23 Ekim 2021 Cumartesi

MANAVGAT Yeniden yeşerir mi buralar? - Bülent Şık / 1+1 Express

 Manavgat’ta yaklaşık 60 bin hektarlık orman alanı yandı. Yedi kişi, 30 binden fazla evcil hayvan, sayısız canlı yaşamını yitirdi. Binlerce ev, dönümlerce tarım alanı büyük tahribata uğradı. Herkesin dilinde aynı soru: Yeniden yeşerir mi buralar? Zor. Dahası, yangın söndürülünce etkisi sönmüyor, sürüyor da sürüyor. İlk elde toprağı ve suyu zehirliyor, canlı hayatını tehdit ediyor. Manavgat’ın yangın bölgesinden ve köylerinden tanıklıklar, gözlemler, izlenimler...

    Kalemler köyü, Manavgat Orman İşletme Müdürlüğü'nün yanma sonucu okunmaz hale gelen tabelası

5 Ağustos’ta, Antalya’dan sabah erkenden yola çıkıyoruz. 28 Temmuz’da başlayan Manavgat yangını hâlâ sürerken bölgeyi görmek, yangından etkilenen insanlarla konuşmak, yangının toprak ve sular üzerindeki ilk etkilerini gözlemlemek ve de ne yapabiliriz sorusuna yanıt aramak için arkadaşım Fikri Bayhan’la birlikte Manavgat köylerine gidiyoruz.

Bir süredir orman yangını, sel, deprem gibi felâketlerin gıdalar ve sular açısından yol açacağı sorunları anlamaya çalışıyorum. Birkaç yıl önce ABD’de California bölgesinde, geçen yıl Avustralya’da meydana gelen orman yangınlarında açığa çıkan zararın geçici olmadığı ve yerleşim noktalarını da içine alan yangınların toprakta ve sularda uzun süreli kimyasal kirliliğe yol açabileceği dile getiriliyordu. Bu meseleler üzerinde çalışırken Manavgat, Marmaris, Milas, Ören, Köyceğiz bölgelerini etkileyen yangınlar çıktı.

Manavgat’ta yaklaşık 60 bin hektarlık alan yandı. Yedi kişi yaşamını yitirdi. 30 binden fazla evcil hayvan öldü. 1.441 arılı kovanın da yandığı belirtiliyor.[1] Bu kayıplara ek olarak, doğal yaşam alanlarındaki belki milyonlarca canlı yangından olumsuz etkilendi. Bu yangınlarda yerleşim yerleri de zarar gördü. Dolayısıyla, bölge ciddi bir kimyasal kirlilik riski altında.

En çok sorulan soru

Manavgat’a 10-15 kilometre kala havada ağır bir is kokusu alıyoruz. Gökyüzü dumanla kaplı ve yolun ilerisi dumandan ötürü sisli gibi görünüyor. Manavgat’ın çıkışına, Alanya yoluna doğru gidiyoruz. Yangının bütünüyle kontrol altına alındığı Ulukapı, Aşağı Işıklar, Demirciler, Çeltikçi ve Karaöz köylerini dolaşacağız. Yangından en çok zarar gören Kalemler köyü dönüş istikametimizde yer alıyor, oraya dönüşte uğramaya karar veriyoruz.

Ulukapı Köyü’nün çıkışında bir tepenin üstündeyiz. Karşımızda yanmış tepeler uzanıyor. Havada ağır bir is ve duman kokusu. Uzaklara, karşıdaki tepelere bakıldığında yangının devam ettiği bölgelerde yoğun duman görülebiliyor.

Önümüzde uçsuz bucaksız bir kül denizi uzanıyor. Duruyoruz, inip çevreye bakıyoruz. Öylesine üzüntü ve şaşkınlık içindeyiz ki, orada tek bir fotoğraf bile çekmediğimizi, fotoğraf çekmenin aklımıza bile gelmediğini Antalya’ya döndükten sonra fark ediyoruz.

Çevrede yıkım kararı verilen evler var. İş makineleriyle bazılarının yıkımı başlamış. Çatısı tamamen yanmış, duvarları büyük ölçüde zarar görmüş bir koyun ağılının önündeyiz. Sahibi yanımıza geliyor, geçimini hayvancılıkla temin ettiğini söylüyor. Eliyle birkaç yüz metre ilerideki yanmış, üzeri külle kaplanmış tepeleri gösteriyor: “Yangın o tepelerden buraya o kadar çabuk ilerledi ki, zor kaçtık.

Her sabah koyunlarını ağıldan çıkarıp etrafa saldığını, akşam olunca onların kendiliğinden ağıla döndüklerini, ama yangın olunca dönemediklerini, hepsinin öldüğünü anlatıyor büyük bir üzüntüyle. Bütün gün boyunca en çok duyduğumuz soruyu ilk o dile getiriyor: “Buralar tekrar yeşerir mi?

Soruya olumlu yanıt veriyorum, ama bir yandan da aksi ihtimalleri zihnimden geçirmeden edemiyorum. Bu soruya bütünüyle olumlu bir yanıt vermek olanaksız çünkü. Yangından etkilenen bir bölgede zaman içinde bitkisel hayatın yeniden yeşerdiği biliniyor. Ancak, önümüzdeki yıllarda Akdeniz bölgesinde yağışların giderek azalacağı, dolayısıyla kuraklık sorununun devam edeceği çeşitli raporlarda dile getiriliyor. Bir yeşerme söz konusu olacaksa bunun ne ölçüde mümkün olacağı, yangınları besleyen kuraklık sorunu önümüzdeki yıllarda da devam ederse bitki örtüsünün kendini nasıl onaracağı sorusunun yanıtı epeyce belirsiz. 

Yangınlar söndürülebildiğinde sorunun bittiğine, en azından verdiği zararın sona erdiğine inanıyoruz. Ancak, orman yangınlarının geniş coğrafi alanları ve yerleşim bölgelerini etkileyen olumsuz etkilerinin yıllarca sürebildiğini dikkate almak gerekiyor.

    Aşağı Işıklar köyü civarı, külle kaplı tepeler (Fotoğraflar Fikri Bayhan)

Yanan evler, ağaçlar

Ulukapı köyünden ayrılarak, Aşağı Işıklar ve Demirciler köylerine giden yola koyuluyoruz. Yol boyunca yanmış ve ısı etkisiyle rengi solmuş ağaçları, külle kaplı, grileşmiş, yer yer kararmış toprağın oluşturduğu görüntüleri izliyoruz.

Zaman zaman çevreyi daha iyi görebilmek için durup etrafı dolaşıyoruz. Bunu her istediğimizde yapmamız olanaksız. Bazı yerlerde ölmüş hayvanlardan kaynaklanan öyle ağır bir koku var ki, durmak pek mümkün değil, hızla geçiyoruz o bölgelerden.

Yangının köylerin içinde belirli bir hat boyunca yol aldığı görülüyor. Ortamdaki kuru ot yoğunluğunun fazla olduğu, şiddetli rüzgârın kendine yol bulduğu bölgelerden simsiyah, geniş bir kara yolu gibi iz bırakarak geçip gitmiş yangın ve önüne çıkan evleri yakmış. Yanan evlerin çoğunda ya açık alanda hayvanları beslemek için saman balyalarının yığıldığı bir bölüm ya da samanlık var.

Yangın bazı yerlerde evlerden ve ağıllardan çok uzakta olmasına rağmen yüksek hızla esen rüzgârın taşıdığı kıvılcım ve yanan dal parçası gibi maddeler nedeniyle samanların kolayca alev aldığı söyleniyor. Yapımında ahşap malzemelerin kullanıldığı evler de büyük ölçüde hasar görmüş.

Aşağı Işıklar köyünden Demirciler köyüne geçiyoruz. Küçük bir meyve bahçesinin önündeyiz. Yanmış incir ağacının dallarında hâlâ meyveler var. Meyveler ısının etkisiyle suyunun bir kısmını yitirmiş, bazıları yanarak kararmış. Bahçenin biraz ilerisinde yanmış bir ev var. Yaklaşıyoruz. Arada kalan yanmamış bölge ile evin ağır yanmış görüntüsü tezat oluşturuyor.

Ev sahibi bahçede, merhabalaşıyoruz. Evin yanmasına alt kattaki samanlığın yol açtığını anlatıyor. Yangın evden aşağı yukarı 70-80 metre ötedeki ağaçları yakarken şiddetli rüzgârın eve taşıdığı kıvılcımlar saman balyalarını tutuşturunca ev yanmaya başlamış. O uğradığı zararı anlatırken, evde kalan ve işe yarar durumda olan demir ya da metalden yapılma eşyalar sökülüyor bir yandan. “Tekrar kullanabiliriz belki” diyor. Evin üst katından hâlâ sular sızıyor aşağıya. Bahçede, samanlık olarak kullanılan bölümün önünde üst üste yığılmış ıslak yorganlar var, bir tutuşma ihtimaline karşı hâlâ hortumla su veriliyor üzerlerine…

Tekrar yola koyuluyoruz. Demirci köyü içinde çok sayıda yanmış evin yer aldığı bölgeye doğru gidiyoruz. Yangından etkilenmemiş beyaz betonarme bir binanın önünde yedi-sekiz kişi toplaşmış oturuyor. Bir süre sohbet ettikten sonra yanmış evlerin olduğu bölgeyi dolaşıyoruz.

Evlere kırmızı renkle numaralar verilmiş. Bizi dolaştıran kişi evler için yıkım kararı alındığını söylüyor. Bir yandan dolaşıyor, bir yandan onu dinliyorum. Yeni evlerin ne zaman yapılacağı, yapım maliyetinin ne kadar olacağı, kendilerinin bir harcama yapmasının gerekip gerekmediği konularında kaygıları olduğunu anlatıyor. Bölgeyi ziyaret ettiğimizde yangının kesin bilançosu çıkarılmamıştı, ancak Manavgat bölgesinde 1.300 civarında evin yangından ağır hasar gördüğü belirtiliyordu.

    Ulukapı köyü, yanmış samanlık ve hayvan ağılı

Ne kuş ne böcek ne herhangi bir canlı

Demirciler köyünden ayrılıyoruz, Karaöz köyüne doğru yol alıyoruz. Bir süre daha dolaştıktan sonra yangından en fazla etkilenen bölge olan Kalemler köyüne gitmeye karar veriyoruz. Yol kenarında bekleyen bir yaşlı amcaya yol sormak için duruyoruz. Manavgat’a doğru gidiyorsak onu da alıp alamayacağımızı soruyor. Ayaküstü bir sohbetten sonra yola koyuluyoruz. Manavgat girişindeki oto sanayiinde inmek istediğini söylüyor. Traktörü orada tamir ediliyormuş. Yangında sadece traktörü zarar görmüş. Evi yanmamış, “evde kalmasam yanardı” diyor.

Yangının köydeki evlere sıçrama ihtimali belirdiğinde jandarma gelip bütün köyü boşaltmış, ama o evin içine saklanmış. “Jandarma gidene kadar ortaya çıkmadım. Alevler doğrudan köydeki evlere ulaşmadı, rüzgârın taşıdığı kıvılcımlarla, alevli dal parçalarıyla evler tutuştu.” Evine ulaşan bütün ateş parçacıklarını hemen söndürdüğünü, böylece evini yanmaktan kurtardığını anlatıyor: “Jandarma köydeki yaşlıları götürüp gençleri bıraksaydı evler yanmazdı, gençler söndürürdü hemen.” Sonra diğer ihtimali dile getiriyor: “Gerçi belli olmazdı, yangın öyle hızlı yayıldı ki, evleri kurtaralım derken, daha kötü şeyler de olurdu belki.” Onu gideceği yere bırakıyoruz, inerken üzüntüyle soruyor: “Yeniden yeşerir mi buralar?” Kısa bir süre susuyor. “Biz yaşlıyız, görmeyiz yeniden orman olduğunu buraların…

“Dün yanan evime gittim yine, evin önündeki bahçede oturdum. Bahçe diye ne kaldıysa… Çocuklar geldi yine, beni götürmek istediler. Ama buradan gitmek istemiyorum. Bugün tekrar götürseler yarın yine geleceğim. Çocuklarım ‘kötü kokuyor her yer’ diyor, ama kötü kokmuyor bana, orası bana hâlâ ev kokuyor…”

Manavgat’tan Antalya istikametine yönelip Kalemler köyü yol ayrımından içeri giriyoruz. Yaklaşık dört-beş kilometre sonra köyün girişine geliyoruz. Bir süre yanmış ağaçlarla dolu bölgede gidiyoruz. Yol kenarındaki bütünüyle yanmış, ancak dikkatle bakıldığında okunabilen “Manavgat – Kalemler Orman İşletme Müdürlüğü” yazılı tabela yangının şiddeti hakkında bir fikir veriyor.

Köyü boydan boya geçerek yaklaşık 10 kilometre gidiyoruz. Arada yanmamış bölgeler olsa da önümüzde uçsuz bucaksız bir kül denizi uzanıyor. Duruyoruz, inip çevreye bakıyoruz. Öylesine üzüntü ve şaşkınlık içindeyiz ki, orada tek bir fotoğraf bile çekmediğimizi, fotoğraf çekmenin aklımıza bile gelmediğini Antalya’ya döndükten sonra fark ediyoruz.

Yol son derece ıssız, normalde bir ormana girdiğinizde sizi çepeçevre saran ve kulak kesildiğinizde işittiğiniz, zamanla ayırt ettiğiniz sayısız canlıya ait seslerden hiçbiri yok. Ortada ne kuş ne böcek ne de herhangi bir canlıya ait bir iz var. Olağanüstü bir sessizlik hâkim. Bu bir süre sonra tedirginlik hissi yaratıyor. Gün boyu karşılaştığımız yaşlıların hemen hepsinin bize sorduğu soruyu, biz de kendimize soruyoruz: “Buralar tekrar yeşerir mi acaba?

İçme suyunda zehirli kirlilik

Dönüşte Kalemler köyünde duruyoruz. Bir evin önünde çok sayıda insan toplanmış. Sohbete başlıyoruz. Köyde hâlâ sağlam olan ya da yangından çok az etkilenen evler var. Yangın esnasında elektriğin kesildiğini ve suların bir süre akmadığını söylüyorlar. Su ihtiyaçlarını köyün yukarısındaki bir tepede bulunan su kaynağına yaptıkları su deposundan köydeki evlere uzanan bir su hattıyla temin ettiklerini belirtiyorlar. Depo yangında zarar görmüş. Su dağıtım sisteminin gördüğü zararın sulara zehirli madde karışmasına, bunun da sağlık sorunlarına yol açabileceğini anlatıyorum.

Toprak erozyonunun artması, toprağın kimyasal bileşiminin ve biyolojik çeşitliliğin zarar görmesi, sularda azot ve fosfor başta olmak üzere, çeşitli kimyasal maddelerden kaynaklanan kirliliğin artması yangın sonrası gözlenen sorunlardan bazıları. Bunlara ek olarak, yangınlar sonrası su havzalarında biriken enkaz ve kül, içme suyu temini için yapılacak su arıtma çalışmalarına da zarar veriyor.[2]

    Demirciler köyü, meyveleriyle birlikte yanmış incir ağacı, yanık üzümler…

Bu sorunlar uzun zamandır biliniyor. Ancak, yeni fark edilen sorunlar da var. Örneğin, California’da meydana gelen orman yangınları sonrasında, yangınların kansere yol açan kimyasal maddeleri açığa çıkarabildiği ve bu kimyasal maddelerin sulara karışarak halk sağlığı tehdidi oluşturabileceği fark edildi.

California’daki Tubbs (2017) ve Kamp (2018) bölgesindeki yangınlarda, yangınlar söndürüldükten sonra ana su dağıtım şebekesi ile bina, işyeri ve konutların dahili su şebekesinde çeşitli toksik maddelerin kalıntıları tespit edildi. California’daki yangınlar içme sularında yangına bağlı kimyasal kirliliğinin tespit edildiği ilk orman yangınlarıydı.[3]

Yangınların etkilediği bölgelerde sulardaki toksik kimyasal maddelerin kaynağını tespit edebilmek amacıyla, su şebekesi ya da dağıtım hattı boyunca 8 binden fazla noktadan su örneği alınarak analizler yapılıyor. Kirlilik kaynağı olduğu tespit edilen yerlerde su boruları, su sayacı, yangın hidrantı gibi zarar görmüş malzemeler yenileniyor. California’daki yangınlar sonrasında su sistemine bulaşan toksik kimyasal maddeleri arındırmaya yönelik çalışmalardan ancak bir yıl sonra olumlu sonuçlar alınabiliyor.

Yerleşim bölgelerini içine alan ve geniş coğrafi alanları etkileyen orman yangınlarının içme suları için oluşturduğu riskler akademik olarak ciddi bir tartışma konusu. Hem doğal alanlardaki odunsu maddelerin hem de su sisteminde yer alan plastik malzemelerin zarar görmesinin sulara toksik kimyasal maddelerin karışmasına yol açabileceği belirtilse de, yangınlar sonrasında su sisteminde tespit edilen toksik kimyasalların sulara nasıl karıştığı konusu hâlâ net olarak açıklanabilmiş değil.[4]

Bu mesele üzerine uzun uzun konuşuyoruz. Köydeki evleri ziyaret ederek depodan gelen suyun kullanılıp kullanılmadığını anlamaya çalışıyorum. Kullanan da var, kullanmayan da. Yol kenarındaki yangından kısmen zarar görmüş camiye giriyorum. Avlusunda gelen yardım malzemeleri toplanmış. Caminin imamı bize soğuk su ikram ediyor. Bir süre yangın ve yol açtığı zarar hakkında sohbet ediyoruz. Sulardaki kirlilik sorunu hakkındaki sözlerimi dikkatle dinleyerek bu konuyu cemaate aktaracağını, depodan gelen suyun kullanılmaması gerektiğini mutlaka belirteceğini söylüyor.

Sulardaki kirlilik meselesini sadece Kalemler’de değil, gün boyu ziyaret ettiğimiz köylerde, ulaşabildiğimiz muhtarlar başta olmak üzere, karşılaştığımız her insana anlatıyorum. Elimden ancak bu kadarı gelebiliyor…

Kirlilik meselesinin boyutlarını anlamak ve izlemek için yıllara yayılan kapsamlı bir saha çalışması yapılması gerekiyor. Sağlık Bakanlığı ile yerel yönetimlerin yangın sonrası su varlıklarından başlayan ve muslukta sonlanan hat boyunca su kontrol ve izleme faaliyetlerinin kapsamını ve yoğunluğunu artırmaları gerektiğini düşünüyorum.

    Yanmış evler…

Meseleye sadece orman yangınları odağında değil, ev ve işyeri gibi yapıların etkilendiği her türlü yangın açısından ve yangınlara yol açan fırtına, deprem gibi felâketleri de dikkate alarak bakmak daha doğru. Yapıları etkileyen yangınlarda su sisteminde yer alan malzemelerin zarar görmüş olacağı dikkate alınarak içme sularının analiz edilmesi ve hasar görmüş su sisteminin hızla değişiminin sağlanması bir gereklilik olarak görünüyor.

Bütün bunlar yangın konusundaki bakış açımızı genişletmemiz gerektiğini ortaya koyuyor. Yangınların doğal hayatta ve yerleşim bölgelerinde yol açtığı yıkım sadece yangın dönemiyle sınırlı değil. Yanma sonucu açığa çıkan toksik etkili kimyasal maddeler halk sağlığı için uzun süreli risk etkeni artık. Bir yangın sonrasında su havzalarındaki olumsuz etkilerin giderilmesinin ya da havzanın iyileşmesinin dört ila sekiz yıl sürebileceği belirtiliyor.[5] Oluşan risk sadece insanlar için değil, doğal hayattaki tüm canlılar için geçerli.

“Orası bana hâlâ ev kokuyor”

Dönüş yoluna çıkmadan önce elimi yüzümü yıkamak için yol kenarındaki evlerden birinin bahçesindeki çeşmeye yöneliyorum. Evin önünde biri kadın, diğeri erkek iki yaşlı oturuyor. 70’in üzerinde olduklarını tahmin ediyorum. Geçmiş olsun diyorum. Teşekkür ediyorlar. Ne için geldiğimi soruyorlar. Anlatıyorum. Yaşlı amca, “Kötü yandı her yer, yeniden orman olur mu buralar” diye soruyor.

Önümüzdeki onyıllar içinde ağırlığı giderek artacak kuraklık sorununun ormanın yeniden yeşermesini zorlaştırabileceğini ona söyleyemiyorum. Söyleyemiyorum, çünkü sorduğu soruya eşlik eden ses tonu, hali ve tavrı bambaşka bir duygusunu açığa seriyordu. O duygunun ne olduğunu ancak yaşlı teyzeyi de dinleyince anlayabiliyorum.

Dikkat edersek yeşertiriz yeniden” diyorum. Bir süre susuyoruz. Sonra yaşlı teyze bana doğru dönerek anlatmaya başlıyor:

Bu evin karşısında, yoldan biraz içeride evim vardı, bütünüyle yandı, bir şey kalmadı.” Bir süre susuyor. “Manavgat’tan otobüse binerek her gün buraya geliyorum. Yangın çıkınca Manavgat’ta yaşayan çocuklarım gelip beni buradan götürdü hemen. Ama şehirde yaşayamıyorum artık. Şehirde çok sıkılıyordum önceden de. Bana kızıyordu çocuklarım, ‘anne bırak gel orayı, artık yanımızda kal’ diyorlardı. Ama alışmışım buraya, çocukluğumdan bu yana bu ormanlarda geziyorum. Hayvan güttüm, bahçe işleriyle uğraştım, her yerini bilirim buraların. Yazın açık havada yatarım hâlâ. Çocuklarımın yanına gidince, o evlerin içinde sıkılıyorum. Burada, bu yaşta bile anca yatmaya girerim eve. Ama şimdi her yer yandı. Evim yandı… Her gün Manavgat’tan yola çıkıp buraya, evimi görmeye geliyorum çocuklarımdan habersiz. Bilseler göndermezler. Sonra onlar buraya gelip beni Manavgat’a götürüyorlar tekrar. Kalacak yer yok tabii burada, yandı, onlar da haklı, kaygılanıyorlar. Ama işte ertesi günü, yola çıkıp yine buraya geliyorum. Dün yanan evime gittim yine, evin önündeki bahçede oturdum. İşte bahçe diye ne kaldıysa… Çocuklar geldi yine, üzerine yıkılır burası, burada duramazsın’ deyip beni götürmek istediler.

Ağlıyor. Ayakta donakalmış, ne yapacağını bilemez bir vaziyetteyim. Ağzımdan zar zor birkaç teskin edici söz çıkabiliyor. Teyze ağlayarak anlatmaya devam ediyor. “Çocuklarıma kızmıyorum tabii, onlar beni düşünüyor. Ama buradan gitmek istemiyorum. Bugün gelip tekrar götürseler yarın yine geleceğim. Ömrüm burada geçti. Çocuklarım ‘anne, ev is kokuyor, kötü kokuyor her yer, hasta olursun’ diyorlar, ama ben is kokusu almıyorum, kötü kokmuyor bana, orası bana hâlâ ev kokuyor…

Ağır keder

Bir süre daha konuşuyoruz. Yaşlı amcayla birlikte onu teskin etmeye çalışıyoruz, ama nafile… Yaşlı teyzenin içime işleyen sözleri bir şeyi net bir şekilde fark etmemi sağlıyor: Yangının genç insanlarda yol açtığı duygularla yaşlı insanlarda yol açtığı duygular arasında ciddi bir fark var.

Gün boyu karşılaştığım insanlar içinde yaşı genç olanların daha çok geçim ve maddi kayıpların nasıl giderileceğini öncelikli mesele yaptığını söyleyebilirim. Elbette ormanın kaybına da üzülüyorlardı, ama o kaybın telafi edilebileceğine, bir şeylerin yeniden yola gireceğine inanıyorlardı.

Yaşlı insanların ise daha farklı bir kaygıya sahip olduklarını fark ediyorum. Aslında kaygı sözcüğü uygun değil. Uygun sözcüğün keder olduğunu düşünüyorum. Yaşadıkları mekânı yangının şiddetli bir şekilde değiştirmesinden duydukları keder. Geçmişin, hatıraların, bildik bir dünyanın kaybından duydukları keder. Yaş itibarıyla, kaybettikleri şeylerin yerine konduğunu, ormanın yeniden yeşerdiğini, her şeyin eski haline dönebileceğini görememe ihtimalinin büyüklüğünden kaynaklanan keder…

Bu cânım insanların hissettiği keder duygusunu tam olarak ifade edip edemediğimi bilemiyorum. Bazı şeyleri ancak yaşlanınca, dönüp bakılabilecek uzun bir geçmişe sahip olabildiğimizde daha iyi anlayabileceğiz ve anlatabileceğiz belki de. Bilemiyorum.

Bir süre daha dolaşıp köyden ayrılıyoruz. Akşam olmak üzere, hava yavaştan kararıyor. Gündoğumundan akşamın o vaktine kadar bir koruyucu melek gibi yanımdan ayrılmayan sevgili arkadaşım Fikri kullanıyor arabayı. “Sen çok yoruldun, otur, ben araba sürmeyi severim bilirsin” diyor. “Yolda iyi bir lokanta var bildiğim, orada sana musakka-pilav ısmarlayayım” diyorum. Musakka-pilav en sevdiği yemektir. Gözleri ışıldıyor. Dönüş yolunda, gün içinde gördüğümüz şeyler üzerine konuşa konuşa evlerimize dönüyoruz. Yaşlı teyze aklımdan çıkmıyor…

MANAVGAT BÖLGESİNDE SOSYAL İKLİM

Sosyal medyada köpürtüldüğü gibi değil

Yangından etkilenen bazı köyleri dolaşırken çok sayıda insanla konuştum. Gittiğimiz köylerde yangının henüz bitmiş olması ve yaşanan kayıpların yol açtığı acının yoğunluğu çoğu durumda ayrıntılı sorular sormama engel oldu. Amacım söyleşi veya röportaj yapmak değildi zaten. Kısa bir tanışma, duygudaşlık belirten sözler ve geçmiş olsun dileklerinden sonra onlar ne anlattıysa dinledim sadece. O köylere gittiğimizde, medyada ve sosyal medyada ormanları PKK’nin yaktığına dair haberlerin yanısıra, Manavgat’ta halkın çok gergin olduğu, öfkeli kalabalıkların orman yakan kişilerin peşine düştüğü, bazı yerlerde linç girişimi, bazı yerlerde yabancı plakalı arabaların takip edildiği haberleri yer alıyordu.

Yola çıkacağımızı duyan bazı arkadaşlarımız güvenliğimiz konusunda bizi uyarma gereği bile duydu. Ancak, gittiğimiz hiçbir yerde karşılaştığımız insanlarla herhangi bir sorun, en küçük bir gerilim yaşamadık. Sabahtan akşama kadar, her köyde onlarca insanla tanıştık, görüştük ve öfkesini, kızgınlığını yöneltecek kişiler arayanlarla hiç karşılaşmadık. İnsanlar dışarıdan gelen hemen herkese dertlerini anlatmak, yaşadıkları kayıpları dile getirmek için çaba gösteriyordu. O sıkıntılı halde bizi ağırlamak, ikramda bulunmak isteyenlerle bile karşılaştık.

Konuştuğumuz kişilerden hiçbiri yanan ormanların kasten yakıldığına dair bir yorumda bulunmadı. Genel olarak söndürme faaliyetlerinin zayıflığından, devlet kurumlarının yavaş kalmasından şikâyet ediliyordu. Manavgat’a iktidar blokunu temsilen gelen hemen her siyasetçi ağır bir şekilde eleştiriliyordu. Onlarla birlikte gelen araçların oluşturduğu konvoyun yollarda yarattığı trafik yoğunluğu yüzünden söndürme çalışmalarının sekteye uğradığı dile getiriliyordu. Dolayısıyla, özellikle sosyal medyada köpürtülen, yer yer ırkçılık kokan yorumlarla dolu haberlerin çok kısmi bir durumu çok –ve tahminimce kasıtlı olarak– büyüterek yansıttığını düşünüyorum.

Bülent Şık / 1+1 Express - Express, sayı 177, Güz 2021

------------------------------------------------------------------------------------------------------

[1] https://t24.com.tr/haber/manavgat-ta-60-bin-hektar-ormanlik-alan-kul-oldu-7-kisi-yasamini-yitirdi-33-bin-hayvan-oldu,970767

[2] Brett Walton, 2020, “Western Wildfires Damage, Contaminate Drinking Water Systems”,  https://www.circleofblue.org/2020/wef/western-wildfires-damage-contaminate-drinking-water-systems/
Brett Walton, 2013, “Western U.S. Water Utilities Take Financial Responsibility for Reducing Watershed Wildfire Risk”, https://www.circleofblue.org/2013/world/wildfire-and-watersheds/

[3] Caitlin R. Proctor, Juneseok Lee, David Yu, Amisha D. Shah, Andrew J. Whelton, 2020, “Wildfire caused widespread drinking water distribution network contamination”, https://awwa.onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1002/aws2.1183
Andrew J. Whelton & Caitlin R. Proctor, 2020, “Wildfires can leave toxic drinking water behind – here’s how to protect the public”, https://theconversation.com/wildfires-can-leave-toxic-drinking-water-behind-heres-how-to-protect-the-public-146160

[4] Kristofer P. Isaacson, Caitlin R. Proctor et al. 2021, “Drinking water contamination from the thermal degradation of plastics: implications for wildfire and structure fire response”, Environ. Sci.: Water Res. Technol., 7, 274-284.
Bonnie Fidye Stern & Gustavo Lagos, 2008, “Are there health risks from the migration of chemical substances from plastic pipes into drinking water? A Review”, Human and Ecological Risk Assessment: An International Journal, 14:4, 753-779.

[5] Chi Ho Sham, Mary Ellen Tuccillo, Jaime Rooke, 2013, “Report on the Effects of Wildfire on Drinking Water Utilities and Effective Practices for Wildfire Risk Reduction and Mitigation”, https://www.bendoregon.gov/Home/ShowDocument?id=14309




22 Ekim 2021 Cuma

Dünden bugüne, tanrıça arketipinin dönüşümü - Deniz Poyraz / Evrensel

 Tanrıça mitleriyle ilgili söylencelerin sayısı tek bir kitaba sığmayacak kadar fazla. Fakat Leeming ve Page bu eserde derli toplu bir bakış sunmayı hedeflemişler.


Tanrıça Mitleri, David Leeming ve Jake Page’in, dünyanın her yanından sayısız öykünün oluşturduğu “tanrıça masallarını” tutarlılık ve bütünlük içerisinde okurlarına aktardığı bir çalışma. Yazarlardan biri mitolojik öykülerle haşır neşir, karşılaştırmalı edebiyat ve mitoloji öğretmeni. Diğeri ise öncelikle doğa bilimleri alanında uzmanlaşmış bir yazar. İki yazarın ilgilendikleri disiplinler her ne kadar birbirlerine zıtmış gibi görünse bile kitabın içeriği düşünüldüğünde iki farklı araştırma metodunu uzlaştırdıkları söylenebilir.

Elbette tanrıça mitleriyle ilgili söylencelerin sayısı tek bir kitaba sığmayacak kadar fazla. Fakat Leeming ve Page bu eserde derli toplu bir bakış sunmayı hedeflemişler. Tanrıçanın yüzyıllar boyunca süren gelişimini gözlemleyip bu arketipin doğuşundan gelişimine, sarsılmasından başkalaşımına ve nihayet yeniden doğuşuna ilerleyen süreci bölümler halinde ele almışlar.

Kadın bedeninin gizemli üretici ve besleyip büyütücü süreçlerinde, ilahi varlıkla ilgili mecazların bulunması şaşırtıcı değil. Kadın insan hayatının kaynağı, yavruyu besleyen sütün üreticisi ve başkalarını kendi bedenine doğru cezbeden gücün de aracı olarak görülegelmiş. En erken zamanlardan beri, tanrıçanın kendisi de bazen kuş kadın, balık kadın ve yılan kadın olarak resmedilmiş. Dünyanın çeşitli yerlerinde hayvanların tanrıçayla ilişkilendirilmesi, aslında onun evrenselliğinin de işareti. Tanrıça gökte, denizde, karada… Avustralya’da Kunapipi, Mısır’da Nut ve Hint efsanelerindeki Devi-Şakti varlığın özü, sonsuzluğa hayat veren evrenin enerjisi.

Bilindiği gibi, Yontma Taş Devrinin sonlarına doğru değişen iklim ve buzulların erimesi, bugün Avrupa ve Ortadoğu olarak bilinen bölgelerdeki insanların yerleşik hayata geçmelerine ve daha kalıcı yerleşim yerleri kurmalarına önayak olur. Kutsal bakire ve kadim kocakarı biçimine ama en sık olarak da kutsal doğurucu biçimine bürünen tanrıça, bilinçli olarak inşa edilen tapınaklarda yüce varlık tahtına oturtulmuş bulunuyordu. “Kurumsallaşan tanrıça”, Peru’da Nunkwi, Hindistan’da Kali, Hawaii adasında Pele, Akdeniz’de Asrtrate olarak görünüyor halka.

MÖ 3 binlerden itibaren Mezopotamya ve Mısır’da büyük uygarlıkların kurulduğu zamanlara kadar, Tanrıça dünyada en az 25 bin yıllık üstünlüğünü korumayı başardı. Ancak insanların, erkeğin üremedeki rolünü anlaması; ayrıca tarım ve hayvancılık geliştikçe erkeklerin üstlendiği savaşçı-koruyucu rolün de artması ataerkinin tanrıçaya meydan okumaya başlamasına neden olacaktır. Bu dönemden itibaren tanrıça rolünü kıskanan tanrılara, insanları cezalandıran ve saklandığı yerlerden ortaya çıkması için tatlı sözlerle ikna edilmesi gereken tanrıçalara rastlanmaya başlanır. Öyle ki, tanrıçanın erkek gücüyle olan etkileşimi, altındaki zeminin asırlar geçtikçe kayganlaşmasına sebep olacaktır. İnanna, İsis, Kibele, Demeter ve Persefoni ile beraber tanrıçalara bir “erkek arkadaş” gerekliliği kabul ettirilmiş olur bir bakıma.

Doğa ve üremeyle ilgili gizemlerin tanrıçaya bağlandığı uzun bir dönemin ardından kadınlar kötülükle ve karanlıkla ilişkilendirilir oldular. Erillik kültü, birlik ve bereket kültünün önüne geçince karanlık ışıktan ayrıldı; ölüm yaşamın bir parçası olmaktan çıkıp lanetlendi. Irza geçmeyle ilgili tutum değişti: Sümer’de yasalar ırza geçenin idamını isterken, Yahudi yasaları evli tecavüz mağdurlarının öldürülmesini hükme bağladı. Zeus’un çapkınlıklarını ve hatta tecavüzlerini mazur gösteren bir anlayışın hükümranlığında, yeni ve başka bir dünya düzeni kök verip filizlendi.

Fakat yine de Hint-Avrupa tanrılarının üstün güçlü konuma yükselmesi, eş zamanlı olarak da tanrıçanın tüm kötülüklerin kaynağı sayılıp istismar edilmesi, ataerkilliğin evrene bakışında dişiye olan gereksinimi ortadan kaldırmayı başaramadı. Meryem’e mucizeler atfedildi ve kraliçe olarak Meryem’in gücü de giderek arttı. İsa’nın yaşam öyküsünü Meryem’den ayırmak imkansızdı çünkü.

Neticede tanrıçalar modern zaman dinlerinden tutalım da psikolojide, bilimde isimleri anılan ve efsaneleri anlatılan figürler oldular. David Leeming ve Jake Page’in incelikli ve anlaşılır bir dille yazdıkları Tanrıça Mitleri, tanrıçalar üzerinden, dünden bugüne toplumların kadına bakışına dair pek çok çıkarım sunması bakımından önemli bir yerde duruyor. Eser seçme kaynakçasıyla birlikte bir başucu kitabı niteliğinde.

Deniz Poyraz / Evrensel


Siyanür deposu büyüyecek+İncirin anayurdunda toprak yarılmaya başladı / BİRGÜN


 Siyanür deposu büyüyecek(Gökay BAŞCAN-BİRGÜN)

Ülkenin en büyük ikinci siyanür havuzunda kapasite artırımına gidildi. Kuşların ölümüne neden olan, bölgede tarımı bitiren madende yılda 11 bin ton siyanür kullanılacak.
Anagold Madencilik ve Çalık Holding’in ortağı olduğu Erzincan’ın İliç ilçesi Çöpler köyünde işlettiği Çöpler Altın Madeni’nin kapasite artırımına ilişkin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından çevresel etki değerlendirme (ÇED) olumlu kararı verildi. İkinci kez yapılan kapasite artırımı kapsamında madenin faaliyet alanı genişletilecek, flotasyon (cevher zenginleştirme) tesisi kurulacak.

Kapasite artışıyla birlikte ülkenin en büyük altın madeni olacak projenin bedeli ise 1 milyon 162 bin 800 TL. Başvuru dosyasında Çöpler Köyü Kilisesi’ni ÇED sınırları içerisine alan şirket, değişikliğe gitti. Kiliseyi çalışma sınırları dışarısına çıkaran ancak hemen dibinde faaliyet yürütecek olan şirketin ÇED sınırları bin 747 hektardan oluşuyor. 13 yılda faaliyet alanını 2 buçuk kat artıran şirket toplamda yaklaşık olarak 2 bin 447 futbol sahası büyüklüğü alanda çalışma yapacak. 783,72 hektarı orman, 95,93 hektarı ise mera alanını kapsayan maden ocağı yerleşim yerlerinin yakının. Maden sahası Çöpler ve Sabırlı köylerine uzaklığı sadece 250 metre. Tarım arazilerini kimyasal zehre boğan şirket, sülfürik asit kullanımını yıllık 9 bin tondan 122 bin tona çıkaracak. Siyanür kullanımı ise yıllık 11 bin ton olacak. Madende ayrıca 16 çeşit çok tehlikeli kimyasal daha kullanılıyor. Halk arasında kezzap olarak kullanılan nitrik asit ise bir yıl içinde bin 50 kilogram kullanılacak. ÇED dosyasında yer alan bilgilere göre şirket, 10 adet evaporatör (buharlaştırıcı) inşa edecek. Bu evaportörler aracılığıyla zehir havuzuna biriken kimyasallar buharlaştırarak atmosfere salınacak.

ARICILIK BİTECEK

Bölgede yıllardır en önemli geçim kaynaklar arıcılık ve meyvecilik. Bölgede 2019 yılında yaklaşık 130 ton doğal bal üretimi gerçekleşti. Diğer geçim kaynağı meyvecilikte ise, yılda 120 ton üzüm, yaklaşık 600 ton elma, 234 ton ise armut üretimi yapılıyor. ÇED raporunda, sahada 19 memeli türü belirlendiği, bunlardan dağ keçisinin uluslararası kriterlere göre ‘zarar görebilir’; diğer 18 türün ise ‘düşük risk’ kategorisinde olduğu belirtildi.

GEÇMİŞİ KARANLIK

Kapasite artırımına giden şirketin maden ocağının geçmişi işçi hakları ve çevresel zararlar açısından sorunlu. Yeni kapasite artırımını bölgede istihdam yaratacağı savıyla savunan şirket, birçok kez işçisini mağdur etti. 2019 yılında madende çalışırken ayağına sülfürik asit dökülen işçi işten çıkarıldı, tedavisi yapılmadan kaderine terk edildi. Geçen nisan ayında ise maden işçileri, Anagold şirketinin yerli taşeronu Çiftay şirketinin ücret ve izin haklarının gasp edilmek istenmesine karşı kendilerini şantiyeye kapattı. İşçiler mesaili sistem nedeniyle düşen ücretlerinin artırılmasını, izin haklarının düzenlenmesini, sendika haklarının tanınmasını istedi.

***

Akciğer kanseri vakaları patladı

Şirketin ÇED olumlu kararıyla kapasite artırımına gitmesine bölge halkından Sedat Cezayirlioğlu tepki gösterdi. Şirket ile yıllardır hukuksal ve bilimsel olarak mücadele ettiklerini belirten Cezayirlioğlu, bölgede artan akciğer ve bağırsak kanser vakalarına dikkat çekti. 29 Ekim’de bölgede bir buluşma gerçekleştireceklerini belirten Cezayirlioğlu şu ifadeleri kullandı: “Verdiği zarar itibariyle dünyada eşi benzeri olmayan bir maden burası. Burada siyanürden yüzlerce kat zararlı kimyasal kullanılır. Akciğer ve bağırsak kanser vakaları artmış durumda. İlçede tarım bitmiş durumda. 25 yılda dolması gereken kimyasal atık barajı 2 yılda doldu ve genişletmeye gittiler. Baraj, 650 futbol sahası büyüklüğüne çıkacak. 350 metre aşağısında Fırat nehri var. Atık barajını aktif fay hattı üzerine kurdular. Atmosfere verecekler bu atık barajında sülfürik asit ve siyanür kimyasallarını atmosfere verecekler. Çocuklarımız geleceğini ABD’ye peşkeş çekiyoruz. Bölge Çernobil’e dönmüş durumda.”

                                                                       ***

İncirin anayurdunda toprak yarılmaya başladı.(Aycan KARADAĞ-BİRGÜN)

Aydın’ın Germencik ilçesindeki incir bahçelerinde toprak yarılmaya başladı. Bölgede inceleme yapan Jeoloji Mühendisleri Odası (JMO), 1,5 kilometrelik toprak yarılmasının, yeraltı suyunun fazla çekilmesinden kaynaklanmış olabileceğini açıkladı. Yöre halkı endişeli.
Germencik’in nüfusunun yarısından fazlası geçimini incirden sağlıyor. Ancak artan kuraklık ve jeotermal santrallar (JES) nedeniyle incir üretimi her geçen yıl düşüyor. Üreticiler aynı zamanda ürünün kalitesinin de her yıl düştüğünü belirtiyor. İlçede ruhsatlı 18 JES faaliyet gösteriyor. Yeni projelerin yapılması beklenirken bölge halkı uzun süredir doğayı tahrip eden bu JES’lere karşı mücadele ediyor.

Şimdi de ilçede incir tarlalarının olduğu bölgede toprak yarılmaya başladı. JMO Aydın İl Temsilcisi Hasan Kuru, bölgede inceleme yaptı. İlk incelemelere göre 1,5 kilometrelik bir toprak yarılması ölçüldü. Yarılmanın daha uzun olduğu tahmin ediliyor.

Kuru, BirGün’e yaptığı açıklamada, yeraltı suyunun fazla çekilmesinin dolayı toprak yarılmasının olabileceğini kaydetti: “Bir ön inceleme yaptık. Deprem ya da jeotermal aktivitesi değil. Yeraltı suyu kaynaklı bir durum olabilir. Kuraklık ve suyun kullanıma bağlı olabilir. İhtimal ki suyun fazla çekiminden dolayı belli lokal yarıklar söz konusu. Bunu araştırmamız gerekiyor. Ne kadar kullanılıyor, kim kullanıyor? Bunlar önemli. Detaylı inceleme yapılması için yazışmalarımızı yapacağız.”

JES’LER USULE UYGUN ÇALIŞMIYOR

Germencik Çevre ve Doğa Derneği Başkanı Halil Çetinkaya ise, “Bu bölgede incir tarımı yapılır. İncir tarımında çok fazla su kullanılmaz. İşletmelerin özellikle jeotermallerin yeraltı sularını çekmesinin etkili olabileceğini düşünüyoruz. Bölge halkı olarak endişeliyiz. Yaşanan olayın nedenlerinin açıklanmasını istiyoruz. Tarlalarımız zarar gördü. Jeotermaller usule uygun çalışmadığı için yeraltı sularımızın kirlendiği düşünüyoruz. Yeraltı sularının analizinin yapılmasını istiyoruz” dedi.


Haliç’i kapatan meşhur zincirin bağlandığı tarihi bina tehlikede - SÖZCÜ

1500 yıl önce Haliç'in girişini kontrol amacıyla kullanılan, ardından cephanelik ve su sarıncı olarak kullanılan son olarak da Yeraltı Camii olarak bilinen Beyoğlu'ndaki Karaköy'deki bina riske atıldı. Tarihi binanın bitişiğindeki bina yıkıldı, otel yapımı için temel kazılıyor.


Beyoğlu’nda yer alan, Osmanlı resmî kayıtlarında Mahzen-i Sultani olarak bilinen Yeraltı Camii, Hicret’in 711 senesinde Abdülaziz oğlu Ömer tarafından hisar olarak yaptırıldı.

II. Tiberios (578-582) döneminde artan Arap akınlarına karşı Haliç’in girişini kontrol amacıyla kullanılan Yeraltı Camii, aynı zamanda Haliç’e girişi önleyen zincirin bir ucunun da bağlandığı yer.

Mekan, İstanbul’un Osmanlılara geçmesinden sonra yine cephane deposu, su sarnıcı gibi çeşitli amaçlarla mahzen olarak kullanıldı.


1752-1756 yıllarında Köse Bahir Mustafa Paşa tarafından camiye dönüştürüldü. Kule şeklindeki minaresi kısa süre sonra meydana gelen depremde yıkıldığı için Sultan I. Mahmud tarafından yeniden yaptırıldı.

Sahabeden Amr bin el-Âs, Vehb B. Huşeyre ve Tebeu’t-tâbiîn’den Süfyân B. Uyeyne’nin makam kabirleri de burada bulunuyor. Üstünde, ahşap bir Türk konağı mimarisinde olan ve 1985’te restorasyonu yapılan Sahiller Sağlık Merkezi Müdürlüğü binası da bulunuyor.

YANINDAKİ BİNA YIKILDI 

Tarihe tanıklık eden caminin daha önce bitişiğinde bulunan bina yıkıldı. Yerine otel yapılmak için yıkılan binanın ardından caminin beden duvarlarında kemer açıklı kalıntılar ortaya çıktı.

Kültür Varlıklarını Koruma Derneği Başkanı Serhat Şahin projenin yanlış olduğunu belirtti. Şahin, Kültür Bakanlığı’nın çalışmaları titiz bir şekilde yürütmesini talep etti. Arkeolog Nezih Başgelen ise temel kazısı yapılmışken belirli yerlerde test sondajları açılarak kontrol edilmesi gerektiğini söyledi.

“BU ŞEKİLDE DEVAM EDİLİRSE TARİHİ BELGE NİTELİKLERİ YOK OLUR”

Yeraltı Camii yanına yapılacak otel için Kültür Bakanlığı’nın titiz şekilde çalışma yapması gerektiğini belirten Kültür Varlıklarını Koruma Derneği Başkanı Serhat Şahin,  “Buranın mutlaka belge niteliğinde değerlendirilip, bütün dönemsel analizlerinin yapılması gerekir. Ancak çok hızlı bir inşaat faaliyetine girilmiş” dedi.

Şahin şöyle konuştu:

Her şey kanuna uygun ama buna öyle bakmamak gerekiyor. Arkeoloji Müzesi yetkililerinin biraz daha detaylı işin içine girmesi gerekiyor.

Gördüğüm kadarıyla daha önce bir betonarme bina varmış. Yıkıldıktan sonra bir kalıntı çıkmadı ama beden duvarlarındaki kalanları koruyorlar.

Mevcut durumda şu an kurul kararlarını almış ama bu yanlış. Normalde kurulun ve bakanlık yetkililerinin buna daha önceden yatırımcılara söylemesi gerekiyor.

Kültür Bakanlığı’nın burada hassasiyet göstermesi gerekiyor, bizim bakanlık yetkililerinden istediğimiz bu. Proje onaylandı diye bu şekilde devam edilirse belge nitelikleri gittikçe yok olur.

Bu parselizasyonda bir şey çıkmaz ama başka parselizasyonda çıkabilir. Mühim olan ana çerçevenin bir bütün olarak yapılması gerekiyor. Kanunların buna göre güncellenmesi gerekiyor.

Kültür Bakanlığı bu ana çerçeveyi şimdiden belirlerse ve buradaki temel çalışmaları yapıldığı zaman yatırımcının inisiyatifine veya şans eseri burada bir şey bulunduğu zaman yakın çevrelerden bir iki kişinin hassasiyeti ile olmamalı.

Kurullara proje sunulmadan önce burada kazı çalışmalarının çok titiz bir şekilde yapılması lazım. Yatırımcıların da bunu bilerek yatırım yapması lazım. İşi şansa bırakırsanız bilimsellikten uzaklaşıyorsunuz.”

“TEMEL KAZISI YAPILMIŞKEN KORUMA TEDBİRLERİNİN ALINMASI LAZIM”

Arkeolog Nezih Başgelen ise ortaya çıkan kemerin ilginç olduğunu ifade etti.

Başgelen şöyle devam etti:

“Söz konusu alan İstanbul’un tarihi topografyasının en stratejik en önemli noktalarından biri. Bunun nedeni vaktiyle Haliç’in ağzını kapatan o meşhur zincirin mekanizmasının Yeraltı Camii’nin olduğu yerdeki büyük bir savunma tesisinin bir bölümü olması.

Uzun yıllar denizden gelen tehlikelere karşı hem Haliç’teki donanmayı hem de gidiş gelişi kapatması açısından önemli bir mekanizma. Ama buradaki geleneğin çok eskiye gittiğine dair elimizde ipuçları var.

Hazır böyle bir temel kazısı yapılmışken buradaki belirli yerlerde test sondajları açılarak da daha eskiye gidip kontrol etmekte yarar olduğunu söyleyebiliriz.

Ortaya çıkanlardan ilginç bir kemer gözüküyor. Bugüne kadar her şeyin prosedürlere uygun olarak yapıldığı görülüyor ama bundan sonrası için koruma kurulunun çizeceği yolda gerekli koruma tedbirlerinin alınmasında yarar var.”

SÖZCÜ


 

21 Ekim 2021 Perşembe

'Yerel gazetelerin sayısı bir yılda yarı yarıya azaldı' - SOL (Söyleşi)

 Utku Çakırözer, Basın İlan Kurumu’nun tutumu ile yerel basının bitirilmeye çalışıldığını, verdiği cezalar ile birlikte basın özgürlüğünün kısıtlanarak gazeteciliğin bitirilmeye çalışıldığını söyledi.

Vergi Usul Kanunu'yla ilgili maddeler görüşülürken 15'inci maddede Türk basınının yüzde 91'ini oluşturan yerel basınla ilgili bir yasa getirilmek istenmişti. AKP bu karar ile birlikte, gazetelerde yayınlanması gereken resmî ilanların, tebligatların internet sitesinde yayınlanarak yerel gazetelerde yayınlanmasının önüne geçmeye çalışmıştı.

Basın İlan Kurumu’nun Vergi Usül Kanunu’ndaki 15’inci maddenin değiştirmesi tartışılırken CHP Eskişehir Milletvekili gazeteci Utku Çakırözer ile yeni gelecek yasayı, yerel gazetelerin durumunu konuştuk.

Konuya ilişkin yerel gazetelere ilan verilmesinin önüne geçilmeye çalışılarak yerel basının bitirilmeye çalışıldığını, basın ilan kurumunun verdiği cezalar ile birlikte basın özgürlüğünün kısıtlanarak gazeteciliğin engellendiğini söyleyen Utku Çakırözer sorularımıza şu şekilde yanıt verdi:

'Teklif yasallaşmadı fakat yerel gazetecilerin sorunları bitmiyor'

Vergi Usül Kanunu'yla ilgili maddeler görüşülürken 15'inci maddede Türkiye basınının yüzde 91'ini oluşturan yerel basınla ilgili bir yasanın yasallaşması tartışılıyor. Bu yasayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu madde ile ilan yoluyla yapılan tebligatlarda alacağın tutarına bağlı olarak yerel veya ülke genelinde yayın yapan gazetelerde ilan verilmesi uygulamasının kaldırılması ve 36 bin TL’nin altındaki bir borcun mükellefler tarafından sadece vergi dairesine ödenebileceğini, duyuruların da kurulacak olan ilgili idarenin resmi internet sitesinden yapılacağı düzenlemesi getirilmekteydi. Hem CHP olarak bizlerin, hem diğer siyasi partilerin ve tabii ki basın meslek örgütlerinin tepkisi sonrası düzenleme tekliften çıkarıldı.

'Yerel gazete çıkaranların sayısı 900’lere düştü'

Bu maddenin tekliften çıkarılması elbete olumludur ancak maddenin çıkarılmasıyla gazetelerin sorunları bitmemektedir. Anadolu’nun dört bir yanında gazeteler gerçekten çok zor durumda. Son birkaç yıl içinde sayıları 1.800'ü bulan yerel gazete sayısı önce binlere, şimdi 900'lere düştü. Anadolu'nun pek çok yerinde artık, hafta sonu gazeteler çıkmıyor, sayfalar azaltıldı.

'1500 yerel basın emekçisi işini kaybetti, Anadolu basını bitmek üzere'

Son iki yılda 1.500 yerel basın emekçisi işini kaybetti, çalışabilenler ise asgari ücret dahi alamamakta. Anadolu basını bitmek, batmak üzere. Her ay kamuoyu ile paylaştığımız aylık Basın Özgürlüğü raporlarında da ortaya koyduğumuz gibi gazetelere haberler nedeniyle ilan kesme cezaları uygulanıyor. Bunlar yetmezmiş gibi Meclis’ten geçen düzenlemelerde gazetelerin can damarı olan ilanları azaltan tekliflerin getirilmesi kabul edilemez. Onun için gazetelerin gelirlerini azaltan, kamunun gazete alımı ve aboneliği engelleyen tasarruf genelgesindeki madde de bir an önce iptal edilmelidir.

'Basın İlan Kurumu, Basın İnfaz Kurumu’na dönüştü'

'Resmi ilanların adaletli dağıtımını sağlamak için kurulmuş olan' Basın İlan Kurumu’nun bağımsız ve eleştirel yayıncılık yapan gazetelere uyguladığı ilan ve reklam kesme yaptırımları tartışılıyor. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tür cezalar ile birlikte ‘muhalif’ gazeteleri ne gibi sorunlar bekliyor?

Basın İlan Kurumu artık 'Basın İnfaz Kurumu'na dönüştü. Gerçek habercilik yapan, halkın haber alma hakkı için mücadele veren gazetelere hemen hemen her ay ilan kesme cezaları uygulanıyor. Gazetede yer alan haberler, köşe yazıları nedeniyle. Kamu kaynaklarının iktidara yakın gazete ve televizyonlara aktarılması Birgün, Cumhuriyet, Evrensel, Sözcü gibi gazetelerin bu kaynaklardan ilan alamamasının yarattığı etkilerin yanı sıra Basın İlan Kurumu’nun bu cezaları halkın haber alma hakkı ve basın özgürlüğünün engellenmesidir.

'2020’de 803 günlük ilan amborgasu uygulandı'

2020 yılında gazetelere 803 günlük ilan ambargosu uygulanırken, sadece Eylül ayında Cumhuriyet, Birgün ve Sözcü gazetelerine toplamda 100 günlük ilan kesme cezası uygulandı. Bu cezalar, halkın haber alma hakkını engellerken, basın özgürlüğünü de tehdit etmekte. Türkiye’de demokrasi ve basın özgürlüğünü tartışabilmek için bu hukuksuz cezalardan vazgeçilmelidir. Düzenleyici kurumlar da Anayasal görevlerine, tarafsız, objektif misyonlarına dönmelidir. Basın İlan Kurumu ve Radyo Televizyon Üst Kurulu Anayasa'da belirtilen görevini yerine getirmeli, gazete ve televizyon kanallarının bağımsız ve güvenli bir ortamda yayın yapmaları için çalışmalıdır.

'İlan dağıtımındaki adaletsizlikler basın özgürlüğünü kısıtlıyor'

Çeşitli belediyelerin ve hükümetin gazetelere olan 'yardımı' tartışılıyor. Sizce bu tür yardımlar hakkaniyetli bir şekilde dağıtılıyor mu?

Sadece belediyeler değil, kamu kaynaklarının medya organlarına adaletsiz ilan dağıtımı zor koşullar altında yayın hayatını sürdürmeye çalışan gazeteleri daha da zora sokmaktadır. Halkbank, Ziraat Bankası, Vakıfbank ve kamu katılım bankalarından 2020 yılında gazetelere toplam 300 bin sütun, santim ilan verilirken, televizyon kanallarına 3 milyon 367 bin saniye ilan verilmiştir. Ancak bu ilanlardan Fox, Tele1, KRT, Halk TV’nin de aralarında bulunduğu televizyon kanalları ile Cumhuriyet, Karar, Yeniçağ, Korkusuz, Millî Gazete, Birgün, Evrensel, Yeni Asya, Yeni Mesaj gibi gazetelere tek kuruş ilan alamamıştır.

İlan dağıtımındaki bu adaletsizlikler basın özgürlüğünü kısıtlanmakta, halkın haber alma hakkı engellenmektedir. İlanların hakkaniyetli, adil dağıtılması hem gazete ve televizyonların yayın hayatını sürdürebilmesi hem de halkın haber alma hakkı özgürlüğü için önemlidir.

'RTÜK’ün her toplantısının ardından televizyon kanallarına para cezaları uygulanıyor'

Verilen ilan kesme cezaları, kağıt maliyeti, çalışanların maaşı, çeşitli sansür durumları ortada iken bugün Türkiye’de basılı bir yayın nasıl ayakta kalabiliyor ya da kalıyor mu?

İlan kesme cezaları, sansür, girdi maliyetleri karşısında gazete ve televizyon kanallarının ayakta kalabilmesi mümkün değil. Gazetelerin tirajları günden güne düşüyor. Gazetelere ilan kesme cezaları veriliyor, yetmiyor Meclis’e gelen düzenlemerle ilan gelirleri kısıtlanmak isteniyor. Televizyon kanalları karatılıyor, RTÜK’ün her toplantısının ardından televizyon kanallarına para cezaları uygulanıyor. Görsel, yazılı ve internet medyası için, onların ayakta kalması için bir destek paketi çıkarılması şart. Aynı şekilde kamu ilanlarının adil bir şekilde dağıtılması yazılı ve görsel basının yayın hayatını sürdürmesi için önemli bir yere sahip.                                                   ***

'Bu düzenleme yerel gazetelerin tamamen kapanmasını sağlamak demektir'

Yerel gazetelerde resmi ilanların yayımlanmasını engelleyecek yasa Meclis'te tartışma konusu oldu.

AKP'nin yerel basına büyük darbe vuracak düzenlemesi Meclis'te gündem oldu.

CHP'li Engin Özkoç, Meclis Genel Kurulu'nda yaptığı açıklamada, "Vergi Usul Kanunu'yla ilgili maddeler görüşülürken 15'inci maddede Türkiye basınının yüzde 91'ini oluşturan yerel basınla ilgili bir yasa yasallaşacak. Yerel basının 72 milyonluk bir gelirden yoksun olmasına yol açan; devletin yani şu anki mevcut iktidarın, gazetelerde yayınlanması gereken resmî ilanların, tebligatların internet sitesinde yayınlanması, yerel gazetelerde yayınlanmasının önüne geçilmesi kararı neticesinde bu yasa geliyor" dedi.

Özkoç, "Yerel gazeteler Türkiye'deki bütün sorunları ilk başta ve en acil bir şekilde halkımıza ulaştıran gazetelerdir. Çok güçlük altında çalışıyorlar. Onların bu gelir kaynağını kesmek yerel gazetelerin tamamen kapanmasını sağlamak demektir" ifadesini kullandı.

SOL-14/10/2021


Özdemir Bayraktar kimin hizmetindeydi? - OKAN ATAER / SOL(Görüş)

 Herhangi bir fotoğraftaki silahı kimin ürettiği veya kimin denetlediği değil, son tahlilde kimin çıkarları için kim tarafından kullanıldığı belirleyici olacaktır.

ABD ve Batı Avrupa'nın önde gelen gazete ve dergilerinde önemli bir kısımdır "Obituary" kısmı, dilimize "Ölüm ilanı" olarak çevrilebilirse de tam anlamı karşılamamaktadır. Kelimenin kökeni Latince “ölüm” anlamına gelen “obitus” kelimesinden gelmektedir. Bu tür yazıların amacı hayatını kaybetmiş olan kişinin yaşamı boyunca gerçekleştirdiklerinin hikayesinin anlatılmasıdır.

Yakın zamanda vefat eden Özdemir Bayraktar hakkında günlük yayın yapan gazetelerde çıkan haberlerde, siyasetle harmanlanan başsağlığı paylaşımlarını takip etmişsinizdir. Genellikle kültürümüzde ölünün arkasından kötü konuşmamak, atasözlerimize bile girmiş olan "kör ölür badem gözlü olur" sözüyle uyumlu şekilde güzellemelerin ötesine geçmiyor. Ancak daha önce de yapıldığı gibi bu bahaneyle gerçekleri paylaşmaktan geri durmamak gerekiyor. Ölünce “Milli SİHA’nın babası” ilan edilen Bayraktar hakkında ne biliyoruz gelin bir bakalım isterseniz…

1946 doğumlu olan Bayraktar, başarılı bir öğrencidir. İstanbul Teknik Üniversitesi Makina Mühendisliğini 1972 yılında bitirdikten sonra akademik alanda devam ederek yüksek lisans derecesini alır. Bundan sonraki dönemde çeşitli işletmelerde makina mühendisliği yapar. Hikâyenin devamı oldukça ilginç: 12 Eylül Darbesi’nin ardından 1984 yılında “sadece bir matkap tezgahıyla” kurulan Baykar Makina’nın öyküsü.

Özallı yılları, o dönemin Türk-İslam sentezi ideolojisini, liberalizm rüzgarlarını anımsayınca Bayraktar’ın “teknik” bir isim olarak önünün açıldığı görülüyor. 38 yaşında görece geç bir dönemde “sektöre” giriş hikayesi bu şekilde, şirketin gelişmesine etkide bulunan faktörlerden birisi de şüphesiz aşağıdaki fotoğrafta görülüyor.

    Erbakan ve Bayraktar

Bayraktar markasının bugün bilinen İnsansız Hava Aracı (İHA) alanına giriş yapması genç nesil Bayraktarların sürece dahil olmasıyla başlıyor. Elbette 2000 yılında adımları atılan bu girişimin AKP’nin ilk iktidar yıllarıyla çakışması ve “önemsiz” bir firmanın Türk Silahlı Kuvvetleri'yle, TAI gibi dev firmalarla çalışması tesadüf değil.

    2005 yılında TAI Tesislerinde yapılan denemelerden

Türkiye savunma sanayii, 1970’li yıllarda başlayarak emperyalizmin dümen suyundan çıkmayacak şekilde ağır aksak da olsa emeklemeye başladı. Bu dönemi Özallı yıllar izlemiş, uluslararası piyasalara açılması teşvik edilen özel sektöre mali devlet desteği sağlanmış, küresel aktörlerle teknoloji transferi/üretim ve montaj anlaşmaları imzalanmıştır.

90’lı yıllarda lisans ücreti ödenerek, tasarıma dair hiçbir girdide bulunmaksızın seri üretimler gerçekleştirildi. AKP iktidarının kurumsallaşmaya başladığı 2010’lı yıllarda savunma sanayiinin hedefi özgün ürünler tasarlamak, geliştirmek ve ihraç etmek oldu, bu konuda önemli adımlar atıldı. Bu alanlardan birisi de İHA alanı.

TSK 1980’li yılların ortasından itibaren İHA’lara özellikle yurt içinde PKK'ye dönük askerî harekâtlarda keşif ve gözetleme görevleri için başvurdu. Ancak ABD’den alınan GNAT-750 ve İsrail’den alınan Heron’lardan istenen verimin alınamadığı söylendi.

Türkiye’de İHA çalışmaları TAİ bünyesinde 2004 yılıyla beraber başlatıldı. Türkiye 2015 yılıyla beraber TAİ imalatı olan ANKA ve Baykar Makina ürünü olan Bayraktar İHA’larıyla beraber bir seviyeyi geride bıraktı.

SİHA sanayiinde Türkiye sermayesinin askeri ve ekonomik yönelimleri de genel eğilimle paraleldir. Bugün İHA ve SİHA ihraç edilen ülkeler arasında Pakistan, Tunus, Suudi Arabistan, Ukrayna, Katar sayılabilir.

Boyalı basında, Özdemir Bayraktar'ın İHA geliştirme faaliyetleri kapsamında Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde Türk Silahlı Kuvvetleri personeliyle beraber çalışırken çektirdiği fotoğraflar da yayınlanmaya başladı. Bu fotoğraflardan birisinde İHA konusunda çalışmaların içinde doğrudan yer almış olan Yarbay Melih Gülova'ya dair paylaşımlar dikkat çekiyor. Burada 2007 yılında bölgede silahlı çatışma sonucu hayatını kaybeden Gülova'nın çabalarının sonuçlandırıldığı ve vasiyetinin yerine getirildiği belirtiliyor.

Doğrudur, Gülova’nın çalışmalarının sonuç vermiştir. Ancak konu fotoğraflardan açıldıysa pek kimsenin üzerinde durmadığı bir ayrıntıya da biz işaret etmiş olalım. Bu fotoğraf da boyalı basından:

    Baba-oğul Bayraktarlar Ergenekon'da hüküm giyen Hasan Iğsız Paşa'ya sunum yapıyor.

Fotoğrafta sunum yapılan üst düzey komuta heyeti arasında dönemin 2. Ordu komutanı Orgeneral Hasan Iğsız da bulunuyor. Bu isim bazılarına tanıdık gelecektir ancak yine de anlatalım: 1946 doğumlu olan Iğsız, 1976 yılında Kara Kuvvetleri Harp Akademisinden mezun olmuştur. Brüksel'deki NATO Karargâhında görev yapmış, 1993 yılında Tuğgeneral olmuştur. 2006 yılında orgeneralliğe terfi ettikten sonra 2008 yılında Genelkurmay II. Başkanlığı'na, 2009 yılında da 1. Ordu Komutanlığı'na atanmıştır. 2010 yılında hükümet aleyhine faaliyetleri gerekçe gösterilerek emekli edilmiş, 2011 yılında tutuklanarak cezaevine gönderilmiştir. 2013 yılında Ergenekon Davası kapsamında yargılanmış ve müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır. Sonraki süreçte tahliye edilse de bozulan kararlar, temyizlerle süreç devam etmiştir.

Yaklaşık olarak aynı yıllarda doğmuş olan bir komutan, bir patron. Birisi diğerinin dünya görüşünden nefret etmesine rağmen onun teknik bilgi ve becerisini kullanıyor, diğeriyse onun tam karşısında benzer bir hesapla duruyor. Ancak ikisi de aynı düzene hizmet ediyor. AKP'nin saldırgan dış politikasının en önemli enstrumanlarından olan İHA'ların "babası" bir süredir Erdoğan'la ittifak halindeki askerler için de muteber oluyor. Böylece arkasından gözyaşı dökülecek milli bir figür çıkıyor.

Vatan topraklarını korumak için bilgisini, birikimini kullanan dini bütün bir iş adamı mıydı Özdemir Bayraktar? 

Çığır açan bir teknolojiyi ilk kullanan, savaşların kaderini belirleyen bir öncü müydü? 

Yoksa kapitalizm koşullarında kâr peşinde koşarken mensup olduğu Millî Görüşçü akıma da göz kırpan bir patron mu? 

Bunun cevabını tarih verecek. Ancak kesin olan şudur ki, AKP iktidarıyla birlikte gömlek değiştiren ve artık ülke sınırlarına sığmayan Türkiye burjuvazisi ve egemen güçleri; türünün ne ilk örneği ne de en gelişkin örneği olmasına rağmen uygun bir konjonktürde umulmadık başarı kazanan bir silah sayesinde kendi çöplüklerinde emperyalizmin bıraktığı boşlukları doldurmaya heveslenebilmiş, askerî maceralara kalkışabilmişlerdir. Dolayısıyla herhangi bir fotoğraftaki silahı kimin ürettiği veya kimin denetlediği değil, son tahlilde kimin çıkarları için kim tarafından kullanıldığı belirleyicidir.

OKAN ATAER / SOL(Görüş)




20 Ekim 2021 Çarşamba

Erdoğan, kendi maaşına zam yaptı (Cumhurbaşkanı maaşı ne kadar oldu?)+ Sarayın 415 arabası var, milyonlar aç (Cumhuriyet)

Erdoğan, kendi maaşına zam yaptı (Cumhurbaşkanı maaşı ne kadar oldu?)

(Cumhuriyet)
AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendine yüzde 14 oranında zam yaptı. 2022 bütçesinde Erdoğan'ın maaşı 100 bin TL olarak belirlendi.

CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, TBMM'ye sunulan bütçe teklifinin Erdoğan hakkındaki ayrıntısını paylaştı. Teklif kabul edilirse, 2021 bütçesinde 88 bin TL olan Cumhurbaşkanlığı maaşı 100 bin TL olarak belirlenecek.

 Konuya ilişkin bir paylaşım yapan CHP'li Özel, şunları belirtti:

"TBMM'ye sunulan bütçe teklifine göre Tayyip Erdoğan kendi maaşını yüzde 14,4 oranında rekor zamla 100.000 TL'nin üzerine çıkardı.

Alacağı aylık zam 4,5 asgari ücret tutarında!

Bu tek adam memura işçiye emekliye cimri, kendine bonkör!

Saraya şatafat vatandaşa sefalet düşüyor!"

                                                                                 *** 

Cumhurbaşkanının maaşına yapılan yüzde 14 zam dikkat çekti.

(Mustafa Çakır-Cumhuriyet)


Yaklaşık 7 milyon işçi, bir ay boyunca asgari ücretle geçinmeye çalışırken Cumhurbaşkanlığı ödeneğinde aylık 4.5 asgari ücrete denk gelen artış yapıldı. Gelecek yıl 25’i binek otomobil olmak üzere 29 araç daha alacak olan Cumhurbaşkanlığı’nda zaten 415 taşıt bulunuyor.
Milyonlarca memur ve memur emeklisine gelecek yıl için yüzde 5+7 zam öngörülürken Cumhurbaşkanı’nın ödeneği yüzde 14.4 artışla aylık 100 bin 750 TL’ye çıkarıldı. CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, “Bu tek adam, memura, işçiye, emekliye cimri, kendine bonkör. Saray’a şatafat, vatandaşa sefalet düşüyor” dedi. Ödenekte yapılan artış 4.5 asgari ücrete denk geliyor.   

Ücretler her geçen gün erirken Cumhurbaşkanlığı ödeneğinde yapılan artış tartışma yarattı. TBMM’ye sunulan Cumhurbaşkanlığı 2022 Bütçe Teklifi’ne göre, gelecek yıl Cumhurbaşkanı ödeneği yıllık 1 milyon 209 bin TL olacak. Cumhurbaşkanı’nın aylık ödeneği bu yıla göre 88 bin TL’den yüzde 14.4’lük artışla 100 bin 750 TL’ye çıkacak. Teklife göre, Cumhurbaşkanı ödeneği 2023’te yıllık 1.4 milyon TL, 2024’te de yıllık 1.5 milyon TL olacak. Cumhurbaşkanlığı bütçesinden gelecek yıl 64 milyon TL temsil ve tanıtma giderleri için harcanacak. Toplam 2.2 milyar TL olan mal ve hizmet alım giderlerinin detaylarına bakıldığında ise tüketime yönelik mal ve malzeme alımları için 335.1 milyon TL, hizmet alımları için 270.1 milyon TL, menkul mal, gayrimaddi hak alım, bakım ve onarım giderleri için 32.4 milyon TL, gayrimenkul mal bakım ve onarım giderleri için 15.9 milyon TL harcama gerçekleştirilecek. 

574 LOJMAN

CHP’li Özel, “Bu tek adam, memura, işçiye, emekliye cimri, kendine bonkör. Saray’a şatafat, vatandaşa sefalet düşüyor” dedi. Özel, Cumhurbaşkanı ödeneğinin yıllara göre değişimini de tablo halinde sundu. Buna göre Erdoğan’ın ödeneği 2018’de 59 bin, 2019’da 74 bin 500, 2020’de 81 bin 250, 2021’de 88 bin, 2022’de 100 bin 750 TL’ye çıktı. 2022 yılı bütçe gerekçesinde yer alan tablolara göre ise Cumhurbaşkanlığı’na ait 574 lojman var. Genel bütçeli idarelere ait toplam lojman sayısı 195 bin 114, toplam sosyal tesis sayısı da 1481. Toplam 196 bin 595. 

‘FİLODA’ 415 TAŞIT VAR

Gelecek yıl 25’i binek otomobil olmak üzere 29 araç daha alacak olan Cumhurbaşkanlığı’nın toplam 415 taşıtı var. Kamu idarelerinin taşıt sayılarını gösteren tabloya göre bu taşıtlardan 207’si binek otomobil, 73’ü arazi binek, 3’ü minibüs, 5’i pick-up, 38’i panel, 12’si midibüs, 13’ü otobüs, 19’u kamyon, 2’si ambulans, 5’i motosiklet (en az 601 cc’lik), 37’si güvenlik önlemli binek otomobil, 1’i güvenlik önlemli servis taşıtı. Bakanlıkların da içerisinde bulunduğu genel bütçe kapsamında yer alan idarelerdeki toplam araç sayısı ise 100 bin 846. Bu araçların 346’sı güvenlik önlemli binek otomobil. Yine bütçede yer alan tabloya göre, Cumhurbaşkanlığı’nın santrala bağlı 4 bin 900, müstakil 54, cep telefonu 333 olmak üzere 5 bin 287 telefonu var. Faks sayısı ise 100. Genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerine ait toplam telefon sayısı ise 416 bin 839. Bunun 21 bin 414’ü cep telefonu. 202 bin 938’i de müstakil telefon. 

(Mustafa Çakır-Cumhuriyet)