19 Mart 2022 Cumartesi

TARİHTE BUGÜN (19 MART)

 


OLAYLAR:

         721 - Tarihe geçmiş ilk ay tutulması Babil'de gözlendi.

  • 1452 - III. FrederikPapa tarafından taç takılan son Kutsal Roma imparatoru oldu.
  • 1661 - Francesco Gasparini, İtalyan barok bestecisi (ö. 1727) doğdu.
  • 1839 - Louis-Jacques-Mandé Daguerredagerreyotipi icat etti.
  • 1866 - Osmanlı Hükûmeti, Süveyş Kanalı'nın açılması konusunda izin verdi.
  • 1877 - Ayan Meclisi görevine başladı.
  • 1883 - Amerikalı ayakkabıcı ustası Jan Ernst Matzeliger, bir ayakkabıyı bir seferde bütünüyle imal eden ilk makineyi icat ederek ayakkabı sanayisinde bir devrim yarattı.
  • 1899 - Otomobil yağı üreten Castrol şirketi kuruldu.
  • 1915 - Güneş Sistemi gezegenlerinden Plüton'un ilk fotoğrafı çekildi. Ancak Plüton'un yeni bir gezegen olduğu o tarihte anlaşılamadı.
  • 1920 - ABD SenatosuVersay Antlaşması'nı onaylamayı reddetti.
  • 1920 - Mustafa KemalAnkara'da bir Meclis toplanması amacıyla genelge yayımladı.
  • 1932 - Sydney Harbour Bridge açıldı.
  • 1945 - ABD Deniz Kuvvetleri'ne ait USS Franklin uçak gemisi, Japon İmparatorluk Deniz Kuvvetleri'ne ait bombardıman uçağı "Ginga" tarafından bombalandı.
  • 1945 - SSCB, bir nota ile 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması'nı yenilemeyeceğini bildirdi.
  • 1955 - Liselerde bitirme ve olgunluk sınavları kaldırıldı Yerine "Devlet Lise Sınavı" adıyla tek bir sınav konuldu
  • 1955 - Bruce WillisAmerikalı oyuncu doğdu.
  • 1955 - Agence France-Presse'in (AFP) Ankara temsilcisi Erol Güney, Türkiye yurttaşlığından çıkarıldı.
  • 1959 - İstanbul Valiliği, Büyük Doğu dergisini protesto etmek için yapılacak mitinge izin vermedi ve dergi hakkında soruşturma başladığını bildirdi.
  • 1960 - Yeni Kadıköy İskelesi ve İstanbul Belediyesi Şehir Operası açıldı.
  • 1964 - Hatay'da 21 Nurcu tutuklandı Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, gazetecilere yaptığı açıklamada, Nurcuları düşman bir devletin desteklediğini söyledi.
  • 1965 - Merzifon'un Çeltek Linyit İşletmesi'ndeki grizu patlamasında; 69 işçi öldü, 58 işçi de yaralandı.
  • 1965 - Endonezya bütün yabancı petrol şirketlerini millileştirdi.
  • 1966 - Milli Türk Talebe Birliğince düzenlenen Komünizmi Telin Mitingi İstanbul'da yapıldı.
  • 1970 - Batı Almanya'nın Başbakanı Willy Brandt ile Doğu Almanya'nın Başbakanı Willi Stoph ilk defa görüştü.
  • 1971 - CHP Kocaeli Milletvekili Prof. Dr. Nihat Erim, partisinden istifa etti ve Başbakanlık'a atandı.
  • 1975 - Tarihe Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti (MC) olarak geçen, dört sağ partiden (APMSPMHPCGP) oluşan koalisyon işbaşına geldi. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk hükümeti kurma görevini Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel'e verdi Tarihe 1 Milliyetçi Cehpe Hükümeti (1.MC) olarak geçen, dört sağ partiden oluşan koalisyon (AP, MSP, MHP, CGP) yola çıktı.
  • 1977 - Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Müdürü Oktay Kurtböke Adalet Partili gençler tarafından gazete önünde dövüldü.
  • 1977 - Türk Hava Yollarına ait Diyarbakır uçağı iki ortaokul öğrencisi tarafından Beyrut'a kaçırıldı
  • 1978 - Hollanda'nın Amsterdam kentinde 50 bin kişi nötron bombasnı protesto için yürüdü.
  • 1979 - Peş peşe yapılan zamlar üzerine bir açıklamada bulunan Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel, askeri darbeyle devrilen Şili lideri Salvador Allende'yi hatırlatarak "Bunların gidişi Allende gidişi, sonları aynı mı olur, ayrı mı olur, bilmem" dedi.
  • Maden-İş Sendikası 39 iş yerinde daha grev başlattı. Üsteğmen Ömer Koç, Diyarbakır'da sinemada eşinin gözleri önünde öldürüldü.
  • 1981 - Ankara'da bir inzibat erini öldürme iddiasıyla yargılanan Erdal Eren ölüm cezasına çarptırıldı Eren'in infazı 18 yaşından küçük olduğuna ilişkin kemik raporu nedeniyle de tartışmalara yol açtı
  • 1982 - Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) Bakanlar Konseyi Dönem Başkanı ve Belçika Dışişleri Bakanı Leo Tindemans'la görüştü.
  • 1984 - Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Newsweek dergisine verdiği demeçte genel affa karşı olduğunu söyledi.
  • 1985 - Uluslararası PEN Yazarlar BirliğiAziz Nesin'i onur üyeliğine seçti. Onur üyeliği belgesi, Arthur Miller ve Harold Pinter tarafından verildi.

  • 1986 - Ankara Film Şenliği'nin ''İlk Filmler'' yarışmasında, Orhan Oğuz'un yönettiği ''Her Şeye Rağmen'' birinci oldu

    1992 - Cizre'de iki korucu ağızlarına para tıkılmış olarak elektrik direklerine asılmış bulundu Bunun üzerine Dargeçitte güvenlik güçlerinin yaptığı operasyonda 14 kişi öldürüldü.
  • 1995 - Osman Pamukoğlu'nun yönettiği "Çelik-1 Operasyonu" başladı.
  • 1997 - Diriliş Partisi iki genel seçime girmediği için kapatıldı.
  • 1997 - Tuzla tren istasyonuna bomba koymaktan yargılanan iki PKK mensubu idama mahkum edildi
  • 1998 - Gazeteci Metin Göktepe'nin öldürülmesi davasında; beş polis, kastı aşan zor kullanarak ölüme sebebiyet verme suçundan 7 yıl altışar ay hapis cezasına çarptırıldı, altı polis ise beraat etti.
  • 1999 - Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı, Fethullah Gülen hakkında, laik devlet düzenini yıkarak teokratik devlete geçmek için faaliyet gösterdiği iddiasıyla soruşturma açtı.
  • 2000 - Liselerde başlatılan cinsel eğitimin, üniversitelerde de sürmesine karar verildi Uludağ, Marmara ve İzmir 9 Eylül Üniversiteleri'nde başlatılan derslerde, cinsellikle ilgili bilgiler tüm detaylarıyla verildi
  • 2001 - Türkiye'yi AB üyeliğine taşıyacak Ulusal Program, Bakanlar Kurulunca onaylandı.
    2003 - ABD askerleri, Irak-Kuveyt sınırındaki askerden arındırılmış bölgeye girdi. ABD uçakları da Irak'ın batısını bombalamaya başladı.
  • 2003 - TSK'nın Kuzey Irak'a gönderilmesi, Türk hava sahasının yabancı silahlı kuvvetlerin hava unsurlarına 6 ay süreyle açılmasına ilişkin Başbakanlık TezkeresiTBMM'ye sunuldu.
  • 2006 - Azerbaycan Millî Direniş Teşkilatı kuruldu.
  • 2007 - İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, üyelerine silah üzerine yemin ettirdiği belirtilen Kuvayi Milliye Derneği hakkında yasal takibat başlatıldığını açıkladı.
  • 2007 - New York'ta "United for Peace and Justice" örgütünün düzenlediği, "Savaşa Hayır" yürüyüşüne on binlerce kişi katıldı.
  • 2007 - Rusya'nın Kemerovo Oblastındaki Novokuznetsk şehrinde bulunan Ulyanovskaya maden işletmesinde, yerin 270 m altında meydana gelen patlamada 108 madenci öldü.
  • 2011 - 2011 Libya ayaklanması'na müdahale etmek için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 1973 sayılı kararı doğrultusunda Koalisyon Kuvvetleri, 2011 Libya bombardımanını başlattı.
  • 2013 - AK Parti Genel Merkezi'ne roketli saldırı düzenlendi. 7'inci kat ile 8'nci kat arasındaki bölüme isabet eden roket duvara ve pencerelere zarar verdi.
  • 2014 - Kars'ta TÜİK Binası'na kendi personeli tarafından silahlı saldırı düzenlendi.Saldırgan 6 kişiyi öldürüp intihar etti.
  • 2016 - İstanbul Taksim'de bombalı patlama meydana geldi. 4 ölü ve 36 yaralı bulundu.
  • 2016 - Dubai şehrinden gelen ve Rusya'nın Rostov-na-Donu şehrindeki havalimanına inişe geçen, Flydubai şirketine ait yolcu uçağı iniş esnasında düştü. Uçaktaki 55 yolcu ile 7 mürettebat öldü.
  • 2021 - Resmi Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi'yle Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekildiği açıklandı. İstanbul Sözleşmesiyle kadınların her türlü şiddet ve ayrımcılıktan korunması, kadın erkek arasında eşitliğin yaygınlaştırılması, bu amaçlar için kapsamlı politika ve tedbirler tasarlanması ve uluslararası işbirliğinin yaygınlaştırılması hedefleniyordu.
      


ÖLÜMLER

                     

KAYNAKLAR:https://tr.wikipedia.org/, https://www.tarihtebugun.gen.tr/, https://www.tarihtebugun.org/

18 Mart 2022 Cuma

Özgürlüğün işçi hali: Paris Komünü - Aydın ÇUBUKÇU / EVRENSEL

 


Bundan tam 151 yıl önce, resimde görülen duvarın önünde onlarca işçi ve emekçi kurşuna dizildi. Parisli işçi ve emekçiler tarihte ilk kez bir işçi iktidarı kurdular ama uzun ömürlü olamadı.

Bundan tam 151 yıl önce, resimde görülen duvarın önünde onlarca işçi ve emekçi kurşuna dizildi. Duvarın arka yüzünde,  Père Lachaise mezarlığında ise, 18 Mart 1871’de Paris’te “Gökyüzünü fethe çıkmış” Komüncülerin mezarları bulunuyor.

Tarihte ilk kez bir işçi iktidarı kuran Parisli işçi ve emekçiler, çok kısa bir zaman için, hayal ettikleri özgürlük ve eşitlik toplumunun küçük bir modelini yarattılar ve bu “Paris Komünü” adıyla işçi sınıfı tarihinin en önemli olayı olarak tarihe geçti.

Almanya ve Fransa arasındaki bir savaşta, büyük toprak sahipleri ve kapitalistlerin hükümeti, Paris’e kadar gelen Alman ordularının önünden kaçarak saraya sığındı ve Paris’i Almanlara teslim etti. Emirleri altında kalan az sayıda askeri birliği, polisi ve memurları ile birlikte kenti boşalttı. İşgale karşı direnen halk ve hepsi işçi olan bir grup asker, duruma el koydu ve kendi iktidarlarını kurdu.

Kendi yönetimlerini kuran işçiler, “Kendilerini sermayeye per­çinleyen zincirleri kırıp atmadan siyasal bakımdan da egemen olunamayacağının” farkındaydı.  Komün Devrimi,  işte bu nedenle kaçınılmaz bir biçimde kapitalistlerin ekonomik iktidarını da hedefe koyan sosyalist bir renge büründü. Komün, sermaye egemenliğini yıkmaya ve güncel toplumsal rejimin temellerini ortadan kaldırmaya girişti. Öncelikle en yoksul ve mağdur olanların sorunlarını çözmeye yöneldi. Acil olarak, iş aletlerini rehine vermek zorunda kalmış emekçilerin aletlerini rehinden kurtardı, eski devlet aygıtının koruyucusu polis teşkilatı dağıtıldı, yerini halkın kendi öz savunma birlikleri, yani silahlanmış işçi ve emekçiler aldı. Komün, egemen sınıfların gözü bağlı aleti olan sürekli ordu yerine halkın genel silahlanmasını geçirdi. Din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı, gericilikle iş birliği halindeki kilisenin mülklerine halk adına el konuldu. Kilise ile devletin ayrılığını ilan etti, din işleri bütçesini kaldırdı, papazların devlet tarafından beslenmesine son verdi. Böylece “papaz cübbeli jandarmalar”ın halkın kesesinden beslenmesi devri bitti. 

Eğitim herkes için parasız ve zorunlu hale getirildi. Yeni okullar açıldı, bilimsel, laik eğitim programları uygulanmaya başladı. İşçi çocukları için kreşler, bakımevleri açılmasına girişildi. Savaştan tam bir yıkım içinde çıkmış olan halk arasında yardımlaşma, dayanışma amacıyla sendikalar, dernekler, kulüpler ve kooperatiflerden oluşan çok zengin bir örgütlenme ağı kuruldu. Bütün yöneticiler, halk tarafından istenildiği zaman geri çağrılacak şekilde seçilmeye başlandı. Fırınlardaki gece işi yasaklandı. Komün, sahipleri tarafından yüzüstü bırakılan ya da çalışması durdurulan bütün fabrika, işyeri ve atölyeleri, işçi birliklerine vererek yeniden çalıştırılmalarını sağladı.  Komün, bütün yönetim ve hükümet memurlarının ücretinin normal bir işçi ücretini geçemeyeceğini ve hiçbir durumda yılda 6 bin frankın üstüne yükselemeyeceğini kararlaştırdı. Rüşvete, iltimasa, adam kayırmaya kesin olarak son verildi. Komün’ü destekleyenler yalnızca işçiler ve küçük esnaf değildi. Komün’ün Almanlara karşı savaşı yeniden başlatıp iyi bir sonuca vardıracağını uman yurtseverler, senetlerin ve kiraların ödenmesinin ertelenmesini destekleyen küçük tüccarlar da Komün saflarındaydı. Hatta gerici ve iş birlikçi hükümetin kontrolündeki gerici Ulusal Meclisin cumhuriyete son vererek krallığı yeniden kurmasından korkan burjuva cumhuriyetçileri de Komün’ü destekliyordu.

Ne var ki, çok olumsuz koşullar yüzünden, Paris Komünü uzun ömürlü olamadı.

PARİS BELEDİYE SARAYI ÜZERİNDE DALGALANAN KI­ZIL BAYRAK UYKULARINI KAÇIRDI

“Burjuva toplum, Paris Belediye Sarayı üzerinde proletaryanın kı­zıl bayrağı dalgalandığı sürece rahat uyuyamadı.” Örgütlü hükümet güçleri, kötü örgütlenmiş devrim güçlerini yenmeyi başardı. Paris'in o güne değin görmediği bir insan kıyımı başladı. 30 bin kadar Parisli öldürüldü, sonradan birçoğu idam edilecek 45 bin insan tutuklandı; binlercesi zindana atıldı ya da sürgüne gönderildi.  Paris, her meslekten en iyi iş­çileri yitirdi. İş Birlikçi Hükümetin Başbakanı Thiers: "Şimdi sosyalizmin işi tamam, hem de uzun zaman için!” diye ellerini ovuşturuyordu.

Komün, işçi sınıfının ve tüm emekçi halkın kendileri adına ve kendileri için kendilerini yönetmelerinin ilk büyük örneğidir. Bilimsel sosyalizmin kurucuları, Komün’ü “proletarya diktatörlüğünün ilk örneği” olarak selamladı. 18 Mart Devrimi, sadece Fransız işçileri için değil ama tüm dünya işçi sınıfı için ve yalnızca yaşandığı yıllar için değil, bütün zamanlar için büyük derslerle doludur. “Çünkü Komün yerel ve ulusal bir amaç için değil ama tüm emekçi insanlığın, bütün aşağılanmışların, bütün küçük düşürülmüşlerin kurtuluşu için savaştı.”

‘DURUN, ÖNCE BENİ VURUN!’

Bugün Komünarların kurşuna dizildiği duvarın önünde, “Durun, önce beni vurun!” diyerek göğsünü siper eden ve özgürlüğü temsil eden kadın heykeli, Komün’ün doğuşunu da sonunu da son derece özlü bir biçimde anlatmaktadır. Komünarlar bütün insanlığın özgürlüğü için savaştılar ve onların katledilmesi, kısa bir süre için de olsa Paris’e işçilerin eliyle inmiş olan özgürlüğün öldürülmesi oldu. Ne var ki, işçi sınıfı var oldukça ve mücadele ettikçe, bütün dünya özgürlüğün sınırsız vatanı olma umudunu kaybetmeyecektir.

Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet…

Nâzım Hikmet

Aydın ÇUBUKÇU / EVRENSEL

Bir rant nişanesi: Çanakkale Köprüsü - Bülent Falakaoğlu / EVRENSEL


 Çanakkale Zaferimizin nişanesi

Türkiye’nin tarihe damgası

Saray bu sözlerle duyurdu Çanakkale Köprüsü’nün açılışını.

Sembollerle dolu bir köprü!

Çelik kuleler 318 metre: 3’üncü ayın 18’ini yani 18 Mart 1915’te kazanılan Çanakkale Deniz Zaferi’ni temsil ediyor.

Köprünün orta açıklığı 2023 metre: Cumhuriyet’in 100. kuruluş yıldönümünü sembolize ediyor.

Köprünün kulelerinin rengi kırmızı-beyaz: Türk bayrağını temsil ediyor.

4 kulenin tepesinde figür 4 top mermisi: Çanakkale Savaşı’nda top mermisini insanüstü bir güçle sırtlayan Seyit Onbaşı’yı simgeleştiriyor.

Semboller, söylemler bir arada düşünüldüğünde, köprünün bir siyasi propaganda seti olduğu çok açık!

Ve o propaganda bazı acı gerçekleri gizleyen çelik zırh işlevi görüyor.

***

Gizlenen gerçeklerin ne olduğuna değinmeden önce birkaç noktayı hatırlayalım!

Çanakkale köprüsü 334 metre ile ‘dünyanın en yüksek çelik ayaklara sahip köprüsü’.

Köprü, 2023 metre ile ‘en geniş orta açıklıklı asma köprü’.

‘En’ler hep Türkiye’de; en yüksek, en büyük, en geniş…

Misal gökdelen (150 metre veya üstündeki bina) sayısı ile Türkiye açık ara Avrupa birincisi! Öyle bir ara ki ikinci sıradaki İngiltere’nin iki katından fazla!

Niye ki?..

Gelişkin teknolojileri, yeterli mühendislik bilgileri, maliyeti karşılayacak kadar paraları ve inşa edecek kadar becerileri mi yok! Ya da onlarca yıllık tıkır tıkır işleyen planları olmasına rağmen öngörülü, iradeli siyasetçileri mi yok?

Soruyu değiştirelim; “Avrupalılar niye ‘en’leri yapmıyor?” diye değil de şöyle soralım: Türkiye bunları niye yapıyor?

- Rant.

Beton ekonomisi üzerinden geçici büyüme ve istihdam sağlamak.

Kamu ihaleleriyle beslenen, devletten ihale almada dünya rekorları kıran müteahhitlere iş yaratmak, makine parkurlarını başa çıkarmamak.

(Köprüyü yapan ortaklardan Limak şimdi, tamamlandığında 352 metre ile Avrupa’daki en yüksek gökdelen olacak, Merkez Bankası binasını inşa ediyor. Aman boş kalmasınlar. Aman rant çarkı durmasın.)

Kalkınmaeser bırakmaicraat propagandası ve seçmenin gönlünü büyük projelerle çelme hamlesi.

Şimdi bu başlıklar Çanakkale Köprüsü’nde tek tek nasıl hayata bulmuş ona bakalım.

BU BİR VURGUN MATEMATİĞİ DEĞİLSE NE?

Köprüden günlük araç geçiş garantisi 45 bin.

Bir de Osmangazi Köprüsü var; günlük 40 bin araç garantili.

Soru bir: Her gün Marmara denizini sağından solunda turlayıp Ege’ye, Anadolu’ya geçecek 85 bin araç bulunur mu?

Çanakkale Boğazından hali hazırda gemilerle geçen günlük araç sayısı 12-13 bin araç. Nasıl olacak da bu sayı köprü açılınca 45 bine çıkacak?

Yıllık 16 milyon 425 bin araç garantisi verildi.

Soru 2: Feribotla, bayramlar dahil yıllık 3.5 milyon aracın taşındığı bir bölgede verilen 16 milyondan fazla araç garantisinin gerçekleşmesi mümkün mü?  

***

Soruların arasına bir hatırlatma!

Nasıl olsa araç geçmezse milletin ödediği vergilerden müteahhide paralar takır takır ödeniyor.

Örneğin, Osmangazi Köprüsünün KDV dahil geçiş ücreti 668 TL. Geçen araçlar 184.5 TL ödüyor. Aradaki 483.5 TL’lik fark geçmeyenlerin vergilerinden ödeniyor.

***

Peki Çanakkale Köprüsü’nden geçişte ne kadar ödenecek?

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu demişti ki …

En az yük getirecek bedeli açıklayacağız. Sayın Osmangazi Köprüsü 184 TL ücret alıyoruz. Burada da makul bir bedel olacak. Daha uygun olsun daha çok araç geçsin amacımız. Rakamı Cumhurbaşkanı açıklayacak”.

Cumhurbaşkanı açıkladığında gördük ki…

Geçen araçlardan alınacak ücret 200 TL.

Hani 184 liradan makul olacaktı?

Makul olmadığı için de cumhurbaşkanı önce fiyatı açıklamayı unuttu, konuşmasını bitirdi. Hatırlatılınca da… ‘200 lira’ dedi.

Alandan ‘Oooo’ nidaları yükselince de… ‘Pahalı mı?’ diye sordu.

Sonra da her köprü açılışında teamül haline gelen uygulamayı ‘müjde’ diye sundu: Köprüden geçişler bir hafta bedava!

Oluşan olumsuz havayı dağıtmak için görevliler, ‘Recep Tayyip Erdoğan’ sloganı attırmak zorunda kaldılar.

***

Çanakkale Köprüsünden garanti edilen geçiş fiyatı 15 avro. KDV dâhil sözleşme ücreti 17.7 avro bugünkü kurla 290 TL.

Gidiş geliş köprü ücreti 580 TL. Bu rakam bile iyimser kalabilir. Zira her yıl avro bölgesi enflasyonuna göre güncellenecek. Kur ve enflasyon artışı fiyatı katlayacak yani. Örneğin avro 20 TL olursa fiyat anında yüzde 25 katlanacak.

Garanti 12 yıllık!

Beş kuruş verilmedi denilen köprüyü yapan müteahhide verilen toplam gelir garantisi 6 milyar avronun üzerinde. Dolar karşılığı 7 milyar dolara dayanıyor.

Soru 3: Hazineden yüklü bir ödeme yapılacağı açık değil mi? Üstelik geçen vatandaşın da bayağı yüksek bir meblağ ödediği durumda.

***

Açılış yılı, Cumhuriyet’in 100. Yılı olan 2023 olarak duyurulan projede takvim öne çekildi.

İşletmeci inşaatı belirlenen süreden 18 ay daha erken bitirdi.

Erken bitirme, projeyi üstlenen şirketi kalkındıracak. Çünkü erken bitirme süresi şirketin işletme süresine bonus olarak eklendi.

Karşılığındaki gelir garantisinin toplamı yaklaşık 616 milyon dolar.

Soru 4: Erken bitirmenin mükafatı olarak görülen bu bedel aslında süper bir para transferi değil mi; hazineden müteahhide aktarılan!

***

Köprünün karmaşık matematiğine dair müthiş bir soru da İktisatçı İbrahim Kahveci’den gelsin:

Osmangazi Köprüsü: Maliyet:1.2 milyar dolar, geçiş ücreti 50 dolar.

Çanakkale Köprüsü: Maliyet 2.75 milyar dolar (2.5 milyar avro), geçiş ücreti : 19.5 dolar.

Osmangazi Köprüsü yaklaşık yarı maliyet ama geçiş fiyatı 2.5 kat daha fazla.

Osmangazi Köprüsü 40 bin araç. Çanakkale Köprüsü 45 bin araç. Burada da çok küçük fark var. Maliyet & Fiyat dengesini izah etmiyor.

Sorumuz çok basit: Sizce neden bu fark çıkıyor?

Osmangazi Köprüsü’nün de içinde olduğu İstanbul-İzmir otoyolu 22 yıl 4 ay YAPIM+İŞLETİM süresi ile verildi. Çanakkale Köprüsü ihalesinde ise süre 16 yıl 2 ay süre ile verildi.

Yani süre açısında da Çanakkale Köprüsü daha kısa sürede devredilecek. Ama neden fiyat Osmangazi Köprüsünde 50 dolar ve Çanakkale Köprüsünde 19.5 dolar?

Matematiği çok iyi olan birileri bu izahı yapabilirse çok ama çok sevinirim.

Soru 5: Kahveci’nin dikkat çektiği gibi ortada izaha muhtaç bir durum olduğu açık değil mi?

***

Yap-İşlet-Devret (YİD) modeliyle yaptırılan Çanakkale Köprüsü Ocak 2017’de ihale edildi. O gün yatırım tutarı kamuoyuna 10 milyar TL olarak yansıdı.

Bugün 2.5 milyar avroluk maliyetle yaklaşık 40 milyar TL ediyor.

Soru 6: Maliyet 4’e katlandı. Çok öngörülü(!) bir proje değil mi?

SAVUNMA FARKLI, SONUÇ: AYNI ÇARK

Hükümet diğer mega projelerde yaşanan sorunun bu projede yaşanmayacağı iddiasında. Bu sefer garanti edilen araç sayısının tutturulacağını ileri sürüyor:

“Bu proje sadece bugün feribotlar ile sağlanan Lapseki-Gelibolu arasında araçların karayolu geçişlerinde rahatlık sağlamak için düşünülmüyor. Köprünün aynı zamanda Tekirdağ, Balıkesir gibi çevre illere otoyollar ile bağlanıp Avrupa/Asya arasında bambaşka bir güzergah oluşturması planlanıyor”.

Bu durumda başka bir soru gündeme geliyor: Söylenilen durum gerçekleşirse Kuzey Marmara yolu, Osmangazi köprüsü geçişi azalmaz mı?

***

Görünen şu!

Yılda 16 milyon 425 bin araç geçişi garantisi bütçenin rehin alınacağının göstergesi.

O rehinelik vatandaşlara vergiler ya da kamu hizmetlerinden kısıntı olarak yansıyacak.

Topluma yıkılacak borç var; diğer bütün müteahhitlere yaptırılan mega projeler gibi!

Köprüler, otoyollar, havaalanları, hastaneler müteahhitlere inanılmaz kıyaklar çekilerek ülke 20-25 yıl borçlandırılarak yapıldı.

Her biri iktidarın ömrünü aşacak bu projeler… Ardından garanti ipotekli bütçeler bırakarak doğmamış çocukları bile borçlandırmış durumda.

Müteahhitlere yaptırıyor, milleti borçlandır, ekonomik ve siyasi rantı kur; ne âlâ (!)

Plansızlık diz boyu! Bütçe rehin! Gelecek ipotekli!

Sonucu, tefeci faizinden yurt dışına borçlanmayı getiren kara bir delik!

***

İktidar, “Benzeri yaşanmamış harbin, feda edilen canların anısını yaşatmak için dünyada eşi olmayan bir eser bırakıyoruz. Bu büyük Türkiye’nin fotoğrafıdır” diye propaganda etse de…

Sonuç: Rantın nişanesi!

Tarihe vurulan damga ise beton ekonomisinin kazığı gibi duruyor!

Bülent Falakaoğlu / EVRENSEL

Gregor Strasser – Faşizm faşistleri de vurur (VIII+IX) - Serdal Bahçe / SOL

 


(VIII)

"Alman devletinin yapısal kısıtları içerideki faşizmin sokak faşizmiyle buluşturulmasını gerekli kılmaktaydı. Hitler’i engelleyerek Hitlercilik oynamak pek de mümkün değildi."

1929 Krizi sonrası Almanya bir tür sürüklenme yaşıyordu. 10 yıldır kurulmaya çalışılan zayıf ve nahif burjuva demokrasisi parçalanıyor, Prusya militarizmiyle Alman burjuvazisinin sinikliğini bir potada eriten devlet giderek burjuvazinin ve diğer mülk sahibi sınıfların açık diktatörlüğüne dönüşüyordu. Parlamento dışı hükümetler, ordunun siyasi iktidar üzerindeki belirleyici etkisinin daha da hissedilir hale gelmesi, odundan titan Hindenburg’un1 bu gelişmeyi kolaylaştıracak her türlü adımı pervasızca atması ve özelikle yargı ve emniyet güçlerinin aşırı sağa karşı müsamahalı tavırlarının gizlenemeyecek düzeylere çıkması; Weimar çöküyordu, bir süre sonra peşi sıra Avrupa’yı da sürükleyecekti.

1929 Kriziyle birlikte Almanya’da sınıflar çatışması, bir süredir yatırıldığı uykudan apansız bir şekilde uyandı. Özelikle Ren ve Ruhr bölgeleri kitle grevleriyle sarsıldı. Yükselen işsizlik sınıf bilincinin fabrika duvarlarının ötesine, sokaklara yayılmasının önünü açtı. İşçi sınıfının yükselen radikalizmi özellikle uzunca bir süredir alarm durumunda bekleyen büyük burjuvaziyi sıradan ve normal yöntemlerin sağlayabileceğinin dışında bir istikrar ve güvenlik arayışına itti. 

Burjuvazinin azman katmanlarına göbekten bağlı merkez sağ partiler ve ordu bu durumda giderek aşırı sağa kaymaya başladılar. 1929’la birlikte sanki bir tür olağanüstü hal ilan edildi. Ortaya bir tür olağanüstü hal devleti çıkmaya başladı (nitekim iç savaşın kızıştığı bu dönemde giderek Nazilere iltihak edecek ve şu aralar tüm kitapları Türkçeye çevrilmiş olan Carl Schmitt tam da bu kavramla anlatacaktı durumu).

Bu gibi durumlar örneğin Doğu Avrupa’nın güdük ve gerici ülkelerinde çoğunlukla gerici ve aşırı sağcı askeri darbelere yol açtı. Almanya’da ise bu yol, yani ordunun apaçık bir şekilde bir tür askeri diktatörlüğe yönelmesi birkaç nedenden dolayı çok zordu. Birincisi Doğu Avrupa’nın azgelişmiş kapitalist örneklerine nazaran Almanya’da güçlü ve örgütlü bir işçi sınıfı vardı; dolayısıyla bu türden bir adımın bir değil, birkaç olası sonucu olabilirdi. Bunlardan biri toplumsal bir devrimdi; ve Alman burjuvazisi 1919 ile 1923 arasında edindiği hafızadan dolayı bu olasılıktan ölesiye korkuyordu. İkincisi ise Alman ordusu henüz Versay Barışı’nın dayattığı kısıtlara en azından görünürde sadık kalarak boyutlarını küçük tutmak zorundaydı. Dolayısıyla operasyonel olarak serbest ve etkin değildi. Üçüncüsü ise, bir askeri diktatörlük Versay Barışı’na yönelik apaçık bir ihlal anlamına gelecekti ki Batı emperyalizmiyle kurulan iş ilişkilerini bozmamak ve ülkeye girmekte olan Amerikan ve İngiliz sermayesini ürkütmemek adına Alman burjuvazisi henüz bu türden bir adımı düşünecek kadar cüretli ve yürekli değildi. Netice olarak bu türden bir almaşık gündemde değildi.

İkinci yol; ki bu yol denendi; yürütüme gücünü Weimar demokrasisinin kural ve kaidelerinin dışında olacak bir şekilde otoriter bir merkez sağ yapılanmanın eline teslim etmekti. Ordunun yedek kulübesinden destek vereceği bu adım aynı zamanda odun Hindenburg’un desteğiyle birlikte otoriter bir yönetim talebini karşılayacak ve parlamenter sistem içinde ve anayasal bir çözüm gibi görünecekti. Bu türden bir yönetim aynı zamanda giderek aşırı sağa kayarak, devletin içinden yükselen faşizan damarı da besleyecek ve burjuvazinin korkusunu giderecekti. 

Daha önce bir yerde yazmıştık; faşizm burjuva demokrasisinin gaz çıkarmasıdır. Böylece gaz alınacak ve rahatlama sağlanacaktı. Nitekim 1930 ile 1933 arasındaki ardışık Brüning, von Schleciher ve von Papen hükümetleri bu tarihi rol ile donanmış bir şekilde ortaya çıktılar; ancak olmadı. Brüning, von Papen ve Schleicher hükümetlerinin çıkardıkları, tahliye etikleri gaz iç savaşı nihayetlendirmeye yetmedi.

Yetmedi, çünkü işçi sınıfı 1919-1923 arasında ağır bir yenilgiye uğramış olsa bile iradesini muhafaza etmekteydi. İç savaşların kuralıdır; düşmanın iradesi sadece moral olarak değil, fiziksel olarak da yok edilmelidir. Bu üç şarlatan temsil etikleri kadrolar ile birlikte devlet mekanizmasının tepesine oturtuldular; yeteceğini sandılar ancak yetmedi. Öncelikle Almanya federatif bir yapı olduğu için merkezi iktidar kadar yerel iktidarlar da çok önemliydi. Yerel düzeyde ise işçi sınıfını temsil eden partilerin egemen olduğu bölgeler vardı. Örneğin Prusya (ki Almanya’yı oluşturan unsurların en önemlisiydi) sosyal demokratların kalesi gibiydi. Keza Thuringia’da KPD, Ren kıyısında ise yine sosyal demokratların kitlesel ağırlığı vardı. Dahası, Alman devletinin içinden faşizm sökün etse de henüz yasallık ciddi bir kısıt idi. Üstelik devletin elinde kitlesel bir yok etme ya da bastırma harekatı için yeterli kadro ve kaynak yoktu. Son olarak, bu üç soytarının hükümetleri Alman büyük burjuvazisinin ufkunu temsil etse de iç savaş işçi sınıfına karşı tüm servet ve mülk sahiplerinin, tüm gericilerin ittifakını gerekli kılıyordu. Odun Hindenburg’un atadığı bu dekadan burjuva politikacılar ise bu türden bir temsil yetisine ne yazık ki sahip değillerdi. Bunun sonucunda Alman devleti, bilcümle gericiler, sermaye, servet ve mülk sahipleri, bu büyük koalisyonu temsil edecek bir siyasi özne arayışındaydı. Galiba Adolf anlamıştı ancak Gregor anlamaktan uzaktı.

Bu nedenle özellikle Papen ve von Schelicher 1932 Temmuz seçimlerinden sonra birinci parti olan Nazilere yönelik oldukça pragmatik amaçlara sahiptiler. İlk aşamada bir bütün olarak Nazileri iktidar koalisyonuna, ancak direksiyonu onlara bırakmadan, dahil etmek istediler. Olmadı, bahsedildiği gibi Adolf’un ve çevresinin iktidarı bir bütün olarak istediklerini çabuk fark ettiler. İkinci aşamada ise Nazi Partisi’nin en azından bir bölümünü partiden kopararak iktidar koalisyonuna katmayı amaçladılar. Bunun faydalı iki sonucu olacaktı. Öncelikle SA’ların (Sturmabteilung (Kahverengi Gömlekliler) bir bölümünü kontrol edebilecekler, kalan kısmının ise rahatsız edici şımarıklıklarını ve başıbozukluğunu bastırabileceklerdi. İkincisi ise bu sokak gücünü devletin resmi güçlerinin yanına ekleyerek kendileri kullanabileceklerdi. Bu nedenle Gregor’a yaklaştılar; malum partinin ikinci adamıydı. Onu ikna edebilirlerse boşlukta asılı duran iktidarlarına iyi bir payanda bulabileceklerdi.

Gregor özellikle 1932 yılı içinde hem Alman büyük burjuvazisiyle, hem de güçlü otoriteryen aşırı sağ bir tür diktatörlük isteyen siyasi ve entelektüel unsurlarla bağlarını güçlendirdi. Bu arada özelikle von Schleicher ile giderek artan bir iletişim içindeydi. Üstelik henüz ses çıkmadığı için bu adımlarının parti tarafından desteklendiğini düşünüyordu (feci şekilde yanılıyordu). Dahası sağcı, Hristiyan veya sarı sendikalar ile ilişkilerini de güçlendiriyordu. Gregor, içinde Nazilerin de olacağı geniş bir aşırı sağ koalisyonu tesis etmeye çalışıyordu.

Hemen bir vurgu yapalım. Bu yazı dizisinin bir önceki bölümünde Gregor’un görünüşte bu süreçte merkez sağ unsurlar yaklaştığını belirtmiştik. Ancak bu süreçte yakınlaşma Gregor merkez sağa savrulduğu için değil, Almanya’nın tüm sağcı unsurlarının aşırı sağa, faşizme savrulmalarından dolayı ortaya çıktı. Sınıfsal iç savaşın kaçınılmaz bir eğilimidir; işçi sınıfına karşı genişleyen gerici bir cephe ve bu cephenin işçi sınıfını fiziksel ve moral olarak sindirecek bir faşizmin arkasında toplanması. Gregor, gelişkin olmayan öngörü ve sezgisiyle, bu sürecin mimarlarından olmaya çalışıyordu. Bedeli bedeni olacaktı.

Başta Adolf ve parti yönetimi Gregor’un bireysel inisiyatifiyle kalkıştığı bu harekete, tepki duysalar da, ses çıkarmadılar. Ancak 13 Ağustos 1932 önemli bir kırılmaya şahitlik eti. O gün Adolf, odundan dev Hindenburg ile görüştü. Tanenberg kahramanı henüz iktidarı Avusturyalı onbaşıya vermeye hazır değildi. Hitler toplantıdan öfkeyle ayrıldı. Adolf liderler tarihinin gördüğü düşünsel olarak en geri ve en cahil lider olabilirdi, ancak bir sırtlanın sezgi gücüne sahipti. Kudretli güçlerin Nazileri yedeğe alan bir iktidarı istediklerini anlamıştı. Bu tarihten sonra Gregor’un söz konusu kudretli güçlere yönelik serenatları açıktan eleştirilmeye başlandı. Gregor’un partinin yapısı içindeki kurumsal adımları yok edildi. Strasseristler (eğer böyle bir grup var ise tabii) yerlerinden edilmeye ve Gregor’un parti adına konuşması yasaklandı. Gregor’un persona non grata ilan edilmesine az kalmıştı. Belki Gregor ile Adolf yeniden uyuşabilecek bir taban bulabilirlerdi, bilinmez. Ancak bunu test etmeye fırsat kalmadan 1932 Kasım seçimleri geldi.

Kasım seçimlerinde Naziler yine birinci parti olarak çıktılar. Ancak Temmuz seçimlerine göre hem oy hem de sandalye kaybettiler. Moraller çok bozuldu. Gregor bu düşüşün Adolf ve yakın çevresinin sekter tutumlarından kaynaklandığını düşünürken Adolf ise suçlunun, geleneksel sağcı unsurlarla ve Schleicher gibi asker eskileriyle düşüp kalkması ve Nazileri sıradan düzen unsurlarıyla bir görmesi hasebiyle Gregor olduğunu iddia edecekti. İpler kopmaya yakındı. Son bir adım kalmıştı. Son adımın da mimarı 1929’dan sonra Alman iç siyasetine damgasını vurmuş iki asker olacaktı; von Schleicher ve Hindenburg.

Burada bir ara verelim. Galiba Engels şunu ima etmişti; tarihi büyük adamlar yapmaz ancak büyük adamları çıkarın tarihten geriye bir şey kalmaz. O bu imada bulunurken aklında Napoleon, Robespierre ya da Cromwell vardı. Şimdi geriye dönerek şu eklemeyi yapabiliriz. Tarih ve insanlık büyürken “büyük” adamlar, inisiyatif alabilen ve vizyonu olan büyük adamlar ilerleme dinamiklerinin hem nesnesi hem de öznesi olurlar. Bu açık; ancak ya gerileme dönemleri? 

Aslında eğilim tersinden işler, bu defa da tarihin vitrininin ön sıralarında “küçük” adamlar sahne alırlar. Vizyonsuz, çapsız ve tarihsel gerilemenin kuklası olarak ortaya çıkan bu tipler sanki kendilerini aşan gerici dinamiklerin kişileşmiş halleri olarak damga vururlar tarihe. Odun Hindenburg, Adolf, von Papen, von Schleicher ve Gregor tarihin geri çekilmesinin yarattığı yılışık, çapsız ve grotesk tiplerdir. Yukarıda anlatılan süreçte, Almanya’da Nazizimin iktidara yerleşmesi sürecinde bu tipler kendi beden ve zihinlerini aşan bir iradenin inisiyatifi olan ancak vizyonu olmayan özneleri ve nesneleri oldular.

Özellikle de Hindenburg ve von Schleicher; her ikisi de askerdi ve her ikisi de sayesinde resmi görevler edindikleri Weimar demokrasisini yok etmeye yeminliydiler. 1931 ile 1933 arasında bir tür saray darbesini hayata geçirdiler. Hindenbrug’un oğlu Oskar Hindenburg ve yaveri Otto Meissner bu darbe sırasında görünüşte getir götür işi yapıyorlardı. Ancak çok etkiliydiler; kimin kimi kullandığı belli değildi. Oskar ve Meissner Kasım seçimlerinde Naziler oy kaybedince seçimden önce ilişki kurdukları Gregor’u daha etkin bir şekilde kullanmayı denediler. Kasım seçimlerinden sonra von Schleicher’in şansölyeliğinde yeni bir parlamento dışı olağanüstü hal hükümeti için kollar sıvandı; Gregor’a bakanlık teklif edildi. Gregor’u kopararak Nazi partisini bölebileceklerini sandılar. Alman devleti adına yola getirilmiş bir Nazi partisinin iyi bir dayanak olacağını düşünüyorlardı. Ancak olmadı.

Adolf ile Gregor arasındaki kişisel ilişki hiçbir zaman çok yakın olamamıştı (hoş tüm biyografi yazarları Hitler’in gerçek anlamda hiç arkadaşının olmadığı konusunda hemfikridir). Adolf kasım seçimlerinden sonra Hindenburg ile bir kez daha görüştü ancak sonuç aynı idi. Gregor’un saray darbesini gerçekleştiren ekip ile yakın ilişkisi ve iktidarın Nazilere verilmemesi parti içindeki Gregor düşmanlarını gizli kapaklı adımlar yerine açık adımlar atmaya itti. “Davayı satmak”la suçlanan Gregor ise iyice sıkışmış hissediyordu kendisini. Son bir huruca girişti. Kendisine yakın hissettiği yerel parti örgütü (Gau) liderlerini topladı. Bu ekibin kendisini izleyeceğini düşündü, olmadı. Bir ikisi dışında geri kalanının Hitler’e ve Führerprinzip’e karşı çıkacak yürekleri yoktu. Bu arada parti yönetimi bu toplantıda alınan kararların halka ve parti örgütüne açıklanmasını yasaklamıştı bile.

7 Aralık 1932’de Gregor ile Adolf son bir görüşme yaptılar. Bu görüşmede Gregor pek de geri adım atmış gibi görünmedi. Tam tersine Adolf’a çevresindeki ekibin (Göring’in, Göbels’in, Himmler’in ve diğerlerinin) temizlenmesi gerektiğini belirtti. Galiba bu çıkışla idam fermanını da imzalamış oldu. Adolf da geri adım atmadı. Şimdi Gregor’un önünde üç seçenek vardı. Birincisi, özür dileyerek parti disipline uyduğunu belirtmek ve son iki yıldır attığı her adımı reddetmekti (ki bunun için artık çok geçti). İkincisi, kendisine teklif edilen bakanlığı kabul ederek parti içinde kopmaya yol açacak bir isyanı ateşlemek (ki buna da cesareti yoktu). Üçüncüsü ise tüm yetkili organlardan ve hatta partiden istifa etmek (asıl yenilgi buydu). Gregor üçüncüsünü tercih etti galiba, 8 Aralık 1932’de partiden değil ama tüm yetkili görevlerden ve kurullardan istifa etti. Bu adımla kendini kurtaracağını zannetti; faşizmin faşistleri de vuracağını hesap edemedi.

Son bir belirlemede bulunalım. Hindenburg – Schleicher – Brüning – Papen saray darbesi içeriden gelen faşizmin yeterli olacağı hesabına dayanıyordu, dışarıdan faşistleri getirmenin ya da iktidarı onlara vermenin çok da gerekli olmadığı varsayımından hareket eden bir darbeydi bu. Boş bir beklentiydi; Alman devletinin yapısal kısıtları içerideki faşizmin sokak faşizmiyle buluşturulmasını gerekli kılmaktaydı. Hitler’i engelleyerek Hitlercilik oynamak pek de mümkün değildi. Zavallı Gregor bu açmazın ve bu aymazlığın kurbanı oldu.

  • 1.I. Dünya Savaşı sırasında Tanenberg’in kahramanı Mareşal Hindenburg için Berlin’de ağaçtan ve keresteden 12 metrelik bir Hindenburg heykeli yapıldı. Heykel aynı zamanda hayır ve bağış işlevleri de taşıyordu. Bu anıta çivi çakmak isteyenlerin ödediği para savaş dulları ve yetimlerine gidiyordu. Hindenburg bu anıttan dolayı bazı çevrelerce “odundan dev” (“wooden titan”) olarak adlandırıldı. Gerçi “wooden titan”ın doğru çevirisi ağaçtan dev olmalıdır ancak Hindenburg’un tarihsel misyonu düşünüldüğünde “odundan dev”i kullanmayı tercih ettik. Girişteki resim bu anıta aittir.
                                                                                           ***
(IX)

Verilen süre dolduğunda Röhm hayattaydı, Eicke ve Lippert işi kendileri bitirdiler. Faşizm bir faşisti daha vurmuş oldu.  

8 Aralık 1932 ile 30 Haziran 1933, yani Uzun Bıçaklar Gecesi arasında geçen süre Almanya açısından sokaktan getirilen faşistlerin faşizan eğilimi güçlenen devletin gereklerine uyum sürecine şahitlik etti. 8 Aralık sadece Gregor’un kişisel ikbalinin kışa döndüğü gün değildi kuşkusuz, Almanya’nın Nazilere teslim edilmesi açısından da önemli bir dönüm noktasıydı. Nazilerden iktidara ortak olacak uyumlu bir parça koparmaya çalışan gerici burjuva siyasi unsurların planlarının çöktüğü gündü. Gregor’u parti içinden kimsenin takip etmemesi de Nazi güruhunun Führerprinzip’e genel olarak ne kadar sadık olduğunu göstermişti. 

Bu tarihten sonra iktidarda getirilen parlamento dışı göstermelik hükümetlerin günleri sayılıydı. Nitekim Aralık ortasında şansölyeliğe atanan Kurt von Schleicher’ın sağcı veya sarı da olsa sendikalarla İtalyan tipi korporatif bir faşizmi kurumsallaştırma çabaları son kararın verilmesine büyük bir katkıda bulundu. Sarı ya da sağcı fark etmezdi, Alman sermayesi için sendika kavramı bile ürkütücü olmaya yetiyordu. Almanya’nın devletlü kesimlerinin, ordu ve burjuvazinin en ensesi kalın gruplarının birbirini takip eden, istikrarsız ve iç savaşı sermaye lehine çevirmeye gücü yetmeyen hükümetler yerine güçlü bir hükümet talepleri artık karşılanmaya hazırdı. 

Daha önce vurguladığımız bir şeyi tekrar vurgulayalım; Weimar Cumhuriyeti en çok hangi özelliğiyle hatırlanacak sorusuna ihanet ve döneklikle diye cevap vermemiz gerekir. Komünistler hariç, bu dönemde siyasi arenadaki her özne hem birbirlerine hem de kendi benliklerine ihanet ettiler. Yönetemeyecek olanı yönetir gibi, yönetilmek istemeyeni de yönetilirmiş gibi göstermek için her ilkeye, her kurala karşı sadakatsizlik aldı yürüdü. Karanlık bir çağın karanlık figürleri can çekişmekte olan bir avın etrafında dönen sırtlanlar gibiydiler. İleri gitmeye niyetleri, geriye gitmeye mecalleri yoktu. İleriye gitme almaşığını kesinlikle ortadan kaldıracak, geriye gitme konusundaki sözde çekinceleri açıkça reddedecek ve geriye gitme konusundaki iradesini ayan beyan ilan edecek bir özneye ihtiyaç vardı; Almanya’da ekonomik ve siyasi gücü eline tutanların naçizane istekleri tam da buydu. İç savaş bir kere ilan edilmişti ve ilahlar kan istiyordu. Her türlü centilmenlikten, erdemden ve hoşgörüden uzak bir barbar güruha ihtiyaç vardı neticede. Olası bütün yollar tüketilmişti. Şimdi yolun üstündeki son engelleri de kaldırmak gerekiyordu. Bu türden acil bir sadakatsizlik talebini yerine getirmek için de esaslı ve pespaye bir döneğe ihtiyaç vardı. Tüm rezilliklerine rağmen ne Brüning ne de von Schleicher bu kalıpta adamlar değillerdi, ancak von Papen öyleydi. 

Nitekim von Papen başta olmak üzere, büyük burjuvazinin, ve Junkerlerin temsilcileri odun Hindenburg’un Adolf’e yönelik son antipati kırıntılarını da bastırmaya muktedir oldular. 30 Ocak 1933’de kutlu gün geldi, odun Hindenburg Adolf ile başkanlık sarayında uzun bir görüşme yaptı. Görüşme bittiğinde bir zamanların başarısız ve çapsız ressam adayı, kılıksız ve renksiz Avusturyalı onbaşısı artık Almanya şansölyesiydi. Kabinede Naziler çoğunluktaydı ancak von Papen de dahil diğer sağcı ve aşırı sağcılara da birkaç bakanlık verilmişti. Alman tarihine Machtergreifung (iktidarın ele geçirilmesi) olarak geçecekti bu olay. Gregor’un değil Adolf’ün arzusu gerçekleşmişti (aslında bu Gregor’un da ölüm ilanı olacaktı). 

Almanya uzunca bir süredir kendisini bekleyen karanlığın içine doğru yuvarlanmaya başladı birden. Kilit bakanlıklara getirilen Nazi bakanlar hemen temizlik başlattılar. Örneğin sayıları gittikçe kabaran SAlar resmi zabit güçlerinin yanına resmen yardımcı olarak atandılar. Böylece SA güruhu devletin resmi korumasıyla birlikte sokakları terörize etmeye başladılar. Ancak Naziler ve müttefikleri yasama organında hala yeterli çoğunluğa sahip değillerdi, hoş parlamentonun esasında bir önemi kalmasa da çoğunluk olmak yine de önemliydi. 5 Mart 1933’de federal seçimler yapılacaktı ve bu durumun değişmesi gerekiyordu. Naziler iktidarın tamamını istiyorlardı, ve bu açlığın yasal yolardan giderilebilmesi için parlamentoda da onlara tam bir özgürlük verecek mutlak çoğunluğa ihtiyaçları vardı. Ancak bu çoğunluğu sağlayacakları oya sahip olmadıklarını biliyorlardı. Gerçek hayatta ise mucizeye yer yoktu vesselam. 

Reichstag Yangını bir tür mucize gibiydi. 27 Şubat gecesi Reichstag alevler içinde kaldı. Seçimlere 6 gün kalmıştı, bu gerçekten bir mucize olabilir miydi? Aslında apaçık bir şekilde Naziler Reichstag’ı yakmışlardı, bu yangını fırsata çevireceklerdi. Yangının hemen bir gün sonrasında Hitler bir tür olağanüstü hal yetkisi ile donatıldı ve KPD’ye karşı harekete geçildi. Pek çok komünist tutuklandı. Marinus van der Lubbe adında bir konsey komünistini tutukladılar ve yangından sorumlu kundakçı diye afişe ettiler. Böylece Reichstag’ın komünistlerce yakıldığına dair düzmece hikayeyi kullanarak sosyalist ve komünistleri fiziksel olarak yok etme stratejisini hayata geçirmeye başladılar. Pek çok komünist ve işçi önderi tutuklandı. Düzmece yangın sonucunda son yıllarda etkisi ve yetkisi giderek daraltılan Reichstag’ın da miadı dolmuş oldu. 

İç savaşın mantığı hakkında birkaç kelam daha edelim. İç savaş savaşan tarafların karşılıklı savaş ilan etmelerini gerektirmez. Bir tarafın, işçi sınıfının, yeterince tehditkâr ve savaşkan olamaması karşı tarafın kan isteğini ve barbarlığını azaltmaz. Nitekim Almanya’nın gerici sınıfları 1923’de Alman Devrimi’nin ve Alman işçi sınıfının yenilgisinden sonra pasifize olmadılar. Tam tersine her ekonomik ve siyasal dönemeçte, Alman işçi sınıfının çekingenliğiyle büyük bir tezat oluşturacak şekilde silahlandılar ve daha da aktif hale geldiler. Aslında Alman işçi sınıfının iktidar olma güdüsü daha 1923’de törpülenmişti, ancak daha önce de belirtildiği gibi siyasi iradesi fiziksel olarak yok edilememişti. Naziler iç savaşın doğal bir ürünü olarak bu iradeyi fiziksel olarak da yok etme işini tamamladılar. 

5 Mart seçimleri Nazilere oylarını artırma şansını verse de bekledikleri çoğunluğu yine vermedi. SPD ve KPD’nin oy oranları düştü ancak yine de ikisinin toplam sandalye sayısı 200 civarındaydı. Naziler ise müttefikleriyle birlikte oyların ancak % 52’sini almışlardı. Dolayısıyla isteklerini hayat geçirebilmeye yeterli bir çoğunluk değildi ellerinde olan. Öyleyse Reichstag toptan ortadan kaldırılmalıydı. Nitekim 23 Mart 1933’de Reichstag toplantıya çağrıldı ve kendi idam emrini onayan bir yasayı, şu ünlü yetki yasasını (Enabling Act) çıkarması sağlandı. Oturma KPDliler katılmadılar (zaten çoğu bir süredir hapisteydi), sadece SPD aleyhte oy kullandı, ancak tüm yetkiyi şansölye olarak Hitler’e veren beş maddelik yasa kabul edildi. Böylece Hitler ve Naziler yasamayı da ekarte ederek devletin bütününe çökmüş oldular. 

Tarih sosyal bilimler içinde spekülasyona en kapalı olanıdır. Ancak yine de tarihi bugünden okurken zavallı bireyin aklına spekülasyonu çağıran sorular gelmektedir. 23 Mart 1933 açık bir darbeydi kuşkusuz. Ancak darbeyi kim yapmıştı? 

Diğer bütün sağcılar Nazi Partisinin devlete el koymasını kuzu kuzu onayladılar. Neden? 

Bu sadece yönetsel veya siyasi bir körlükle açıklanmazdı herhalde. İşçi sınıfına karşı birleşmiş tüm sermaye ve mülk sahiplerinin geniş ve gerici ittifakını teşhis etmeden, iç savaşı anlamlandırmadan bu soruya verilecek cevaplar olsa olsa komplo teorilerinden türeyen karikatürize cevaplar olacaktır. Bugün sağcı ve liboş tarihçiler hala “Nazilerin iktidara gelmeleri engellenebilir miydi?” sorusuna o dönemden failler bularak cevap vermeye çalışıyorlar, nafile bir çabadır. 23 Mart Nazilerin komplosu veya darbesi değildir, içeriden faşizmin doğal soncudur. Liboş ve sağcı tarihçilere göre ortaya parti-devlet çıktı; doğru bir yargı değildi aslında. Faşist devlet kendine uygun parti arıyordu, Nazileri buldu. 

Ertesi ise kan revandır. Yetki yasası Nazilere toplumsal muhalefeti yok etmek için her türlü aracı sağladı. Önce KPD, sonra ise diğer tüm partiler kapatıldı. Eyalet hükümetleri lağvedildi ve tüm eyaletlerde yönetime Naziler geldi. Tüm sendikalar kapatıldı, yerine Nazilerin yönetiminde işçi düşmanı bir emek cephesi kuruldu. Basın organlarından kapatılmaktan kurtulanlar doğrudan Propaganda Bakanı Göbels’e bağlandı. Akademisyenlerden, yargı mensuplarından ve askerlerden Führer’e sadakat yemini etmeleri istendi. Yemini etmeyenler derdest edildi. 

Peki tüm bu kasırgavari dönüşüm sırasında zavallı ve yenik Gregor ne yapıyordu? Sorumlu görevlerden istifasının ardından tatile çıkan Strasser döndüğünde yalnız ve çökmüş bir adamdı. Her figürün dönek ve hain olduğu, herkesin sadakatini dostuna veya eski silah arkadaşına değil Führer’e yönlendirdiği bir ortamda oldukça kırılgan bir pozisyondaydı. Öncelikle karnını doyurması gerekiyordu, nitekim az da olsa vefa duyan eski partisi ona büyük bir ilaç şirketinde yöneticilik ayarladı. Eskiden büyük sermayeden nefret eden fukara Gregor tutunduğu son gerici nasyonal sosyalist tınılardan da arınmış oldu. Hayat tükürdüğünü yalatıyordu işte. Bol paralı münzevi hayatı bile parti içindeki düşmanlarının atığı her adımı izlemesini engellememişti (rivayet doğruysa Göring daha 1933 yazında onun öldürülmesi gerektiğini ileri sürmüştü). Ancak kaderi çizilmişti. Onun kaderini içeriden faşizmin sokaktan iktidara taşıdığı faşist güruhu yola getirme güdüsü belirleyecekti. 

Naziler iktidarın tümüne sahip oldukları halde yeni sorunlarla cebelleşmek durumundaydılar. En büyük sorun ise aslında onları iktidara taşıyan unsurlardan biri olan SA'lardı. Stennes isyanından sonra Hitler eski silah arkadaşı, birahane darbesinden sonra Güney Amerika’ya kaçan, Ernst Röhm’ü SA'ların başıbozukluğunu dizginlesin diye SA şefi yapmıştı yeniden. Röhm ve SA Naziler iktidara gelirken, hatta iktidara getirildikten sonra bile çok işe yaramışlardı. Bu süreçte SAların sayısı giderek artmış ve SA bir tür resmi olmayan orduya dönüşmüştü. İktidara geldikten sonra SAların yardımcı polis gücü olarak kullanılması ise – her ne kadar komünistlerin ve sosyal demokratları hal edilmesinde oldukça işe yarmış olsalar da – sorunu daha da çetrefil bir hale sokmuştu. SAların ekserisi küçük burjuvalardan, lümpenlerden ve işsiz takımından oluşmaktaydı. Bu kesimler sosyalistler ve komünistler kadar büyük sermayeden ve gerici Junkerlerden de nefret ediyorlardı. Hatta geleneksel ordu hiyerarşisinden, Prusyalı generallerden, yüksek bürokrasiden, yargıçlardan ve neredeyse herkesten ve her şeyden nefret ediyorlardı. Onları kontrol etsin diye getirilen Röhm ise kendini partinin ikinci adamı, hatta Adolf’un her şeyi borçlu olduğu kimse olarak görmeye başlamıştı. SA sürüleri sokakları arşınlıyor ve önlerine geleni itip kakıyorlardı. Kontrolden çıkmış bir halleri vardı. Bu durum içeriden faşizmin temsil etiği geniş koalisyonu ürkütür hale gelmişti. İşçilerin ve komünistlerin canı önemli değildi ama sıradan servet ve mülk sahiplerinin de mal ve can güvenlikleri kalmamıştı. Mülkiyet hakkı ise kapitalizmin en kutsal hakkıydı. 

1933’ün sonlarına doğru SA'ların sayısı 2 milyonu aşmıştı. Oysa henüz Versay Barışı’nı açıkça bir kenara atamayan ordunun büyüklüğü 100 bin civarındaydı. SA şefleri “eski sistem” diye adlandırdıkları Nazi dönemi öncesinden kalma bir yük olarak gördükleri orduyu sanki bir dükkanı kaptır gibi toptan kapatmayı bile konuşur olmuşlardı. Devetlü Alman gericileri için ise bu zinhar büyük bir günahtı. Dahası yargı güçleri bir orangutanın bilişsel seviyesinin bile altında olan SA'lar Alman kapitalizminin yükselen emperyalist açlığından bihaber gibi görünüyorlardı. Emperyalizm ise her şeyden çok militarizm demekti. Faşist damarı kabaran Alman devletinin iktidara taşıdığı sokak faşizmini yola getirmesi ve aşırılıklarından arındırmasının vakit gelmişti. 

1933’ün sonu ile Uzun Bıçaklar Gecesi arasında SA'lar ve SA yönetimi aleyhine kirli bir kampanya sürdürüldü. Nazi Partisi’nin üst yönetimi de bu kampanyaya destek verdi; Göring, Göbels ve Himmler üçlüsü Röhm’ün elindeki güçten ve kendini ikinci adam gibi gören tavırlarından nefret ediyorlardı. Röhm’ün eşcinselliği bilinmeyen bir şey değildi ancak birden gündeme getirildi. Nazilerin yeni toplumu erkek egemen ve homofobik temeller üzerine kurulacaksa Röhm gibilerine ihtiyaç yoktu. Ortalarda SA'ların parti üst yönetimine karşı darbe düzenleyeceği söylentileri dolanıyordu. Söylentilere göre Brüning, von Schleicher ve hatta von Papen gibi “eski sistem” dönemi siyasetçileri de darbe hazırlıklarına katılmışlardı. Ne yazık ki eski düşmanları darbeciler listesine Gregor’un da adını ekleyiverdiler. Arka plan hazırdı. 

Uzun Bıçaklar Gecesi sokaktan gelen faşizmin iktidara layık olduğunu devletlü faşizme kanıtlama operasyonudur. Sermaye ve mülk sahiplerinin son şüphelerini de yok etmeye yönelik kökten bir çözümdür; onlara yaranmak için hayata geçirilen bir safra atma işlemidir. Uzunca bir süre planlanmıştır; 30 Haziran 1933 gecesi ise düğmeye basılmıştır. O gece kaç kişinin öldürüldüğüne dair hala net bir sayı yoktur; ancak bir katliam olduğu kesindir. 

Gregor Stasser Berlin’deki evinden alınarak götürüldü ve bedenine yedi kurşun sıkıldı. Rivayet doğru ise hemen ölmedi, kan kaybından ölsün diye beklendi ve cesedi yok edildi. Eski şansölye, Hitlerist rejimin yolunu döşeyen, general von Schleicher’ın evinin kapısı ise sabah erken saatlerde çalındı. Onu bir yerlere götürerek işini öyle bitirmeye bile tenezzül etmediler. Kapıyı kendisi açan von Schleicher’i ve karısını hemen oracıkta öldürdüler.

Brüning şanslıydı, operasyondan birkaç gün önce içeriden haber almıştı. Ailesiyle birlikte kaçarak kurtuldu. Von Papen de şanslılar arasındaydı. Öldürmediler, büyükelçi yaparak sürdüler. 

En dramatik ve teatral ölüm Hitler’in en eski parti arkadaşı, koruması Ernst Röhm’e düştü. Kaldığı otelden apar topar diğer SA liderleriyle birlikte sabah vakitlerinde derdest edildi. Münih yakınlarındaki bir hapishaneye atıldı ve beklemeye alındı. Adolf eski parti yoldaşına ne yapacağına karar vermemişti. Sonra hüküm verildi; ona Romalı generallere yakışan bir ölüm bahşedilecekti. Daha sonra Dachau’da kamp komutanı olacak SS-Brigadenführer Theodore Eicke ve diğer bir SS, Michael Lippert, Röhm’ün hücresine daldılar. Ona dolu bir tabanca vererek 10 dakika içinde intihar etmesi, aksi takdirde işini kendilerinin bitirecekleri konusunda uyardılar. Röhm pek vakur idi; “Eğer öldürüleceksem, bunu Adolf yapsın” dedi. Verilen süre dolduğunda Röhm hayattaydı, Eicke ve Lippert işi kendileri bitirdiler. Faşizm bir faşisti daha vurmuş oldu.   

BİTTİ

Serdal Bahçe / SOL