dünya Savasının yarattığı ekonomik ve toplumsal yıkımın ardından sanayisini yeniden yapılandırma sürecinde artan iş gücü̈ ihtiyacını karşılamaktı. Peki Türkiye için, kendi yetişmiş is gücünü çalışmak için yurtdışına göndermenin nasıl bir anlamı vardı? Türkiye İkinci Dünya Savaşına katılmamasına rağmen Cumhuriyet'in ilk yıllarında başlatılan sanayi atılımını ve ekonomik gelişmeyi sağlayamamış, istihdam sorununu çözememişti. Kısaca, yapılan yatırımların kapasitesi Türkiye’nin genç̧ ve kalabalık iş gücü nüfusuna gerekli istihdamı sağlayamamış ve Avrupa’ya iş gücü göndermek bir seçenek olarak belirmişti. Avrupa’nın zenginlerini yaratmak, Türkiye`nin yoksul emekçi halkına düşmüştü.
Almanya, gelen yabancıları kalıcı olarak görmemiş̧, işçilerin bir gün kendi ülkelerine dönecekleri düşüncesiyle anlaşmaları imzalamıştı. Almanya’nın egemenlerine göre gelenler “misafir işçi”ydi ve kısa zamanda Almanya’yı kalkındırdıktan sonra kendi ülkelerine geri döneceklerdi. Gidenlerin çoğu dönmedi ve Almanya`da, Avrupa`da göçmen, yabancı olarak yasamaya devam etti. Daha doğrusu, Türkiye’ye kıyasla biraz daha artan alım gücü karşılığında Avrupa’nın emek sömürüsü sürecine dahil olmaya devam etti.
“YENİ KUSAK GÖÇMENLER”
1 Mart 2020’de “Nitelikli İş Gücü Göçü Yasası” adıyla yeni Almanya Göç Yasası yürürlüğe girdi. Aslında burada yeni bir yasa değil, var olan İş Gücü yasasındaki iş arama vizesi, çalışma vizesi ve eğitim vizesi ile ilgili maddelerin yeniden düzenlenmesi söz konusu. Hatta başvuranların 411 Euro karşılığında süreci daha da hızlandırabilecekleri bir düzenleme. Yasanın içeriği ile ilgili henüz net olmayan ayrıntılar olsa da, genel olarak Almanya’da çalışmak üzere iş başvurusu koşullarının kolaylaştırıldığı ve çalışma vizesinin önündeki engellerin büyük oranda ortadan kaldırıldığı görülüyor. Daha doğrusu Almanya bu yasa ile, “üçüncü kategorideki ülkeler” diye tanımlanan Avrupa Birliği ülkeleri dışındaki ülkelerden de doğrudan, ek düzenlemelere gerek kalmadan iş gücü alımı yapmayı kendisi için kolaylaştırmış oluyor.
Nitelikli İş Gücü Göçü Yasasının amacı şu şekilde ifade ediliyor:
“Üçüncü ülkelerden nitelikli iş gücünün Almanya iş piyasasına göç etmesi amaçlanmaktadır. Bunlar yükseköğrenim görmüş kişiler ve nitelikli meslek eğitimi almış kişilerdir.”
Bunun için bir “İhtiyaç olunan meslekler listesi” bile hazırlanmış! Meslek, diploma ve tanınırlık yeterli. Emeğini satmak hiç bu kadar kolay olmamıştı. Ucuz is gücü bulmak da!
Almanya’nın, özünde kendi ekonomisinde beliren kriz sinyallerini ucuz emek gücüyle yumuşatma ve uzatmalara götürme hamlesinin Türkiye’de bulunmaz bir fırsat olarak salgılanmasının ve algılanmasının birkaç boyutu var. Her gün daha da artan işsizlik ve ekonomik çöküş, insanları kendi ülkelerinin dışında seçenekler aramaya yönelten önemli bir neden. En az bunun kadar önemli bir başka neden de ülkede hakim olan politik karmaşa ve gelecek kaygısı.
Özellikle 2016 yılındaki darbe girişiminden sonra Türkiye`den göç edenlerin ve iltica edenlerin sayısında büyük bir artış oldu. Almanya Federal Göç ve Mülteciler Dairesi (BAMF) bu rakamı 2019 yılında %48 olarak kaydetti. Türkiye’nin, sadece 2019 yılında, Almanya`ya iltica başvurularında Suriye ve Irak’ın ardından üçüncü sıra de yer alması da kaydedilen bilgiler arasında.
Türkiye`den Almanya’ya yaşanan yeni göç dalgasında, büyük oranda üniversiteli veya üniversite mezunu genç nesil çoğunluğu oluşturuyor. Almanya`daki göçmen gruplarının hiçbiri içerisinde eğitim seviyesinin bu kadar yüksek olmadığı gözleniyor. Akademisyen, sanatçı, eğitimli ve kendini muhalif olarak tanımlayan bu genç kitlenin, yurtdışında bir yaşam kurmaya dair enine boyuna düşünülerek verilmiş bir kararla değil, çoğu zaman ülkelerinde duydukları güvensizliğin içinden kurtulma refleksi ile hareket ettiği anlaşılıyor. Gittikleri ülkelerde bu kaygılarından ve sorunlardan ne ölçüde kurtuldukları ise ayrı bir soru.
Ama asıl soru, Türkiye`den hangi nedenlerle olursa olsun göç eden/ etmek zorunda kalan insanların neden kendilerini, kendi ülkelerine hangi nedenlerle olursa olsun göç eden / göç etmek zorunda kalan insanlarla aynı kaderi paylaştıkları gerçeğini kabullenmekte zorluk çektikleri sorusu. Üstelik aynı sömürü çarkına, aynı yabancı düşmanlığına maruz kalıyorken.
Nazlı Cihan / SOL