12 Haziran 2023 Pazartesi

KISA KISA GÜNDEM - 12 HAZİRAN 2023 -

 


TÜİK verileri: Geniş tanımlı işsizlik yüzde 23.8'e yükseldi!(BİRGÜN)

Türkiye'de işsizlik oranı, nisanda bir önceki aya göre 0,1 puanlık artışla yüzde 10,2 seviyesinde gerçekleşti. 15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 19,1 oldu. Geniş tanımlı işsizlik oranı ise 1,7 puanlık artış ile yüzde 23,8'e yükseldi.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), nisan ayına ilişkin işgücü istatistiklerini açıkladı. Buna göre  Türkiye'de işsizlik oranı, nisanda bir önceki aya göre 0,1 puanlık artışla yüzde 10,2 seviyesinde gerçekleşti. 15 ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsiz sayısı nisan ayında bir önceki aya göre 74 bin kişi artarak 3 milyon 585 bin kişi oldu.  İşsizlik oranı erkeklerde yüzde 8,1 iken kadınlarda yüzde 14,3 olarak tahmin edildi.

GENÇ NÜFUSTA İŞSİZLİK YÜZDE 19,1

15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı bir önceki aya göre 1,2 puanlık azalış ile yüzde 19,1 oldu. Bu yaş grubunda işsizlik oranı; erkeklerde yüzde 15,7, kadınlarda ise yüzde 25,4 olarak tahmin edildi.

HAFTALIK ORTALAMA ÇALIŞMA SÜRESİ 44,4 SAAT

İstihdam edilenlerden referans döneminde işbaşında olanların, mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış haftalık ortalama fiili çalışma süresi nisan ayında bir önceki aya göre 0,2 saat azalarak 44,4 saat olarak gerçekleşti.

GENİŞ TANIMLI İŞSİZLİK ARTTI

Zamana bağlı eksik istihdam, potansiyel işgücü ve işsizlerden oluşan atıl işgücü oranı nisan ayında bir önceki aya göre 1,7 puanlık artış ile yüzde 23,8 oldu. Zamana bağlı eksik istihdam ve işsizlerin bütünleşik oranı yüzde 17,1 iken işsiz ve potansiyel işgücünün bütünleşik oranı yüzde 17,5 olarak tahmin edildi.

                                                                   /././

Kriz derinleştikçe çocuk işçi artıyor(Birgün)

ILO’ya göre dünyada 160 milyon, İSİG’e göre Türkiye’de 2 milyon çocuk işçi var. Yoksulluk derinleştikçe çocuk işçilerin arttığını vurgulayan uzmanlara göre, ülkenin çocuk işçiliği ile mücadele edeceği yapısal bir politikası yok.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2002’de çocukların çalıştırılmasını ortadan kaldırmak amacıyla 12 Haziran’ı “Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü” ilan etmesi sonrası tüm ülkelerde çocuklara dair düzenlemeler yapılmaya başlandı. Türkiye’de ise, durum tam tersi oldu.  AKP iktidarı, ‘Çıraklık Yasası’yla çocuk işçiliği teşvik etmeye başladı. “Mesleki eğitim” adı altında çocukların ağır sanayi başta olmak üzere birçok alanda çalışmasının önü açıldı.

Çocuklar okula gitmesi, oyunlar oynaması gereken yaşlarda çalıştırılıyor. İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi'nin (İSİG) 2022'de yayınladığı rapora göre Türkiye'de en az 2 milyon çocuk işçinin bulunduğu, bu sayının yaz aylarında 5 milyona yaklaştığı bilgisine yer verildi. Birçok farklı sektörde çalışan çocuklar İSİG'in verilerine göre de yüzde 30,8'inin tarım, yüzde 23,7'sinin sanayi, yüzde 45,5'inin hizmet sektöründe çalışırken, geri kalan yüzbinlerce çocuğun sokakta, küçük ve orta ölçekli işletmelerde, ağır ve tehlikeli işlerde sömürüldüğü bilgisi verildi.

İSİG verilerine göre, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından 31 Mayıs 2023 tarihine kadar en az 868 çocuk iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Verilere göre 2022 yılında 64 ve 2023 yılının ilk 5 ayında en az 11 çocuk iş cinayetine kurban gitti.

EN BÜYÜK SORUN YOKSULLUK

DİSK Yönetim Kurulu Üyesi Seyit Aslan: Çocuk işçiliğinde en büyük sorun yoksulluk olarak karşımıza çıkıyor. Aileler kendi çocuklarını işe vermek zorunda kalıyorlar. Çok ciddi bir yoksullaşma yaşıyoruz ve ailelerin gelir düzeyi yoksulluk sınırının üzerinde çıkmadıkça maalesef çocuk işçiliği de artmaya devam ediyor. Mesleki eğitim adı altında haftada 4 gün iş yerlerinde çalıştırılıyor bu çocuklar. Yaklaşık 1 milyon çocuk bu şartlar altında. Üstelik bu işleyiş eğitim gibi gösterilip devlet eliyle, kamu desteği ile çocukların işçileşmesi anlamına geliyor. İSİG raporlarında ortaya çıkan bir tablo var artık. Hayatını kaybeden işçiler arasında çocukların da olduğu raporlara yansıyor. Çocuk işçiler iş cinayetlerine kurban ediliyor bu anlamda. Tarım sektöründe de bu işçileşme çok fazla. Yani genel tablo da ülkenin çocuk işçiliği ile mücadele edeceği yapısal bir politikası mevcut değil. Tersine bırakın önlemeyi artırır bir politika uygulanıyor. Bunun yerine bu konu özelinde sendikalarla, yerel yönetimlerle alınabilecek ortak bir politika hattı belirlenebilir ve gerçekten çocuk işçiliğine karşı mücadele edilebilir. İlk olarak da doğrudan yasaklanmaya gidilebilir ve yasağı delenlere ağır yaptırımlar uygulanabilir.

İSİG Meclisi’nden Gökhan Turan: Ülkemizde çocukların sömürü düzeni her alanda maalesef kendini var ediyor. Özellikle 4+4+4 sistemine geçilmesi ve meslek liselerinin konumlandırılışı sonrası çocuk işçiliğinde büyük bir artış görebiliyoruz. Çocuklar tarım, sanayi, hizmet sektörlerinde çalışmak zorunda kalıyorlar. Bu durum ise işveren açısından ucuz iş gücü, ebeveynler açısından eve giren ek gelir olduğu için maalesef yeteri kadar ses çıkartılamamış oluyor. Öte yandan yoksulluk arttıkça çocuklar da çalışma oranı artıyor. Yasal haklarının zaten olmadığı koşullarda üzerine bir de hastalık gibi hayatı etkileyecek faktörler oluşunca sömürünün de ne boyutlara ulaştığı ortaya çıkıyor. Bir kadercilik anlayışı mevcut ve maalesef çocuklarımızı da kader niteliğine bıraktılar. 

79 MİLYON TEHLİKELİ İŞLERDE ÇALIŞIYOR

ILO ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu'ndan (UNICEF) derlediği bilgilere göre, dünya genelinde 160 milyon çocuk (63 milyon kız ve 97 milyon erkek) halen çocuk işçiliği yapıyor. Bu rakam dünya genelinde 10 çocuktan 1'ine denk gelirken, çocuk işçi sayısı az gelişmiş ülkelerde artış gösteriyor. En az gelişmiş ülkelerde 5 ila 17 yaş arasındaki her 4 çocuktan 1'inden fazlası, sağlıklarına ve gelişimlerine zararlı olduğu düşünülen işlerde çalışıyor. ILO ve UNICEF'in 2021'de yayımladığı rapora göre, 5 çocuktan birinin (92 milyon) çocuk işçi olarak çalıştığı Afrika çocuk işçiliğinde en üst sırada yer alıyor. Öte yandan, çocukların sağlığına, güvenliğine veya ahlakına zarar verebilecek işler olarak tanımlanan tehlikeli işlerde çalışan 5-17 yaş arası çocuk sayısı ise, 2016'dan bu yana 6,5 milyon artarak 79 milyona ulaştı. Çocuk işçiliğinin açık ara en büyük payını tarım sektörü oluştururken, bu sektör aynı zamanda tüm çocuk işçiliğinin yüzde 70'ini (112 milyon çocuğu) oluşturuyor. Öte yand an hizmet sektöründe çocuk işçiliği yapan çocukların sayısı 31,4 milyon iken, sanayi sektöründe ise 16,5 milyon olarak kaydedildi. Çocuk işçiliği yapanların yüzde 48'i 5-11, yüzde 28'i 12-14 ve yüzde 25'i 15-17 yaş aralığında olurken, tehlikeli işlerde çalıştırılanların önemli bölümünü 5 ila 11 yaş arası çocuklar oluşturuyor. Çocuk işçiliğinde kırsal kesimdeki oran yüzde 14 iken, şehir bölgelerinde bu oran yüzde 5'lerde seyrediyor. Bununla birlikte, yaşları 5 ila 11 olan çocuk işçilerin yüzde 28’i, yaşları 12 ila 14 olanların ise yüzde 35’i okula gitmiyor. Çocuk işçilerin yüzde 72'si ailesiyle çalışırken buna karşın tehlikeli işlerde de yer alabiliyorlar.

                                                               /././

Et ve Süt Kurumu batağa saplandı (Mustafa BİLDİRCİN-Birgün)

İktidarın derinleşen krizi perdelemek amacıyla yüklediği “Ucuza et satmak” görevi nedeniyle ekonomik batağa sürüklenen ESK’nin Ocak-Nisan 2023 döneminde Limak’a 2,8 milyon TL kira ödediği ortaya çıktı.

Giderek derinleşen ve artık buhrana dönüşen ekonomik krizin etkilerini azaltmak amacıyla görevler yüklenen KİT’ler arasında bulunan Et ve Süt Kurumu (ESK), adeta batağa saplandı. Mart ayında kırmızı et fiyatlarını yüzde 50’lere varan oranlarda artıran kurumun 2023 yılı itibarıyla toplam zararı 2 milyar TL’ye dayandı.

Mali raporlara göre, 2022 yılı zararı 652 milyon TL, toplam zararı ise 2 milyar TL olan kurum, Ankara’daki mağazalarının kapısına kilit vurdu. Yurttaşlara ucuz ürün sağlama göreviyle kurulan kurumun, Başkent’te yalnızca iki mağazası kaldı. Mağazaların, artan maliyetler nedeniyle kapatıldığı iddia edildi.

LİMAK’A FAHİŞ KİRA

Mağazalarını birer birer kapatan kurumun, Ankara’da bulunan ve mülkiyeti Limak’a ait olan genel merkez binası için ödediği kira tutarı ise dudak uçuklattı. BirGün’ün ulaştığı kira faturaları, Et ve Süt Kurumu’nun ödediği kiranın büyüklüğünü gözler önüne serdi. Et ve Süt Kurumu, genel merkez binası için 16 Ocak’ta Limak’a 463 bin 978 TL kira ödedi. Kurumun kirası Şubat ayında ise 800 bin 131 TL’ye yükseldi. Buna göre, kira için Et ve Süt Kurumu’nun kasasından şubat ve nisan aylarında toplam 1 milyon 600 bin 262 TL çıktı.

Et ve Süt Kurumu’nun, mülkiyeti Limak’a ait olan genel müdürlük binasını boşalttığı ve Tarım ve Orman Bakanlığı’na ait bir binaya taşındığı ortaya çıktı. Kurumun kasasından Limak’a kira için Ocak-Nisan döneminde çıkan toplam para ise 2 milyon 864 bin 371 olarak hesaplandı.

HER YIL MİLYONLARCA TL

Temel görevlerinden biri, “Yurttaşa ucuza et satmak” olan Et ve Süt Kurumu, 2018 yılından itibaren Limak’ın kiracısı konumunda bulunuyor. 2021 yılında öz kaynaklarının tamamını yitiren kurumun 2018-2022 döneminde genel merkez binası için Limak’a ödediği kira bedeli ise şöyle sıralanıyor:

•2018: 2 milyon 19 bin 886 TL

•2019: 3 milyon 482 bin 369 TL

•2020: 3 milyon 851 bin 197 TL

•2021: 4 milyon 214 bin 869 TL

•2022: 5 milyon 482 bin 275 TL

                                                              /././

Baraj, korsan köy doğurdu(Kayhan Ayhan-BİRGÜN)

                                          Yeni yerleşimde sadece birkaç aile bulunuyor. (Fotoğraflar: BirGün)

Batman'ın Hasankeyf ilçesi ve bazı köyleri yapılan Ilısu Barajı ile birlikte sular altında kaldı. Bunun üzerine bu köyler ve ilçe merkezi daha yukarılara taşındı. Ancak ilçeye bağlı 235 nüfuslu İncirli Köyü baraj sularının altında kalmamasına ve kamulaştırılmamasına rağmen bir ailenin yukarıdaki arazisine taşındı. Çoğu köylü ise aşağıda kaldı.

2 FARKLI KARAR

Köylülerden beyin cerrahı Mustafa Başaran köyde barajla birlikte sadece 1 konutun etkinlediğini belirterek, "Hal böyleyken DSİ'nin gönderdiği yazılarda 'İncirli köyü kamulaştırılmayacak' denildi. Ancak Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü önce su altında kalacak dediği İncirli Köyü'nün imar durumunu İl Özel İdare'ye gönderdi ve imar kabul edildi. Bu kabul ettikleri imar da bir kişiye ait bir arazi. Köy yerli yerinde duruyor ancak  yeni yerleşim yeri açmışlar. İmarı uygunsuz vermişler. Çevre Şehircilik bu yazıdan 8 ay sonra bizim bir köy sakininin dilekçesine verdiği yanıtta 'İncirli Köyü meskul mahaldir bir konut hariç sudan etkilenmemiştir' diyor. Biz defalarca Çevre Şehirciliğe yazı yazdık bu köy su altında kalmıyor resmi evrakta sahteciliğe giriyor dedik" diyerek yaşananları anlattı.

Köy hakkında kendilerinden habersiz bir refarundum yapıldığını ve sadece 53 kişinin onay verdiğini söyleyen Başaran, "Biz 59 kişilik itiraz dilekçesi verdik. Bu dilekçeyi verdikten sonra imar komisyonu toplandı ve köye geldi. Köy merkezinin yukarıya taşınmasını reddetti valiliğe geri iade etti. Valilikte 6 aydır bekletilen dosya siyasi baskıyla tekrar il genel meclisine gönderildi ve tüm itirazlarımıza rağmen 11 e karşı 11 oyla kabul edildi. Başkanın oyu iki sayılıyormuş yani 6 ay önce reddettikleri dosyayı hiç bir değişiklik yapılmadan aynı üyeler kabul ettiler. İl genel meclisi üyelerine neden kabul ettiniz konuyu bildiğiniz halde dediğimizde 'üzerimizde siyasi baskı var hakkınızı helal edin kabul etmek zorundayız' dediler" ifadelerini kullandı.

Karar hakkında suç duyurusunda bulunan köylüler bir de CİMER'e yazı yazdı. Kaymakamlık CİMER üzerinden gönderdiği yazıda "DSİ yazısını yanlış anladık. Köyün su altında kalacağını zannettik. DSİ ile şifai görüşme yaptık ve konuyu anladık ama iş işten geçmişti yapılacak bir şey yok" yanıtı verildi.

                                       Köylülerin çoğu eski yerleşimde.

RESMİYETTE YOK!

Karara tepki gösteren köylüler, "İncirli köyü adına yapılması gereken bütün hizmetler alt yapı, üst yapı, kanalizasyon, foseptik atık çukuru, elektrik şebekesi, halı saha, parke taşı, taziye evi ve benzeri milyonlarca harcama kamu zarara uğratılarak uygunsuz bir şekilde o yeni yere uygulandı. Hasankeyf'e bağlı 2 haneli köy var ama bizim köyümüzü taşıdılar. Şu anda yapılan bütün ihaleler İncirli köyü adına yapılmış ama orası resmiyette hala hala İncirli köyü değil. Bunu kapatmak için merkezi oraya götürmeye çalışıyorlar.Bizim köyümüz sit alanı ilan edilmiş 1000 yıllık bir köydür. Köyün merkezi buradayken burayı bir şahsi hesap uğruna taşımak istiyorlar. O kadar keyfilik var ki biz bu hatadan bir an önce dönülmesin istiyoruz" diyerek duruma tepki gösterdi.

Köylülerin avukatı Ferhat Özdemir de "Devlet ciddiyeti ile bağdaşmayan yanlış anlaşılma ve şifahi görüşme gerekçe gösterilerek yeni bir köy inşa edilmiştir kadim İncirli Köyü'nün bütün tüzel hakları yok sayılıp her türlü hizmetten mahrum bırakılmıştır. Bu kadar hukuksuz ve usulsüz ihaleden sonra savcılığa suç duyurusunda bulunduk" dedi. 

                                                                 /././

Rektör tavuk-pilav parası topladı!(Yusuf Körükmez-Cumhuriyet)

Adı birçok skandala karışan İzmir Demokrasi Üniversitesi Rektörü Bedriye Tunçsiper bu kez de öğretim üyelerinden mezuniyet törenleri için para istedi. Tüm dekanlara talimat veren Tunçbilek, mezuniyet törenlerinde yapılacak ikramlar için akademik personelden 200 TL talep etti.

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından 2021’de İzmir Demokrasi Üniversitesi’ne rektör olarak atanan Prof. Dr. Bedriye Tunçsiper skandallarına bir yenisini ekledi. Daha önce kendisine hediye alınması için akademik personelden 500 TL talep ettiği, yine akademik personeli arayarak araçlarının kaskosunu eşi Cenk Tunçsiper’in sahip olduğu sigorta acentesinde yapılması konusunda baskı yaptığı gibi iddialara adı karışan hatta hakkında TBMM’ye soru önergesi verilen Prof. Dr. Bedriye Tunçsiper bu kez mezuniyet törenleri için öğretim görevlilerinden para istedi.

Bu yıl toplu mezuniyet yerine her fakültenin kendi törenini düzenlenmesi uygulamasına geçen rektör Tunçsiper masraflar için de dekanlar aracılığıyla akademik personelden 200 TL talep etti. WhatsApp gruplarından atılan mesajda paraların da okulun resmî banka hesabına değil de seçilen bir öğretim üyesinin hesabında toplanacağı ifade edildi. 

VELİLERE TAVUK-PİLAV İKRAM EDİLECEKMİŞ

Fen - Edebiyat Fakültesi’nde yapılacak mezuniyet töreni için akademik personelin bulunduğu WhatsApp grubundan atılan mesajda şu ifadeler yer aldı:

“Değerli Hocalarım bildiğiniz üzere 14 Haziran Çarşamba Fakültemizin 2023 yılı mezuniyet töreni gerçekleşek. Akşamüstü olacak törene çevre il ve ilçelerden çok sayıda veli de katılacak, bu nedenle 7. kattaki kep atma töreninin ardından bahçe katında gelen misafirlere tavuk-pilav vb ikramlarda bulunmak uygun olabilir diye düşündük. Bu masrafın yani sıra organizasyonun düzenlenmesi sırasında oluşan küçük masraflar için tüm akademik personelden dekanligimiza tahsis edilen bütçe olmaması gerekçesiyle 200 TL toplamak mecburiyetinde kalıyoruz. Söz konusu tutarın cuma akşamına kadar Sosyoloji bölümü Aras. Görevlisi Ö. T.'ye iletilmesini rica ederim. Anlayışınız için teşekkür eder, iyi çalışmalar, dileriz.”

Adını açıklamak istemeyen bir öğretim üyesi daha önceki skandal uygulamalara karşı gelenlerin çeşitli mobbinglere maruz kaldığını hatta akademik ünvan kazanımları konusun da bile çeşitli zorluklar çıkarıldığını ifade ederek parayı “korkutan” yatırdığını belirtti.

                                                     /././

AB, Türkiye'yle sığınmacı anlaşmasının benzeri için Tunus'a 1 milyar avrodan fazla yardım vaat etti(soL)

AB, göçmen hapishanesi olarak kullanabileceği ülkeler arasında gördüğü Tunus'u 'rüşvetle' ikna çabasında. AB liderleri, iltica reformu uzlaşısı sonrası soluğu aldıkları Tunus'a, göçmenlerin Avrupa'ya geçişlerine izin vermemesi ve sığınmacıları kamplarda toplaması karşılığı 1 milyar avroyu aşan yardım vaat etti. Tunus Cumhurbaşkanı Said, AB üçlüsüyle görüşmesi öncesi "Tunus'u Avrupa'nın sınır muhafızı haline getirmeyi reddettiğini" söyledi.

Sputnik'in haberine göre Lüksemburg'da Perşembe günü düzenlenen toplantıdan çıkan Ortak Avrupa İltica Sistemi'nde (CEAS) reform anlaşmasıyla sığınma haklarına kapalı bölge haline gelen AB, göçmen hapishanesi olarak kullanabileceği ülkeler arasında gördüğü Tunus'u 'rüşvetle' ikna çabasında

Bugün Kuzey Afrika ülkesine çıkarma yapan Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyenİtalya Başbakanı Giorgia MeloniHollanda Başbakanı Mark Rutte, kronik ekonomik kriz içindeki, Uluslararası Para Fonu (IMF) ile müzakere kıskacındaki Tunus'a 900 milyon avroluk yardım paketi artı 150 milyon avroluk acil destek önerisi sundu.

Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said'le görüşmenin ardından AB üçlüsü birlikte açıklama yaptı. Yanısıra AB ile Said'in ortak açıklaması yayımlandı.

Von der Leyen, konuşmasında "İnsan kaçakçılığı ve kaçakçılık yapanların sinik iş modelini kırmakta her iki tarafın da büyük çıkarı var. Kazanmak için insan hayatını kasten riske attıklarını görmek korkunç" dedi.

"AB'nin bu yıl ticaret ve yatırımın yanısıra 100 milyon avroluk destekle Tunus'a sınır yönetimi ve insan kaçakçılığıyla mücadele konusunda yardımcı olacağını" söyleyen Komisyon Başkanı, diğer "AB projelerinin de Tunus'un birliğe temiz yenilenebilir enerji ihraç etmesine ve yüksek hızlı geniş bant sağlamasına yardımcı olacağını" sözlerine ekledi.

"Bu ayın sonunda yapılacak AB zirvesinde birlik ile Tunus arasında anlaşma imzalanabileceğini umduğunu" belirten von der Leyen, "AB, Tunus'un en önemli ticaret ve yatırım ortağıdır ve Tunus'un 2011'de Arap Baharı isyanlarının doğum yeri haline gelmesinden bu yana Tunus'un demokrasiye giden uzun ve zorlu yolunu desteklemiştir" vurgusunu yaptı.

İtalya Başbakanı Meloni, Salı günü Said'le görüşmesinin ardından bir hafta içinde ikinci Tunus ziyaretini gerçekleştirmiş oldu.

Said ise bugün AB liderleriyle görüşmesi öncesi dün göçmenlerin Akdeniz'e açılma noktalarının başında gelen sahil kenti Safakes'te bir göçmen kampını ziyaret edip Türkiye'nin AB ile yaptığı sığınmacı anlaşmasının bir benzerini yapmayı reddettiğini ima eden konuşma yaptı. Said "Tunus'u Avrupa'nın sınır muhafızı haline getirmeyi reddettiğini" söyledi.

Tunus Ekonomik ve Sosyal Haklar Forumu, üç Avrupalı liderin ziyaretini, sınır geçişlerine izin vermeme karşılığında mali destek teklif ederek Tunus'a "şantaj yapma girişimi" olarak kınadı.

İtalya'nın Lampedusa Adası'na 150 kilometreden yakın mesafede bulunan Tunus, Avrupa'da daha iyi bir yaşam arayan, çoğu Sahra altı Afrika ülkelerinden gelen göçmenler için uzun süredir atlama tahtası teşkil ediyor.

Turizme dayalı ekonomisi Covid pandemisinden ağır darbe yiyen ve yüksek enflasyonla işsizliğin damgasını vurduğu ciddi bir ekonomik kriz içinde olan Tunus'tan da artan sayıda göçmen İtalya'nın yolunu tutuyor. Yani Tunus'taki ekonomik krizin daha da büyümesi AB'nin göçmen sorununu daha da tırmandırabilir.

Tunus, geçen yıl yaklaşık 2 milyar dolarlık bir kurtarma kredisi için IMF ile prensipte bir anlaşmaya vardı. Ancak o zamandan beri, IMF'nin talep ettiği reformlar, özellikle kamu iktisadi teşebbüsleri ve temel ürünlere verilen devlet sübvansiyonlarının kaldırılması konusunda görüşmeler durdu. Said, sübvansiyonların kesilmesi ve devlete ait şirketlerin yeniden yapılandırılmasının sosyal patlamayı ateşleme riski taşıdığını söyledi.

                                                            /././

Kabataş Erkek mezunları pilav gününde müdür ve vakıf başkanını protesto etti (soL)

Kabataş Erkek Lisesi’nin 115. Geleneksel Pilav Günü’nde, okul müdürü Muharrem Bayrak ve Kabataş Erkek Lisesi Eğitim Vakfı (KELEV) Başkanı Ahmet Çağlar protesto edildi. İstanbul'da Kabataş Erkek Lisesi’nde bugün düzenlenen 115. Geleneksel Pilav Günü, okul mezunlarının protestosuna sahne oldu. Pilav gününe katılan mezunlar, okul müdürü Muharrem Bayrak ve Kabataş Erkek Lisesi Eğitim Vakfı (KELEV)  Başkanı Ahmet Çağlar’a tepkilerini, konuşma yaptıkları sırada düdük çalarak ve alkışlarla gösterdi.

Protestoya gerekçe olarak, 7 yıldır bitmeyen Feriye Sarayı yurt inşaatları, Üsküdar ve Ümraniye’de bulunan erkek yurtlarında yapılan cemaat toplantıları ve okul müdürünün liyakatsiz olması gösterildi.Kabataş Erkek Liseliler Derneği Başkanı Hasan Anıl Cansızoğlu, protestoya ilişkin şunları söyledi: “Kabataş Erkek Lisesi, 115 yıllık eğitim geleneği ile bu ülkenin kuruluşunda cephede dahi şehit vermiş bir eğitim geleneğin okuludur. Bu eğitim yuvasında hiçbir zaman hiçbir siyasi ortamın yaratılmaması önem taşımaktadır. Okulumuzdaki bin kardeşimiz, bu ülkenin geleceğini yazmak için Anadolu’nun 81 ilinden burada eğitim görmektedir. Onların tecrübeli ellerde bu yolculuğuna eşlik edecek eğitimciler ve idarecilerle bir arada olması, Türkiye’mizin âli menfaatinedir. Mevcut okul idarecilerinin son bir yılda ortaya koydukları keyfi emrivakiler bizim gibi camialarda karşılık bulmaz. Bizim eğitim geleneğimiz, bu Cumhuriyet’in temel değerlerinin akıl ve bilimle taçlandırılmasından geçer. Karşılıklı diyalog ve fikir zenginliğinden beslenir. Ben, son derece ölçülü ve örnek bu protestonun devletimizin ilgili makamlarınca doğru değerlendirilerek gerekli iyileştirmelerin hayat bulacağına yürekten inanıyorum. Bizler, her daim okulumuz için gönüllü olarak emek vermeye devam edeceğiz. Birbirimizi anladığımız kadar büyüğüz. Her zaman dediğimiz gibi; Türkiye’nin sesi, Kabataş Erkek Lisesi’dir.” 

                                                             /././

Yayıncı Muzaffer Erdoğdu yaşamını yitirdi (soL)

Pencere Yayınları'nın sahibi Muzaffer Erdoğdu hayatını kaybetti. 

Erdoğdu'nun ölümünü akademisyen Fatmagül Berktay, sosyal medya hesabından duyurdu.

Berktay paylaşımında şu ifadeleri kullandı: "Çok değerli bir insanı, cefakar yayıncı Muzaffer Erdoğdu'yu kaybettik. Pencere Yayınları'nı yıllarca her türlü baskıya, yokluğa rağmen yaşatan Muzaffer, ilk kitabımı (Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak) ve alanında temel eserlerden biri olan çevirim 'Kadın ve Eşitlik'i yayımlamıştı. Devletin her türlü hunharlığına maruz kalan, ömrü yoksulluk ve cefa içinde geçen Muzaffer her şeye rağmen fikirlerini ve emeğin, ezilenlerin, kadınların haklarını savunmaktan vazgeçmedi. Başını hep dik tuttu. Ruhu şad olsun."

soL yazarı Asaf Güven Aksel ise ölümünün ardından Erdoğdu için sosyal medya hesabında şunları yazdı: "Elbet indiğimiz de olmuştur, ama hep çıkılan bir yokuş kalıyor... Elbet indirip soluklandığımız da olmuştur, ama hep sırtta omuzda koliler kalıyor... Elbet anason da, badem de yakıp geçmiştir genzimizden, ama hep mürekkep, hep boya, hep tutkal kokusu kalıyor... Elbet bir zarf içinde katlanmışı da uzanmıştır kâğıdın ellerimize, ama hep 57x82 bir tabaka kalıyor... Elbet ekmek de dilimlemişizdir, ama hep cilt giyotini kalıyor... Elbet bağırış çağırış da vardır sokak ortalarında, ama hep meydanlarda kucaklaşma kalıyor... İşte böyle Muzo, işte böyle "devrimin hamalı" sen şimdi uzun yılların anılarını sırtlayıp vuruyorsun bir yokuşa kendini, gidiyorsun, ama hep devrim kalıyor, hep yarınlara umut taşıma. Ardında kalan, omzum üstüne..."

                                                                   /././

Silivri ve Başakşehir'de operasyon: 530 kilogram metamfetamin ele geçirildi (Evrensel)

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya İstabul'da 530 kilogram metamfetamin ele geçirildiğini açıkladı. Sosyal medya hesabından operasyonlarla ilgili bilgi veren Yerlikaya, "İstanbul Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerimizin sabır, gayret ve azimle 2 aydır devam eden takip sonucu gerçekleşen operasyonda; araçtan araca nakledildiği sırada; Silivri'de 227 kilogram, Başakşehir'de 303 kilogram metamfetamin ele geçirildi.  Gençlerimizi zehirleyerek geleceğimizi tehdit eden uyuşturucu tacirlerine asla geçit yok. Emek veren güvenlik güçlerimizi yürekten kutluyorum" ifadelerini kullandı.

(derleyen: mstfkrc)



11 Haziran 2023 Pazar

Türkiye’de antikomünizmin temel tezleri: TÜSTAV’ın 'Antikomünizm Kitaplığı' - YEKTA ARMANC HATİPOĞLU/soL-Görüş

 Sovyet ajanlığıyla süslenmiş fazlaca 'kökü dışarıda'lar; komünistlerin Türkiye halkının değerleriyle çatıştığı, ailevî ve millî değerlerin yok edileceği ve daha onlarca yalan, çarpıtma…

Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfının geçen senenin aralık ayında erişime açtığı “Antikomünizm Kitaplığı” Türkiye’de antikomünizmin neler üzerine inşa edildiğini, hangi tezleri savunduğunu ve reel sosyalizmin hangi “argüman”larla eleştirildiğini göstermesi açısından oldukça kıymetli. O dönemden bugünlere bu tezlerden hangilerinin hâlâ doğru kabul edildiği, hangilerinin gerçeklik payı olduğu sorulması gereken sorular. Ancak bu sorulardan önce konuşulması gereken şey Türkiye’de antikomünizmin kökleri; hangi hareketler, hangi çevreler içinde geliştiği. 

Türkiye sahasında antikomünizm, biraz fazla ya da biraz az, Cumhuriyet’le yaşıt. Burjuva devriminin diğer ülkelerde olduğu gibi, ilerici yönlerini törpülediği ve zamanla iktidarını sağlamlaştırmak için gerici dinamiklere tutunduğu görülüyor.  Mustafa Suphilerin öldürülmesi, Türkiye Komünist Partisinin kapatılması ve ardı arkası kesilmeyen tevkifatlar, işçi sınıfına ve onun örgütlülüğüne karşı alınan sert tedbirler, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği’yle kopma noktasına getirilen ilişkiler bu sürecin unsurlarıdır. Bunların hiçbiri Türk Devrimi’ni tarihsel açıdan meşruiyet sorunu ile karşı karşıya bırakmıyor ama bu gerçekler konuşulmadığında da 1923’ün sınıfsal karakteri ve dolayısıyla Türkiye’de antikomünizmin gelişimi anlaşılamıyor. 

Türkiye’de antikomünizmin bir devlet geleneği haline gelmesi, aynı zamanda Türkiye’nin bir “ABD üssü” görevini üstlenmeye başladığı ve sermaye yağmasına tam anlamıyla açıldığı Demokrat Parti iktidarı dönemine denk geliyor. Bu durum pek tabii bir rastlantı değil. 

Demokrat Partiden önce ise başını Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan ve Reha Oğuz’un çektiği; Bozkurt vb. isimli dergiler çevresinde toplanan, Almanya’da yükselen faşizmden de etkilenen bir grup Turancı antikomünizm bayrağını -tabii ki devletin gözetiminde ve devletin desteğiyle- taşıyor. Ne yapacağı belli olmayan, soy esaslı milliyetçiliği propaganda eden bu grup tek parti iktidarını, Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’nı kazanacağı netleşince “rahatsız ediyor” ve Turancılara karşı birtakım küçük tedbirler alınıyor. Faşistlerin bayram ilan ettiği meşhur 3 Mayıs gününün kökleri aynı zamanda bu birtakım küçük tedbirlere de dayanıyor. 

Nihal Atsız’ın İslâm’ı dışlayan ve hatta kimi yerlerde yeren, sadece kan bağına dayanan milliyetçilik anlayışı Türkiye egemenleri için pek kullanışlı olmamış olacak ki bunun yerine Türk-İslâm sentezini yani başını Türkeş ve MHP’nin çektiği, Atsız’ınki kadar “kaba” olmayan ve adı üstünde İslâm’la da buluşturulan bir milliyetçilik siyaset sahnesine sürülüyor. 

Sadece milliyetçiler değil İslâmcılar da antikomünizm bayrağını düşürmemek için ellerinden geleni yaptılar. Adnan Menderes, Fethullah Gülen, Süleyman Demirel ve Turgut Özal’ın da bulunduğu Komünizmle Mücadele Derneği veya 27 Mayıs kesintisinin ardından Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti, 1960’tan sonraki Milli Türk Talebe Birliği ve ismi sayılamayacak olan pek çok İslâmcı yapı komünizme ve Cumhuriyet’e karşı verdikleri mücadele sonucunda efendileri tarafından çok defa takdire ve iktidarı almaya layık görüldüler. 

Atsız-MHP ve İslâmcılar arasında yapay bir karşıtlık yaratılmak isteniyor ancak bu tarihsel gerçekliği yansıtmıyor. Aksine Atsız ve Türkeş arasında bir dargınlık olduğu, Türkeş’in Atsız’ın cenazesine bile gitmediği biliniyor. Yani MHP illa bir yerlere konulacaksa bu Fethullah Gülen’in içinde bulunduğu toplam olmalı. En nihayetinde ise hepsinin kökenleri, hizmet ettikleri yer belli: Türkiye’nin müesses nizamı. İçlerinden herhangi bir grubun ki bu genelde Atsızcılara atfedilir, sekülerizmi veya laisizmi temsil ettiği ise tamamen yalan. Karma eğitime karşı çıkan, kadın-erkek plajlarının ayrılmasını ve aradaki iş bölümünün keskin sınırlarla çizilmesi gerektiğini savunan birisi Atsız. Aynı zamanda Mustafa Kemal’i “Yurtta sulh cihanda sulh” sözü üzerinden pısırık olmakla suçladığı biliniyor. Yani bu antikomünist çevrelerin içinde, Cumhuriyet’in ileri adımlarıyla kavgası olmayan yok. Ancak bu grupları yaratan da yine Cumhuriyet kadrolarının ta kendisi. 

* * *  

Reha Oğuz Türkkan 1943 tarihli “Solcular ve Kızıllar” kitabında, artık klasikleşen “aile” ve “ahlâk” üzerinden gidiyor: “Komünistler, Ahlakın ve Ailenin en birinci düşmanıdırlar. Kızıl fikirlerine en tabii set olarak karşılarında buldukları bu müesseseleri yıkmak için ellerinden geleni yaparlar. Bunun için de gençliği şehvete sürükleyecek, insan haysiyetinin içinde hapsettiği en azgın duyguları başıboş bırakmağı tabii saydıracak, genç kızlardaki temizlik ve namus fikirlerini gülünç gösterecek, gayritabii addettirecek.” Ondan sonra ise “Soyları” diye bir başlık açıp “… Komünistlerin çok kahır bir ekseriyeti öz Türk soyundan değildir.” diyor. Yazar, Avrupa’da komünist hareketin yükselişinden de Yahudileri sorumlu tutuyor1.

İşçi sınıfının bağımsız siyaset yapmasının yasaklandığı, aydınların cezaevinde olduğu ve Türkiye’nin Sovyetler’e karşı önce Nazi Almanya’sıyla, savaştan sonra ise İngiltere’yle birlikte hareket ettiği dönemi kapsayan bir yıl 1948. Cefar Seydahmet Kırımer’in işçilere verdiği konferanslar sonucu oluşan “Sovyet Cehenneminde Köylü ve İşçi Durumu” ise bu yılda kitaplaşan bir metin. Kitap, tam anlamıyla bir kara propaganda örneği. Yazar, Türkiye işçi sınıfının başında her daim sallanan sermayenin kılıcını, kabaca, “Sovyetler’de işçilerin durum daha kötü.” diyerek şükredilebilir kılmak için uğraşıyor. Yazar, aynı eserde biraz daha ileri gidip Avrupa’yı faşizm belasından kurtarıp özgürleştiren Kızıl Ordu’yu “barbar” ve “yağmacı” olmakla suçluyor. Kırımer, herhangi bir belge sunmuyor ancak Kızıl Ordu askerlerinin Avrupa’da gördüklerini Sovyetler’de anlatmasının yasak olduğunu iddia ediyor. Anlattıkları ucuz kara propaganda metinlerinin ötesine geçemiyor ancak antikomünistler tarafından hâlâ kullanılıyor2. Aynı yazar, yine 1948’de yayımlanan “Rus Tarihinin İnkılaba, Bolşevizme ve Cihan İnkılabına Sürüklenmesi” isimli kitabında Sovyetler Birliği’ni barış düşmanı olmakla suçluyor. Kitapta Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı Nazi Almanya’sıyla ortak hareket ettiğini iddia ediyor3. İki kitabın ortak noktası ise Türk ırkının üstün, Rusların ise yönetim şekilleri ne olursa olsun Türklerin düşmanı olduğu.

“Doktor” sıfatlı Fehmi Cumalıoğlu “Komünizm ve İslâm” isimli kitabına “Komünizm nedir?” diye sorarak başlıyor ve şu cevabı veriyor: “İdeolojisi Garbin fikir tezgâhlarında çoktan makaslanıp çöp sepetine atılmış olan komünizm, bugün bir fikir olmaktan ziyade bir korku ve ürperti veren frensiz bir egoizm ve korkunç bir emperyalizmdir.” Yazar, ilerleyen satırlarda alışıldık biçimde “Komünistler ailemizi, ibadethanelerimizi, milli şuurumuzu, dinimizi yok edecek.” diye sayıklıyor. Kitabın nispeten ilgi çekici hatta komik kısmı ise Cumalıoğlu’nun Amerikancılığının tavan yaptığı ve ABD’yi öve öve bitiremediği, komünistlerin neden ABD’ye karşı olduğunu anlattığı bölüm. Ona göre komünistlerin ABD’yi sevmemesinin tek bir nedeni var: Kıskançlık. Yazara göre ABD o kadar iyi ki komünistlerin “Kapitalizm kötü” tezini tek başına çürütüyor. Komünistler de bu durumu kendilerine yedirmeyip düşman listelerinin ilk sırasına ABD’yi yazıyor4.

1965’te Türkiye Komünizmle Mücadele Derneğinin çıkardığı “Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını”nın birinci fasikülünün ilk yazısı Falih Rıfkı Atay’a ait. “Amerikan Emperyalizmi” başlıklı yazı, Fehmi Cumalıoğlu’nun “Komünizm ve İslâm” kitabında olduğu gibi antikomünizm ve Amerikancılığın ayrılmaz olduğunu gösteriyor. Falih Rıfkı Atay’ın yazısı Stalin’in Türkiye’nin doğusundan toprak istediği iddiasıyla başlıyor. Hatta Atay’a göre Stalin merkezi İstanbul olması planlanan, Trakya ve Kocaeli bölgelerinde bir halk cumhuriyeti kurmak bile istiyor. Yazar, ABD’nin Japonya’ya atom bombası atmasını bile Stalin’in hegemonyasını kırması sebebiyle olumluyor. Falih Rıfkı ABD’ye emperyalist denmesinin bir “kızıl yalanı” olduğunu, Türkiye’nin tek gerçek dostunun ABD olduğunu da aynı yazıda söylüyor. Vietnam’daki işgali ise “yardım etmek” diye yumuşatıyor. Türk milliyetçilerine yaptığı çağrı ise, ilerleyen yıllara baktığımızda belli ki karşılık bulmuş. Atay’ın çağrısı aynen şöyle: “Türk milliyetçileri, eğer Atatürkçü iseniz, Amerikan hürriyetçiliğini ve insaniyetçiliğini, Atatürk gibi seviniz. Bütün dünyayı boyunduruğu altına sokmak isteyen Kızıl emperyalizm, karşısında tek engel gördüğü için, Amerikanlık düşmanıdır ve onu yaymaya çalışıyor.” Aynı fasikülün, “Kızılların Üç Parolası” başlıklı ikinci yazsı da Falih Rıfkı Atay’a ait. Orada ise komünistlerin tek derdinin ülkeyi Asya-Afrika cehennemine sürüklemek olduğunu söylüyor. Falih Rıfkı, adeta “İşbirlikçilik nedir, işbirlikçi kime denir?” sorusunun cevabını veriyor bu yazılarda. 

Aynı fasikülde yazan bir diğer isim ise Nihal Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar. Yazar, “Nâzım Hikmet’in Türklüğü ve Şairliği Meselesi” başlıklı yazısıyla hem Nâzım Hikmet’in Türklüğüyle hem de şair kimliğiyle uğraşmaya çalışıyor. Sançar’a göre Nâzım Hikmet’in büyük şair olduğu bir kızıl yalanı, komünist oyunu5

* * * 

Madem en son konu yine Nâzım’a geldi, başlık da antikomünizm; araya “Biz” şiirinden birkaç bölüm de olsa sıkıştırmamak olmaz: 
 

“…

tereci tere satar
biz vatan satarız

biz kurşuna dizeriz düşünceyi
hiçbir şey düşünmiyeceksin
hatta hiçbir şey düşünmediğini bile

bir ilâcımız var bizim
şırınga ettik mi insana
istediğimizi söyletiriz

biz insan eti yeriz
pek güzel oluyor nohutlu yahnisi

(…)

geçenlerde güneş tutuldu ya
bu fesatlığı da biz yaptık
propaganda kuvvetiyle

en iyisi bizi asmak
bizi kesmek
hapislere atmak bizi
bizi atomlamaktır”

***

Dergi ve kitap örnekleri çoğaltılabilir, iddialara yenileri eklenebilir. Ancak İslâmcısından Türkçüsüne, Türkiye antikomünistlerinin saldırıları bu ortalamada. 

Sovyet ajanlığıyla süslenmiş fazlaca “kökü dışarıda”lar; komünistlerin Türkiye halkının değerleriyle çatıştığı, ailevî ve millî değerlerin yok edileceği ve daha onlarca yalan, çarpıtma… Kimisi dozu değiştirilerek hâlâ antikomünist çevrelerde alıcı buluyor, kimisi “saygın” üniversitelerin “saygın” profesörleri tarafından “resmîleştiriliyor.” 

Bunca yalana rağmen gerçek olan şu: Geçmişte sosyalist bir ülkede yaşamış insanlar o günleri özlemle yâd ediyor. Türkiye halkı, kamuculuğun kırıntısını bulduğunda bile şükürler ediyor. Depremzedeler çevrelerinde insan ararken komünistlerin dayanışma elini görüyor. Gerçek olan budur. 

Gerçek olan bir diğer şey ise şu: Hem devletten hem liberal çevrelerden gelen baskılar “Sosyalist iktidar” iddiasıyla hareket edenleri durdurmuyor, yormuyor. Egemenlerin komünistlere karşı söyledikleri klasik yalanlar artık Türkiye toplumunda tutmuyor. Yukarıdaki yalanları atanlar depremden sonra halkı azarlayanlardan, çadır satanlardan, devlete güvenmek mavalını okuyanlardan, daha fazla özelleştirme vadedenlerden başkası değil. 

Ancak yok öyle bize vatansızlık iftirası atanlara karşı “Zaten bu ülke bizim değil onların ülkesi.” demek. “Bu memleket bizim!” sesini daha da gür çıkarmamız gerek. Bu memleketi onu satanlara, insanını köleleştirenlere bırakmayacak kadar çok seviyoruz. Yobazların, patronların, faşistlerin, uyuşturucu tacirlerinin yalanları bir kenara… 

Bu memleket bizim!

YEKTA ARMANC HATİPOĞLU/soL-Görüş

Kaynak kitaplar:

  1. Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş: Türkiye ve Soğuk Savaş - Fatih Yaşlı
  2. “Kinimiz Dinimizdir”: Türkçü Faşizm Üzerine Bir İnceleme – Fatih Yaşlı 

Balaban’ın resimleri + François Gilot’nun ardından… (FİDE LALE DURAK - soL/Kültür)

 Balaban’ın resimleri 

'Resimlerinin yapısını içerikten yoksun oluşturmadı. Balaban’ın resimleri şiirseldi. Şairin umutlu şiirleri gibi umutlu resimler yaptı.'

3 Haziran  Nâzım Hikmet’in ölüm yıldönümüydü. Ölümünün üzerinden tam 60 yıl geçen usta, yaşamı boyunca elini değdiği her şeyi güzelleştirdi, değiştirdi. Bursa hapishanesinde İbrahim Balaban’la karşılaşmaları da Balaban için dönüm noktası oldu.

Balaban hapishaneye önce 16 yaşında kaçakçılıktan girer, cezasının bitimine az bir zaman varken içeride hasmını öldürdüğü için cezası uzar. Nâzım ile tanıştığında henüz 20 yaşında bir gençtir. Doğduğu kent olan Bursa’nın köyünde çobanlık yapmış, sonrasında tarım ve taş kırma işlerinde çalışmış, köy okulunda sadece ilkokulu bitirmiş, hiç resim dersi almamıştır. Balaban, Nâzım’ı resim yaparken izler ve çevresinden ayrılmaz. Bir süre sonra ustanın da dikkatini çeken bu genç hakkında Nâzım, Kemal Tahir’e mektubunda “ben burada bir ressam Yunus Emre keşfettim (…) Ben resim yaparken başımdan ayrılmaz, nihayet bir gün boya istedi, verdim ve ilk iş olarak aynada kendi resmini yaptı. İkinci portre bir şaheserdi ve şimdi üç aydır şaheser portreler yapmakla meşgul” diyecektir.

                                            Nazım Hikmet, 1941, “Balaban’ın portresi”

Balaban, büyük bir tutkuyla hapishanede mahpus portreleri yapar, desenler çizer. Ancak Nâzım’a göre, Balaban’ın çalışmalarının resme dönüşebilmesi için kompozisyon kurabilmesi, sanat tarihi bilmesi ve bir dünya görüşüyle içerik ile biçim arasındaki diyalektiği anlaması gerekmektedir. Ve böylece, yedi yıl sürecek marksizm, sanat, felsefe gibi derslerle Nâzım’ın tedrisatından geçen İbrahim Ali, herkesin tanıyacağı Balaban olur. Bunun kendisi de farkında olan Balaban, Şair Baba ve Damdakiler kitabında şöyle der: “Şair Babam’la ikimiz buluşmadan önce el yordamı ile arıyordum kendi kendimi karanlıkta”

                                       İbrahim Balaban, 1944, “Mapushane Kapısı”

Balaban’ın resimlerine giderek anlatılar girmeye, kompozisyonlar ve kendine özgü biçimler oluşmaya başlar. 1944 yılında yaptığı Mapushane Kapısı resminde figürler dengeli bir üçgen oluştururlar. Portrelerin farklı yönlere bakışları ile bu üçgenin içinde farklı geometriler oluşur. Seyirci bakışları takip ederek resmin içerisinde gezinebilir ve bu da resme ayrı bir dinamizm katar. Arka tarafta yer verilen boynu bükük at, resimdeki duygusal havayı destekler. Kadınlar ve çocuklar, boynu bükük bir şekilde hapishane önünde sevdiklerini görmeyi beklemektedirler. Bu resmin ustalığı Abidin Dino’yu o kadar etkiler ki, 1950 yılında bir dergide resimden şöyle bahseder: “Mapushane Kapısı resminin önünde, Giotto’nun isminden başka bir isim gelmiyor akla. Resmin kuruluşu, yüzlerin özü, duruşlar, hepsi ezberimde. Balaban’ın resmi neden bu kadar yer etti bende?”

                                               İbrahim Balaban, 2015, “Yaşamın Kendisi”

Şüphesiz Balaban’ın hayatında Nâzım’ın yeri çok önemliydi ama onsuz hayatında da durmadı. Okudu, araştırdı, resimlerinde yeni teknikler denedi. Hem akademik eğitim almamış alaylı bir ressamdı, hem de Marksistti. Bu yüzden resimleri hakkında kavuşturmalara uğradı ve devlet galerileri resimlerini almak için hevesli olmadı. Ancak Balaban hayatı boyunca üretmeye devam etti. Binlerce desen ve resim yaptı, bunların yanında 11 de kitap yazdı. Dino’nun deyimiyle “elleriyle gören bir ressamdı”. Bildiği, öğrendiği hayat bakışını ellerinden tuvale aktardı. 95 yaşında yaptığı Yaşamın Kendisi resmini oğluna şöyle açıklar: “İzleyiciler iki kadın görecekler baktıklarında; biri ekin demetine, diğeri çocuğuna sarılmış emziriyor. Çok basit gibi görünüyor; fakat altında yatan şu felsefe var: Yaşamın iki temel dürtüsü. Çocuğuna sarılan geleceğine sarılıyor, diğeri ise ekmeğe yani yaşamaya sarılıyor”.

Balaban, resimlerinde insanları, doğayı, çevresine baktığında neyi görüyorsa ve ne düşünüyorsa onu ele aldı. Resimleri gerçekçiydi ama ne renkleri ne de biçimleri doğada bulunanlara benziyordu. Fantastik bir dünyanın alegorisi kadar renkliydi ama anlatısı hiçbir gerçek dışılık içermezdi. Diyalektiği iyi bildiğinden renk ve biçim arasında da bunu kurmuştu. Resimlerinin yapısını içerikten yoksun oluşturmadı. Balaban’ın resimleri şiirseldi. Şairin umutlu şiirleri gibi umutlu resimler yaptı. 

İyi ki yaptı…

                                                                       /././

François Gilot’nun ardından… 

'Gilot yaşadığı dönem ile etkileşim halinde, resimsel olarak sağlam, kendine özgü üslubu ile ilham olan işler üretmiş bir ressamdı. Bunu çok çalışarak ve bazen sanatı için kavga ederek yaptı.'

                                                      François Gilot, 1944, “Otoportre”

François Gilot, geçtiğimiz hafta tam 101 yaşında öldü. Gilot çok yetenekli bir sanatçı olmasına rağmen, Picasso ile 10 yıl süren çalkantılı ilişkileri nedeniyle, sanatı uzun süre gölgede kaldı. Gilot, hayatını en az Picasso kadar üretken bir sanatçı olarak geçirmesine rağmen işlerinden çok magazinel haberlerle anıldı. Onun için, “Picasso’yu terk eden tek kadın” dendi. İşin magazin tarafını Gilot’nun yazdığı Picasso’yla Yaşam kitabı da besledi. Gilot, kimilerine göre intikam almak, kimilerine göre de kendini anlatmanın ve artık bu gölgeden kurtulmanın bir yolu olarak 1964 yılında bu kitabı yazmıştı. 1996 yılında da kitaptan yola çıkarak, “Picasso’yla Yaşamak (Surviving Picasso)” filmi çekildi. Her durumda film, ilişkinin magazinelliğine takılmadan izlenebilir.

Gilot, 1921 yılında Fransa’nın bir kırsalında doğar. Annesi bir sulu boya ressamı, babası ise iş adamıdır. Babası iyi eğitimli ama katı birisidir. Örneğin Gilot 4 yaşındayken, sol el ile kalem tutmasına müdahale ederek sağ el ile yazmaya zorlar, sonunda Gilot iki elini de kullanır hale gelir. Benzer şekilde hukuk okuması için de zorlayacaktır. Babası Gilot’nun kendisi gibi iyi eğitimli olması için kızını yakından takip eder ve evde eğitim aldırır. Bu sayede Gilot, 6 yaşında Yunan mitolojisi öğrenir, 14 yaşında Edgar Allan Poe, Baudelaire gibi yazarları okur. Avrupa’daki müzeleri genç yaşında gezme fırsatı bulur. Müzeleri düzenli ziyaret ederek buradaki usta ressamları inceler, öğrenir. 17 yaşında Sorbonne’a kabul edilir. Sorbonne’dan Felsefe, Cambridge Üniversitesi’den İngiliz Edebiyatı lisans derecelerini alır. Babası yine de uluslararası hukuk diploması almasını ister. Savaş sırasında Paris’in bombalanacağı korkusuyla Fransa’nın Rennes kentine hukuk eğitimi alması için gönderilir. Gilot, hukuk derslerini sıkça asarak 5 yaşında karar verdiği ressam olma hayalinin peşinden gider. Çocukken annesiyle başlayan ve çeşitli ressamlardan derslerle devam eden resim eğitimini, burada ressam Endre Rozsda ile çalışarak ve Julian Akedemisi’nin sanat derslerine katılarak sürdürür. 

                                          François Gilot, 1939, “Mavi Fransız Penceresi”

Gilot’nun erken dönem işlerinden olan ‘Mavi Fransız Penceresi’nde onun renkçi yaklaşımı ve kompozisyonlarındaki sağlam geometri kendini gösterir. Pencereden görünen manzara renklerin leke olarak yerleştirildiği soyut bir resimdir. Onu çevreleyen keskin dikdörtgen geometri, perdelerin yuvarlak hareketleri ile yumuşatılır. Tuvalin dörtgen çerçevesi içerisinde pencereninki bir tekrar oluşturur ve iç-dış mekânın bir aradalığı resme derinlik katar. Manzaranın tepesindeki aydınlık alan bakışımızı uzaklara götürür ve nefes aldırır. Gökyüzünü kesen pencerenin yatay ve dikey unsurları, yukarıda görünen pembe renk ustaca planlanmıştır. Bu pembeliğin binanın dış yüzeyinde bir çıkmanın tavanı olması mümkündür. Ama, öyle olup olmadığı önemsizdir çünkü asıl işlevi resmi renk bakımından dengelemektir. Pencere arkasında manzara görüntüsü, Rönesans ressamlarının sıkça kullandığı bir arka plandır. Gilot’da pencere arka plan olmaktan kurtulup resmin konusu olur. 

Gilot, Picasso ile tanıştıktan sonra sanatı onunki ile etkileşime girer. Bu karşılıklı bir etkileşimdir. Gilot, Picasso ile özdeşleşen kübik etkide resim yapmaktan uzak durur. 1944 yılında yaptığı otoportresi ve o döneme denk düşen diğer işleri bu etkileşimin hissedildiği resimlerdir. Aslında kübizmin kendisinden ziyade, onun ilham kaynakları ile etkileşimdir söz konusu olan. Biçimler, ilkel sanatta gözlemlenen yaklaşımla sadeleşirken, biçimlerin renklerle etkileşimi ve kompozisyonların sanat tarihi ile kurduğu ilişkisellik sayesinde modern bir resme dönüşür. 

                                               François Gilot, 1977, “Ormanda Yaşam”

Bu dönemde hayranı olduğu Matisse ile tanışır. Renkçi yaklaşımı ve kompozisyonlarındaki enerji nedeniyle Matisse’i kendine yakın bulur. Gilot için, resimlerin taşıdığı enerji her zaman çok önemli olacaktır. Yakın zamanda verdiği bir röportajda, içindeki enerjiyi resme katabilmenin bir yolu olarak, bir oturuşta, mümkün olduğunca ara vermeden ve hızlı bir şekilde çalıştığından bahseder. Onun için resimlerinde hissedilen duygunun ve enerjinin bir kaynağı da budur. ‘Ormanda Yaşam’ bu yaklaşımın en güzel örneklerindendir. Kırmızının yoğunluğu nedeniyle neredeyse monogram olan resimde, soğuk mavi tonları azdır ama resmin bütününe dağılır. Bazı ağaçların gövdesi detaylı bir şekilde renklendirilmişken, bazıları sade, arka plan ile aynı kırmızıda, bu yüzden kamufle olacak şekilde bırakılmıştır. Böylece resimde bazı yerler daha çok dikkat çeker, bazı alanlar hemen fark edilmez. Perspektifin olmadığı, iki boyutlu bir resimde başka bir hiyerarşi oluşturulmuş olur. Bu tam da sanatçının ifade ettiği gibi resmin enerjik olmasını sağlar. 

                                        Françoise Gilot, 2018, “Senegal’de Müzik” 

Gilot uzun yaşadı. Bu uzun ömrünün büyük bir kısmında neredeyse her gün resim yaptı. Çalışkan ve üretken bir sanatçıydı. 2018’de Venedik, Hindistan ve Senegal’e yaptığı ziyaretler sırasında doldurduğu üç eskiz defterini yayınladı. Bu dönemde yaptığı ‘Senegal’de Müzik’ sanatçının ilerlemiş yaşına rağmen yaşam enerjisini gösteren bir resimdir.

Yazılı sanat tarihinde kadın sanatçılar görmeye pek alışkın değiliz. Bu, birçok toplumsal normda kadın ve erkek için sanatçı olmanın eşit koşullara dayanmaması ve tarihçilerin kadın sanatçılara fazla ilgi göstermemesinden olabilir. Gilot, yaşadığı dönem ile etkileşim halinde, resimsel olarak sağlam, kendine özgü üslubu ile ilham olan işler üretmiş bir ressamdı. Bunu çok çalışarak ve bazen sanatı için kavga ederek yaptı. Gilot yine bir konuşmasında, röportaj yapana meydan okuyan neşeli bakışlar atarak şöyle der: “Hayır, hayır kavga etmeyi sevmiyorum. Ama mecbur kalırsam yaparım.”

Bize de, doya doya ve uzun yaşanmış bir hayatın güzel ürünlerine bakmak ve ilham almak kalsın.

(FİDE LALE DURAK - soL/Kültür) 


Tarikatın siyaseti, siyasetin tarikatı + Şimdi değil mi? + Size ne, ben ömür boyu milletvekiliyim! (CUMHURİYET)

 


Tarikatın siyaseti, siyasetin tarikatı(Zülal Kalkandelen)

Muhalefet partileri, seçim sonrasında kendi iç çalkantılarıyla uğraşıp aynı isimler çerçevesinde siyaseti bir tür “tarikata” dönüştürürken tarikatçılar ise Mart 2024’teki yerel seçimler için kolları sıvamış, siyasete etki etme yarışında.

Örneğin, birtakım TV kanallarına konuk edilip saatlerce konuşturulan Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli Ahmet Hoca), şeriatı savunup muhalif belediyeleri hedef alırken şunları söylemiş:

“Biz şeriatçıyız. Demokrasiye inanmıyoruz; reddediyoruz, biz şeriat ehliyiz... Tehlike büyüktür. İstanbul’da önümüzde belediye işi var. Görüyorsunuz ortalığı, olayları. İstanbul’un ne hale geldiği, belediyenin neler yapıldığı, ne zararlar ne zevaller, ne kazanımların geri gittiği ortadadır. Onun için rehavete kapılmamak lazım ama maalesef Ankara da öyle, İzmir de.”

İsmailağa Cemaati’ne mensup bu vaiz, tarikatlara ve cemaatlere yapılan yardımlar kesilince belli ki çok rahatsız olmuş, “Müslümanlara çok zeval verdiler” diyor ve siyasetin dik alasını yaptığı halde aksini iddia ediyor!

O zaman bıkmadan yineleyeyim: Tarikatları ve cemaatleri kapatan 1925 tarihli 677 sayılı devrim kanunu yürürlükteyken tarikat mensuplarının siyaseti bu şekilde yönlendirmeye çalışması suçtur. Demokrasinin sağladığı olanakları kullanıp “şeriatçıyız” diyen bu yasadışı yapılanmalar, anayasaya aykırıdır!

Bu konuda sessiz kalan her siyasi parti de savcı da anayasayı ihlal suçuna göz yumuyor. Gerçeği bu netlikte söylemeyen herkes, Türkiye’deki dincileşmeden sorumludur!

‘MİLLİ EĞİTİME İSLAM MÜHRÜ’ 

Laikliği hedef alan bir diğer vaiz ise İhsan Şenocak. O da “Milli eğitime İslam mührünü vuramazsak her yere fen liseleri açılsa da mimaride Sinan, hendesede Cezeri, tıpta Biruni, askeriyede Barbaros, siyasette Yavuz Selim yetiştiremez, Batı’nın masallarından kurtulup hakikate ulaşamayız. Adının milli olması yetmez, satırlara İslam mührünü vuracaksınız” buyurmuş...

Şenocak’ın 2017’de Samsun Aşıkkutlu Eğitim Merkezi müdürü iken Müslüman kadınların pantolon giymesi hakkında söylediklerini hatırlıyor musunuz?

“Kızın şu sokaktan geçip de okula pantolonla giderken yüreğin parçalanıyor mu senin? 18 yaşında kaşını aldıran kızın üniversiteye giderken o halde, yüreğin parçalanmıyorsa vallahi kıyamet günü cehennem seni parçalayacak. Allah’ın emanetini ne hale getirdin? Sevindin üniversiteyi kazanınca; ODTÜ’ye, Boğaziçi’ne gidince sevindin. Doktor olacak, mühendis olacak, 5 milyar aylık alacak, arabaya binecek, eşine mecbur olmayacak, mahkûm olmayacak... Peki onlara sevindin; kot pantolonuyla erkeklerin bakışı arasında kızın yürüyor, delikanlılar arkasına takılmışlar, arkasından gidiyorlar. Yavrunu cehenneme attın cehenneme!”

Bu skandal sözleri nedeniyle büyük tepki çekmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı’nca açığa alınmış, sonra da Sinop İl Müftülüğü’ne eğitim uzmanı olarak atanmıştı. O günlerde İsmailağa Cemaati, “Diyanet camiamızın güzide mensubu, kanaat önderi” diyerek Şenocak’a sahip çıkmıştı. 

EĞİTİMDE DİNCİLEŞME TEHLİKESİ

“Milli eğitime İslam mührü vurmaktan” söz edildiği sırada, İstanbul’daki 236 okulun, valilik onayı ile Bilal Erdoğan’ın TÜGVA’sına tahsis edildiği ve yaz boyunca dini eğitimler düzenlendiği; İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve İzmir Müftülüğü arasında imzalanan protokol kapsamında kentteki 842 okulda imam, Kuran kursu öğreticisi, vaiz ve din hizmetleri uzmanı görevlendirildiği haberleri medyada yer aldı. 

Manevi rehberlik adı altında yapılan bu görevlendirmelerde din insanlarının pedagojik formasyonu olmadığı gibi belli bir inanç sistemi ile eğitimde dincileşme hızlandırılıyor.

200 bin öğretmen ihtiyacı varken, 700 bin meslek mensubu atama beklerken, din görevlileri okullara atanıyor.

Bu, tamamen laik ve bilimsel eğitimin ortadan kaldırılmasına yönelik bir projedir. Bu uygulamalar, anayasadaki laiklik ilkesine aykırı olduğu gibi, milli eğitimin kendi mevzuatına da aykırıdır!

                                                          /././

Şimdi değil mi? (Murat Ağırel)

Bugünlerde CHP’yi eleştirmek moda oldu. Eleştirenler haksız mı? Değiller. Fakat bazıları kuru gürültü olmaktan öteye geçemiyor. Kemal Kılıçdaroğlu bu eleştirilere yanıt verebiliyor mu o da hayır. 

Normalde yazı günüm cumartesi olmasına rağmen CHP üzerine yazacağım için Kılıçdaroğlu’nun cuma akşamı canlı yayına çıkacağını duyar duymaz bir gün bekledim. 

Dedim ki belki açıklamalarıyla bir özeleştiri yapar ve bir süreç ilan ederek siyaset sahnesinden çekileceğini kamuoyuna duyurur. 

Programı izleyince şok oldum.

W. Shakespeare’in ünlü oyununun adı “Yanlışlıklar Komedisi” ama izlediğimiz oyun bizi güldürmüyor...

Kemal Kılıçdaroğlu şüphesiz Türk siyasi tarihinin en dürüst ve en demokrat siyasetçilerinden biri. Ancak “CHP genel başkanına” söyleyeceklerim var.

Kemal Kılıçdaroğlu çıktığı programda kendisine yöneltilen yüzde 2 oyu olmayan partilere 35 milletvekili verilmesi hakkındaki soruya “Demokrasinin gereği” diye cevap verdi.

Bunu Cumhuriyeti yıkmak isteyen HÜDA PAR’ı düşünmeden bir çırpıda söyledi. Açıkça anayasayı yıkmak isteyen bir parti nasıl demokrasinin gereği olabilir? Demokrasi uğruna Cumhuriyetin yıkılmasına izin verilmeli mi?

Kılıçdaroğlu daha rakibini tanıyamamış. Oyunu kurallarına göre oynamayan bir rakibe karşı kurallara uyarak kazanamazsınız.

Karşınızda hiçbir kılıfa sokmaya ihtiyaç duymadan dini siyasete alet eden, montaj videoları sergilemekten çekinmeyen ve bunu savunan, hayvanla evlenecekler diyecek kadar ileri giden bir parti ve lideri var. Üstelik bu lider, seçimi kazanabilmek adına devletin şeriata göre düzenlenmesi için politika üreten en uç partiler ile işbirliği yapmış. 

Demokrasinin ne derecede ileri veya geri olduğunu tartışabilmeniz için demokratik bir temelde buluşmanız gerekir. Yargıyı, yasamayı ve yürütmeyi tek elinde toplamış bir iktidarla “demokrasicilik” oynayamazsınız. 

Montesquieu “Bütün yeryüzünü kapsayacakmış gibi duran denizi, yosunlar ve küçük çakıl taşları nasıl durdurursa; sınırsız güç ve iktidar sahibi olan hükümdarlar da en küçük bir güç karşısında dururlar” der.

İşin kötüsü Kılıçdaroğlu, yaşanan seçim yenilgisini “büyük bir yenilgi” olarak görmüyor. Bu noktadan sonra söylenecek her şey aslında boş.

Çünkü bu, Millet İttifakı adına büyük bir yenilgidir. Recep Tayyip Erdoğan’ı en zayıf döneminde bile yenemediler. Üstelik Kılıçdaroğlu bunu toplumdaki muhalefeti pasifize ederek yaptı.

Israrla aday oldu.

Doğalgaz zammına tepki vermek isteyen halka “AKP’ye yarar, biz gelince hesap soracağız, siz protesto etmeyin” denildi.

Erdoğan üçüncü kez aday olamıyordu; “Anayasaya aykırı ama Erdoğan’a mağduriyet yaratmayacağız. Ses çıkarmayın” denildi.

Tüm dünyada muhalefette bulunan siyasi partiler; iktidarların politikaları karşısında program ve politika belirler, kamuoyu oluşturup iktidarı uyarırlar. Bizim ülkemizde ise muhalefette bulunan siyasi partiler doğal reflekslerle oluşan kamuoyu hareketlerini “iktidara yarar” düşüncesi ile durduruyor. Apolitik bir muhalefet ancak bizim ülkemizde olur.

İktidarın 21 yıldır uyguladığı baskıcı politikalara teslim olmayan, karanlığa karşı aydınlığı seçen araştırmacılara göre yüzde 60-65 düzeyinde bulunan kitleyi muhalefet partileri tercihleri ile etkisiz hale getirmeyi başardılar.

Canlı ve diri olan toplumsal muhalefeti yönetecek bir siyasi partinin olmadığını dün akşam bir kez daha gördük.

Millet İttifakı’nın tüm partileri seçimden sonra kafasını kuma gömdü. Hepsi seçimlerin kaybedildiğini ama kendilerinin kazandığını söylüyor. İnsanlar halen yenilgiyi sindirememişken grup fotoğrafları paylaşıyorlar. 

Zafer kazandılar, çünkü halkın tepkisini pasifize ederek hepsi misyonlarını tamamladı.

CHP’den seçilen milletvekillerini görüyorsunuz. Hepsi partide birer feodalite kurmuş senelerdir memurlaştırdıkları partiyi parmağında oynatıyor. Yüz yıldır milletvekili olarak kendilerine alan buluyorlar, iktidarla birlikte mutualist bir yaşam sürüyorlar.

Uyardık tabii ki ama dinletemedik. Hep “Şimdi değil” baskısı ile karşılaştık. Ne kadar Cumhuriyet düşmanı ikinci cumhuriyetçi, şeriatçı, Atatürk nefreti ile yoğrulmuş, askerine ülkesine düşman var ise TBMM’de yer aldı. Adı da “demokrasi” oldu.

Önümüzde yerel seçimler var. Muhalefet ellerindeki belediye başkanlıklarını da ne yazık ki kaybedecek.

AKP’nin ve Erdoğan’ın en büyük muhalefeti yine Erdoğan olmuşken muhalefette kitleleri pasifize eden değil reaksiyoner bir sese, apaçık bir değişime ihtiyaç var.

                                                   /././

Size ne, ben ömür boyu milletvekiliyim! (Işıl Özgentürk)

Sevgili dostlarım, yaşadığımız seçim hepimizi aşırı politik yaptı. Ardından Türk parasına yapılan küçük devalüasyon, dolar ve Avro’nun yükselişi, faizlerin serbest bırakılması ve tabii iğneden ipliğe gelen zamlarla fakirdik daha da fakirleştik. Bazı muhalif arkadaşlar televizyonlardan elinde sihirli değnek olduğu rivayet edilen eski ama şimdi yeni Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e yardım etmemiz gerektiğini söylemeye başladılar. Yakında Kızılay başkanı gibi o da IBAN verip cebimizdeki üç kuruşluk parayı devletin bekası için isteyebilir. Türk halkı yardımseverliğini çoktan yitirdi, hava alır.

Neyse bırakalım bunları şu seçim iyi ki yapıldı, iyi ki herkesin rengi belli oldu. Ve birçok yeni bilgiye ulaşmamız sağlandı. Doğrusu ben de iktisat okuduğum için rakamlara merak sardım. Ve önüme en güçlü muhalefet partimiz CHP’nin bizim vergilerimizle neredeyse ömür boyu beslediğimiz milletvekillerinin kaç dönem bu işi yaptıklarının bilgisi düştü. Meclis’in yasama süresinin beş olduğunu aman unutmayalım.

Başlayalım:

Erdoğan Toprak: 7 dönem milletvekili. 7x5= 35

Engin Altay: 7 dönem milletvekili. 7x5= 35

Faik Öztrak: 6 dönem milletvekili. 6x5= 30

İlhan Kesici: 6 dönem milletvekili. 6x5= 30

Yaşar Tüzün: 6 dönem milletvekili. 6x5= 30

Veli Ağbaba: 5 dönem milletvekili. 5x5=25

Tekin Bingöl: 5 dönem milletvekili. 5x5= 25 

Uğur Bayraktutan: 5 dönem milletvekili. 5x5= 25

Mahmut Tanal: 5 dönem milletvekili. 5x5= 25

Bülent Tezcan: 5 dönem milletvekili. 5x5= 25

Sezgin Tanrıkulu: 5 dönem milletvekili. 5x5= 25

Murat Emir: 4 dönem milletvekili. 4x5 =20

Tuncay Özkan: 4 dönem milletvekili. 4x5= 20

Burcu Köksal: 4 dönem milletvekili. 4x5= 20 

Barış Karadeniz: 4 dönem milletvekili. 4x5= 20

Gamze İlgezdi: 4 dönem milletvekili. 4x5= 20

Hüseyin Yıldız: 4 dönem milletvekili. 4x5= 20

Enis Berberoğlu: 4 dönem milletvekili. 4x5= 20

Oğuz Salıcı: 4 dönem milletvekili. 4x5= 20

Orhan Sarıbal: 4 dönem milletvekili. 4x5= 20

Vallahi demek ki milletvekiliği bir meslekmiş. Ballı bir meslek. Fazlasıyla dolgun bir maaş, sülalece sağlık hizmeti (tek göz bir katarak ameliyatının fiyatı 10 bin lira), kırk lirayı geçmeyen kuzu gerdan dahil lezzetli yemekler, özel bir şoför ve son model bir araba, bir sekreter, bir danışman. Ankara dışındaki milletvekillerine lojman ve bedava uçak. Anca firma idare eden CEO’lar da bu lüks var. Meclis’teki konforlu odalarını unuttum.

Şimdi diyeceksiniz ki AKP’de de HDP’de de uzun yıllar milletvekilliği yapanlar var. Doğrudur ama AKP yirmi yıllık bir parti, yani 35, 30 onlar da yok. HDP de şaşırmış durumda, onlarda da imtiyazlı bir ekip var.

Arkadaşlar 21. yüzyıl bir teknoloji çağı ve geçmişin söylemleri değişiyor. Ben AKP dışında hiçbir partinin algı yönetemediğini düşünüyorum. AKP Türkiye ve dünyadaki algı yönetimini başaran reklam şirketleriyle çalışıyor. Ve bunlar çok başarılılar. Örneğin seçim öncesi bir AKP reklamı vardı, baba oğlunu uyandırıp birlikte okula gidiyorlar ve baba oğlunu öğretmenine bırakırken şöyle diyor: “Sana emanet”, usta kapıdan çıkıyor içerideki çalışanına sesleniyor “Sana emanet” ve emanet edilenler artıyor. Bakın “Sana emanet” temelde dinsel bir çağrışım yapar: “Allah’a emanet ol!” İşte filmi yapanlar halkımız arasında çok söylenen bu iki sözcükle emanet edilenin AKP olduğunu anlatıyorlar. Bu reklamı anında şöyle değiştirmek mümkündü, baba oğlunu öğretmenine emanet ediyor ve bir an film kararıyor, yazılar başlıyor: 20 binden fazla öğretmen atanamadı. Atanamayan öğretmenler içinde intihar edenler oldu. Dükkân sahibi çalışına dükkânı emanet ediyor ve bir karartma daha, ülkemizde dört yıl içinde 20 bin 500 esnaf iflas etti. Neyse artık yeter kimseler beni ne milletvekili yapacak ne de akıl sormak için kapımı çalacak ama huyum kurusun yazmadan edemiyorum.

(Cumhuriyet)