5 Nisan 2020 Pazar

'Türkiye üç nedenle İtalya gibi olmayabilir' - İlker Belek

Kimileri ölüm sayılarının ikiye katlanma süresini dikkate alarak Türkiye’nin bu açıdan da İtalya’ya benzeyeceğini ileri sürüyor. Gerçekten de bu süre (ülkelerin salgınla geçirdikleri tüm süre dikkate alındığında) Türkiye’de 3 gün iken, İtalya’da 9, Almanya’da 5, İspanya’da 6 gün olarak bildiriliyor, dünya ortalaması ise 7 gün. Ancak yalnızca bu göstergeye bakarak ölüm sayılarına ilişkin kötümser beklentiler içinde olmak hiç gerçekçi değil.

Türkiye vaka sayısı bakımından, salgının ilk 23 günü için İtalya ile başa baş gidiyor.

Günlük test sayısı Avrupa ülkelerine ulaştığı taktirde durumumuzun daha da kötüleşmesi ihtimal dahilinde.

                               Grafik: Salgının ilk 23 günü için ülkelerdeki toplam vaka sayıları


Ölüm sayılarında Avrupa kadar kötü olmayabiliriz.
Aşağıdaki grafik salgının aynı dönemi için, Türkiye’deki ölüm sayılarının Fransa ve Almanya’nın üzerinde, ancak İtalya ve İspanya’nın çok gerisinde olduğunu gösteriyor.

                           Grafik: Salgının ilk 23 günü için ülkelerdeki toplam ölüm sayıları

Kimileri ölüm sayılarının ikiye katlanma süresini dikkate alarak Türkiye’nin bu açıdan da İtalya’ya benzeyeceğini ileri sürüyor. Gerçekten de bu süre (ülkelerin salgınla geçirdikleri tüm süre dikkate alındığında) Türkiye’de 3 gün iken, İtalya’da 9, Almanya’da 5, İspanya’da 6 gün olarak bildiriliyor, dünya ortalaması ise 7 gün.(1)

Ancak yalnızca bu göstergeye bakarak ölüm sayılarına ilişkin kötümser beklentiler içinde olmak hiç gerçekçi değil.

Örneğin en az ölüm sayısına ve en düşük fatalite hızına (hastalarda ölenlerin oranı) sahip olan Almanya’da sayının ikiye katlanma süresi, en çok ölüme ve fatalite hızına sahip İtalya’dan çok daha kısa. Oysa ilk bakışta tutarsız görünen bu bulgu ölüm havuzunun büyüklüğüyle ilgili. Havuz büyüdükçe ikiye katlanma süresi de uzar, üstelik bir de zaman içinde salgın yavaş yavaş pik noktasına yaklaşır. 
Nitekim İtalya’da bundan 10 gün öncesine kadar ölüm sayısının ikiye katlanma süresi 2-3 gün iken, 24 Mart’taki ölüm sayısının ikiye katlanması için 2 Nisan’a kadar zaman geçmesi gerekti: 10 gün. 

Türkiye’nin ölümlerde daha iyi durumda olacağına ilişkin beklentimiz üç önemli olguyla ilişkili: 
  • Covid-19 vakalarının ölümle sonuçlanmasını belirleyen esas faktör yaş gibi görünüyor. Türkiye’de yaşlı nüfusun (65 yaş ve üzerindekiler) oranı %9, İtalya’da 23. 
  • Vakaların ve özellikle yaşlı vakaların hayatını kaybetmesine yol açan bir neden yoğun bakım hizmetlerinin durumu.  100.000 kişiye düşen yoğun bakım yatak sayısı (2012 için) İtalya’da 12,5, Fransa’da 11,6, İspanya’da 9,7 iken (2), bizde 32 idi (3), sonraki dönemde daha da artarak 45’e ulaştı (4). Kısaca daha genç nüfusa daha fazla sayıda yoğun bakım yatağıyla hizmet vereceğiz. 
  • Geçen zaman içinde hastaların tedavisiyle ilgili bilgi de arttı. Türkiye İtalya’ya göre bir de bu avantaja sahip. Hastalığın erken döneminde kullanılmaya başlanan ilaçlar hayat kurtarıcı olabiliyor.
Bütün bunlara rağmen ölüm sayılarımız beklenmedik şekilde artarsa, bu tamamen hükümetin yoğun bakım hizmetlerini yönetememesine bağlı olacaktır.

İlker Belek / SOL



Salgın gıda krizi yaratır mı? - Nevzat Evrim Önal

Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Ticaret Örgütü ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü tarafından yapılan açıklamada Yeni Koronavirüs salgınının beraberinde bir gıda kıtlığı yaratma ihtimaline dikkat çekiliyor ve uluslararası işbirliği çağrısı yapılıyor.


Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Ticaret Örgütü ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü Çarşamba günü ortak bir açıklama yaparak, yaşanmakta olan Yeni Koronavirüs salgınında doğru gıda politikaları uygulanmaması halinde krizin dünya çapında bir gıda kıtlığı yaratma ihtimali barındırdığı uyarısında bulundular.
Söz konusu uyarıda belirli bir uygulamadan bahsedilmese de, açıklamanın Rusya tarafından alınan kısa süreli buğday ihracat yasağı kararının ardından gelmesi şüpheye pek yer bırakmıyor. Görünüşe göre uyarıyı yapan örgütler, gıda ihracatçısı ülkelerin gıda güvenliği amacıyla ihracatı sınırlaması durumunda dünya çapında yükselecek olan gıda fiyatlarının, bilhassa gıda ithalatçısı olan ülkelerde krizi kontrol edilemez toplumsal boyutlara taşımasından endişe duyuyor.

TARIMSAL ÜRETİM AKSAR MI?
Her ne kadar açıklamada tüketicilerin "panik halinde satın alma" ve gereksiz yere gıda stoklamasının önüne geçilmesi için şeffaflık çağrısı yapılsa da; yalnızca ticaretin aksaması değil aynı zamanda arz daralması ihtimalinden de endişe edildiği anlaşılıyor. Tarımsal üretim dünya çapında en fazla ulus-içi ve uluslararası emek hareketliliğinin yaşandığı sektör olmaya devam ediyor. Muhtelif ürünlerde hasat zamanı yaklaşırken seyahat kısıtlamalarının sürmesi hasadın yapılamaması anlamına gelebilir ve bunun da bir arz daralması yaratma ihtimali bulunuyor.

Yine de, temel gıda nesnesi olan tahılların üretim ve hasadının dünya çapında hayli yüksek bir makinalaşma düzeyine ulaştığı düşünüldüğünde, 2020 hasat yılında sıra dışı bir kuraklık yaşanmadığı ölçüde ürünün tarlada kalıp ziyan olmasını pek beklememek gerekiyor.

2008-2012'YE BENZER Mİ?
Üç kurumun yaptığı açıklama akıllara 2007-2010 fiyat sıçramasını da getirdi. 2008 sonunda patlayan dünya krizine giden süreçte yükselen gıda fiyatları yoksul ve gıda ithalatçısı ülkelerde büyük kıtlıklar ve yer yer ayaklanmalar yaratmıştı.
Ne var ki, bu dönemde arka arkaya yaşanan iki fiyat şokunun aynı sebepten kaynaklanmadığı düşünülüyor. Gıda fiyatlarında en önemli belirleyici faktörlerden biri olan akaryakıt fiyatları 2008 krizi öncesi çok yüksek iken (ham petrolün varil fiyatı 140$'ın üzerindeydi) krizle birlikte akaryakıt fiyatları ve gıda fiyatları düşmüş, ardından akaryakıt fiyatlarında bir yükselme olmamasına rağmen 2009 yılının Şubat ayından itibaren tekrar keskin biçimde yükselmiş, bir daha da kriz öncesi düzeylere geri inmemişti.


Uzmanlar bunun sebebinin, dünya çapında daima faal olan gıda spekülasyonunun krizle birlikte iyice şiddetlenmesi, hisse senedi piyasaları gibi riskli finansal piyasalardan kaçan sermayenin gıda spekülasyonu gibi görece güvenli bir alanda ikinci bir spekülasyon balonu oluşturmasına bağlıyorlar. Bugün dünya çapında ham petrol varil fiyatı 20-25$ ile tarihsel bir düşük düzeyde bulunuyor. Öte yandan krizle birlikte bilhassa emperyalist merkezlerde yürütülecek olan düşük faiz politikasından kaçan spekülatif sermayenin gıda piyasaları gibi alanlara kayması, burada arz ve taleple alakası olmayan fiyat şokları yaratması mümkün görünüyor.

TÜRKİYE'YE ETKİSİ NE OLUR?
Türkiye’nin son yirmi yıl içerisinde tarımsal üretim açısından eskisinden çok daha dışa bağımlı hale geldiği açıkça görülüyor. Hemen her yıl yapılan buğday ithalatı sürecin yalnızca bir boyutu: Türkiye tarımı 2008 yılından bu yana her yıl dış ticarette fazla değil açık veriyor. 2018 yılı ortasında dolar kurunun hızla yükselmesinin ardından yaşanan çarpıcı gıda fiyatları artışı, tanzim satış uygulamalarının zorunlu hale gelmesi durumun ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor. Nitekim Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli “bazı ürünlerde stok yapacağız” açıklamasında bulundu.

Her durumda, uluslararası bir gıda fiyatları artışının bu konuda dışa bağımlı olan Türkiye’de emekçileri etkilememesi imkânsız görünüyor.

'ULUSLARARASI İŞBİRLİĞİ' MÜMKÜN MÜ?
Üç örgütün yaptığı ortak açıklamada en önemli vurgulardan biri kuşkusuz "uluslararası işbirliği". Ne var ki, bugünkü uluslararası ortam işbirliğinden çok çatışmanın güçleneceğine işaret ediyor. ABD'nin yardım çağrısı yapan İran'a yönelik yaptırımları gevşetmemesi, Küba'ya uyguladığı abluka çerçevesinde Çin'den gelen yardım malzemelerinin Küba'ya ulaşmasına engel olması gibi haydutluklar başta olmak üzere uluslararası arenada tam anlamıyla bir itiş kakış sürüyor. Her şeyden önce, dünya çapında büyük ölçüde özelleştirilmiş olan sağlık ve tıbbi malzeme üretim sektörleri, kapasiteleri kriz değil normal koşullara uygun olduğu için koruyucu kıyafet ve maske gibi basit ürünlerin dahi talebini karşılayamıyor. Bunun sonucunda söz konusu ürünler paylaşılmak yerine kapışılıyor. Krizin devam etmesi durumunda net gıda ihracatçısı olan Rusya gibi kapitalist ülkelerin bu olanaklarını politik bir koz olarak kullanmasının önünde bir engel bulunmuyor. Zaten yapılan üçlü açıklamada da esas endişe bu gibi görünüyor.

Nevzat Evrim Önal / SOL

4 Nisan 2020 Cumartesi

Hayata övgü…- Orhan Gökdemir

Sodom ve Gomora bir Eski Ahit hikâyesi. Zamanın iki simge kentidir Sodom ve Gomora; ciddi ahlaki ikilemlerin yükü altında ezilmektedir.


Peygamber İbrahim ve yeğeni Lût da Sodom yakınında yerleşmişlerdir. Ancak Sodom erkekleri günahkârdır. Eski Ahit Tanrısı, eğer pişmanlık getirmezlerse hepsini yok etmekle tehdit etmiştir. İbrahim, Tanrı ile tartışır, pazarlığa girişir. Suçluların yanı sıra dürüst insanları da yok etmek doğru olmayacaktır nihayetinde. Tanrısı ise bu şehirlerde ahlaklı bulunmadığı kanısındadır. Sonunda Sodom'daki tek ahlaklının Lût olduğu anlaşılır. Şehir yanacaktır…

Pazarlık sonuçsuz kalınca ve şehrin yakılacağı anlaşılınca, Lût'u Sodom'u bekleyen felaket konusunda uyarmak üzere iki melek gönderilir. Sodomlular şehirlerine gelen haberci melekleri de taciz eder. Lût, kalabalığa onlar yerine iki bakire kızını sunar ancak ikna edemez. Melekler kapı önündeki Sodomluları kör edip, Lût'a ailesini alıp kaçmasını söyler. Kutsal kitap masalıdır…

Tanrı Sodom ve Gomora kentlerine “kükürt ve ateş yağdırırken” şehrin tek ahlaklısı olan Lût karısı ve iki kızıyla şehirden kaçar. Şehir yok edilmiştir. Ancak yolda Lût'un karısı Tanrı'nın arkasına bakmama emrine uymayınca bir “tuz direğine" dönüşür. Yani o da Sodom’un ahlaksızlarındandır. 

Peki, şehir ahlaksızları ile birlikte yok edilince geriye kalanlar ahlaklı olabiliyor mu, diyeceksiniz. Lût, kızlarıyla bir mağaraya sığınır. Kızları uzun bir tecrit döneminden sonra babalarını sarhoş edip kendinden geçtiği sırada iğfal etmeye karar verir. Bu zina birleşmesinden iki erkek evlat doğar. Sanırım insan soyunun dinsel atalarıdır. Hikâyenin gerisi böyle… 

***

Aşinayız anlatılanlara. Eski Mısır’da özellikle üst sınıfta kardeşler arası evlilik yaygın bir durumdu. Babasını öldürüp annesi ile evlenen Teb şehrinin mitolojik kralı Oidipous masalı, Sodom ve Gomora’nın Yunan versiyonudur. Bu masal da Sophokles'in anlatımıyla ölümsüzleşti. Bu kutsal-tanrısal işler bir de “kompleks” bıraktı geriye. “Oidipus kompleksi”, Sigmund Freud'a göre karşı cinsteki ebeveyni sahiplenme ve kendi cinsinden ebeveyni saf dışı etme konusunda çocuğun beslediği duygu, düşünce, dürtü ve fantezilerin toplamıydı.

Cumhuriyet yazarı Yakup Kadri’nin bir romanı da Sodom ve Gomora adını taşıyor. Yakup Kadri, işgal yıllarındaki İstanbul’u bu iki ahlaksız şehre benzetir. Zamanın İstanbulluları toplumsal değerlerden tamamen kopuktur. Seviyesiz, sapkın bir yaşam sürmekte, ülkeleri hakkında en ufak bir iyi niyet beslememekte ve bundan hiç utanmamaktadır. 

Demek ki bu hikayelerde çocukluk çağına takılıp kalmış toplumlar anlatılmaktadır. Dini saplantılar, bu saplantıları anlatan masallardan feyz alınarak oluşturulmuş eşitsizlikçi toplumlar insanlığın çocukluk halleridir. Haliyle bir değil birçok Sodom ve Gomora hikayemiz var tarihte. 

Ama şurası açık; Yozlaşma, sapkınlık, ahlaksızlık eski masallarda da yeni romanlarda da çürümenin işaretleri sayılmaktadır. Ve tuhaf bir biçimde hikayelerdeki derin çürümeye kitlesel ölümler eşlik etmektedir. Demek çürüyünce ölüyoruz…  

***

Halbuki ölüm yaşam kadar doğal bir insanlık hali. Ölüm yaşamın anlamının saklı kutusu, insanın manevi yanının sebep-i hikmeti. Kurulu bir denklemin bozuluşu, ölümsüz bir hayatın kuruluşu bazen. 

"Benim olduğum yerde ölüm yok, ölümün olduğu yerde de ben yokum. Onun için ölüm bana bir şey ifade etmiyor" demiş Epikür. "İyi yaşamayı öğrenmek, aynı zamanda iyi ölmeyi öğrenmektir" demiş Stoacılar. Neden acıtıyor ölüm bizi öyleyse? Biyolojik anlamda yaşam ve ölüm olgularının birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı, buna karşın psikolojik olarak iç içe geçtiği için. Heidegger'in cevabı böyle. Seçebilmemizden ama kaçınamamamızdan çaresizliğimiz. İnsan isterse ölümü seçebilir fakat istemese de ölümü yaşayacaktır. Seçebildiğimizde özgür kılabiliriz kendimizi demek ki. 

Heidegger, ölüm kaygısını "daha öte bir imkânın imkânsızlığı" olarak nitelendirip bunun "hayatta kalanlara bir yok oluş tecrübesi yaşatmasından kaynaklandığını" söylemektedir. Yani ölülerine ağlayan herkes aslında kendisine ağlamaktadır.
Artık sakin ve rahat değiliz ölüm karşısında. Ölüm itici, uzak ve yalnız. Dışımızda, bizden uzak olmasını diliyor, dileğimize inanıyor ve ancak bu yanılsamayla rahatlıyoruz. Dinin çekiciliği de ölümün olmadığını öğütlemesinden değil mi? Ama gelin görün ki kitlesel ölümlerle yüzleşiyoruz her adımımızda. Çünkü tepetaklak bir alem, insana yakışmayan bir düzen şekillendiriyor bakış açımızı. Kapitalizm şişirilmiş bir Sodom’dur, büyük bir ahlaksızlıktır. Tanrı olsanız, yıkmamak için içinde bir gerekçe arasanız bulamazsınız.

Kapitalizmin ruh hali bu, kazdığı kuyuya düşen herkes hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamalı, sürekli beslemeli hırslarını, kesintisiz tüketmeli. Halbuki yaşama olduğu gibi ölüme de hazır değil bu düzen. Ölüm yaşam kadar doğal bir insanlık hali, yaşamın anlamının saklı kutusu, insanın manevi yanının sebep-i hikmeti. Kötü yaşadıysan iyi ölmen mümkün değildir yani. 

Ölülere ağlayanlar kendisine ağlamaktadır, denildiği gibi. Gidende değil sorun, geride kalanda çünkü. Çürümüş bir düzenin kokusu sindi üzerimize, silemiyoruz, oturup ağlıyoruz halimize. Oysa ölüm eşitler hepimizi; hayat karşısında dinlerden, inançlardan, duruşlardan, sınıflardan, cinsiyetlerden azat eder. Doğduğumuz gibi, çırılçıplak başka bir gerçeğimizle yüzleşmeye çağırır bizi.

***

Demek çürüyünce çok ölüyoruz. Öyleyse çürümüşlüğün ortasında yeni bir hayat yeşertme görevimiz var. 

“öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları
bu umutsuzlukları bırakın kardeşler
göreceksiniz nasıl
güller güller güller dolusu
nasıl gül kokacağız birlikte
amansız, acımasız kokacağız
dayanılmaz kokacağız nefes nefese”

Çürümüş olanı yeşertmek mümkün değildir. Yani yine yanacak Sodom, yıkılacak yıkılması kaçınılmaz olan. Öyleyse Edip Cansever’in vahyettiği gibi, hayata sımsıkı sarılarak karşılayacağız kaçınılmaz olanı. Bir gül daha ekeceğiz balkondaki saksıya. Ve uğurlayacağız ölülerimizi arkalarından ağlamadan. Hep birlikte yeni bir hayatı karşılayacağız sonra…

Yalnızlığınızı süpürün öyleyse, sessizliğinizi yırtıp atın. Gözlerinizle, ellerinizle birleşin. Atın üzerinizdeki ölü toprağını. Açın bütün kapılarınızı, kimsesiz odalarınızı gül kokularına... 

Aslolan hayattır çünkü...

Orhan Gökdemir / SOL

3 Nisan 2020 Cuma

Bir yangından bir yangına ‘Tepebaşı Dram Tiyatrosu’ - H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Geçmişin külleri arasından bir Nisan akşamında yok olan ‘Tepebaşı Dram Tiyatrosu‘ ise bu tarihin en onurlu ve acılı sayfalarından birini oluşturur. Bir yangınla başlar öyküsü, bir yangınla biter!

Tiyatro yalnızca oyuncular, tekstler, yönetmenler ya da yazarlar değildir. Onları bütünleyip saran, birbirine yaklaştıran, en güzel imecelerden biriyle sanata dönüştüren tiyatro binalarıdır.
Yani biraz kırmızı kadife kaplı koltuklardır. Tavandan yere ağır perdelerdir. Kulisler, localar, işlemeli tavanlar, kostüm odaları ve o sahneden geçmiş oyuncuların sesleri, ahşap zemindeki ayak izleri, koridorlarda kalmış anılarıdır. 
Yoksul bir Osmanlı vatandaşı olarak hayata gözlerini yuman ve bu topraklarda tiyatro sanatına bir ömür veren Tomas Fasulyeciyan’ın o unutulmaz tiradı bize bunu ne güzel anlatır:
“Zaten aktör dediğin nedir ki? Oynarken varızdır, yok olunca da sesimiz bu boş kubbede bir hoş seda olarak kalır. Bir zaman sonra da unutulur gider. Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız.
Görooorum, hepiniz gardoroba koşmaya hazırlanıorsunuz. Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelere takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuşla Virginia’nın bir dialogu eski kostümlerden birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler.
Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır… Perde !”
Bugünkü Tepebaşı’nda ‘Theatré des Petit Chemps’ isminde bir tiyatro binası olduğunu batılı kaynaklardan biliyoruz. Ne zaman kurulduğunu bilmiyoruz. Fakat ne zaman yok olduğu daha kuvvetli bir tahmin. 1870 büyük Beyoğlu yangını… 
1871 yılında bugün hala kullandığımız Tünel yapılırken, buradan çıkan hafriyat ‘Theatré des Petit Chemps’in bulunduğu alana dökülmüştür. Böylece Tepebaşında bir seyir terası oluşturulmuş ‘Jardin Pulique’ ya da ‘Halk Bahçesi’ adıyla anılan alan açılmıştır.
Daha sonra 1984 yılında Bedrettin Dalan aynı bölgeye 70 bin ton beton dökerek adını tarihe yazacaktır. Şehremini değişse de bazı bölgelerin kaderi değişmiyor demek.
Biz hikayemize dönelim. 
1872 yılında Donatelli Paşa’nın halefi Guatelli Paşa’ya bir ferman verilir. Bu alana tiyatro yapması istenir. Yangından ders çıkarılmış ve bina kâgir olarak yapılmak istenmiş ancak maliyetin yüksek olduğu görülünce, ahşap olmasına karar verilmiştir. Şaşırdık mı?
Beyoğlu belediye binasını da yapan İtalyan mimar Barborini’ye verilir iş… Ancak bir süre sonra ödenek yetersizliğinden yapım durur. Dönemin 6. Daire diye anılan Beyoğlu Şehremini Bilek Paşa (Blaque) bu zengin bölgeye önce çingeneleri yerleştirir. Onlardan şikayetçi olan zengin konak sahiplerine de “İsterseniz aranızda para toplayıp verin, orayı tiyatro ve bahçe yapayım” der.
Sonuçta yine tam bilinmemekle birlikte 1890 yılında ünlü Mısır Apartmanı, Abbas Halim Paşa Köşkü, Cibali Tütün Fabrikası gibi yapıların mimarı Hovsep Aznavur tiyatroyu tamamlamıştır. Örnekleri Viyana ve Paris’te çokça görünen Barok tarzı bir yapıydı ‘Tepebaşı Dram Tiyatrosu…’
1908’e kadar yabancı gruplar sahneye çıkar. Sarah Bernart, Jean Bolier o sahnede yer alır. 20 Ocak 1916’da Darülbedayi-i Osmanlı ilk oyununu oynar ‘Çürük Temel’. Sonrası tiyatronun adına da uygun dramatik bir maceradır.
Tiyatro önce özel bir gruba kiralanmış ve epeyce bakımsız kalmış. Ardından 1927 yılında Muhsin Ertuğrul liderliğinde Darülbedayi sanatçıları boya, badana ve çeşitli tamirat işlerini yapmışlar; o tertemiz heyecanlarıyla ahşap binayı tutan kalasları ayağa kaldırabilmek için var güçleriyle mücadele etmişlerdir.
Tiyatro dediğin nedir ki zaten; iki kalas bir heves…
Bir yıl sonra açılır tiyatro. Üç yıl sonra içinde bir de tiyatro okulu açılır. 1932’de Atatürk oyun seyretmeye geleceği zaman iki loca birleştirilir ve ondan sonra adı ‘Atatürk Locası’ olarak kalır. İlk çocuk tiyatrosu da burada başlar. Yan bahçedeki sinema binasını alırlar. Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun yanına bir de Tepebaşı Komedi Tiyatrosu açılır. Bu son iyi haberdir neredeyse…
1955’de imar müdürlüğü burayı yıkmaya kalkar, süs bahçesi yapılacaktır. 61’de tiyatronun elektrik tesisatı yetersiz diye faaliyeti durdurulur. Yasaklayacak mercii vardır fakat yenileyecek mercii yoktur. 1962’de ‘La Traviata’ ile açılır. Bir yıl sonra bir oyun yüzünden sahne basılır! Ne tuhaf buna da şaşırmıyoruz! 
Ardından yeniden yapılandırma projesi içinde turistik alan yapılmak istenir. 7 Ocak 1970 günü tiyatro tamamen boşaltılır. Aynı yılın Nisan ayında ‘elektrik kontağı’ndan bir yangın çıkar. Tepebaşı Dram Tiyatrosu yanar.
Tiyatro sanatçıları, başta Beklân Algan yılmaz, mücadeleye devam eder. Tiyatronun eski marangozhanesinden ‘Tepebaşı Deneme Sahnesi’ni kurar. Onun üzerinden de 1980 darbesi geçer.
Sonrası bilindik hikayedir. Bürokrasi müze sözü vererek arazinin üzerinden iş makinalarını geçirir. Ardından bugün TRT’nin kullandığı o çirkin bina ile koridorları kokan, demir merdivenleri paslı kat otoparkı yapılır. Yıl 1984!
Bu yıl 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü’nü sahnelerde kutlayamadık. Bugünlerde yaşadığımız acılarımızı içimize gömdük. Sonra Nisan gelince, Tepebaşı Dram Sahnesi’ni hatırladık, Sabahattin Ali’yi anımsadık. Gözümüze dolan yaşı, bir perdenin ucuyla silebilseydik. Nisan da ağır geldi. 
Perde!
H. AYHAN TİNİN / DİKEN

2 Nisan 2020 Perşembe

Aklınız ve gözünüz hazırsa başlayalım - Barış Terkoğlu

Siz de hayret ediyor musunuz? Bazen arkadaşınız, komşunuz, meslektaşınız bile olurlar. İlk sürtüşmenizde bir anda defterlerini açarlar. Hangi tarihte ne kabahat işlemişseniz sayıp dökerler. Şaşırır kalırsınız. Nasıl biriktirmiş diye sorarsınız kendinize.
Hayır, özel bir meseleden bahsetmeyeceğim. Aksine, hepimizin önünde yaşanan bir tuhaflıktan söz edeceğim. Zira vaka kimsenin sorgulamadığı derin ipuçları barındırıyor. “İktidar içindeki çete” diyorum ya, işte ona dair delil olma potansiyeli taşıyor.
Haberde yok yok 
Çok uzak değil. Gezi davası kararı 18 Şubat akşamı verildi. Yargı iktidarın hedefindekilere ceza yağdıracak diye beklerken, tüm sanıklar beraat etti. Elbette sonuç malum çeteleri memnun etmedi.
Önümde bir haber duruyor. 26 Şubat’ta yayımlanmış görünüyor. Haliyle en çok bir haftada hazırlanmış denebilir.
Haberin hedefi muhalefetteki birileri değil. Gezi davasında beraat kararı veren İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Galip Mehmet Perk. Başlık hükmü çoktan vermiş gibi: “200 FETÖ şüphelisiyle irtibatlı çıktı.”
Neler yok ki haberde? 
- Mahkeme Başkanı’nın 2 ayrı telefon hattından FETÖ iltisaklı 200’ü aşkın kişi ile irtibatının olduğu, 
- FETÖ’cü savcı Mehmet Berk ile 14 görüşmesinin olduğu,
- FETÖ’den ceza alan HSYK’nin eski 2. Daire Başkanı Nesibe Özer ile iletişiminin bulunduğu, 
- KHK ile ihraç edilen ve FETÖ’nün Emniyet’teki mahrem hizmetleri içerisinde faaliyet yürütmekle suçlanan eski İçişleri Bakanlığı çalışanı Ramazan Berk ile HTS kaydının olduğu, 
- Hâkim Galip Mehmet Perk’in amcası H. Perk’in FETÖ üyeliğinden yargılandığı, 
- Öbür amcası E. Perk’in “gayri resmi eğitim verilen bir yurtla ilgili” ifadesine başvurulduğu, 
- Hâkimin gerçek adının Kalo olduğu, sonradan adını değiştirdiği, 
- Hâkim Perk’in Gezi kararından 15-20 gün önce Yargıtay ve HSK ziyaretlerinde Gezi sanıklarına ceza vereceğini söylediği… 
Hâkimin yargıladığı Gezi davası sanıklarına bu kadar suçlama yapılamamıştı!
Sanki normalmiş gibi
İlginç değil mi? 
Hükümet medyasında yayılan haber, bir haftalık araştırmacı gazetecilik başarısı gibi görünmüyor. Bana Ergenekon davası mahkeme başkanı Köksal Şengün’ün yaşadıklarını hatırlatıyor. Sanıklar lehine karar veren Şengün hakkında bir anda itibarsızlaştırmaya yönelik haberler yayımlanmıştı. O dönem birlikte olan AKP - FETÖ medyasında yer alan haberlerde Şengün’ün özel hayatını hedef alan telefon konuşmaları bile ortalığa dökülmüştü. O günlerde özel yetkili yargıyı eleştiren haberler yaptırıma uğrarken, yargının kendisi de bu haberlere yol vermişti. Sonradan açığa çıktı ki, Köksal Şengün’ün kariyerini bitirmek için ilişkilerde olduğu kişilere uydurma soruşturmalar açılarak Şengün’ün telefonları dinlenmişti. Bunlar da sızdırılmıştı.
Hâkim Perk’i tanımıyorum. Belki de suçlamalar doğrudur. Benim ilgilendiğim konu bu değil. 
Hatta… 
Haber çıktıktan sonra Yargıtay’daki kaynaklara sordum. Yargıtay’da Perk’in “Gezi davasında ceza vereceğim” dediğinin konuşulduğunu anlattılar. Tuhaf olan, o gün kimsenin “Bunu önceden açıklamanız doğru değil” dememiş olması. Perk ceza vermeyince yaşanılan sanki normalmiş gibi istihbarata dönüşmesi.
Tehdit ya da şantaj yok
Bu kadar değil… 
İstanbul Adliyesi’ndeki kaynaklara, Hâkim Perk’in bir ekip kavgasının içinde olup olmadığını sordum. Belki şaşıracaksınız, ama ben şaşırmadım. Adliye’de Hâkim Perk’in referansının “İstanbul Grubu” denilen ekip olduğu konuşuluyor. Son dönemde Adalet Bakanı ile karşı karşıya gelmesiyle adını duyuran, İstanbul Adliyesi’ni yönettiği söylenen, iktidar içindeki bir hiziple hep yan yana gelen ekip, belli ki, Hâkim Perk’e önce referans oldu. İstediği gibi bir karar vermeyince ise dövmeye karar verdi.
Gezi’deki beraat kararının ardından HSK’nin de Hâkim Perk hakkında inceleme başlattığını biliyoruz. Nitekim bahsettiğim haberde de “HSK müfettişleri tarafından yürütülen soruşturmada mahkeme heyetine yönelik ‘şantaj’ ve ‘tehdit’ olup olmadığı mercek altına alındı” ifadeleri yer alıyor. Konuştuğum kaynaklar HSK müfettişlerinin böyle bir bulguya rastlamadığını, bunun devletin zirvesine de iletildiğini söylüyor. Yani sanıklar mahkemeyi tehdit etmemiş.
Yargıyı tehdit eden yapılanma
Bu kadar değil… 
Hâkim Perk karardan sonra ne yaptı diye merak ettim. Başkanı olduğu 30. Ağır Ceza Mahkemesi kritik bir davaya daha bakıyordu. O davada Adnan Oktar Grubu yargılanıyordu. Hâkim Perk’in söz konusu davaya katıldığını, mahkemeyi yönetmeye devam ettiğini öğrendim. Yani Perk’e yönelik herhangi bir tasarrufta bulunulmamıştı. Ancak hükümet medyası yazdıklarıyla, Perk’in kararları üzerinde aleyhinde kullanılacak bir şüphe yaratmıştı.
Sanırım ne düşündüğümü anladınız. 
Hâkim Perk hakkında toplanan bilgilere bir haftalık gazetecilik araştırmacısı olarak bakmıyorum. Belli ki yargıda görev yapan kritik isimler ile ilgili devletin içerisinde “dosya biriktiren” bir yapı var. Bu yapı elindeki bilgilerin gölgesini mahkemelerin üzerinde sallandırıyor. Aslında asıl tehdit ve şantajı bu yapılanma yapıyor. Hâkimlerin ya da savcıların “istenmeyen kararları”nda eldekiler ortalığa seriliyor.
Mekanizmalar farklı olsa da sistem bir dönem FETÖ’nün yargıyı araç olarak kullanmasını hatırlatıyor. Adalet Bakanı’nın bu tür yapılar için kullandığı “aynı maklubeye kaşık sallayanlar” tespitinin tesadüf olmadığını düşündürüyor. Hâkim Perk’i hedef alanlar o sofradan kalkmış gibi görünüyor
Köksal Şengül’e kurulan kumpası 10 yıl önce yazmıştım. O yazı OdaTV davasında tutuklanma delillerinden biri yapılmıştı. Olup biten ise “bir sonraki dönem”de anlatılmıştı.
Görmek ne karmaşık bir eylem. Gözbebeklerimizin büyümesi karanlıktayken görebilmek için yarattığımız refleks olabiliyor. Mağara söylencesindeki gibi insan karanlıktan aydınlığa çıktığı an bile göremeyebiliyor. Görmek; nesnenin aydınlığına, gözün çabasına ve aklın idrakina dayanan bütüncül bir durum aslında. Bazı olayları bu nedenle ancak ardımızda bıraktıktan sonra görebiliyoruz. Aklımız ve gözümüz hazırsa şimdi ihtiyacımız ışık, daha çok ışık.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

1 Nisan 2020 Çarşamba

Selam olsun bir zamanların “hürriyet diyarı”na - Feyza Kürkçüoğlu

DENİZ HAMAMLARINDAN “BEACH”LERE İSTANBUL’UN DENİZ SERÜVENİ
“Şu güzel İstanbul kıyılarında bedava girilecek bir karışlık boş deniz kalmadığına bakarım da, denizin nasıl satın alındığına şaşarım.” Aziz Nesin bugünleri görse küçük dilini yutardı. Refik Halit, Saik Faik, Osman Cemal Kaygılı, Sermet Muhtar ne hale gelirdi kimbilir… Artık plaj kalmadı, “beach” veriyorlar. Parası bol olana tabii. Halbuki bir zamanlar o sahiller “hürriyet diyarı”ydı. Deniz hamamlarından bugünlere, İstanbul’un denize girme serüveninde bir gezinti… 
                                      1960’lı yıllarda ada plajlarından bir görünüm
Sıcakların dayanılmaz olduğu günlerde üç tarafı denizle çevrili bir şehir olan İstanbul'daysanız ve de denize giremiyorsanız keyfiniz yok demektir. Uzun yıllardır İstanbullular denize girmek için Marmara, Karadeniz, Ege, Akdeniz sahillerine taşınıyor…
İstanbul’da 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren başlayan denize girme serüveni, deniz hamamları, halk plajları ile devam eder, 1980’lerden itibaren de Marmara Denizi’nin kirlenmesi, kıyıların doldurularak yapılaşması sonucunda kesintiye uğrar. 2000’li yılların başından itibaren İstanbul Belediyesi’ne bağlı Halk Plajları tekrar hizmet vermeye başlasa da artık o eski plaj günleri tarihe karışmıştır.
1990’ların başında denize girme tarihimizde bir kırılma olur, Türkiye “beach” adı verilen “plaj”larla tanışır. Ancak “beach”ler, eski plajlara benzememektedir. “Peki, eski plajlar nasıldı?” diye soranlar için “Plaj nedir? Hürriyet diyarı” diyen Refik Halid Karay’ın İlk Adım isimli kitabından birkaç satırla yanıtlayalım:
“Güneşin sağlam ışığı bir taraftan, kumların ılık bağrı öte taraftan, deniz sesi, kadın çığlığı, iyotlu hava, ağızda tuz çeşnisi, karşıda hoş birkaç siluet –beğenmediklerine bakmayıver–, gazinoda cazbant, yavaş yavaş zihin yelken açıp gidiyor, gidiyor, okyanus adalarına kadar.”
“Plaj nedir? Hürriyet diyarı” diyen Refik Halid Karay’dan birkaç satır: “Güneşin sağlam ışığı bir taraftan, kumların ılık bağrı öte taraftan, deniz sesi, kadın çığlığı, iyotlu hava, ağızda tuz çeşnisi, gazinoda cazbant, yavaş yavaş zihin yelken açıp gidiyor, gidiyor, okyanus adalarına kadar.”
Eski plajların yerine geldiği iddia edilen bu yeni “beach”lerde hayat daha farklıdır. Aslolan denize girme değil, eğlenmedir. Akla hayale gelmeyecek kadar çok çeşitli “aktiviteler” ile birlikte gün boyu müzik, yeme ve özellikle içme vaat eden beach’lere girmek ise sadece ama sadece parası olanların başarabileceği bir iştir.
Yaz aylarının gelmesiyle birlikte yazılı ve görsel medyada, sosyal medyada son yıllarda tekrar eden konulardan biri de bu beach’ler olur. Bazıları buralarda yapılan partileri, eğlenceleri haber yapar, bazıları da buraların “çok pahalı” olduklarından dem vurur…
                                       Boğaz’ın serin sularına “açıktan” girenler 

“Açıktan denize girme…”

20. yüzyılın başından itibaren İstanbul’da, kişiye özel “deniz banyoları”, “deniz hamamları”, çeşitli kulüp ve derneklere ait “hususi plajlar” ve “halk plajları”, İstanbullulara hizmet vermiştir. Deniz hamamları ve plajların tarihini anlatmadan önce, pek de anlatılmayan, eski deyişle “açıktan denize girilen” yerlerinden söz edelim…
İstanbul’un bu şehirde yaşayıp denize girmemiş, daha da ötesi denizi görmemiş 300 binin üzerinde çocuğun, yazın bunaltıcı sıcağına dayanamayıp bütün yasaklara ve tehlikelere karşı yine de kendini Boğaz’ın serin sularına bırakanların bulunduğu bir şehir olduğu gerçeğini unutmadan zamanda bir yolculuğa çıkalım. 20 Temmuz 1947’de Yedigün dergisinde yayınlanan “Beleş Plaj” başlıklı yazıdaki Kumkapı ve Yenikapı sahilleriyle başlayalım. Sait Faik’i dinliyoruz:
“İstanbul’un her yokuşu denize iner. Bir yaz şehri olan İstanbul, kıştan kurtulur kurtulmaz deniz kenarları insanla, sandalla dolar. Şehir en sıcak günlerinden birini yaşıyor bugün. Sizinle okuyucular –siz yerinizden kalkmadan, sizin yerinize ben kalkayım– büyük, maruf plâjlara gitmiyelim de şöyle beleşten denize girilebilen bir sahile inelim. Bildim bileli, çocukluğumdan beri burası Süleymaniye, Sultanahmet, Karagümrük, Çarşıkapı, Soğanağa Mahallesi, Şehzadebaşı çoluk çocuğunun plâjıdır: Kumkapı, Yenikapı sahilleri. Belediye yasak eder. Birkaç gün kimseler gözükmez. Bir meltemsiz günde yine çoluk çocuk, buraları doldurur. İnsan, bunun biricik çaresinin orayı temiz tutmak, yüzlerce çocuğa beleşten kuvvet ve kudret istasyonu olarak kullanılmak üzere üç beş tahta, dört beş sıra ile bir halk plâjı edivermek olduğunu akıl ediyor da…
Sait Faik’i dinliyoruz: “İstanbul’un her yokuşu denize iner. Bir yaz şehri olan İstanbul, kıştan kurtulur kurtulmaz deniz kenarları insanla, sandalla dolar. Bugün sizinle büyük, maruf plâjlara gitmiyelim de şöyle beleşten denize girilebilen bir sahile inelim.”
İstanbul’da plajlar dışında denize girmek yasaktır demiştik. Ancak deniz hamamlarının açıldığından bu yana bu yasağı uygulamak pek mümkün olmamıştır. Nedeni plajlara gidecek parası olmayanların İstanbul gibi bir deniz şehrinde denize girmemeleri düşünülemez. Zaman içinde denize “açıktan girilen” yerler, sahiller, kumsallar değişse de denize girilen yerler hep olmuş ve olacaktır.
İstanbul’da “açıktan denize girenler” Osman Cemal Kaygılı’nın da konusudur. Kaygılı, Köşe Bucak İstanbul isimli kitabında İstanbul’da yaşayıp plajlara girmeye, gidip gelmeye parası olmayan insanların denize girme maceralarını, “fıkara plajları”nı anlatır.
“Kışın, dört balıkçıdan başka kuş uçmayan, kervan geçmeyen bu Kumkapı ve Yenikapı sahilleri yazın, bilhassa karpuz kabuğu suya düştükten sonra muazzam bir fıkara plâjı şeklini alır. Hele Kumkapı! İstanbul’un en uzak köşelerinden kalkan ne kadar çoluk çocuk, delikanlı varsa hep buraya dökülür, orada istasyonun önündeki deniz hamamı daha sabahtan dolar ve öğleye doğru adam almaz bir haldedir. Ondan sonra kadro harici kalanlar yıkık kale diplerinde soyunup açıkta denize dalarlar; sahil yolu ta Kumkapı’dan Samatya açıklarına kadar suda yaşayan çıplaklar diyarını andırır. İşte bunun için Kumkapı ve Yenikapı’nın bir ismi de birkaç senedir ‘fıkara plâjı’ olmuştur.”
                                               1920’li yıllarda Moda Deniz Hamamı

İstanbul’un deniz hamamları

İstanbul’un denize girme serüveninin başladığı yıllara dönelim. İlk durağımız deniz hamamları… 19. yüzyılın ortalarından başlayarak 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar İstanbul’da saltanat süren deniz hamamları, İstanbulluların serinlemek ve dinlenmek için tercih ettikleri mekânların başında gelmekteydi. “Deniz hamamı” ya da “deniz banyosu” olarak adlandırılan bu mekânlar; deniz kenarında, kıyıya iskeleyle bağlı, dört tarafı kapalı ve küçük soyunma kabinleri olan, tahtadan yapılmış, eski tabirle “salaş” yapılardı. Her sene yeniden kurulan deniz hamamlarının yanlarında gazinolar, kahvehaneler bulunurdu.
1826 ile 1850 arasında İstanbul’da üç deniz hamamı bulunurken 1875 yılında deniz hamamlarının sayısı 62’ye çıkar. Bunların 34’ü erkeklerin, 28’i kadınların kullanımına açıktır. 1885’de İstanbul’un nüfusunun 873 bin 570 kişi olduğu düşünülürse, deniz hamamlarının o yıllar için ne denli fazla olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
Osman Cemal Kaygılı “fıkara plajları”nı anlatır: “Kışın kuş uçmayan, kervan geçmeyen bu Kumkapı ve Yenikapı sahilleri yazın muazzam bir fıkara plâjı şeklini alır. Hele Kumkapı! İstanbul’un en uzak köşelerinden kalkan ne kadar çoluk çocuk, delikanlı varsa hep buraya dökülür.”
Deniz hamamlarını anlatmaya bir başka İstanbul sevdalısı Sermet Muhtar Alus’un 4 Ağustos 1939’ta Yeni Mecmua’da yayınlanan “Eski Deniz Safaları” başlıklı yazısından bir bölümü aktararak devam edelim:
“İstanbul'da Büyükada ve Boğaziçi'nde oturan kesesi dolgun, mahdut kimselerin küçürek küçürek hususi deniz hamamları mevcuttu. (…) Bu hamamlar birbirlerine örnek. Kazıklar üzerine çakılmış çam tahtalarından, dört köşe ortası havuzlu, üstü açık, derunlarında çepeçevre tek kişilik kabinler; önlerinde balkon, bir yanlarında da art arda loca... Çatılarda, iskelevari yollarında, bayrak gibi uçuşan renkli peştamallar… Bu erkeklere mahsus olanı... 90,100 adım ilerilerinde, aynı salaşın daha küçüğü, dört tarafı sıkı sıkı örtülü, hatta pedavraları çatlaksız, budaksız bulunanı kadınlarınkisi... İçinde bin bir ağız; kahkaha, çığlık; tam kadınlar hamamı...”
İstanbul’da denize girme serüveni; özellikle Boğaz ve Yeşilköy sahillerinde varsıl kişilerinin yalılarının önünde ince birer ahşap iskele ile denize bağlanan “zata mahsus” deniz hamamlarından sonra umumî deniz hamamlarının açılması ile devam eder. Genellikle Kumkapı, Yenikapı gibi sahillerden denize giren İstanbul halkı açılan umumi deniz hamamlarına rağbet etmeye başlar. Yeşilköy, Bakırköy, Samatya, Yenikapı, Kumkapı, Eminönü, Fındıklı, Ortaköy, İstinye, Büyükdere, Beykoz, Paşabahçe, Üsküdar, Salacak, Moda, Fenerbahçe, Pendik, Tuzla ve İstanbul adalarındaki deniz hamamları Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak birer birer kapanacak, yerlerine kadın ve erkeklerin birlikte denize girdikleri plajlar açılacaktır.
                                          1950’lerin başında Florya Belediye Plajı

Florya plajları ve Beyaz Park Gazinosu

Deniz hamamları, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yerini hızla plajlara bırakacaktır… İstanbul’un ilk plajı, Florya’da açılır. Uzun yıllar İstanbul’un rağbet gören sayfiye semtlerinden biri olan, yeşil ile mavinin buluştuğu Florya sahilleri, 1920’lerin başında hareketlenir. Önce İngiliz İşgal Kuvvetleri’nin bahriyeli askerleri burada denize girmeye başlar. Ardından Ekim Devrimi’nden kaçarak İstanbul’a gelen Beyaz Rusların bir bölümü Florya kıyılarına yerleştirilir. Florya, bu tarihten itibaren sıcaktan bunalarak denize giren Beyaz Rusları görmek için gelen İstanbulluların akına uğrar.
Florya plajının kuruluş hikâyesini Willy Sperco’nun Yüzyılın Başında İstanbul kitabından birlikte okuyalım:
“1920 yılından itibaren Wrangel ordusunun subaylarıyla Türkiye'ye sığınan Rus kadınların başarılı bir şekilde işlettikleri ince kumlu bir plaj uzanır. Başlangıçta boşta kalan subaylarla kendilerini tatilde sayan ve güz sonu Rusya'ya döneceklerini hayal eden Petersburglu ve Moskovalı dilberler, yakıcı güneşte, altın kumlarda çıplaklıklarını sergiliyorlardı. Güzel Moskovalıların kendilerini gösterdikleri bu yerlere, ‘Cuir de Russie’nin (Rus derisi anlamına gelen bir parfüm adı) sarhoş eden kokusunun cazibesine kapılan Türk ve yabancı erkekler akın akın gelmeye başladılar. Az sonra buralarda açık hava koltuk meyhaneleri ile banyo kabinlerine benzer tahta yapılar belirmeye başladı.”
Kadın ve erkek deniz hamamlarının birbirine yakın olmasını "ahlâka aykırı" bulanların tesisin kapatılması için dilekçe verdiği günlerde Beyaz Park'a gelen Mustafa Kemal’in söyledikleri: “Burada doğru olmayan şey, aradaki mesafenin azlığı değil, deniz hamamında hâlâ haremlik ve selamlık aranmasıdır.”
Anastas isimli Rum bir meyhanecinin açtığı küçük bir barakadan ibaret açık hava meyhanesinin yerini sonradan Solaryum Plajı alacaktır. İstanbul’un İlk plajı olarak kabul edilen Solaryum Plajı “Uzun Aleksandr” ve “Küçük Aleksandr” tarafından açılır. Solaryum Plajı’nın ardından da Haylayf Plajı hizmet vermeye başlar.
Yaz ayları boyunca trenler İstanbulluları Florya’ya taşır, durur. Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği ile 1935 yılında 43 günde inşa edilen Florya Cumhurbaşkanlığı Köşkü ile birlikte Florya’nın çehresi de değişir. Yıllar boyu peş peşe yapılan kimi salaş yapılar yıkılarak yolları, parkları ve sahili ile yeni bir Florya kurulur. Temmuz ve ağustos aylarında Sirkeci-Florya arasında çalışan, o yılların en uygun taşıma aracı olan trenlerde yer bulmak, seyahat etmek meseledir. İstanbul Belediyesi tarafından açılan Florya Belediye Plajı ile birlikte Florya, İstanbul’un en gözde sayfiye semti olur. İstanbulluların en çok rağbet ettiği plajların başında Florya plajları gelir: Belediye Güneş Plajı, Ada Plajı, Aile Plajı, Marmara Plajı…
                                       1957’den 1980’lerin başına dek hizmet veren Ataköy Plajı
Modern anlamda açılan ilk plajımız Sarıyer, Büyükdere’deki Beyaz Park Plajı olur. 13 Ağustos 1926’da Beyaz Park Gazinosu ve Deniz Banyosu adıyla hizmet vermeye başlayan Beyaz Park, kadınlara ve erkeklere ait olmak üzere iki deniz hamamı ve ortalarında bulanan bir gazinodan ibarettir. Kadın ve erkek deniz hamamlarının bu derece birbirine yakın olmasını "ahlâka aykırı" bulanların tesisin kapatılması için dilekçe verdiği günlerde Beyaz Park'a gelen Mustafa Kemal, durumu öğrendiğinde söyledikleriyle denize girme tarihimizde yeni bir dönem başlayacaktır: “Burada doğru olmayan şey, aradaki mesafenin azlığı değil, deniz hamamında hâlâ haremlik ve selamlık aranmasıdır."
Aziz Nesin’le, noktalayalım: “İstanbul’un üç bir yanı deniz. Bu kadar da değil, İstanbul’un denizi, İstanbul karasının koynuna kol kol sokulmuş. Yine de böyleyken, İstanbul’da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor. İstanbul’un deniz kıyılarını birtakım insanlar satın almışlar.
1927 yılında yenilenen Beyaz Park, kadın ve erkeklerin birlikte denize girdikleri büyük bir yüzme havuzu, üç kademeli atlama kulesi, modern tesisleri ile hizmet vermeye başlar. 1940’lı yıllarda İstanbul Yüzme Şampiyonası’nın yapıldığı Beyaz Park aynı zamanda gazino ve konser salonu olarak da hizmet verir. Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Zehra Bilir, Hamiyet Yüceses, Celal Şahin, İsmail Dümbüllü gibi çok sayıda ünlü sanatçının sahne aldığı Beyaz Park Gazinosu da tıpkı plajlar gibi tarihe karışır.

“Kaçınılmaz son”

1940 yılından başlayarak özellikle Anadolu’dan İstanbul’a göç ile birlikte İstanbul’un nüfusu katlanarak artmaya başlar. Rıza Serhadoğlu, 1955’de yayınlanan Büyük İstanbul Albümü kitabında İstanbul plajlarını şöyle sıralar: “Kadıköy ciheti: Moda Deniz Hamamı, Fenerbahçe Plajı, Caddebostan Plajı, Suadiye Plajı, Süreyya Plajı. Boğaz ciheti: Salacak Plajı, Lido Deniz Hamamı, Küçüksu Plajı, Büyükdere Plajı, Tarabya Plajı, Şile Plajı. Florya ciheti: Haylayf Plajı, Belediye Plajı, Ada Plajı, Aile Plajı, Marmara Plajı, Küçükçekmece Plajı. Adalar: Heybeli Plajı, Yörükali Plajı.”
Daha sonraki yıllarda bu plajlara yenileri eklenir. Örneğin Ataköy Plajı, 1957 yılında açılır. Aynı anda dört bin kişiye hizmet veren plaj, o yılların en büyük tesisi olur.
Birbiri ardına kapana kapana 1980’lerin başına dek varlıklarını sürdürmeye devam eden İstanbul plajları zamana yenik düşer. Bu yenilgi için birçok neden sayılabilir. Öncelikle artan nüfus yoğunluğuna bağlı olarak kısmen kapalı bir deniz sayılan Marmara kirlenir. Bir başka neden ise deniz kıyılarının işgale uğraması, betonlaşması ve yapılaşmasıdır. Bu “kaçınılmaz” son Ege ve Akdeniz’deki diğer şehirleri beklemekteyken, kıyıların yağmalanması, işgali ve yapılaşması nasıl hâlâ devam edebiliyor, anlamak mümkün değildir. Umarız, bu şehirler İstanbul gibi plajlarından yoksun kalmaz.
“İstanbul’da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor” diyen Aziz Nesin’le, Mahallenin Kısmeti isimli kitabından birkaç satırla noktalayalım:
“İstanbul’un üç bir yanı deniz. Bu kadar da değil, İstanbul’un denizi, İstanbul karasının koynuna kol kol sokulmuş. Yine de böyleyken, İstanbul’da denize girmek, öbür dünyada cennete girmekten daha zor. İstanbul’un bir başından bir başına deniz kıyılarını birtakım insanlar satın almışlar. (…) Kavaklar’dan Çekmece’ye, Şile’den Pendik'e kadar şu güzel İstanbul kıyılarında bedava girilecek bir karışlık boş deniz kalmadığına bakarım da, denizin nasıl satın alındığına şaşarım.”
Feyza Kürkçüoğlu / 1+1FORUM

Sabırla, duayla, IBAN’la… - FATİH YAŞLI

Çok değil bundan altı ay önce, Fırat’ın doğusunda barış pınarları akıtıyor, tampon bölge kuruyor, o bölgeye TOKİ’yle apartmanlar dikip 1 milyon mülteciyi yerleştiriyorlardı. Fetih sureleri, hatim indirmeler, salalar, muhalefetin anında hazırola geçmesi derken, harekât başlayalı on gün ya olmuş ya olmamıştı ki bir ABD heyeti Türkiye’ye geldi, birkaç saatlik bir toplantı yapıldı ve pınarlar birden akmaz oldu, harekât bitiverdi.

Bitmeseydi ne olurdu peki? Bunu merak edenler, harekât sırasında doların nereye fırladığına ve anlaşma haberiyle birlikte nereye düştüğüne bakabilirler. Bağımlı ekonomilerde dış politikanın da sınırlarını bu belirler, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin bir parçası olup emperyalizme efeleniyormuş gibi dahi yapamazsınız, anında hizaya getirirler.

***

Çok değil bundan altı ay önce şaşalı bir kampanya eşliğinde “yerli otomobil” tanıtılıyor, ön siparişler alınıyor, iktidar tabanını bir kez da buradan konsolide etmeye, yoksul halka hayal satmaya çalışıyor, muhalefet ise bir kez daha hazırola geçip kutlama mesajları yayınlıyor, ön sipariş kuyruğuna giriyor, “gurur duyduk” vb. açıklamalar yapıyordu.

“Bu arabanın fabrikası nerede” diyenlere, 
“bunun neresi yerli” diye soranlara, 
“patent başvurusu yapıldı mı” diye merak edenlere, 
“uluslararası rekabet gücü olmayan bir ürünü üretmeye sahiden gerek var mı” deyip milli birlik beraberlik korosuna katılmayanlara ise “vatan haini, terörist, bölücü” damgası vuruluyordu.

Ne oldu o iş hatırlayan var mı peki, nerede yerli otomobil, fabrikanın temellerinin geçen ay atılması gerekiyordu, atılan bir temel var mı, ne zaman başlıyoruz seri üretime?
***

Ve yine çok değil bundan sadece bir ay önce, Suriye’de bu sefer de bahara kalkan olma operasyonu başlatılıyor, binlerce asker İdlib’e hava desteği olmaksızın yığılıyor, misliyle karşılıklar veriliyor, “yansın Suriye, yıkılsın İdlib” naraları atılıyor, Şam’a giriliyor, omuz üzerinde baş bırakılmıyor, Esad’ın kafasına çuval geçiriliyordu. Sonra mı? Sonra kimin yaptığını herkesin bildiği bir hava saldırısında onlarca asker yaşamını yitirecek, çok geçmeden de Moskova’da Rusya’yla masayla oturulacak ve “İdlib mutabakatındaki sınırlarına çekilsin” denilen Suriye devletinin harekât sırasında çok sayıda yerleşim bölgesini tekrar kontrolü altına alması mecburen kabul edilecekti.

Mecburen kabul edilecekti; çünkü güya “dengeli dış politika” adı altında ama tamamen ikbal kaygısıyla, bir zamanlar Suriye’de uçağı düşürülen Rusya’ya öyle bir yanaşılmıştı ki, Putin’e kol öyle bir kaptırılmıştı ki ve İdlib’de öylesine akıldan yoksun, öylesine irrasyonel bir kumar oynanmıştı ki, kabulden başka çare yoktu.
O günden beri İdlib’in akıbetini, oradaki gözlem noktalarını, sınıra yığılan mültecileri, yitip giden yaşamları, Moskova’da ülke tarihinin en büyük diplomatik fiyaskolarından birine imza atılmış olmasını hatırlayan var mı peki?

“Bahar Kalkanı” da tıpkı “Barış Pınarı” ya da “yerli otomobil” gibi, hiç yaşanmamış, hiç olmamışçasına, unutuldu gitti.
***

Geçerken hadi bir de Libya tezkeresini hatırlayalım, sahi alelacele çıkartılan o tezkere ne oldu? Libya deniz komşumuzdu, Doğu Akdeniz’de ulusal çıkarlar adına her türlü adım atılmıştı, Libya’yla anlaşma yapılmıştı ve şimdi de sırada asker göndermek vardı. “Meşru” Trablus hükümeti “darbeci” Hafter güçlerine karşı korunacaktı, sahada da, masada da biz vardık falan…

Nedir Libya’da son durum bilen, anlatan var mı peki? Her şeyin uzmanı ekran demirbaşları konuşuyorlar mı bu mevzuyu şu aralar, koltuk değnekliğinden hiç bıkmayan bir kısım ulusalcı zevattan ses çıkıyor mu konuya dair, nedir son durum, Hafter güçlerinin ilerleyişine, ÖSO çetelerinin “maaşımız ödenmiyor” diye Suriye’ye geri dönüşlerine dair ne düşünüyorlar, ne diyorlar?

***

Osmanlı’yı diriltmek, cihan hâkimiyeti, küresel güç, dünya liderliği falan derken, yukarıda anlatılanların hepsinde de hamaset hakikat duvarına çarptı ve geldik Korona günlerine, geldik ve bir kez daha gördük neyin ne olduğunu.

Günlerdir toplumun çeşitli kesimlerinden gelen “sokağa çıkma yasağı” talebi çok net bir şekilde “önceliğimiz üretim ve ihracat” denilerek reddediliyor; çünkü ekonomi öyle bir halde ki, çünkü ekonomiye şu son 18 yılda tek bir çivi bile çakılmadığı ve paralar betona gömüldüğü için durum öylesine kötü ki, üretimin durdurulması halinde ücretler, maaşlar nasıl verilecek, verilmezse insanlar ne yiyip ne içecek, bunlar bilinmiyor.

Yükü patronlara yüklemeyi zaten reddediyorlar, ama aynı yükü kendilerinin üstlenemeyeceklerini de biliyorlar. Doları bastırmak için Merkez Bankası rezervleri tüketilmiş, bütçe açığını kapatmak için İhtiyat Akçesi Hazine’ye devredilmiş, risk primi yüksek olduğu için ancak yüksek faizle borç bulunabiliyor, milyarlarca dolar geçiş garantili yollara, köprülere, tünellere, yolcu garantili havaalanlarına, yatış garantili hastanelere, yani en ufak bir katma değeri olmayan, istihdam yaratmayan projelere gömülmüş, yani çok net bir şekilde kasada para yok.

Para olmadığı için de eğer üretim durursa ihracat duracak, ihracat durursa zaten turizm gelirlerinden bu sene pek bir şey beklememek gerektiği için ortaya çıkacak döviz sıkıntısıyla birlikte yeni bir kur şoku yaşanacak, bu yaşanan krizi daha da tetikleyecek ve hem kendileri hem ekonomi için çarklar artık döndürülemez noktaya gelecek.
***

Para bulunabilir mi peki? İstenirse elbette ki bulunabilir. Tek sefere mahsus olmak üzere servet ve zenginlikten alınacak bir “salgın vergisi”nden tutun da, gelir ve kurumlar vergisinde yüksek kazançlıların vergi matrahını artırmaya, Hazine garantili projelere ödeme yapmayı durdurmaktan tutun da İşsizlik Fonu’nu kullanmaya, çalışanların, ücretlilerin ve işsizlerin tüm maliyetlerini karşılayacak bir “acil eylem planı” hazırlanıp kolaylıkla yürürlüğe sokulabilir elbette.

Tercih edilir mi peki? 

Edilmez, çünkü şu salgın günlerinde belki de en iyi öğrendiğimiz şey olan “her şey sınıfsaldır” sözü gereğince, iktidarın sınıfsal karakteri bunların hiçbirini yapmasına izin vermez. Tam da bu sınıfsal karakter nedeniyle, yoksullar, çalışanlar, emekçiler “evde kal” çağrısının muhatabı değillerdir ve onlardan beklenen her sabah tıka basa toplu taşım araçlarında işlerine gitmeleri ve sağlıksız koşullarda üretime devam etmeleridir, devam etmelidirler ki çarklar dönmeye ve birileri zenginleşmeye devam edebilsin.

***

Korona günlerinde dünyanın her tarafında “sosyal devlet” bir kez daha tartışılır, konuşulur hale gelirken, bizim payımıza düşen akşamları boş sokaklarda yankılanan ve insana mezarlıktaymış gibi hissettiren dua, sala sesleri ve verilen IBAN numaraları oldu.

Dünyadaki neredeyse bütün devletler, elbette ki sistemi kurtarmak ve toplumsal tepkiyi engellemek adına, doğrudan gelir desteği de dâhil, halkın yaşamını kolaylaştıracak çeşitli uygulamaları hayata geçirirken, bizim payımıza, sanki zaten vergi vermiyormuşuz gibi, sanki karşımızda devlet değil de bir şirket, bir STK varmış gibi, halktan bağış istenmesi ya da kamu bankalarından faizle kredi kullandırılması düştü.

Korona bize bir kez daha iktidara karakteristiğini veren şeyin dincilikle piyasacılığın yıkıcı bir sentezi olduğunu gösterdi. İşe gitmek zorunda olmaktan test kitlerine ulaşmaya, hastanelerde uzun kuyruklarda beklemekten paran yoksa tedavi görememeye kadar, tıpkı her şey gibi salgının da sınıfsal ve politik olduğunu, alt sınıfların payına da bolca dua ve fedakârlık düştüğünü bu süreçte çok açık bir şekilde gördük.

Tam da bu nedenle, dincilikle piyasacılığın bu tahrip edici, yıkıcı sentezinin karşısına hem akla ve bilime dayalı hem de sınıfsal bir siyasetle çıkmamız gerekiyor. Halkçılık, kamuculuk, sosyal adalet, eşitlik gibi kavramların altı doldukça, bu kavramlar siyasal olarak ete kemiğe büründükçe, kitlelerle buluştukça kurtuluş umudumuz artacak, aksi ise bu karanlığın içerisinde sürüklenmeye devam etmek anlamına gelecek.

Fatih Yaşlı / SOL