Enerjide piyasa saplantısının maliyeti çok büyük - ADİLE KAYA / Sol Analiz
Enerjide piyasalaşmanın tek maliyeti fahiş faturalar değil. Özellikle rekor seviyedeki borç yükünün halka başka mekanizmalarla aktarılan bir dizi ek maliyeti bulunuyor.
Enerji sektörü borç rekoruyla birlikte borcu halka aktarma rekoru da kırdı
2002 yılında enerji sektörünün toplam uzun vadeli borç stoku 5 milyar doları dış borç olmak üzere 6,5 milyar dolar civarındayken 2017 yılında toplam stok 48 milyar dolara yaklaştı. Böylece uzun vadeli yani yatırım amaçlı kullanılan kredileri ifade eden toplam borç stoku içinde enerji sektörünün payı yüzde 9,2’ye, dış borç stoku içindeki payı ise yüzde 12’ye kadar ulaştı.
Yukarıda yer alan 48 milyar dolara yakın tutar, ödemesi devam eden borçları ifade ediyor. 2002-2017 dönemi içinde ödemesi tamamlanan krediler de dikkate alındığında enerji yatırımlarının finansmanı için alınan borçların toplamı 70-80 milyar dolar aralığında tahmin ediliyor. Söz konusu tutarın yüzde 50-55’inin elektrik üretimi yatırımları, yüzde 20-25’inin elektrik dağıtım satın almaları ve yatırımları, kalan bölümün de diğer yatırımlar için kullanıldığı hesaplanıyor.
Enerji sektörü finansmanı değerlendirilirken 2002-2017 dönemini ayrı, 2018 sonrasını ayrı değerlendirmek gerekiyor. Çünkü 2018 sonrası toplam borç stokunun sınırlı da olsa azaldığı görülüyor. Söz konusu azalışta TL’nin değer kaybının yanısıra dövizden TL’ye çevrilip kamu bankalarına aktarılan borçlar, vade uzatımları gibi değişik yöntemlerle yüzdürülen tasnifi değişen krediler de etkili. Dış borç stokunda son birkaç yılda gözlenen özel sektörle kamu borcunun yer değiştirmesi, özel sektörün borcu 75 milyar dolar azalırken, kamu borcunun 60 milyar dolar artışında enerji sektörü borçlarının yeniden yapılandırılması, yüzdürülmesinin de etkisi bulunuyor. Bu yer değişiminin en açık ifadelerinden olan finansal borçların yeniden yapılandırılmasından en fazla yararlanan büyük enerji projeleri oldu.
2002-2017 manzarasına bakıp piyasacı yaklaşımıyla, “Enerji sektörü özel sektör dinamizmiyle düşük faizli, uzun vadeli kaynak sağladı, bununla da yatırım yaptı” masalını anlatmaya çalışanlar hala çıkabilir. Ancak biraz daha yakından bakıldığında, enerjide piyasalaşmanın ülkenin bugün iliklerine kadar hissettiği büyük tahribatta, derin yoksullaşma dalgasında önemli bir rol üstlendiği, enerji faturalarından ibaret olmayan çok yüklü maliyetler yarattığı açıkça görülüyor.
Enerji sektörünün GSYH, yatırımlar, üretim içindeki payı gibi verilerle birlikte düşünüldüğünde hem dış borç içindeki payının hem de yurtiçi bankacılık kredileri içindeki payının çok yüksek olduğunu, dolayısıyla bir borçlanma rekoru kırıldığını söylemek mümkün. Ancak büyük elektrifikasyon yatırımlarının yapıldığı, yani ülkenin büyük bölümüne elektriğin taşındığı geçmiş dönemler için makul olabilecek bir yatırım düzeyinin yakalandığı söylenebilir. Oysa ki Türkiye elektrifikasyonu uzun süre önce tamamladı. Son 20 yıl sanayide GSYH büyümesini çok aşan bir büyümenin olmadığı bir dönemdi. Enerji, özellikle de elektrik üretiminde bu kadar büyük bir yatırım ve finansman yükü için rasyonel bir açıklama yapılması pek mümkün değil.
İmalat sanayine bulunamayan kaynaklar enerjiye aktı
İmalat sanayi yatırımları için yapılan borçlanmayla enerji yatırımları için yapılan karşılaştırıldığında hayli çarpıcı bir tablo ortaya çıkıyor. Sanayi ve hizmet sektörlerinin toplam üretim değerinden yüzde 47 pay alan imalat sanayi, dış borç stokundan yüzde 21, bankacılık kredilerinden yüzde 15 pay alıyor. Üretim değeri payı yüzde 7,1 olan enerji sektörünün borçlanmadaki payının ise, göreli olarak hayli yüksek olduğu dikkat çekiyor.
Ayrı ve çok boyutlu bir başka değerlendirmenin konusu olmakla beraber yukarıdaki göreli pay yüksekliği, “enerji politikası”nın ötesinde aynı zamanda “sanayi politikası”na ilişkin de kuvvetli birkaç belirleme yapmaya izin veriyor.
İlk belirleme, uzun yıllardır hep şikayet edilen, kalkınma planlarında, çeşitli politika dokümanlarında vurgu yapılan, son olarak Yeni Ekonomi Modeli’nde de zikredilen “imalat sanayiinde düşük teknolojili sektörlerin ağırlığını azaltıp yüksek teknolojili sektörlerin payını artırma” hedefinin Türkiye kapitalizmi açısından sahicilik taşımadığı olabilir. Enerji tüketimini uyaran ve dolayısıyla görece düşük teknolojili sektörlere dayalı büyüme, enerji etrafındaki değer havuzunun büyütülmesi, saadet zincirinin beslenmesi için otomatik bir tercih haline geliyor.
İkinci belirleme, enerji sektörüne giren oyunculara bakıldığında da açıkça görülen sanayiden kazanılanların daha yüksek getiriler taahhüt edilen enerji sektörüne yatırılması, yukarıda sözü edilen borçlar dışındaki özkaynak finansmanının büyük ölçüde sanayi kârlarından aktarıldığı olabilir. Elektrik üretimi ve dağıtımı yapan şirketlerin isimlerine göz atmak yeterli.
Üçüncü belirleme, doğrudan yatırımla birlikte en çok övülen, istenen dış finansman türü olarak nitelenebilecek uzun vadeli, görece düşük maliyetli kalkınma finansmanı kuruluşlarının kaynaklarıyla bir ekonomide nasıl büyük bir tahribat yaratılabileceği, bu kuruluşların öncelikleriyle Türkiye halkının çıkarları arasında hiçbir paralellik bulunmadığı olabilir.
Krediler özel sektöre yükü kamuya
Enerji sektörünün dış borcundaki çarpıcı gelişimde finanse edilen yatırımların büyük bölümünün Yap-İşlet-Devret’ler, YEKDEM ve YEKA gibi döviz bazında alım garantili projeler olması çok kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Ayrıca enerji sektörü Hazine garantili borçlardan da en çok yararlanan sektör oldu. (Köprü, otoyol, havaalanı, şehir hastaneleri gibi “PPP”lere verilen garantiler daha yakın zamanda gündeme geldi ve büyük ölçüde enerjideki “başarı”dan feyz alınarak tasarlandı.)
Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası, Alman Kalkınma Bankası (KfW) gibi uluslararası finansal kuruluşların Hazine garantisiyle sağladığı “imtiyazlı” kredilerden en fazla yararlanan enerji yatırımları oldu. İşin en başına, 2001 krizinin hemen peşisıra enerjide piyasalaşmanın önünü açan düzenlemelere dönersek işin mimarlarının da Dünya Bankası başta olmak üzere “öncü finansör” rolü üstlenen kuruluşlar olduğu net olarak saptanabilir. Nitekim Dünya Bankası, bir zamanlar önünü açtığı, oluşan toplumsal tepkilerden sonra eleştirel bir tutum aldığı nehir tipi HES’ler gibi konulardaki rezervleri dışında Türkiye’de enerji sektöründeki dönüşümü bir “başarı öyküsü” olarak değerlendiriyor.
Finansman “sunanlar” tabii ki Türkiye’yi genel olarak piyasacılığa yönlendiren “politika yapıcı” misyonlu uluslararası kuruluşlardan ibaret değil. İkinci halka olarak teknoloji ve yer yer ölçek yönlendirmesi yapan, GE, Siemens başta olmak üzere teknoloji tedarikçisi tekelleri destekleyen ülke ihracat kredi kuruluşları (Eximbankları denebilir) devreye girdi. Kendi ülkelerinin şirketlerinden teknoloji ithal edenlere öncelikli olmak üzere uygun koşullarda, görece düşük maliyetli ve uzun vadeli kredi sağlandı.
“Uluslararası kalkınma finansmanı kuruluşu” olarak adlandırılan “misyon” bankalarının Türkiye’nin anılan dönemdeki toplam uzun vadeli dış borcundaki payı yüzde 10 civarındayken enerji sektörü kredilerindeki payları yüzde 20-25’e ulaştı. Ülke ihracat kredi kuruluşları da eklendiğinde yüzde 40’ı aşan bir pay tahmin ediliyor. Bu tür bir oran ancak kamu yatırımlarının finansmanında söz konusu olabilirdi, ki özel dönemler ve örnekler dışında enerji finansmanındaki hacimlere ulaşılması mümkün olmazdı. Kamunun da tüm kapasitesiyle içine sokulduğu “piyasa tasarımı” nicel olarak da nitel olarak da dünya ölçeğinde bir deneyime yol açtı. Uluslararası finans hiyerarşisinin yüksek basamaklarında yer alan, toplam finans hacmindeki payların ötesinde “yol yapan” bu kuruluşları, sendikasyonlarla ticari bankalar takip etti. Yurtiçinde de özellikle 2007-2014 döneminde özel bankalar çok büyük iştahla ama aynı zamanda çok büyük riskler de alarak enerji sektörünü fonladı.
Kim kazandı, kim kaybetti?
20 yıldan kısa bir sürede “finansman arzı”nın şekillendiriciliğiyle yapılan yatırımlar kime, ne kazandırdı, kime, ne kaybettirdi? 100 dolarlık bir yatırım örneği alabiliriz: 100 doların 70-80 doları için kredi kullanıldı. Özellikle yenilenebilir enerji yatırımlarında yüzde 80’lere çıkan dış finansman oranları görüldü. 100 dolarlık yatırım pek çok örnekte gerçek yatırım tutarını ifade etmedi, karşılıklı toleransla ya da türlü beceriksizlikle, öngörüsüzlükle yatırım tutarları şişirildi. Özel sektörün kar hırsına ek olarak “öğrenme maliyeti”, kamunun denetim konusundaki yetersizliği ya da “özel güzeldir” hoşgörüsüyle birleşti vb. Teknoloji türüne (HES, termik, güneş vb), yatırım yerine, ölçeğe göre fark etmekle birlikte 100 dolarlık yatırımın yaklaşık 40-50 doları teknoloji/ekipman tedarikçisinin cebine girdi. 20-30 dolar inşaatı yapan, büyük bölümü de enerji firmalarının kendi grupları bünyesinde yer alan şirketlere gitti. Finansman sağlayıcıların da 10 puan civarına ulaşan bir pay aldığını söylemek mümkün.
Şişirilen yatırım tutarları, grup inşaat şirketlerinde bırakılan karlar, finansman giderleri elektrik üretim maliyetine dolayısıyla tarifelere büyük ölçüde taşındı. Enerji faturalarında bir büyük kalem enerji ithalatı olduysa, bir büyük kalem de yatırımlara yönelik teknoloji ithalatı ve finansmandan gelen maliyet oldu. Dövize endeksli alım garantileriyle, tarife yapısıyla vb bu yükler yıllardır halka aktarılıyor. Ancak faturalara tam olarak yansımayan, başka mekanizmalarla halka aktarılanlar da var. Alım garantilerinin, enerji şirketlerine yönelik desteklerin faturalara sığmayan kısmı, kamu bütçesine yayılan yükler işin doğası gereği. Finansmanda Hazine garantileri başta olmak üzere kamunun alım taahhütleri vb sağladığı düşük maliyetlerin, kamu kredibilitesinden yediğini, halkın daha öncelikli ihtiyaçları için kamu finansmanının etkin kullanılamaması yok sayılan, oysa ki hayli yüksek bir maliyet. Sermaye ucuz kredi kullanır görünürken kamu garantör olarak bir maliyet üstleniyor. Tüm finansmanın yüzde 5’i diye düşünmek hiç abartılı bir varsayım olmaz ve enerji finansmanında bu şekilde halktan 4-5 milyar dolarlık bir değer aktarıldığı hesabı yapılabilir.
Büyük bir iştahla yapılan yatırımlarda yanlış teknoloji seçimi, çevre tahribatı, dışa bağımlılığı artırıcı yatırımlar vb boyutlar bir yana piyasa anarşisi içinde bir atıl kapasite de oluştu. Yüzde 35-40’a ulaşan hesaplar yapılıyor. Yüzde 20 bile olsa 15-20 milyar dolarlık gereksiz yatırım, dış borç yükünün artışından, atıl kapasitenin faturalara, tüketicilere bindirdiği yüke, yine kamuya, halka büyük bir maliyet yarattı.
Hesabı az yapılan bir diğer geçiş mekanizması, enerji maliyetlerindeki artışın tüm sektörlere ve tüm fiyatlara yansıması, yani enflasyon etkisi. Enerjide piyasalaşma sürecinin enflasyona etkisi kendi başına hesaplanabilir ve hayli de yüksek sonuçların çıkması olası.
Son olarak da hep tersinden ele alınan bir başlık, kur artışı. Kurdaki artışın enerji maliyetlerini artırması değil, enerjideki yüksek döviz borç stokunun kur artışına etkisinden söz ediyoruz. İthalat ve dış borç stoku artışıyla kur artışı arasında güçlü bir ilişki bulunuyor. Çeşitli çalışmalar bu etkinin hayli yüksek olduğunu gösteriyor.
Genel olarak dış borç stokunun, özel olarak enerji sektörü borç stokunun kur üzerindeki etkisi
2002-2017 döneminde Türkiye’nin toplam dış borç stoku, 115 milyar dolardan 451 milyar dolara, uzun vadeli özel sektör dış borç stoku ise 30 milyar dolar düzeyinden 223 milyar dolara çıktı. Aynı dönemde enerji sektörünün uzun vadeli dış borç stokunun da 5 milyar dolardan 25,5 milyar dolara ulaştığı göz önüne alındığında özel sektör dış borç stokundaki artışın yüzde 10’unun enerji sektöründen kaynaklandığı görülüyor. Üstelik yukarıda dile getirilen kuruluşlardan sağlanan kaynaklarla görece düşük maliyetler ve uzun vadelerle en “risksiz”, en istenir finansman şekli olarak sunulsa da söz konusu yüksek payla enerji sektörü kredileri bir saatli bombaya dönüştü.
Hem yurtdışından kullanılan krediler hem de yurtiçinden dövizli bazlı kredi kullanımının yüksekliğinin yanısıra üretim maliyetlerinde de enerji kaynaklarındaki yüksek ithalat nedeniyle döviz riski taşıyan sektörün gelirleri, döviz bazında alım garantisi verilen projeler haricinde TL idi. Bu büyük riskin göz ardı edilmesi, dış borç stokunun kuru artırıcı etkisinin ilk, en güçlü çalıştığı sektörlerden birinin enerji sektörü olmasına yol açtı. Nitekim 2018 yılında ilk büyük kur şokuna yol açan tıkanmada enerji şirketlerinin/projelerinin bir bölümünün borç ödeme kabiliyetini yitirmesinin etkili olduğuna ilişkin çok fazla veri var. O gün devletleştirme kararı verip tahribatı azaltmak yerine, enerji şirketlerinin borçlarını çeşitli yöntemlerle yüzdürüp özellikle birkaç büyük özel bankayı çok büyük zararlar yazmaktan kurtardılar, uluslararası alacaklıları rahatlattılar. Bilinen bir kayyum atamasıyla -bankalar adına bir profesyonel ekip son 20 yılın en göz kamaştırıcı büyümesini yaşayan gruplarından birinin yönetimini fiilen devraldı- enerji şirketlerinin borçları TL’ye çevrilip uzun vadelere dönüştürüldü, piyasacı anlayışa göre batması gereken şirketlerin bir bölümü kar etmeye devam etti. Üstelik “piyasa arızaları”ndan şikayet etmeyi, elektrik fiyatlarının tam serbest piyasada belirlenmemesini eleştirmeyi, halkın cebine soktukları el büyüdükçe arsızlaşmayı sürdürüyorlar.
Piyasalaşma yetmedi “piyasa derinleşmesi” gündemde
Toplumun 20 yıldan kısa sürede çok büyük değer aktardığı piyasacı yapının bugünkü koordinatlarda devam edilmesi durumunda “düşük karbonlu enerji dönüşümü” perspektifiyle yeni bir büyük değer aktarım mekanizması inşa edeceği iyice belirginleşiyor. Avrupa Yeşil Mutabakatı başta olmak üzere yine uluslararası finansmanın şekillendiriciliğinde bir “piyasa derinleşmesi” gündemde: “Enerji üretimini ve teminini tabana yayarak ‘demokratikleştireceği’ iddia edilen bu mekanizmaların daha ziyade çeşitli büyüklüklerdeki ekipman tedarikçileri ve hizmet sunucuları için yeni pazarlar yaratacağı daha net görülüyor. Mevcut politikalar çerçevesinde temiz ve güvenilir enerjiye evrensel erişim ve ortalama yeryüzü sıcaklık artışını 1,5 derece ile sınırlandırarak iklim felaketini önleme hedefleri ise hala erişilmez görünüyor. Uluslararası kuruluşlar ise bir yandan bunu saptayıp, diğer yandan reçetenin piyasa bazlı mekanizmalarla desteklenen daha fazla yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği yatırımları olduğunu savunuyor.”2
Bu uzun ve kaçınılmaz olarak yorucu yazının sonucu: Bugüne kadar yaratılan tahribatın durdurulması ve geri dönüşü güç yeni bir tahribat kanalının açılmasına izin vermemek için enerji üretim ve hizmetlerinin devletleştirilmesi acil bir talep olarak önümüzde duruyor.
- 1.https://haber.sol.org.tr/haber/enerjinin-sektor-haline-gelmesinin-halka…
- 2.https://haber.sol.org.tr/haber/dusuk-karbonlu-enerji-donusumu-kurtulus-…
Emekçiler yeni yıla elektrik ve doğalgaz zamlarıyla girdi. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) İzmir Şubesi’nin hesaplamalarına göre 4 kişilik bir ailenin asgari yaşam standartları için tüketmesi gereken elektriğin aylık faturası yüzde 72’lik artışla 211 liradan 364 liraya çıktı.
Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) tarafından yapılan açıklamada enerji fiyatlarında dünya çapında yaşanan yükselişe bağlı maliyet artışları zamların gerekçesi olarak gösterildi. “Maliyet artışı” gerekçesi fazlasıyla tartışmalı ve ayrıca detaylı ele alınmayı hak ediyor. Özellikle açıklamadaki “Ayrıca devletimiz vatandaşlarımızı bu artışlardan koruma amacıyla elektrik faturalarında yarısını, doğalgazda ise beşte dördünü karşılayarak 2021’de toplamda 100 milyarlık destekte bulunmuştur” iddiasını değerlendirmek gerekiyor. Yukarıda bahsedilen EMO açıklamasında da vurgulandığı gibi 2020 yılında pandemi nedeniyle dünyada enerji maliyetleri önemli ölçüde düşmüş, tarifelere hiçbir şekilde yansımamıştı. Buna ek olarak dünyadaki enerji fiyat artışlarının enerji maliyetlerini çok güçlü bir şekilde yansıdığı iddiası, buna dayalı hesaplamalar da doğru değil. Siyasi iktidar elektrik üretiminde yenilenebilir kaynaklar başta olmak üzere yerli kaynakların payının yüzde 55’i geçtiğiyle övünüyor. Yani çıplak üretim maliyeti olarak bakıldığında ortalama maliyetin elektrik zamlarına gerekçe olacak bir oranda artmış olması güç görünüyor. Yine elektrik üretiminde önemli paya sahip doğalgazda tedarik maliyetinin son aylara kadar kontratlı alımlar kapsamında sözü edilen yüksek artışlardan az etkilendiği de biliniyor. Bu noktada birebir geçişi en yüksek olabilecek ithal kömür santrallerinde de üretim araları verildiği eklenmeli. Ancak toplam üretimin neredeyse üçte birini YEKDEM, YEKA gibi döviz alım garantili sistemlerle desteklemekten özel sektörün döviz borçlarının maliyetlerine, üretimi fizıbıl olmaktan çıkan doğalgaz ya da ithal kömür santrallerine sağlanan nakit desteklere, özelleştirme ve piyasalaşma sonucunda yaratılan yapının korunması, enerji patronlarının karları düşmesin diye uğraşılması son zamların gerçek gerekçesini oluşturuyor.
Bu faturanın nasıl yaratıldığını, neden sürekli arttığını geçen yıl soL’da yer alan kapsamlı bir değerlendirmeden yararlanarak yaptığımız bir derlemeyle anlatmak istiyoruz:
Son 20 yıla AKP iktidarı eliyle yapılan enerji özelleştirmeleri ve piyasalaşma damga vurdu. Elektrik üretiminde özel sektörün payı 2002 yılında yüzde 20 iken 2021’de yüzde 80’i aştı. Devlette olan elektrik dağıtımı tamamen özel sektöre devredildi. Doğalgaz dağıtımı da, İGDAŞ haricinde, tamamen özel sektörde.
Bütün bunlar aynı zamanda enerji talebine çok büyük bir artışın olduğu, akaryakıt dahil toplam enerji talebinin yüzde 100’e yakın büyüdüğü, elektrik tüketiminin ise 2,5 kattan fazla arttığı bir dönemde gerçekleşti. Elektrik özelinde bakılırsa 2002 öncesinde “pasta”nın büyüklüğü 100 birimdi ve bunun 80’i devletin kontrolündeydi. Bugün 250 birimi aşan bir büyüklükten söz ediyoruz ve 200 birimden fazlası özel sektörün kontrolünde. 2020 yılında elektrikte toplam 10 milyara yaklaşan ciro ve yine milyarlar mertebesinde kar edildiği tahmin ediliyor. 2002 yılından bu yana özel sektörün elektrik üretimi, dağıtımı ve ilişkili faaliyetlerden elde ettiği toplam gelirin 80-90 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyor. Sektörün karmaşık yapısı nedeniyle ne kadar kar edildiğine ilişkin öngörüde bulunmak zor. Ancak Sabancı grubuyla Alman E.On’un ortak olduğu Enerjisa Dağıtım’ın 2020 yılı FAVÖK’ü (finansman, amortisman ve vergi öncesi kar), cirosunun yüzde 34’üne tekabül ediyor ve 2,5 milyar lira mertebesinde.
Elektrikte 2002’de 31,8 GW olan kurulu güç 2020 sonunda 95,9 GW’a ulaştı ve artan kapasitenin tamamına yakını özel sektör yatırımlarından oluştu. Devletin alım garantisi başta olmak üzere bir dizi destek sunduğu bir ortamda yatırım ve üretim riskinden söz etmek pek mümkün değil. 2002-2020 döneminde elektrik sektörüne 100 milyar doların üzerinde yatırım yapıldı ve bu yatırımların yaklaşık yüzde 70’i döviz bazında alınan kredilerle gerçekleştirildi.
Toplumsal öncelikler ve çıkarlar doğrultusunda bir planlama olmadan yapılan yatırımlar büyük bir borç birikimine ve nihayetinde kısmen atıl kapasiteye yol açtı. Özellikle 2018 krizinden bu yana yeniden yapılandırılan, özel bankalardan kamu bankalarına aktarılan, bu arada dövizden TL’ye çevrilip döviz riski de kamuya dolayısıyla halka yüklenen borç stokunda enerji sektörünün payı hayli yüksek. İşin bu kısmını tam olarak faturalarda görmüyoruz, faturalara yansıyan hala şirketlerin üzerinde olan borçların maliyetleri. Bir şekilde kamuya devredilen maliyetler de var ve bunları başka mekanizmalarla yine emekçiler ödedi ya da ödemeye devam ediyor. Enerjide özelleştirme ve piyasalaşmanın faturası bundan da ibaret değil. Aynı zamanda dış borçtaki yüksek payın ve bu borçlara ilişkin risk algısının 2018’deki kur şokunda daha fazla, ancak o tarihten bu yana yaşanan tüm kur artışlarında da önemli etkisi olduğu söylenebilir.
Enerji pastası: Büyükler de var, çıkışlarını enerji projeleriyle yapan ‘beşli çete’ üyeleri de…
2020’de AT Kearney danışmanlık firması tarafından yayınlanan MW100: Türkiye’nin En Büyük 100 Elektrik Üreticisi raporuna göre en büyük 100 şirket Türkiye’nin toplam elektrik üretim kapasitesinin yüzde 85’ini, en büyük 10 şirket yüzde 48’ini oluşturuyor. Ki bu şirketlere baktığımızda Sabancı, Akkök, Enka gibi geleneksel sermaye gruplarını da, ilk çarpıcı çıkışlarını enerji özelleştirmeleriyle yapan Limak, Cengiz, Kolin gibi grupları da görüyoruz. İstanbul Sanayi Odası’nın En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu’ndaki gruplarla örtüştüğünü de söylemek mümkün. Bu listeye Tüpraş ile Koç grubunu da eklediğimizde aslında büyük sermaye gruplarının büyük bir iştahla enerji pastasından pay aldığı görülüyor.
Tabii bu resme finans kuruluşlarını, bankaları da eklemeye ihtiyaç var. Büyük sermaye girdisine ihtiyaç duyan bu yapı aynı zamanda büyük miktarda finansal kaynağın mobilize edilmesini gerektiriyor. Yapılacak büyük yatırımlar veya özelleştirme kapsamındaki satın almaların gerçekleşebilmesi için finans bacağı ilk aşamalardan itibaren proje geliştirmenin bir parçası oluyor, yatırım esnasında alınan kredilerin proje gelirleriyle ödenmesine yönelik çeşitli finansman mekanizmaları, projenin işletilmesi sırasında da finansal kuruluşlarla 10 yıla varan uzun dönemli ilişkilerin sürdürülmesine, bir başka deyişle projeye ortak olmalarına yol açıyor. Dolayısıyla, finans sektörü de enerji sektörü ile iç içe bir görünüm sergiliyor. Enerjinin bir sektör olarak varlığını hissettirmeye başladığı 2004’te 1,6 milyar dolar civarında olan Türkiye’deki bankalarda enerji sektörüne ait borç stoku 2018 sonunda 45,5 milyar dolar seviyesinde bulunuyordu ve enerji kredilerinin toplam banka kredileri içindeki payı yüzde 1’den yüzde 10’a ulaşmıştı. Enerji şirketlerinin yurtdışından doğrudan kullandığı krediler de eklendiğinde büyük bölümü döviz kredilerden oluşan borç stoku 60 milyar dolara yaklaşıyordu. Ki anılan dönemde yani 2002-2018 arasında ödenen borçlar da dikkate alındığında toplam finansman hacminin 80 milyar doları aştığı söylenebilir.
Sanayi sübvansiyonları da halka fatura ediliyor
Elektrik üretimi ile ilgili gelişmelerin yanısıra enerji tüketimi ile ilgili bazı gözlemlere de yer vermek önem taşıyor. Türkiye’de toplam enerji tüketiminin üçte biri, elektrik tüketiminin ise yüzde 45’inden fazlası sanayi kuruluşları tarafından yapılıyor. Üç imalat sanayi sektörü; demir-çelik, çimento-cam-seramik ve tekstil sanayileri Türkiye’de üretilen elektriğin yaklaşık dörtte birini tüketiyor. Bu sektörlerde enerji verimliliği ve enerjinin optimal kullanımının ötesinde, enerjiye harcanan kaynaklar dikkate alınarak yarattıkları değerin, dışa bağımlılık üzerindeki etkileri de dikkate alınarak sorgulanması gerekiyor.
Örneğin, birim maliyetin yarıdan fazlasının enerji olduğu çimento sektöründe Türkiye bir dönem üretiminin neredeyse yüzde 25’ini ihraç ediyordu. Ki dünyada ticarete çok sınırlı konu olan, yerel ölçekte üretilip tüketilen bir maldır çimento. Demir-çelik ve çimento özelinde Türkiye’deki inşaat büyümesinin niteliği bile sorgulanmaya değerken, bir de örtük sübvansiyonlarla ihracat rekorları kırıldı. Nitekim demir-çelik sektörünün 2021 yılındaki ihracatı da bu kapsamda TEPAV Direktörü Güven Sak tarafından “Türkiye’den ABD vatandaşlarına sübvansiyon” olarak değerlendiriliyor.1
Bu tüketim profili elektriğin üretiminde olduğu gibi tüketiminde de sermayenin ağırlık taşıdığını gösteriyor. Sanayi, ulaştırma, ticaret politikaları sermaye içi kimi dengelemeleri kısmen gözetmek dışında tekil sermaye gruplarının karını maksimize etmelerine sonsuz izin veren bir karakter taşıdı. Ki bu durum enerji talebi anlamında başlı başına olabilecek tüm uyaranların devrede olması anlamına geldi. Türkiye, halkın ihtiyaçları, önceliklerine göre örgütlenmiş bir ekonomide çok daha düşük enerji tüketimiyle üretim yapabilecekken, enerji tüketimi ve dolayısıyla enerji kaynakları ithalatının çok arttığı bir yapıyla ilerledi. (SOL)