3 Ocak 2021 Pazar

“Sus Fikri, zamanı mı şimdi…” - Kemal Okuyan / SOL

 

Siyasal alanda “inanç yarıştırılması” -ki bugün çok daha vahim hale gelmiştir, türbandan çok daha önemli, yakıcı bir başlıktır.

Fikri Sağlar bir televizyon programında Türkiye’de siyasal ve kamusal alanın dinselleştirilmesinin vahim bir noktaya geldiğini söyledi ve bundan birkaç yıl öncesine kadar pek çok kişinin dile getirdiği bir kaygıyı paylaştı: Kamu görevlilerinin türban takması, özellikle yargı söz konusu olduğunda ciddi sorunlar taşıyabilirdi.

Biliyoruz ki, türbanlı bir hakimin sakıncalarına işaret eden ilk kişi değildi Fikri Sağlar.

Ancak Türkiye değişmişti, daha doğrusu Türkiye’de siyasi dengeler ve siyasi partilerin laiklikle ilgili hassasiyetleri epey bir değişmişti. En güzelini AKP medyasından bir “kalem” söylüyordu: “Muhalefet edelim derken Türk toplumunun AK Parti döneminde yaşadığı dönüşümü gözden kaçırmayın.” Aslında dönüşüme işaret ederken “sizin partinize de havlu attırdık” imasında bulunuyordu. Ve diyordu ki, “CHP, laikçi kesimdeki İslam karşıtlığı ile daha köklü bir hesaplaşma yapmalı.”

CHP’ye “Yetmez ama evet” ayarıydı bu.

Erdoğan’dan başlayarak AKP’nin bütün ağır topları Sağlar’ın açıklamaları üzerinden CHP’nin “gerçek yüzü”nü ifşa etmeye çalışırken beri tarafta yıllardır AKP’ye üstünlük sağlamanın laikliği gözden çıkararak dincileşmekten geçtiğine ikna olanlar da “sırası mıydı Erdoğan’a bu kozu vermenin” diye Fikri Sağlar’a çıkışıyordu.

Üstüne Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başörtülüleri ile birlikte verdiği görüntü geldi ve tartışma iyice alevlendi. En ilginci, Erdoğan’ın CHP’yi takiyye yapmakla suçlamasıydı. Yıllarca İslamcı bir düzen kurma hedefini gizledikleri için takiyyecilikle itham edilen Milli Görüş kökenliler şimdi CHP’yi muhafazakar toplumsal kesimlere şirin gözükmek için laik özlerini perdelemek, yani takkiye yapmakla eleştiriyordu!

Oysa laikliğin inanç düzeyiyle ya da inanıp inanmamakla bir alakası yoktu. Kimsenin inancını ölçmek işim değil ama Türkiye’de laikliğin temellerini dinamitlemede çok büyük işler başaran 12 Eylül faşist cuntasının bunu İslami saiklerle yapmadığını hatırlatmama lütfen izin verin.

Bu anlamda CHP liderliğinin laik bir konumlanıştan uzaklaşması takiyye filan değildir. Türkiye’de siyasal sistemin laik olabileceğine de, olması gerektiğine de inanmıyorlar. Bu bir siyasal tercih. CHP’nin tabanını da bu fikre alıştırmaya çalışıyorlar ve bir ölçüde başarılı oldular. Kuşkusuz CHP’yi bu yolculukta şu sıralar “Saray rejimi” ile hesaplaşma zamanı olduğu için “laiklik önemlidir” demekte olan liberal ve “Marksist” aydınların yıllarca cesaretlendirdiğini unutmayalım.

Dolayısıyla bir bütün olarak muhalefet Türkiye toplumunu AKP’nin ancak ve ancak onun üç temel silahını elinden alarak yenebileceğine ikna etmeye çalışıyor: Sermaye sınıfına güven ver, emperyalist merkezlerle yakın işbirliği yap, dinselleşmeyi kabullen. Ali Babacan’ın parlatılmasının sırrı buradadır.

Dönelim Sağlar’a sitem edilip “AKP’lilere büyük koz verdin” denmesine… Aşağı yukarı aynı sıralarda Sözcü’nün bir manşetini de diline doladı iktidar ve gazetenin “Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılmasını bir felaket olarak gördüğü”nü iddia etti. Hiç kuşkusuz muhalefet cephesinde yine “sırası mıydı bunun” diyenler olmuştur.

Siz hiç İslamcıların her gün ama her istisnasız her gün bilime, kadına, insana, akla, mantığa açıkça saldıran, olmadık açıklamalar yapan “mahalleli” unsurlara “sırası mıydı” dediğini duydunuz mu? Kimi örneklerde “din düşmanlarının ekmeğine yağ sürüyorsunuz” dedikleri olur ama bunu tadında bırakırlar. Çünkü bu tarz çıkışları bir deneme olarak görür ve uçları öne çıkararak kendilerinin makul olduğu kanaatini yayarlar. En meczup gözüken örneklere bile kol kanat gerip sahip çıkarlar; deyim yerindeyse kimseyi yedirtmezler.

CHP ise “ne güzel gidiyorduk, yapmayın böyle şeyler” noktasında.

Yani iktidarıyla muhalefetiyle laikliği unutturma yarışı sürüyor.

Peki türban konusu bugün Türkiye’de ne kadar önemli?

1990’ların ikinci yarısında tartışma bir anda gündemin merkezine oturduğunda, türbanın bir kaldıraç olarak kullanılacağını, özgürlüklerle, hele hele kadın özgürlüğüyle hiçbir alakasının olamayacağını söylüyorduk. Türban bu anlamda İslamcılar açısından akıllıca bir seçimdi, kafa karıştırıyordu. O zamanlar da insanların kılık kıyafetine karışmanın son derece saçma olduğunu söylüyor ama ekliyorduk: Türban kılık kıyafet konusu değildir.

Aradan yıllar geçti, türbanın bir özgürlük sorunu olduğunu sanan “demokrasi savaşçı”larının yardımıyla kamusal ve siyasal alan dinsel referanslara açıldı, zaten örselenmiş, içi boşalmış laiklik çökertildi. Bugün türban konusu gerçekten önemini yitirmiştir ama sayın Kılıçdaroğlu’nun “hangi devirde yaşıyoruz” derken kastettiği anlamda değil.

Zamanında her tarafından laiklik karşıtı tutum akan Saidi Nursi’ye şapka kanununa muhalefetten soruşturma açılmıştı! Bugün türban konusu benzer bir ayrıntıdır çünkü türban tartışmaları marifetiyle Türkiye toplumundaki laik duyarlılıkta delikler açılmış ve arkası gelmiştir.

Hiç unutmuyorum, yıllar önce AKP’nin malum eleştirilerine “her CHP’li evinden besmeleyle çıkar” türünden bir yanıt verilmişti. Siyasal alanda “inanç yarıştırılması” -ki bugün çok daha vahim hale gelmiştir, türbandan çok daha önemli, yakıcı bir başlıktır. Çünkü bu siyaset dili, toplumun genleriyle oynamakta ve Türkiye’de yalnız aydınlanma açısından değil, derinleştiğini herkesin gördüğü sınıfsal gerilimlerde emekçi halkın çıkarları açısından yaşamsal olan bir tarihsel birikimi tehdit etmektedir.

Bu birikimi korumanın tam sırasıdır.

Kemal Okuyan / SOL

AKP bunu da başardı: Yıllardır kâr eden PTT rekor zarara uğratıldı! - SOL

 

Yıllardır kâr açıklayan PTT bilinçli olarak zarara uğratıldı, rekor zarar açıklandı.

Dört bin şube, bin acenta ve 26 binden fazla çalışanı ile ülke genelinde faaliyet gösteren PTT, 2019 yılında rekor zarar açıkladı.

2017 yılında 641 milyon 900 bin TL, 2018 yılında 215 milyon 700 bin TL kar eden şirket, 2019 yılında 1,2 milyar TL zarar etti.

2019 yılındaki 1,2 milyarlık zararla birlikte PTT’nin 2,75 milyarlık özkaynaklarının yüzde 43,5’i kaybedildi.

Öte yandan PTT tarafından önce ihale edilen sonrasında da çeşitli gerekçelerle fesih edilen işler nedeniyle de kurumun kasasından çıkan 223 milyon 926 bin TL de boşa gitti. Sayıştay raporuna göre 2018 yılında Katılım Bankası kurmak için karar alan PTT tarafından bugüne kadar hiçbir ilerleme kaydedilmediği gibi şirketin kasasından da milyonlarca lira heba edildi.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İzmir Milletvekili ve KİT Komisyonu Grup sözcüsü Atila Sertel, Sayıştay’ın 2019 yılı PTT raporuna ilişkin bazı bulgu ve tespitleri açıkladı.

Zararın 3 Ocak 2020 tarihinde görevden alınan eski Genel Müdür Kenan Bozgeyik dönemini kapsadığını ifade eden Sertel, “Azalan bir eğilim göstermesine rağmen 2017 ve 2018 yıllarında kar eden PTT, 2019 yılında çok büyük miktarda zarar ettirilmiş. Adeta giderayak şirketin kasası boşaltılmış. Önceki yıllarda yaptığımız onca uyarı ve açıklamaya kulak tıkayan AKP iktidarı, 2019 yılında zararın büyüklüğünü görünce Kenan Bozgeyik’i de Ocak ayı başında görevden almış. Kenan Bozgeyik’in görevden alınmasının altında bu zararın, usulsüzlüklerin, yolsuzlukların yattığı çok açık. KİT Komisyonu toplantısında bu zararın tüm ayrıntılarını öğrenip hesabını soracağız” diye konuştu.

Yanlış yönetim, kamu yararı yerine bazı şahıs ve kurumların yararlarının gözetilmesi nedeniyle de çok sayıda işin yarım bırakıldığını ve 224 milyona yakın zarar oluştuğunu da ifade eden  Sertel, katılım bankacılığı kurulması için danışmanlık hizmeti alımı adı altında milyonlarca lira harcandığını ancak kurulamadığı için paraların boşa gittiğini söyledi.  

CHP İzmir Milletvekili Atila Sertel, paraların nasıl heba edildiğine dair Sayıştay raporundaki çarpıcı bilgilerden bazılarını paylaştı:

  • “Yönetim Kurulu Kararı ile katılım bankası kurulması amacıyla doğrudan temin yöntemiyle ‘Ana Bankacılık Sistemi ve Teknoloji Platformu-BOA Sistemi”’ alınmasına karar verilmiş, 19.06.2018 tarihinde 7 milyon ABD Doları bedel üzerinden sözleşme imzalanmış, 2 milyon ABD Doları tutarda peşin ödeme yapılmıştır. Buna karşın denetim tarihi Mart 2020 tarihi itibarıyla PTT A.Ş.’nin Katılım Bankası kurulmasıyla ilgili çalışmalarının bulunmadığı görülmüştür. Böylece 2018 Yılı Sayıştay Denetim Raporunda da değinilen söz konusu iş için 18.10.2018 tarihinde 2 milyon ABD Doları (4,7151 TL ABD Doları kuru üzerinden) ödendiği halde yatırım sonuçlandırılmamıştır. Pttbank temel bankacılık altyapısının iyileştirilmesi çalışmalarında yüklenici kaynaklı yaşanan problemler, zaman planı ve maliyetlerde Şirket aleyhine oluşan durumlar nedeniyle sözleşmenin feshi hususunda çalışmalar yapıldığı görülmüştür.”
  • “Genel Müdürlük Makam Onayı ile 07.03.2019 tarihinde PTT A.Ş.’nin, sermayesinin yüzde 100’üne sahip olduğu bir bağlı ortaklığı ile Pttbank Bilgi Sistemleri Stratejik Dönüşüm Programı Kapsamında olmak üzere sözleşme eki birim fiyat cetveli üzerinden ‘BOA Ana Bankacılık Sistemi İle Bankacılık Süreçleri Geliştirme ve Yazılım Geliştirme/Uyarlama/Entegrasyon Faaliyetleri Danışmanlık Hizmet” sözleşmesi imzalanmıştır. Bugüne kadar 1 milyon 369 bin TL tutarında ödeme yapılmış olup, PTT A.Ş.’nin PTT Bilgi Teknolojileri A.Ş.’ye sözleşmenin feshi ihtar edilmiştir.”
  • “Doğrudan temin yöntemiyle 3 firmadan teklif alınması neticesinde 7 milyon 533 bin TL bedel ile Posta Katılım Bankası Danışmanlık Hizmet Alımı için 11.01.2018 tarihinde sözleşme imzalanmıştır. 12 ayrı hakediş ile toplamda 7 milyon 533 bin TL olmak üzere sözleşme bedelinin tamamı ödenmiştir. Ancak katılım bankası kuruluşu ile ilgili bugüne kadar herhangi bir ilerleme kaydedilmemiştir.”
  • “Doğrudan temin yöntemiyle 1 milyon 176 bin  Avro bedel ile 4 adet Mobilize Deniz Taşıtı (Deniz Postası) hizmet alımı için 06.08.2018 tarihinde 60 ay süreli sözleşme imzalanmıştır. Teslim alınan 1 adet deniz postası aracı 01.08.2019 tarihinde Sirkeci PTT'ye bağlı olarak hizmete başlamıştır. Verimli olmadığı gerekçesiyle 10.09.2019 tarih ve 4887 sayılı Makam Oluruna istinaden 28.09.2019 tarihinde Antalya Başmüdürlüğüne gönderilmiş, hava muhalefeti nedeniyle emniyet açısından balıkçı barınağında karaya çıkarılmış, burada da verimli olmadığı gerekçesiyle 22.01.2020 tarihli ve 335 sayılı Makam Oluru ile tek taraflı olmak üzere sözleşme fesih edilmiştir. Söz konusu yarım kalan deniz postası hizmet alımı işi kapsamında yükleniciye 1 deniz aracı için 2019 Nisan-Ağustos ayları arasında toplamda 144 bin 241 TL ödenmiştir.”
  • “PTT Bilgi Teknolojileri A.Ş. ile 06.06.2018 tarihinde sözleşme eki birim fiyatlar üzerinden sözleşme imzalanmıştır. Proje kapsamında tasnif, tarama, indeksleme, klasörlere yerleştirme ile dijital ortamda üretilen yeni belgelerin sisteme entegrasyonunu içeren yazılım alımına Eylül 2018’de başlanmış, denetim tarihi Mart 2020’ye kadar 30,9 milyon TL’si KDV olmak üzere toplam 201,5 milyon TL ödeme yapılmış. Sonuç olarak; 5 yılda tamamlanması öngörülen söz konusu projenin yaklaşık 200 milyon TL harcandıktan sonra tasfiyesi için işlemler yürütüldüğü görülmüştür."  (SOL)

Yeniden hatırlamak için kısa film önerileri - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

Sevgili dostlarım, insanların genetik kodları olduğu gibi ülkelerin de genetik kodları vardır. 

Örneğin Akdeniz ülkeleri insanları büyük jestlerle, büyük seslerle konuşur, sık sık kucaklaşır, kuzey ülkelerinde insanlar sakindir, yemeklerini sessizce yerler, birbirlerine pek sarılmazlar. 

Bir Çingene topluluğundaysa çalgısız, oyunsuz yemek olmaz. 

Afrika’nın pek çok yerinde dostluk gösterisi mızraklarla birbirlerine dokunmaktır. 

İnsanoğlunun genetik kodları uzun zamanlar içinde değişirse de pek çok şey aynı kalır. Ülkelerin de! Şimdi bu önemli bilgiyi neden veriyorum, çünkü ülkelerin yaşam kodları aynılaşıyor. Çünkü salgınla birlikte dijital dünyaya doğru hızlı bir giriş yaptık. Ve pek çok genetik alışkanlığımıza el konuldu. Şimdilerde dijital dünyanın egemenliği altındayız ve işte tam burada bu dijital dünyayı kendi ülkemizin ana kodlarını yeniden anımsatmak için kullanabiliriz. Tüm genç insanlara ve kendini genç hisseden tüm yaş almışlara bazı önerilerim var. Huyum kurusun, öğrencilerimi, atölye arkadaşlarımı özledim, bu öneriler biraz da bunun için. Elimizde akıllı bir telefon ve sizi seven dostlarınızla söylemek istediğiniz sözleri, kısa bir filmle hemen hayata geçirip dijital kanallarda yayımlayabilirsiniz. Benim aklıma birkaç öneri geldi, birlikte çoğaltalım:

Başlıyoruz:

1. Mekânımız bir okul bahçesi, bir köşede çocuklar kocaman taşlarla santraç oynuyor, bir köşede resim yapıyorlar, bir köşede balerin yürüyüşü yapmaya çalışıyorlar. Müthiş parlak renkler ve bir mutluluk duygusu, sonra içeri giriyoruz, bir kimya laboratuvarı deney yapan öğrenciler, bir başka sınıfta şiir okunuyor. Slogan: Çocuklarımızın için yeni bir yaşam!

2. Sabah vakti, kasketli bir adam seyirciye doğru yürüyor, elinde bir sepet. Kameraya yaklaştığında, duruyor ve elindeki sepetten 

     (Kar yok, bu da züğürt tesellisi)

önce tütün, ardından haşhaş çiçeği, ardından şekerpancarı çıkarıyor ve seyirciye doğru konuşuyor: “Tütününü unuttun, hatırla!” “Haşhaşını unuttun, hatırla!” “Şekerpancarını unuttun, hatırla!” Bunlar yeniden senin olmalı!

3. Görüntüler birbiri ardına akmaya başlıyor. Ören yerleri, nehir kıyıları, doruklarında karlı muhteşem dağlar, kanyonlar. Bu görüntüleri rahatlıkla internet aracılığıyla bulabilirsiniz. Ardından bu kentlerin girişlerindeki neresi olduğunu belirten levhalar birbiri ardından akıyor. Slogan: Bütün kentler bizimdir!

4. Bir adam binanın tepesine çıkmış, kendini attı atacak. Aşağıda insanlar “at, at” diye bağırıyor. Ve birden üç dört kişi fırlayıp adamın bulunduğu yere çıkıyor, sözlerini duymuyoruz ama adamı ikna edip kucaklayarak indiriyorlar. Aynı anda “at, at” diye bağıranlar, utançla başlarını eğip birbirlerine sarılıyorlar. Slogan: Yeniden insan olduğumuzu hatırlamalıyız!

5. Ada. Bisikletli genç kızlar. Kızların bazılarında şort, bazılarının başı bağlı, ama rüzgâra karşı hep birlikte şen şakrak uçar gibiler. Slogan: Özgürlük herkes için!

6. Bir plazanın yukarıdan görünümü. Çalışanlar kafeslere konmuş farelere benziyor. Hepsi aynı hareketleri yapıyor. Esir gibiler. Ve bir süre sonra hepsi birden önlerindeki camları kırmaya başlıyor ve haykırıyorlar: Ben robot değilim, ben insanım! 

7. Bir çukur, çukurda bir asker nereden geldiği belli olmayan bir kurşunla vurulup ölüyor. Ölüm anından sonra “Kestik” diye bir ses duyuluyor ve asker, yanına gelen çekim asistanı kız tarafından çukurdan çıkarılıyor. Sonra mekâna yönetmen ve ekip giriyor, askeri alkışlıyorlar. Slogan: Savaş bir film değildir. 

8. Bir adam çocuk yaşta bir kızın elinden tutmuş yürüyor. Kız gelinlik giymiş, bir duvak yüzünü kapatmış. Yürüyorlar. Birden dört beş kadın onlara yaklaşıyor. İçlerinden biri elinde yapma bir bebek koşarak gelinlikli kızı adamın elinden alıyor. Son sahne, kadın kıza bebeği uzatıyor, kız yüzündeki örtüyü çekerek indiriyor, bebeğe sarılıyor ve seyirciye gülümsüyor. Slogan: Çocuk gelinlerin olmadığı bir dünya yaratabiliriz!

Benim şimdilik aklıma gelenler bunlar, sizlerin kim bilir daha ne parlak önerileri olacaktır. Üşenmeyin, hemen grubunuzu kurup işe koyulun. Bakın yanınızda pek çok gönüllü bulacaksınız. Çünkü sloganımız şu: Film yapmayı sevdiğim için film yapıyorum. 

Şimdi diyeceksiniz ki bunları nerelerde göstereceğiz. İşte kısa filmin faydaları, grev yapan fabrikaların önlerinde, işçi toplantılarında, parti toplantılarında, herhangi bir kahvede bunları gösterebilirsiniz. Bu arada çok şanslısınız, internet sizin! 

 Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

Beklediğimiz o lider - Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

 Tüm dünyanın salgınla altüst olduğu, iktidar kavramının değişime uğradığı bir çağdayız. Ülkemiz dünyaya sadece örnek siyasetçiler sunmakla kalmayacak, geleceğin siyaset anlayışını da temellendirecektir.

Beklediğimiz o lider, kendi çıkarını halkın iyiliğinin önüne koymayacaktır.

Beklediğimiz o lider, uluslararası holdinglerin çıkarını değil, emekçilerin çıkarını düşünecektir.

Beklediğimiz o lider, “yerli ve milli” söylemini sözde bırakmayacak, daima emperyalizme karşı kendi ülkesinin çıkarını gözetecektir.

Beklediğimiz o lider, yolsuzlukların üzerinin örtülmesine izin vermeyecek, halkın tek kuruşunu sahtekârlara yedirmeyecektir.

Beklediğimiz o lider, vaktini ve enerjisini, ilerleme adına gerçekleştirdiği projeleriyle gösterecek, dünyadaki diğer liderleri geride bırakacaktır.

Beklediğimiz o lider, sloganvari ifadelerle hamasete başvurmayacak, yaptıklarıyla dünyanın her yerinde takdir edilecektir.

Beklediğimiz o lider, toplumu kutuplaştırıcı değil, birleştirici olacaktır.

Beklediğimiz o lider, iktidarını sosyal medyadan, TV’lerden savurduğu siyasi polemiklerle değil, adil yönetimiyle ortaya koyacaktır.

Beklediğimiz o lider, kendi içinden çıktığı milleti açlık ve işsizliğe mahkûm etmeyecek, yeni iş alanları açacaktır.

Beklediğimiz o lider, gericiliğin değil, aydınlanmanın neferi olacaktır.

Beklediğimiz o lider, felaketleri “fıtrat, kader” diyerek geçiştirmeyecek, akılcı çözümler için bilim insanlarına ve uzmanlara kulak verecektir. 

Beklediğimiz o lider, tarikat ve cemaatlerin devlet içinde örgütlenmesine izin vermeyecek, laiklikten ödün vermeyecektir.

Beklediğimiz o lider, kadın ile erkeğin eşit olmadığını asla dile getirmeyecek, kadın haklarını savunacaktır. 

Beklediğimiz o lider, adaleti sadece yandaşları için değil, tüm vatandaşlar için isteyecektir. 

Beklediğimiz o lider, devlet yönetiminde dinsel değil, bilimsel yöntemleri esas alacaktır.

Beklediğimiz o lider, çağdışı uygulamaları desteklemeyecek, vizyon sahibi olarak ülkeyi çağdaş uygarlık seviyesiye taşıyacaktır. 

Beklediğimiz o lider, kininin peşinde bir nesil değil, ilminin peşinde bir nesil isteyecektir.

Beklediğimiz o lider, yasaları ve anayasayı çiğnemeyecek, çiğneyenlere karşı duracaktır.

Beklediğimiz o lider, sözleriyle nefret saçmayacak, sevgi ve saygı yayacaktır. 

Beklediğimiz o lider, padişahlık ve halifelik özentilerini reddedecek, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyecektir!

***

AKP’li Cumhurbaşkanı “beklediğimiz o sanatçı” diyerek sanatçı tarifi yapınca, benim de aklıma gönlümüzden geçen lidere dair yukarıdaki satırlar geldi. 

Ama sonuçta yazdığımı okuyan herkesin hemen anlayacağı gibi bu ülke, o lideri yaklaşık 100 yıl önce tanıdı ve hiç unutmadı. 

Beklediğimiz lider, bu ülkenin kurucu lideriydi. Tarihte eşi görülmemiş bir mucizeyi azmi, aklı ve halka duyduğu güvenle gerçekleştirdi. Şimdi o güveni boşa çıkarmamak gerek. 

Artık Godot’yu bekler gibi o lideri yeniden beklememek gerek. Bir daha gelmeyecek olanın yolunu gözlememek gerek. 

Toplum olarak silkinmek gerek. Toplumun ilerici kesimleri olarak bir araya gelmek gerek. Çünkü aydınlanmaya sahip çıkmak gerek. 

İnsanların açlık ve işsizlikten intihar ettiği bu ülkede, toplumsal muhalefeti güçlendirmek gerek. 2021’de artık haklarımızı demokratik yollarla almak için daha iyi örgütlenmek gerek. 

Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti için yılmadan mücadele etmek gerek. Gericilik, yoksulluk ve yolsuzluk cenderesinden kurtulmak gerek.  

Bunun için umudu yeşertmek gerek. 

Onurlu yaşamak için direnmek gerek!

Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

2 Ocak 2021 Cumartesi

Dincilik tam budur: Cüppeli'nin damadına kadınlar tenis turnuvası organizasyonu - Erk Acarer / BİRGÜN

‘Cübbeli’nin damadının ‘ihale haberlerine’ erişim yasağı geldi. Adstation Reklam’ın, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile 2019’da imzaladığı 1 milyon 872 bin TL’lik ihaleye ilişkin haberler kaldırıldı. 

Ancak bunun dışında da ihaleler olduğu ortaya çıktı. Kamuyu bilgilendirelim. Değeri 14.4 milyon olan toplam 6 ihale var. Afişe, finiş düzenlemesine, milyonlar savrulmuş. Bunlar da kaldırılmadan okuyun!

İfade Özgürlüğü Derneği, (“İFOD”) kamuoyunda ‘Cübbeli Ahmet Hoca’ olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’nün damadı ile ilgili 210 haberin, Erişim Sağlayıcıları Birliği’nin 25 Aralık 2020 tarih ve 2020/239 sayılı kararı ile erişime engellendiğini duyurdu. 

Erişim engeline konu olan ‘2 kaynak haber’ var.

İlki, Cüppeli Ahmet’in damadı Bolulu Esat Palazoğlu’nun 3 Nisan 2019’da, İstanbul İBB ile imzaladığı ihaleye ilişkin. ‘İstanbul Yarı Maratonu’ organizasyonu için İBB iştiraklerinden ‘Spor İstanbul’ tarafından düzenlenen ihale, Ünlü’nün damadının şirketine verilmişti.

2 kısımdan oluşan ve toplam 3 milyon 596 bin 626 lira olarak belirlenen ihalenin, 1 milyon 872 bin TL’si, maratondan 4 gün önce yapılan anlaşma ile Cübbeli Ahmet’in damadının şirketi olan Adstation Reklam’a verildi. Aynı günlerde, AKP, Ekrem İmamoğlu’nun kazandığı seçimi tekrarlatmak istiyordu.

İHALE VE SİLAH

2018’e ait ikinci haber, yine damadın marifetleri ile ilgili. Esat Palazoğlu ve abisi Muhittin Palazoğlu tatil için gittikleri memleketleri Bolu’da, ormanlık alanda otomatik tüfekler ile atış yapıp, sosyal medyada onlarca silah ve mermi fotoğraflarını paylaşmışlardı. Aslında ‘ihaleler’ gibi silahlar da AKP iktidarının alameti farikalarından. Düzeni sürdürmek için arada silah ile mesaj vermek adet oldu.

NASIL PALAZLANDILAR?

Palazoğlu kardeşler, aldıkları Karacasu Orman İşletmesi’nin ihalesi ve Bolu kent merkezinde bir anda sahip oldukları servet değerindeki 4 bina ile de sık sık gündeme gelmişlerdi. Kardeşlerin İngiltere’de büyük yatırımları olduğu ve İngiliz vatandaşlıklarının bulunduğu da sık sık konuşuluyor.

YASAK GELMEDEN OKUYUN: 2 YILDA 14.4 MİLYONLUK VURGUN

Biz ‘İstanbul ihalelerine’ dönelim. İBB ile imzalanan anlaşmaları eksik bırakmayalım. Aslında 1 ihale yok. Değeri 14.4 milyonu bulan toplam 6 ihale var. Adstation Reklam, İBB ile 2019’daki 1 milyon 872 bin TL’lik ihaleden başka şu anlaşmaları imzalamış, sıralayalım.

AFİŞE GİDEN PARA KAMUNUN CEBİNDEN: 7 MİLYON 828 BİN

2018’de muhtelif ‘İstanbul maratonu’ organizasyonlarıdaki start ve finiş notalarının hazırlanmasından 676 bin TL kazanç elde etmiş. 2019’da yine muhtelif ‘gençlik ve spor’ faaliyetleri kapsamında teknik kiralama, vinil, afiş, kitap tasarımı, yemek ve fuar ‘hizmetlerinden’ tam 7 milyon 828 bin TL kazanmış.

KADINLAR LALE TENİS TURNUVASI

İBB, Cübbeli’nin damadının sahip olduğu Adstation Reklam’a 2018 ‘Çocuk Maratonu’ için 1 milyon 400 bin TL ödemiş. 2018’deki ‘İstanbul Yarı Maratonu’ için ise 1 milyon 957 bin TL aktarılmış. Adstation Reklam, 2019 yılındaki ‘Kadınlar Lale Kupası’ organizasyonunu ise 637 bin TL bedelle üstlenmiş.

DİN SATMANIN TANIMI NEDİR?

Damat, ‘kadın tenis turnuvası’ ihalesi alırken, kayınpeder Cübbeli Ahmet aynı tarihlerde verdiği 2 vaazdan birinde, “Kadınların tesettüre riayet etmediği bir memlekette yaşıyoruz. Başı açık, bacağı açık, kolu açık. Maalesef ‘Müslümanım’ diyenlerin bir çoğu da ‘Ne var bunda’ diyor” ifadelerini kullanıyordu.

Diğerinde ise “Kadının saçının bir teli görünse bile 70 sene yanacak” diyordu. İşte tam olarak günümüzün görünümü ve Saray rejiminin yarattığı iklim budur. Din satarak, yol açmak. Tüccarlık yaparken ise söylediğini, anlattığını, kendini bile inkar edebilecek kadar riyakar olmak.

Erk Acarer / BİRGÜN

Allah da seni güldürsün Fahrettin! - Miyase İlknur / CUMHURİYET

Yılın son günü gazeteye gitmeye hazırlanırken annem, “Akşama programın var mı” diye sordu. Oflayıp puflayarak “Ayy anne bu pandemide ne programı ya?.. Sadece Aykut’la Ali Abi’ye (Ali Sirmen) bir yarım saatliğine uğrayacağız o kadar. Zaten bu sıkıntılı günlerde canımız burnumuzda...” diye çıkışmıştım ki kapı çalındı. Açtım, PTT görevlisi genç bir kızcağız bir tebligat uzattı. İmzayı atıp aldım. Açıp okuduğumda kahkahayı patlattım. Gülmekten gözümden yaşlar geldi. Annem ve bakıcısı, uzunca bir süreden beri evde böyle kahkaha duymadıklarından arka arkaya “Hayırlı bir haber mi” diye sordular. “Yok yok, hakkımda dava açılmış da onun tebligatı” deyince üzüntüden kafayı yediğimi ve bu nedenle kahkaha attığımı düşenerek kaygılandılar.

Valla tebligattaki dava konusuna bakınca, ortada bir kafayı yeme durumu olduğu kesin de, kafayı yiyenin kim olduğunu burada yazıp yeni bir dava açılmasını istemem. Hayır, korktuğumdan değil, hukuk bürosundaki avukat arkadaşların o mahkemeden bu mahkemeye koşuşturmalarına üzüldüğümden.

Meslekte 40 yılı doldurmaya 4 yıl kaldı ve bu uzun yıllar içinde hakkımızda her gazeteci gibi pek çok dava açıldı. AKP iktidarına kadar açılan dava sayısı 5 ya da 6 iken AKP’nin son yıllarında bir yılda açılan dava sayısı bile bu oranı geçti. Ama itiraf etmeliyim ki bugüne kadar açılan davalar içinde en komiği buydu. Basın literatürüne geçecek türden hem de...

Şimdi gelelim yılın son gününde kahkahalar atmamıza vesile olan dava konusuna...

3 Aralık 2020 günü Halk TV’de Ayşenur Arslan’ın “Medya Mahallesi” programına konuk olduk. Arslan, ilk olarak Saray’ın İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un evinin adresi verildiği ve terör örgütlerine hedef gösterildiği iddiasıyla gazetemiz aleyhine açtığı davanın sonucunu sordu. Davanın sürdüğünü, Terörle Mücadele Yasası’ndan üç arkadaşımızın yargılandığını belirttikten sonra devam ediyoruz:

Şimdi şöyle bir şey olabilir mi? Bir devlet memuru gelsin Boğaz Köprüsü’nün üstünde, manzarası güzel diye ev yapsın; yapabilir mi? Adam Boğaz Köprüsü’nün üstünde yaptı...

Bu absürt örneğin devamını şöyle getirecektik: “Şimdi Boğaz Köprüsü’nün üzerinde ev yapan memurun adresi belli olur ve teröre hedef gösterilir diye biz bunu haber yapmayacak mıyız?

Ama o arada Ayşenur Arslan araya girerek “Haberde adres verdiniz mi?” diye kesince, “Biz büyükşehir belediyesinin yıkım kararını koyduk, yıkım kararını koyunca, zaten orada görülüyor” dedik.

Ayrıca ironi yaptığımız Boğaz Köprüsü üzerinde ev yapma örneğinde Altun’un adını vermeyip “bir devlet memuru” diyoruz. Ne yani, koca devletin tek memuru sen misin kardeşim?

Zurnanın zırt dediği yer

İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un avukatları hemen İstanbul Anadolu Nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesi’ne koşup “Miyase İlknur, müvekkilimiz Altun’un Boğaz Köprüsü üzerine ev yaptığını söyledi. Bizim müvekkilimizin Boğaz Köprüsü üzerinde bir evi bulunmamaktadır. İlknur’a, müvekkilimize iftira attığı için 100 bin TL tazminat davası açılsın” diye suç duyurusunda bulunmuşlar. Peki, ya Boğaz Köprüsü yerine uzayda ev yapma örneği versek ne olacaktı? “Müvekkilimizin uzayda evi yoktur, o nedenle iftiraya uğramıştır” diye açacaklardı davayı herhalde.

Savcılık da “ya gidin işinize” demeyip davayı açıyor. Savcılara bir diyeceğimiz yok. Bu devr-i iktidarda isterlerse açmasınlar. 

Anlamadığım, Cumhurbaşkanı kadar olmasa da ondan sonra en kudretli şahıs olarak istediği davayı açtırabilen Altun, niye 100 bin TL istemiş ki?.. Hazır bu kadar muktedirken 1 milyon TL açıverseydi bari. Malum yönetim kurulu üyesi bulunduğu dört ayrı kuruluştan dört maaş alıyorlar karıkoca. Bunları hayır hasenat için harcadıklarını söylüyorlar ya, hani bizim de çorbada tuzumuz bulunsun isterdik. 

İletişimciliği de berbat

Ayrıca İletişim Başkanlığı gibi iddialı bir görevde bulunup da bizzat kendisiyle ilgili bir adli vakayı bu kadar kötü yürüten biri olabilir ancak. Dava açmasa, gazeteye ilan cezaları vermese olay sadece o gün konuşulup unutulacaktı. Ama kendisi olayı o kadar büyüttü ki artık “pergola” denince Altun, Altun denince de “pergola” akla gelecek. 

Ha, az daha unutuyordum. Hafta içinde Altun’un bir PR çalışması daha vardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile eşi Emine Erdoğan’ın sahiplendikleri “Leblebi” isimli köpekle uğurlanma resimleri servis edildi basına. Bu da acemi bir PR’cılık örneği. Ayol zaten evi de işyeri de Saray değil mi Erdoğan’ın? Nereye uğurluyorlar? Eline bir de sefertası tutuştursaydınız bari...

Köpek de sahiplerine pek bir yabancı. Yüzlerine bile bakmıyor. Halbuki köpek besleyenler iyi bilir ki köpekler sahiplerini uğurlarken bedenlerine temas eder ya da arkalarından gitmek ister. En azından yüzüne bakar. Leblebicik belli ki belediyenin barınağından, Saray’ın barınağına terfi etmiş sadece.

Neyse yılın son gününde bizi çok güldürdün, Allah da seni güldürsün!..

 Miyase İlknur / CUMHURİYET

Kutsal eleştiri - Orhan Gökdemir / SOL

 Yıkılmış cumhuriyetin, tepelenmiş laikliğin toplumda yarattığı habis urlardır bunlar. Cumhuriyet yoksa yobaz kural koymaya, yasa yapmaya kalkar. Bugün çoluk çocuğa dadanır, yarın kadını aşağılar...

“Tuhafazakar Süslümanlığın Ekonomi Politiği” dört yıl önce soL’da yayımlanan bir yazımın başlığı. 

Yazı hakkında, yazıda adı geçen “din adamı”nın şikâyeti üzerine dava açıldı. 

İstanbul 45. Asliye Ceza Mahkemesi hakkımda 2900 lira para cezasına karar verdi. Ayrı bir başvurusu ile de yazıya erişim engellendi. 

Hâlâ engelli.

Ceza temyize imkân vermiyordu. Ama önemli olan cezanın miktarı değildi zaten. Önemli olan bir “din adamı”nın yazıya konu sözünün aklanmış, bizim o söze tepkimizin ise mahkûm edilmiş olmasıydı. 

O “üç yaşındaki çocuklarla evlenilebilir, dinimiz buna cevaz veriyor” diyordu. Ben ise bu sözün ancak bir pedofil tarafından sarf edilebileceğini söylüyordum. Duruşmada da söyledik; laik cumhuriyetin ölüsü gömülmemişse ve anayasası tamamıyla ortadan kaldırılmamışsa, bebeleri yatağa atma önerisi düşünce özgürlüğü sayılamaz. Bu sapkınlığa itiraz, ne kadar sert ve ağır olursa olsun mahkûm edilemez. Davacı vekili ise müvekkilinin söylediğinin kaynağının kutsal kitap olduğunu, dolayısıyla tartışılamayacağını ileri sürdü. Mahkeme kararı ile bu iddiaya katıldı. Davanın esası budur. 

Avukat arkadaşlarım Özgür Murat Büyük ve Özge Demir’le birlikte kararı imkân varsa Anayasa Mahkemesi’ne taşımaya karar verdik. AYM, 29 Kasım 2017’de yapılan başvuruyu 30 Eylül 2020 tarihinde karara bağladı, gerekçeli karar 29 Aralık'ta tarafımıza tebliğ edildi. AYM, “Tuhafazakar Süslümanlığın Ekonomi Politiği” başlıklı yazıyı mahkûm eden mahkeme kararıyla "Anayasa’nın 26. ve 28. maddelerinde güvence altına alınan ifade ve basın özgürlüklerinin ihlal edildiğine" hükmetti, ilgili mahkemeden ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yargılamayı yeniden yapmasını istedi. Yani kararıyla bir anlamda laik cumhuriyetin ve anayasasının kör-topal da yürüse hâlâ yürürlükte olduğunu ilgili taraflara hatırlatmış oldu.

AYM'nin gerekçeli kararında şu değerlendirme yapılıyor: "Başvurucunun müşteki hakkında kullandığı ve ergenlik çağına girmemiş çocuklara karşı cinsel ilgi duyan ve psikolojik sorunları olan kimse olarak tanımlanan pedofil kelimesinin değer yargısı içeren son derece incitici, sert ve ağır bir ifade olduğu noktasında bir kuşku bulunmamaktadır. Bununla birlikte ifade özgürlüğü, ifadenin gerçek veya duygusal olup olmadığına ve başkalarının onu yararlı veya zararlı, değerli veya değersiz olarak değerlendirmesine bakılmaksızın ifadeyi korur. İfadenin polemik içermesi veya kırıcı olması bile onu koruma kapsamından mahrum etmez."

Bu durumda "Kamuoyunu yakından ilgilendiren herhangi bir iddia hangi oranda kesin, katı ve dolaysız ise iddia sahibine yöneltilen eleştirilere de aynı oranda katlanma yükümlülüğü olmalıdır." Yani kutsalın arkasına saklanmak, bizimki gibi yozlaşmış, çürümüş bir düzende bile imkansızdır. Bunun imkân haline gelmesi için laik cumhuriyetin ölüsünü kaldırmak ve anayasasını bütünüyle geçersiz ilan etmek gerekir. Gücü olan böyle yapar, olmayan eleştirilere katlanır. Karardır!

***

Pedofil, “paid-pedo” çocuk ve “düşkünlük-sapma” philia-fil sözcüklerinin birleşmesinden oluşuyor. Ergen veya henüz ergen olmamış çocuklara duyulan cinsel eğilim demek. Halk diliyle sübyancılık. 18 yaşın altındaki çocuklara duyulan cinsel eğilime dikkat çekiyor bilim. Dünya üzerinde bilinen en ağır ve kabul edilemez suçtan söz ediyor hukuk.

Ama dinin arkasına saklanan birtakım “din adamları” laik cumhuriyetin tepelenmesinden cesaret alarak 5-6 yaşa indirdi çocuklara dadanma sınırını. Sonra aralarından başka bir “din adamı” başını uzatıp “bir yaş da olabilir” dedi. Olabilir tabii; ölçü, ahlak, akıl, izan ortadan kalktı mı embriyo ana rahmine düşmüşse tamam. 

Bebeleri yatağa atma önerisinin gerisi de var. Çalışan kadınlar fuhşa hazırlık yapan sürece destek oluyor misal, üç yaşında kız çocukları amcalarının yanına külotla çıkamıyor, kadınların dayak yedikleri için sabaha kadar şükretmeleri gerekiyor... Geçenlerde Diyanet Başkanı da zikretti, bu kafanın kadınlara biçtiği tek “kariyer” eve kapanıp yobaza çocuk doğurmak. Kadınlar cariye, doğurdukları ganimet! Nedir bu “din adamlarının” böylesine ağır sapkınlıkları uluorta zikretmelerinin dayanağı. Kutsal kitap yasaklamamışmış. O halde? Her şey mümkün, her şey serbest!

Bunları yargı düşünce özgürlüğü saydıktan sonra nasıl toparlayacaksın? Yobazın kadınları ve çocukları hedef almasını meşrulaştırıyorsun. Gidip o tarikatta, bu yurtta, şu kursta kendisine teslim edilen çocuğa dadanıyor haliyle o da. Yasa ve yasak yok nasıl olsa.

Söyledik, tekrarlayalım; Kutsal kitaptan hukuk türetmeye kalktın mı böyle sapkınlaşırsın. Yani “pedofili” durumu karşılayan bir sözcük değil. Bireysel bir hastalık değil çünkü karşımızdaki. Suçlarına kutsallık atfeden eli kolu uzun, kamu kaynakları ile beslenen gerici bir şebeke söz konusu daha çok.

***

O zaman yapılması gereken belli. Bu tür utanç verici “inançları” olanları konuşturmayacaksın, çocuklara erişmesine engel olacaksın. Görev devletin, yargının, toplumun. Hiçbiri üstlenmiyorsa bizim. 

Aklı evvel din adamı diyor ki topluma, “Bana 6. yüzyıldan mesaj geldi. Çocuklarla yaşı ne olursa olsun evlenebilirsin. Ancak sen istersen ağına düşürdüğün çocukla yatma, büyümesini bekle.” Bekleyeceği ne? Çocuğun dokuz yaşına ulaşması…
Sonucu şu: Çocuk istismarı konusunda ülkemiz dünyada üçüncü sırada. Türkiye Psikiyatri Derneği, ülkemizde istismara uğramış çocuk oranını yüzde 33 olarak tespit etti ki, her üç çocuktan biri saldırının hedefi oluyor demek bu. Tablo bu kadar ağır.

Yıkılmış cumhuriyetin, tepelenmiş laikliğin toplumda yarattığı habis urlardır bunlar. Cumhuriyet yoksa yobaz kural koymaya, yasa yapmaya kalkar. Bugün çoluk çocuğa dadanır, yarın kadını aşağılar, öbür gün yediğine içtiğine karışır. Becerirse namaz kılmadı, oruç tutmadı diye insan boğazlamaya gelir sıra.

Öyleyse, nereden ve nasıl gelirse gelsin, hangi otoriteden, kutsallıktan feyz alırsa alsın engel olacaksın, karşı duracaksın, hesap soracaksın yobazlığa. Diyelim ki bu işlere kutsal metinleri cevaz veriyor, yırtıp atacaksın o metinleri. İnsanlığın gereği ve görevidir bu.

***

Kutsal kitaptan hukuk türetmeye kalktın mı çocukları da kadınları da cinsel bir objeymiş gibi anlatmaya başlarsın. Ahlakı açıkta kalır kutsalının. Laikliği tepeledin mi bıraktığı boşlukta tarih öncesi yaratıklar ürer, kimi çocuklara dadanır, kimi üflenmiş terlik, yanmayan kefen satar.

Peki ne yapacağız? Diyelim ki bizi mahkûm etti düzen, susup oturacak mıyız? 

“Muhafazakâr tuhafazakara, müslüman süslümana dönüşüyor büyük bir hızla. Hayat yeniyor gericinin toplum tasavvurunu; tesettürünü, türbanını, terliğini piyasanın sihirli elleriyle eğip büküyor. Elde kalan cahil bir diktatör ile onun sisteme yaydığı karanlıktan ibaret. Aydınlığı çoğalttığımızda o karanlık da dağılmaya mahkûmdur!”

Yargılanan ve sonunda aklanan “Tuhafazakar Süslümanlığın Ekonomi Politiği” başlıklı yazı bu sözlerle kapanıyordu. Hâlâ aynı yerdeyiz, aydınlığı çoğalttığımızda bu karanlık dağılmaya mahkumdur…

Orhan Gökdemir / SOL

1 Ocak 2021 Cuma

“Şirket Devlet” ve “Saray Devleti” - Korkut Boratav / SOL

Türkiye’de işgücü istihdam edenler (işverenler) “kendiliğinden bir sınıf”olarak elbette vardır. Ama sınıf (“burjuvazi”) bilincinden, kimliğinden yoksun bir kalabalıktır; yığındır, o kadar… 

2020 sonunda, Türkiye kamu maliyesi, “Şirket Devlet” veya “Saray Devleti” diyebileceğimiz bir dönüşüme uğradı.

Süreci, iki meslektaşımın (Ahmet Haşim Köse ve Oğuz Oyan’ın) katkılarından hareket ederek tartışmak istiyorum.

Devlet bütçesinin iki işlevi

Ahmet Haşim Köse, “Şirket Devletin Mali Krizine Doğru” başlıklı yazısında (Gazete Duvar, 25 Aralık 2020) kapitalist sistemde devlet bütçesinin iki kritik işlevi açısından AKP iktidarınıdeğerlendiriyor.

Birinci işlev, burjuva demokrasilerinin yerleşmiş “bütçe hakkı” ilkesinden kaynaklanır: Siyasal iktidarın vergi toplama ve harcama kararları halkın temsilcileri (parlamento) tarafından görüşülmeli; uygulanması da denetlenmelidir. Bütçe o zaman meşrulaşır. “Bütçe hakkı” gerçekleşir.

AKP iktidarı bu işlevi, 2017 anayasa değişikliği ve uygulamaları ile zedelemiştir. Saray’ca hazırlanan bütçe tasarısının reddedilmesi dahi hükümeti etkilemez; bir önceki yılın bütçesi (kabaca) enflasyon oranlarına göre ayarlanır; yürürlüğe girer.

Örneğin, 2020’de salgın ortamında gündeme gelen ek harcama önerileri, bir ek bütçe ile değil; “torba yasalar”a yedirilerek meclise getirilmiş; ödenek toplamları belirsiz kalmış; “bütçe hakkı” çiğnenmiştir.

İkinci işlev ise, devlet bütçesinin sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamasıdır.

AKP iktidarı sermaye birikiminin sürekliliği işlevini 2002 sonrasında yerine getirdi mi? Ahmet Haşim Köse’ye göre AKP, bu işlevi o tarihte uygulanmakta olan neoliberal programı da devralarak yerine getirmeyi üstlendi.Nasıl? Neoliberalizmin, kamumaliyesine yüklediği kritik görev olanenflasyon hedeflemesi programını benimseyip uygulayarak…

Bu program, ulusal paraları ile dışarıdan borçlanamayan ülkelerde devlet borçlarının ödenebilirliğini sağlar. Ana kural, devlet bütçesinin her yıl faiz dışı fazla vermesidir. Bu kural, devlet borcunun millî gelire oranı düşer; kamu borçlarından kaynaklanan krizler önlenir.

Köse, yazısında, bu açıdan kritik gösterge olan iç ve dış toplam devlet borçlarının AKP dönemindeki seyrini (dolar cinsinden) izliyor. İç borçların da dolar cinsinden hesaplaması doğrudur; zira, TL ile ihraç edilen devlet tahvilleri dahi, uluslararası finans sermayesine bir yatırımaracı olarak sunulmuştur.

Ahmet Haşim 2003-2020 arasında toplam devlet borçlarının 190 milyar dolardan 273 milyar dolara çıktığını; dolarlı millî gelirdeki (GSYH’da) payının ise 19 puan (%60,5 →%41,5’e) gerilediğini hesaplıyor.

Bu gelişme sermaye birikiminin sürekliliğini de sağlamıştır. Uluslararası finans kapital bakımından “çevre” ekonomilerinin güvenilir bir yatırım alanı olması için devlet borcu / GSYH oranının (kabaca) %50’yi aşmaması aranır. Türkiye ekonomisi, AKP yıllarında bu koşulu gerçekleştirmiştir.

Bu güvencenin de katkısıylaTürkiye’ye yabancı sermaye girişleri artmış; on yıl boyunca yüksekçe bir büyüme temposu gerçekleşmiştir. Böylece Türkiye’de emperyalizme bağımlı bir yapı içinde sermaye birikiminin sürdürülmesi sağlanmıştır.

Devletin malî krizi: Nasıl oluştu?

AKP dönemi, aynı zamanda, Ahmet Haşim Köse’nin ifadesiyle,“devletin şirketleşmesi” yıllarıdır. Aktarıyorum: “Devletin şirketleşmesine yönelik önde gelen düzenlemeleri sıralayalım: Türkiye Varlık Fonu, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, Cumhurbaşkanlığına tanınan şirket kurma yetkisi (2018) ve Kamu Özel İşbirlikleri…”

Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) düzenlemelerinde devletin alt-yapı, sağlık ve enerji alanlarındakiyatırımlarıbütçe dışına taşınır; sonraki yıllarda merkezî bütçenin cari kalemleri içine dağıtılır. Nasıl? Yatırımcı inşaat şirketlerine verilen,döviz kurlarına bağlı ciro garantileri ile…

2002 sonrasında devlet borç oranlarını aşağı çeken belirleyici bir “operasyon”, Köse’nin yazısında yer almıyor: 1980 sonrasında astronomik boyutlara ulaşan özelleştirmeleri kastediyorum. Sadece devlet işletmelerinin değil; arsa, arazi, orman olarak sınırsız kamu varlıklarının kapkaççı sermaye çevrelerine satılması; bedellerinin bütçeye aktarılması…

Bu birikim biçimini sürdürmek güçleşecek; 2018’de ekonomiyi bugünkü tıkanma noktasına getirecektir. Köse’nin ifadesiyle “özel sermayenin dışarıdan borçlanmasınınbaskılandığı bu eşikte devletin borçlanma zorunluluğu artacaktır. Bu zorunluluk devletin 'mali krizinin' bir ön sinyalidir.”

“Devletin malî krizi”ne yol açan temel bir etken, özel sermayenin dış borçlarının “kamulaştırılması”; yani, devletçe üstlenilmesidir. Köse, bu tespiti yapıyor; ama kritik göstergeyi kullanmadan… Ben değineyim: Mart 2020’ye kadar özel sektörün dış borç ödemeleri; devletin dış borçlanması fazlasıyla artırılarak mümkün olmuştur. (Bk. Boratav, “Dış Borçlar ve Kamu Stoku”, Sol Portal,17 Eylül 2020).

Kasım 2020’de “devletin malî krizi”, döviz krizi ile bütünleşecek; Albayrak görevden alınacak; neoliberal “malî disiplin” devreyegirecektir. Saray engellemezse…

“Saray devleti” nasıl yapılandı?

 Arkadaşımız Oğuz Oyan, yeni anayasanın devlet yapılanmasına getirdiği yeniliklerin dökümünü izlemektedir. Sol Portal’de yayımlanan (15 ve 22 Aralık, 2020 tarihli) iki yazısında da (“İktidarın Maliyeti Yükseliyor”), bu dönüşümün patolojik uzantılarını inceliyor.

Geleneksel bakanlıklardan sadece sekizi süregelmektedir.Onların dışında sayıları sürekli değişen politika kurulları, başkanlıklar, ofislerden oluşan bir liste… Bu listeyi dolduran çok sayıda “üst kademe kamu yöneticisi” ve danışman…

Oyan, Anayasa’nın 104/9 maddesine göre çıkarılan KHK’lara, çeşitli Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine göre bu insanlara uygulanan “düzeni” açıklıyor: “Binlerce üst düzey kadronun atanması, görev süreleri ve görevden alınmaları; ücret ve emeklilik hakları Cumhurbaşkanı kararı veya onayı ile belirleniyor. Bunların kişiye göre farklılaştırılabilmesi inanılmaz keyfiliklere kapı aralıyor… Çifte görevlerden üçüncü-dördüncü, hatta beşinci maaşlar/hakkı huzurlar… ”

Oğuz Oyan, öncelikle bu yapılanmanın siyasal uzantılarıyla ilgileniyor: Bir yandan “bu kadrolardakilerin hepsi, haliyle, Cumhurbaşkanının gözünün içine bakıyor.” Öte yandan “rejim sıkıştıkça bunların sadakatini korumanın rayici de giderek yükseliyor.”

Bir de “çeperde” yer alanlar var.Oyan, “çeperdekilerin, bugünkü rejimin son bulmasından en az tepedekiler kadar kaygı duymasının sağlanması gerekiyor” tespiti ile yetiniyor; bunların dökümünü yapmıyor. Kimdir çeperdekiler? Artık bir “parti” olup olmadığı şüpheli olan AKP’nin kadroları? Milletvekilleri? Pelikan grubu gibi karanlıkyapılanmalar? Bürokrasiyeyerleşmiş militanlar?Bu soruları yanıtlamaya bugünlerde Barış Pehlivan / Terkoğlu kardeşlerimiz ve meslektaşları cansiperane çalışıyor.Yarının edebiyatçılarını da bekleyeceğiz.

Oyan’ın siyasal çıkarsamaları acımasızdır: “Böyle bir düzende iktidar partisi sıradan sistem partileriyle özdeşleştirilemez… İktidarı bırakmamaya mecbur olan bir iktidar biçiminin…hesabı ödemeden masayı terketmesine izin vermemek gerekir. Böyle bir siyasi hareketin seçimlerin sonucuna bağlı olarak sorun çıkarmadan iktidardan uzaklaşabilme olasılığı da [zayıftır].”

Burjuvazi nerede?

Oğuz Oyan’ın yazısı,bu iktidarın “sistemin egemeni sermaye kesimleriyle başka türden ilişki ağlarına da ihtiyaç duyduğunu” belirtiyor. Kısaca da adını koyuyor: “Sermayeye sürekli olarak varlık/değer aktarımları üzerinden işleyen bir talan düzeni…”

İyi ama, hangi sermaye? Bu tür bir “talan düzeni”, sistemin egemen sınıfı olduğu kabul edilen burjuvazinin tümünü kapsayabilir mi? Yanıtını 24 Aralık 2020 tarihli Türkiye basınında yer alan ikihaber başlığında arayabiliriz:

“Cengiz, Limak, Kalyon, Kolin ve Makyol’a son on yılda 128 kez vergi ve harç indirimi yapıldı”. Dev kamu yatırımlarının demirbaşları olanbeş inşaat şirketine,yatırım bedelleri kadar vergi/harç indirimi ihsan edilmiştir.

“Dünya Bankası: Kamu ihalelerialan ilk 10 şirketten 5'i Türkiye'den; ihalelerin toplam büyüklüğü 203.7 milyar dolar”. Dünya Bankası, çeşitli ülkelerde KOÖ projelerini izliyor; 2002-2020 arasında devletten en çok ihale alan şirketlerin listesi açıklıyor. İlk beş şirket Türkiye’dedir; dördü bir önceki haberde yer alanlarla aynıdır.

Bunlara, ayrıca, Oyan’ın yazısında yer alan (MMO kaynaklı) bir haberi de ekleyeyim: İşyeri elektriğinde Avrupa’nın en pahalı ülkesi Türkiye’dir. Elektrik dağıtım şirketlerine devlet tarafından verilen cömert alım garantileri nedeniyle… Sanayiciler bu şirketlere ek kaynak aktarmakta, AB’ye karşı rekabet güçlerini bu yüzden yitirmektedir.

Oyan’ın değindiği “talan düzeni” sektörlerde değil; inşaat, enerjişirketlerinde yoğunlaşıyor.“Sistemin egemen sermaye kesimi”,adlarını ezberlediğimiz bu 5-6 şirkettenmi oluşuyor? Buna Ahmet Haşim Köse’nin “şirket devlet” diye adlandırdığı yapılanmanın son iki yıldaki diğer “marifeti” de eklenebilir: TCMB, Varlık Fonu (ve onunla bütünleşmiş üç kamu bankası) ve doğrudan doğruya Hazine, özel şirketlerin döviz borçlarını fiilen üstlenmiştir. Döviz ve dış borçlulukta inşaat ve enerji şirketlerinin liste başında olduğunu da hatırlatalım.

Kısacası, Türkiye’de işgücü istihdam edenler (işverenler) “kendiliğinden bir sınıf”olarak elbette vardır. Ama sınıf (“burjuvazi”) bilincinden, kimliğinden yoksun bir kalabalıktır; yığındır, o kadar…

Kapitalizm Türkiye’de eşkıyaya teslim olmuş; en ilkel biçimiyle hortlamıştır.

2020 sonunda, Türkiye kamu maliyesi, “Şirket Devlet” veya “Saray Devleti” diyebileceğimiz bir dönüşüme uğradı.

Süreci, iki meslektaşımın (Ahmet Haşim Köse ve Oğuz Oyan’ın) katkılarından hareket ederek tartışmak istiyorum.

Devlet bütçesinin iki işlevi

Ahmet Haşim Köse, “Şirket Devletin Mali Krizine Doğru” başlıklı yazısında (Gazete Duvar, 25 Aralık 2020) kapitalist sistemde devlet bütçesinin iki kritik işlevi açısından AKP iktidarınıdeğerlendiriyor.

Birinci işlev, burjuva demokrasilerinin yerleşmiş “bütçe hakkı” ilkesinden kaynaklanır: Siyasal iktidarın vergi toplama ve harcama kararları halkın temsilcileri (parlamento) tarafından görüşülmeli; uygulanması da denetlenmelidir. Bütçe o zaman meşrulaşır. “Bütçe hakkı” gerçekleşir.

AKP iktidarı bu işlevi, 2017 anayasa değişikliği ve uygulamaları ile zedelemiştir. Saray’ca hazırlanan bütçe tasarısının reddedilmesi dahi hükümeti etkilemez; bir önceki yılın bütçesi (kabaca) enflasyon oranlarına göre ayarlanır; yürürlüğe girer.

Örneğin, 2020’de salgın ortamında gündeme gelen ek harcama önerileri, bir ek bütçe ile değil; “torba yasalar”a yedirilerek meclise getirilmiş; ödenek toplamları belirsiz kalmış; “bütçe hakkı” çiğnenmiştir.

İkinci işlev ise, devlet bütçesinin sermaye birikiminin sürekliliğini sağlamasıdır.

AKP iktidarı sermaye birikiminin sürekliliği işlevini 2002 sonrasında yerine getirdi mi? Ahmet Haşim Köse’ye göre AKP, bu işlevi o tarihte uygulanmakta olan neoliberal programı da devralarak yerine getirmeyi üstlendi.Nasıl? Neoliberalizmin, kamumaliyesine yüklediği kritik görev olanenflasyon hedeflemesi programını benimseyip uygulayarak…

Bu program, ulusal paraları ile dışarıdan borçlanamayan ülkelerde devlet borçlarının ödenebilirliğini sağlar. Ana kural, devlet bütçesinin her yıl faiz dışı fazla vermesidir. Bu kural, devlet borcunun millî gelire oranı düşer; kamu borçlarından kaynaklanan krizler önlenir.

Köse, yazısında, bu açıdan kritik gösterge olan iç ve dış toplam devlet borçlarının AKP dönemindeki seyrini (dolar cinsinden) izliyor. İç borçların da dolar cinsinden hesaplaması doğrudur; zira, TL ile ihraç edilen devlet tahvilleri dahi, uluslararası finans sermayesine bir yatırımaracı olarak sunulmuştur.

Ahmet Haşim 2003-2020 arasında toplam devlet borçlarının 190 milyar dolardan 273 milyar dolara çıktığını; dolarlı millî gelirdeki (GSYH’da) payının ise 19 puan (%60,5 →%41,5’e) gerilediğini hesaplıyor.

Bu gelişme sermaye birikiminin sürekliliğini de sağlamıştır. Uluslararası finans kapital bakımından “çevre” ekonomilerinin güvenilir bir yatırım alanı olması için devlet borcu / GSYH oranının (kabaca) %50’yi aşmaması aranır. Türkiye ekonomisi, AKP yıllarında bu koşulu gerçekleştirmiştir.

Bu güvencenin de katkısıylaTürkiye’ye yabancı sermaye girişleri artmış; on yıl boyunca yüksekçe bir büyüme temposu gerçekleşmiştir. Böylece Türkiye’de emperyalizme bağımlı bir yapı içinde sermaye birikiminin sürdürülmesi sağlanmıştır.

Devletin malî krizi: Nasıl oluştu?

AKP dönemi, aynı zamanda, Ahmet Haşim Köse’nin ifadesiyle,“devletin şirketleşmesi” yıllarıdır. Aktarıyorum: “Devletin şirketleşmesine yönelik önde gelen düzenlemeleri sıralayalım: Türkiye Varlık Fonu, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, Cumhurbaşkanlığına tanınan şirket kurma yetkisi (2018) ve Kamu Özel İşbirlikleri…”

Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) düzenlemelerinde devletin alt-yapı, sağlık ve enerji alanlarındakiyatırımlarıbütçe dışına taşınır; sonraki yıllarda merkezî bütçenin cari kalemleri içine dağıtılır. Nasıl? Yatırımcı inşaat şirketlerine verilen,döviz kurlarına bağlı ciro garantileri ile…

2002 sonrasında devlet borç oranlarını aşağı çeken belirleyici bir “operasyon”, Köse’nin yazısında yer almıyor: 1980 sonrasında astronomik boyutlara ulaşan özelleştirmeleri kastediyorum. Sadece devlet işletmelerinin değil; arsa, arazi, orman olarak sınırsız kamu varlıklarının kapkaççı sermaye çevrelerine satılması; bedellerinin bütçeye aktarılması…

Bu birikim biçimini sürdürmek güçleşecek; 2018’de ekonomiyi bugünkü tıkanma noktasına getirecektir. Köse’nin ifadesiyle “özel sermayenin dışarıdan borçlanmasınınbaskılandığı bu eşikte devletin borçlanma zorunluluğu artacaktır. Bu zorunluluk devletin 'mali krizinin' bir ön sinyalidir.”

“Devletin malî krizi”ne yol açan temel bir etken, özel sermayenin dış borçlarının “kamulaştırılması”; yani, devletçe üstlenilmesidir. Köse, bu tespiti yapıyor; ama kritik göstergeyi kullanmadan… Ben değineyim: Mart 2020’ye kadar özel sektörün dış borç ödemeleri; devletin dış borçlanması fazlasıyla artırılarak mümkün olmuştur. (Bk. Boratav, “Dış Borçlar ve Kamu Stoku”, Sol Portal,17 Eylül 2020).

Kasım 2020’de “devletin malî krizi”, döviz krizi ile bütünleşecek; Albayrak görevden alınacak; neoliberal “malî disiplin” devreyegirecektir. Saray engellemezse…

“Saray devleti” nasıl yapılandı?

 Arkadaşımız Oğuz Oyan, yeni anayasanın devlet yapılanmasına getirdiği yeniliklerin dökümünü izlemektedir. Sol Portal’de yayımlanan (15 ve 22 Aralık, 2020 tarihli) iki yazısında da (“İktidarın Maliyeti Yükseliyor”), bu dönüşümün patolojik uzantılarını inceliyor.

Geleneksel bakanlıklardan sadece sekizi süregelmektedir.Onların dışında sayıları sürekli değişen politika kurulları, başkanlıklar, ofislerden oluşan bir liste… Bu listeyi dolduran çok sayıda “üst kademe kamu yöneticisi” ve danışman…

Oyan, Anayasa’nın 104/9 maddesine göre çıkarılan KHK’lara, çeşitli Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine göre bu insanlara uygulanan “düzeni” açıklıyor: “Binlerce üst düzey kadronun atanması, görev süreleri ve görevden alınmaları; ücret ve emeklilik hakları Cumhurbaşkanı kararı veya onayı ile belirleniyor. Bunların kişiye göre farklılaştırılabilmesi inanılmaz keyfiliklere kapı aralıyor… Çifte görevlerden üçüncü-dördüncü, hatta beşinci maaşlar/hakkı huzurlar… ”

Oğuz Oyan, öncelikle bu yapılanmanın siyasal uzantılarıyla ilgileniyor: Bir yandan “bu kadrolardakilerin hepsi, haliyle, Cumhurbaşkanının gözünün içine bakıyor.” Öte yandan “rejim sıkıştıkça bunların sadakatini korumanın rayici de giderek yükseliyor.”

Bir de “çeperde” yer alanlar var.Oyan, “çeperdekilerin, bugünkü rejimin son bulmasından en az tepedekiler kadar kaygı duymasının sağlanması gerekiyor” tespiti ile yetiniyor; bunların dökümünü yapmıyor. Kimdir çeperdekiler? Artık bir “parti” olup olmadığı şüpheli olan AKP’nin kadroları? Milletvekilleri? Pelikan grubu gibi karanlıkyapılanmalar? Bürokrasiyeyerleşmiş militanlar?Bu soruları yanıtlamaya bugünlerde Barış Pehlivan / Terkoğlu kardeşlerimiz ve meslektaşları cansiperane çalışıyor.Yarının edebiyatçılarını da bekleyeceğiz.

Oyan’ın siyasal çıkarsamaları acımasızdır: “Böyle bir düzende iktidar partisi sıradan sistem partileriyle özdeşleştirilemez… İktidarı bırakmamaya mecbur olan bir iktidar biçiminin…hesabı ödemeden masayı terketmesine izin vermemek gerekir. Böyle bir siyasi hareketin seçimlerin sonucuna bağlı olarak sorun çıkarmadan iktidardan uzaklaşabilme olasılığı da [zayıftır].”

Burjuvazi nerede?

Oğuz Oyan’ın yazısı,bu iktidarın “sistemin egemeni sermaye kesimleriyle başka türden ilişki ağlarına da ihtiyaç duyduğunu” belirtiyor. Kısaca da adını koyuyor: “Sermayeye sürekli olarak varlık/değer aktarımları üzerinden işleyen bir talan düzeni…”

İyi ama, hangi sermaye? Bu tür bir “talan düzeni”, sistemin egemen sınıfı olduğu kabul edilen burjuvazinin tümünü kapsayabilir mi? Yanıtını 24 Aralık 2020 tarihli Türkiye basınında yer alan ikihaber başlığında arayabiliriz:

“Cengiz, Limak, Kalyon, Kolin ve Makyol’a son on yılda 128 kez vergi ve harç indirimi yapıldı”. Dev kamu yatırımlarının demirbaşları olanbeş inşaat şirketine,yatırım bedelleri kadar vergi/harç indirimi ihsan edilmiştir.

“Dünya Bankası: Kamu ihalelerialan ilk 10 şirketten 5'i Türkiye'den; ihalelerin toplam büyüklüğü 203.7 milyar dolar”. Dünya Bankası, çeşitli ülkelerde KOÖ projelerini izliyor; 2002-2020 arasında devletten en çok ihale alan şirketlerin listesi açıklıyor. İlk beş şirket Türkiye’dedir; dördü bir önceki haberde yer alanlarla aynıdır.

Bunlara, ayrıca, Oyan’ın yazısında yer alan (MMO kaynaklı) bir haberi de ekleyeyim: İşyeri elektriğinde Avrupa’nın en pahalı ülkesi Türkiye’dir. Elektrik dağıtım şirketlerine devlet tarafından verilen cömert alım garantileri nedeniyle… Sanayiciler bu şirketlere ek kaynak aktarmakta, AB’ye karşı rekabet güçlerini bu yüzden yitirmektedir.

Oyan’ın değindiği “talan düzeni” sektörlerde değil; inşaat, enerjişirketlerinde yoğunlaşıyor.“Sistemin egemen sermaye kesimi”,adlarını ezberlediğimiz bu 5-6 şirkettenmi oluşuyor? Buna Ahmet Haşim Köse’nin “şirket devlet” diye adlandırdığı yapılanmanın son iki yıldaki diğer “marifeti” de eklenebilir: TCMB, Varlık Fonu (ve onunla bütünleşmiş üç kamu bankası) ve doğrudan doğruya Hazine, özel şirketlerin döviz borçlarını fiilen üstlenmiştir. Döviz ve dış borçlulukta inşaat ve enerji şirketlerinin liste başında olduğunu da hatırlatalım.

Kısacası, Türkiye’de işgücü istihdam edenler (işverenler) “kendiliğinden bir sınıf”olarak elbette vardır. Ama sınıf (“burjuvazi”) bilincinden, kimliğinden yoksun bir kalabalıktır; yığındır, o kadar…

Kapitalizm Türkiye’de eşkıyaya teslim olmuş; en ilkel biçimiyle hortlamıştır.

Korkut Boratav / SOL